Monte Kristo Kontu - A. D. (part 5)

Page 1

93 VALENTİNE Morrel’in ne işi olduğunu ve randevusunun kimin evinde olduğunu tahmin edebiliriz, işte Morrel, Monte Kristo’dan ayrıldıktan sonra yavaş yavaş Villefortların evinin yolunu tuttu. Yavaş yavaş diyoruz, çünkü Morrel’in beş yüz metrelik yolu alması için önünde yarım saatten fazla zamanı vardı, ama bu yeterli zamana karşın düşünceleriyle baş başa kalabilmek için acele ettiğinden, Monte Kristo’dan ayrılmakta sabırsızlık göstermişti. Saatini çok iyi biliyordu, Noirtier’nin yemeği sırasında yamnda bulunacak olan Valentine, bu saygı ve sevgi dolu görevini kesinlikle aksatmayacaktı. Noirtier ve Valentine ona haftada iki ziyaret hakkı tanımışlardı, Morrel de bu hakkından yararlanmak için geliyordu. Geldiğinde Valentine onu bekliyordu. Kaygılı, neredeyse şaşkın bir halde onun elini tuttu ve onu büyükbabasının yanma götürdü. Dediğimiz gibi şaşkınlığa varan bu kaygı Morcerf hakkında Paris sosyetesinde dolaşan söylentilerden ileri geliyordu; Opera’da olanlar biliniyordu, -zaten Paris sosyetesi her şeyi bilir- Villefortlarda kimse bu olayın zorunlu sonucunun bir düello olmasından kuşku duymuyordu; Valentine kadınlık içgüdüsüyle Morrel’in Monte Kristo’nun tanığı olacağını, genç adamm iyi bildiği cesareti ve konta karşı duyduğu derin dostluk nedeniyle de ona verilen edilgen rolle yetinemeyeceğini tahmin etmişti.


Ayrıntıların nasıl bir merakla sorulduğunu, yanıtlandığını ve dinlendiğini anlayabiliriz, Morrel bu korkunç olayın beklenmedik olduğu kadar mutlu sonucunu öğrendiğinde sevgilisinin gözlerinde beliren sözle anlatılmaz sevinci okuyabildi. “Şimdi,” dedi Valentine Morrel’e ihtiyarın yanında oturmasını işaret edip kendisi de ayaklarını koyduğu tabureye oturarak, “şimdi, biraz da kendi işlerimizden söz edelim. Dedemin bir ara evden ayrılmayı ve Mösyö de Villefort’un konağı dışında bir daire tutmayı düşündüğünü biliyorsunuz değil mi Morrel?” “Evet, elbette biliyorum,” dedi Maximilien, “bu tasarıyı anımsıyorum ve hattâ bunu tüm gücümle desteklemiştim.” “O zaman, yine destekleyeceksiniz Maximilien,” dedi Valentine, “çünkü dedem yine bunu düşünüyor.” “Bravo!” dedi Maximilien. “Evden ayrılmak için dedemin nasıl bir neden ileri süreceğini biliyor musunuz?” Noirtier torununa susması için gözüyle işaret verdi, ama Valentine dedesine hiç bakmıyordu, gözleri, bakışları, gülümsemesi, her şeyi Morrel içindi. “Ah! Mösyö Noirtier hangi nedeni ileri sürerse sürsün iyidir,” diye haykırdı Morrel, “ben bunun iyi olduğunu açıklıyorum.” “Harika,” dedi Valentine: “Faubourg Saint-Honore’nin havasının bana iyi gelmediğini ileri sürüyor.”


“Gerçekten de,” dedi Morrel; “bakın Valentine, Mösyö Noirtier haklı olabilir, on beş gündür sizin sağlığınızın bozulduğunu fark ediyorum.” “Evet, biraz bozuldu, haklısınız,” diye karşılık verdi Valentine, “dedem doktoruma da sordu, dedem her şeyi bildiği için ona sonsuz güvenim vardır.” “Demek hasta olduğunuz doğru, öyle mi Valentine?” diye sordu Morrel telaşla. “Ah Tanrım! Buna hastalık denmez: genel bir rahatsızlık hissediyorum, hepsi bu; iştahım yok, midem bir şeylere alışmak için uğraşıyor gibi geliyor.” Noirtier Valentine’in söylediklerinin tek bir sözcüğünü bile kaçırmıyordu. “Bu bilinmeyen uyguluyorsunuz?”

hastalık

için

ne

gibi

bir

tedavi

“Ah! Bu çok basit,” dedi Valentine; “her sabah büyükbabam için getirilen şuruptan bir kaşık alıyorum, bir kaşık dediysem, bir kaşıkla başladım, şimdi dört kaşığa çıkardım. Büyükbabam bunun her derde deva olduğunu söylüyor.” Valentine gülümsüyordu, ama gülümsemesinde hüzünlü ve keyifsiz bir şeyler vardı. Aşktan sarhoş olmuş Maximilien ona sessizce bakıyordu; çok güzeldi, ama solgunluğu daha mat bir renk almıştı, gözleri her zamankinden daha parlak bir ateşle parlıyordu, her zaman sedef beyazlığında olan elleri balmumundanmış da zamanla sarımsı bir renk almış gibi görünüyordu.


Genç adam gözlerini Valentine’den Noirtier’ye çevirdi; ihtiyar o garip ve derin zekasıyla kendini aşkına kaptırmış genç kıza dikkatle bakıyordu; o da Morrel gibi, büyükbabasının ve âşığının dışında herkesin gözünden kaçan, dışarıdan pek belli olmayan gizli hastalığının belirtilerini izliyordu. “Ama,” dedi Morrel, “dört kaşığa kadar çıktığınız bu şurup sanırım Mösyö Noirtier için hazırlanmış bir ilaçtı öyle değil mi?” “Biliyorum, bu ilaç çok acı, öyle acı ki ondan sonra içtiğim her şeyde aynı tadı buluyorum.” Noirtier genç kıza soran bakışlarla baktı. “Evet, dedeciğim,” dedi Valentine, “öyle. Biraz önce yanınıza gelmeden bir bardak tatlı su içmek istedim, ama o kadar acıydı ki yarısını bıraktım.” Noirtier sarardı ve konuşmak istediğini işaret etti. Valentine sözlüğü almak için kalktı. Noirtier görülür bir kaygı içinde onu gözleriyle izliyordu. Gerçekten de genç kızın yüzüne kan hücum etmişti, yanakları al al olmuştu. “Bak!” diye haykırdı genç kız neşesinden hiçbir şey yitirmeden, “bu garip: gözlerim karardı! Güneş gözlerimi mi kamaştırdı?...” Ve pencerenin ispanyoletine tutundu. “Güneş yok,” dedi Morrel Valentine’in rahatsızlığından çok Noirtier’nin yüz ifadesinden kaygılanarak.


Ve Valentine’e doğru koştu. Genç kız gülümsedi. “İçin rahat olsun dedeciğim,” dedi Noirtier’ye, “sizin de içiniz rahat olsun Morrel, bir şey yok, işte geçti: ama dinleyin! Avluda bir araba gürültüsü mü duyuyorum?” Noirtier’nin odasının kapısını açtı, pencereye koştu ve hemen geri geldi.

koridordaki

bir

“Evet,” dedi, “Madam Danglars ve kızı bizi ziyarete gelmişler. Elveda, ben kaçıyorum, yoksa beni aramaya buraya gelirler, ya da hoşçakalm, dedemin yanında kalın Mösyö Maximilien, onları fazla tutmayacağıma söz veriyorum.” Morrel gözleriyle onu izledi, kapıyı kapadığını gördü, Valentine’in hem Madam de Villefort’un hem de onun dairelerine giden merdiveni çıktığını duydu. Genç kız gider gitmez Noirtier Morrel’e sözlüğü almasını işaret etti. Morrel isteneni yaptı; Valentine’in yol göstermesiyle ihtiyan anlamaya alışmıştı. Yine de ne kadar alışık olursa olsun, alfabenin yirmi sekiz harfini tek tek gözden geçirmek ve sözlükte her sözcüğü aramak gerektiği için, ancak on dakikanın sonunda ihtiyarın düşüncesini anlatan şu sözleri bulabildi: “Valentine’in odasında bulunan su bardağını ve sürahiyi gidip alın.” Morrel hemen Barrois’nın yerine bakan uşağı çağırdı ve Noirtier’nin adına ona bu emri verdi. Uşak bir dakika sonra geri geldi.


Sürahi ve bardak bomboştu. Noirtier konuşmak istediğini işaret etti. “Neden bardak ve sürahi boş?” diye sordu. “Valentine bardağın sadece yansını içtiğini söylemişti.” Bu yeni sorunun anlamını çözmek beş dakikasını daha aldı. “Bilmiyorum,” dedi uşak, “ama oda hizmetçisi Matmazel Valentine’in odasında, belki de o bunları boşaltmıştır.” “Bunu ona sorun,” dedi Morrel bu kez Noirtier’nin sorusunu bakışlarından okuyarak. Uşak çıktı ve hemen geri geldi. “Matmazel Valentine Madam de Villefort’un yanma gitmek için kendi odasından geçmiş,” dedi, “ve geçerken susadığı için bardağın içinde kalanı da içmiş, sürahiye gelince, Mösyö Edouard ördeklerine gölet yapmak için sürahideki suyu kullanmış.” Noirtier elindekilerin hepsini bir taşa oynayan bir oyuncu gibi gözlerini göğe kaldırdı. Sonra hemen ihtiyarın gözleri kapıya dikildi ve bir daha oradan aynlmadı. Gerçekten de Valentine’in gördüğü Madam Danglars ve kızıydı; Madam de Villefort ziyaretçilerini odasında kabul edeceğini söylediği için onları yanma götürdüler, işte bu nedenle Valentine kendi odasından geçmişti: odası üvey annesinin odasıyla aynı kattaydı ve aralarında sadece Edouard’ın odası vardı.


İki kadm haberli olduklarım düşündüren bir tür resmi ciddilik içinde salona girdiler. Aynı toplumun insanları arasında davranışlarda küçük bir farklılık bile hemen hissedilir. Madam de Villefort bu resmiliğe aynı resmilikle karşılık verdi. O anda içeri Valentine girdi ve selamlaşmalar yeniden başladı. “Sevgili dostum,” dedi barones iki genç kız el ele tutuşurken, “Eugenie ile birlikte kızımın Prens Cavalcanti ile yakında olacak evliliğini ilk size haber vermek için geldik.” Danglars prens unvanı üzerinde durmuştu. Ünlü bankacı bu unvanın konttan daha iyi olduğunu düşünmüştü. “O zaman sizden en içten iltifatlarımı kabul etmenizi rica edeceğim,” diye karşılık verdi Madam de Villefort. “Mösyö Prens Cavalcanti ender rastlanan niteliklere sahip bir genç gibi görünüyor.” “Bakın,” dedi barones gülümseyerek, “iki dost gibi konuşursak prensin bize daha parlak bir geleceği varmış gibi göründüğünü söylemeliyim. Bizim gibi Fransızlara ilk bakışta bir Italyan ya da Alman soylusu olduğunu düşündüren biraz garip bir yanı var. Ama yine de çok iyi yürekli, son derece ince düşünceli birine benziyor, uygun yanlarına gelince, Mösyö Danglars servetinin çok büyük olduğunu ileri sürüyor; kullandığı sözcük bu.” “Hem sonra,” dedi Eugenie, Madam de Villefort’un albümünü karıştırarak, “bu genç adama karşı özel bir ilginiz olduğunu da ekleyin madam.” “Sizin de bu ilgiyi paylaşıp paylaşmadığınızı sormama gerek var mı?” dedi Madam de Villefort Eugenie’ye.


“Ben mi!” diye yanıt verdi Eugenie her zamanki kendine güveniyle, “Ah! Kimsenin-kinden farklı değil madam; benim gönlümden geçen, bir evliliğin gerektirdiği özene ya da kim olursa olsun bir insanın kaprislerine kendimi bağımlı kılmak değil. Benim gönlümden geçen, sanatçı ve özgür olmak, yani gönlümün, kişiliğimin, düşüncelerimin özgür olması.” Eugenie bu sözleri öyle duyarlı, öyle kararlı bir sesle söylemişti ki, Valentine’in yüzü kıpkırmızı oldu. Ürkek genç kız kadınların utangaçlıklarından hiçbirine benzemeyen bu güçlü yaratılışı anlayamıyordu. “Zaten,” diye devam etti Eugenie, “ister istemez evlenmek zorunda olduğum için beni hiç olmazsa Mösyö Albert de Morcerfin getireceği küçümsemelerden kurtaran Tanrıya teşekkür etmem gerek, o olmasaydı şu anda onurunu yitirmiş bir adamın eşi olacaktım.” “Bu doğru,” dedi barones soylu kadınlarda kimi zaman rastlanan ve soylu olmayanlarla görüşmelerinin tümüyle ortadan kaldıramadığı o garip saflığıyla, “bu doğru, Mor-cerflerin kararsızlıkları olmasaydı kızım bu Mösyö de Morcerf ile evlenecekti; general bunu çok istiyordu, Mösyö Danglarsi buna zorlamak için gelmişti; ucuz kurtulduk.” “Ama,” dedi Valentine çekingen bir biçimde, “babanın utancı oğluna da mı bulaşır? Generalin tüm ihanetlerinde Albert’in hiç suçu yok gibi geliyor bana.” “Bağışlayın sevgili dostum,” dedi acımasız genç kız, “Mösyö Albert bunu istiyor ve payını da hak ediyor: Görünüşe bakılırsa dün Opera’da Mösyö de Monte Kristo’yu kışkırttıktan sonra bugün düello alanında ondan özür dilemiş.”


“Olamaz!” dedi Madam de Villefort. “Ah! Sevgili dostum,” dedi Madam Danglars daha önce sözünü ettiğimiz aynı saflıkla, “bu kesin; bu açıklama sırasında orada olan Mösyö Debray’den öğrendim.” Valentine de gerçeği biliyordu, ama yanıt vermedi. Bir sözcükle biraz önce olanlara dönen genç kız Morrel’in Noirtier’nin odasında kendisini beklediğini anımsadı. İçinde olup bitenlere dalmış olan Valentine bir dakika kadar konuşmalara katılmamıştı; birkaç dakika önce kendisine söylenenleri yinelemesi olanaksızdı, birden Madam Danglars’ın koluna yaslanan eli onu daldığı düşten uyandırdı. “Ne var madam?” dedi Madam Danglars’ın parmaklarının dokunmasıyla bir elektrik akımına tutulmuş gibi titreyen Valentine. “Siz yoksa hasta mısınız sevgili Valentine?” dedi barones. “Ben mi?” dedi genç kız elini yanan alnından geçirerek. “Evet; kendinize aynada bir bakın; bir dakikada art arda üç dört kez kızarıp sarardınız.” “Doğru,” diye haykırdı Eugenie, “çok solgunsun.” “Ah! Kaygılanma Eugenie, birkaç gündür böyleyim.” Ne kadar oyuncu biri olmasa da, genç kız bunun dışarı çıkmak için bir fırsat olduğunu anladı. Zaten Madam de Villefort da ona yardımcı oldu. “Çekilebilirsiniz Valentine,” dedi, “gerçekten de hastasınız, bu bayanlar da sizi bağışlayacaklardır; bir bardak su için, bu sizi kendinize getirir.”


Valentine çekilmek için ayağa kalkarak Eugenie’yi öptü, Madam Danglars’ı selamladı ve çıktı. “Zavallı çocuk,” dedi Madam de Villefort Valentine gidince, “beni gerçekten kaygılandırıyor, daha ciddi hastalanırsa şaşırmayacağım.” Bu sırada Valentine farkında olmadığı bir tür taşkınlık içinde Edouard’ın odasından geçmiş, çocuğun her zamanki kötü hareketlerinden birine karşılık vermemiş, kendi odasından geçip küçük merdivene ulaşmıştı. Neredeyse tüm basamakları inmiş, sadece üç basamak kalmıştı, oradan Morrel’in sesini duyuyordu. Birden gözlerinin önünden bir bulut geçti, sertleşen ayağı basamağa takıldı, ellerinde artık tırabzana tutunacak güç kalmamıştı, ince duvara sürtünerek son üç basamaktan aşağı inmedi, yuvarlandı. Morrel bir sıçrayışta geldi, kapıyı açtı, Valentine’i sahanlıkta uzanmış buldu. Şimşek gibi bir hızla onu kollarına alıp kaldırdı ve bir koltuğa oturttu. Valentine gözlerini açtı. “Ah! Ne kadar da sakarım,” dedi coşkulu bir konuşkanlıkla, “artık kendimi tutamıyor muyum ne? Sahanlıktan önce üç basamak daha olduğunu unutuyorum.” “Yoksa yaralandınız mı Valentine?” diye haykırdı Morrel. “Aman Tanrım! Aman Tanrım!” Valentine çevresine baktı: Noirtier’nin gözlerinde derin bir korku gördü. “Sakin ol dedeciğim,” dedi gülümsemeye çalışarak, “bir şey yok, bir şey yok... başım döndü, hepsi bu.” “Bir baş dönmesi daha!” dedi Morrel ellerini kavuşturarak. “Ah! Yalvarırım dikkatli olun Valentine.”


“Ama bir şey yok ki,” dedi Valentine, “bir şey yok, size her şeyin geçtiğini ve bir şey olmadığını söylüyorum. Şimdi bırakın da size bir haber vereyim: sekiz gün sonra Eugenie evleniyor, üç gün sonra bir tür şölen, bir nişan yemeği olacak. Hepimiz davetliyiz, babam, Madam de Villefort ve ben... en azından ben böyle anladığımı sanıyorum.” “Bu tür ayrıntılarla uğraşma sırası ne zaman bize gelecek? Ah! Valentine, dedenizin üzerinde o kadar güçlü bir etkisi olan siz, ondan ‘yakında!’ yanıtını almaya çalışın.” “Böylece siz dedeciğimin yavaşlığını uyarmak ve belleğini canlandırmak için bana güveniyorsunuz öyle mi?” diye sordu Valentine. “Evet,” diye haykırdı Morrel. “Tanrım, Tanrım! Çabuk olun. Benim olmadığınız sürece hep elimden kaçacakmışsınız gibi geliyor Valentine.” “Ah!” diye yanıt verdi Valentine, çırpınır gibi bir hareketle, “Ah! Gerçekten de Maxi-milien hiçbir zaman korkuyu tanımamış bir asker, bir subay için çok fazla korkaksınız. Hah! Hah! Ha!” Ve genç kız keskin ve acı bir kahkaha attı; kolları sertleşti, büküldü, başı koltuğa devrildi ve hareketsiz kalakaldı. Tanrının Noirtier’nin dudaklarına zincirlediği korku çığlığı bakışlarından fışkırdı. Morrel anladı; yardım çağırmak gerekiyordu. Genç adam çıngırağa asıldı; Valentine’in dairesindeki oda hizmetçisi ve Barrois’nın yerine bakan uşak hemen koştular.


Valentine o kadar solgun, o kadar soğuk, o kadar hareketsizdi ki kendilerine ne söylendiğini dinlemeden bu lanetli evde durmadan dolaşan korku onları sardı ve yardım isteyerek bağıra bağıra koridorlara atıldılar. Madam Danglars ile Eugenie tam o sırada çıkıyorlardı; tüm bu gürültü patırtının nedenini yine de öğrenebildiler. “Size söylemiştim!” diye haykırdı Madam de Villefort. “Zavallı küçük!”


94 İTİRAF Aynı anda Mösyö de Villefort’un çalışma odasından “Ne oluyor?” diye bağıran sesi duyuldu. Morrel, Noirtier’ye bakarak düşüncesini sordu, hemen soğukkanlılığım toplamış olan Noirtier, gözüyle ona yine böyle bir durumda daha önce gizlendiği odayı işaret etti. Morrel’in ancak şapkasını alıp kendini soluk soluğa oraya atacak zamanı oldu. Koridorda krallık savcısının ayak sesleri duyuluyordu. Villefort hızla odaya girdi, Valentine’e koştu ve onu kollarına aldı. “Bir doktor! Bir doktor!... Mösyö d’Avrigny!” diye haykırdı Villefort, “ya da ben kendim giderim.” Ve daireden dışarı fırladı. Öbür kapıdan da Morrel hızla çıkıyordu. Tüyler ürpertici bir anıyla yüreğinden vurulmuştu genç adam: Madam de Saint-Me-ran’ın öldüğü gece duyduğu Villefort ile doktor arasındaki konuşma aklına geliyordu; daha az ürkütücü olan bu belirtiler Barrois’nın ölümünden önce görülenlerle aynıydı. Aynı anda kulaklarında Monte Kristo’nun daha iki saat önce söylediği sözlerin uğuldadığını duyar gibi oluyordu: “Neye ihtiyacınız olursa olsun, bana gelin Morrel, elimden çok şey gelir.” Düşünceden daha hızlı, Faubourg SaintHonore’den Matignon sokağına, Matignon sokağından Champs-Elysees caddesine koştu.


Bu sırada Villefort, kiralık bir araba ile Mösyö d’Avrigny’nin kapısına gelmişti; kapıyı o kadar şiddetle çalmıştı ki, kapıcı korku içinde gelip açtı. Villefort kendinde bir şey söyleyecek gücü bulamadan merdivenlere atıldı. Kapıcı onu tanıyordu, geçmesine izin verdi ve arkasından bağırdı: “Çalışma odasında!”

odasında,

sayın

krallık

savcısı,

çalışma

Villefort odanın kapısını itiyordu bile, ya da daha çok kapıyı zorluyordu. “Ah!” dedi doktor, “siz misiniz?" “Evet,” dedi Villefort kapıyı arkasından kapayarak; “evet, doktor, şimdi ben size yalnız olup olmadığımızı sormaya geldim. Doktor, benim evim lanetli bir ev!” “Ya!” dedi doktor görünüşte soğuk bir biçimde, ama içinden derin bir heyecan duyarak, “evinizde yine hasta mı var?” “Evet, doktor!” diye haykırdı Villefort kasılan eliyle bir tutam saçını çekiştirerek, “evet.” D’Avrigny’nin bakışı şu anlama geliyordu: “Ben size bunu önceden söylemiştim.” Sonra dudaklarından yavaşça hece hece şu sözler döküldü: “Şimdi evinizde kim ölüyor ve hangi yeni kurban Tanrının önünde bizi zayıflıkla suçlayacak?” Villefort’un yüreğinden acı bir hıçkırık çıktı; doktora yaklaştı ve onun kolunu tutarak: “Valentine!” dedi, “sıra


Valentine’de.” “Kızınız!” diye haykırdı d’Avrigny acı ve şaşkınlıkla. “Yanılmış olduğunuzu görüyorsunuz,” diye mırıldandı yargıç, “onu görmeye gelin ve onun acılı yatağına oturup, ondan kuşkulanmış olduğunuz için sizi bağışlamasını isteyin.” “Bana her haber verdiğinizde hep iş işten geçmişti,” dedi Mösyö d’Avrigny, “önemi yok, geliyorum, ama acele edelim mösyö, evinizde öldüren düşmanlar olduğuna göre, hiç zaman yitirmemeliyiz.” “Ah! Doktor, bu kez beni zayıflığım nedeniyle kınamayacaksınız. Bu kez katili bulacağım ve cezalandıracağım.” “Biz intikam almadan önce kurbanı kurtarmaya çalışalım,” dedi d’Avrigny, “haydi gelin!” Villefort’u getiren araba onu, yanında d’Avrigny olduğu halde son hızla geri getirdi, öte yandan tam o sırada Morrel, Monte Kristo’nun kapısını çalıyordu. Kont çalışma odasındaydı ve son derece kaygılı bir biçimde Bertuccio’nun biraz önce kendisine gönderdiği notu okuyordu. Daha yaklaşık iki saat önce ondan aynlmış olan Morrel’in geldiğini duyduğunda başını kaldırdı. Kont için olduğu gibi onun için de bu iki saat içinde kuşkusuz bir şeyler olmuştu, çünkü onun yanından dudaklarında bir gülümseme ile ayrılmış olan genç adam, yüzü altüst olmuş halde geri gelmişti.


Kont ayağa kalktı ve Morrel’in yanma kadar gitti. “Ne oldu Maximilien?” diye sordu ona, “solgunsunuz ve alnınızdan ter boşanıyor.” Morrel bir koltuğa oturmadı, neredeyse yığıldı. “Evet,” dedi, “ hemen geldim, çünkü sizinle konuşmaya ihtiyacım var.” “Ailenizde herkes iyi mi?” diye sordu kont kimsenin içtenliğinden kuşku duymayacağı sevecen ve iyilik dolu bir sesle. “Sağolun kont, sağolun,” dedi genç adam, konuşmaya başlamakta gözle görülür bir sıkıntı çekerek, “evet, ailemde herkes iyi.” “Çok iyi, yine de bana söyleyeceğiniz bir şey mi var?” dedi kont gitgide daha kaygılı. “Evet, “ dedi Morrel, “doğru, ölümün içeri girdiği bir evden çıktım ve size koştum.” “Mösyö de Morcerfin evinden mi geliyorsunuz?” diye sordu Monte Kristo. “Hayır,” dedi Morrel, “Mösyö de Morcerfin evinde biri mi öldü?” “General kafasına bir kurşun sıkıp intihar etmiş,” diye yanıt verdi Monte Kristo. “Ah! Ne korkunç felaket!” diye haykırdı Maximilien. “Kontes için değil, Albert için de değil,” dedi Monte Kristo, “onursuz bir baba ve koca olacağına, ölmüş bir koca ve baba olması daha iyidir, kan utancı temizler.” “Zavallı kontes!” dedi Maximilien, “özellikle onun için üzülüyorum, öyle soylu bir kadın ki!”


“Albert için de üzülün Maximilien, çünkü inanın o kontese yaraşır bir oğul. Ama size dönelim: bana koştuğunuzu söylemiştiniz; bana ihtiyaç duymanızdan mutlu oldum.” “Evet, size ihtiyacım var, yani çılgın gibi, sadece Tanrınm bana yardımcı olabileceği bir durumda, sizin bana yardım edebileceğinizi düşündüm.” “Anlatın!” dedi Monte Kristo. “Ah!” dedi Maximilien, “gerçekten de böyle bir sırrı insanlara duyurmaya hakkım var mı bilmiyorum, ama yazgı beni buna itiyor, gereklilik beni buna zorluyor, kont.” Morrel kararsızlık içinde durdu. “Sizi sevdiğime inanıyor musunuz?” dedi Monte Kristo sevgiyle genç adamın elini elleri arasına alarak. “Ah! Bakın, beni yüreklendiriyorsunuz ve” -Morrel elini kalbinin üstüne bastırdı-“içimden bir şey sizden gizli bir sırrım olmamasını söylüyor.” “Haklısınız Morrel, yüreğinize gelen Tanrının sesi, size gelen de yüreğinizin sesi. Yüreğinizin söylediğini bana yineleyin.” “Kont, tanıdığınız biri hakkında sizin için bilgi almak üzere Baptistin’i göndermeme izin verir misiniz?” “Ben hizmetinizde olduğuma göre, uşaklarım haydi haydi hizmetinizde olacaklardır.” “Ah! Onun iyi olduğundan emin olmadıkça ben de yaşayamayacağım.” “Baptistin’i çağırmamı ister misiniz?” “Hayır, onunla kendim konuşmak isterim.”


Morrel dışarı çıktı, Baptistin’i çağırdı ve ona alçak sesle bir şeyler söyledi. Özel uşak koşarak çıkıp gitti. “Oldu mu?” diye sordu Monte Kristo Morrel’in geri geldiğini görünce. “Evet, şimdi biraz daha sakin olacağım.” “Biliyorsunuz,' gülümseyerek.

bekliyorum,”

dedi

Monte

Kristo

“Evet, anlatacağım. Dinleyin, bir gece bir bahçedeydim; sık ağaçların arkasına saklanmıştım, kimse orada olacağımdan kuşkulanamazdı. iki kişi yakınımdan geçtiler; şimdilik izin verirseniz adlarını söylemeyeyim; alçak sesle konuşuyorlardı, ama yine de söyledikleri beni o kadar çok ilgilendiriyordu ki, söylediklerinin tek sözcüğünü bile kaçırmıyordum.” “Titremenize ve sararmanıza bakılırsa durum üzücü gibi görünüyor.” “Ah! Evet! Çok üzücü dostum! İçinde bulunduğum bahçenin sahibinin evinde birisi yeni ölmüştü; konuşmalarını duyduğum iki kişiden biri bu bahçenin sahibiydi, öbürü de doktor. Birincisi İkincisine korkularını ve acılarını açıyordu, çünkü bir ayda bu ikinci kezdir Tanrının gazabı bir öldürücü melek aracılığıyla bu evde geziniyormuş gibi, ölüm, çabuk ve beklenmedik bir biçimde bu evde dolaşıyordu.” “Ha!” dedi Monte Kristo genç adama gözlerini dikerek ve koltuğunu kendisi karanlıkta kalacak biçimde belli belirsiz bir hareketle döndürerek; o sırada gün ışığı Maximilien’in yüzüne vuruyordu. “Evet," diye devam etti Morrel, “ölüm bir ayda iki kez bu eve girmişti.”


“Ya doktor ne yanıt veriyordu?” diye sordu Monte Kristo. “O... bu ölümün hiç de doğal olmadığı ve bunun nedeninin ...” “Ne olduğunu söyledi?” “Zehir olduğunu!” “Sahi mi?” dedi Monte Kristo hafif bir öksürükle, bu öksürük çok heyecanlı olduğu anlarda ya kızarmasını, ya sararmasını ya da nasıl bir dikkatle dinlediğini gizlemeye yarıyordu; “sahi mi Maximilien, bunları duydunuz mu?” “Evet, sevgili kontum, hepsini duydum, ayrıca doktor, eğer böyle bir durum yeniden ortaya çıkarsa, yargıya başvurmak zorunda kalacağını da sözlerine ekledi.” Monte Kristo son derece sakin dinliyor ya da dinler görünüyordu. “işte şimdi,” dedi Maximilien, “ölüm üçüncü bir kez vurdu, ne ev sahibi ne de doktor hiçbir şey söylemedi, ölüm belki de dördüncü kez vuracak. Kont, bu sırrı bilmemin bana nasıl bir yükümlülük getirdiğini düşünüyorsunuz?” “Sevgili dostum,” dedi Monte Kristo, “bana herkesin ezbere bildiği bir serüveni anla-tıyormuşsunuz gibi geliyor. Bunları duyduğunuz evi ben biliyorum, ya da en azından buna benzer bir ev biliyorum; bir bahçesi, bir aile babası, bir doktoru olan bir ev, garip ve beklenmedik üç ölüm olan bir ev. Pekala! Bana bakm, işin iç yüzünü hiç bilmeyen ben, yine de tüm bunları sizin kadar iyi biliyorum, hiç vicdanımda bir rahatsızlık hissediyor muyum? Hayır, bu beni ilgilendirmez. Siz bir ölüm meleğinin bu eve Tanrının gazabım çektiğini söylüyorsunuz; pekala! Kim size bu varsayımınızın bir gerçek


olmadığını söylüyor? Bunları görmeleri gerekenlerin görmek istemedikleri şeyleri siz de görmeyin. Eğer bu evde dolaşan Tanrının gazabi değil de adalet ise Maximilien, başınızı çevirin ve Tanrının adaletinin yerini bulmasını bekleyin.” Morrel ürperdi. Kontun sesinde hem iç karartıcı, hem çok ciddi, hem de korkunç bir şey vardı. “Zaten,” diye devam etti kont biraz önceki sözler sanki onun ağzından çıkmamış gibi değişik bir ses tonuyla, “zaten bunların yeniden başlayacağını size kim söyledi?” “Yeniden başlıyor kont!” diye haykırdı Morrel, “işte bunun için size koştum.” “Pekala, ne yapmamı istiyorsunuz Morrel? Acaba sayın krallık savcısına bunu haber vermemi mi istiyorsunuz?” Monte Kristo bu son sözleri o kadar açık, o kadar dokunaklı bir sesle söylemişti ki, Morrel birden ayağa fırladı ve haykırdı: “Kont! Kont! Kimden söz ettiğimi biliyorsunuz, değil mi?” “Hem de çok iyi biliyorum, sevgili dostum, size bunu en küçük bir ayrıntıyı unutmadan ya da insanların adlarını vererek kanıtlayabilirim. Siz bir gece Mösyö de Villefort’un bahçesinde dolaştınız; bana söylediklerinize göre o gece Madam de Saint-Meranin öldüğü geceydi. Mösyö de Villefort’un Mösyö d’Avrigny ile Mösyö de Saint-Meranin ölümü ve markizin ondan daha az şaşırtıcı olmayan ölümü hakkında konuştuklarını duydunuz. Mösyö d’Avrigny bir, hattâ iki zehirlenmeye inandığım söylüyordu ve siz, her şeyden önce kibar bir insan olan siz, şimdi bu sırrı açıklamak mı yoksa saklamak mı gerektiğine karar vermek için


vicdanınızı yoklamaya, kalbinizi dinlemeye çalışıyorsunuz. Artık Ortaçağda değiliz sevgili dostum, artık Sainte-Vehme yok, o maskeli yargıçlar yok.{209} Hay Allah, bu insanlara ne soracaksınız? Steme’in dediği gibi, ‘vicdan, benden ne istiyorsun’ mu diyeceksiniz? Eh! Sevgili dostum, uyuyorlarsa bırakın uyusunlar, eğer uykusuzluk çekiyorlarsa bırakın çeksinler, ama siz, uyumanızı engelleyen hiçbir pişmanlığınız olmayan siz, Tanrı aşkına gidin uyuyun.” Morrel’in yüz çizgilerinde korkunç bir acı belirdi; Monte Kristo’nun elini yakaladı. “Ama size ‘bu yeniden başlıyor’ diyorum.” “Pekala!” dedi kont hiçbir şey anlamadığı bu üstelemeye şaşırıp Maximilien’e dikkatle bakarak: “Bu bir Atrçus ailesi; {210} Tanrı onları mahkum etti ve onlar verilen cezaya katlanacaklar; çocukların kıvrılmış kartlarla yaptıkları ve yaratıcılarının bir soluğuyla art arda belki iki yüz tanesi devrilen beyaz kağıtlar gibi hepsi yok olacaklar. Üç ay önce Mösyö de Saint-Meran idi, iki ay önce Madam de SaintMeran idi, geçen gün Barrois, bugün de yaşlı Noirtier ya da genç Valentine.” “Bunu biliyor muydunuz?” diye Morrel öyle şiddetli bir korkuyla haykırdı ki, gök yere inse bile soğukkanlılığını yitirmeyecek olan Monte Kristo ürperdi; “bunu biliyordunuz ve hiçbir şey söylemediniz!” “Evet, ama ne önemi var?” dedi Monte Kristo omuz silkerek, “ben bu insanları tanıyor muyum, birini kurtarmak için öbürünü yitirmem mi gerekiyor? İnanın bana hayır, çünkü suçlu ve kurban arasında yeğlediğim biri yok.”


“Ama ben, ben!” diye haykırdı Morrel acıdan uluyarak, “ben onu seviyorum!” “Kimi seviyorsunuz?” diye haykırdı Monte Kristo ayağa fırlayıp Morrel’in göğe doğru kaldırdığı ellerini yakalayarak. “Çılgın gibi seviyorum, deli gibi seviyorum, onun tek bir gözyaşı uğruna tüm kanını verecek bir insan gibi seviyorum; şu anda öldürülmekte olan Valentine de Villefort’u seviyorum, iyi anlıyor musunuz? Onu seviyorum, size ve Tanrıya onu nasıl kurtarabileceğimi soruyorum.” Monte Kristo ancak yaralı bir aslanın kükremesini duymuş olanların anlayabilecekleri vahşi bir çığlık attı. “Zavallı!” diye haykırdı bu kez ellerini acıyla yukarı çevirerek, “Zavallı! Valentine’i seviyorsun! Lanetli bir soydan olan bu kızı seviyorsun!” Morrel hiç böyle bir ifade görmemişti; hiç bu kadar korkunç gözler onun karşısında böyle alev alev yanmamıştı, gerek savaş meydanlarında, gerek Cezayir’de insan kırımı sırasında birçok kez ortaya çıktığını gördüğü korku meleği onun çevresine hiç bu kadar uğursuz ışıklar saçmamıştı. Dehşete düşmüş bir halde geriledi. Monte Kristo’ya gelince, bu patlama ve bağırmadan sonra içinden gelen ışıklardan gözü kamaşmış gibi gözlerini bir an kapadı: o anda öyle derin düşüncelere daldı ki, iri bulutlardan sonra burgaçlı ve köpüklü dalgaların güneşin altında yitip gitmesi gibi, fırtınadan kabarmış göğsünün inip çıkan hareketinin yavaş yavaş durulduğu görüldü. Bu sessizlik, bu içe dalış, bu savaşım yaklaşık yirmi saniye kadar sürdü.


Sonra kont sararmış yüzünü kaldırdı. “Bakın,” dedi biraz değişmiş bir sesle, “bakın sevgili dostum, Tanrı en soğuk ve en sahte kahramanlan onlara verdiği korkunç görüntüler karşısındaki kayıtsızlıkları nedeniyle cezalandırmayı çok iyi bilir. Bu iç daraltıcı trajedinin gelişmesini seyreden, ona duygusuz ve merakla bakan ben, insanların yaptıkları kötülüklere bir sırrın ardına saklanıp -ki bu sırrı saklamak zenginler ve güçlüler için kolaydır- gülen, kötü bir meleğe benzeyen ben, işte bu kez kıvrım kıvrım ilerleyişini seyrettiğim bu yılan tarafından ısırıldığımı, yüreğimden ısırıldığımı hissediyorum!” Morrel boğuk bir inilti çıkardı, “Haydi, haydi,” diye devam etti kont, “yeteri kadar inlediniz, erkek gibi olun, güçlü olun, umutlu olun, çünkü ben buradayım ve size göz kulak oluyorum.” Morrel üzgün üzgün başını salladı, “Size umut etmekten söz ediyorum! Beni anlıyor musunuz?” diye haykırdı Monte Kristo. “Asla yalan söylemediğimi ve asla yanılmadığımı bilin. Saat öğlen on iki oldu Ma-ximilien, bu akşam ya da yarın sabah yerine bugün öğlen buraya geldiğiniz için Tanrıya şükredin. Size söyleyeceklerimi dinleyin Morrel: saat on iki; eğer Valentine bu saatte öl-memişse, artık ölmeyecek.” “Ah! Tanrım! Tanrım!” diye haykırdı Morrel, “onu ölmek üzere iken bıraktım!” Monte Kristo bir elini alnına bastırdı. Korkunç sırlarla ağırlaşmış bu kafadan neler geçiyordu?


Hem acımasız hem insancıl olan bu insana aydınlıklar meleği ya da karanlıklar meleği neler söylüyordu? Bunu sadece Tanrı bilir! Monte Kristo bir kez daha başını kaldırdı, bu kez uyanan bir çocuk gibi sakindi. “Maximilien,” dedi, “sakin sakin evinize dönün; size bir adım atmamanızı, hiçbir davranışta bulunmamanızı, yüzünüze bir düşüncenin gölgesinin düşmesine izin vermemenizi emrediyorum, size haberleri ulaştıracağım, haydi gidin.” “Tanrım! Tanrım!” dedi Morrel, “soğukkanlılığınızla beni korkutuyorsunuz kont. Ölüme karşı bir şey yapabilir misiniz? Siz insanüstü bir varlık mısınız? Bir melek misiniz? Bir Tanrı mısınız?” Hiçbir tehlikenin bir adım bile geriletemediği genç adam, dile gelmez büyük bir korkuyla Monte Kristo’nun önünde geriliyordu. Ama Monte Kristo, ona hem o kadar hüzünlü, hem de o kadar tatlı baktı ki, Maximi-lien gözlerinin yaşla dolduğunu hissetti, “Çok şey yapabilirim dostum,” dedi kont. “Gidin artık, yalnız kalmaya ihtiyacım var.” Monte Kristo’nun, kendisini saran her şeyin üzerinde uyandırdığı bu olağanüstü etkiden büyülenen Morrel, kendini bundan kurtarmaya çalışmadı bile. Kontun elini sıktı ve çıktı. Sadece Matignon sokağının köşesinde görünen ve koşa koşa geri gelmekte olan Baptistin’i beklemek için kapıda durdu.


Bu sırada Villefort ve d’Avrigny acele etmişlerdi. Döndüklerinde Valentine henüz baygındı, doktor hastayı durumun gerektirdiği özenle ve sırn bilmenin iki kat artırdığı derin bir dikkatle muayene etmişti. Villefort, gözleri doktorun gözlerine ve dudaklarına dikilmiş halde, muayenenin sonucunu bekliyordu. Genç kızdan daha solgun, sonucu Villefort’dan daha fazla merak eden Noirtier de bekliyordu, onda her şey zeka ve duyarlılığa dayanıyordu. Sonunda d’Avrigny yavaşça şu sözleri söyledi: “Hâlâ yaşıyor.” “Hâlâ mı!” diye haykırdı Villefort, “Ah! Doktor, bu söylediğiniz ne korkunç bir sözcük!” “Evet,” dedi doktor, “cümlemi yineliyorum: hâlâ yaşıyor ve ben buna çok şaşıyorum.” “Kurtuldu mu yani?” diye sordu baba. “Yaşadığına göre, evet.” O anda d’Avrigny’nin bakışları Noirtier’nin gözüne takıldı, bu gözler öyle olağanüstü bir sevinçle, öyle zengin, öyle farklı düşüncelerle parlıyordu ki, doktor şaşırıp kaldı. Genç kızı koltuğun üstüne bıraktı, Valentine’in dudakları yüzünün geri kalanı ile tam bir uyum içinde o kadar solgun ve beyazdı ki, ancak biçimleri belli oluyordu. D’Avrigny kendisinin her hareketini bekleyen ve yorumlayan Noirtier’ye bakarak kımıldamadan durdu. “Mösyö,” dedi o zaman d’Avrigny Villefort’a, “lütfen Matmazel Valentine’in oda hizmetçisini çağırın.”


Villefort kızının başını tutuyordu, onu bıraktı ve oda hizmetçisini çağırmaya koştu. Villefort kapıyı kapar kapamaz d’Avrigny Noirtier’ye yaklaştı. “Bana bir şey mi söylemek istiyorsunuz?” diye sordu. İhtiyar üst üste gözlerini kırpıştırdı; bu, anımsayacağımız gibi, onun durumunda evet anlamına gelen tek hareketti. “Sadece bana mı?” “Evet,” dedi Noirtier. “Tamam, sizinle kalacağım.” O anda Villefort arkasında oda hizmetçisi ile içeri girdi, oda hizmetçisinin arkasından Madam de Villefort geliyordu. “Ama bu sevgili çocuk ne yaptı?” diye haykırdı; “benim dairemden çıktı, rahatsız olduğundan yakındı, ama bu kadar ciddi olduğunu sanmamıştım.” Ve genç kadın gözlerinde yaşlarla ve gerçek bir annenin sevgi belirtilerini göstererek Valentine’e yaklaştı ve elini tuttu. D’Avrigny Noirtier’ye bakmaya devam etti, ihtiyarın gözlerinin büyüdüğünü ve yusyuvarlak olduğunu, yanaklarının sararıp titrediğini, alnının ter içinde kaldığını gördü. “Ah!” dedi istemeyerek Noirtier’nin bakışlarının yönünü izleyerek, yani gözlerini Madam de Villefort’a dikerek; Madam de Villefort durmadan şöyle diyordu:


“Zavallı çocuk yatağında daha rahat edecektir. Gelin Fanny, onu yatıralım.” Bu öneriyi Noirtier ile yalnız kalmak için bir fırsat gibi gören Mösyö d’Avrigny başıyla bunun gerçekten de yapılacak en iyi şey olacağını işaret etti, ama kendisi vermedikçe Valentine’in bir şey yiyip içmesini yasakladı. Bilinci yerine gelen, ama henüz hareket edemeyen ve konuşamayan, geçirdiği sarsıntı nedeniyle eli ayağı tutmayan Valentine’i götürdüler. Yine de büyükbabasını gözleriyle selamlayacak gücü kendinde bulmuştu, genç kızı götürürlerken ihtiyarın da sanki ruhunu söküp götürüyorlardı. D’Avrigny hastayı gözleriyle izledi, reçetelerini yazdı, Villefort’dan bir araba çağırmasını, eczaneye gitmesini, verilen şurupları gözünün önünde hazırlatmasını ve kendisinin getirmesini, sonra da onu kızının odasında beklemesini istedi. Doktor, Valentine’e, yiyecek içecek hiçbir şey verilmemesi emrini yineledikten sonra Noirtier’nin odasına indi, kapıları özenle kapadı ve kimsenin dinlemediğinden emin olduktan sonra: “Haydi bakalım,” dedi, “torununuzun hastalığı ile ilgili bir şey mi biliyorsunuz?” “Evet,” dedi ihtiyar. “Dinleyin, hiç yitirecek zamanımız yok, size sorular soracağım, siz de bana yanıt vereceksiniz.” Noirtier başıyla hazır olduğunu işaret etti. “Bugün Valentine’in başına gelen kazayı tahmin etmiş miydiniz?”


“Evet.” D’Avrigny bir an düşündü, sonra Noirtier’ye yaklaşarak: “Size söyleyeceğim şeyler için beni bağışlayın,” diye ekledi, “ama içinde bulunduğumuz durum ile ilgili en küçük bir ipucu bile ihmal edilmemeli. Zavallı Barrois’nın öldüğünü gördünüz değil mi?” Noirtier gözlerini gökyüzüne kaldırdı. “Neden öldüğünü biliyor musunuz?” diye sordu d’Avrigny elini Noirtier’nin omzuna koyarak. “Evet,” diye yanıt verdi ihtiyar. “Ölümünün doğal olduğunu mu düşünüyorsunuz?” Noirtier’nin hareketsiz dudaklarında gülümsemeye benzer bir şey belirdi. “O zaman Barrois’nın zehirlendiği düşüncesi aklınıza geldi öyle mi?” “Evet.” “Kurbanı olduğu zehirin onun için hazırlanmış olduğuna inanıyor musunuz?” “Hayır.” “Bir başkasını öldürmek isterken Barrois’yı öldüren elin, bugün Valentine’i öldürmek isteyen elle aynı olduğunu düşünüyor musunuz?” “Evet.” “Genç kız da ölecek mi?” diye sordu d’Avrigny derin bakışlarını Noirtier’ye dikerek. “Hayır,” diye yanıt verdi


ihtiyar en usta bilicilerin tüm tahminlerini altüst edebilecek bir zafer duygusuyla. “Öyle mi umut ediyorsunuz?” dedi d’Avrigny şaşkınlıkla. “Evet.” “Ne umut ediyorsunuz?” ihtiyar gözleriyle, sorulara konuşarak yanıt veremeyeceğini anlattı. “Ah! Evet, doğru,” diye mırıldandı d’Avrigny. Sonra Noirtier’ye dönerek: “Katilin vazgeçeceğini umut ediyor musunuz?” dedi. “Hayır.” “O zaman zehirin Valentine’in üzerinde etkisiz kalacağını mı umut ediyorsunuz?” “Evet.” “Ben size onu zehirlemeye çalıştıklarını söylerken yeni bir şey öğretmiyorum değil mi?” diye ekledi d’Avrigny. İhtiyar bu konuda hiçbir kuşkusunun olmadığını gözleriyle işaret etti. “O zaman Valentine’in edebiliyorsunuz?”

kurtulacağını

nasıl

umut

Noirtier gözlerini inatla hep aynı noktaya dikti; d’Avrigny gözlerinin yönünü izledi ve o gözlerin, ihtiyara her sabah getirilen şerbetin bulunduğu şişeye dikildiğini gördü. “Ah! Ah!” dedi d’Avrigny, birden akima gelen düşünceye şaşarak, “Yoksa aklınıza gelen...” Noirtier onun sözlerini bitirmesini beklemedi.


“Evet,” dedi. “Valentine’i zehire karşı korudunuz...” “Evet.” “Onu yavaş yavaş alıştırdınız...” “Evet, evet, evet,” dedi Noirtier anlaşılmış olmaktan son derece mutlu. “Gerçekten de benim size verdiğim şerbetlerin içinde brüsin olduğunu söylediğimi mi duymuştunuz?” “Evet.” “Ve onu bu zehire alıştırarak zehiri etkisiz hale getirmek mi istediniz?” Noirtier’de zafer kazanmış olmanın sevinci görüldü. “Ve gerçekten de amacınıza ulaştınız!” diye haykırdı d’Avrigny. “Eğer bu önlem alınmamış olsaydı bugün Valentine ölmüş olacaktı, hiçbir yardım olanağı olmadan, hiç acımadan öldürülmüş olacaktı, çünkü sarsıntı çok şiddetliydi, ama o sadece sarsıldı, en azından bu kez Valentine ölmeyecek.” İnsanüstü bir mutluluk ihtiyarın sonsuz bir minnetle göğe kalkmış gözlerini sevince boğuyordu. O anda Villefort içeri girdi. “Alm doktor,” dedi, “işte istedikleriniz.” “Bu şurup gözlerinizin önünde mi hazırlandı?” “Evet,” diye yanıtladı krallık savcısı. “Hiç elinizden bırakmadınız değil mi?”


“Hayır.” DAvrigny şişeyi aldı, şuruptan birkaç damlayı avucuna döktü ve içti. “İyi,” dedi, “Valentine’in yanma çıkalım, orada herkese emirlerimi bildireceğim, kimsenin bu emirlerin dışına çıkmamasını siz denetleyeceksiniz Mösyö de Villefort.” D’Avrigny, yanında Villefort ile Valentine’in odasına girdiği sırada, ciddi tavırlı, kararlı ve sakin bir biçimde konuşan İtalyan bir rakip Mösyö de Villefort’un oturduğu konağın bitişiğindeki evi kendisi için kiralıyordu. Bu evin üç kiracısının nasıl bir uzlaşma sonucu iki saat sonra taşındıklarını kimse bilmedi: ama mahallede dolaşan dedikodulara göre ev temelleri üzerine sağlam oturmamıştı ve yıkılmak üzereydi, ama bu durum yeni kiracının aynı gün saat beşe doğru basit eşyalarıyla buraya yerleşmesine hiç engel olmamıştı. Kira sözleşmesi yeni kiracı tarafından üç, altı ya da dokuz yıllığına yapılmıştı, ev sahiplerinin koydukları kurallara göre de altı aylık kira peşin ödenmişti; bu yeni kiracı, dediğimiz gibi, Italyan’dı ve adı sinyor Giacomo Busoni idi. Hemen işçiler getirtildi ve aynı gece mahallenin üst tarafından geç saatte geçen tek tük insanlar, şaşkınlıkla duvarcıların ve doğramacıların sallanan evi, askıya almaya çalıştıklarım gördüler.


95 BABA VE KIZ Önceki bölümde, Madam Danglarsin Madam de Villefort’a, Matmazel Eugenie Danglarsin Mösyö Andrea Cavalcanti ile evleneceğini resmen haber vermeye geldiğini görmüştük. Bu önemli işle ilgili tüm kişiler tarafından alınmış bu kararı belirten ya da belirtir gibi görünen bu resmi haber öncesinde, okurlarımıza açıklamamız gereken bir olay olmuştu. Bu nedenle okurlarımızdan bir adım geriye gitmelerini ve kendilerini büyük felaketlerin olduğu o günün sabahı, daha önce onlara tanıttığımız ve sahibi Baron Danglarsin göğsünü kabartan o yaldızlı güzel salondaymış gibi düşünmelerini rica ediyoruz. Bu salonda, sabah saat ona doğru baron, birkaç dakikadır düşünceli ve oldukça kaygılı, kapılara bakarak ve her gürültüde durarak dolaşıyordu. Artık sabrı kalmadığında özel uşağını çağırdı. “Etienne,” dedi ona, “Matmazel Eugenie’nin neden benden kendisini salonda beklememi istediğini ve neden beni bu kadar uzun zaman beklettiğini gidip öğrenin bakalım.” Bu keyifsizlik durumunu dile getirdikten sonra baron biraz sakinleşti. Gerçekten de Matmazel Danglars uyandıktan sonra, babasından bir görüşme istemişti ve bu görüşmenin yeri olarak da yaldızlı salonu belirtmişti. Bu davranışın tuhaflığı, özellikle genç kızın resmi davranışı bankacıyı pek de


şaşırtmamıştı ve salona ilk gelen, kızının isteklerine hemen boyun eğen bankacı olmuştu. Etienne kısa bir süre sonra elçilik görevini yerine getirip dönmüştü. “Matmazelin oda hizmetçisi bana matmazelin giyinmesini bitirmek üzere olduğunu ve gecikmeden geleceğini söyledi,” dedi. Danglars bir baş işaretiyle memnun olduğunu belirtti. Danglars insanlara, hattâ evinde çalışanlara karşı zayıf bir adam, zayıf bir baba gibi.görünürdü: oynadığı halk güldürüsünde kendine biçtiği rolün bir yanıydı bu, kendi seçtiği bir görünüştü ve kendince bu ona uygun görünüyordu, tıpkı antik tiyatrodaki babaların dudakları sağdan yukarı kalkık ve gülümser gibi, soldan ise aşağı sarkık ağlar gibi görünen maskelerine benziyordu. Hemen şunu söyleyelim, yukarı kalkık ve gülümseyen dudakları aile yaşamında aşağı sarkık ve ağlar duruma geliyordu, öyle ki çoğu zaman o iyi adam yerini kaba bir kocaya ve ödünsüz bir babaya bırakıp yok oluyordu. “Hay Allah, kesinlikle benimle konuşmak istediğini söyleyen şu deli kız neden çalışma odama gelip konuşmuyor? Neden benimle konuşmak istiyor?” Belki de yirminci kez bu kaygılı düşünceyi kafasında evirip çeviriyordu ki, kapı açıldı ve Eugenie göründü, siyah atlastan aynı renkte mat çiçeklerle süslü bir elbise giymişti, başı açıktı ve İtalyan tiyatrosundaki koltuğuna oturmaya gidecekmiş gibi eldivenliydi.


“Pekala Eugenie, ne var?” diye haykırdı babası, “benim çalışma odamda rahat rahat konuşmak varken neden bu gösterişli salona geldik?” “Çok haklısınız mösyö,” diye yanıt verdi Eugenie babasına oturabileceğini işaret ederek, “yapacağımız tüm konuşmayı önceden özetleyen iki soru sordunuz. İkisine de yanıt vereceğim; alıştığımız kuralların dışına çıkarak önce daha az karmaşık olan İkincisine yanıt vereceğim. Bir bankacının çalışma odasının etkilerini ve hoş olmayan izlenimleri ortadan kaldırmak amacıyla randevu yeri olarak salonu seçtim, mösyö. Ne denli yaldızlı olurlarsa olsunlar bu kasa defterleri, kale kapısı gibi kapalı bu çekmeceler, nereden geldiği bilinmeyen banknotlar ve İngiltere’den, Hollanda’dan, Ispanya’dan Hindistan’dan, Çin’den, Peru’dan gelen bir sürti mektup genellikle bir babanın kafasını garip bir biçimde etkiliyor ve ona bu dünyada ilgileneceği toplumsal konumdan ve ortaklarının düşüncelerinden daha önemli ve daha kutsal şeyler olduğunu unutturuyor. Bu nedenle harikulade çerçeveler içinde sizin, benim, annemin portrelerimizin olduğunu, dokunaklı ve şiirsel kır manzaralarının bulunduğunu güler yüzlü ve mutlu bir biçimde gördüğünüz bu salonu seçtim. Ben dış etkilerin gücüne çok inanırım. Belki sizce bu yanlış bir şey, ama ne yapalım? Birkaç düşüm de olmasa sanatçı olamam.” “Çok iyi,” diye yanıt verdi uzun konuşmayı soğukkanlılığını hiç bozmadan dinlemiş olan Danglars. Bir sürü art düşüncesi olan ve karşısındakinin düşüncelerinde kendi düşünce çizgisini arayan insanlar gibi, söylenenlerin tek sözcüğünü bile anlamadan dinlemişti.


“İşte aydınlığa kavuşturulmuş ya da neredeyse aydınlatılmış ikinci nokta,” dedi Eugenie en küçük bir şaşkınlık göstermeden, hareketlerini ve sözlerim belirleyen tümüyle erkeksi bir küstahlıkla, “siz de bu açıklamadan hoşnut görünüyorsunuz. Şimdi gelelim birincisine. Bana neden bu görüşmeyi istediğimi soruyordunuz; bunu size iki sözcükle anlatacağım mösyö, işte neden. Ben Mösyö Kont Andrea Cavalcanti ile evlenmek istemiyorum.” Danglars birden koltuğundan fırladı ve sarsılarak gözlerini ve ellerini göğe kaldırdı. “Tanrım! Evet, mösyö,” diye sözlerini sürdürdü Eugenie her zamanki sakinliği ile. “Şaşırdınız, bunu çok iyi anlıyorum, çünkü bu küçük iş başladığından bu yana hiçbir direniş göstermedim, çünkü zamanı geldiğinde benim hiç düşüncemi sormamış insanlara ve hoşuma gitmeyen şeylere, açık ve kesin bir irade ile, içtenlikle karşı çıkacağımdan emindim. Ama bu kez sakinliğimin ve ilgisizliğimin, filozofların dediği gibi, bir başka kaynağı vardı; boyun eğen ve özverili bir kız olarak isteneni yapmaya çalışıyordum.” Genç kızın pembeleşmiş dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. “Yani?”diye sordu Danglars. “Yani, mösyö,” dedi Eugenie, “gücümün sonuna kadar zorladım ama şimdi o an geldi, kendi kendimi ne kadar zorlasam da, boyun eğemeyeceğimi anladım.” “Ama Eugenie, reddetmenin nedenini söyle bari!” dedi Danglars. Sıradan bir insan olarak, önceden düşünülmüş ve iradeye bağlı kalarak verilmiş bu karardaki acımasız mantığın ağırlığı altında ezilmişti sanki.


“Nedeni,” diye karşılık verdi genç kız, “ah! Tanrım, o insanın bir başkasından daha çirkin, daha aptal ya da daha sevimsiz olması değil, hayır; erkeklerin yüzüne ve boyuna' poşuna bakanlar için Mösyö Andrea Cavalcanti oldukça güzel bir örnek; kalbimin ona değil de bir başkasına yakınlık duyması da değil: bu cahil ve aptal kızlar için bir neden olabilir, benim için çok düzeysiz bir neden olurdu; ben kesinlikle kimseyi sevmiyorum mösyö, bunu iyi biliyorsunuz değil mi? Kesin bir gereklilik olmadan hayatımı neden sürekli bir eş ile sıkıntıya sokayım, hiç anlamıyorum. Bir yerlerde bilgenin dediği gibi: ‘fazla hiçbir şey olmamalı’; başka bir yerde de ‘her şeyi kendinizle birlikte götürün!’ dememişler mi? Bu iki özdeyişi bana Latince ve Yunanca olarak öğrettiler: birini sanırım Phedre, öbürünü de Bias söylemişti. İşte babacığım, hayat denen deniz kazasında, çünkü hayat umut-lanmızm sonsuza kadar suya gömülmesidir, yararsız yüklerimi denize atıyorum, işte bu, ve yapayalnız, sonuç olarak da özgür yaşamaya hazır, irademle baş başa kalıyorum.” “Zavallı! Zavallı!” diye mırıldandı Danglars beti benzi atarak, çünkü uzun deneyimiyle, birden karşısına çıkan engelin ne kadar ciddi olduğunu biliyordu. “Zavallı mı dediniz mösyö?” dedi Eugenie, “Hayır, zavallı değilim, gerçekten de, haykırışınız bana tümüyle yapmacık ve abartılı geliyor. Tam tersine, mutluyum, çünkü size soruyorum neyim eksik? Herkes beni güzel buluyor, bu her yerde iyi karşılanmak için olumlu bir şeydir, iyi karşılanmaktan hoşlanırım: bu insanın içini ışıldatıyor ve çevremde olanlar bana daha az çirkin görünüyor. Zeki bir kadınım ve belli bir duyarlılığa sahibim, bu da bana genel olarak hayattan iyi bulduklarımı çekip çıkarıp kendi hayatıma sokmamı sağlıyor, tıpkı maymunun yeşil fındığı kırıp


içindekini çıkarması gibi. Zenginim, çünkü siz Fransa’nın en büyük servetlerinden birine sahipsiniz ve ben de sizin tek kızı-mzım ve siz kızları torun vermek istemedikleri için onları mirasından yoksun bırakan Porte-Saint-Martin ve Gait€ babalarından biri olacak kadar inatçı değilsiniz. Zaten öngörüşlü yasalar, sizin beni mirastan yoksun kılma hakkınızı elinizden almış, tıpkı beni şu ya da bu beyle evlendirmeye zorunlu kılma hakkınızı elinizden aldığı gibi. Böylece, komik operalarda dendiği gibi güzel, esprili, bazı yetenekleri olan zengin bir kızım! işte mutluluk bu mösyö! Neden bana zavallı diyorsunuz?” Danglars kızının küstahlığa varan gülümsemesini ve gururunu görerek sert bir hareket yapamadı, bu sadece sesinden belli oldu, o kadar. Kızının soran bakışları karşısında, soru sorar gibi çatılmış bu güzel siyah kaşların karşısında ihtiyatla döndü ve ölçülü olmanın demir eliyle kendini dizginleyerek hemen sakinleşti. “Gerçekten de kızım,” diye yanıt verdi bir gülümsemeyle, “bir tek şey dışında olmakla övündüğünüz her şey sizde var; size birden bunun hangisi olduğunu söylemek istemiyorum: tahmin etmeyi size bırakıyorum.” Eugenie son derece görkemli bir biçimde başının üstüne koyduğu gurur tacının süslü değerlerinden birinin onaylanmamasına şaşırmış halde Danglars’a baktı. “Kızım,” dedi bankacı, “sizin gibi bir kızın hiç evlenmemeye karar verdiği zaman bu kararları yönlendiren duyguların neler olduğunu bana çok iyi açıkladınız. Şimdi ben benim gibi bir babanın, kızını evlendirmeye karar verdiği zaman hangi nedenlerle hareket ettiğini size söyleyeceğim.”


Eugenie dinleyip boyun eğen bir kız gibi değil, tartışmaya hazır bekleyen bir hasım gibi durdu. “Kızım,” diye devam etti Danglars, “bir baba kızma biriyle evlenmesini söylediğinde bu evliliği istemesi için belli bir neden vardır, bazılarının, biraz önce söylediğiniz gibi tuhaf meraklan vardır, yani kendilerinin torunlarında yaşamaya devam ettiklerini görmek isterler. Benim böyle bir zayıflığım yoktur, bu tür aile mutluluklarına karşı neredeyse kayıtsız olduğumu size söylemekle başlayayım. Bu kayıtsızlığı anlayacak ve beni bunun için suçlamayacak kadar filozof olduğunu bildiğim bir kıza bunu itiraf edebilirim.” “Hele şükür,” dedi Eugenie, “açık konuşalım mösyö, bundan hoşlanırım.” “Ah!” dedi Danglars, “açıklığa karşı olan sempatinizi genel olarak paylaşmasam da, durumun bunu gerektirdiğine inandığımda kabul ettiğimi görüyorsunuz. Bu nedenle devam ediyorum. Size bir koca önerdim, sizin için değil, çünkü aslında o anda düşündüğüm kesinlikle siz değildiniz, içtenlik istiyordunuz, işte sanırım içtenlik bu; o anda kurmakta olduğum bazı ticari düzenlemeler için olabildiğince çabuk bu adamla evlenmenize ihtiyacım vardı.” Eugenie bir hareket yaptı. “işin aslı size söylediğim gibidir kızım, bunun için bana kızmayın, çünkü beni buna zorlayan sizsiniz; bir bankacının çalışma odasına hoş ve şiirsel olmayan izlenimlerle karşılaşmamak için girmeyen sizin gibi bir sanatçıya istemeyerek böyle aritmetik açıklamalarda bulunuyorum, anlıyorsunuz ya.”


“Ama bankacının bu çalışma odasında, evvelki gün her ay fantezileriniz için size verdiğim bin frankı almak için isteyerek girdiğiniz bu çalışma odasında, evlenmek istemeyen gençlerin yararına kullanılacak çok şey öğrenildiğini biliniz sevgili bayan. Orada örneğin neler öğrenilir, hassasiyetinizi göz önüne alarak size bunu bu salonda anlatacağım, o odada bir bankacının kredisinin bedensel ve ruhsal yaşamı olduğu, soluğun bedene can vermesi gibi kredinin de insana güç verdiği öğrenilir. Monte Kristo bir gün bu konuda bana asla unutamayacağım şeyler söyledi. O odada, krediler çekildikçe bedenin kadavraya dönüştüğü çok kısa bir süre sonra ve bunun bu kadar iyi mantıkçı bir kızın babası olma onuruna erişmiş bir bankacının da başına gelebileceği öğrenilir.” Eugenie bu darbe karşısında eğileceğine daha da diklendi. “Her şeyini yitirmiş!” dedi. “Çok iyi ifade ettiniz kızım, çok iyi,” dedi Danglars göğsünü tırnaklarıyla kaşıyıp, sert yüzünde kalpsiz, ama zeki bir adamın gülümsemesini hiç bozmadan, “her şeyini yitirmiş! İşte böyle.” “Ah!” dedi Eugenie. “Evet, her şeyini yitirmiş! Trajedi ozanının dediği gibi, işte artık korku dolu bu sır açığa çıktı. “Şimdi kızım, bu felaketin sizin tarafınızdan nasıl hafifletilebileceğini benim ağzımdan öğrenin; bunu kendim için değil, sizin için söyleyeceğim.” “Ah!” diye haykırdı Eugenie, “eğer bana açıkladığınız felakete kendim için üzüldüğümü sanıyorsanız, kötü bir fizyonomistsiniz mösyö.


“Ben her şeyimi yitirsem de benim için ne önemi var? Yeteneğim bana kalmıyor mu? Savurganlığım konusunda kmayıcı sözler ve asık suratla bana verdiğiniz şu küçük on iki bin frank yerine, servetiniz ne olursa olsun bana hiçbir zaman vermediğiniz, sadece bana ait olması gereken yüz ya da yüz elli bin franklık geliri, La Pasta gibi, La Maliban gibi, La Grisi gibi, alkışlar, bravolar, çiçekler arasında kazanamaz mıyım? Bu yeteneğim olmadığında, ki gülümsemeniz bu konuda kuşkularınız olduğunu kanıtlıyor, bana, her zaman benim için tüm hâzinelerin yerini tutacak ve her zaman koruyacağım, bende egemen olan o müthiş bağımsızlık aşkı kalmayacak mı? “Hayır, kendim için üzülmüyorum, ben her zaman işin içinden sıyrılmayı bilirim; kitaplarım, kalemlerim, piyanom gibi çok para etmeyen ve her zaman kendime sağlayabileceğim şeylere hep sahip olabilirim. Belki Madam Danglars için üzüldüğümü düşünü-yorsunuzdur, ama aldanmayın sakın: ya ben göz göre göre yanılıyorum, ya da annem sizi tehdit eden ve ona dokunmadan geçecek felakete karşı tüm önlemlerini aldı; kendini korumaya aldığını umuyorum, beni kollamak uğruna servet saplantılarından vazgeçmedi herhalde, çünkü Tanrıya şükür, özgürlüğümü sevdiğim bahanesiyle beni her zaman bağımsız bıraktı. “Ah! Hayır mösyö, çocukluğumdan beri çevremde çok fazla şeyin olup bittiğini gördüm; herşeyi o kadar iyi anladım ki, felaket benim üzerimde göründüğü kadar fazla etki yapmayacaktır: kendimi bildim bileli kimse tarafından sevilmedim; zararı yok! Bu beni doğal olarak hiç kimseyi sevmemeye götürdü; bu daha da iyi! İşte düşüncelerimi açıkça belirttim.”


“O zaman,” dedi Danglars nedeni hiç de hakarete uğramış babalık sevgisi olmayan bir öfkeyle sarararak; “o zaman Matmazel, benim iflasıma katkıda bulunmayı sürdürecek misiniz?” “İflas mı? Ben mi sizin iflasınıza katkıda bulunacağım? Ne demek istiyorsunuz? Anlayamıyorum.” “Bu iyi, çünkü bende biraz umut ışığı bırakıyor; dinleyin.” “Dinliyorum,” dedi Eugenie babasına dik dik bakarak, öyle ki babası genç kızın güçlü bakışları karşısında gözlerini yere indirmemek için çaba harcamak zorunda kaldı. “Mösyö Cavalcanti,” diye devam etti Danglars, “sizinle evlenecek ve evlenirken size üç milyon drahoma verecek, bu parayı da bana yatıracak.” “Ah! Bu çok iyi,” dedi Eugenie büyük bir horgörüyle ve eldivenlerini birbirinin üstüne sürtüp temizleyerek. “Bu üç milyonla size haksızlık edeceğimi mi düşünüyorsunuz?” dedi Danglars, “hiç de öyle değil, bu üç milyondan en az on milyon kazanacağız. Meslektaşım olan bir bankacı ile bir demiryolu ayrıcalığı elde ettim, bu günümüzde hemen başarı kazanılacak tek sanayi, eskiden Law bunu Parisliler için, borsa oyunlarındaki o sürekli aylaklar için düşsel Mississipi amacıyla kullanmıştı. Benim hesaplanma göre, eskiden Ohio sınırlarında işlenmemiş bir dönüm toprak elde eder gibi demiryollarının milyonda bir rayı elde edilebilir. Bu, rehin yoluyla yapılan bir yatırımdır ve gördüğünüz gibi bu bir aşamadır, çünkü para karşılığı demiryollarından en az on, on beş, yirmi, yüz franklık gelir elde edilecek. Bu nedenle sekiz


gün içinde hesabıma dört milyon yatırmam gerek. Bu dört milyon, size söylüyorum, on ya da on iki getirecek.” “Ancak evvelki gün size yaptığım ziyaret sırasında, anımsayacağınız gibi mösyö,” dedi Eugenie, “sizin beş buçuk milyon tahsil ettiğinizi gördüm, terim buydu değil mi? Hattâ bana iki hazine bonosu bile gösterdiniz ve bu kadar büyük değeri olan bir kağıdın benim gözlerimi şimşek gibi kamaştırmadığına da şaşırmıştınız.” “Evet, ama o beş buçuk milyon bana ait değildi, sadece bana duyulan güvenin bir kanıtı idi; halk bankacısı olma unvanım bana hastanelerin de güvenini kazandırdı, bu beş buçuk milyon hastanelere ait; başka zaman olsa bunları kullanmakta hiç duraksamazdım, ama bugün uğradığım büyük kayıplar biliniyor ve size söylediğim gibi krediler benden geri istenmeye başlandı. Yönetim her an benden mevduatını geri isteyebilir, eğer bu parayı başka bir şey için kullanırsam utanç verici bir hileli iflasa gitmem gerekir. Hileli iflasları küçümsemiyorum, buna inanın, ama zenginleştirenleri, iflasa götürenleri değil. Ya mösyö Cavalcanti ile evlenirsiniz ve ben üç milyonluk drahomayı alırım ya da onu aldığıma inanırlar, kredim güçlenir ve bir iki aydır inanılmaz bir yazgıyla ayaklarımın altında açılan uçuruma gömülen servetim, eski haline gelir. Beni anlıyor musunuz?” “Hem de çok iyi; üç milyon için beni rehin bırakıyorsunuz, değil mi?” “Tutar ne kadar büyük olursa o kadar çekici olur; bu size değeriniz hakkında bir fikir verir.”


“Sağolun. Son bir söz daha mösyö: Mösyö Cavalcanti’nin getireceği drahomanın rakamlarım istediğiniz gibi kullanacağınıza, ama paraya dokunmayacağınıza söz verir misiniz? Bu bencillikten değil, incelikten kaynaklanan bir şey. Servetinizi yeniden kazanmanıza yardımcı olmak isterim, ama başkalarım iflas ettirmekte sizin suç ortağınız olmak istemem.” “Ama size bu üç milyonla yapacaklarımı söylediğime göre...” diye haykırdı Danglars. “Bu üç milyona dokunmadan işin içinden sıyrılabileceğinize inanıyor musunuz mösyö?” “Umuyorum, ama bu evliliğin kredimi güçlendirmesi koşuluyla elbette.” “Mösyö Cavalcanti’ye sözleşmem için bana vereceğiniz beş yüz bin frankı ödeyebilecek misiniz?” “Belediyeden dönüşte bu parayı alacak.” “Güzel!” “Nasıl güzel? Ne demek istiyorsunuz?” “Benden imzamı isterken beni kişisel olarak özgür bırakıyorsunuz değil mi? İşte bunu söylemek istiyorum.” “Kesinlikle.” “O zaman, güzel; size söylediğim gibi, Mösyö Cavalcanti ile evlenmeye hazırım.” “Ne yapmayı tasarlıyorsunuz?” “Ah! Bu benim sırnm. Siz kendi sırlarınızı bilirken, bir de benimkileri öğrenirseniz size karşı nasıl bir üstünlüğüm olabilir ki?”


Danglars dudaklarını ısırdı. “Böylece kesinlikle yapılması gereken bazı resmi ziyaretleri yapmaya hazır mısınız?” “Evet,” diye yanıtladı Eugenie. “Ya üç gün sonra sözleşmeyi imzalamaya?” “Evet.” “Artık ben de size 'Güzel!' diyebilirim.” Ve Danglars kızının elini elleri arasına alarak sıktı. Ama tuhaf olan şey, bu el sıkma sırasında ne baba: “Sağol kızım,” dedi, ne de kız babasına bir kez gülümsedi. “Konferans bitti mi?” diye sordu Eugenie kalkarken. Danglars artık söyleyecek bir şeyi kalmadığım başıyla işaret etti. Beş dakika sonra Matmazel d’Armilly’nin çaldığı piyanonun sesi geldi, Matmazel Danglars da Brabantio’nun Desdemona’yı lanetleyen şarkısını söylüyordu. Şarkının sonunda Etienne içeri girdi ve Eugenie’ye atların arabaya koşulduğunu ve baronesin ziyaret yapmak için kendisini beklediğini haber verdi. iki kadının Villefortlara gittiğini ve alışverişlerine devam etmek için onlardan çıktığını daha önce görmüştük.


96 SÖZLEŞME Biraz önce anlattığımız olaydan üç gün sonra, yani Matmazel Eugenie Danglars ile Andrea Cavalcanti’nin sözleşme imzalamaları için saptanan gün öğleden sonra saat beşe doğru, bankacı prensi yanında tutmakta ısrar etti, Monte Kristo tam çıkmaya hazırlanırken ve arabacının çeyrek saattir oturduğu yerden eliyle tuttuğu atlar ayaklarım yere vurarak onu beklerken, Monte Kristo Kontunun evinin önündeki küçük bahçede tüm yapraklar serin bir meltemle titreşirken, birçok kez, özellikle de Auteuil’deki akşam gördüğümüz zarif fayton giriş kapısının köşesinden hızla döndü ve sanki bir prensesle evleni-yormuş gibi süslenmiş pırıl pırıl Mösyö Andrea Cavalcanti’yi sekinin basamakları üzerine bırakmaktan çok fırlattı sanki. Cavalcanti her zamanki teklifsizliğiyle kontun sağlığı konusunda bilgi aldı, ilk kata rahatça çıkarken merdivenin başında konta rastladı. Genç adamı gören kont durdu. Andrea Cavalcanti’ye gelince, o ileri atılmıştı ve o ileri atılınca hiçbir şey onu durduramazdı. “Günaydın sevgili Mösyö de Monte Kristo,” dedi konta. “Ah! Mösyö Andrea!” dedi kont yarı alaycı bir sesle, “Nasılsınız?” “Harika, gördüğünüz gibi, sizinle birçok şey konuşmaya geldim; ama önce, dışarı mı çıkıyordunuz, eve mi dönüyordunuz söyleyin.” “Çıkıyordum mösyö.”


“O zaman sizi geciktirmemek için eğer izin verirseniz sizinle birlikte arabanıza bineyim, Tom bizi izlesin ve benim faytonumu yedeğe alsın.” “Hayır,” dedi kont anlaşılması zor bir horgörüyle gülümseyerek, genç adamla birlikte görülmekten hiçbir kaygısı yoktu; “hayır, sizinle burada görüşmeyi yeğlerim sevgili Mösyö Andrea; bir odada daha rahat konuşuruz ve sizin sözlerinizi duyma olasılığı bulunan bir arabacımız da olmaz.” Kont birinci katta bulunan küçük bir salona girdi, oturdu ve bacak bacak üstüne atarak, genç adama da oturmasını işaret etti. Andrea en güleç görünüşünü takındı. “Törenin bu gece yapılacağım biliyorsunuz, sevgili kontum,” dedi, “sözleşme bu akşam dokuzda kaymbabamm evinde imzalanacak.” “Ah! Sahi mi?” dedi Monte Kristo. “Nasıl! Bunu ilk benden mi duyuyorsunuz?” Bu tören size Mösyö Danglars tarafından resmen bildirilmedi mi?” “Bildirildi,” dedi kont, “dûn ondan bir mektup aldım, ama saatin belirtildiğini sanmıyorum.” “Bu olabilir; kaymbaba herkesin bildiği bir şey diye düşünmüş olmalı.” “Pekala!” dedi Monte Kristo, “artık mutlu olmalısınız Mösyö Cavalcanti; bu yaptığınız en elverişli evlilik, üstelik Matmazel Danglars güzel bir kız.”


“Doğru,” diye yanıt verdi Cavalcanti alçakgönüllü bir ses tonuyla. “Özellikle çok da zengin, bildiğim kadarıyla,” dedi Monte Kristo. “Çok zengin olduğunu mu sanıyorsunuz?"diye yineledi genç adam. “Kuşkusuz; Mösyö Danglarsin servetinin en azından yarısını sakladığı söylenir.” “On beş ya da yirmi milyonu olduğunu söylüyor,” dedi Andrea neşeyle parlayan bir bakışla. “Üstelik, daha önce biraz Birleşik Devletler’de ve İngiltere’de kullanılmış, ama Fransa’da tümüyle yeni bir tür borsa oyununa girmek üzere olduğunu da hesaba katarsak,” diye ekledi Monte Kristo. “Evet, evet, neden söz ettiğinizi biliyorum: kazandığı demiryolu ihalesi değil mi?” “Doğru, genel kanıya göre bu işten en az on milyon kazanacak.” “On milyon mu! Öyle mi sanıyorsunuz? Bu harika bir şey,” dedi bu altm gibi sözlerin madeni sesinden başı dönen Cavalcanti. “Tüm bu servet size geçecek,” dedi Monte Kristo, “bu bir gerçek çünkü Matmazel Danglars tek çocuk. Zaten sizin servetiniz, en azından babanızın bana söylediğine göre, neredeyse nişanlmızmki kadar. Ama bu para konularını bir yana bırakalım. Bu işi biraz ustaca ve kolaylıkla kotardığınızı biliyor musunuz Mösyö Andrea?”


“Ama bu hiç de fena değil, hiç de fena değil,” dedi genç adam, “ben diplomat olmak için doğmuşum.” “O zaman sizi diplomatlık mesleğine sokalım, bildiğiniz gibi diplomatlık öğrenilmez, içgüdüsel bir şeydir... Kızın kalbini kazandınız mı?” “Doğrusu bundan korkuyorum,” diye yanıt verdi Andrea Theâtre-Français’de Doran-te’ın ya da Valere’in Alceste’e yanıt verirken duyduğu ses tonuyla. “Sizi biraz seviyor mu?” “Benimle evlendiğine göre öyle olması gerekir,” dedi Andrea kazanan birinin gülümsemesiyle, “ama yine de önemli bir noktayı unutmamalı.” “Hangi noktayı?” “Bu işte tuhaf bir biçimde yardım gördüm.” “Haydi canım!” “Kesinlikle.” “Koşullar nedeniyle mi?" “Hayır, sizden yardım gördüm.” “Benden mi? Haydi canım, prens,” dedi Monte Kristo unvanı sevecenlikle vurgulayarak. “Sizin için ne yapabilirdim ki? Adınız, toplumsal konumunuz ve yetenekleriniz bunun için yeterli değil miydi?” “Hayır,” dedi Andrea, “hayır; siz ne derseniz deyin sayın kont, sizin gibi bir insanın konumu benim adımdan, sosyal konumumdan ve yeteneğimden çok daha fazla etkili oldu, ben bu kanıdayım.”


“Tamamen yanılıyorsunuz mösyö,” dedi genç adamın sinsice kurnazlığını ve sözlerinin nereye varacağını sezen Monte Kristo; “benim sizi korumam ancak babanız beyefendinin servetim ve etkisini öğrendikten sonra başladı, çünkü ne sizi ne de sizi dünyaya getiren ünlü kişiyi görmemiş olan bana kim sizi tanıma mutluluğunu verdi? Bunlar iyi dostlarım olan Lord Wilmore ve Rahip Busoni’dir. Kim beni size kefil olmak değil, destek olmak için yüreklendirdi? İtalya’da son derece iyi tamnan, son derece onurlu bilinen babanızın adı; ben kişisel olarak sizi tanımıyorum.” Bu sakinlik, bu kusursuz rahatlık Andrea’ya o anda kendininkinden daha güçlü bir elle çembere alındığını ve bu çemberi kırmanın pek kolay olmayacağını anlattı. “Ha evet, ama babam gerçekten çok büyük bir servete sahip mi?” diye sordu. “Görünüşe göre öyle mösyö,” diye yanıt verdi Monte Kristo. “Bana söz verdiği drahomanın gelip gelmediğini biliyor musunuz?” “Bunu bildiren bir mektup aldım.” “Ya üç milyon?” “Üç milyon yolda büyük bir olasılıkla.” “Gerçekten de bu parayı alacak mıyım?” “Hay Allah!” dedi kont, “bugüne kadar size gelen parada sanırım bir aksama olmadı!” Andrea o kadar şaşırdı ki, bir an düşlere dalmaktan kendim alamadı. “O zaman,” dedi düşlerinden sıyrılarak, “sizden isteyeceğim tek bir şey olacak mösyö, sizin için çok hoş


olmasa da anlayacaksmızdır.” “Söyleyin,” dedi Monte Kristo. “Servetim sayesinde birçok seçkin insanla bağlantı kurabildim, hattâ şimdi bir sürü dostum var. Ama şimdi yaptığım gibi evlenirken tüm Paris sosyetesinin karşısında ünlü bir adın desteğine ihtiyacım var, babam burada olmadığına göre beni kilisede sunağa götürecek güçlü bir el gerek; babam Paris’e gelemiyor değil mi?” “O yaşlı, her yerinde yaralar var, her yolculuk yapışında ölecek kadar acı çekiyor,” dedi Monte Kristo. “Anlıyorum. İşte bu nedenle sizden bir şey istemeye geldim.” “Benden mi?” “Evet, sizden.” “Ne istiyorsunuz? Aman Tanrım!” “Sizden onun yerini almanızı.” “Ah! Sevgili mösyö! Ne! Sizinle bu kadar ilişkimiz olduktan sonra benden böyle bir şey istemek için beni iyi tanımamış olmalısınız. “Benden ödünç yarım milyon isteyin, böyle bir borç oldukça ender olur, ama şeref sözü! Beni daha az sıkıntıya sokarsınız. Size bunu daha önce de söylediğimi sanıyorum, bu dünyadaki işlere, özellikle töresel işlere katılımında Monte Kristo’nun kuruntuları vardır, daha açık söyleyeyim, Doğulu bir insanın boşinançlarına sahiptir.


“Kahire’de, Smyma’da, Konstantinopolis’de birer sarayı olan ben bir evliliği yöneteyim! Asla!” “Beni geri mi çeviriyorsunuz?” “Kesinlikle; oğlum da olsaydınız, kardeşim de olsaydınız sizi geri çevirirdim. ” “Ah! Olur şey değil!” diye haykırdı umduğunu bulamayan Andrea, “şimdi ne yapmalı?” “Yüz tane dostunuz var, bunu siz söylediniz.” . “Doğru, ama beni Mösyö Danglars ile tanıştıran sizsiniz.” “Hayır! Olayları yerli yerine koyalım: sizi Auteuil’de akşam yemeğine çağıran benim, siz kendi kendinizi tanıttınız; Tanrı aşkına bunlar çok farklı şeyler.” “Evet, ama evliliğim: siz yardım ettiniz...” “Ben mi! Hiçbir biçimde, lütfen bana inanın; benden istemeye gitmemi istediğiniz zaman size verdiğim yanıtı anımsayın: ‘ben evliliğe asla karışmam sevgili prens, bu benim kesin ilkemdir.’” Andrea dudaklarını ısırdı. “Ama en azından orada olacaksınız, değil mi?” “Tüm Paris orada olmayacak mı?” “Ah! Elbette.” “Ben de, tüm Paris gibi orada olacağım.” “Sözleşmeye imza atacak mısınız?” “Ah! Bunda hiçbir sakınca görmüyorum, kuruntularım o kadar ileri gitmiyor.”


“Bana daha fazla bir şey vermediğinize göre verdiklerinizle yetinmek zorundayım. Ama son bir söz kont.” “Nasıl bir söz?” “Bir öğüt.” “Dikkatli olun; bir öğüt bir hizmetten daha kötüdür.” “Ah! Bunu verebilirsiniz.”

bana

kendinizi

tehlikeye

atmadan

“Söyleyin.” “Karımın drahoması beş yüz bin lira.” “Bu bana Mösyö Danglars’ın söylediği tutar.” “Bunu almalı mıyım, yoksa noterin eline mi teslim etmeliyim?” “Bazı şeylerin kibar bir biçimde olmasını istediğiniz zaman genelde izleyeceğiniz yollar şunlardır: iki tarafın noterleri bir ya da iki gün sonrası için sözleşme randevusu verirler; bir ya da iki gün sonra iki drahomayı birbirlerine verirler, evlilik işlemi olduktan sonra milyonları mal birliğinin reisi olarak emrinize verirler.” “Yani,” dedi Andrea saklayamadığı bir kaygıyla, “kayınbabamm bizim fonları biraz önce sözünü ettiğiniz şu ünlü demiryolu işine yatırma niyetinde olduğunu duyduğumu sanıyorum da.” “iyi ya,” dedi Monte Kristo, “herkesin inancına göre bu anaparanızı bir yılda üç katına çıkarmanın bir yolu, Mösyö Baron Danglars iyi bir babadır ve iyi hesap yapar.”


“O zaman,” dedi Andrea, “sizin kalbimi sızlatan reddiniz dışında her şey yolunda.” “Böyle bir durumda bunu sadece çok doğal olan kuruntularıma verin.” “Haydi,” dedi Andrea, “istediğiniz gibi olsun; akşam saat dokuzda görüşürüz.” “Akşama görüşürüz.” Dudakları solan, ama yine de nazikçe gülümseyen Monte Kristo’nun hafifçe karşı koymasına karşın Andrea kontun elini tuttu, onu sıktı, faytonuna atladı ve gözden kayboldu. Andrea akşam saat dokuza kadar kendisine kalan dört beş saati alışveriş yaparak, sözünü ettiği dostlarını ilgilendirecek ziyaretler yaparak, onların giyim kuşamlarının tüm lüksüyle bankacının evinde görünerek, uzun zamandır herkesin başını döndüren, şimdi de Danglarsin ele aldığı iş vaadleriyle onların gözünü kamaştırarak geçirdi. Gerçekten de akşam saat sekiz buçukta Danglarsin büyük salonu, bu salona bitişik galerisi ve o katta bulunan üç salon, güzel kokan bir kalabalık ile doluydu, bu kalabalığı oraya çeken, sevgiden çok yeni bir şey olduğu bilinen bir yerde bulunmaya karşı duydukları dayanılmaz bir ihtiyaçtı. Bir akademisyen olsa, bu sosyete akşamlarının kararsız kelebekleri, aç arılan ve vızıldayan eşekarılarını çeken çiçek demetleri olduğunu söylerdi herhalde.. Salonlar doğal olarak mumlarla pırıl pırıl aydınlatılmıştı, ışık, yaldızlı duvar süslemelerinden ipek kumaşların üstüne dalga dalga dökülüyordu, Danglars için sadece zenginlik


demek olan bu eşyaların zevksizliği tüm parlaklığıyla ışıldıyordu. Matmazel Danglars son derece kibar bir sadelikle giyinmişti: tüm süsünü beyaz nakışlı beyaz ipek bir elbise, simsiyah saçlarının arasında yansı görünen beyaz bir gül oluşturuyordu, bunu zenginleştirecek en küçük bir takı bile yoktu. Sadece gözlerinde, ona göre bu temiz tuvaletin bayağı bir biçimde bakirelik simgesi oluşu ile bağdaşmayan kusursuz bir kendine güven okunuyordu. Madam Danglars ondan otuz adım ilerde, Debray, Beauchamp ve Château-Renaud ile sohbet ediyordu. Debray bu eve herkes gibi, hiçbir özel ayrıcalığı olmadan, sadece bu önemli tören için gelmişti. Çevresi milletvekilleriyle, ticaret dünyasından insanlarla çevrilmiş olan Danglars zorunluluklar nedeniyle hükümet onu bakanlığa çağırdığında uygulamaya koymayı düşündüğü yeni bir vergi kuramını açıklıyordu. Andrea, Operanın en oynak züppelerinden birinin koluna girmiş, rahat görünmek için atak olmak gerektiğini düşünerek, ona oldukça yüzsüz bir biçimde, gelecekteki yaşamı ile ilgili tasarılarım, yüz yetmiş beş bin franklık geliriyle Paris sosyetesinde yaptırmayı düşündüğü lüks şeyleri açıklıyordu. Büyük kalabalık salonlarda firuze, yakut, elmas, opal ve zümrütlerden bir gelgit gibi dolaşıp duruyordu. Her yerde olduğu gibi en süslü kadınların en yaşlılar, en çirkin kadınların kendilerini büyük bir inatla gösterenler


olduğu fark ediliyordu. Eğer güzel bir beyaz zambak, hoş ve güzel kokulu bir gül var ise onu aramak ve eşarplı bir anne ya da başına cennetkuşu tüyü takmış bir teyze tarafından bir köşeye saklanmış bu gülü keşfetmek gerekiyordu. Bu kalabalığın, bu uğultunun, bu gülüşlerin ortasında, kapıcıların sesi her an ticaret dünyasında tanınmış ya da orduda saygı gösterilen ya da yazın çevrelerinde ünlü bir adı haber veriyordu; o zaman yeni gelen, grupların küçük bir hareketiyle karşılanıyordu. Ama bu insan dalgalarından oluşan okyanusu tir tir titretme ayrıcalığına sahip biri için, aldırmazlıkla ya da bıyık altından gülümsemeyle karşılanmak hiçbir önem taşımıyordu. Uyuyan Endymion’u{211} gösteren büyük duvar saatinin akrebi altın kadran üstünde dokuzu gösterirken, kurulmuş makine düşüncesinin sadık uygulayıcısı olan sarkaç dokuzu vurarak yankılandığında, Monte Kristo Kontunun adı da yankılandı, herkes, bir elektrik akımı geçmiş gibi kapıya döndü. Kont her zamanki sadeliği ile siyahlar giymişti; beyaz yeleği geniş ve soylu göğsünü ortaya çıkarıyordu; siyah yakası tuhaf bir biçimde pırıl pırıl görünüyordu, öyle ki teninin erkeksi solukluğunu, daha da belirginleştiriyordu; mücevher olarak yeleğinde bir zincir taşıyordu, ama bu zincir o kadar inceydi ki ince altın telcik beyaz kumaşın üstünde belirgin olarak ortaya çıkıyordu. Kapının çevresinde hemen bir halka oluştu.


Kont bir bakışta salonun bir ucunda Madam Danglars’ı, öbür ucunda Mösyö Dang-lars’ı, onun karşısında da Matmazel Eugenie’yi fark etti. Ünce baronesin yanma gitti. Barones, Valentine hâlâ hasta olduğu için yalnız gelmiş olan Madam de Villefort ile konuşuyordu; kont ilerlerken önünde kendiliğinden bir yol açıldığı için hiçbir yere sapmadan baronesin yanından ayrılıp Eugenie’nin yanma geçti, ona öylesine çabuk ve ihtiyatlı bir biçimde iltifat etti ki, en kendini beğenmiş sanatçı bile buna şaşardı. Onun yanında Matmazel Louise d’Armilly vardı, İtalya için verdiği tavsiye mektupları nedeniyle konta büyük bir incelikle teşekkür etti ve bunlardan hemen yararlanacağım söyledi. Bu hanımların yanından ayrılırken geri döndü ve kendisini elini sıkmak için yaklaşan Danglars’ın karşısında buldu. Monte Kristo toplum içindeki bu üç görevini yerine getirdikten sonra durdu, çevresine bir göz gezdirdi, kendinden emin bakışlarında belli bir dünyaya ait, özellikle de belli bir düzeydeki insanlara özgü bir ifade vardı ve bu bakışlar şöyle diyordu sanki: “Zorunluluklarımı yerine getirdim, şimdi başkaları bana karşı zorunluluklarını yerine getirsinler.” Bitişik salonda olan Andrea, Monte Kristo’nun kalabalığa saldığı bu bir tür korkuyu hissetti ve kontu selamlamaya koştu. Onu, çevresi insanlarla çevrili buldu; az konuşan ve konuştuğu zaman hiç boş söz söylemeyen insanların başına geldiği gibi, herkes onun sözlerim tartışıyordu.


O sırada noterler içeri girdiler ve imza için hazırlanmış yaldızlı tahtadan masayı örten altın işlemeli kadife örtü üzerine okunmaz bir biçimde yazılı kağıtlarını yerleştirdiler. Noterlerden biri oturdu, öbürü ayakta durdu. Törende hazır bulunan Parislilerin yarısının imzalayacağı sözleşmenin okunmasına başlanacaktı. Herkes yerini aldı ya da daha doğrusu hanımlar çember oluştururken, Boileau’nun dediği gibi, hareketli bölgeye daha kayıtsız olan erkekler, Andrea’nın coşkulu hareketliliği, Mösyö Danglars’ın dikkati, Eugenie’nin duygusuzluğu ve baronesin bu önemli olay karşısındaki açık ve neşeli davranış biçimi hakkında yorumlar yaptılar. Sözleşme tam bir sessizlik içinde okundu. Ama okuma biter bitmez salondaki uğultu eskisinin iki katı olarak yeniden başladı: o parlak tutarlar, iki gencin geleceğinde dönen milyonlar, sadece bu işe ayrılmış bir odada gelinin çeyizinin ve genç kadının elmaslarının sergilenmesi tamamlanmış, bunlar kıskanç topluluğa tüm büyüleyici etkileriyle yansımıştı. Matmazel Danglars’ın çekiciliği gençlerin gözünde iki katma çıkmıştı ve o anda güneşin parıltısını bile örtüyordu. Kadınlara gelince, bu milyonları kıskandıklarından olacak, güzel olmak için milyonlara ihtiyaç olmadığına inanıyorlardı. Arkadaşları tarafından sıkıştırılan, iltifatlar edilen, pohpohlanan Andrea, gördüğü düşün gerçek olduğuna inanmaya başlamıştı ve aklı başından gitmek üzereydi.


Noter tumturaklı bir biçimde eline kalemi aldı, başının üstüne kadar kaldırdı ve şöyle dedi: “Beyler, sözleşme imzalanacak.” Önce baronun imzalaması gerekiyordu, sonra baba Cavalcanti’nin yetkili kıldığı kimse, sonra barones, sonra da, pullu kağıdın üstünde yürürlükte olan iğrenç biçimde söylendiği gibi, müstakbel karı koca. Baron kalemi aldı ve imzaladı, sonra baba Cavalcanti’nin vekili. Barones, Madam de Villefort’un kolunda yaklaştı. “Dostum,” dedi eline kalemi alarak, “bu berbat bir şey değil mi? Beklenmedik bir terslik, Mösyö Monte Kristo Kontunun az kalsın kurbanı olacağı hırsızlık ve cinayet işi bizi Mösyö de Villefort’dan yoksun bıraktı.” “Aman Tanrım!” dedi Danglars “inanın umurumda bile değil!” der gibi bir sesle. “Tanrım!” dedi Monte Kristo yaklaşırken, “korkarım Mösyö de Villefort’un yokluğuna istemeden ben neden oldum.” “Nasıl! Siz mi kont?” dedi Madam Danglars imza atarken. “Eğer bu doğruysa dikkatli olun, sizi bu yüzden hiç affetmeyeceğim.” Andrea kulaklarını dikmişti. “Yine de bu benim hatam değildi,” dedi kont, “bunu belirtmek isterim.”


Herkes kulaklarını açmış dinliyordu; ağzını ender olarak açan Monte Kristo konuşacaktı. “Beni soymak için evime giren zavallının öldüğünü anımsayacaksınız,” dedi kont derin bir sessizlik sürerken, “görünüşe bakılırsa benim evimden çıkarken suç ortağı tarafından öldürülmüştü.” “Evet,” dedi Danglars. “İşte, ona yardım etmek için giysilerini çıkarıp bir köşeye atmışlardı, yargı görevlileri de onları alıp götürmüştü, ama mahkeme kalemine teslim etmek için pantolon ve ceketi alırlarken, yeleği unutmuşlar.” Andrea gözle görülür biçimde sarardı ve kapıya doğru yavaşça uzaklaştı; ufukta bir bulutun ortaya çıktığını görmüştü ve bu bulut kendi içinde bir fırtına saklıyordu sanki. “İşte bu zavallı yelek kalbin bulunduğu yer delik ve her yeri kanla kaplı olarak bugün bulundu.” Kadınlar çığlık attı, iki üç kadın da bayılmaya hazırlandı. “Bana yeleği getirdiler. Kimse bu paçavranın nereden geldiğini bilmiyordu, ben bunun kurbanın yeleği olabileceğini düşündüm. Özel uşağım bu üzüntü verici kalıntıyı iğrenerek ve ihtiyatla karıştırırken birden cebinde bir kağıt olduğunu hissetti ve kağıdı çıkardı: bu kime yazılmış bir mektuptu dersiniz? Size, baron,” “Bana mı?” diye haykırdı Danglars. “Aman Tanrım! Evet, size; mektubun üzerindeki kan lekelerinin altında adınızı okuyabildim,” diye yanıt verdi Monte Kristo çevresindeki şaşkınlık çığlıkları arasında.


“Ama,” dedi Madam Danglars kocasına kaygıyla bakarak, “bu nasıl oluyor da Mösyö de Villefort’un gelmesini engelliyor?” “Bu çok basit madam,” diye yanıt verdi Monte Kristo, “bu yelek ve bu mektup suç kanıtları denen şeylerdi; yeleği ve mektubu krallık savcısına gönderdim. Anlıyorsunuz ya sevgili baron, yasal yol ceza konusunda en güvenli yoldur: bu belki de size karşı düzenlenmiş bir komploydu.” Andrea dik dik Monte Kristo’ya baktı ve ikinci salonda kayboldu. “Olabilir,” dedi Danglars, “öldürülen adam eski bir kürek mahkumu değil miydi?” “Evet,” diye yanıt verdi kont, “adı Caderousse olan eski bir forsa.” Danglars hafifçe sarardı; Andrea salondan çıkıp bekleme odasına gitti. “Ama imzalayın haydi, imzalayın!” dedi Monte Kristo; “anlattığım şeylerin herkesi heyecanlandırdığını görüyorum ve hepinizden çok özür diliyorum, sayın barones, Matmazel Danglars.” İmzasını atmış olan barones kalemi notere verdi. “Mösyö Prens Cavalcanti,” dedi noter katibi, “Mösyö Prens Cavalcanti, neredesiniz?” Bu soylu İtalyan’ı vaftiz adıyla çağıracak kadar onunla yakınlık kurmuş birçok genç “Andrea! Andrea!” diye bağırdılar. “Prensi çağırın haydi, imza sırasının onda olduğunu haber verin!” diye haykırdı Danglars bir mübaşire.


Ama o anda orada, ana salonda bulunan kalabalık ürkmüş bir halde, korkunç bir canavar evin içine girmiş, onları yiyecekmiş gibi{212} geri çekildi. Gerçekten de geri çekilmek, korkuya kapılmak ve bağırmak için bir neden vardı. Bir jandarma subayı her salonun kapısına iki jandarma yerleştirmişti ve omzundan beline uzanan nişan kurdelesini takmış bir polis komiserinin önünde Danglars’a doğru ilerliyordu. Madam Danglars bir çığlık attı ve bayıldı. Bir tehditle karşı karşıya olduğunu sanan Danglars, -kimi bilinçler hiçbir zaman sakin olamazlar- konuklarının karşısında korkudan allak bullak olmuş bir yüzle duruyordu. “Ne var Mösyö?” diye sordu Monte Kristo komisere doğru ilerleyerek. Görevli, konta yanıt vermeden, “İçinizde kimin adı Andrea Cavalcanti?” diye sordu. Salonun dört bir yanından şaşkınlık çığlıkları yükseldi. Aradılar, sordular. “Andrea Cavalcanti’ye ne olmuş?” diye sordu Danglars neredeyse kendim kaybederek. “Toulon zindanından kaçmış eski bir kürek mahkumu.” “Nasıl bir suç işlemiş?” “Adı Caderousse olan eski kürek mahkumu arkadaşım, Monte Kristo Kontunun evinden çıktığı sırada öldürmekten sanık,” dedi komiser soğukkanlı bir sesle.


Monte Kristo çevresine hızla bir göz attı. Andrea ortadan kaybolmuştu.


97 BELÇİKA YOLU Mösyö Danglars’ın salonlarında jandarma müfrezesinin beklenmedik bir biçimde ortaya çıkışı ve onu izleyen açıklamalar nedeniyle oluşan karışıklıktan sonra büyük konak, davetliler arasında bir veba ya da kolera hastalığı çıktığı haber verilmişçesine hızla boşalmıştı: birkaç dakika içinde herkes tüm kapılardan, tüm merdivenlerden, tüm çıkışlardan çıkıp gitmek ya da kaçıp kurtulmak için acele ediyordu, çünkü bu, büyük felaketler sırasında en iyi dostlan son derece can sıkıcı yapan ucuz avuntu sözlerini söylemeye çalışmanın gereksiz olduğu durumlardan biriydi. Bankacının konağında sadece çalışma odasına kapanmış jandarma subayına ifade veren Danglars, bildiğimiz giyinme odasında korkmuş halde bulunan Madam Danglars ve yüksekten bakan, dudakları küçümser gibi kıvrık, yanında ayrılmaz dostu Louise d’Ar-milly ile odasına çekilmiş Eugenie kalmıştı. Bir sürü hizmetkara, hele o gece her zamankinden daha çok olan hizmetkarlara gelince, çünkü o akşam eğlence nedeniyle kendi hizmetkarlarına, hakarete uğradıklarını düşündükleri için ustalarına kızan Cafe de Paris’den gelen sofracıbaşılar, dondurmacılar, aşçılar da eklenmişti, onlar zaten doğal olarak yarıda bırakılmış olan hizmet konusunu kendilerine hiç dert etmeden gruplar halinde kilerde, mutfaklarda, odalarında bekliyorlardı. Çeşitli nedenlerle titreşen bu farklı kişiler arasında sadece ikisi bizim ilgimizi hak ediyor: Matmazel Eugenie Danglars ve Matmazel Louise d’Armilly.


Nişanlı genç kız, daha önce söylediğimiz gibi kendini beğenmiş havalarda, dudakları küçümser gibi kıvrılmış, hakarete uğramış kraliçe davranışıyla, yanında ondan daha solgun, daha heyecanlı arkadaşı ile birlikte odasına çekilmişti. Eugenie odasına gidince kapıyı içerden kapadı, o sırada Louise bir sandalyeye çökmüştü. “Aman Tanrım! Tanrım! Ne korkunç şey!” dedi genç müzisyen, “Kim böyle bir şeyden kuşkulanabilirdi? Mösyö Andrea Cavalcanti bir katil ha... bir hapishane kaçkını... bir kürek mahkumu!” Eugenie’nin dudakları alaycı bir gülüşle gerildi. “Gerçekten de ben Tanrının sevgili kuluyum,” dedi, “Morcerften kurtulup Cavalcanti’ye çatıyorum!” “Aman! Onları birbirine karıştırma Eugenie.” “Sus, tüm erkekler iğrençtir, onlardan iğrenmekten fazlasını yapabildiğim için çok mutluyum, şimdi onları hor görüyorum.” “Ne yapacağız?” diye sordu Louise. “Ne mi yapacağız?” “Evet.” “Üç gün sonra yapacağımızı şimdi yapacağız... gideceğiz.” “Artık evlenmediğine göre bunu hâlâ istiyor musun?” “Dinle Louise, notalanmız gibi düzenli, ölçülü, kurallı bu sosyete yaşamından tiksiniyorum. Her zaman gönlümün çektiği, çok istediğim, dilediğim şey sanatçı gibi yaşamak, özgür, bağımsız, sadece kendine açıklama yapmak zorunda


olduğun, sadece kendine hesap verdiğin yaşam. Ne diye burada kalacağım? Beni bir ay sonra başka biriyle evlendirmeleri için mi? Kiminle? Belki de Mösyö Debray ile, çünkü bir zamanlar bu da söz konusuydu. Hayır, Louise, hayır, bu akşamki serüven benim için bir bahane olacak: ben bahane aramamıştım, istememiştim, Tanrı bana bunu verdi, iyi ki de verdi.” “Ne kadar güçlü ve yüreklisin!” dedi sarışın ve narin genç kız esmer arkadaşına. “Beni hiç mi tanımamıştın? Haydi Louise, kendi işlerimizden söz edelim. Posta arabası...” “Üç gün önce uygun bir biçimde satın alındı.” “Arabayı bineceğimiz yere gönderttin mi?” “Evet.” “Pasaportumuz?” “işte!” Eugenie her zamanki kendine güveniyle bir kağıdı açtı ve okudu: Mösyö Leon d’Armilly, yirmi yaşında, mesleği sanatçı, siyah saçlı, siyah gözlü, kız kardeşi ile yolculuk yapıyor. “Harika! Bu pasaportu kimden aldın?” “Mösyö de Monte Kristo’ya Roma ve Napoli tiyatrolarının müdürleri için tavsiye mektupları almaya gittiğimde ona kadın olarak yolculuk etmekten ne kadar korktuğumu anlatmıştım; o anlattıklarımı çok iyi anladı ve bana erkek olarak bir pasaport çıkarmak için hizmetimde olduğunu söyledi, iki gün sonra bu pasaportu aldım ve kendi elimle, ‘kız kardeşi ile yolculuk yapıyor’ cümlesini ekledim.”


“Güzel!” dedi Eugenie neşeyle, “artık bavullarımızı yapmaktan başka işimiz kalmadı: düğün gecesi yerine sözleşmenin imzalandığı gece yola çıkacağız, işte böyle.” “İyi düşün Eugenie!” “Ah! Uzun uzun düşündüm; borsa raporlarından, ay sonlarından, borsadaki iniş çıkışlardan, İspanyol fonlarından, Haiti senetlerinden söz edildiğini duymaktan bıktım. Bunun yerine, hava, özgürlük, kuş sesleri, Lombardiya ovaları, Venedik kanalları, Roma sarayları, Napoli plajları, anlıyor musun Louise?” Soru sorulan genç kız, kakma işi bir masadan kilitli küçük bir cüzdan çıkardı, kilidini açtı ve içinden yirmi üç kağıt para çıkardı. “Yirmi üç bin frank,” dedi. “Bir o kadar da inci, elmas ve mücevher,” dedi Eugenie. “Zenginiz. Kırk beş bin frankla iki yıl prensesler gibi, ya da dört yıl orta hallice yaşarız.” “Ama altı aya kalmadan sen müziğinle ben sesimle anaparamızı ikiye katlarız. Haydi, parayı sen al, değerli taşların olduğu kasayı ben alayım, böylece ikimizden biri hâzinesini yitirmek gibi bir felakete uğrarsa öbürünün elindeki sağlam kalsın. Şimdi bavullar: acele edelim, bavullar!” “Bekle,” dedi Louise, dinlemeye giderek.

Madam

“Neden korkuyorsun?” “Bizi habersiz yakalamalarından.”

Danglarsin

kapısını


“Kapı kapalı.” “Bize açmamızı söylemesinler?” “İsterlerse söylesinler, açmayız.” “Sen gerçek bir amazonsun Eugenie!” Ve iki genç kız ihtiyaçları olacağını düşündükleri tüm yolculuk eşyalarını olağanüstü bir çabayla bir bavula doldurmaya koyuldular. “Şimdi ben elbisemi değiştirirken sen bavulu kapa!” dedi Eugenie. Louise küçük beyaz ellerinin tüm gücüyle bavulun üstüne yaslandı. “Yapamıyorum,” dedi, “yeteri kadar güçlü değilim; sen kapa!” “Ah! Doğru,” dedi Eugenie gülerek, “benim Hercule, senin de solgun Omphale olduğumuzu unutuyordum.” Ve genç kız dizini bavulun üstüne yaslayarak beyaz ve kaslı kollarını bavulun iki bölmesi birbirine değinceye, Matmazel dArmilly asma kilidin çengelini iki vidalı halkanın arasına geçirinceye dek bastırdı. Bu iş bitince Eugenie anahtarı kendisinde olan bir komodini açtı ve oradan-menekşe rengi ipekten vatkalı bir yolculuk harmanisi çıkardı. “Bak,” dedi, “her şeyi düşündüğümü görüyorsun, bu harmaniyle hiç üşümezsin.” “Ya sen?”


“Ah! Ben hiç üşümem, bunu biliyorsun, zaten bu erkek giysileriyle...” “Burada mı giyineceksin?” “Elbette.” “Peki buna zamanın olacak mı?” “En küçük bir kaygın olmasın ödlek, evde herkes büyük işle uğraşıyor. Zaten içinde bulunduğum umutsuz durumu, kendimi buraya kapadığımı düşünürlerse bunda şaşılacak ne var?” “Bir şey yok, doğru, beni sakinleştirdin.” “Gel bana yardım et.” Matmazel d’Armilly’ye verdiği, onun omuzlarına örttüğü harmaniyi aldığı ayakkabısından redingotuna kadar bir takım fazla hiçbir şey olmayan ancak gerekenlerin sürü çamaşır çıkardı.

da şimdiden çekmeceden, erkek giysisi, bulunduğu bir

Eugenie, kuşkusuz eğlenirken bir başka cinsin giysilerini ilk kez giymediğini gösteren bir çabuklukla potinlerini çıkardı, bir pantolon giydi, kravatını bağladı, yeleğini boynuna kadar ilikledi, arkaya doğru bükük ince belini ortaya çıkaran bir redingotu sırtına geçirdi. “Ah! Bu çok iyi! Gerçekten de çök iyi,” dedi Louise hayranlıkla bakarak, “ama tüm kadınlara kıskançlıktan iç geçirten bu güzel örgüler, bu siyah saçlar şurada gördüğüm gibi bir erkek şapkasının altında durabilecek mi?” “Göreceksin,” dedi Eugenie.


Sol eliyle uzun parmaklarının ancak kavradığı kalın bir örgüyü yakaladı, sağ eliyle de uzun bir makas aldı, az sonra gür ve parlak saçları kesen çeliğin gıcırtısı duyuldu ve örgülü saç tümüyle genç kızın ayaklarının dibine düştü, genç kız başını arkaya devirerek saçları redingotundan silkeledi. Üstteki örgü de aynı biçimde düştükten sonra şakaklarının üzerindekilere geçti, onlardan da en küçük bir pişmanlık duymadan kurtuldu, üstelik gözleri, abanoz ağacı gibi simsiyah kaşlarının altında her zamankinden daha ışıltılı, daha neşeli parlıyordu. “Ah! Ne kadar güzel saçlar!” dedi Louise üzülerek. “Eh! Böyle yüz kez daha iyi değil miyim?” diye haykırdı Eugenie ellerini iyice erkeksi olan saç biçiminin dağınık kıvrımlarının üzerinden geçirerek, “beni böyle daha güzel bulmuyor musun?” “Ah! Güzelsin, sen her zaman güzelsin!” diye haykırdı Louise. “Şimdi nereye gidiyoruz?” “İstersen, Bruxelles’e, orası en yakın sınır. Bruxelles’e, Liege’e, Aix-la-Chapelle’e gideriz, Rhin’den Strasbourg’a kadar çıkarız, İsviçre’yi geçeriz. Saint-Gothard’dan İtalya’ya ineriz. Olur mu?” “Olur elbet.” “Neye bakıyorsun?” “Sana bakıyorum. Gerçekten de böyle harikasın, beni kaçırdığını sanacaklar.” “Eh! Haksız da sayılmazlar.” “Ah! Eugenie, sanırım bu söylediğin çok ayıp.”


Biri kendi adma öbürü dostuna bağlılığından gözyaşlarına boğulacaklarını sandığınız iki genç kız bir yandan, kahkahalar atıp, bir yandan da kaçışları sırasında oluşacak doğal karışıklığın görünür tüm izlerini yok etmeye çalışıyorlardı. İki kaçak, ışıklarını söndürdükten sonra gözleriyle çevreyi tarayıp, kulaklarını dikip, boyunlarım uzatmış halde, avluya inen servis merdivenine açılan giyinme odasının kapısını açtılar. Eugenie önden yürüyordu, bir eliyle bavulun bir kolunu tutmuştu,.Matmazel d’Armilly ise karşıdaki kolu iki eliyle ancak kaldırabiliyordu. Avlu boştu. Saat gece yarısını vuruyordu. Kapıcı hâlâ nöbetteydi. Eugenie sessizce yaklaştı ve zavallı İsviçreli’nin, odasının bir köşesinde koltuğuna uzanmış uyuduğunu gördü. Louise’e doğru döndü, onun bir an yere bıraktığı bavulu aldı, ikisi de duvarın gölgesini izleyerek kemere ulaştılar. Eugenie, Louise’i kapının köşesine sakladı, böylece kapıcı eğer uyanırsa sadece bir kişiyi görecekti. Sonra, avluyu aydınlatan lambanın ışığında ortaya çıkıp cama vurarak: “Kapı!” diye haykırdı en güzel kontralto sesiyle. Kapıcı, Eugenie’nin tahmin ettiği gibi kalktı, dışarı çıkan kişiye bakmak için birkaç adım attı, ama sabırsız bir biçimde bastonuyla pantolonuna vuran genç bir adamı görünce hemen açtı. Louise yarı aralık kapıdan bir yılan gibi kaydı ve yavaşça dışarı süzüldü. Görünüşte sakin olan Eugenie de, herhangi bir


olasılığa karşı kalbi her zamankinden daha sık ata ata dışarı çıktı. Oradan bir hamal geçiyordu, ona bavulu verdiler, gidecekleri yerin Victoire sokağı 36 numara olduğunu söylediler ve varlığı Louise’e güven veren bu adamın arkasında yürüdüler, Eugenie’ye gelince, o bir Judith ya da Dalila{213} gibi güçlüydü. Bildirdikleri numaraya geldiler. Eugenie hamala bavulu bırakmasını söyledi, biraz para verdi ve pencerenin panjuruna vurduktan sonra onu gönderdi. Eugenie’nin vurduğu panjur geleceklerini önceden haber verdikleri küçük bir çamaşırcı kızın evinin panjuruydu: henüz yatmamıştı, panjuru açtı. “Matmazel,” dedi Eugenie, “kapıcıya garajdaki arabayı çektirin, sonra onu posta oteline atları almaya gönderin. Ona emeğinin karşılığı olarak vereceğimiz beş frankı alın.” “Gerçekten de,” dedi Louise, “sana hayranım, hattâ sana saygı duyduğumu da söylemeliyim.” Çamaşırcı kız şaşkınlıkla bakıyordu, ama ona yirmi Louis altını verileceği kararlaştırıldığı için en küçük bir itirazda bulunmadı. On beş dakika sonra kapıcı, bir posta arabasının sürücüsü ve çabucak arabaya koşulmuş olan atlarla geldi, bavulu bir ip ve mandal yardımıyla arabanın üstüne bağladı. “İşte pasaport,” dedi arabacı, “hangi yoldan gideceğiz genç beyefendi?”


“Fontainebleau yolundan,” diye yanıt verdi Eugenie neredeyse bir erkek sesiyle. “Pekala! Ne diyorsun?”diye sordu Louise. “Kadına oyun oynuyorum,” dedi Eugenie, “yirmi Louis altını verdiğimiz kadın kırk altın karşılığı bize ihanet edebilir: bulvarda başka bir yöne saparız.” Ve genç kız neredeyse basamaklara hiç değmeden, çok güzel uzun bir koltuk haline getirilmiş briçkanın içine atladı. “Sen her zaman haklısın, Eugenie,” dedi şan hocası, dostunun yanma otururken. Çeyrek saat sonra doğru yolu izlemekte olan arabacı kamçısını şaklatarak Saint-Mar-tin sınır kapısını geçti. “Ah!” dedi Louise bir soluk alarak, “işte sonunda Paris’ten çıktık!” “Evet, sevgili dostum ve kaçırma tamamlandı,” diye yanıt verdi Eugenie.

işi

başarı

ile

“Evet, hem de hiç şiddet kullanmadan.” “Bunu hafifletici neden olarak değerlendirteceğim,” dedi Eugenie. Bu sözler, La Villette yolunda ilerleyen arabanın gürültüsü içinde yitti gitti. Mösyö Danglars’ın artık bir kızı yoktu.


98 HÖTEL DE CLOCHE Şimdi Braxelles yolunda ilerleyen Matmazel Danglars’ı ve dostunu bırakalım, servetini büyütürken kötü bir rastlantı sonucu yakalanan zavallı Andrea Cavalcanti’ye dönelim. Henüz oldukça genç olmasına karşın Mösyö Andrea Cavalcanti çok becerikli ve çok zeki bir çocuktu. Salonda ilk uğultular başladığında onun yavaş yavaş kapıya yaklaştığını, bir ya da iki odayı geçtiğim ve ortadan yok olduğunu görmüştük. Belirtmeyi unuttuğumuz, ama unutulmaması gereken bir durum vardı, o da şuydu, Cavalcanti’nin geçtiği o iki odanın birinde, gelinin çeyizi yani adına nişan sepeti denen ve adı bile genç kızların yüreğini neşeden hoplatan tüm baştan çıkarıcı eşyalar evrenim oluşturan elmaslı mücevher kutulan, kaşmir şallar, ince Valenciennes dantelleri, İngiliz tülleri sergilenmişti. İşte bu odadan geçerken Andrea sadece çok zeki ve çok becerikli değil, aynı zamanda ileri görüşlü biri olduğunu kanıtladı, tüm bu sergilenen takıların en değerlilerini aldı götürdü. Yanında bu yolluk olunca Andrea kendini yarı yarıya hafiflemiş hissetti ve pencereden atlayıp jandarmaların elinden kaçıp kurtuldu. İlkçağ savaşçıları gibi iri ve boylu boslu, bir Ispartalı gibi kaslı Andrea nereye gittiğini bilmeden, sadece yakalanmak üzere olduğu yerden uzaklaşmak amacıyla bir on beş dakika kadar koştu.


Mont-Blanc sokağından ayrılınca hırsızlarda olan giriş kapısı içgüdüsüyle, tavşanın yuvasını bulması gibi bir içgüdüyle, o da kendini Lafayette sokağının başında buldu. Orada soluğu kesilmiş, nefes nefese, durdu. Tam anlamıyla yalnızdı, solunda çitle çevrili Saint-Lazare bahçesi, sağında tüm derinliğiyle Paris vardı. “Ben şimdi bittim mi?” diye sordu kendi kendine. “Düşmanlanmdan daha önde olursam, hayır. Kurtuluşum demek sadece on bin kilometreye bağlı.” O sırada Poissonniere mahallesinin yukarılarına doğru giden büyük iki tekerlekli bir araba fark etti, asık suratlı ve pipo içen arabacısı Saint-Denis mahallesinin bittiği yere gitmek istiyor gibiydi, orada kuşkusuz her zamanki gibi iş bekleyecekti. “Hey! Dostum!” dedi Benedetto. “Ne var beyefendi?” diye sordu arabacı. “Atınız yorgun mu?” “Yorgun mu! Evet, yorgun! Tüm kutsal gün boyunca hiçbir şey yapmadı. Zar zor dört kez işe koşuldu, yirmi kuruş bahşiş, hepsi yedi frank, patrona on vermem gerekiyor.” “Bu yedi franka şu yirmi frankı da eklemek ister misiniz?” “Seve seve efendimiz; yirmi frank hiç de küçümsenecek bir tutar değil. Bunun için ne yapmam gerek? Haydi söyleyin.” “Atmız yorgun değilse, çok kolay bir şey.” “Size onun yıldırım gibi gideceğini söylüyorum, siz yeter ki hangi tarafa gideceğini söyleyin.”


“Louvres tarafına.” “Ah! Ah! Biliyorum, kokulu likörlerin yapıldığı yer!” “Doğru! Amacım yarın Chapelle-en-Serval’da ava gideceğim arkadaşlarımdan birine yetişmek. Beni orada saat on bir buçuğa kadar beklemesi gerekiyordu: saat gece yarısı oldu; belki de beni beklemekten yorulmuş ve tek başına gitmiştir.” “Belki de.” “Peki, ona yetişmeye çalışmamızı ister misiniz?” “Daha iyisi can sağlığı.” “Ama onu Bourget’ye kadar yakalayamazsak yirmi frank alırsınız, Louvres’a kadar yakalayamazsak otuz.” “Ya yakalarsak?” “Kırk!” dedi Andrea bir an duraksadıktan sonra, nasılsa söz vermekle hiçbir şey yitirmiyordu. “Oldu!” dedi arabacı. “Atlayın haydi, yola çıkalım, deh!...” Andrea arabaya bindi, araba hızla Saint-Denis mahallesini geçti, Saint-Martin mahallesi boyunca ilerledi, sının geçti ve bitmez tükenmez Villette’den çıktı. Bu düşsel arkadaşa yetişmek gibi bir niyeti olmasa da Cavalcanti zaman zaman, hâlâ açık olan meyhanelerden çıkanlara ya da gecikmiş insanlara, doru bir at koşulmuş yeşil bir arabayı soruyordu, Hollanda yolunda çok sayıda araba olduğu ve bunların onda dokuzu da yeşil olduğu için, her adımda çok sayıda bilgi yağmur gibi yağıyordu.


Hep arabanın biraz önce geçtiğini söylüyorlardı, en çok beş yüz, iki yüz, yüz adım ilerdeydi, sonunda her arabayı geçişte o olmadığını görüyorlardı. Bir keresinde bir araba onları geçti, bu, iki atm dörtnala hızla çektiği dört tekerlekli bir arabaydı. “Ah!” dedi Cavalcanti kendi kendine, “ah keşke bende bu araba, bu iki güzel at ve onlara sahip olabilmek için gerekli bir pasaport olsaydı!” Ve derin derin içini çekti. Bu araba Matmazel Danglars ile Matmazel dArmilly’yi götüren arabaydı. “Yürü! Yürü!” yetişmeliyiz.”

dedi

Andrea,

“Gecikmeden

ona

Zavallı hayvan sınırdan bu yana yaptığı gibi çılgınca tırısa kalktı ve kan ter içinde Louvres’a vardı. “Arkadaşıma kesinlikle yetişemeyeceğimi, sizin atınızı da öldüreceğimi anlıyorum,” dedi Andrea. “Bu nedenle artık dursam iyi olacak. İşte otuz frankınız, ben geceyi ChevalRouge’da geçireceğim, sonra da bulduğum ilk arabaya bineceğim. İyi akşamlar dostum.” Andrea arabacının eline altı tane beş franklık koyduktan sonra çevik bir hareketle yola atladı. Arabacı parayı sevinçle aldı ve Paris yolunu tuttu; Andrea, Cheval-Rouge Oteli’ne gider gibi yaptı, ama kapının karşısında bir an durdu, sonra giden arabanın sesini duyup onu ufukta gözden yitirince yeniden yola koyuldu ve uzun sporcu adımlarıyla iki fersah yolu çabucak kat etti...


Orada durup dinlendi, gideceğini söylediği Chapelle-enServal’in çok yakınında olmalıydı. Andrea Cavalcanti’yi durduran yorgunluk değildi, bir karar verme ihtiyacıydı, bir plan hazırlaması gerekiyordu. Bir yolcu arabasına binmesi olanaksızdı; posta arabasına binmesi de olanaksızdı. Biriyle ya da öbürüyle yolculuk yapabilmek için bir pasaport zorunluydu. Oise bölgesinde, yani Fransa’nın en bilinen ve en çok göz önünde olan bölgelerinden birinde kalmak da, özellikle Andrea gibi suç konusunda uzman biri için olanaksızdı. Andrea hendeğin kenarına oturdu, başını elleri araşma aldı ve düşündü. On dakika sonra başını kaldırdı, kararını vermişti. Bekleme odasında zaman bulup askıdan aldığı ve balo giysisinin üzerine giyip düğmelerini iliklediği paltonun yanlarını tozla örttü, Chapelle-en-Serval’e giderek bölgenin tek hanının kapısını korkmadan çaldı. Otelci gelip kapıyı açtı. “Dostum,” dedi Andrea, “Mortefontaine’den Senlis’e gidiyordum, huysuz bir hayvan olan atım ayağını burktu ve beni on adım öteye fırlattı. Bu gece Compiege’de olmalıyım, yoksa ailem çok büyük kaygılara düşecek; kiralık atınız var mı?” Bir hancının iyi ya da kötü her zaman bir atı vardır. Chapelle-en-Serval’in hancısı ahırdan bir çocuk çağırdı, ona Beyaz’a eğer vurmasını söyledi, yedi yaşındaki oğlunu


uyandırdı, beyin terkisine binmesini ve sonra dört ayaklıyı geri getirmesini söyledi. Andrea hancıya yirmi frank verdi, cebinden paralan çıkarırken bir kartvizit düşürdü. Bu kartvizit Cafe de Paris’deki dostlarından birinin kartvizitiydi, Andrea gittikten sonra hancı onun cebinden düşen kartı aldı ve atını Saint-Dominique sokağı 25 numarada oturan Mösyö Kont de Mauleon’a kiralamış olduğunu anladı: bu, kartın üstünde bulunan ad ve adresti. Beyaz hızlı değil, ama eşit ve düzenli adımlarla ilerliyordu: üç buçuk saat sonra Andrea Compiegne’e giden dokuz fersah yolu yapmıştı; arabaların beklediği meydana geldiğinde belediye binasının saati dördü vuruyordu. Compiegne’de, bir kez kalmış anımsayacakları çok güzel bir otel vardı.

olanların

hep

Paris çevresinde yaptığı gezilerden birinde burada mola vermiş olan Andrea, Hötel de Cloche’u anımsadı: oraya yöneldi, bir sokak fenerinin zayıf ışığında oteli gösteren tabelayı fark etti, çocuğu geri gönderirken üstündeki tüm bozuk parayı ona verdi, önünde daha üç dört saati olduğunu, gelecekte karşılaşacağı yorgunluklara karşı yapacağı en iyi şeyin iyi bir uyku ve iyi bir yemek ile kendini güçlendirmek olacağını düşünerek kapıyı çaldı. Kapıyı bir çocuk açtı. “Dostum,” dedi Andrea, “Saint-Jean-au-Bois’dan geliyorum, akşam yemeğimi orada yedim, buradan gece yarısı geçen arabaya binmeyi düşünüyordum, ama bir budala gibi


yolumu kaybettim, dört saattir ormanda dolaşıyorum. Bana avluya bakan küçük odalarınızdan birini verin ve odama soğuk bir piliç ile bir şişe Bordeaux şarabı gönderin.” Çocuk hiç kuşkulanmadı: Andrea son derece sakin konuşuyordu, ağzında sigarı vardı, ellerini paltosunun cebine sokmuştu; giysileri zarif, sakalı temiz, çizmeleri söz götürmezdi; geç kalmış bir komşu gibiydi, hepsi bu. Çocuk odasını hazırlarken ev sahibi hanım ayağa kalktı: Andrea onu en sevimli gülümsemesiyle karşıladı ve son kez Compiege’den geçerken kaldığı üç numaralı odada kalıp kalamayacağını sordu; ne yazık ki üç numaralı oda kız kardeşi ile yolculuk etmekte olan genç bir adam tarafından tutulmuştu. Andrea çok üzülmüş göründü; ev sahibi hanım ona hazırlanan 7 numaralı odanın, 3 numaralı oda ile tamamen aynı konumda olduğu güvencesini verdikten sonra ancak avunabildi; ayaklarını ısıtarak ve Chantilly’deki son yarışlardan söz ederek odasının hazır olduğunu haber vermelerini bekledi. Andrea avluya bakan sevimli odalardan boşuna söz etmemişti; Hötel de Cloche’un avlusu ona gösteri salonu havası veren üç sıra galerisiyle, doğal bir süs gibi sıra sıra hafif sütunlar boyunca tırmanan yasemin ve filbaharlarla dünyadaki en sevimli han girişiydi. Piliç tazeydi, şarap eski, ateş parlak ve çıtır çıtırdı: Andrea başına hiçbir şey gelmemiş gibi büyük bir iştahla yemek yemesine şaşırdı. Sonra yattı ve yirmi yaşındakilerin, vicdan azapları olsa da hemen daldıkları derin uykuya dalıp gitti.


Oysa biz Andrea’nın vicdan azabının olabileceğini itiraf etmek zorundayız, ama onda böyle bir şey yoktu. İşte Andrea’nın, güvenliğinin büyük bir bölümünü oluşturan planı: Güneş doğarken kalkıyor, hesabını cömertçe ödedikten sonra otelden çıkıp, ormana gidiyor, resim tahsili yaptığını söyleyerek bir köylünün konukseverliğini satın alıyordu, kendine bir oduncu giysisi ve bir balta sağladıktan sonra, şık giysilerini çıkarıp işçi kılığına giriyordu, sonra topraklı eller, kurşun tarakla esmerleştirilmiş saçlar, eski arkadaşlarının ona verdikleri tarif ile hazırlanmış bir preparat kullanarak esmerleştirilmiş ten ile ormandan ormana geçiyor, gece yürüyerek gündüz ormanlarda ya da korulardaki düzlüklerde uyuyarak, insanların bulundukları yerlere sadece ara sıra ekmek almak için yaklaşarak en yakın sınıra ulaşıyordu. Bir kez sınırı geçtikten sonra elmaslarını paraya dönüştürüyor, bunlardan topladığı tutarın içinden bir terslik olur korkusuyla on kağıt parayı üstünde taşıyordu, elinde elli bin frank kadar parası olacaktı, kendi anlayışına göre bu kötünün iyisiydi. Zaten Danglarsların, başlarına gelen terslikle ilgili çıkan dedikoduları örtbas etmelerine güveniyordu. Andrea yorgunluk dışında, işte bu nedenle bu kadar çabuk ve iyi uyudu. Zaten Andrea daha erken uyanabilmek için panjurları kapamamış, sadece kapının sürgülerini itmiş, ucu sipsivri, çeliğinin kusursuzluğundan emin olduğu ve hiç üstünden


ayırmadığı bir bıçağı başucundaki komodinin üstüne açılmış olarak koymakla yetinmişti. Sabah saat yediye doğru Andrea yüzüne düşen ılık ve parlak güneş ışığı ile uyandı. Tüm düzenli çalışan beyinlerdeki egemen düşünce -her zaman bir tane vardır- işte bu egemen düşünce, uyurken insanın akimdan en son çıkan, uyanırken de ilk akima gelen düşüncedir. Andrea daha gözlerini tam olarak açmadan o düşünce kafasında belirmişti bile ve kulağına çok uyuduğunu fısıldıyordu. Yatağından aşağı atladı ve pencereye koştu. Bir jandarma avluyu geçiyordu. Bir jandarma, hiçbir kaygısı olmayan bir insanın gözünde bile dünyada var olan en şaşırtıcı nesnelerden biridir: ama günahtan korkan ve öyle olması için nedeni olan bir bilinç için üniformasını oluşturan sarı, mavi ve beyaz renkler, ürkütücü renkler olarak görünür. “Bu jandarma da nesi?” diye sordu Andrea kendi kendine. Birden okuyucunun daha önce fark ettiği gibi bir mantıkla bu soruya kendi yanıt verdi. “Bir otelde bir jandarmanın olması hiç de şaşırtıcı bir şey değil, ama giyinelim bakalım.” Genç adam Paris’te sürdürdüğü birkaç aylık modaya uygun yaşamı sırasında özel uşağının asla başaramadığı bir hızla giyindi.


“iyi,” dedi giyinirken, “o gidinceye dek bekleyeceğim, o gidince görünmeden kaçacağım.” Bu sözleri söylerken çizmelerini giymiş ve kravatını takmış olan Andrea sessizce pencereye gitti ve muslin perdeyi ikinci kez kaldırdı. Birinci jandarma gitmemişti, üstelik genç adam inebileceği tek merdivenin altında ikinci bir mavi, sarı ve beyaz renkli üniforma gördü, dışarı çıkabileceği tek büyük sokak kapısının önünde de elinde kısa namlulu bir tüfekle bir üçüncüsü atm üstünde nöbet tutuyordu. Son noktadaki bu üçüncü jandarma anlamlıydı, çünkü onun önünde otelin kapısını iyice kapatan yanm halka biçiminde meraklı kalabalığı uzanıyordu. “Beni arıyorlar!” “Kahretsin!”

oldu

Andrea’nın

ilk

düşüncesi.

Genç adamın yüzü sarardı, çevresine büyük bir sıkıntıyla baktı. Odasından, bu kattaki tüm odalar gibi, herkesin gözü önündeki bir dış koridora çıkılıyordu. “Mahvoldum!” oldu ikinci düşüncesi. Gerçekten de, Andrea’nın durumundaki bir insan için tutuklama şu anlama geliyordu: ağır ceza, yargı, ölüm, hiç geciktirmeden ve hiç acımadan ölüm. Bir an çırpınır gibi başını elleri arasına aldı. O anda korkudan neredeyse çıldıracaktı.


Ama az sonra, kafasındaki düşünceler birbiriyle çarpışırken, birden bir umut düşüncesi ortaya çıktı; solgun dudaklarında ve kasılmış yanaklarında soluk bir gülümseme belirdi. Çevresine baktı; aradığı eşyalar yazı masasının mermeri üstünde bir arada bulunuyordu: bir kalem, mürekkep ve kağıt. Kalemi mürekkebe batırdı ve kararlı olmasını emrettiği eliyle defterin ilk sayfasına aşağıdaki satırları yazdı: Ödemek için hiç param yok, ama ben namussuz bir adam değilim: size yaptığım harcamaların on katı değerindeki bu iğneyi rehin olarak bırakıyorum. Gün doğmadan kaçtığım için beni bağışlayın; utanıyordum!” Kravatından iğnesini çıkardı ve kağıdın üstüne koydu. Bunu yaptıktan sonra, sürgüleri kapalı bırakacağına onları çekti, hattâ sanki dışarı çıkarken kapamayı unutmuş gibi kapısını araladı ve bu tür jimnastiklere alışık biri gibi şöminenin içine kaydı, Deidamie’deki Akhilleus’u gösteren vitrini kendine çekti, ayaklarıyla adımlarının külde bıraktığı izleri sildi, ona hâlâ umut ettiği tek kurtuluş yolunu gösteren kıvrık boruya tırmanmaya başladı. Tam o anda Andrea’nın gözüne çarpmış olan birinci jandarma, önünde bir polis komiseri, arkasında merdiven altında bekleyen ve kapıda durandan yardım alabilecek olan ikinci jandarma olduğu halde merdivenden çıkıyordu. İşte Andrea’nın onca güçlükle karşılamaya hazırlandığı ziyaret sırasında içinde bulunduğu durum. Gün doğarken her tarafa telgraflar gönderilmişti ve neredeyse hemen haber verilmiş tüm bölgeler, yetkilileri


uyarmış ve Caderousse’un katilini aramak için güvenlik güçleri seferber edilmişti. Compiege hükümdar konutunun olduğu yerdi, av kentiydi, kışla kentiydi, birçok yetkili, jandarma ve polis komiseri vardı; telgraf emri gelir gelmez denetimler başlamıştı, Hötel de Cloche kentin en önemli oteli olduğu için doğal olarak ilk denetim oradan başlamıştı. Zaten o gece belediye binasında nöbet tutan nöbetçilerin raporuna göre, -belediye binası Hötel de Cloche’un bitişiğinde bulunuyordu- gece boyunca otele birçok yolcunun indiği saptanmıştı. Sabah saat altıda nöbeti devralan jandarma, yerine geçtiği anda yani dördü birkaç dakika geçe, beyaz bir ata binmiş, terkisinde küçük bir köylü çocuğu olan genç bir adamın meydana indiğini, çocuğu ve atı gönderdiğini, Hötel de Cloche’un kapısını çaldığını, kapının açıldığım, o girdikten sonra kapının kapandığını anımsıyordu. Kuşkular garip bir biçimde geç vakit gelmiş olan bu genç adam üzerinde toplanıyordu. Bu genç adam da Andrea’dan başka biri değildi. İşte bu verilere dayanarak polis komiseri ve bir jandarma onbaşısı Andrea’nın kapısına doğru ilerliyorlardı, kapı biraz aralıktı. “Ah! Ah!” dedi devletin kurnazca oyunları içinde deneyim kazanmış ihtiyar bir tilki olan jandarma onbaşısı, “bu, açık bir kapıdan daha kötü bir işaret! Üç sürgüyle kilitlenmiş olmasını yeğlerdim!”


Gerçekten de Andrea’nın masanın üstüne bıraktığı küçük mektup ve iğne, üzücü gerçeği doğruluyordu ya da destekliyordu. Andrea kaçmıştı. Destekliyordu diyoruz, çünkü jandarma onbaşısı tek bir kanıtla yetinecek bir adam değildi. Çevresine baktı, yatağı inceledi, perdeleri sağa sola çekti, dolapları açtı, sonra şöminenin önünde durdu. Andrea’nın aldığı önlemler sayesinde küllerin içinde, geçtiğini gösteren hiçbir iz kalmamıştı. Yine de bu bir çıkış yoluydu ve içinde bulunulan koşullarda her çıkış yolu ciddi bir araştırma konusu olmalıydı. Bu nedenle onbaşı bir çalı çırpı demeti ve saman getirtti, şömineyi havan topu gibi doldurttu ve ateşe verdi. Ateş, tuğla duvarları çatırdattı, donuk bir duman sütunu bacadan yukarı çıktı ve bir yanardağın koyu renk lavları gibi göğe yükseldi, ama onbaşının beklediği gibi mahkum aşağı düşmedi. Bu jandarma alayın saygın kademelerinden geçmiş bile olsa, gençliğinden bu yana toplumla kavga halinde olan Andrea da bir jandarma kadar çok şey biliyordu, bu nedenle Andrea şöminenin yanacağını tahmin edip çatıya çıkmıştı ve bacanın yanma büzülmüştü. Bir an kurtulduğunu sandı, çünkü onbaşının iki jandarmaya seslenip bağırarak “Artık burada değil,” dediğini duymuştu. Ama boynunu biraz uzattığında haberi duyan iki jandarmanın her şey doğalmış gibi çekip gideceklerine tam tersine daha dikkatli olduklarını görmüştü.


Andrea bu kez çevresine baktı: onaltmcı yüzyıldan kalma dev gibi bir yapı olan belediye binası karanlık bir sur gibi yükseliyordu; sağında binanın açıklıklarından, tıpkı bir dağın tepesinden ovaların görünmesi gibi, çatının dört bir köşesi görülebilirdi. Andrea biraz sonra jandarma onbaşısının, bu açıklıkların birinden, başını görebileceğini anladı. Onu bir gördüler mi mahvolurdu; çatıda bir kovalamaca olursa hiç şansı yoktu. Bu nedenle aşağı-inmeye karar verdi, ama geldiği yoldan değil, ona benzer bir yoldun. Gözleriyle hiç duman çıkmadığını gördüğü bacalardan birini aradı, çatının üstünde tırmanarak oraya ulaştı, kimse tarafından görünmeden o bacanın deliğinde kayboldu. Aynı anda belediye binasının küçük bir penceresi açıldı ve jandarma onbaşının kafası oradan çıktı, sonra düş kırıklığı ile uzun bir iç geçirerek geri çekildi. Temsilcisi olduğu yasa gibi sakin ve ağırbaşlı olan jandarma onbaşısı, meydandaki kalabalığın binlerce sorusuna yanıt vermeden geçti ve otele girdi. “Ne oldu?” diye sordu bu kez iki jandarma. “Pekala çocuklar,” diye yanıt verdi onbaşı, “eşkıya bu sabah erken saatte gerçekten de buradan uzaklaşmış olmalı, ama Villiers-Cotterets yoluna ve Noyon yoluna adam yollarız, ormanı aratırız ve oralarda kesinlikle onu yakalarız.” Saygıdeğer memur jandarma onbaşılarına özgü ses tonuyla daha yeni sözlerini bitirmişti ki, uzun bir çığlıkla birlikte bir


çıngırak sesi otelin avlusunda yankılandı. “Ah! Ah! Bu da ne?” diye haykırdı onbaşı. “İşte acelesi varmış gibi görünen bir yolcu,” dedi otelci. “Kaç numaradan çağırıyorlar?” “3 numaradan.” “Koşun çocuklar!” O sırada çığlıklar ve çıngırağın sesi arttı. Garson hızlandı. “Dur,” dedi onbaşı hizmetliyi durdurarak, “çıngırağı çalanın garsondan başka bir şeye ihtiyacı varmış gibi geldi bana, ona bir jandarma gerek. 3 numarada kim kalıyor?” “Bu akşam kız kardeşi ile birlikte posta arabasıyla gelen ve iki yataklı bir oda isteyen kısa boylu genç adam.” Çıngırak üçüncü kez sıkıntı dolu bir sesle çaldı. “Yardım edin! Mösyö komiser!” diye haykırdı onbaşı, “beni izleyin ve çok yakınımdan gelin.” “Bir dakika,” dedi otelci, “3 numaralı odaya giden iki merdiven vardır: biri dışardan biri içerden.” “İyi,” dedi onbaşı, “ben içeridekinden gideceğim, burası benim bölgem. Karabinalar dolu mu?” “Evet, onbaşım." “iyi! Sizler dışarıdakini gözetleyin, eğer kaçmak isterse, ateş edin, telgrafa bakılırsa bu önemli bir suçlu.” Onbaşı, arkasında komiserle hemen iç merdivende kayboldu, Andrea konusunda yaptığı açılamalar kalabalıkta bir uğultuya neden olmuştu, işte olanlar:


Andrea büyük bir beceriyle şöminenin üçte ikisini inmişti, ama oraya gelince ayağı kaymıştı ve elleriyle kendine destek yapmasına karşın istemediği kadar hızla, özellikle de istemediği kadar gürültü çıkararak aşağı düşmüştü. Oda boş olsaydı bunun önemi yoktu, ama ne yazık kı içinde insan vardı. İki kadın bir yatakta uyuyordu, gürültü ikisini de uyandırmıştı. Gözlerini gürültünün geldiği yere dikmişler ve şöminenin ağzından bir adamın çıktığını görmüşlerdi. Bu kadınlardan biri, sarışın olanı, tüm evde yankılanan o korkunç çığlığı atmıştı, esmer olanı ise çıngırağın kordonuna asılarak ve onu tüm gücüyle hareket ettirerek aların vermişti. Görüldüğü gibi, Andrea’nın işleri ters gidiyordu. “Acıyın!” diye haykırdı solgun, şaşkın, kiminle konuştuğunu fark etmeden, “acıyın! Kimseyi çağırmayın, kürtann beni! Size kötülük etmek istemiyorum.” “Katil Andrea!” diye haykırdı iki kadından biri. “Eugenie! Matmazel Danglars!” diye mmldandı Cavalcanti korkusu şaşkınlığa dönerek. “İmdat! İmdat!” diye bağırdı Matmazel d’Armilly, çıngırağı Eugenie’nin donup kalmış ellerinden alıp arkadaşından daha güçlü bir biçimde çalarak. “Kurtarın beni, peşimdeler!” dedi Andrea ellerini kavuşturarak; “Acıyın, merhamet edin, beni ele vermeyin!” “Çok geç, yukarı çıkıyorlar,” diye yanıt verdi Eugenie. “O zaman beni bir yerlere saklayın, korkacak bir neden olmadan korktuğunuzu söylersiniz; kuşkuları başka yöne


çekersiniz ve benim hayatımı kurtarmış olursunuz.” İki kadın birbirine sarılmış, üzerlerine yorganı çekmiş, bu yalvaran ses karşısında sessiz kaldılar, tüm kaygılar, tüm tiksinmeler kafalarında birbirine karışıyordu. “Pekala, öyle olsun!” dedi Eugenie, “Geldiğiniz yoldan geri dönün sefil adam, gidin, hiçbir şey söylemeyeceğiz.” “işte orada! işte orada!” diye bağırdı sahanlıkta bir ses, “işte orada, onu görüyorum.” Gerçekten de onbaşı gözünü anahtar deliğine dayamıştı ve Andrea’yı ayakta, yalvarırken görmüştü. Şiddetli bir dipçik darbesi kilidi yerinden söktü, iki darbeyle de sürgüler yerlerinden fırladı, kırılan kapı içeri düştü. Andrea avludaki galeriye bakan kapıya koştu, kapıp açtı ve atlamaya hazırlandı. İki jandarma karabinalarıyla oradaydılar, ona nişan aldılar. Andrea hazırlıksız yakalanmıştı, solgun, bedeni biraz arkaya devrilmiş, kıvrılmış halde, elinde bir işe yaramayan bıçağını tutuyordu. “Haydi kaçın!” diye haykırdı kalbindeki korku azaldıkça merhameti artan Matmazel d’Armilly; “haydi kaçın!” “Ya da kendinizi öldürün!” dedi Eugenie, başparmağıyla arenada zafer kazanmış gladyatöre yere serilmiş hasmınm işini bitirmesini emreden Vesta rahibelerinden birinin duruşu ve ses tonuyla. Andrea ürperdi ve genç kıza ahlak bozukluğunun, saygınlığın bu soylu acımasızlığı ile hiç ilgisi olmadığını


kanıtlayan, küçümseyen bir gülümsemeyle baktı. “Kendimi öldürmek mi!” dedi bıçağını atarak, “ ne yapmak için?” “Ama siz kendiniz söylediniz!” diye haykırdı Matmazel Danglars, “sizi ölüme mahkum edecekler ve katillerin en kötüsü gibi öldürecekler.” “Pöh!” diye yanıt verdi Cavalcanti kollarını kavuşturarak, “benim dostlarım var.” Jandarma onbaşısı elinde kılıçla ona doğru ilerledi. “Gidelim, gidelim,” dedi Cavalcanti, “kılıcınızı kınına sokun kahraman adam, teslim olduğuma göre bu kadar çalım satmanıza hiç gerek yok.” Ve ellerini kelepçelere doğru uzattı. iki genç kız gözlerinin önünde gerçekleşen bu iğrenç değişime korkuyla baktılar, Paris sosyetesinden bir adam gitmiş, yerine bir kürek mahkumu gelmişti. Andrea onlara gülümsemeyle:

doğru

döndü

ve

utanmazca

bir

“Babanıza iletmemi istediğiniz bir şey var mı Matmazel Eugenie?” dedi, “çünkü büyük bir olasılıkla Paris’e dönüyorum.” Eugenie iki eliyle yüzünü örttü. “Ah! Ah!” dedi Andrea, “utanmanız için bir neden yok, peşimden koşmak amacıyla arabaya atlayıp geldiğiniz için size kızmıyorum... Neredeyse kocanız olmayacak mıydım?”


Bu alaydan sonra Andrea, iki kaçağı utanç acısıyla ve topluluğun dedikodulanyla karşı karşıya bırakarak çıktı. Bir saat sonra iki genç kız da kadın giysilerini giymiş olarak yolculuk arabalarına biniyorlardı. Onları insanların bakışlarından korumak için otelin kapıları kapatılmıştı, ama bu çok sürmedi, kapı açıldı, çift sıra meraklıların, pırıl pırıl bakışların, mırıldanan ağızların ortasından geçtiler. Eugenie storları aşağı çekti, ama artık görmese de hâlâ duyuyordu, alaylı gülüşlerin sesi ona kadar geliyordu. . “Ah! Neden dünya bir çöl değil?” diye haykırdı Eugenie, kendini Matmazel d’Ar-milly’nin kollarına atarak. Bir darbede koparabilmek için, tüm Roma dünyasının bir tek kafadan oluşmasını isteyen Neron gibi gözleri öfkeden kıvılcımlar saçıyordu. Ertesi gün Bruxelle’de Flandre Oteli’ne iniyorlardı. Bir gün önce Andrea, Conciergerie’ye{214} hapsedilmişti.


99 YÂSA Matmazel Danglars ile Matmazel d’Armilly’nin son derece sakin bir biçimde görünüşlerini nasıl değiştirebildiklerini ve nasıl kaçabildiklerini görmüştük. Herkes kendi sorunlarıyla o kadar meşguldü ki başkalarını görecek halleri yoktu. Bankacıyı alm ter içinde, büyük borç sütunlarım hileli iflas hayaletinin karşısında art arda ayarlarken bırakalım, kendisini vuran darbenin şiddeti karşısında bir an ezildikten sonra, her zamanki danışmanı Lucien Debray’yi görmeye giden baronesi izleyelim. Aslında barones, Eugenie karakterindeki bir kızın çok sıkıcı vasilik görevini bırakmak için bu evliliğe güveniyordu, ailedeki hiyerarşi bağını sürdüren bu tür açıkça dile getirilmeyen sözleşmelerde, anne her zaman akıllılık ve kusursuzluk örneği olmak koşuluyla kızının gerçek yol göstereni idi. Oysa Madam Danglars Eugenie’nin keskin görüşlülüğünden ve Matmazel d’Armilly’nin öğütlerinden korkuyordu, kızının Debray’ye, annesinin özel sekreterle aşk ve para ilişkilerim biliyormuş gibi, küçümseyen gözlerle baktığını görüp şaşırmıştı, oysa daha öngörülü ve daha iyi bir yorum baronese, bunun tam tersine, Eugenie’nin Debray’den nefret ettiğini, bunun nedeninin baba evinde Debray’nin bir engel ve bir skandal öğesi olması değil, sadece Eugenie’nin onu Diogenes’in insan adım vermediği iki ayaklılardan biri gibi görmesi, Platon’un iki ayaklı ve tüysüz hayvanlar dolaylamasıyla belirttiği kategoriye koyması olduğunu kanıtlayabilirdi.


Ne yazık ki bu dünyada herkesin, başkalarının görüşünü anlamasını engelleyen bir görüşü vardır. Madam Danglars kendi görüşüne göre, Eugenie’nin gerçekleşmeyen evliliği nedeniyle son derece üzgündü, ama bu evlilik uygun ve çok yakışan bir evlilik olduğu ve kızım mutlu edeceği için değil, ona özgürlüğünü geri vereceği için üzgündü. O zaman, daha önce söylediğimiz gibi, Debray’ye koştu. Debray, tüm Paris gibi sözleşme ve arkasından çıkan skandal akşamı Danglarslarda hazır bulunduktan sonra, hemen kulübüne gitmiş ve orada birkaç arkadaşıyla kentin üçte birinin o saatte dünyanın en önemli işiymiş gibi yaptıkları yüksek düzeyde dedikodularının konusu olan olaydan söz ediyordu. Madam Danglars siyah bir elbise giymiş ve yüzünü bir tülle saklamış olarak, kapıcının genç adamın evinde olmadığını çok kesinlikle söylemesine karşın, Debray’nin dairesine giden merdiveni çıktığı sırada Debray de bu kadar korkunç bir skandaldan sonra aile dostu olarak görevinin Matmazel Eugenie Danglars ve iki milyonuyla evlenmek olduğunu ona kanıtlamaya çalışan bir dostunun imalarım reddetmekle meşguldü. Debray kendini yenik düşmeye razı bir insan gibi savunuyordu; çünkü bu düşünce sık sık akima gelmişti; sonra Eugenie’yi, onun bağımsız ve kendini beğenmiş karakterini iyi tanıdığı için, zaman zaman tümüyle savunma konumuna geçiyor, bir yandan bu evliliğin olanaksız olduğunu söylerken bir yandan da bu düşüncenin gururunu okşamasına izin veriyordu, ama tüm ahlakçıların dediğine bakılırsa, tıpkı Satan’ın haçın arkasından bakması gibi, en dürüst ve en temiz yürekli insanların bile ruhlarının derinliklerine bakıldığında


onların kafasını kurcalayan bir kötü düşünce vardır. Çay, oyun ve ilginç konuşmalar, gördüğünüz gibi, çok önemli konular tartışıldığı için, gece yarısı bire kadar sürdü. Bu sırada Lucien’in özel uşağı tarafından içeri alınmış olan Madam Danglars yüzünde tülle, kalbi çarparak küçük yeşil salonda, daha bu sabah kendisinin gönderdiği, Deb-ray’nin şu andaki yokluğunu zavallı kadına bağışlatan bir özenle yerleştirdiği, bölüm bölüm ayırdığı, budadığı çiçeklerle dolu iki sepetin arasında bekliyordu. Saat on biri kırk geçe, boşu boşuna beklemekten yorulan Madam Danglars arabasına bindi ve evine döndü. İyi bir çevreye ait kadınların şansı iyi gitmiş yosmalarla ortak bir yanları vardır, genelde eve saat gece on ikiyi geçtikten sonra gelmezler. Barones de konağa, Eugenie’nin dışarı çıkarken gösterdiği kadar büyük bir dikkatle döndü; sessizce, kalbi sıkışarak, bildiğimiz gibi dairesinin Eugenie’ninkine bitişik merdiveninden yukarı çıktı. Dedikodu çıkmasından çok korkuyordu, zavallı kadm, en azından bu noktada, kızının saflığına ve onun baba ocağına bağlılığına o kadar kesinlikle inanıyordu ki! Eve dönünce Eugenie’nin kapısını dinledi, hiçbir ses duymayınca içeri girmeye çalıştı, ama kapı sürgülenmişti. Madam Danglars Eugenie’nin gecenin korkunç sarsıntısından yorgun düşüp yattığını ve uyuduğunu düşündü. \ Oda hizmetçisini çağırdı ve onu sorguya çekti. “Matmazel Eugenie, Matmazel d’Armilly ile birlikte dairesine girdi,” dedi oda hizmetçisi, “sonra birlikte çay


içtiler, sonra da artık ihtiyaçları olmadığını söyleyerek beni gönderdiler...” Hizmetçi o zamandan beri mutfağın yanındaki odadaydı, herkes gibi o da iki genç kızın dairede olduğunu sanıyordu. Madam Danglars da en küçük bir kuşku duymadan yattı, ama insanlar konusunda sakin olmasına karşın olay akimdan çıkmıyordu. Düşünceleri kafasında aydınlandıkça sözleşme olayının boyutları büyüyordu: bu bir skandal değil bir patlamaydı, bu bir utanç değil bir yüzkarasıydı. O zaman barones istemese de, daha geçenlerde oğlu ve kocası konusunda bu kadar büyük bir felaketle darbe yemiş zavallı Mercedes’e karşı acımasız davrandığını anımsadı. “Eugenie mahvoldu,” dedi kendi kendine, “biz de. Olay, ortaya çıktığı haliyle bizi utanç içinde bırakacak, çünkü bizimki gibi bir toplumda bazı gülünç durumlar, yaşayan, kanayan ve iyileştirilemez yaralardır.” “Ne mutlu ki Tanrı Eugenie’ye beni çoğu zaman titreten garip bir karakter vermiş!” diye mırıldandı. Minnettar bakışlarını gökyüzüne doğru kaldırdı, gizemli Tanrı her şeyi olması gereken olaylara göre önceden düzenliyor, bir yanlış, hattâ bir kötülük kimi zaman bir mutluluk yaratıyordu. Sonra, dipsiz derinliklerdeki kuşun kanatlarını açarak yaptığı gibi düşüncesi boşluğu geçti, gidip Cavalcanti’de durdu. *


“Şu Andrea bir sefil, bir hırsız, bir katildi, ama yine de yarım yamalak hattâ tam bir eğitimli olduğunu gösteren halleri vardı; Andrea kendisini sosyeteye saygın adların desteğiyle büyük bir servet sahibiymiş gibi tanıtmıştı.” Bu karmaşanın içyüzü nasıl anlaşılabilir? Bu korkunç durumdan kurtulmak için kime başvurmalı? Sevdiği ve kimi zaman yitirdiği bir adamdan yardım isteyen bir kadının ilk heyecanıyla koştuğu Debray ona sadece öğüt verebilirdi, ondan daha güçlü birine başvurmalıydı. Barones o zaman Mösyö de Villefort’u düşündü. Cavalcanti’yi tutuklatmak isteyen Mösyö de Villefort’du, kendi ailesinin içinde, hiç acımadan, sanki yabancı bir aile imiş gibi, karışıklık çıkaran Mösyö de Villefort’du. Ama hayır; krallık savcısının acımasız bir adam olmadığını, görevlerinin tutsağı bir yargıç, soylu ve kararlı bir dost olduğunu, biraz sert, ama kendinden emin bir elle neşteri kokuşmuşluğun üstüne indirdiğini, onun bir cellat değil bir cerrah, insanların gözünde Danglarsların onurunu, insanlara damatları olarak tanıttıkları mahvolmuş bu genç adamın iğrençliğinden kurtarmak isteyen bir cerrah olduğunu düşündü. Danglars ailesinin dostu Mösyö de Villefort bunları yaptığı sırada, krallık savcısının önceden bir şeyler bildiği ve Andrea’nın çevirdiği dolaplardan birine bile katıldığı düşünülemezdi bile. Barones düşündüğünde, Villefort’un davranışını hâlâ ortak çıkarlarıyla açıklanabilen bir açıdan görüyordu.


Ama krallık savcısının acımasızlığı orada durmalıydı; ona ertesi gün gidecekti ve ondan, yargıçlık görevini aksatmasını değil, en azından onlara hoşgörme özgürlüğünü bırakmasını isteyecekti. Barones geçmişi yardıma çağıracak, anılarım tazeleyecekti, suçlu ama mutlu bir zaman adına yalvaracaktı; Mösyö de Villefort olayı küllendirecekti ya da en azından -bunu yapmak için gözlerim başka bir yana çevirmesi yeterliydi- bırakacaktı, ya da en azından Cavalcanti’nin kaçmasına izin verecekti ve cinayet davasını katilin gıyabında yürütecek, katilin gölgesini izleyecekti. Ancak bunları düşündükten sonra, daha rahat uyudu. Ertesi gün saat dokuzda kalktı, oda hizmetçisinin çıngırağını çalmadan, evde kim olursa olsun kimseye varlığım belli etmeden bir gün önceki sadeliği ile giyindi, merdivenleri indi, konaktan çıktı, Provence sokağına kadar yürüdü, bir arabaya bindi ve Mösyö de Villefort’un evine sürmesini söyledi. Bu lanetli ev bir aydır veba olduğu ilan edilip karantinaya alınmış bir yerin yaslı görünüşüne bürünmüştü; dairelerin bir bölümü içerden ve dışardan kapatılmıştı; kapalı panjurlar sadece bir dakika havalandırma için açılıyordu; bu pencereden bir uşağın şaşkın başının çıktığı görülüyordu, sonra pencere bir mezar taşının mezarın üstüne düşmesi gibi kapanıyordu, komşular alçak sesle şöyle diyorlardı: “Acaba bugün de mösyö krallık savcısının evinden bir cenazenin çıktığım görecek miyiz?” Madam Danglars ürpererek bu üzgün evin görünüşünü incelemeye başladı;


arabasından indi, dizleri titreyerek kapalı kapıya yaklaştı ve çaldı. Zilin yaslı çınlaması genel hüzne katılıyormuş gibiydi, ancak üçüncü çalışta bir kapıcı, sadece söylenenleri duyabileceği kadar araladığı kapıda belirdi. Kapıcının gördüğü bir kadın, sosyeteden bir kadın, zarif bir biçimde giyinmiş bir kadındı, ama yine de kapıyı hemen hemen kapalı tuttu. “Haydi açm şu kapıyı!” dedi barones. “Öncelikle, siz kimsiniz madam?” diye sordu kapıcı. “Kim miyim? Ama beni çok iyi tanıyorsunuz.” “Artık kimseyi tanımıyoruz madam.” “Siz delisiniz dostum!” diye haykırdı barones. “Kim diyeyim?” “Ah! Bu kadarı da çok fazla!” “Madam, beni bağışlayın, bu bir emir; adınız?” “Adım Barones Danglars. Beni kırk kez gördünüz.” “Olabilir madam, şimdi, ne istiyorsunuz?” “Ah! Çok tuhafsınız! Mösyö de Villefort’a adamlarının saygısızlığından yakınacağım.” “Madam, bu saygısızlık değil önlem: kimse buraya Mösyö d’Avrigny’nin izni olmadan ya da mösyö krallık savcısı ile görüşmeden giremez.” “Çok iyi, zaten benim de mösyö krallık savcısı ile görüşmem gerek.” “Acele bir iş mi?”


“Arabama geri dönmediğime göre bunu anlamış olmalısınız. Haydi artık bitsin şu iş: işte kartım, bunu efendinize götürün.” “Madam dönüşümü bekleyecek mi?” “Evet, haydi.” Kapıcı Madam Danglars’ı sokakta bırakarak kapıyı kapadı. Avluya giden kapıcı, kapıyı bir an bile gözden yitirmeyerek cebinden bir düdük çıkardı ve çaldı. Mösyö de Villefort’un özel uşağı sekide göründü. “Bu dürüst adamı bağışlayın madam,” dedi uşak baronesi karşılayarak, “ama emirler kesin ve Mösyö de Villefort başka türlü yapamayacaklarını madama söylemem için beni görevlendirdi.” Avluda yiyecek içecek getiren biri de aynı önlemlerle içeri alınmıştı ve getirdiği mallar inceleniyordu. Barones sekiye çıktı, kendi üzüntüsünü daha da çoğaltan bu hüznün, derinden derine içine işlediğini hissediyordu, özel uşağın rehberliğinde, rehber onu gözden yitirmeden, yargıcın çalışma odasına alındı. Madam Danglars’ın kafası onu buraya getiren nedenle ne kadar meşgul olsa da, uşak takımının davranışları ona öylesine saygısızca görünmüştü ki, hemen yakınmaya başladı. Ama Mösyö de Villefort acıyla ağırlaşmış başını kaldırdı ve ona o kadar hüzünlü bir gülümseme ile baktı ki yakınmaları dudaklarında dondu. “Uşaklarımı bağışlayın, onları suç işletecek kadar korkuttum: onlardan o kadar kuşkulanıldı ki, sonunda onlar


da kuşkucu oldular.” Madam Danglars yargıcın estirdiği büyük korkudan söz edildiğini çok duymuştu, ama kendi gözleriyle görmeseydi bu duygunun bu noktaya varacağına asla inanmazdı. “Siz de,” dedi, “siz de mi mutsuzsunuz?” “Evet, madam,” diye yanıt verdi yargıç. “Benim için üzülüyor musunuz?” “İçtenlikle madam.” “Beni buraya neyin getirdiğini anlıyor musunuz?” “Başınıza geleni bana anlatmak için geldiniz değil mi?” “Evet, mösyö, korkunç bir felaket.” “Yani bir terslik.” “Bir terslik!” diye haykırdı barones. “Heyhat! Madam!” diye yanıt verdi krallık savcısı sarsılmaz bir dinginlikle, “onarılmaz şeylere felaket adını vermeye başladım.” “Ah! Mösyö, bunun unutulabileceğine inanıyor musunuz?” “Her şey unutulur madam,” dedi Villefort; “kızınız bugün evlenmezse yarın evlenir, yarın olmazsa sekiz gün sonra evlenir. Matmazel Eugenie’nin geleceği için üzülmeye gelince, sizin düşüncenizin bu olduğunu sanmıyorum.” Madam Danglars onda bu neredeyse alaycı sakinliği görünce şaşkın şaşkın Villefort’a baktı. “Bir dostun evine mi geldim?” diye sordu saygın bir acıyla dolu bir sesle.


“Öyle olduğunu biliyorsunuz madam,” diye yanıt verdi Villefort, bu güvenceyi verirken yanakları hafifçe kızararak. Gerçekten de bu güvence şu anda, onun ve baronesin kafasını kurcalayan başka olaylara anıştırmada bulunuyordu. “Pekala!” dedi barones, “artık daha sevecen olun sevgili Villefort; benimle yargıç gibi değil dost gibi konuşun, ben son derece mutsuz olduğumda bana neşeli olmamı hiç söylemeyin.” Villefort boyun eğdi. • “Felaketten söz edildiğini duyduğum zaman, madam,” dedi, “üç aydan beri başıma gelen felaketleri düşünmek gibi can sıkıcı bir alışkanlık edindim ve bu bencilce koşut eylem kafamda elimden olmadan oluşuyor, işte bu nedenle benim felaketlerimin yanında sizinkiler bana yalnızca terslik gibi görünüyor, benim ölümcül konumum yanında sizinki bana imrenilecek bir şeymiş gibi görünüyor, ama bu sizin canınızı sıkıyor, bunu bir yana bırakalım. Ne diyordunuz madam?” “Sizden şu sahtekarın işinin hangi aşamada olduğunu öğrenmeye geldim dostum,” dedi barones. “Sahtekar!” diye yineledi Villefort; “gerçekten de madam, bazı şeyleri hafifletip bazılarını ise abartarak yan tutuyorsunuz; sahtekar, Mösyö Andrea Cavalcanti ya da daha doğrusu Mösyö Benedetto! Yanılıyorsunuz madam, Mösyö Benedetto bal gibi bir katil.” “Mösyö, düzeltmenizin doğruluğunu yadsımıyorum, ama siz bu zavallıya karşı ne kadar sert önlemler alırsanız ailemize o kadar darbe vurmuş olacaksınız. Haydi, bir süre için bunu unutun, onu izleyecek yerde bırakın kaçsın.”


“Çok geç kaldınız madam, emirler verildi.” “Pekala! Yakalanırsa... Onun yakalanacağına inanıyor musunuz?” “Umuyorum.” “Yakalanırsa, -bakın hapishanelerin dolup taştığını hep duyuyorum- o zaman onu hapiste bırakın.” Krallık savcısı olumsuz bir hareket yaptı. “En azından kızım evleninceye dek,” diye ekledi barones. “Olanaksız, madam; adaletin formaliteleri vardır.” “Benim için de mi?” dedi barones, yarı gülümser yarı ciddi. “Herkes için," diye yanıt verdi Villefort; “herkes gibi benim için de.” “Ah!” dedi barones, düşüncesini yansıtan bu iniltiye hiçbir söz eklemeden. Villefort ona düşüncelerim okumak ister gibi baktı. “Evet, ne demek istediğinizi anlıyorum,” dedi, “sosyete içinde yayılmış o korkunç dedikodulara, üç aydır beni yasa boğan tüm ölümlere, Valentine’in bir mucize gibi kurtulduğu ölüme, o doğal olmayan ölümlere imada bulunuyorsunuz.” “Hiç bunu düşünmemiştim,” dedi hemen Madam Danglars. “Evet, düşünmüştünüz madam ve haklıydınız, çünkü bunları düşünmemezlik edemezdiniz, kendi kendinize alçak sesle: ‘suçların peşine düşen sen, yamt ver: neden senin çevrende cezalandırılmamış suçlar var?’ diyordunuz.” Barones sarardı.


“Kendi madam?”

kendinize

bunları

söylüyordunuz,

değil

mi

“Evet, itiraf ediyorum.” “Size yanıt vereceğim.” Villefort koltuğunu Madam Danglarsin sandalyesine yanaştırdı; sonra iki elini çalışma masasına dayayarak her zamankinden daha boğuk bir sesle şöyle dedi: “Cezalandırılmamış suçlar vardır,” dedi, “çünkü suçlular bilinmemektedir, suçlu birinin yerine masum birinin cezalandırılmasından korkulur, ama suçlular bilindiğinde,” Villefort elini masasının karşısına konmuş bir haça doğru uzattı- bu suçlular bilindiğinde,” diye yineledi, “yaşayan Tanrı adına, madam, kim olurlarsa olsunlar, öleceklerdir. Şimdi, ettiğim ve tutacağım yeminden sonra madam, benden bu sefil için hoşgörü istemeye cesaret edebilecek misiniz?” “Pekala mösyö,” dedi Madam Danglars, “onun, söylendiği gibi, suçlu olduğundan emin misiniz?” “Bakın, işte dosyası: Benedetto, on altı yaşında sahtekarlıktan beş yıl kürek cezasına çarptırılmış; delikanlının ne olacağı belliymiş gördüğünüz gibi; sonra kaçmış, sonra da katil olmuş.” “Bu zavallı kimmiş?” “Eh! Bu bilinmiyor! Bir serseri, bir Korsikalı.” “Onu tanıyan kimse çıkmadı mı?” “Hiç kimse; ana babasını tanımıyor.” “Ama, Lucca’dan gelen o adam kimmiş?”


“Onun gibi bir dolandırıcı, belki de suç ortağı.” Barones ellerini kavuşturdu. “Villefort!” dedi en tatlı ve en okşayıcı sesiyle. “Tanrı aşkına! Madam,” diye yanıt verdi krallık savcısı sertlikten uzak olmayan bir kararlılıkla, “Tanrı aşkına! Benden asla bir suçluyu bağışlamamı istemeyin. “Ben neyim? Yasa. Yasanın sizin üzüntünüzü görmek için gözleri var mı? Sizin tatlı sesinizi duymak için kulakları var mı? İnce düşüncelerinizi uygulamak için bir belleği var mı? Hayır, madam, yasa emreder ve yasa emrettiği zaman da vurur. “Şimdi siz benim insan olduğumu, yasa olmadığımı söyleyeceksiniz, bir insan olduğumu, bir yasa kitabı olmadığımı söyleyeceksiniz. Bana bakın madam, çevreme bakın: insanlar bana kardeşleriymişim gibi mi davrandılar? Beni sevdiler mi? Beni kolladılar mı? Birisi çıkıp Mösyö de Villefort’un bağışlanmasını istedi mi? Ona Mösyö Villefort’un bağışlandığı söylendi mi? Hayır, hayır, hayır! Her zaman cezalandırıldım, her zaman! “Siz kadm olarak, yani büyüleyici bir kadm olarak bana kızarmam gerektiğini anımsatan anlamlı ve güzel gözlerinizle gelip konuşmakta diretiyorsunuz. Pekala! Olsun, evet, bildiğiniz nedenden ya da belki başka bir nedenden kızarmam gerekiyor. “Ama sonuçta günah işlediğimden bu yana, daha doğrusu belki de başkalarından daha gizli günah işlediğimden bu yana, işte o zamandan bu yana yarayı bulmak için başkalarının üstüne gittim ve yarayı her zaman buldum, dahası, onu


mutlulukla buldum, sevinerek buldum, insanın zayıflığının ya da kötülüğünün damgasını buldum. Çünkü suçlu olduğunu bildiğim her insan, cezalandırdığım her suçlu bana yaşayan bir kanıt gibi geliyordu, benim iğrenç bir istisna olmadığımı gösteren yeni bir kanıt! Ah! Ah! Herkes kötüdür madam, bunu kanıtlayalım ve kötüyü cezalandıralım!” Villefort bu son sözleri konuşmasına acımasız bir anlam kazandıran ateşli bir öfkeyle söylemişti. “Ama,” dedi Madam Danglars son bir çaba harcamayı deneyerek, “siz bu genç adamın serseri, anne babasız, herkesin terk ettiği biri olduğunu söylüyorsunuz değil mi?” “Zarar yok, zarar yok ya da daha iyi; Tanrı, arkasından kimse ağlamasın diye onu böyle yarattı.” “Bu zayıfın üstüne çullanmaktır mösyö.” “Cinayet işleyen bir zayıf.” “Onun namussuzluğu evime sıçrayacak.” “Ölüm benim evime sıçramadı mı?” “Ah! Mösyö,” diye haykırdı barones, “başkalarına karşı çok acımasızsınız, işte bunu size ben söylüyorum, size karşı da insanlar acımasız olacaklar.” “Olsun!” dedi Villefort kolunu tehdit eder gibi göğe kaldırarak. “Eğer yakalanırsa, en azından bu zavallının davasını gelecek oturumlara erteleyin; bu bize unutulmak için altı ay


kazandırır.” “Olmaz,” dedi Villefort; “daha beş günüm var; soruşturma yapıldı; beş gün, bu bana gerekenden daha fazla bir zaman; benim de unutmam gerektiğini anlamıyor musunuz madam? Çalıştığım zaman gece gündüz çalışıyorum, çalıştığım zaman artık anımsamadığım anlar oluyor, artık anımsamadığımda ölüler gibi mutlu oluyorum: ama bu, acı çekmekten daha iyi.” “Mösyö, o kaçtı; bırakın kaçsın, duyarsızlık kolay bir bağışlayıcılıktır.” “Size çok geç olduğunu söyledim! Gün doğarken telgraflar çekildi ve bu saatte...” “Mösyö,” dedi bir özel uşak içeri girerek, “bir süvari içişleri bakanlığından bu telgrafı getirdi.” Villefort mektubu kaptı ve hemen açtı. Madam Danglars büyük bir korkuyla ürperdi, Villefort sevinçten titredi. “Yakalanmış!” diye haykırdı Villefort, “onu Compiegne’de yakalamışlar; bu iş bitti.” Madam Danglars soğuk ve solgun ayağa kalktı. “Elveda mösyö,” dedi. “Elveda madam,” diye yanıt verdi krallık savcısı, neredeyse neşeyle onu kapıya kadar geçirirken. Sonra çalışma masasına dönerek: “Haydi bakalım,” dedi sağ elinin tersiyle mektubun üstüne vurarak, “bir sahteciliğim vardı, üç hırsızlığım ve üç yangınım, bir tek cinayetim eksikti işte o da var, mahkeme güzel olacak.”


100 HAYALET Krallık savcısının Madam Danglars’a söylediği gibi, Valentine henüz pek düzelmemişti. Yorgunluktan bitkin, hep yatakta yatıyordu ve odasındaydı, anlattığımız olayları, yani Eugenie’nin kaçışım, Andrea Cavalcanti’nin, daha doğrusu Benedetto’nun yakalanışını ve ona karşı yapılan cinayet suçlamasını Madam de Villefort’un ağzından öğrendi. Ama Valentine o kadar zayıftı ki bu anlatılanlar onun üzerinde sağlıklı halinde olacağı kadar etkili olmadı. Gerçekten de sadece belirsiz bazı düşüncelerdi bunlar, belirsiz, hattâ hasta beyninde doğan ya da gözlerinin önünden geçen hayaletlere ve garip düşüncelere karışmış tanımlanamaz biçimlerdi, daha sonra her şey duyularında tüm güçlerini yemden kazanmak için silindi gitti. Valentine gün boyunca, kendini torununun odasına taşıtan, orada kalan, babaca bakışlarıyla Valentine’i koruyan Noirtier’nin varlığıyla gerçeklik içinde kalıyordu; daha sonra, adalet sarayından döndüğünde Villefort babasının ve kızının yanında bir iki saat geçiriyordu. Saat altıda Villefort odasına çekiliyordu; saat sekizde Mösyö d’Avrigny geliyor ve genç kız için hazırlanmış gece şurubunu getiriyordu, sonra Noirtier odasına götürülüyordu. Doktorun seçtiği bir kadın nöbetçi herkesin yerine orada nöbet tutuyordu ve ancak saat dokuza ya da ona doğru, Valentine uyuduğunda oradan ayrılıyordu.


Aşağı inerken, Valentine’in odasının anahtarını Mösyö de Villefort’a bırakıyordu, bu durumda hiç kimse Madam de Villefort’un dairesinden ve küçük Edouardin odasından geçmeden hastanın yanma giremezdi. Morrel Har sabah Valentine hakkında haber alabilmek için Noirtier’ye geliyordu, ama Morrel, garip bir biçimde günden güne daha az kaygılı görünüyordu. Öncelikle, Valentine şiddetli bir sinir krizi tehlikesiyle karşı karşıya olsa da günden güne iyiye gidiyordu, hem sonra kendini kaybetmiş durumda koşa koşa gittiği Monte Kristo ona, eğer Valentine iki saat sonra ölmemişse kurtulacağını söylememiş miydi? İşte dört gün geçmişti ve Valentine hâlâ yaşıyordu. Sözünü ettiğimiz sinir krizi uykusunda ya da daha doğrusu uykudan önceki yarı uyku halinde bile Valentine’i rahat bırakmıyordu: işte o zaman, şöminenin üstüne konmuş kaymaktaşmdan kabının içinde yanan gece lambasının oluşturduğu yarı karanlığın ve gecenin sessizliği içinde Valentine, hastaların odasını dolduran gölgelerin geçtiğini ve yükselen ateşinin, titreşen kanatlarıyla bu gölgeleri salladığını görüyordu. O sırada, bazen onu tehdit eden üvey annesini, bazen kollarını ona uzatan Morrel’i, bazen de Monte Kristo Kontu gibi günlük yaşamına neredeyse yabancı insanları görür gibi oluyordu; bu kendinden geçtiği anlarda, mobilyalara kadar her şey hareketli ve değişken görünüyordu; bu durum sabahın ikisine ya da üçüne dek sürüyor, sonra kıza kurşun gibi ağır bir uyku bastırıyor ve bu uyku gün doğuncaya dek sürüyordu.


Valentine’in, Eugenie’nin kaçışını ve Benedetto’nun yakalanışını öğrendiği günün akşamı, bu olaylar, bir an için hissettiği duygulara karıştıktan sonra, yavaş yavaş kafasından uzaklaşmaya başlıyordu. Mösyö de Villefort, Mösyö d’Avrigny ve Noirtier’nin art arda gitmelerinin ardından saat Saint-Philippe du Roule’da on biri çalarken, kapısındaki nöbetçi kadm doktor tarafından hazırlanmış sulu ilacı hastanın başucuna koyup odasının kapısını kapattıktan sonra, Valentine, yattığı odadan hizmetçilerin yorumlarını ürpererek dinliyor, üç aydır geceleri krallık savcısının bekleme odasında konuşulanların konusu olan ölümle ilgili öyküler belleğine üşüşüyordu. Özenle kapanan bu odada beklenmedik bir olay yaşamak üzereydi. Nöbetçi çekileli aşağı yukarı on dakika olmuştu. Valentine bir saattir her akşamki gibi yükselen ateşiyle boğuşurken, istemeye istemeye kafasını, durmadan aynı düşünceleri ürete ürete ya da aynı görüntüleri oluştura oluştura tükenen beyninin güçlü, tekdüze ve umarsız işleyişine bırakmıştı. Gece lambasının fitili hepsi bin bir çeşit izler taşıyan ışıklar saçarken, Valentine, birden, lambanın titreyen ışığında, şöminenin yanına bir duvar girintisine konmuş kitaplığının, en küçük bir ses çıkarmadan menteşelerinin üzerinde döndüğünü ve yavaşça açıldığını gördüğünü sandı. Başka zaman olsa Valentine hemen yardım istemek için çıngırağı yakalayıp, ipek kordonu çekerdi; ama içinde bulunduğu durumda artık hiçbir şey onu şaşırtmıyordu. Onu saran tüm görüntülerin, kendi saçmalıklarının ürünleri olduğunun bilincindeydi ve gece gelen ve gün doğunca yok


olan hayaletlerin asla iz bırakmamalarından bu kanıya varmıştı. Kapının arkasında bir insan görüntüsü belirdi. Valentine ateşi olduğu için kendisini korkutacak bu tür görüntülere çok alışmıştı, sadece Morrel ile karşılaşmayı umarak gözlerini dört açtı. Görüntü ona doğru ilerlemeye devam etti, sonra durdu, büyük bir dikkatle dinliyor gibiydi. O anda gece lambasının ışığı gece ziyaretçisinin yüzünü aydınlattı. “Bu o değil!” diye mırıldandı Valentine. Sonra bu adamın, düşlerinde gördüğü gibi kaybolacağını ya da başka birine dönüşeceğini, düş gördüğünü düşünerek bekledi. Sadece kalp atışlarını dinledi, kalbinin şiddetle attığını hissedince bu tedirgin edici görüntüleri yok etmenin en iyi yolunun bir şeyler içmek olduğunu anımsadı: Valentine’in doktora yakındığı çarpıntılarını yatıştırmak amacıyla hazırlanmış içeceğin serinliği ateşini düşürürken beynindeki duyarlılığı da tazeliyordu; onu içince bir süre daha az acı çekiyordu. Valentine elini ayaklı kristal tabağın üstüne bırakılmış bardağını almak için uzattı, ama titreyen kolunu yatağın dışına doğru uzatırken hayalet yatağa doğru yine, her zamankinden daha hızlı iki adım attı ve genç kızın o kadar yakınma geldi ki, genç kız onun soluğunu duydu, elinin baskısını hissetti sanki.


Bu kez yanılsama ya da daha doğrusu gerçek, Valentine’in o zamana kadar hissettiği her şeyin ötesindeydi; iyice uyanmış ve capcanlı olduğuna inanmaya başladı; tümüyle aklının başında olduğunun bilincine vardı ve ürperdi. Valentine’in amaçlıyordu.

hissettiği

baskı

onun

kolunu

tutmayı

Valentine kolunu yavaşça geri çekti. O zaman bakışlarını ondan ayırmayan ve zaten tehdit edici olmaktan çok koruyucu gibi görünen bu kişi bardağı aldı, gece lambasına yaklaştı, berraklığı ve duruluğu konusunda bir değerlendirme yapmak ister gibi içeceğe baktı. Ama bu ilk inceleme yeterli olmadı. Bu adam ya da bu hayalet, çünkü o kadar sessiz yürüyordu ki ayak sesleri halıda duyulmuyordu, bu adam bardaktaki içecekten bir kaşık aldı ve içti. Valentine gözünün önünde olup bitene büyük bir şaşkınlıkla bakıyordu. Tüm bunların birazdan yok olacağını, onun yerini bir başka tablonun alacağını çok iyi biliyordu, ama o adam bir gölge gibi yok olacağına ona yaklaştı, bardağı Valentine’e uzatarak heyecan dolu bir sesle: “Şimdi için!” dedi. Valentine ürperdi. İlk kez görüntülerden biri ona böyle canlı bir sesle bir şey söylüyordu. Bir çığlık atmak için ağzını açtı. Adam parmağını dudaklarının üstüne götürerek:


“Monte Kristo Kontu!” diye fısıldadı. Genç kızın gözlerinde, ellerinin titreyişinde, çarşafların altında büzülmek için yaptığı hızlı harekette belli olan korkudan, inancına karşı gelen son kuşku savaşımı anlaşılabili-yordu, yine de Monte Kristo Kontunun bu saatte onun odasında oluşu, duvardan esrarengiz, olağanüstü ve açıklanamaz girişi, Valentine’in altüst olmuş mantığına olanaksız bir şeymiş gibi geliyordu. “Kimseye seslenmeyin, korkmayın,” dedi kont, “yüreğinizde küçücük bir kuşku ışığı ya da kaygı gölgesi olmasın; karşınızda gördüğünüz adam, -çünkü bu kez haklısınız Valentine, bu bir yanılsama değil- karşınızda gördüğünüz adam düşünebileceğiniz en şefkatli baba, en saygılı dosttur.” Valentine verecek hiçbir yanıt bulamadı: kendisiyle konuşan kişinin gerçekten var olduğunu açıklayan bu sesten o kadar büyük bir korku duyuyordu ki, bununla kendi gerçek varlığı arasında bir bağ kurmaktan ödü patlıyordu, ama korkan bakışları şunları söylemek istiyordu: “Eğer bu kadar iyi niyetli iseniz neden buradasınız?” Kont olağanüstü öngörüsüyle genç kızın kalbinden geçen her şeyi anladı. “Beni dinleyin,” dedi, “ya da bana bakın: kıpkırmızı olmuş gözlerime ve her zamankinden daha soluk olan yüzüme bakın; bunun nedeni dört gündür bir an bile gözümü kırpmamış olmamdır; dört gündür geceleri sizin başınızda bekliyorum, sizi koruyorum, sizi dostumuz Maximilien için koruyorum.”


“Maximilien!” diye yineledi Valentine, bu adı söylemek ona o kadar güzel geliyordu ki; “Maximilien! Size her şeyi itiraf etti mi?” “Her şeyi. Bana sizin hayatınızın kendi hayatı olduğunu söyledi, ona sizin yaşayacağınız konusunda söz verdim.” “Ona benim yaşayacağım konusunda söz mü verdiniz?” “Evet.” “Gerçekten de mösyö, biraz önce dikkatli olmaktan ve korumaktan söz ettiniz. Siz doktor musunuz?” “Evet, şu anda Tanrının size gönderebileceği en iyi doktorum, inanın bana.” “Geceyi benim başımda bekleyerek geçirdiğinizi mi söylüyorsunuz?” diye sordu Valentine kaygıyla, “neredeydiniz? Sizi görmedim.” Kont elini kitaplığa doğru uzattı. “Bu kapının arkasına saklanmıştım,” dedi “bu kapı kiraladığım bitişik eve açılıyor.” Valentine utangaç bir gururla gözlerini kaçırdı ve büyük bir korkuyla: “Mösyö,” dedi, “yaptığınız şey eşi görülmemiş bir çılgınlık, bana yaptığınız bu koruyuculuk daha çok bir hakarete benziyor.” “Valentine,” dedi kont, “bu uzun bekleyiş sırasında gördüklerim sadece yanınıza girip çıkanların kimler olduğu, size hazırlanan yiyeceklerin, verilen içeceklerin neler olduğuydu; içecekler bana tehlikeli göründüğünde biraz önceki gibi içeri giriyordum, bardağınızı boşaltıyordum ve o içeceğin yerine sizi iyileştirici içeceği, sizin için hazırlanmış


ölüm yerine damarlarınızdan yaşam geçirecek içeceği koyuyordum.” “Zehir! Ölüm!” diye haykırdı Valentine, kendini yemden ateşli bir yanılsamanın etkisi altında hissederek; “siz ne diyorsunuz mösyö?” dedi. “Sus! Yavrum,” dedi Monte Kristo, parmağını yeniden dudaklarına götürerek, “zehir dedim, evet, ölüm dedim ve ölüm diye yineliyorum, ama önce şunu için.” Kont cebinden içinde kırmızı bir şurup olan küçük bir şişe çıkardı ve bardağa birkaç damla boşalttı. “Bunu içtikten sonra gece artık hiçbir şey içmeyin.” Valentine elini uzattı, ama bardağa dokunur dokunmaz korkuyla geri çekti. Monte Kristo bardağı aldı, yarısına kadar içti ve Valentine’e uzattı, genç kız bardağın geri kalanını gülümseyerek içti. “Ah! Evet,” dedi, “geceleri içtiğim, içime biraz ferahlık veren, beynimi biraz sakinleştiren şurubun tadını tanıyorum. Sağolun mösyö, sağolun.” “işte dört gün böyle yaşadınız Valentine,” dedi kont. “Ama ya ben nasıl yaşıyordum? Ah! Bana geçirttiğiniz o korkunç saatler! Ah! Ölümcül zehirin bardağınıza boşaltıldığını gördüğümde, ben o zehiri şömineye atacak zaman bulamadan sizin onu içebileceğiniz korkusuyla titrerken bana çektirdiğiniz korkunç işkence!” “Bardağıma ölümcül zehiri boşalttıklarım gördüğünüzde bin bir işkence çektiğinizi mi söylüyorsunuz mösyö?” dedi Valentine korkunun doruğunda, “ama eğer bardağıma zehirin


boşaltıldığını gördüyseniz, olmalısınız değil mi?”

onu

boşaltanı

da

görmüş

“Evet.” Valentine oturmak ister gibi doğruldu ve kardan daha beyaz işlemeli patiskayı göğsüne bastırdı, kendinden geçtiği zamanlardaki terine korkudan buz kesmiş teri de karışmaya başlamış, patiska nemlenmişti. “Onu gördünüz mü?” diye yineledi genç kız. “Evet,” dedi kont ikinci bir kez. “Bana söylediğiniz şey korkunç, mösyö, beni inandırmaya çalıştığınız şey cehennem gibi. Nasıl olur? Babamın evinde bu nasıl olur? Odamda nasıl olur? Hasta yatağımda beni hâlâ öldürmeye mi çalışıyorlar? Ah! Gidin mösyö, benim bilincimi sınıyor olmalısınız, ulu Tanrıya küfür ediyorsunuz, bu olanaksız, bu olanaksız.” “Bu elin vurduğu ilk kurban siz misiniz Valentine? Çevrenizde ölen Mösyö de Saint-Meran’ı, Madam de SaintMeran’ı, Barrois’yı görmediniz mi? Eğer üç aydır gördüğü tedavi onda zehire karşı bağışıklık sağlamış olmasaydı, bu zehirden Mösyö Noirtier’nin de öleceğini görmeyecek miydiniz?” “Aman Tanrım!” dedi Valentine, “bunun için mi dedeciğim yaklaşık bir aydır onun tüm içtiklerini paylaşmamı istemişti?” “Ve bu içtiklerinizin yarı yarıya kurumuş portakal kabuğu tadı gibi acı bir tadı vardı değil mi?” diye haykırdı Monte Kristo. “Evet! Tanrım, evet!”


“işte bu her şeyi açıklıyor,” dedi Monte Kristo; “dedeniz de burada insanların zehirlendiğini ve belki de kimin zehirlediğini biliyor. “O sizi, gözbebeği torununu ölümcül maddeye karşı korudu ve ölümcül madde, alışkanlığın kazamlması üzerine etkisini yitirdi! Dört gün önce aslında hiç affetmeyen bir zehirle zehirlendikten sonra nasıl olup da hâlâ yaşadığınızı kendi kendime açıklayamıyor-dum, demek neden buymuş.” “Katil, cani kim?” “Bu kez ben size soracağım: geceleri odanıza birisinin girdiğini hiç görmediniz mi?” “Evet, gördüm. Çoğu kez gölgelerin geçtiğini, yaklaştığını, uzaklaştığını, ortadan kaybolduğunu gördüm, ama onların ateşten kaynaklanan hayaller olduklarını sandım, biraz önce siz içeri girdiğinizde de uzun süre ya kendimden geçtiğimi ya da düş gördüğümü sanmıştım.” “Yani yaşamınız boyunca size kızan birini tanımıyor musunuz?” “Hayır,” dedi Valentine, “neden birisi benim ölmemi istesin?” “O zaman onun kim olduğunu öğreneceksiniz,” dedi Monte Kristo dikkatle dinleyerek. “Bu nasıl olacak?” diye sordu Valentine çevresine korkuyla bakarak. “Çünkü bu akşam artık ne ateşiniz olacak ne de kendinizden geçeceksiniz, çünkü bu akşam uyanık olacaksınız, işte saat gece yarısını çaldı, bu saat katillerin saatidir.”


“Tanrım! Tanrım!" dedi Valentine eliyle alnında parlayan teri silerek. Gerçekten de saat gece yansını yavaş yavaş ve hüzünle vurdu, tunç tokmağın her darbesi genç kızın kalbine vuruyordu sanki. “Valentine,” diye devam etti kont, “tüm gücünüzü toplayın, soluğunuzu tutun, sesiniz çıkmasın, uyur gibi yapın, göreceksiniz, göreceksiniz!” Valentine kontun elini tuttu. “Sanırım bir ses duydum,” dedi, “gidin haydi!” “Elveda ya da hoşçakahn,” diye yanıt verdi kont. Sonra, o kadar hüzünlü, o kadar babacan gülümsedi ki, genç kızın kalbi minnetle doldu, kont ayaklarının ucuna basarak kitaplığın kapısına ulaştı. Ama kapıyı arkasından kapatmadan önce geriye dönerek: “Sakın bir hareket yapmayın,” dedi, “tek söz etmeyin, sizin uyuduğunuzu sansınlar, yoksa ben yetişemeden sizi belki de öldürürler.” Bu korkunç emirden sonra kont kapının arkasında kayboldu, sonra kapı onun arkasından sessizce kapandı.


101 YEŞİL ÇEKİRGE Valentine yalnız kaldı; başka iki saat sarkacı da SaintPhilippe du Roule’ün sarkacından daha sonra, farklı uzaklıklardan gece yarısını vurdu. Sonra, uzaktaki birkaç arabanın uğultusu dışında her şey yeniden sessizliğe gömüldü. O zaman Valentine’in tüm dikkati odasında, bir ibresi saniyeleri gösteren saatin sarkacında toplandı. Genç kız saniyeleri saymaya başladı ve saniyelerin, kalbinin atışından iki kat daha yavaş ilerlediğini fark etti. Yine de kuşkusu vardı; kimseye zaran olmayan Valentine, birisinin onun ölümünü isteyeceğini düşünemiyordu; neden? Hangi amaçla? Bir düşman edinmek için kime ne kötülük yapmıştı? Korkudan uyuyamıyordu. Tek bir düşünce, korkunç bir düşünce gergin ruhuna egemendi; o da bu dünyada onu öldürmek isteyen birinin olduğu ve bunu yine denemek isteyeceğiydi. Eğer bu kez bu kişi zehirin etkisiz olduğunu görmekten bıkmışsa, Monte Kristo’nun dediği gibi, kılıca başvuracaktı. Ya kontun yardıma koşacak kadar zamanı olmazsa! Ya şu an son saniyelerini yaşıyorsa! Ya Morrel’i bir daha göremeyecekse! Valentine hem benzini solduran, hem de onu buz gibi tere boğan bu düşünceyle az kalsın çıngırağın kordonunu yakalayıp yardım isteyecekti.


Ama kitaplığın kapı aralığından kontun gözlerinin parladığını görür gibi oluyordu, bu bakışlar anılarım etkiliyor, düşündüğünde utançtan öylesine eziliyordu ki konta karşı duyduğu minnettarlığın, bir gün onun zamansız dostluğunun bu can sıkıcı etkisini silip silemeyeceğini kendi kendine soruyordu. Yirmi dakika, sonsuzluk kadar uzun bir yirmi dakika böyle geçti, sonra bir on dakika daha geçti, sonunda saatin sarkacı bir saniye erken gıcırdayarak zile vurdu. Tam o anda kitaplığın tahtası üzerinde belli belirsiz bir tırnak tıkırtısı Valentine’e, kontun beklediğini ve kendisine de beklemesini salık verdiğini anlattı. Gerçekten de Valentine karşı taraftan, yani Edouard’ın odası tarafından döşemenin gıcırdadığını duyar gibi oldu; neredeyse soluğunu tutarak kulak verdi, kilidin dili tıkırdadı ve kapı menteşeleri üzerinde döndü. Valentine dirseği üzerinde doğrulmuştu, ancak kendini yatağa atıp gözlerini koluyla saklayacak zaman buldu. Sonra heyecanla ve titreyerek, kalbi anlaşılmaz bir korkuyla sıkışarak bekledi. Biri yatağa yaklaştı ve perdelere hafifçe dokunup geçti. Valentine tüm gücünü topladı, sakin sakin uyuyormuş gibi düzenli soluk alıp vermeye başladı. “Valentine,” dedi bir ses yavaşça. Genç kız iliklerine kadar titredi ama hiç yanıt vermedi. “Valentine,” diye yineledi aynı ses.


Aynı sessizlik: Valentine hiç uyanmayacağına söz vermişti. Sonra her şey kımıltısız kaldı. Sadece Valentine biraz önce boşalttığı bardağa doldurulan sıvının belli belirsiz sesini duydu. O zaman uzanmış kolunun altından gözkapaklarım aralamaya cesaret etti. Ve daha önceden küçük bir şişede hazırlanmış bir sıvıyı bardağına boşaltan beyaz sa-bahlıklı bir kadın gördü. Bu kısa sürede Valentine belki soluğunu tuttu, belki de bir hareket yaptı, çünkü kadın kaygıyla durdu, Valentine’in gerçekten uyuyup uyumadığını daha iyi görmek için yatağa eğildi: bu kadın Madam de Villefort’du. Üvey annesini tanıyan Valentine acı bir ürpermeyle titredi, bu da yatağı salladı. Madam de Villefort hemen duvarın gölgesine çekildi ve orada yatağın perdesinin arkasına sığınarak sessiz ve dikkatli, Valentine’in en küçük bir hareketini gözetlemeye başladı. Valentine, Monte Kristo’nun korkunç sözlerini anımsadı; kadının diğer elinde bir tür uzun ve keskin bıçağın parıldadığını görür gibi oldu. O zaman iradesinin tüm gücünü toplayıp gözlerini kapamaya çalıştı, ama her zaman o kadar kolay olan bu işlev, duyularımızın bu en ürkek işlevi, o anda yapılması neredeyse olanaksız bir şeydi, doymak bilmeyen bir merak gözkapaklarım açık tutmak ve gerçeği anlamak için çaba harcıyordu. Ama sessizliğin içinde Valentine’in düzenli soluk alıp verişinden çıkan sesin yeniden başlaması ile onun


uyuduğundan emin olan Madam de Villefort kolunu yeniden uzattı ve yatağın başucuna toplanmış perdelerin arasına yarı gizlenmiş durarak, şişenin içindekini sonuna kadar Valentine’in bardağına boşalttı. Sonra en küçük bir gürültü çıkarmadan gitti, öyle ki Valentine onun gidişini duymadı bile. Valentine sadece kolun kaybolduğunu görmüştü, hepsi bu; bu kol, yirmi beş yaşında genç ve güzel bir kadının ölüm akıtan soğuk ve tombul koluydu. Madam de Villefort’un odasında kaldığı bu bir buçuk dakikada, Valentine’in hissettiklerini açıklamak olanaksızdı. Kitaplıktan gelen tırnak tıkırtısı genç kızı duyularını yitirmiş gibi içine gömüldüğü uyuşukluktan çekip çıkardı. Çaba harcayarak başını kaldırdı. Kapı yine sessizce, ikinci bir kez menteşeleri üzerinde döndü ve Monte Kristo Kontu göründü. “Pekala! Hâlâ kuşkunuz var mı?” diye sordu kont. “Aman Tanrım!” diye mırıldandı genç kız. “Gördünüz mü?” “Ne yazık ki evet!” “Tanıdınız mı?” Valentine bir inilti kopardı. “Evet,” dedi, “ama inanamıyorum.” “O zaman ölmeyi yeğliyorsunuz!...”

ve

Maximilien’i

de

öldürmeyi


“Tanrım, Tanrım!” diye yineledi genç kız neredeyse kendini kaybederek; “ama evden gidemez miyim, kurtulamaz mıyım?” “Valentine, sizi izleyen el sizi her yerde bulur: para gücüyle hizmetçileriniz kandırılır ve ölüm kılık değiştirmiş olarak, kaynağından içtiğiniz suda, ağaçtan kopardığınız meyvede, her görünüm altında karşınıza çıkacaktır.” “Ama siz dedeciğimin önleminin bana zehire karşı bağışıklık kazandırdığını söylememiş miydiniz?” “Bir zehire karşı ve henüz güçlü bir dozda kullanılmamış zehire karşı; zehir değiştirilecek, dozu da artırılacaktır.” Kont bardağı aldı ve dudaklarını değdirdi. “İşte bakın,” dedi, “bunu yapmış bile. Artık sizi brüsin ile zehirlemiyor, basit bir uyuşturucuyla zehirliyor. Bu zehirin içinde eritildiği alkolün tadını biliyorum. Eğer Madam de Villefort’un bu bardağa biraz önce boşalttığı zehiri içmiş olsaydınız ölmüştünüz.” “Aman Tanrım!” diye haykırdı genç kız, “benden ne istiyor?” “Nasıl! Siz o kadar tatlı, o kadar iyisiniz ve kötülüğe o kadar inanmıyorsunuz ki, bunu anlayamıyorsunuz değil mi Valentine?” “Hayır,” dedi genç kız; “ben ona hiç kötülük yapmadım.” “Ama siz zenginsiniz Valentine; sizin iki yüz bin frank geliriniz var ve bu iki yüz bin franklık geliri siz onun oğlunun elinden alıyorsunuz.”


“Nasıl yani? Benim servetim hiç de onun serveti değil, bana büyükannemden ve büyükbabamdan kaldı.” “Elbette, işte Mösyö ve Madam de Saint-Meran bunun için öldüler: siz onların mirasçısı olasınız diye; işte sizi mirasçısı yaptığı gün Mösyö Noirtier bu nedenle mahkum oldu; işte bu nedenle siz de ölmelisiniz Valentine; böylece babanız sizin mirasçınız olacak, erkek kardeşiniz de tek çocuk olduğu için babanızın mirasçısı olacak.” “Edouard! Zavallı çocuk, tüm bu cinayetler onun için mi işleniyor?” “Ah! Sonunda anladınız.” “Aman Tanrım! Dilerim tüm bu suçlar onun üstüne kalmaz!” “Siz bir meleksiniz Valentine.” “Peki büyükbabam, onu öldürmekten vaz mı geçtiler?” “Düşündüler ki, siz mirastan yoksun bırakılmadıkça, öldüğünüzde bu miras doğal olarak erkek kardeşinize kalacağına göre bu, sonuçta yararsız bir cinayet olacaktı, üstelik-iki nedenden tehlikeli olacaktı.” “Ve böyle bir çözüm bir kadının kafasından çıktı! Aman Tanrım! Aman Tanrım!” “Perugia’yı anımsayın, posta otelinin çardağını, kahverengi paltolu adamı anımsayın, üvey anneniz aqua-tofana ile ilgili sorular soruyordu; işte, daha o zamandan bu korkunç tasarı kafasında olgunlaşıyordu.” “Ah! Mösyö,” diye haykırdı tatlı genç kız gözyaşlarına boğularak, “şimdi anlıyorum, eğer durum böyleyse ben ölüme mahkum oldum demektir.”


“Hayır, Valentine, hayır, çünkü tüm bu komploları önceden düşündüm; hayır, çünkü düşmanımız, ne yapacağını önceden bildiğimize göre, yenildi demektir; hayır, yaşayacaksınız Valentine, sevmek ve sevilmek için yaşayacaksınız, mutlu olmak ve soylu bir yüreği mutlu etmek için yaşayacaksınız; ama yaşamak için Valentine, bana çok güvenmeniz gerek.” “Emredin mösyö, ne yapmam gerek?” “Size verdiğimi gözü kapalı yiyip içeceksiniz.” “Ah! Tanrı şahidim olsun,” diye haykırdı Valentine, “eğer tek başıma olsaydım ölmeyi yeğlerdim.” “Kimseye güvenmeyeceksiniz, babanıza bile.” “Babam bu korkunç komploda yer almıyor, değil mi mösyö?” dedi Valentine ellerini kavuşturarak. “Hayır, ama babanız, yasal suçlamalara alışık bir insan olan babanız evindeki tüm bu ölümlerin hiç de doğal olmadığından kuşku duymalıydı. Sizin başınızda bekleyen kişi babanız olmalıydı, bu saatte benim olduğum yerde babanız olmalıydı; bu bardağı o boşaltmış olmalıydı; katilin dikilen o olmalıydı. Hayalet hayalete karşı,” diye fısıldadı, cümlesini yüksek sesle bitirirken. “Mösyö,” dedi Valentine, “yaşamak için her şeyi yapacağım, çünkü beni ben ölürsem ölecek kadar seven iki kişi var dünyada: büyükbabam ve Maximilien.” “Sizi kolladığım gibi onları da kollayacağım.” “Pekala mösyö, bana istediğinizi yapın,” dedi Valentine. Sonra yüksek sesle: “Ah Tanrım! Ah Tanrım!” dedi, “daha başıma neler gelecek?”


“Başınıza bir şey gelince hiç korkmayın Valentine, eğer acı çekerseniz, gözünüz görmez, kulağınız duymaz olup dokunma duyunuzu yitirirseniz de hiç korkmayın, nerede olduğunuzu bilmeden uyanırsanız korkmayın, uyandığınızda kendinizi bir mezarın içinde ya da çivilenmiş bir tabutun içinde bulursanız da korkmayın, konuştuklarımızı anımsayın ve şöyle deyin: ‘şu anda, bir dost, bir baba, benim ve Maximilien’in mutluluğunu isteyen bir adam, işte o adam beni koruyor.’” “Ne yazık! Ne korkunç durum!” “Valentine, üvey annenizi ele vermeyi mi yeğlerdiniz?” “Bunu yapmaktansa yüz kez ölürüm daha iyi! Ah! Evet, ölmek.” “Hayır ölmeyeceksiniz, başınıza ne gelirse gelsin, bana söz verin, hiç yakınmayacaksınız, hep umut edeceksiniz, söz mü?” “Maximilien’i düşüneceğim.” “Siz benim sevgili kızlınsınız Valentine, tek başıma sizi kurtarabilirim ve kurtaracağım.” Valentine korkunun doruğunda, ellerini birleştirdi çünkü Tanrıdan cesaret istemenin zamanının geldiğini hissediyordu, ve durmadan sözcükler mırıldanarak ve beyaz omuzlarını uzun saçlarından başka kapatan bir örtü olmadığı unutarak dua etmek için doğruldu, geceliğinin ince danteli altından kalbinin çarptığı görülüyordu. Kont elini yavaşça genç kızın koluna koydu, kadife yatak örtüsünü boynuna kadar çekti ve bir baba gibi gülümseyerek:


“Kızım,” dedi, “Tanrımn iyiliğine ve Maximilien’in aşkına inandığınız gibi benim bağlılığıma da inanın.” Valentine ona minnettarlık dolu bakışlarla baktı ve onun koruyucu kanatları altındaki bir çocuk gibi uysallaştı. O zaman kont yeleğinin cebinden zümrüt bir şeker kutusu çıkardı, onun altından kapağını kaldırdı ve Valentine’in sağ eline bezelye büyüklüğünde küçük yuvarlak bir pastil bıraktı. Valentine öbür eliyle onu aldı, konta dikkatle baktı: bu gözüpek koruyucunun yüz çizgilerinde ilahi gücün ve görkemin yansıması vardı. Valentine’in ona bakışıyla soru sorduğu belliydi. “Evet,” diye yanıt verdi kont. Valentine pastili ağzına koydu ve yuttu. “Şimdi hoşçakal yavrum,” dedi kont, “ben uyumaya gidiyorum, çünkü kurtuldunuz.” “Gidin,” dedi Valentine, “başıma ne gelirse gelsin korkmayacağıma söz veriyorum.” Monte Kristo gözlerini uzun zaman genç kızdan ayıramadı, Valentine kontun ona verdiği uyuşturucunun etkisiyle yavaş yavaş uyumaya başlamıştı. O zaman kont bardağı aldı, onun dörtte üçünü, sanki Valentine içmiş gibi, şömineye boşalttı, sonra bardağı başucundaki masanın üstüne koydu, daha sonra kitaplığın kapısına gitti ve Tanrının ayakları dibine yatmış bir melek saflığı ve güveniyle uyuyan Valenti-ne’e son bir kez baktıktan sonra ortadan kayboldu.


102 VALENTİNE Gece lambası Valentine’in şöminesi üzerinde yanmaya devam ediyordu, suyun üstünde yüzen son birkaç damla yağ tükenmek üzereydi; daha şimdiden kızılımsı bir halka fanusun içinde yüzdüğü kaymaktaşmı renklendirmişti, henüz canlı olan alevden, cansız varlıklarda, insan denen zavallı yaratıktaki can çekişme kasılmalarına benzeyen son çıtırtılar çıkmaya başlamıştı; basık ve sıkıntılı bir günün değişken renkli yansımaları genç kızın çarşaflarına ve beyaz perdelere düşüyordu. Bu kez sokaktaki tüm sesler kesilmişti ve içerdeki sessizlik ürkütücüydü. Bu sırada Edouard’ın odasının kapısı açıldı, kapının karşısındaki aynada daha önce gördüğümüz yüz belirdi: bu, hazırladığı içeceğin etkisini görmek için gelen Madam de Villefort’du. Eşikte durdu, hiçbir şey yokmuş gibi sessiz görünen bu odada duyulan tek ses olan lambanın çıtırtısını dinledi, sonra Valentine’in bardağının boş olup olmadığını görmek için başucundaki masaya yavaşça yaklaştı. Dediğimiz gibi bardağın dörtte biri doluydu. Madam de Villefort bardağı aldı, onu küllerin içine boşaltmaya gitti, sıvıyı daha çabuk emmesi için külleri karıştırdı, sonra kristal bardağı özenle ovarak yıkadı, kendi mendiliyle kuruladı ve yeniden masanın üstüne bıraktı. Odanın içini görebilen biri Madam de Villefort’un gözlerini Valentine’e dikerken ve yatağa yaklaşırken gösterdiği duraksamayı fark edebilirdi.


Bu iç karartıcı ışık, bu sessizlik, gecenin bu korkunç şiiri, kuşkusuz onun bilincinin korkunç şiiri ile bağdaşıyordu: zehirleyen kişi yaptığı işten korkuyordu. Sonunda cesaret buldu, perdeyi çekti, yatağın başucuna yaslandı ve Valentine’e baktı. Genç kız artık soluk almıyordu, yarı sıkılmış dişleri arasından yaşam belirtisi olan küçücük bir soluk bile çıkmıyordu; bembeyaz dudakları artık ürpermiyordu; derisinden süzülmüş gibi görünen mor bir buhara gömülmüş gözleri, fanusun ışığının düştüğü yerde daha beyaz bir çıkıntı oluşturuyordu, uzun siyah kirpikleri şimdiden balmumu gibi matlaşmış teninde çizgi çizgi görünüyordu sanki. Madam de Villefort hareketsizliği içinde bu kadar anlamlı bir ifade taşıyan bu yüzü seyretti, sonra yine cesaret buldu, örtüyü kaldırarak elini genç kızın kalbine koydu. Kalbi sessiz ve buz gibiydi. Elinin altında atan kendi parmaklarındaki atardamardı; ürpererek elini geri çekti. Valentine’in kolu yataktan aşağı sarkmıştı; bu kol, omzuna bağlanan bölümden dirseğinin içine kadar uzanıyordu ve Germain Pilon’un{215} Tanrıçalarından birinin kolunun örneğiydi sanki, ama ön kolun biçimi, kasılma nedeniyle hafifçe bozulmuştu, son derece güzel bir biçimi olan bileği biraz katılaşmış, parmakları açılmış olarak maun ağacına yaslanmıştı. Tırnak dipleri mavimsiydi. Madam de Villefort’un artık kuşkusu kalmamıştı: her şey bitmişti, korkunç iş, yaptığı son iş sonunda başarıya ulaşmıştı.


Zehirleyicinin bu odada artık yapacağı bir şey kalmamıştı; o kadar ihtiyatla geri geri gidiyordu ki, ayaklarının halı üzerinde çıkardığı sesten kuşkulandığı açıkça görülüyordu, ama geri geri giderken kendisi için dayanılmaz bir çekiciliği olan ölüm gösterisine kendini kaptırarak eliyle perdeyi kaldırmış tutuyordu. Ölüm kokuşma değil, sadece hareketsizlik olarak kaldıkça, gizemli oldukça, henüz iğrenilecek bir şey değildir. Dakikalar geçiyordu; Madam de Villefort Valentine’in başının üstünde bir kefen gibi asılı tuttuğu perdeyi bırakamıyordu. Düşünün bedelini ödemişti: cinayet düşü, bu vicdan azabı olmalıydı. O sırada gece lambasının çıtırtısı arttı. Madam de Villefort bu ses üzerine ürperdi ve perdeyi bıraktı. Aynı anda gece lambası söndü ve oda ürkütücü bir karanlığa gömüldü. Bu karanlığın ortasında saatin sarkacı harekete geçti ve dört buçuğu vurdu. Zehirleyici; bu art arda gelen darbelerden ürküp eliyle tutuna tutuna kapıya geldi ve yüzü iç sıkıntısından terlemiş halde odasına girdi. Karanlık daha iki saat devam etti. Sonra, yavaş yavaş soluk bir aydınlık panjurların aralıklarından içeri süzülerek odayı kapladı; yavaş yavaş arttı, eşyalara ve insanlara bir renk ve biçim vermeye başladı.


İşte o sırada, hastayı bekleyen kadının öksürüğü merdivenlerde duyuldu ve kadın elinde bir fincanla Valentine’in odasına girdi. Bir baba ve bir âşık için ilk bakış kesin bir sonuca götürür, Valentine ölmüştür; ama bu ücretli çalışan kadın için Valentine sadece uyuyordu. “İyi,” dedi başucundaki masaya yaklaşarak, “sulu ilacının bir kısmını içmiş, bardağın üçte ikisi boş.” Sonra şömineye gitti, ateşi yeniden yaktı, koltuğuna yerleşti, yatağından yeni kalkmış olmasına karşın, birkaç dakika daha uyumak için Valentine’in uyumasından yararlandı. Saatin sarkacı saat sekizi vurarak onu uyandırdı. O zaman, genç kızın içinde bulunduğu sürekli uyku haline şaşırarak, yatağın dışına sarkan bu koldan ve uyuyanın kendine gelmemesinden korkarak yatağa doğru ilerledi ve ancak o zaman genç kızın soğuk dudaklarının ve buz gibi göğsünün farkına vardı. Kolu bedenin yanma koymak istedi, ama kol bir hastabakıcının yanılamayacağı kadar ürkütücü bir sertlikle bu isteğe uymadı. Kadın korkunç bir çığlık attı. Sonra kapıya koşarak: “Yardım edin, yardım edin!” diye bağırdı. “Yardım edin de ne demek!” diye yanıt verdi Mösyö d’Avrigny’nin sesi merdivenin altından.


Bu saat doktorun her zamanki geliş saatiydi. “Yardım edin de ne demek!” diye haykırdı çalışma odasından hemen çıkan Villefort’un sesi; “doktor, yardım isteyen çığlığı duymadınız mı?” “Evet, duydum; yukarı çıkalım,” diye yanıt verdi d’Avrigny, “çabuk Valentine’in odasına çıkalım.” Ama doktor ve baba odaya girmeden önce, o katta odalarında ya da koridorlarda bulunan hizmetçiler içeri girdiler, Valentine’i yatağında solgun ve hareketsiz görünce ellerini göğe kaldırdılar ve başları dönmüş gibi sendelemeye başladılar. “Madam de Villefort’u çağırın! Madam de Villefort’u uyandırın!” diye haykırdı krallık savcısı, odadan içeri girmeye cesaret edemiyormuş gibi kapıdan seslenerek. Ama hizmetçiler yanıt vereceklerine içeri girmiş, Valentine’e doğru koşmuş ve onu kollarına alıp kaldırmış olan Mösyö d’Avrigny’ye bakıyorlardı. “Yine mi bu!...” diye mırıldandı kızı kollarından bırakarak. “Ah Tanrım, Tanrım, ne zaman usanacaksınız?” Villefort odaya daldı. “Ne diyorsunuz, Tanrım!” diye haykırdı iki elini göğe kaldırarak. “Doktor!... doktor!...” “Valentine’in öldüğünü söylüyorum!” diye yanıt verdi d’Avrigny törensel ve törensel olduğu kadar korkunç bir sesle. Mösyö de Villefort bacakları kırılmış gibi olduğu yere yığıldı ve başı Valentine’in yatağının üstüne düştü.


Doktorun sözleri, babanın çığlıkları üzerine dehşete kapılan hizmetçiler gizli beddualar okuyarak kaçtılar; merdivenlerden ve koridorlardan hızlı ayak sesleri duyuldu, sonra da avluda büyük bir hareket oldu, hepsi o kadar; gürültü bitti: hizmetçilerin hepsi bu lanetli evi terk edip gitmişti. O sırada sabahlığının kolunu yarıya kadar giymiş bir halde gelen Madam de Villefort kapıya asılmış halıyı kaldırdı, orada bulunanlara soru sorar gibi bakarken bir yandan da gözlerini yaşartmaya çalışarak bir an eşikte durdu. Birden bir adım attı, ya da daha doğrusu ellerini masaya doğru uzatarak öne doğru atıldı. D’Avrigny’nin merakla masaya eğildiğini ve boşalttığından emin olduğu bardağı aldığını görmüştü.

gece

Bardağın, tıpkı içindekini küllerin üstüne boşalttığı zamanki gibi, üçte biri doluydu. Valentine’in hayaleti zehirleyicinin önünde doğrulsaydı, onun üzerinde daha az etki yapardı. Gerçekten de bu sıvının rengi, Valentine’in bardağına boşalttığı ve içtiği sıvı ile aynıydı; Mösyö d’Avrigny’nin dikkatle baktığı bu zehirdi, doktorun gözleri yanılmıyordu: bu kuşkusuz katilin önlemlerine karşın orada kalmış, cinayeti ele veren bir iz, bir kanıttı, Tanrının bir mucizesiydi. Bu sırada Madam de Villefort Korku heykeli gibi kımıldamadan dururken, Villefort başını ölünün yatak çarşaflarına gömmüş, çevresinde olan bitenden hiçbir şey anlamazken, d’Avrigny bardağın içindekini daha iyi görmek için pencereye yaklaşmış, parmağının ucuyla bardağın içindekinden bir damla alarak tadına bakmıştı.


“Ah!” diye mırıldandı, “bu kez brüsin değil, bakalım neymiş.” Hemen Valentine’in odasındaki dolaplardan eczaneye dönüştürülmüş olana koştu, gümüş bir gözden bir şişe nitrik asit aldı, opal rengi sıvının içine birkaç damla bu asitten damlattı, sıvı hemen parlak kırmızı bir renk aldı. D’Avrigny, bir problemi çözen bilginin sevincine, gerçeği ortaya çıkaran yargıcın korkusu karışmış gibi “Ah!” dedi. Madam de Villefort bir an olduğu yerde geri döndü, gözleri alev saçıyordu, sonra alevler karardı; genç kadm sendeleyerek eliyle kapıyı aradı ve ortadan yok oldu. Bir dakika sonra, uzakta döşemeye düşen birinin gürültüsü duyuldu. Ama bu kimsenin dikkatini çekmedi. Hastabakıcı kimyasal analize bakıyordu, Villefort ise bitkindi. Sadece Mösyö d’Avrigny gözleriyle Madam de Villefort’u izlemiş ve onun acele çıkışını fark etmişti. Valentine’in oda kapısındaki halıyı kaldırdı, bakışları Edouard’ın odasından Madam de Villefort’un dairesine uzandı ve onun döşemenin üzerinde hareketsiz yattığını gördü. “Madam de Villefort’un yardımına koşun,” hastabakıcıya, “Madam de Villefort kötü bir durumda.”

dedi

“Ya Matmazel Valentine?” diye kekeledi hastabakıcı. “Matmazel Valentine’in artık yardıma ihtiyacı yok,” dedi d’Avrigny, “çünkü öldü.”


“Öldü! Öldü!” diye içini çekti Villefort, bu taş gibi kalp için yeni, bilinmeyen ve duyulmamış olduğu kadar iç paralayan bir acınm doruğunda. “Öldü mü? Ne diyorsunuz?” diye haykırdı üçüncü bir ses, “Valentine’in öldüğünü kim söyledi?” İki adam geri döndüler ve kapıda Morrel’in ayakta, solgun, altüst olmuş ve korkunç bir durumda durduğunu gördüler. işte olanlar: Morrel her zamanki saatte, Noirtier’ye çıkan küçük kapının önündeydi. Her zamankinin tersine kapıyı açık buldu, kapıyı çalmaya gerek yoktu, bu nedenle de içeri girdi. Girişte bir an durdu ve kendisini yaşlı Noirtier’nin yanma götüren hizmetçiyi çağırdı. Ama kimse yanıt vermedi, bildiğiniz gibi hizmetçiler evi terk etmişti. Morrel’in o gün kaygı duyması için hiçbir özel neden yoktu: Valentine’in yaşayacağı konusunda Monte Kristo’nun sözü vardı ve o zamana dek bu söz tutulmuştu. Her akşam kont ona iyi haberler veriyordu, ertesi gün de bu haberler Noirtier tarafından doğrulanıyordu. Yine de sessizlik ona garip geldi; ikinci bir kez, üçüncü bir kez seslendi, yine aynı sessizlik. O zaman yukarı çıkmaya karar verdi. Noirtier’nin kapısı da öbür kapılar gibi açıktı.


Gördüğü ilk şey ihtiyarın her zamanki yerinde, koltuğunda olduğuydu; büyümüş gözleri, içindeki büyük korkuyu anlatır gibiydi, yüzüne yayılmış garip solukluk da bunu doğruluyordu. “Nasılsınız efendim?” diye sordu genç adam kalbi biraz sıkışarak. “İyi!" dedi ihtiyar gözlerini kırparak, “iyi.” Ama yüzü kaygıyla büyümüş gibiydi. “Kafanızı meşgul eden bir düşünce var,” diye devam etti Morrel, “bir şeye ihtiyacınız var. Adamlarınızdan birini çağırmamı ister misiniz?” “Evet,” dedi Noirtier. Morrel çıngırağın ziline asıldı, koparacak kadar çekti, ama boşuna, kimse gelmedi. Noirtier’ye döndü. İhtiyarın yüzündeki iç sıkıntısı ve kaygı giderek artıyordu. “Tanrım! Tanrım!” dedi Morrel, “neden kimse gelmiyor? Evde hasta biri mi var?” Noirtier’nin gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi. “Ama sizin neyiniz var?” diye devam etti Morrel, “beni korkutuyorsunuz. Valentine! Valentine!” “Evet, evet!” dedi Noirtier. Maximilien bir şey söylemek için ağzını açtı, ama ağzından tek sözcük çıkmadı: sendeledi ve duvara yaslandı. Sonra elini kapıya doğru uzattı.


“Evet, evet, evet,” diye devam etti ihtiyar. Maximilien küçük merdivene atıldı, iki sıçrayışta çıktı, Noirtier ona gözleriyle şöyle diyordu sanki: “Daha çabuk! Daha çabuk!” Evin geri kalanı gibi ıssız bir sürü odayı geçmek ve Valentine’in odasına gelmek için genç adama bir dakika yetti. Kapıyı itmesine gerek kalmadı, kapı ardına kadar- açıktı. Farkına vardığı ilk ses bir hıçkırık oldu. Bir bulutun arkasındaymış gibi diz çökmüş ve beyaz çarşaflardan karmakarışık bir yığın içinde kaybolmuş siyah bir yüz gördü. Korkuyla, ürkütücü bir korkuyla eşiğe çakılıp kalmıştı. O zaman, “Valentine öldü” diyen bir ses duydu, ikinci ses bir yankı gibi yanıt veriyordu: “Öldü! Öldü!”


103 MAXIMILIEN Villefort bu acı krizine ansızın yakalanmış olmaktan neredeyse utanarak ayağa kalktı. Yirmi beş yıldır sürdürdüğü korkunç yaşama biçimi onu biraz insana benzetmişti. Bir an şaşıran bakışlarını Morrel’e dikti. “Siz kimsiniz mösyö?” dedi, “içinde ölü olan bir eve böyle girilmeyeceğini unuttunuz mu yoksa? Dışarı çıkın mösyö, dışarı çıkın!” Ama Morrel kımıldamadan durdu; gözlerini karmakarışık bu yatağın ürkütücü görünüşünden ve yatakta yatan soluk yüzden ayıramıyordu. “Dışarı çıkın, duyuyor musunuz?” diye bağırdı Villefort; d’Avrigny ise Morrel’i dışarı çıkarmak için ona doğru ilerliyordu. Morrel şaşkın bakışlarla, ölüye, bu iki adama, tüm odaya baktı, bir an duraksar gibi oldu, ağzını açtı, sonunda beynine üşüşen bir sürü kötü düşünceye karşın söyleyecek bir söz bulamayıp ellerini saçlarına daldırıp geri döndü; öyle ki Villefort ve d’Avrigny kısa bir süre düşüncelerinden kopup Morrel’i gözleriyle izledikten sonra “Delirmiş!” der gibi birbirlerine baktılar.. Ama, daha beş dakika geçmeden, merdivenlerin oldukça büyük bir ağırlık altında çatırdadığını duydular ve Morrel’in, insanüstü bir güçle Noirtier’nin koltuğunu kollarıyla kaldırarak, ihtiyarı evin birinci katma taşımakta olduğunu gördüler.


Merdivenin üstüne gelince Morrel koltuğu yere bıraktı ve tekerleklerinin üstünde sürerek Valentine’in odasına kadar getirdi. Tüm bu manevra genç adamın çılgınca coşkusuyla on katma çıkmış gücü sayesinde gerçekleşmişti. Ama özellikle bir şey dehşet vericiydi, o da Morrel tarafından itilerek Valentine’in yatağına doğru ilerleyen Noirtier’nin yüzüydü, zekası tüm kaynaklarını kullanan, gözleri başka yetilerinin yerini doldurmak için tüm gücünü toplayan Noirtier’nin yüzü. Bakışları alev alev bu soluk yüz, Villefort için de korku verici bir görüntüydü. Babası ile her ilişki kurduğunda, aralarında her zaman korkunç bir şeyler olmuştu. “Ona neler yaptıklarına bakın!” diye bağırdı Morrel bir elini yatağa kadar sürüdüğü koltuğun arkalığına dayayıp, diğerini Valentine’e doğru uzatarak, “bakın babacığım, bakın!” Villefort bir adım geriledi ve kendisi için neredeyse yabancı olan ve Noirtier’ye baba diyen bu genç adama şaşkınlıkla baktı. O anda ihtiyarın tüm ruhu kan çanağına dönmüş gözlerine geçmişti sanki, sonra boyun damarları şişti, saralıların derilerim kaplayan renk gibi mavimsi bir renk boynunu, yanaklarım ve şakaklarını kapladı; insan denen varlığın içindeki bu patlamada sadece bir çığlık eksikti. Bu çığlık, suskunluğu içinde dehşet vererek, sessizliği içinde yürek parçalayarak tüm gözeneklerinden çıktı sanki.


D’Avrigny ihtiyara doğru atıldı ve ona şiddetli bir kanama önleyici ilaç koklattı. “Mösyö,” diye bağırdı Morrel, felçli adamın duyarsız elini.yakalayarak, “bana kim olduğumu ve ne hakla burada bulunduğumu soruyorlar.. Ah! Siz bunu biliyorsunuz, söyleyin, bunu siz söyleyin!” Ve genç adamın sesi hıçkırıklar içinde kayboldu. İhtiyara gelince, sık sık soluk alışı göğsünü sarsıyordu. Ölmek üzere olan birinin geçirdiği krizleri geçiriyordu sanki. Sonunda ağlamadan hıçkıran genç adamdan daha şanslı olan Noirtier’nin gözlerinden de yaşlar fışkırdı. Başı öne eğilemeden gözleri kapandı. “Söyleyin,” diye devam etti Morrel boğuk bir sesle, “benim onun nişanlısı olduğumu söyleyin! “Onun, benim bu dünyadaki tek aşkım, soylu dostum olduğunu söyleyin! “Söyleyin, söyleyin, bu ölünün bana ait olduğunu söyleyin!” Genç adam paramparça olan büyük bir gücün korkunç görüntüsüyle, tüm ağırlığıyla, kasılmış parmaklarının sımsıkı yakaladığı yatağın önüne diz üstü düştü. Bu acı o kadar dokunaklıydı ki d’Avrigny heyecanını gizlemek için arkasını döndü, Villefort başka açıklama istemeden, bizi, ağladığımız insanları sevenlere doğru iten bu çekime kapılarak elini genç adama uzattı. Ama Morrel hiçbir şey görmüyordu, Valentine’in buz gibi elini tutmuştu, ağlamayı ba-şaramadan haykırarak çarşafları


ısırıyordu. Bir süre odada sadece hıçkırıkların, duaların ve bedduaların birbirine karıştığı duyuldu. Ama hepsini bastıran ses, her soluk alışta Noirtier’nin göğsünde yaşam güçlerinden birini kesiyormuş gibi görünen boğuk ve iç paralayıcı sesti. Sonunda, bir süre yerini Maximilien’e bıraktıktan sonra herkesten daha çok kendine hâkim olan Villefort konuşmaya başladı. “Mösyö,” dedi Maximilien’e, “söylediğinize göre Valentine’i seviyordunuz: onun ni-şanhsıydmız; ben bu aşkı bilmiyordum, bu anlaşmayı bilmiyordum; yine de babası olarak sizi bağışlıyorum, çünkü görüyorum ki acınız büyük, gerçek ve doğru. “Zaten içimdeki acı o kadar büyük ki kalbimde öfkeye yer kalmadı. “Ama görüyorsunuz, umudunuzu bağladığınız melek dünyayı terk etti: artık o insanların taparcasına sevdiği birinden başka bir şey değil ve o şu anda Tanrıya tapıyor; onun aramızda unuttuğu hüzünlü bedeni ile vedalaşın mösyö; onun beklediğiniz elini son kez tutun ve sonsuza kadar ondan aynim: Valentine’in artık onu kutsayacak papazdan başka birine ihtiyacı yok.” “Yanılıyorsunuz mösyö,” diye haykırdı o güne kadar hissettiği acılarından hepsinden daha keskin bir acıyla kalbi parçalanmış Morrel, bir dizinin üstünde doğrularak; “yanılıyorsunuz: Valentine öldüğüne göre sadece bir papaza değil, intikamını alacak birine de ihtiyacı var.


“Mösyö de Villefort, siz papazı çağırtın, intikamı alacak olan benim.” “Ne demek istiyorsunuz mösyö?” diye mırıldandı Villefort, Morrel’in çılgınlığından doğan bu yeni düşünceyle ürpererek. “Şunu söylemek istiyorum,” diye devam etti Morrel, “sizde iki insan var mösyö. Baba yeterince ağladı, şimdi krallık savcısının görevi başlıyor.” Noirtier’nin gözleri parıldadı, d’Avrıgny yaklaştı. “Mösyö,” diye devam etti genç adam gözleriyle orada bulunanların yüzlerinden okunan tüm duyguları dile getirerek, “ben ne dediğimi biliyorum, söyleyeceklerimi de hepiniz en az benim kadar biliyorsunuz. “Valentine öldürüldü.” Villefort başını eğdi; d’Avrigny bir adım daha yaklaştı; Noirtier gözleriyle “evet,” dedi. “Oysa mösyö,” diye devam etti Morrel, “yaşadığımız devirde, Valentine gibi genç, güzel ya da tapınılacak biri olmasa da, bir insan, bu dünyadan nasıl yok olduğunun hesabı sorulmaksızm böyle birden yok olamaz. “Haydi sayın krallık savcısı,” diye ekledi Morrel gittikçe artan bir ateşlilikle, “acıma yok! Size cinayeti ihbar ediyorum, katili bulun!” Morrel acımasız bakışlarıyla Villefort’u sorguya çekiyordu, Villefort ise yardım ister gibi, bir Noirtier’ye bir d’Avrigny’ye bakıyordu. Villefort, babasından ve doktordan yardım göreceğine, onların Morrel’inkiler kadar acımasız bakışlarıyla karşılaştı.


“Evet,” dedi ihtiyar. “Kuşkusuz!” dedi d’Avrigny. “Mösyö,” diye karşılık verdi Villefort bu üçlü iradeye ve kendi heyecanına karşı savaşım vererek, “mösyö, yanılıyorsunuz, benim evimde cinayet işlenmez; kader beni vuruyor. Tanrı beni sınıyor; bunu düşünmek korkunç bir şey ama, kimse öldürülmedi!” Noirtier’nin gözleri çakmak çakmak oldu, d’Avrigny konuşmak için ağzını açtı. Morrel sessizlik isteyerek kolunu uzattı. “Ben de burada cinayet işlendiğim söylüyorum!” diye haykırdı Morrel, sesi korkunç titreyişinden hiçbir şey yitirmeden alçalarak. “Size dört ayda öldürülen dördüncü kurban olduğunu söylüyorum. “Size daha dört gün önce Valentine’i zehirlemek istediklerini ve Mösyö Noirtier’nin aldığı önlemler sayesinde başarısızlığa uğradıklarım söylüyorum. “Size dozun artırıldığını ya da zehirin değiştirildiğini ve bu kez başarıldığını söylüyorum.

cinsinin

Size bunları benim kadar iyi bildiğinizi, çünkü mösyönün bunu size doktor ve dost olarak haber verdiğini söylüyorum.” “Ah! Siz kendinizde değilsiniz mösyö,” dedi Villefort kıstırıldığını hissettiği kapandan boş yere kurtulmaya çalışarak.


“Ben kendimde değilim!” diye haykırdı Morrel, “Pekala! Bunu Mösyö d’Avrigny’ye havale ediyorum. “Sorun ona mösyö, Madam de Saint-Meranin öldüğü akşam bahçenizde, bu konağın bahçesinde söylediği sözleri anımsayıp anımsamadığını sorun, o ve siz, ikiniz, kendinizi yalnız sanıp bu trajik ölümden söz ediyordunuz, bunun alm yazısı olduğunu söylüyordunuz, haksız yere suçladığınız Tanrı sadece tek şey için suçlanabilir, o da Valentine’in katilini yaratmış olmaktan!” Villefort ve d’Avrigny birbirlerine baktılar. “Evet, evet, anımsayın,” dedi Morrel; “çünkü sessizlik içinde yapayalnızken söylediğinizi sandığınız sözler kulağıma geldi. Kuşkusuz o akşam Mösyö de Villefort’un kendi ailesine karşı gösterdiği suçlu hoşgörüyü görünce her şeyi yetkililere açıklayabilirdim; senin öldüğün andaki kadar suç ortağı olmayacaktım Valentine! Sevgili Valentine’im! Ama suç ortağı intikamcı olacak; bu dördüncü cinayet herkesin gözü önünde, gün gibi ortada ve eğer baban seni terk ederse Valentine sana yemin ediyorum, ben katilin peşine düşeceğim, ben.” Bu kez sanki doğa bu amansız düzenlemeye acımış gibi kendi gücünü kullandı, Mor-rel’in son sözleri boğazına takılıp duyulmaz oldu; göğsü hıçkırıklarla doldu, uzun süredir direnen gözyaşları gözlerinden fışkırdı, gücünü yitirdi ve ağlayarak Valentine’in yatağının yanma diz üstü düştü. Bu kez d’Avrigny başladı. “Ben de,” dedi güçlü bir sesle, “ben de cinayetin adalete yansıtılması konusunda Mösyö Morrel’e katılıyorum; çünkü


benim hatır nedeniyle gevşek davranmamın yüreklendirdiği düşüncesi ile içim bulanıyor!”

katili

“Aman Tanrım! Aman Tanrım!” diye mırıldandı Villefort yıkılarak. Morrel ihtiyarın gözlerinde doğaüstü bir ışığın yandığını fark ederek başını kaldırdı. “Bakın," dedi, “Mösyö Noirtier konuşmak istiyor.” “Evet,” dedi Noirtier, zavallı güçsüz ihtiyarın tüm yetileri bakışlarında yoğunlaştığı için daha da korkunç olan bir ifadeyle. “Katili tanıyor musunuz?” diye sordu Morrel. “Evet,” diye karşılık verdi Noirtier. “Bize yol gösterecek misiniz?” diye haykırdı genç adam. “Dinleyelim! Mösyö d’Avrigny, dinleyelim!” Noirtier zavallı Morrel’e gözlerinde hüzünlü bir gülümseme ile, birçok kez Valentine’i mutlu eden tatlı gülümsemelerinden biri ile baktı ve dikkat kesildi. Önce gözlerini karşısındakinin gözlerine dikti, sonra da kapıya baktı. “Dışarı çıkmamı mı istiyorsunuz?”diye haykırdı Morrel acıyla. “Evet,” dedi Noirtier. “Ah! Mösyö, ah! Acıyın bana!” İhtiyarın gözleri acımasızca kapıya dikili kaldı.


“En azından daha sonra gelebilir miyim?” diye sordu Morrel. “Evet.” “Dışarı yalnız ben mi çıkacağım?” “Hayır.” “Kimle birlikte çıkmalıyım? Krallık savcısı ile mi?” “Hayır.” “Doktor ile mi?” “Evet.” “Mösyö de Villefort ile yalnız kalmak mı istiyorsunuz?” “Evet.” “Ama o sizi anlayabilecek mi?” “Evet.” “Ah!” dedi Villefort soruşturmanın baş başa yapılacağından neredeyse sevinç duyarak, “Ah! Sakin olun, ben babamı çok iyi anlarım.” Tüm bunları biraz önce dediğimiz gibi sevinç ifadesiyle söylerken, krallık savcısının dişleri şiddetle birbirine çarpıyordu. DAvrigny Morrel’in kolunu tuttu ve genç adamı bitişik odaya sürükledi. Tüm evde ölünün odasından daha derin bir sessizlik oldu. Çeyrek saat sonra sendeleyen bir ayak sesi duyuldu, Villefort, d’Avrigny ve Morrel’in bulunduğu salonun


kapısında göründü, d’Avrigny Morrel’in soluğu kesilmişti.

düşünceler

içindeydi,

“Gelin,” dedi. Ve onları Noirtier’nin koltuğunun yanma götürdü. O zaman Morrel dikkatle Villefort’a baktı. Krallık savcısının benzi çok soluktu; alnında pas rengi geniş çizgiler oluşmuştu; parmaklarının arasında birçok kez kıvrılmış tüy kalem paramparça olmuş çıtırdıyordu. “Beyler,” dedi boğuk bir sesle d’Avrigny ve Morrel’e, “beyler, bu korkunç sırrın aramızda kalacağına onur sözü vermelisiniz.” İki erkek bir hareket yaptılar. “Bunun için size çok rica ediyorum!...” diye devam etti Villefort. “Ama,” dedi Morrel, “suçlu!... Katil!... Cani!...” “Sakin olun mösyö, adalet yerini bulacak,” dedi Villefort. “Babam bana suçlunun adını açıkladı; babam da sizin gibi intikama susamış, ama yine de bu cinayet sırrım saklamanız için size benim gibi rica ediyor.” “Öyle değil mi baba?” “Evet,” dedi Noirtier kararlı bir biçimde. Morrel inanmadığını ve iğrendiğim gösteren bir hareket yaptı. “Ah!” diye haykırdı Villefort, Maximilien’i koluyla durdurarak, “Ah! Mösyö, eğer babam, bildiğiniz katı adam


sizden böyle bir şey istiyorsa bu, Valentine’in intikamının korkunç bir biçimde alınacağını bilmesindendir.” “Öyle değil mi baba?” ihtiyar ‘evet’ işareti yaptı. Villefort devam etti. “Babam beni tanır, ben ona söz verdim. Bu nedenle emin olun beyler, üç gün, sizden üç gün istiyorum, bu, adaletin sizden isteyeceğinden azdır, üç gün sonra çocuğumu öldürenden alacağım intikam, en duygusuz insanların bile yüreklerini ta derinden titretecek. “Öyle değil mi baba?” Bu sözleri söylerken dişlerini gıcırdatıyor, ihtiyarın uyuşuk elini sallıyordu. “Verilen sözlerin hepsi tutulacak mı Mösyö Noirtier?” diye sordu Morrel, bu sırada d’Avrigny de gözleriyle aynı soruyu soruyordu. “Evet,” dedi Noirtier kötü bir sevinç dolu bakışıyla. “Yemin edin beyler,” dedi Villefort, d’Avrigny ile Morrel’in ellerini birleştirerek, “evimin onuruna acıyacağınıza ve bu onur için intikam alma işini bana bırakacağınıza yemin edin." D’Avrigny arkasını döndü ve zayıf bir “evet,” dedi, ama Morrel elini yargıcın elinden çekti, yatağa doğru atıldı, dudaklarını Valentine’in buz gibi olmuş dudaklarının üstüne koydu ve umutsuzluğa gömülmüş bir ruhun uzun iniltisiyle kaçtı gitti.


Tüm hizmetçilerin ortadan yok olduğunu söylemiştik. Bu nedenle Mösyö de Villefort, büyük kentlerimizde ölümün, özellikle de bu kadar kuşkulu durumdaki ölümün yol açtığı çok nazik ve çok sayıda başvuruları yerine getirme işini üzerine alması için d’Avrigny’ye rica etmek zorunda kaldı. Noirtier’ye gelince, bu hareketsiz acıyı, kımıltısız umutsuzluğu, sessiz gözyaşlarını görmek korkunç bir şeydi. Villefort çalışma odasına girdi; d’Avrigny ölümlerden sonra denetim işlerini yapan ve oldukça yaygın olarak ‘ölü doktoru’ denen belediye doktorunu almaya gitti. Noirtier torununun yanından hiç ayrılmak istememişti. Yanm saatin sonunda Mösyö d’Avrigny meslektaşıyla geri geldi; sokak kapısı kapatılmıştı, kapıcı da öbür hizmetçilerle birlikte ortadan yok olduğu için kapıyı Villefort açtı. Ama sahanlıkta durdu; artık ölenin odasına girmeye cesareti yoktu. iki doktor Valentine’in odasına yalnız gittiler. Noirtier ölü gibi solgun, ölü gibi sessiz ve kımıltısız, yatağın yanındaydı. Ölü doktoru ömrünün yarısını kadavraların yanında geçiren bir adamın aldırmazlığı ile yaklaştı, genç kızı örten çarşafı kaldırdı ve sadece dudaklarını araladı. “Ah!” dedi d’Avrigny içini çekerek, “zavallı kız, öldü, öldü, haydi.” “Evet,” diye yanıt verdi doktor kısaca Valentine’in yüzünü örten çarşafı yerine bırakarak.


Noirtier’den boğuk bir hırıltı geldi. D’Avrigny geri döndü, ihtiyarın gözleri alev alevdi, iyi yürekli doktor, Noirtier’nin torununu görmek istediğini anladı; onu yatağa yaklaştırdı, ölü doktoru ölünün dudaklarına değdirdiği parmaklarını klorlu suya batırırken, o uyuyan bir meleğe benzeyen bu solgun ve dingin yüzü gördü. Noirtier’nin gözünün ucunda görünen bir damla yaş iyi yürekli doktora bir teşekkürdü. Ölü doktora Valentine’in odasında, bir masanın köşesinde tutanağını düzenliyordu, bu son formalite bitince doktorun arkasından dışarı çıktı. Villefort onların aşağı indiklerini duydu ve çalışma odasının kapısında göründü. Birkaç sözcükle doktora teşekkür etti ve d’Avrigny’ye döndü: “Şimdi papaz çağırmalı değil mi?” “Valentine’in yanında dua etmesini özellikle istediğiniz bir din adamı var mı?” diye sordu d’Avrigny. “Hayır,” dedi Villefort, “en yakmdakine gidin.” “En yakındaki sizin evinize bitişik evde oturan, iyi bir İtalyan rahip. Geçerken ona haber vermemi ister misiniz?” dedi ölü doktora. “D’Avrigny,” dedi Villefort, “beyle birlikte gitmenizi rica edebilir miyim? “istediğiniz gibi girip çıkmanız için işte anahtar. “Rahibi getirin ve onu zavallı kızımın odasına yerleştirme işini üstlenin lütfen.” “Onunla konuşmak ister misiniz dostum?”


“Yalnız kalmak istiyorum. Beni bağışlarsınız değil mi? Bir rahip tüm acılan, babaların acısını da anlamalıdır.” Ve Mösyö de Villefort d’Avrigny’ye bir maymuncuk vererek yabancı doktoru son kez selamladı, çalışma odasına girdi ve çalışmaya koyuldu. Bazı durumlarda çalışmak tüm acıların ilacıdır. İki doktor sokağa indiklerinde bitişik evin kapısında rahip giysili bir adam gördüler, “işte size sözünü ettiğim rahip,” dedi ölü doktoru d’Avrigny’ye. D’Avrigny din adamının yanma gitti. “Mösyö,” dedi ona, “kızını yeni kaybetmiş zavallı bir babaya, krallık savcısı Mösyö de Villefort’a büyük bir iyilikte bulunmak için zamanınız var mı?” “Ah! Mösyö,” diye yanıt verdi rahip çok belirgin bir Italyan vurgusuyla, “evet, bu evde ölüm var, biliyorum.” “O zaman sizden ne tür bir hizmet beklediğini anlatmam gerekmiyor.” “Ben de bu hizmeti yapmak için gidiyordum mösyö,” dedi rahip; “görevlerimizi istenmeden yerine getirmek bizim işimizdir.” “Bu bir genç kız.” “Evet, bunu biliyorum, evden kaçtıklarım gördüğüm hizmetçilerden öğrendim. Adının Valentine olduğunu öğrendim ve onun için dua ettim bile.” “Sağolun, sağolun mösyö,” dedi d’Avrigny, “kutsal görevinizi yapmaya şimdiden başladığınıza göre devam


etmek lütfunda da bulununuz. Gelin ölünün yanında oturun, yasa gömülmüş tüm aile size minnettar kalacaktır.” “Oraya gidiyorum mösyö,” diye karşılık verdi rahip, “hiçbir duanın benimkiler kadar yürekten olmayacağını söyleyebilirim.” D’Avrigny rahibin elini tuttu, çalışma odasına kapanmış Villefort ile karşılaşmadan onu Valentine’in odasına kadar götürdü, kefenleme işi ancak ertesi akşam yapılacaktı. Odaya girerken Noirtier’nin gözleri rahibin gözleriyle karşılaştı ve kuşkusuz orada özel bir şey gördü ki, bir daha gözlerini ondan ayırmadı. D’Avrigny rahibe sadece öleni değil, yaşayanı da emanet etti, rahip, d’Avrigny’ye hem ölen için dua edeceğine hem de Noirtier’ye özen göstereceğine söz verdi. Rahip törensel bir biçimde işe koyuldu ve kuşkusuz dua ederken rahatsız edilmemek için, Noirtier de acı içinde iken tedirgin olmasın diye, d’Avrigny odadan çıkar çıkmaz sadece doktorun çıktığı kapıyı değil, Madam de Villefort’un odasına giden kapıyı da kilitledi.


104 DANGLARS IN İMZASI Ertesi gün hava bulutlu ve sıkıcıydı. Kefenleyiciler gece boyunca cenazeyle ilgili işlerini tamamlamışlardı, yatağın üstüne uzatılmış bedeni, ölülere, ölümün karşısında eşitlik denen, yaşamları sırasında sevdikleri lüksün son tanığı olacak bir şeyler vererek onları acı bir biçimde sanp sarmalayan kefenin içine koydular. Bu kefen, genç kızın on beş gün önce satın almış olduğu harika bir patiska parçasından başka bir şey değildi. Akşam bu iş için çağrılan adamlar Noirtier’yi Valentine’in odasından kendi odasına taşıdılar ve tüm beklenenlerin tersine ihtiyar, torununun bedeninden ayrılırken hiçbir güçlük çıkarmadı. Rahip Busoni sabaha kadar beklemişti, sabah olunca kimseye bir şey demeden evine çekilmişti. Sabah sekize doğru d’Avrigny gelmişti; Noirtier’nin odasına giden Villefort ile karşılaşmış ve ihtiyarın geceyi nasıl geçirdiğini öğrenmek için onunla birlikte gitmişti. Onu aynı zamanda yatak görevini gören büyük koltuğunda tatlı bir uykuda ve neredeyse gülümseyerek dinlenirken buldular. İkisi de şaşırarak eşikte kalakaldılar. “Görüyorsunuz,” dedi d’Avrigny uyuyan babasına bakan Villefort’a; “görüyorsunuz, doğa en büyük acıları dindirmeyi biliyor; kuşkusuz Mösyö Noirtier’nin torununu sevmediği söylenemez, ama yine de uyuyor.”


“Evet, haklısınız,” diye yanıt verdi Villefort şaşırarak, “uyuyor ve bu çok garip, çünkü en küçük kızgınlık onu geceler boyu uyanık tutar.” “Acı onun gücünü tüketti,” diye karşılık verdi d’Avrigny. Sonra ikisi de krallık savcısının çalışma odasına gittiler. “Bakın, ben uyumadım,” dedi Villefort dokunulmamış yatağını d’Avrigny’ye göstererek, “acı benim gücümü tüketmez, ben iki gecedir yatmadım, buna karşılık, masamı görüyorsunuz, yazdım, aman Tanrım! Bu iki gün iki gece!... bu dosyayı karıştırdım, katil Benedetto’nuiı iddianamesine açıklamalar koydum!... Ah çalışma, çalışma! Benim tutkum, neşem, öfkem, benim tüm acılarımı öldürmek senin işin!” Ve d’Avrigny’nin elini çırpınır gibi sıktı. “Bana ihtiyacınız var mı?” diye sordu doktor. “Hayır,” dedi Villefort, “yalnız sizden saat on birde gelmenizi rica ediyorum; öğlen saat on ikide... gidiyor... Tanrım! Zavallı kızım! Zavallı kızım!” Ve yeniden insan olan krallık savcısı gözlerini göğe kaldırdı ve içini çekti. “Siz konukların karşılandığı salona gelecek misiniz?” “Hayır, bu üzücü onuru üstüne alan bir kuzenim var. Ben çalışacağım doktor; çalıştığım zaman her şey yok oluyor.” Gerçekten de doktor daha kapıya gelmeden krallık savcısı yeniden çalışmaya başlamıştı. Sekinin üstünde d’Avrigny, Villefort’un sözünü ettiği, aile içinde olduğu gibi bu olayda da önemi olmayan, dünyaya


yararlı bir rol oynamak için gelmiş özverili insanlardan biri olan akrabaya rastladı. Dakikti, siyahlar giymişti, kolunda bir yas bandı vardı, kuzeninin evine olması gereken, ihtiyaç olduğu sürece taşıyacağı, sonra da bırakacağı bir görünüm ile gelmişti. Saat on birde cenaze arabaları avluya girdi, Faubourg Saint-Honore sokağı, zenginlerin sevinçlerine de yaslarına da aynı derecede meraklı, gösterişli cenazelere de bir düşesin düğününe olduğu kadar aceleyle koşan kalabalığın fısıltıları ile dolmuştu. Yavaş yavaş ölü evinin salonu doldu, önce eski tanıdıklarımızın bir bölümü, yani Debray, Château-Renaud, Beauchamp, sonra yargıçlar kurulunun, yazın dünyasının, ordunun ünlüleri, çünkü Mösyö de Villefort toplum içindeki konumundan çok kendi kişisel nitelikleri nedeniyle Paris sosyetesinin en ön sıralarından birinde bulunuyordu. Kuzeni kapıda duruyor ve herkesi içeri alıyordu, duygusuz insanlar için burada bir babanın, bir kardeşin ya da bir nişanlının yaptığı gibi gelenlerden yalancı bir yüz ifadesi ya da sahte gözyaşları beklemeyen duygusuz bir yüz görmek büyük bir rahatlık oluyordu. Daha önceden tanışanlar bakışlarıyla birbirlerini çağırıyor ve gruplar halinde toplanıyorlardı. Bu gruplardan biri Debray, Beauchamp’dan oluşuyordu.

Château-Renaud

ve

“Zavallı genç kız!” dedi Debray sonuçta herkesin elinde olmadan yaptığı gibi bu acı olaya hayıflanarak, “zavallı genç kız! Bu kadar zengin, bu kadar güzel! Château-Renaud,


buraya ne kadar zaman önce gelmiştik ?... üç hafta ya da en çok bir ay önce sözleşme imzalamak için gelmiştik de sözleşme imzalanmamıştı, o zaman bunu düşünebilir miydiniz?” “İnanın, hayır,” dedi Château-Renaud. “Onu tanır mıydınız?” “Madam de Morcerfin balosunda onunla bir iki kez konuşmuştum; biraz hüzünlü biri gibi olsa da, bana çok sevimli görünmüştü. Üvey anne nerede biliyor musunuz?” “Bizi içeri alan şu saygıdeğer beyin karısının yanma gitti.” “O da kim?” “Kimden söz ediyorsunuz?” “Bizi içeri alan mösyöden. Bir milletvekili mi?” “Hayır,” dedi Beauchamp, “ben bizim saygıdeğer beyleri her gün görmeye mahkumum ve o beyin yüzü bana yabancı.” “Gazetenizde bu ölümden söz ettiniz mi?” “Yazı benim değil, ama bundan söz edildi; hattâ bunun Mösyö de Villefort’un hoşuna gideceğinden kuşkuluyum. Sanırım yazıda, eğer art arda dört ölüm sayın krallık savcısının evinden başka bir yerde olsaydı, sayın krallık savcısının kesinlikle daha fazla heyecan duyacağı söyleniyordu.” “Zaten annemin doktoru olan Doktor d’Avrigny onun çok umutsuz olduğunu söyleyip duruyordu.” “Ama siz kimi arıyorsunuz Debray?”


“Mösyö de Monte Kristo’yu arıyorum,” diye yanıt verdi genç adam. “Ona, buraya gelirken bulvarda rastladım. Yola çıkmak üzere olduğunu sanıyorum, bankacısına gidiyordu,” dedi Beauchamp. “Bankacısına mı? Bankacısı Danglars değil mi?” diye sordu Château-Renaud Deb-ray’ye. “Sanırım o,” diye yanıt verdi özel sekreter hafifçe ürpererek; “ama burada eksik olan sadece Mösyö de Monte Kristo değil. Morrel’i de göremiyorum.” “Morrel mi! O onları tanıyor muydu?” diye sordu ChâteauRenaud. “Sadece Madam de Villefort ile tanıştırıldığını sanıyorum.” “Ne önemi var? Gelmesi gerekirdi,” dedi Debray; “bu akşam neden söz edecek? Bu cenaze, günün haberi, ama şşşt, susalım, işte adalet bakanı, şimdi kendini gözü yaşlı kuzene küçük bir nutuk çekmeye zorunlu hissedecek.” Ve üç genç, adalet bakanının küçük nutkunu duymak için kapıya yaklaştılar. Beauchamp doğru söylemişti; ölü evinin davetine gelirken Chaussee-d’Antin sokağına, Danglarsin konağına doğru giden Monte Kristo’ya rastlamıştı. Bankacı pencereden kontun avluya girmekte olan arabasını fark etmiş ve üzgün ama nazik bir yüzle onu karşılamaya gelmişti. “Pekala kont,” dedi elini Monte Kristo’ya uzatarak, “bana başsağlığı dileklerinizi sunmaya geldiniz. Gerçekten evimde uğursuzluk var; öyle ki sizi fark ettiğimde kendi kendime şu


zavallı Morcerflere mutsuzluk dileyip dilemediğimi anlamaya çalışıyordum, çünkü buna uygun bir atasözü vardır: etme bulursun, inleme ölürsün! Ama inanın Morcerfin kötülüğünü istemedim, benim gibi sıfırdan başlamış, her şeyi kendisine borçlu bir insan için, belki de biraz fazla kibirliydi, ama herkesin yanlışları vardır. Ah! Kendinize dikkat edin kont, bizim kuşağın insanları... Ama bağışlayın, siz bizim kuşaktan değilsiniz, siz genç bir adamsınız... bizim kuşağın insanları bu yıl hiç mutlu değiller: kanıtı, ilkelerine aşırı bağlı krallık savcısı, kanıtı Villefort, o şimdi de kızını kaybetti. Şöyle özetleyin: dediğimiz gibi, Villefort tüm ailesini garip bir biçimde yitirdi; Morcerf onurunu yitirdi ve öldü; ben, şu Benedetto alçağı tarafından gülünç duruma düşürüldüm ve sonra...” “Sonra ne?” diye sordu kont. “Heyhat! Demek bilmiyorsunuz.” “Yeni bir felaket mi?” “Kızım...” “Matmazel Danglars mı?” “Eugenie bizi terk ediyor.” “Aman Tanrım! Bana ne söylemek istiyorsunuz?” “Gerçeği sevgili kontum. Tanrım! Karınız ve çocuğunuz olmadığı için ne kadar mutlusunuz!” “Öyle mi sanıyorsunuz?” “Ah! Tanrım!” “Siz şimdi Matmazel Eugenie’nin...”


“O sefilin bize yaptığı hakarete, yüz karasına dayanamadı ve benden yolculuğa çıkmak için izin istedi.” “Ve gitti mi?” “Geçen akşam.” “Madam Danglars ile birlikte mi?” “Hayır, bir akraba ile... Ama bu onu, sevgili Eugenie’yi yitirmiyoruz demek değil, çünkü bildiğim kadarıyla o karakterle hiçbir zaman Fransa’ya dönmeyecektir.” “Ne istiyorsunuz sevgili baronum,” dedi Monte Kristo, “tüm serveti çocuğu olan zavallı biri için ezici olan acılar, aile acılan, bir milyoner için dayanılır acılardır. Filozoflar ne derlerse desinler pratik insanlar bu konuda onları yalanlarlar: para birçok şeyi avutur ve siz, kim olursa olsun başka birinden daha çabuk avunursunuz, eğer bu büyük avuntunun erdemini kabul ederseniz: siz, finans dünyasının kralı, tüm güçlerin kesişme noktasısmız.” Danglars alay mı ettiğini yoksa ciddi mi konuştuğunu anlamak için konta şöyle bir baktı. “Evet,” dedi, “eğer servet avutuyorsa, avunmuş olmalıyım, çünkü zenginim.” “O kadar zenginsiniz ki sevgili baronum, servetiniz Piramitlere benziyor; yıkmak isteseler cesaret edemezler, cesaret etseler başaramazlar.” Danglars kontun bu safça güvenine gülümsedi. “Bu bana, siz içeri girdiğinizde üç küçük bono hazırlamakta olduğumu anımsattı,” dedi, “ikisini daha önce


imzalamıştım, geri kalan üçünü imzalamama izin verir misiniz?” “İşinizi yapın sevgili baronum, işinizi yapın.” Bir an sadece bankacının kaleminin sesinin duyulduğu bir sessizlik oldu, bu sırada Monte Kristo tavandaki yaldızlı süslemelere bakıyordu. “İspanya bonoları mı,” dedi Monte Kristo, “Haiti bonolan mı, Napoli bonoları mı?” “Hayır,” dedi Danglars, kendini beğenmiş gülüşüyle gülerek, “hamiline bonolar, Fransız bankasından hamiline bonolar. Bakın, sayın kontum,” diye ekledi, “ben nasıl finans dünyasının kralıysam, siz de o dünyanın imparatorusunuz, her biri bir milyon değerinde bu büyüklükte önemsiz kağıt parçalan gördünüz mü hiç?” Monte Kristo, Danglars’ın ona gösterdiği beş önemsiz kağıt parçasım tartmak ister gibi eline aldı ve okudu: Sayın banka genel kurul üyesinden, tarafımdan yatırılmış fonlardan hesabımdaki bir milyonluk tutarın ödenmesini rica ederim. BARON DANGLARS “Bir, iki, ûç, dört, beş,” dedi Monte Kristo; “Beş milyon! Vay canına! Bunu nasıl yapıyorsunuz Sinyor Cresus!”{216} “İşte ben işlerimi böyle hallediyorum,” dedi Danglars. “Bu olağanüstü bir şey, özellikle de bu tutar peşin olarak ödeniyorsa ki bundan hiç kuşkum yok.” “Peşin ödenecek,” dedi Danglars. “Böyle bir kredi sahibi olmak güzel; gerçekten de böyle şeylere ancak Fransa’da rastlanır: beş milyon değerinde beş


önemsiz kağıt parçası, buna inanmak için insanın gözleriyle görmesi gerek.” “Bundan kuşkunuz mu var?” “Hayır. ” “Bunu öyle bir tonlamayla söylediniz ki... Bakın, isterseniz deneyin: benim memurumu bankaya götürün, onun bankadan aynı tutarda hazine bonolanyla çıkacağım göreceksiniz.” “Hayır,” dedi Monte Kristo beş kağıdı katlayarak, “inanın istemem, bu iş çok garip ve ben kendim deneyeceğim. Benim sizdeki kredim altı milyondu, dokuz yüz bin frankını almıştım, bana daha beş milyon beş bin frank borçlu olmalısınız. Sizin imzanız olduğu için geçerli olan şu beş önemsiz kağıdı alıyorum, hesabımızı düzene sokacak altı milyonluk makbuzu buyrun. Bunu önceden hazırlamıştım, çünkü bugün paraya çok ihtiyacım olduğunu size söylemeliyim.” Ve Monte Kristo bir eliyle beş kağıdı cebine koyarken öbür eliyle de bankacıya makbuzu uzattı. Danglars’ın ayaklarının dibine yıldırım düşseydi onu bundan daha fazla ezemezdi. “Ne!” diye kekeledi, “Ne! Bu parayı alıyor musunuz sayın kont? Ama durun, durun, bu parayı güçsüzler yurduna vermem gerek, bu bir emanet ve bu sabah ödeyeceğime söz verdim.” “Ah!” dedi Monte Kristo, “O zaman başka. İlle de bu beş bono olsun demiyorum, bana başka biçimde de ödeme yapabilirsiniz. Ben bunları meraktan, herkese, Danglars bankasının hiç sormadan, benden beş dakikalık bir süre bile istemeden, bana peşin beş milyon ödediğini söyleyebilmek için almıştım! Bu çok ilginç


olacaktı! Buyrun bonolarınızı; size yine söylüyorum, bana başka biçimde ödeme yapın.” Ve beş senedi benzi solan Danglars’a uzattı, Danglars önünden çekilen eti yakalamak için kafesinin parmaklıklarından pençesini uzatan akbaba gibi elini uzattı. Birden fikir değiştirdi, büyük bir çaba harcadı ve kendini tuttu. Sonra gülümsediği ve altüst olmuş yüz çizgilerinin biraz yumuşadığı görüldü. “Aslında elinizdeki makbuz paradır,” dedi. “Ah! Tanrım! Evet! Eğer Roma’da olsaydınız Thomson ve French bankası hiç güçlük çıkarmadan ödeyecekti. “Bağışlayın sayın kont, bağışlayın.” “O zaman bu parayı alabilir miyim?” “Evet,” dedi Danglars, saçlarının dibinde parlayan teri silerek, “alın, alın.” Monte Kristo beş bonoyu yüzünde “Bakın, iyi düşünün! Eğer pişmansanız vazgeçmek için hâlâ zamanınız var,” demek ister gibi anlaşılamaz bir ifade ile cebine koydu. “Hayır,” dedi Danglars, “hayır, gerçekten imzaladığım kağıtları alın. Ama biliyorsunuz, hiç kimse parayla uğraşan biri kadar biçimci değildir; ben bu parayı güçsüzler yurduna ayırmıştım ve onlara bu parayı vermezsem kendimi onları çalmış gibi hissedecektim, sanki o ekü yerine başka bir ekü konamazmış gibi. Bağışlayın.” Ve gürültülü bir biçimde, elbette sinirden, gülmeye başladı.


“Bağışlıyorum,” diye yanıt verdi Monte Kristo kibarca, “ve alıyorum.” Ve bonolan cüzdanına yerleştirdi. “Ama,” dedi Danglars, “daha yüz bin franklık bir hesabımız yok mu?” “Ah! Onun hiç önemi yok,” dedi Monte Kristo. “Acyo{217} aşağı yukarı bu kadar tutar; o sizde kalsın, ödeşmiş olalım.” “Kont,” dedi Danglars, “ciddi mi söylüyorsunuz?” “Bankacılarla hiç şaka yapmam,” diye karşılık verdi Monte Kristo saygısızlığa yaklaşan bir ciddilikle. Ve kapıya doğru ilerledi, tam o sırada özel uşak haber verdi: “Mösyö de Boville, güçsüzler yurdu genel tahsildarı.” “Doğrusu,” dedi Monte Kristo, “imzaladığınız kağıtları almak için tam zamanında gelmişim, yoksa aramızda çekişme olacaktı.” Danglars ikinci bir kez sarardı ve ayrılmak için konttan acele izin istedi. Monte Kristo Kontu bekleme odasında ayakta duran Mösyö de Boville ile aşırı nazik bir biçimde selamlaştı ve Boville, Monte Kristo çıkar çıkmaz hemen Mösyö Danglarsin çalışma odasına alındı. Kontun, güçsüzler yurdu tahsildarının elinde tuttuğu cüzdanı görünce, o kadar ciddi ifadeli yüzünden nasil bir gülümsemenin gelip geçtiğini görmek gerekirdi.


Kapıda arabasına bindi ve hemen bankaya gitmesini söyledi. Bu sırada tüm heyecanını bastıran Danglars genel tahsildarı karşılamaya geliyordu. Kuşkusuz yüzünde her zamanki basmakalıp gülümsemesi ve nezaketi vardı. “Günaydın sevgili alacaklım,” dedi, “gelenin alacaklım olduğuna bahse girebilirdir!. “Doğru tahmin ettiniz sayın baron,” dedi Mösyö de Boville, “güçsüzler adına ben geldim; dullar ve yetimler sizden beş milyonluk bağışı istemek için beni görevlendirdiler.” “Yetimlerin acınacak durumda oldukları söyleniyor!” dedi Danglars şakayı sürdürerek; “zavallı çocuklar!” “İşte ben de onlar adına geldim,” dedi Mösyö de Boville. “Dün akşam benim mektubumu almış olmalısınız değil mi?” “Evet.” “İşte makbuzum.” “Sevgili Mösyö de Boville,” dedi Danglars, “dullarınız ve yetimleriniz, olabilirse, yirmi dört saat bekleme nezaketini gösterecekler, çünkü buradan çıktığım gördüğünüz Mösyö de Monte Kristo... onu görmüştünüz değil mi?” “Evet, ne oldu?” “işte Mösyö de Monte Kristo onların beş milyonlarını aldı!” “Aldı da ne demek?” “Kontun bende Roma’daki Thomson ve French bankası adına sınırsız kredisi vardı. Gelip benden bunun beş milyonunu hemen ödememi istedi: fonlarımı ona aktardım;


anlıyorsunuz ya, bankanın genel kurul üyesinden aynı gün içinde on milyon çekmekten korkanm, çünkü bu garip görünebilir. “Ama, iki gün içinde,” diye ekledi Danglars gülümseyerek, “olabilir.” “Haydi canım siz de!” diye haykırdı Mösyö de Boville büyük bir inanmazlıkla; “biraz önce buradan çıkan ve beni sanki onu tamyormuşum gibi selamlayan o beye beş milyon ha?” “Siz onu tanımasamz da o sizi tanıyabilir. Mösyö de Monte Kristo herkesi tanır.” “Beş milyon!” “işte makbuzu. Siz de Aziz Thomas gibi yapm: bakm ve dokunun.” Mösyö de Boville Danglars’ın ona uzattığı kağıdı aldı ve okudu: Roma’da Thomson ve French bankasında istendiği anda ödenmek üzere Mösyö Baron Danglars tarafından verilmiş beş milyon beş bin frank tutarındaki makbuzdur. “Vallahi doğru!” dedi Mösyö de Boville. “Thomson ve French bankasını biliyor musunuz?” “Evet,” dedi Mösyö de Boville, “o bankayla bir zamanlar iki yüz bin franklık bir iş yapmıştım, ama o zamandan bu yana ondan söz edildiğini duymadım.” “Avrupa’nın en iyi bankalarından biri,” dedi Danglars Mösyö de Boville’in elinden aldığı makbuzu önemsemeden çalışma masasının üstüne atarak.


“Üzerinde sizden aldığı beş milyon mu vardı? Ah! Bu Monte Kristo Kontu bir Hint prensi mi?” “İnanın ne olduğunu bilmiyorum, ama sınırsız üç kredisi vardı: biri bende, biri Rothschild’de, biri de Laffitte’de,” diye kayıtsızca ekledi Danglars, “gördüğünüz gibi yüz bin franklık bir acyo bırakarak bana öncelik tanıdı.” Mösyö de Boville’in büyük bir hayranlık duyduğu her halinden belli oluyordu. “Onu ziyarete gitmeliyim,” dedi, “bizim için ondan bir vakıf istemeliyim.” “Ah! Bunu olmuş bilin; sadece yaptığı bağışlar ayda yirmi bin frankı geçiyor.” “Bu harika; zaten ona Madam de Morcerf ile oğlunu örnek gösterebilirim.” “Ne örneği?” “Onlar tüm servetlerini güçsüzler yurduna verdiler.” “Hangi serveti?” “Kendi servetlerini, merhum General de Morcerfin servetini.” “Hangi nedenle?” “Bu kadar alçakça kazanılmış bir paradan yararlanmak istemedikleri için.” “Neyle yaşayacaklar?” “Anne Paris dışında yaşayacak, oğlu da gönüllü askere gidiyor.”


“Bak hele,” dedi Danglars, “demek utanıyorlar.” “Bağış sözleşmesini dün yaptım.” “Ne kadar paraları vardı?” “Ah! Fazla bir şey değil: bir milyon iki yüz bin, bir milyon üç yüz bin frank kadar. Ama gelelim bizim milyonlara.” “Elbette,” dedi Danglars dünyanın en doğal şeyiymiş gibi, “bu para size acele mi gerekiyor?” “Evet, kasalarımızın denetimi yarın yapılacak.” “Yann! Hemen demiyorsunuz. Yanna kadar bir yüzyıl var! Denetim saat kaçta olacak?” “Saat ikide.” “Görevlinizi gülümseyerek.

saat

ikide

gönderin,”

dedi

Danglars

Mösyö de Boville fazla bir şey söylemedi, başıyla ‘olur’ dedi, cüzdanını karıştırıyordu. “Ama düşündüm de,” dedi Danglars, “daha iyisi siz şöyle yapın.” “Ne yapmamı istiyorsunuz?” “Mösyö de Monte Kristo’nun makbuzu para yerine geçer; bu makbuzu Rotschild’e ya da Laffitte’e götürün; onlar bunu sizden hemen alacaklardır.” “Roma’da ödenecek olsa bile mi?” “Elbette; size sadece beş altı bin frank az öderler.” Tahsildar geriye sıçradı. “Hayır olmaz, yarma kadar beklemeyi yeğlerim. Sizin dediğiniz gibi!”


“Bir an öyle düşünmüştüm, beni bağışlayın,” dedi Danglars büyük bir utanmazlıkla, “tamamlamak zorunda olduğunuz küçük bir açığınız olduğunu sanmıştım.” “Ah!” dedi tahsildar. “Dinleyin, durum anlaşıldı, bu durumda bir özveri göstermek gerekiyor.” “Tanrıya şükür! Hayır,” dedi Mösyö de Boville. “O zaman yarın görüşüyoruz, değil mi sevgili tahsildarım?” “Evet yarın, ama bir yanlışlık olmaz değil mi?” “Elbette, ama yoksa eğleniyor musunuz! Görevlinizi öğleyin gönderin, bankaya haber verilmiş olacak.” “Ben kendim geleceğim.” “Bu daha iyi, çünkü bana sizi yeniden görme mutluluğunu verecek.” El sıkıştılar. “Ha,” dedi Mösyö de Boville, “bulvardan gelirken rastladım, şu zavallı Matmazel de Villefort’un cenaze törenine gitmeyecek misiniz?” “Hayır,” dedi bankacı, “Benedetto davasından beri biraz gülünç durumdayım, ortalarda görünmemeye çalışıyorum.” “Pöh! Yanılıyorsunuz, bunda sizin bir suçunuz var mı?” “Dinleyin sevgili tahsildarım, benimki gibi lekesiz bir isminiz varsa alıngan oluyorsunuz.” “Emin olun herkes sizin için üzülüyor, özellikle de herkes kızınız matmazel için üzülüyor.”


“Zavallı Eugenie!” dedi Danglars derin bir iç geçirerek, “onun manastıra gireceğini biliyor musunuz?” “Hayır, öyle mi?” “Heyhat! Bu ne yazık ki doğru. Olayın ertesi günü arkadaşlarından bir rahibe ile gitmeye karar verdi. İtalya’da ya da Ispanya’da katı bir manastır arayacak.” “Ah! Bu korkunç bir şey!” Ve Mösyö de Boville bu sözler üzerine babaya birçok kez üzüntülerini bildirerek ayrıldı. Ama daha o odadan çıkar çıkmaz, Danglars ancak Frederick’in Robert Macaire’i oynadığım görenlerin anlayabilecekleri enerji dolu bir hareketle, “Budala!!!” diye haykırdı. Küçük bir para cüzdanında Monte Kristo’nun makbuzunu sıkarak: “Öğlen gel bakalım,” diye ekledi, “öğlene ben çok uzaklarda olacağım.” Sonra kapısını iki kez kilitledi, kasasının tüm çekmecelerini boşalttı, elli bin frank kadar kağıt parayı topladı, çeşitli kağıtları yaktı, bazılarını ortada bıraktı, bir mektup yazdı, zarfı mühürleyip kapattı ve üzerine adres olarak “Barones Danglars’a” diye yazdı. “Bunu bu akşam tuvalet masasının üstüne kendim koyacağım,” diye mırıldandı. Sonra çekmecesinden bir pasaport çıkardı. “İyi,” dedi, “daha iki ay geçerli.”



105 PERE-LACHAISE MEZARLIĞI Mösyö de Boville gerçekten de Valentine’i mezarlığa götüren cenaze alayına rasdamıştı. Hava kapalı ve bulutluydu; ılık esen, ama sararmış yapraklar için yine de ölümcül bir rüzgar onları neredeyse çıplak kalmış ağaçlardan kopanyor ve bulvarları dolduran büyük kalabalığın üstüne döne döne savuruyordu. Soyca Parisli olan Mösyö de Villefort Pere-Lachaise mezarlığını Parisli ailesinin ölüsünü almaya yakışan tek yer gibi görüyordu; öbürleri ona taşra mezarlıkları, ölü dolu oteller gibi geliyordu. Ancak iyi ailelerin ölüleri PereLachaise’e gömülebilirdi. Daha önce gördüğümüz gibi Villefort Pere-Lachaise’de bir aile mezarlığı satın almıştı, orada ilk eşinin ailesinin tüm üyeleri tarafından pek çabuk doldurulan bir mezar yapısı yükseliyordu. Anıt mezarın alınlığının üstünde şunlar okunuyordu: SAİNT-MERAN VE VİLLEFORT AİLESİ; çünkü Valentine’in annesi zavallı Renee’nin son isteği böyleydi. Faubourg Saint-Honore’den hareket eden görkemli cenaze alayı Pere-Lachaise’e doğru ilerliyordu. Paris boydan boya geçildi, Temple mahallesine girildi, sonra dış bulvarlardan mezarlığa gelindi. Yirmi kadar cenaze alayı arabasını elliden fazla özel araba izliyordu, bu elli arabanın arkasında beş yüzden fazla insan da yaya ilerliyordu. Bunların neredeyse hepsi Valentine’in ölümünün yıldırım gibi çarptığı genç insanlardı, bunlar, yüzyılın buz gibi pusuna, çağın yavanlığına karşın bu güzel, namuslu ve hayatının en


güzel döneminde ölüp gitmiş genç kızın şiirsel etkisini duymuş kişilerdi. Paris’in çıkışında, dört atm çektiği hızlı bir arabanın geldiği, atların çelik yay gibi sağlam bacaklarını gererek birden durdukları görüldü: bu Mösyö de Monte Kristo’ydu. Kont arabasından indi, cenaze arabasını yaya izleyen kalabalığa karıştı. Château-Renaud onu fark etti; o da hemen arabasından indi ve kontun yanma geldi. Beauchamp da içinde bulunduğu kiralık arabasından indi. Kont dikkatli dikkatli kalabalığın arasındaki boşlukları tarıyordu; birini aradığı çok belliydi. Sonunda kendini tutamadı. “Morrel nerede?” diye sordu, “içinizden biri onun nerede olduğunu biliyor mu beyler?” “Ölenin evinde de bu soruyu birbirimize sorduk,” dedi Château-Renaud, “çünkü içimizden hiçbiri onu görmedi.” Kont sustu, ama çevresine bakmaya devam etti. Sonunda mezarlığa geldiler. Monte Kristo’nun keskin gözleri birden porsukağaçlarından ve çamlardan oluşmuş ağaçlığa takıldı ve tüm kaygılan yok oldu: bir gölge siyah gürgenli çitlerin altına kaymıştı ve kuşkusuz Monte Kristo aradığını bulmuştu. Bu harika kent mezarlığında bir gömme töreninin nasıl olduğunu biliyoruz: dar beyaz yollara serpiştirilmiş siyah gruplar, göğün ve yerin, kırılan birkaç daim çıtırtısıyla ve bir mezann çevresindeki çitin çökmesiyle bozulan sessizliği,


sonra papazların, şurada burada bir çiçek öbeğinin altındaki mahvolmuş ve ellerini kavuşturmuş kadınların hıçkırıklarına kanşan melankolik ilahileri. Monte Kristo’nun fark ettiği gölge Heloise ve Abelard’ın mezarının arkasında bulunan beşli ağaç öbeğini hızla geçti, ölenin uşaklarıyla birlikte, ölüyü taşıyan atların başına geçti ve aynı hızla mezar için seçilmiş yere ulaştı. Herkes başka yere bakıyordu. Monte Kristo, yanındakilerin ancak farkına vardıkları bu gölgeye bakıyordu. Kont, bu adamın ellerinin giysilerinin altında bir silah arayıp aramadığını görmek için iki kez sıradan çıktı. Cenaze alayı durduğunda bu gölgenin Morrel olduğu görüldü, yukarı kadar iliklenmiş siyah redingotu, soluk yüzü, içine göçmüş yanakları, kasılan elleriyle buruşturduğu şapkası ile yapılmakta olan cenaze töreninin hiçbir aynntısmı gözden kaçırmayacak biçimde, sırtını anıt mezarı gören bir tümseğin üstündeki bir ağaca dayamıştı. Her şey alışıldığı gibi oldu bitti. Birkaç kişi, her zamanki gibi en az etkilenen birkaç kişi, konuşma yaptılar; kimileri bu erken ölüme üzülüyorlar, kimileri ise babanın acıla-nndan söz ediyorlardı; bazı çok bilmişler de genç kızın birçok kez Mösyö de Villefort’dan tepelerinde adaletin iki tarafı keskin kılıcının asılı durduğu suçlular için istekte bulunduğunu söylüyorlardı; sonunda süslü metaforlar, acılı anlar Malherbe’den Duperier’ye kadar her türden dizeler söylenerek bitirildi.


Monte Kristo hiçbir şey duymuyor, hiçbir şey görmüyordu, ya da daha doğrusu sadece Morrel’i görüyordu, ancak genç subayın kalbinden geçenleri okuyabilen biri için korkunç bir görüntü oluşturan dingin ve kımıltısız Morrel’i görüyordu sadece. “Bakın,” dedi birden Beauchamp Debray’ye, “işte Morrel! Hay Alah orada ne işi var?” Ve onu Château-Renaud’ya da gösterdiler. “Ne kadar da solgun,” dedi Château-Renaud ürpererek. “Üşüyor,” diye ona karşılık verdi Debray. “Hayır üşümüyor,” dedi yavaşça Château-Renaud, “sanırım duygulandı. Maximilien çok duyarlı bir insan.” “Haydi canım!” dedi Debray, “Matmazel de Villefort’u çok az tanıyordu. Bunu siz kendiniz söylediniz.” “Doğru. Yine de Madam de Morcerfin balosunda onunla üç kez dans ettiğini anımsıyorum; o baloda herkesi çok etkilemiştiniz kont, biliyorsunuz.” Monte Kristo soluğunu tutan ya da bastıran insanlarda olduğu gibi yanaklan oynayan Morrel’i gözlemekle öylesine meşguldü ki kime ve neye yamt verdiğini bile bilmeden, “Hayır, bilmiyorum,” dedi. “Konuşmalar bitti: hoşçakalm beyler,” dedi birden kont. Gideceğini işaret ederek kayboldu, nereden geçip gittiğini görmediler bile. Cenaze eğlencesi bitmişti, orada bulunanlar Paris yolunu tuttular.


Sadece Château-Renaud bir an gözleriyle Morrel’i aradı, ama uzaklaşan kontu gözleriyle izlerken Morrel durduğu yerden ayrılmıştı, Château-Renaud onu boşu boşuna aradıktan sonra Debray ve Beauchamp’ı izledi. Monte Kristo kendini bir korunun içine atmış, geniş bir mezarın arkasına saklanmıştı, Morrel’in en küçük hareketini bile gözden kaçırmıyordu, Morrel önce meraklıların sonra da işçilerin bırakıp gittiği anıt mezara yavaş yavaş yaklaşıyordu. Morrel çevresine ağır ağır ve belli belirsiz baktı, kontun bulunduğu yerin tam ters yönüne bakarken, Monte Kristo ona görünmeden bir on adım daha yaklaştı. Genç adam diz çöktü. Kont, boynunu uzatmış, gözlerini dört açmış ve ona dikmiş, bacaklarını ilk işarette atılacakmış gibi açmış, Morrel’e yaklaşmaya devam ediyordu. Morrel alnını taşa değinceye kadar eğdi, iki eliyle parmaklıkları yakaladı ve fısıldadı: “Ah! Valentine!” Kontun kalbi bu iki sözcüğün patlamasıyla paramparça oldu; bir adım daha attı ve Morrel’in omzuna vurarak: “Siz misiniz dostum?” dedi, “Ben de sizi arıyordum.” Monte Kristo bir haykırma, sitem, acı acı yakınma bekliyordu, ama yanılmıştı. Morrel ona doğru döndü ve sakin görünerek: “Görüyorsunuz,” dedi, “dua ediyordum.”


Kont inceden inceye yoklayan bir bakışla genç adamı tepeden tırnağa süzdü. Bu incelemeden sonra daha sakin göründü. “Sizi Paris’e geri götürmemi ister misiniz?” dedi. “Hayır, teşekkür ederim.” “Bir şey ister misiniz?” “Bırakın dua edeyim.” Kont hiç karşı çıkmadan uzaklaştı, ama bu yeni bir iş içindi, olduğu yerden Morrel’in tek bir hareketini bile gözden kaçırmıyordu. Morrel sonunda ayağa kalktı, taşa değince beyazlaşmış dizlerini temizledi, başını bir kez bile arkaya çevirmeyerek Paris yolunu tuttu. Ağır ağır Roquette sokağından aşağı indi. Kont, Pere-Lachaise’de bekleyen arabasını geri yollayarak onu yüz adım geriden izledi. Maximilien kanalı geçti ve bulvarlan izleyerek Meslay sokağına girdi. Morrel’in arkasından kapanmasından beş dakika sonra kapı Monte Kristo için yeniden açıldı. Julie bahçenin girişindeydi, büyük bir dikkatle, bahçıvanlık mesleğini çok ciddiye alarak Bengal güllerinin çeliklerini hazırlayan Penelon Usta’ya bakıyordu. “Ah! Sayın Monte Kristo Kontu!” diye haykırdı, Monte Kristo’nun Meslay sokağına her gelişinde ailenin tüm üyelerinin her zaman gösterdiği neşeyle. “Maximilien biraz önce eve döndü değil mi madam?” diye sordu kont.


“Onun geçtiğini gördüm sanırım, evet döndü,” dedi genç kadm, “ama rica ederim Emmanuel’e seslenin.” “Bağışlayın madam, ama hemen Maximilien’in odasına çıkmam gerek,” diye karşılık verdi Monte Kristo, “ona söyleyeceğim çok önemli şeyler var.” “O zaman haydi,” dedi Julie ve kont merdivenlerde yok oluncaya kadar sevimli bir gülümsemeyle onu izledi. Monte Kristo giriş katını Maximilien’in dairesinden ayıran iki katı hemen çıktı, sahanlığa gelince dinledi: hiçbir ses duyulmuyordu. Sahanlık, tek kişinin oturduğu evlerin çoğunda olduğu gibi, sadece camlı bir kapıyla kapanıyordu. Yalnız bu camlı kapıda anahtar yoktu. Maximilien kendini içeri kilitlemişti, ama kırmızı ipekten bir perde camları örttüğü için kapının öbür tarafını görmek olanaksızdı. Kontun sıkıntısı kıpkırmızı oluşundan belli oluyordu, bu soğukkanlı adamda her zaman görmeye alışık olmadığımız bir heyecan belirtisiydi. “Ne yapmalı?” diye mırıldandı. Bir an düşündü. “Kapıyı mı çalmalı?” dedi, “Ah! Olmaz! Çoğu zaman bir zil sesi, yani bir ziyaretçi, şu anda Maximilien’in içinde bulunduğu durumdaki insanların kararlarını çabuklaştırır ve zil sesine bir başka ses karşılık verir.” Monte Kristo tepeden tırnağa titredi, şimşek hızıyla karar verdiği için, camlı kapının küçük camlarından birine dirseği ile vurdu, cam gürültüyle kırıldı, sonra kont perdeyi kaldırdı


ve yazı masasının arkasında, elinde kalemle Morrel’i gördü; Morrel kırılan camın gürültüsünü duyunca sandalyesinin üzerinde sıçramıştı. “Bir şey yok,” dedi kont, “binlerce özür dilerim sevgili dostum! Kaydım ve kayarken dirseğim cama geldi, cam kırıldığına göre, ben de bundan sizi görmek için yararlanacağım, rahatsız olmayın, rahatsız olmayın.” Ve kırılan camdan kolunu sokarak kapıyı açtı. Morrel elbette cam sıkılmış halde ayağa kalktı ve Monte Kristo’yu karşılamaktan çok içeri girişini engellemek için karşısına geldi. “İnanın, bu uşaklarınızın suçu,” dedi Monte Kristo dirseğini ovalayarak, “parkeleriniz ayna gibi pırıl pırıl.” “Yaralandınız mı mösyö?” diye soğuk bir biçimde sordu Morrel. “Bilmiyorum. Ama siz burada ne yapıyordunuz? Bir şey mi yazıyordunuz?” “Ben mi?” “Parmaklarınızda mürekkep lekesi var.” “Doğru,” diye yanıt verdi Morrel, “yazıyordum; asker olduğum için kimi zaman böyle şeyler yaparım.” Monte Kristo odanın içinde birkaç adım attı. Maximilien onun geçmesine izin vermek zorunda kaldı, ama arkasından gitti. “Yazıyor muydunuz?” dedi yine Monte Kristo dik dik bakmaktan yorulmuş bir bakışla. “Size daha önce de bunu


söyleme onuruna erişmiştim,” dedi Morrel. Kont çevresine göz attı. “Tabancalarınız yazı takımınızın yanında!” dedi parmağıyla Morrel’e çalışma masasının üstüne bırakmış olduğu silahlan göstererek. “Bir yolculuğa çıkıyorum,” diye karşılık verdi Maximilien. “Dostum!” dedi Monte Kristo son derece tatlı bir sesle. “Mösyö!” “Dostum, sevgili Maximilien, aşırı kararlar vermeyin, yalvarırım size.” “Ben mi! Aşırı kararlar mı!” dedi Morrel omuz silkerek, “söyleyin lütfen, bir yolculuk neden aşırı bir karar olsun?” “Maximilien,” dedi Monte Kristo, “ikimiz de taktığımız maskeleri bir yana bırakalım. “Maximilien, ne siz beni bu yapmacık sakinliğinizle kandırın, ne de ben sizi önemsiz gibi gösterdiğim kaygımla. “iyi anlıyorsunuz değil mi? Benim yaptığımı yapmak için, camlan kırıp bir dostun odasının sırrını açığa çıkarmak için, anlıyorsunuz ya, tüm bunları yapmak için gerçekten bir üzüntümün olması, ya da daha doğrusu korkunç bir kanıya kapılmış olmam gerek. “Morrel, siz kendinizi öldürmek istiyorsunuz!” “İyi de,” dedi Morrel ürpererek, nereden “bu düşünceye kapıldınız sayın kont?” “Size kendinizi öldürmek istediğinizi söylüyorum!” diye devam etti kont aynı ses tonuyla, “ve işte kanıtı.”


Çalışma masasına yaklaşarak, genç adamın yazmaya başladığı mektubun üstüne atmış olduğu beyaz kağıdı kaldırdı ve mektubu aldı. Morrel mektubu onun elinden almak için atıldı. Ama Monte Kristo bu hareketi önceden tahmin ediyordu, Maximilien’den önce davranıp onun bileğini tuttu ve dönen bir zembereği yarı yolda durduran çelik bir zincir gibi onu durdurdu. “Gördüğünüz gibi kendinizi öldürmek istiyordunuz Morrel,” dedi kont, “burada yazıyor.” “Pekala!” diye haykırdı Morrel birden sakin görünüşünden sıyrılıp şiddet dolu bir ifadeye bürünerek; “Pekala! Bu olduğunda, bu tabancanın namlusunu kendime çevirdiğimde beni kim engelleyebilir? “Kim beni engellemeye cesaret edebilir? “Tüm umutlarım yerle bir oldu, kalbim kırıldı, hayatım söndü, artık çevremde sadece yas ve iğrençlik var, dünya kül oldu, tüm insan sesleri beni paramparça ediyor, dediğimde, “Beni ölmeye bırakmak bana acımaktır, çünkü beni ölmeye bırakmazsanız aklımı kaçıracağım, deli olacağım, dediğimde, “Görüyorsunuz işte mösyö, söyleyin, tüm bunları söylediğimde, bunları büyük bir iç sıkıntısıyla yüreğim ağlayarak söylediğimde bana ‘haksızsınız!’ mı diyecekler? “En mutsuz insan olmamı engelleyecekler mi? “Söyleyin, mösyö, söyleyin, siz buna cesaret edebilecek misiniz?” “Evet, Morrel,” dedi Monte Kristo, sakinliği genç adamın coşkusuyla garip bir biçimde ters düşen bir sesle, “evet, o kişi


ben olacağım.” “Siz mi?” diye haykırdı Morrel sitem ve öfkesi artan bir ifadeyle; “beni saçma bir umutla oyalayan siz; ben bir öfkeyle, aşırı bir kararla onu kurtarabilecekken ya da en azından onun kollarımda öldüğünü görebilecekken, boş sözlerle beni tutan, sallayan, uyutan siz; zekanın tüm olanaklarını kullanabilecek olan siz; Tanrı rolü oynayan ya da daha doğrusu oynar gibi görünen, ama zehirlenen bir genç kıza panzehiri verecek gücü olmayan siz! Ah! Gerçekten de mösyö, beni iğrendirmeseniz içimi sızlatırdmız!” “Morrel!...” “Evet, bana maskeleri çıkaralım demiştiniz, işte şimdi mutlu olun, maskemi çıkanyorum. “Evet, beni mezarlıkta izlediğinizde size yine yanıt verdim, çünkü iyi yürekliyimdir; eve girdiğinizde buraya kadar çıkmanıza izin verdim... Ama mademki benim iyi niyetimi kötüye kullanıyorsunuz, mademki mezarım gibi içine girdiğim bu odaya kadar bana meydan okumaya geldiniz, mademki bana yeni bir işkence getirdiniz, oysa ben hepsini tükettiğimi sanıyordum, Monte Kristo Kontu, sözümona iyiliksever insan, Monte Kristo Kontu, evrensel kurtarıcı, mutlu olun, dostunuzun öldüğünü göreceksiniz!...” Morrel dudaklarında çılgınlık gülüşüyle ikinci bir kez tabancalara doğru atıldı. Monte Kristo bir hayalet gibi bembeyaz, ama gözleri çakmak çakmak parlayarak elini silahların üstüne uzattı ve duyarsız bir sesle; “Ve ben de size kendinizi öldürmeyeceğinizi söylüyorum!” dedi. “Öyleyse beni engelleyin!” diye karşılık verdi Morrel, birincisi gibi kontun çelik koluna çarpıp başarısızlığa uğrayan


son bir atılım yaparak. “Sizi engelleyeceğim!” “Peki siz kimsiniz, özgür ve düşünen yaratıkların üzerinde zorbaca hakkınız olduğunu düşünmek için siz kim oluyorsunuz?” diye haykırdı Maximilien. “Ben kim miyim?” diye yineledi Monte Kristo. “Dinleyin: “Ben dünyada size şu sözleri söylemeye hakkı olan tek kişiyim: ‘Morrel, babanın oğlunun bugün ölmesini istemiyorum!’ Ve Monte Kristo ağırbaşlı, değişmiş, soylu, iki kolunu kavuşturarak, istemeyerek de olsa bu adamın neredeyse kutsallığı karşısında yenilmiş, yüreği çarpan genç adama doğru ilerledi, genç adam bir adım geriledi. “Neden babamdan söz ediyorsunuz?” diye kekeledi genç adam, “neden babamın anısını bugün benim başıma gelenlere karıştırıyorsunuz?” “Çünkü ben daha önce babanın hayatını kurtaran kişiyim, o da bir gün senin bugün yaptığın gibi kendini öldürmek istiyordu; çünkü ben kız kardeşine keseyi, yaşlı Morrel’e Firavun'u gönderen kişiyim; çünkü ben çocukken seni dizlerinin üstünde hoplatan Edmond Dantes’im.” Morrel o zaman sallanarak, soluk soluğa, solumakta güçlük çekerek arkaya doğru bir adım attı, sonra tüm gücü tükendi ve yere kapanarak Monte Kristo’nun ayaklarına düştü. Sonra birden bu hayran olunacak insan, ani ve yeniden canlanır gibi bir hareket yaptı, ayağa kalktı, odanın dışına


sıçradı, sesinin tüm gücü ile haykırarak merdivenlere atıldı: “Julie! Julie! Emmanuel! Emmanuel!” Monte Kristo da atılmak istedi ama, Maximilien konta doğru ittiği kapının zıvanalarını bırakmamak için kendini öldürecekti neredeyse. Maximilien’in çığlıklarına Julie, Emmanuel, Penelon ve birkaç hizmetçi korku içinde koştular. Morrel onları ellerinden tuttu ve kapıyı açarak: “Diz çökün!” diye haykırdı hıçkırıklarla boğulan bir sesle; “Diz çökün! Bu, bize iyilik eden insandır, babamızı kurtarandır! Bu...” “Bu Edmond Dantes’tir!” diyecekti, ki kont kolunu yakalayarak onu durdurdu. Julie kontun eline atıldı; Emmanuel onu koruyucu bir Tanrı gibi kucakladı; Morrel ikinci bir kez dizlerinin üstüne düştü ve alnını yere değdirdi. O zaman o taş gibi adam kalbinin göğsünden fırlayacağını hissetti, yakıcı alevden bir ışık boğazından gözlerine fışkırdı, başım eğdi ve ağladı. Bu odada birkaç dakika boyunca duyduğu Tanrının en sevgili meleklerine hoş gelecek soylu bir gözyaşı ve inleme konseri oldu. Julie duyduğu heyecandan ancak kendine gelmişti ki, odadan dışarı fırladı, bir kat indi, çocukça bir sevinçle salona koştu, Meilhan yollarında yabancı biri tarafından verilmiş keseyi koruyan kristal karpuzu kaldırdı.


Bu sırada Emmanuel kesik kesik konuşarak konta şöyle diyordu: “Ah! Sayın kont, bizim sık sık yabancı bir iyilikseverden söz ettiğimizi göre göre, bir anıyı onca minnet ve hayranlıkla sarıp sarmaladığımızı göre göre, nasıl oldu da kendinizi tanıtmak için bugüne dek beklediniz? Ah! Bize acımadınız demek, hattâ şunu da söyleyeyim, kendinize de acımadınız demek.” “Dinleyin dostum,” dedi kont, “size dostum diyebilirim, çünkü siz bilmeseniz de benim on bir yıldır dostumsunuz; bu sırrın ortaya çıkması sizin bilmemeniz gereken büyük bir olayın sonucudur. “Tanrı şahıdimdir ki ben bu sırrı hayatım boyunca ruhumun derinliklerine gömmeyi istiyordum; kardeşiniz Maximilien eminim şimdi pişman olduğu korkunç bir davranış sonucunda bu sırrı benden söküp aldı.” Sonra Maximilien’in hâlâ dizlerinin üstünde, kendini yandaki koltuğun üstüne attığını görünce: “Gözünüz onun üstünde olsun,” diye ekledi Monte Kristo alçak sesle, Emmanuel’in elini anlamlı bir biçimde sıkarak. “Neden?” diye sordu genç adam şaşırarak. “Bunu size söyleyemem, ama gözünüz üstünde olsun.” Emmanuel gözleriyle tüm odayı taradı ve Morrel’in tabancalarını fark etti. Gözleri korkuyla silahlara dikildi ve parmağını yavaşça tabancaların hizasına kaldırarak Monte Kristo’ya gösterdi. Monte Kristo başını eğdi.


Emmanuel tabancalara doğru bir hareket yaptı. “Bırakın,” dedi kont. Sonra Morrel’in yanma giderek onun elini tuttu; genç adamın yüreğini bir an sarsan fırtınalı olaylar, yerlerini derin bir şaşkınlığa bırakmıştı. Julie yukarı çıktı, elinde ipek keseyi tutuyordu, pml pırıl sevinç gözyaşları iki damla sabah kırağısı gibi yanaklarından aşağı yuvarlanıyordu. “işte kutsal kalıntı,” dedi, “kurtarıcımız açıklandıktan sonra, bunun benim için daha az değerli olduğunu düşünmeyin sakın.” “Yavrucuğum,” dedi Monte Kristo kızararak, “bu keseyi geri almama izin verin; benim yüz çizgilerimi tanıdığınızdan bu yana, anılarınızda sadece bana vermenizi rica edeceğim sevgiyle var olmak istiyorum.” “Ah!” dedi julie keseyi kalbinin üstüne bastırarak, “hayır, hayır, size yalvarırım, çünkü bir gün bizi terk edebilirsiniz; çünkü bir gün ne yazık ki bizi terk edeceksiniz değil mi?” “Doğru tahmin ettiniz madam,” diye yanıt verdi Monte Kristo gülümseyerek; “sekiz gün sonra, Tanrının intikamını hak eden onca insan mutlu yaşarken babamın açlıktan ve acıdan öldüğü bu ülkeyi terk etmiş olacağım.” Monte Kristo yakında gideceğini haber verirken gözlerini Morrel’e dikmişti, bu ülkeyi terk etmiş olacağım sözlerinin Morrel’i uyuşukluğundan çıkarmaya yetmediğini fark etmişti; dostunun acısına yardımcı olmak için son bir gayret göstermesi gerektiğini anladı, Julie ve Emmanuel’in ellerini


tutup kendi elleri arasında sıkarken onlara bir babanın tatlı otoritesiyle şöyle dedi: “iyi dostlarım, sizden beni bırakmanızı rica ediyorum.”

Maximilien

ile

yalnız

Bu, Julie için, Monte Kristo’nun yeniden söz etmeyi unuttuğu değerli kutsal kalıtı alıp götürmenin bir yoluydu. Kocasını da yanma aldı. “Bırakalım onları,” dedi. Kont, bir heykel gibi kımıldamadan duran Morrel ile kaldı. “Haydi bakalım,” dedi kont onun omzuna ateş gibi parmağıyla dokunarak, “yeniden erkek oluyor musun, Maximilien?” “Evet, çünkü yeniden acı çekmeye başlıyorum.” Kontun alm kırıştı, kaygı verici bir kararsızlığa saplanmış gibiydi. “Maximilien! Maximilien!” dedi, “İçine gömüldüğün düşünceler bir Hıristiyan’a yakışmıyor.” “Ah! Sakin olun dostum!” dedi Morrel başını kaldırıp konta sözle anlatılmaz bir hüzünle dolu bir gülümseme ile bakarak, “artık ölümü arayacak olan ben değilim.” “O zaman,” dedi kont, “artık silah da yok, umutsuzluk da.” “Hayır, çünkü acılarımı iyileştirmek için bir tabancanın namlusundan ya da bir bıçağın ucundan daha iyisine sahibim.” “Zavallı deli!... Neyiniz var bakalım?”


“Beni acılarım öldürecek.” “Dostum,” dedi Monte Kristo onunki kadar büyük bir hüzünle, “beni dinleyin: “Bir gün seninki gibi bir umutsuzluk içindeyken, çünkü bu beni aym karara vardır-mıştı, senin gibi ben de kendimi öldürmek istedim; bir gün baban da, senin gibi umutsuz iken kendini öldürmek istedi. “Eğer baban tabancasının namlusunu alnına çevirdiği anda, eğer üç günden beri dokunmadığım tutuklu ekmeğimi yatağımdan uzaklaştırdığım anda, işte o kutsal anda ikimize de şöyle denseydi: ‘“Yaşayın! Mutlu olacağınız ve yaşadığınız için sevineceğiniz gün gelecek’; bu ses nereden gelmiş olursa olsun biz onu kuşkulu bir gülümsemeyle ya da inanmamanın iç sıkıntısıyla karşılayacaktık, ama işte kimbilir kaç kez baban seni kucaklarken yaşadığına sevindi, ben kaç kez...” . “Ah!” diye kontun sözünü kesti Morrel, “siz sadece özgürlüğünüzü yitirmiştiniz, babam sadece servetini yitirmişti, ben Valentine’i yitirdim.” “Bana bak, Morrel,” dedi Monte Kristo onu bazı durumlarda öylesine büyük ve inandırıcı yapan görkemli gülümsemesiyle, “bana bak, ne gözlerimde yaş var, ne damarlarımda ateş, ne de kalbimde üzüntülü çarpıntılar, yine de seni Maximilien, oğlum gibi sevdiğimi, senin acı çektiğini görüyorum: pekala! Bu sana acının yaşam gibi olduğunu ve onun ötesinde her zaman bilinmeyen bir şeyler olduğunu anlatmıyor mu? Eğer senden yaşamanı rica ediyorsam, senden bunu istiyorsam Morrel, bu bir gün yaşamını kurtardığım için bana teşekkür edeceğini bilmemdendir.”


“Tanrım!” diye haykırdı genç adam, “Tanrım! Bana neler söylüyorsunuz kont? Dikkatli olun! Siz hayatınızda hiç sevdiniz mi?” “Çocuk!” diye yanıt verdi kont. “Âşık oldunuz mu, diyorum,” dedi Morrel. “Ben, bir erkek olduğumdan beri askerim anlıyor musunuz; yirmi dokuz yaşıma kadar kimseyi sevmeden geldim, çünkü o zamana kadar hissettiğim duygular aşk adını hak etmiyordu: işte yirmi dokuz yaşımda Valentine’i gördüm: yani yaklaşık iki yıldır onu seviyorum, yaklaşık iki yıldır, benim için bir kitap gibi açık bu yürekte bu kızın ve bu kadının, Tanrı eliyle yazılmış erdemlerini okuyabildim. “Kont, benim için Valentine ile birlikte bu dünya için sonsuz, çok büyük, bilinmeyen bir mutluluk, son derece büyük, son derece eksiksiz, son derece kutsal bir mutluluk söz konusuydu; bu dünya bana bunu vermediğine göre, kont, size Valentine olmadan benim için bu dünyada sadece umutsuzluk ve perişanlığın olduğunu söyleyebilirim.” “Size umut edin diyorum Morrel,” diye yineledi kont. “Dikkat edin o zaman, ben de yineliyorum,” dedi Morrel, “çünkü beni inandırmaya çalışıyorsunuz, ve eğer beni inandırırsanız bana aklımı oynattıracaksınız, çünkü beni Valentine’i yeniden görebileceğime inandıracaksınız.” Kont gülümsedi. “Dostum, babacığım!” diye haykırdı Morrel heyecan içinde, “dikkatli olun, size üçüncü kez söyleyeceğim, çünkü benim üstümdeki etkiniz beni korkutuyor; sözlerinizin ne anlama geldiğine dikkat edin, çünkü işte gözlerim yeniden


canlanıyor, kalbim yeniden alevleniyor ve yeniden diriliyor; dikkatli olun, çünkü beni doğaüstü şeylere inandıracaksınız. “Bana Jaire’nin kızını{218} örten mezar taşını kaldırmamı emrederseniz istediğinizi yapacağım, eğer bana elinizle dalgaların üzerinde yürümemi işaret ederseniz, havariler gibi dalgaların üstünde yürüyeceğim; dikkatli olun, size boyun eğeceğim.” “Umut et, dostum,” diye yineledi kont. “Ah!” dedi Morrel coşkusunun doruğundan hüznün uçurumuna yeniden düşerek, “Ah! Benimle oynuyorsunuz: haminneler gibi ya da daha çok çocuklarının çığlıkları kendilerini yorduğu için onları tatlı sözlerle sakinleştiren bencil anneler gibi yapıyorsunuz. “Hayır, dostum, size dikkatli olun derken haksızlık ediyordum; hayır sakın korkmayın, acımı göğsümün en derin yerine öyle büyük özenle gömeceğim, onu öylesine karanlık, öylesine gizli hale getireceğim ki, artık bu acıyı paylaşma kaygısını duymayacaksınız. “Elveda! Dostum, elveda!” “Tam tersine,” dedi kont, “şu andan başlayarak benim yanımda, benimle yaşayacaksın Maximilien, artık benden ayrılmayacaksın ve sekiz gün sonra Fransa’yı arkamızda bırakmış olacağız.” “Ve siz bana hâlâ umut etmemi mi söylüyorsunuz?” “Sana umut etmeni söylüyorum, çünkü seni iyileştirmenin bir yolunu biliyorum.” “Kont, beni daha fazla üzüyorsunuz, daha fazlası olabilirse elbet. Beni vuran darbenin sonucunun sadece basit bir acı olduğunu sanıyorsunuz ve beni basit bir yolla, yolculukla avutacağınızı sanıyorsunuz.”


Ve Morrel küçümseyen bir inanmazlıkla başını salladı. “Sana ne söylememi istiyorsun?” dedi kont. “Ben verdiğim sözlere güveniyorum, bırak da deneyeyim.” “Kont, benim son dakikalarımı uzatıyorsunuz, hepsi bu.” “Demek, yüreğin zayıf olduğu için dostuna yapacağı deneme için birkaç gün ayıracak gücün yok. . “Görelim bakalım! Monte Kristo Kontunun neler yapabileceğini biliyor musun? “Dünyadaki birçok güce egemen olduğunu biliyor musun? “insanın inançla bir dağı kaldırabileceğini söyleyenin mucizelerini yaratabilecek kadar Tanrıya inancı olduğunu biliyor musun? “işte umut ettiğim bu mucizeyi bekle, ya da ...” “Ya da...” diye yineledi Morrel. “Ya da, dikkatli ol Morrel, sana nankör diyebilirim.” “Bana acıyın kont.” “Sana o kadar acıyorum ki Maximilien, beni dinle, o kadar acıyorum ki sana, eğer seni bir ayda iyileştiremezsem, günü gününe, saati saatine, benim sözlerimi anımsa Morrel, o zaman ben seni bu dopdolu tabancaların, İtalya’nın en etkili ve en çabuk etki yapan ze-hiri ile, Valentine’i öldürmüş olan zehirle dolu kadehin karşısına bırakacağım.” “Bana bunun için söz veriyor musunuz?” “Evet, çünkü ben bir erkeğim, çünkü ben de sana söylediğim gibi ölmek istemiştim, hattâ çoğu zaman, felaket


benden uzaklaştığından bu yana bile, sonsuz uykunun zevklerini düşledim.” “Ah! Elbette, bana söz veriyor musunuz kont?” “Sana söz vermiyorum, yemin ediyorum,” dedi Monte Kristo elini uzatarak. “Bir ay sonra acılarımı unutmamışsam, benim yaşamımdan uzaklaşacağınıza, ne yaparsam yapayım bana nankör demeyeceğinize onurunuz üzerine söz veriyor musunuz?” “Bir ay sonra, günü gününe, Maximilien; bir ay sonra, saati saatine, tarih kutsaldır Ma-ximilien; senin bunu düşünüp düşünmediğini bilmiyorum, bugün 5 Eylül. “On yıl önce bugün, ölmek isteyen babanı kurtarmıştım.” Morrel kontun ellerine sarıldı ve öptü; kont bu sevgi ve saygı gösterisini kendisine borçlu olduğunu anlıyormuş gibi bunu yapmasına izin verdi. “Bir ay sonra,” diye devam etti Monte Kristo, “karşılıklı oturacağımız masanın üstünde güzel silahlar ve güzel bir ölüm olacak, ama buna karşılık o güne dek bekleyeceğine ve yaşayacağına söz vermelisin.” “Ah! Ben de size yemin ediyorum,” diye haykırdı Morrel. Monte Kristo genç adamı göğsüne bastırdı ve uzun uzun öyle tuttu. “Ve şimdi,” dedi ona, “bugünden başlayarak benim evimde oturacaksın; Haydee’nin dairesine yerleşeceksin, böylece kızımın yerini oğlum almış olacak.” “Haydee!” dedi Morrel, “Haydee’ye ne oldu?”


“O bu gece gitti.” “Sizden ayrıldı mı?” “Hayır gittiği yerde beni bekleyecek... “Champs-Elysees sokağına, benim yanıma gelmek için hazırlan ve beni kimse görmeden buradan çıkar.” Maximilien başını eğdi ve bir çocuk gibi ya da bir havari gibi isteneni yaptı.


106 PAYLAŞMA Albert de Morcerfin annesi ve kendisi için seçmiş olduğu Saint-Germain-des-Pres sokağındaki otelin, içinde her şeyi olan küçük bir daireden oluşmuş birinci katı, çok gizemli bir kişi tarafından kiralanmıştı. Bu kişi öyle bir adamdı ki kapıcı bile ne girerken ne de çıkarken yüzünü görmemişti, çünkü kışları bir gösteriden çıkacak olan efendilerini bekleyen önemli evlerin arabacılarının yaptığı gibi çenesini kırmızı kravatlarından birine gömüyordu, yazları da kapıcı odasının önünden geçerken fark edilebileceği anda, kesinlikle o anda, hep sümkürüyor-du. Şunu söylemek gerekir ki tüm bu yaptıklarına karşın otelin bu sakinini hiç kimse gözetleyemiyordu ve kendisini bu biçimde saklaması onun çok yüksek görevli ve çok etkili bir kişi olduğu konusunda dedikodulara neden oluyor, onun gizemli görünüşüne karşı saygı uyandırıyordu. Kimi zaman geç, kimi zaman erken saatlerde de olsa onun ziyaretleri genelde belliydi, yaz kış neredeyse her zaman saat dörde doğru dairesine geliyor ve hiçbir zaman geceyi orada geçirmiyordu. Kışın saat üç buçukta küçük dairenin işlerini gören ağzı sıkı bir hizmetçi tarafından ateş yakılıyor, yazın saat üç buçukta aynı hizmetçi tarafından yukarı buz çıkarılıyordu. Saat dörtte, söylediğimiz gibi gizemli kişi geliyordu. Onun gelişinden yirmi dakika sonra otelin önünde bir araba duruyordu; siyah ya da lacivert giyinmiş, ama her zaman geniş bir örtüye sarınmış bir kadm arabadan iniyor, kapıcı


odasının önünden gölge gibi geçiyor, hafif adımları altında tek bir basamağın gıcırdadığı duyulmadan merdiveni çıkıyordu. Hiçbir zaman ona nereye gittiği sorulmuyordu. Yüzü, .adı geçen yabancının yüzü gibi, kapıdaki iki nöbetçiye, başkent kapıcılarının büyük derneğinde ağızlarının sıkılığı açısından belki de tek örnek olabilecek kapıcılara, tümüyle yabancıydı. Kadının birinci kattan yukarıya çıkmadığını söylemeye gerek yok. Bir kapıyı özel bir biçimde tıkırdatıyordu; kapı açılıyordu, sonra da sıkı sıkıya kapatılıyordu, hepsi bu kadardı. Otelden ayrılırken de, girerken olduğu gibi, aynı şeyler yapılıyordu. Önce her zaman örtülü olarak yabancı kadm çıkıyor ve arabasına biniyordu, araba bazen bir sokağın bazen bir başkasının ucunda gözden kayboluyordu; yirmi dakika sonra yabancı adam kravatına gömülmüş ya da mendiline saklanmış olarak çıkıyor ve o da gözden kayboluyordu. Valentine’in cenaze töreni günü, Monte Kristo’nun Danglars’ı ziyaret edişinin ertesi günü, gizemli yabancı her zamanki gibi öğleden sonra saat dörde doğru geleceğine, sabah ona doğru otele girdi. Hemen arkasından, her zamanki kadar bir süre geçmeden kiralık bir araba geldi, örtülü kadm çabucak merdivenleri çıktı. Kapı açıldı ve kapandı. Ama kapı daha kapanmadan kadm haykırdı:


“Ah Lucien! Ah dostum!” Öyle ki, ister istemez bu haykırışı duyan kapıcı ilk kez kiracısının adının Lucien olduğunu öğrendi, ama örnek bir kapıcı olduğu için, bunu karısına bile söylememeye karar verdi. “Pekala! Ne oldu sevgili dostum?” diye sordu örtülü kadının heyecan ya da aceleden adını açıkladığı kişi; “Söyleyin, haydi anlatın.” “Dostum, size güvenebilir miyim?” “Elbette, bunu biliyorsunuz. “Ama ne oldu? “Bu sabahki notunuz beni korkunç bir şaşkınlığa düşürdü. “Yazdıklarınızdaki o düzensizlik, o acelecilik; durun bakalım, sakinleşin yoksa beni daha çok korkutacaksınız.” “Lucien, büyük bir olay oldu!” dedi kadm, Lucien’e sorar gibi bakışlarını dikerek: “Mösyö Danglars bu sabah gitti.” “Gitti mi! Mösyö Danglars gitti ha! “Nereye gitti?” “Bilmiyorum.” “Nasıl? Bilmiyor musunuz? Geri dönmemek üzere mi gitti?” “Kuşkusuz! “Akşam saat ona doğru atları onu Charenton sınırına kadar götürmüşler; orada atları koşulmuş bir lando arabası bulmuş;


uşağı ile birlikte bu arabaya binmiş ve arabacıya Fontainebleau’ya gideceğini söylemiş.” “Peki buna siz ne diyorsunuz?” “Bekleyin dostum. Bana da bir mektup bırakmış.” “Bir mektup mu?” “Evet; okuyun.” Ve barones cebinden açılmış bir mektup çıkardı ve Debray’ye uzattı. Debray okumadan önce, içinde ne yazdığım tahmin etmek ister gibi, ya da içinde bir şey varmış da önceden buna göre karar verecekmiş gibi bir an duraksadı. Birkaç saniye sonra düşünceleri kuşkusuz sona ermişti, çünkü okumaya koyuldu. İşte Madam Danglars’ın içini bu kadar allak bullak eden notta bulunanlar: Çok sadık karım hanımefendiye. Debray hiç düşünmeden durdu ve gözlerine kadar kızaran baronese baktı. “Okuyun,” dedi barones. Debray devam etti. Bu mektubu aldığınızda artık kocanız olmayacak. Ah! Bu kadar çok korkuya kapılmayın; kızınız olmadığı gibi kocanız da olmayacak, yani ben Fransa dışına giden otuz ya da kırk yoldan birinde olacağım.


Size açıklamalarda bulunmak zorundayım, bunları çok iyi anlayabilecek bir kadın olduğunuz için, size bu açıklamaları yapacağım. Dinleyin bakın: Bu sabah beş milyonluk bir ödeme yapmam istendi, onu ödedim; aynı tutarda bir başkası hemen arkasından geldi; onu yarına erteledim: benim için dayanması çok güç olacak bu yarından kurtulmak için bugün gidiyorum. Bunu anlıyorsunuz hanımefendi?

değil

mi,

çok

değerli

karım

Ben söyleyeyim: Anlıyorsunuzdur, çünkü benim işlerimi benim kadar siz de biliyorsunuz, hattâ benden daha iyi biliyorsunuzdur, çünkü daha dün çok iyi olan servetimin yandan çoğunun nereye gittiğini söylemek gerekseydi, bunu ben bilemezdim, oysa siz tam tersine, bunun hesabım kusursuz bir biçimde verirdiniz. Çünkü kadınların yanılgıya düşmeyen güvenli içgüdüleri vardır, kendi icat ettikleri bir cebirle şaşılacak şeyleri açıklarlar. Sadece kendi rakamlarımdan anlayan ben, rakamlarım beni yanılttığı gün, bu konuda hiçbir şey bilmiyordum. Kimi zaman benim düşüşümün hızına hayran kalmadınız mı madam? Külçelerimin akkor hale gelip erimesinden biraz olsun gözünüz kamaşmadı mı?


Ben, itiraf edeyim, bunda sadece ateş gördüm; sizin, küllerin arasında biraz altm bulmuş olmanızı umalım. İşte bu avutucu umutla, vicdanım bana sizi terk ettiğim için en küçük bir kınamada bulunmadan uzaklaşıyorum, çok ihtiyatlı karım hanımefendi; size dostlarınız ile söz konusu küller ve mutluluğunuzu tamamlamak için size geri vermekte acele ettiğim özgürlüğünüz kalıyor. Yine de madam, bu paragrafa ekleyecek özel bir açıklama yapma ânı geldi. Sizin, ailemizin iyiliği ve kızımızın serveti için çalıştığınızı umut ettiğim sürece her şeye filozofça göz yumdum, ama siz evimizi büyük bir yıkıntıya çevirdiniz, bir başkasının servet yapmasına hizmet etmek istemiyorum. Sizinle evlendiğimde zengindiniz, ama az saygındınız. Sizinle bu kadar açık konuştuğum için beni bağışlayın; belki de ama sadece ikimiz için konuştuğumdan sözlerimi allayıp pullamak için bir neden göremiyorum. Ben servetimizi on beş .yıldan fazla bir süre artırdım, sonra benim için bilinmeyen ve an-taşılmaz felaketler gelip, servetimize saldırıp onu altüst etti, bunda benim hiçbir suçum olmadığını söyleyebilirim. Siz madam, sadece kendi servetinizi artırmak için çalıştınız, bunda da başarılı oldunuz, buna gönülden inanıyorum. Sizi aldığım gibi bırakıyorum, zengin ama az saygın. Elveda.


Bugünden çalışacağım.

başlayarak

ben

de

kendi

Bana verdiğiniz ve izleyeceğim minnettarlığımı kabul ediniz.

örnek

hesabıma için

tüm

Çok sadık kocanız, BARON DANGLARS Barones bu uzun ve yorucu okuma sırasında gözleriyle Debray’yi izlemiş, genç adamın çok iyi bilinen kendine hâkim olmaktaki gücüne karşın renginin bir iki kez değiştiğini görmüştü. Mektubu bitirdiğinde Debray kağıdı yavaşça kat yerlerine göre katladı ve düşünceli bir tavır aldı. “Evet?” diye sordu Madam Danglars anlaması kolay bir iç sıkıntısı ile. “Evet madam?” diye makine gibi yineledi Debray. “Bu mektup size ne düşündürüyor?” “Bu çok basit madam; bu mektup bana Mösyö Danglars’ın birtakım kuşkularla gittiğini düşündürüyor.” “Elbette, ama bana söyleyecekleriniz bu kadar mı?” “Anlamıyorum,” dedi Debray buz gibi bir soğuklukla. “Gitti! Büsbütün gitti! Bir daha geri gelmemek üzere gitti!” “Ah!” dedi Debray, “buna inanmayın barones.” “Size hayır diyorum, geri gelmeyecek, ben onu tanırım, çıkarı ile ilgili kararlarda geri adım atmayan bir adamdır. “Eğer benim bir işe yarayacağımı düşünseydi beni de götürürdü. Beni Paris’te bırakıyor, demek ki ayrılmamız onun


tasarıları için yararlı olabilir: demek geri dönüşü yok, ben sonsuza kadar özgürüm,” diye ekledi Madam Danglars aynı ricacı sesle. Ama Debray yanıt vereceğine, onu bu kaygılı bakışlar ve düşünceler içinde bıraktı. “Nasıl!” dedi sonunda barones, “bana yanıt vermiyor musunuz mösyö?” “Size sadece bir düşünüyorsunuz?”

soru

sorabilirim:

ne

yapmayı

“Ben de size bunu soracaktım,” diye yanıt verdi barones kalbi çarparak. “Ah!” dedi Debray, “benden bir öğüt mü istiyorsunuz?” “Evet, sizden bir öğüt istiyorum,” dedi barones kalbi sıkışarak. “Mademki benden istediğiniz bir öğüt,” dedi soğuk bir biçimde genç adam, “size yolculuk yapmanızı öğütlerim.” “Yolculuk yapmak mı!” diye mırıldandı Madam Danglars. “Elbette. Mösyö Danglars’ın dediği gibi, zenginsiniz ve son derece özgürsünüz. Matmazel Eugenie’nin biten evliliği ile Mösyö Danglars’ın ortadan yok oluşunun yarattığı çifte skandaldan sonra Paris’ten uzaklaşmak kesinlikle gerekli, en azından ben böyle düşünüyorum. “Ancak herkesin sizi terk edilmiş ve fakir düşmüş bilmesi önemli, çünkü hileli iflas yapmış birinin karısının bolluk içinde ve büyük bir konakta oturması bağışlanmaz. “Birincisi için Paris’te sadece on beş gün kalmanız yeterli, herkese terk edildiğinizi yinelersiniz, en iyi dostlarınıza bu terk edilişin nasıl olduğunu anlatırsınız, onlar da herkese


anlatırlar. Sonra konağı terk edersiniz, orada mücevherlerinizi bırakırsınız, dulluk gelirinizden vazgeçersiniz, herkes sizin çıkar gözetmemenizi över ve sizin için övgüler düzer. “O zaman sizin terk edildiğinizi anlarlar ve sizi fakir sanırlar, çünkü sadece ben sizin para durumunuzu biliyorum ve dürüst bir ortak olarak size hesap vermeye hazırım.” Debray ne kadar sakin ve kayıtsız konuştuysa solgun, yıkılmış barones de bu konuşmayı o kadar korku ve umutsuzlukla dinlemişti. “Terk edilmiş!” diye yineledi, “Ah! Tam anlamıyla terk edilmiş... Evet, haklısınız mösyö, kimse benim terk edildiğimden kuşku duyamaz.” Bu gururlu ve son derece âşık kadın Debray’ye sadece bu sözlerle yanıt verebildi. “Ama zengin, hem de çok zengin,” dedi Debray cüzdanından birkaç kağıt çıkarıp masanın üstüne yayarken. Madam Danglars kalbinin çarpıntısını bastırmaya ve gözkapaklarınm kenarından akacağını hissettiği gözyaşlarını tutmaya çalışarak, onun dilediği gibi davranmasına izin verdi. Ama sonunda baronesin özsaygısı üstün geldi, kalbini bastıramadıysa da hiç olmazsa gözyaşlarının akmasını engelledi. “Madam,” dedi Debray, “yaklaşık altı ay önce ortak olduk. “Yüz bin franklık fonla bir yatırım yaptınız. “Ortaklığımız bu yılın nisan ayında kuruldu. “Mayısta işlemlerimiz başladı.


“Mayısta dört yüz elli bin frank kazandık. “Haziranda kâr dokuz yüz bine çıktı. “Temmuzda biz buna bir milyon yedi yüz bin frank ekledik; bildiğiniz gibi bu İspanya bonolarının olduğu aydı. “Ağustos ayının başında üç yüz bin frank yitirdik, ama ayın on beşinde yitirdiğimiz parayı yine kazandık ve ay sonunda gediğimiz kapanmıştı, çünkü ortaklığımızın kurulduğu günden, benim son verdiğim düne kadar hesaplarımız iki milyon dört yüz bin frankı buldu, yani her birimize bir milyon iki yüz bin frank düşüyor.” “Şimdi,” diye devam etti Debray, bir borsa görevlisinin sakinliği ve yöntemiyle cep defterini inceleyerek, “bu tutarın bileşik faizi olarak elimde seksen bin frank var.” “Ama,” diye onun sözünü kesti barones, “siz bu parayı değerlendirmediğinize göre faizler ne anlama geliyor?” “Bağışlayın madam,” dedi Debray soğuk bir biçimde, “ değerlendirmek için elimde sizin vekaletnameleriniz vardı, ben de bu vekaletnameleri kullandım. “Bu paranın yarısı olan kırk bin frank sizin, ayrıca birinci fonların alımından yüz bin frank da eklenince, bir milyon üç yüz kırk bin frank sizin payınız oluyor. “İşte madam,” diye devam etti Debray, “önceki gün önlem olarak paranızı taşınıra çevirdim, gördüğünüz gibi çok olmadı, sürekli size hesap vermek için çağrılacağımdan kuşkulandığım söylenebilir. Paranız burada, yarısı kağıt para olarak, yarısı da hamiline yazılı bonolar halinde.


“Burada söylediklerim doğrudur, çünkü evimi yeteri kadar güvenli, noterleri yeteri ağzı sıkı bulmadığım için ve bunları ellerinde bulunduranlar noterlerden daha çok konuştukları için, son olarak aile birliği dışında ne bir şey satın almak ne de elinize alma hakkınız olmadığı için bugün tek servetiniz olan tüm bu tutarı bu dolabın dibindeki mühürlü kasaya koydum ve iyice güvenli olması için bu yeri kendim hazırladım. “Şimdi,” diye devam etti Debray önce dolabı, sonra kasayı açarak, “şimdi madam, işte her birimizin gördüğünüz gibi demir çembere alınmış büyük bir albüme benzeyen bin franklık sekiz yüz kağıt parası; buna yirmi beş bin franklık bir faiz kuponu ekliyorum: sonra sanırım yüz on bin frank kadar bir şey eden bir ufak para olacak; işte benim bankacımdan açık bir bono, benim bankacım Mösyö Danglars olmadığı için bono ödenecektir, içiniz rahat olsun.” Madam Danglars makine gibi açık bonoyu, faiz kuponunu ve kağıt para tomarım aldı. Bu büyük servet masanın üstüne serilince az bir şey gibi görünüyordu. Madam Danglars, gözleri kuru, ama göğsü hıçkırıklarla tıkanmış halde bu serveti topladı, çelik kılıfı çantasına kilitledi, faiz kuponunu ve açık bonoyu cüzdanına koydu, ayakta, solgun, hiçbir şey söylemeden, onu zengin olmaktan daha çok avutacak tatlı bir söz bekledi. Ama boşuna bekledi. “Şimdi madam,” dedi Debray, “en azından bir yıl, ev geçindirmeyecek bir kadm için çok büyük olan altmış bin franklık bir gelirle harika bir yaşamınız olacak.


“Bu, aklınızdan geçen tüm fantezileriniz için bir ayrıcalık: geçmişinizi göz önüne aldığınızda payınızı yetersiz bulursanız benimkinden alabilirsiniz madam, size elimde olanı, yani bir milyon altmış bin frankı vermeye hazırım. Ah! borç olarak elbette.” “Teşekkür ederim mösyö,” diye yanıt verdi barones, “teşekkür ederim; en azından uzun süre ortalıkta görünmeyecek önemsiz zavallı bir kadına gerektiğinden çok verdiğinizi biliyorsunuz.” Debray bir an şaşırdı, ama hemen kendini topladı ve en nazik biçimde “Nasıl isterseniz!” anlamına gelecek bir hareket yaptı. Madam Danglars, belki o zamana kadar hâlâ bir şey umut etmişti, ama Debray’nin yaptığı bu aldırmaz hareketi ve bunun yanında dürüstlükten uzak bakışı, bunun arkasından da öne eğildiğini ve anlamlı bir sessizliğe gömüldüğünü görünce başını kaldırdı, kapıyı açtı ve kızmadan, sarsılmadan ve duraksamadan kendisinin bu biçimde ayrılmasına izin veren kişiye son bir kez selam vermeyi bile gereksiz görerek merdivenlere atıldı. “Pöh!” dedi Debray o gidince: “tüm bunlar iyi tasanlar, konağında kalacak, roman okuyacak, artık borsada oynayamayacağına göre iskambil oynayacak.” Sonra cep defterini aldı ve biraz önce ödediği paraları büyük bir özenle karaladı. “Bana bir milyon altmış bin frank kalıyor,” dedi. “Matmazel Villefort’un ölmüş olması ne büyük şanssızlık! O kadm bana her bakımdan uygundu, onunla evlenebilirdim.”


Ve her zaman yaptığı gibi soğukkanlılıkla Madam Danglars’ın gidişinden sonra çıkmak için yirmi dakika bekledi. Bu yirmi dakika boyunca Debray saatini yanma koyup rakamlar yazdı. Eğer Le Sage başyapıtında erken davranmasaydı, serüvenci hayal güçlerinin az ya da çok mutlulukla yaratacakları, evlerin içini görebilmek için dışını yok eden Asmodee gibi şeytansı kişilik, Debray rakamlarını yazdığı anda SaintGermain-des-Pres sokağındaki küçük otelin dışını yok etseydi, garip bir sahneye tanık olacaktı. Debray’nin Madam Danglars ile iki buçuk milyonu paylaştığı odanın üstünde, onlarla ilgilenmemiz için biraz önce anlattığımız olaylarda oldukça önemli bir rol oynadıklarını bildiğimiz tanıdık insanların kaldığı başka bir oda vardı. Bu odada Mercedes ve Albert kalıyordu. Mercedes birkaç günden bu yana çok değişmişti, çok büyük servete sahip olduğu zaman bile bulunduğu koşullarla çelişmesine karşın, o kurumlu şatafatı hiçbir zaman sergilememiş olan, ama bugün en sade giysileriyle karşınıza çıkan kadını artık tanıyamamanızdan değil; depresyona düşüp yoksul hizmetçi kılığını giymek zorunda kaldığı için hiç değil; hayır, Mercedes değişmişti, çünkü artık gözleri parlamıyordu, çünkü dudakları gülümsemiyordu, çünkü sürekli bir sıkıntı, eskiden her zaman ağzından çıkmaya hazır zekice sözleri dudaklarında donduruyordu. Mercedes’in ruhunu karartan yoksulluk değildi, onun yoksulluğunu ağırlaştıran cesaretinin olmaması da değildi.


Yaşadığı ortamdan aşağılara inen Mercedes, harikulade aydınlanmış bir salondan çıkıp birden karanlıklara geçen insanlar gibi, seçtiği yeni çevrede kaybolmuştu; Mercedes, sarayından, sadece bir odası olan bir kulübeye inmiş bir kraliçeye benziyordu; sadece çok gerekli eşyaları vardı, ne sofraya getirmek zorunda olduğu toprak kapların ne de yatağının yerine koyacağı ot yatağın ne olduğunu biliyordu. Gerçekten de güzel Katalan’ın ya da soylu kontesin, ne gururlu bakışı ne de sevimli gülümsemesi kalmıştı, çünkü gözlerini, çevresini saran şeyler üzerinde gezdirince hüzün verici eşyalar görüyordu: burası tutumlu mal sahiplerinin kir götürür diye seçtikleri gri üstüne gri duvar kağıdı kaplanmış bir odaydı; döşeme taşlarının üstünde halı yoktu; mobilyalar dikkati çekiyor ve gözleri yalancı bir lüksün zavallılığı üzerinde durmaya zorluyordu, çiğ renkli tüm eşya her şeyin zarif olmasına alışmış gözler için gereken uyumu bozuyordu. Madam de Morcerf konağını terk ettiğinden bu yana burada yaşıyordu; uçurumun kıyısına gelmiş bir yolcu gibi bu sonsuz sessizlikten başı dönüyordu: yüreğinin ne durumda olduğunu anlamak için Albert’in ona her an gizli gizli baktığım fark edince dudaklarına o tekdüze gülümsemeyi oturtmuştu, ama gözlerindeki gülümsemenin tatlı sıcaklığı olmayınca, bu bir sokak fenerinin basit etkisini yapıyor, yani ısı vermeyen bir aydınlık yaratıyordu. Öte yandan Albert, o günkü koşullarda yaşamasını engelleyen eski lüksten geriye kalanlardan rahatsız, tedirgin ve düşünceliydi: dışarı eldivensiz çıkmak istiyor, ama ellerini bembeyaz buluyordu, kenti yürüyerek gezmek istiyor, çizmelerini pırıl pırıl cilalı buluyordu.


Yine de, bir ana oğul sevgisinin oluşturduğu bağla birbirine kopmaz bir biçimde bağlanmış bu çok soylu ve çok zeki iki insan, hiçbir şey söylemeden anlaşmayı, yaşamın bağlı olduğu maddesel koşulları oluşturabilmek için dostların birbirlerine borçlu oldukları gibi, tüm harcamalardan kısıntı yapmayı başarmışlardı. Sonunda Albert söyleyebilmişti:

annesine

onu

üzmeden

şunu

“Anneciğim, artık hiç paramız kalmadı.” Mercedes hiçbir zaman gerçekten sefalet çekmemişti; gençliğinde sık sık kendi kendine yoksulluktan söz etmişti, ama bu aynı şey değildi: gereksinim ve gereklilik, aralarında büyük ayrım olan iki eşanlamlı sözcüktür. Katalan köyünde Mercedes’in binlerce şeye gereksinimi olmuştu, ama birtakım şeyler de hiç eksik olmamıştı. Ağlar iyi oldukça balık tutulurdu, balık tutuldukça ağ yapmak için iplik alınırdı. Hem sonra dostluktan uzak, durumun maddesel ayrıntılarıyla hiçbir ilgisi olmayan bir aşktan başka bir şeye sahip olmayınca insan kendini düşünüyordu, herkes kendini düşünüyor, kendinden başka hiçbir şeyi düşünmüyordu. Mercedes’in elinde pek az şey vardı, ama kendi payını olabildiğince cömert bir biçimde kazanıyordu: bugün elindekini ikiye bölmesi gerekiyordu, ama elinde hiçbir şey yoktu. Kış yaklaşıyordu: eskiden evini bekleme odalarından giyinme odalarına kadar ısıtan bin kollu kaloriferi olan Mercedes’in, bu soğuk ve çıplak odada yakacağı yoktu;


eskiden yaşadığı daire ateş pahasına çiçeklerle doldurulmuş sıcak bir sera olan Mercedes’in, şimdi küçük bir çiçeği bile yoktu! Ama oğlu vardı... Belki de abartılmış bir görev coşkusu onları bu zamana dek yüksek çevrelerde desteklemişti. Coşku neredeyse bir tür kendinden geçmedir ve insanı dünyadaki nesnelere karşı duyarsız kılar. Ama heyecan dinmişti, düşlerin ülkesinden yavaş yavaş gerçeklerin ülkesine inmek gerekiyordu. Tüm idealleri tükettikten sonra gerçeklerden söz etmek gerekiyordu. Madam Danglars merdivenlerden inerken Albert annesine “Anneciğim,” diyordu, “lütfen tüm paramızın hesabını yapalım; planlarımı düzenlemem için toplam parayı bilmem gerek.” “Toplam: sıfır,” dedi Mercedes acı bir gülümsemeyle. “Hayır anneciğim, toplam bir kez üç bin frank, bu üç bin frankla ikimizin harika bir yaşam sürebileceğimizi düşünüyorum...” “Çocuk!” diye içini çekti Mercedes, “Heyhat! Benim iyi anneciğim,” dedi genç adam, “Size ne yazık ki bedelini ödeyemeyecek kadar çok para harcattım. “Üç bin frank gördüğünüz gibi büyük bir para ve ben bunun üzerine sonsuz güvenli, mucize gibi bir gelecek kurdum.”


“Bunu söylüyorsunuz dostum, ama önce biz bu parayı kabul edecek miyiz?” dedi zavallı anne. “Ama bunda anlaşmıştık sanırım,” dedi Albert kararlı bir sesle; “şu an elimizde olmasa da bu üç bin frankı kabul edeceğiz, çünkü bildiğiniz gibi bu para Marsilya’da Meilhan yolundaki küçük evin bahçesinde gömülü. “İki yüz frankla ikimiz Marsilya’ya gideriz,” dedi Albert. “İki yüz frankla mı?” dedi Mercedes, “iyi düşündünüz mü Albert?” “Ah! bu noktaya gelmek için yolcu arabaları ve buharlı gemiler hakkında bilgi edindim ve hesaplarımı yaptım. “Chalon’a kadar bir kupa arabasına bineceksiniz: görüyorsunuz ya anneciğim otuz beş franka sizi kraliçeler gibi gönderiyorum.” Albert eline kalemi aldı ve yazdı: Kupa arabası........................................................................................ ..............................35 frank Chalon’dan Lyon’a buharlı gemi ile gideceksiniz.... 6 TOPLAM................................................... 114 frank “Yüz yirmi diyelim,” diye ekledi Albert gülümseyerek, “ne kadar cömert olduğumu görüyorsunuz değil mi anneciğim?” “Ya sen zavallı yavrum?” “Ben mi! Kendime seksen frank ayırdığımı görmüyor musunuz?


“Bir genç adamın tüm bu rahatlıklara gereksinimi yoktur anneciğim, zaten yolculuk etmenin ne olduğunu bilirim.” “Posta arabası ve özel uşağınla.” “Ne olursa olsun!” “Peki olsun!” dedi Mercedes “ama bu iki yüz frank?” “İşte iki yüz frank, işte iki yüz daha. “Bakın saatimi yüz franka sattım, saatimin süsünü de üç yüz franka. “Ne kadar iyi! Saatten üç kat değerli süsler. Şu her zamanki gereksiz olanın ünlü öyküsü! “işte zenginiz, yola çıkmak için gereken yüz on dört frank yerine iki yüz elli frankınız var. ” “Ama bu otele bir şey ödemek zorunda değil miyiz?” “Otuz frank, ama ben onu benim yüz elli frankımdan ödeyeceğim. “Bunda anlaştık; benim yolculuk için en çok seksen franka gereksinimim olduğuna göre, lüks içinde yüzdüğümü görüyorsunuz. “Ama hepsi bu değil. “Bakalım buna ne diyeceksiniz anneciğim?” Ve Albert, eski fantezilerinden ya da kapıyı çalan yüzü örtülü ve gizemli kadınlardan birinin tatlı bir anısı olan altın fermuarlı küçük bir cep defterinden bin franklık bir kağıt para çıkardı. “Bu da ne?” diye sordu Mercedes.


“Bin frank anneciğim. Ah! Tam kare biçiminde.” “Ama bu bin frank nereden geldi?” “Beni dinleyin anneciğim, çok fazla heyecanlanmayın.” Ve Albert ayağa kalkarak annesinin yanma gitti, onu iki yanağından öptükten sonra durup ona baktı. “Sizi ne kadar güzel bulduğumu bilemezsiniz anneciğim!” dedi genç adam büyük bir evlat sevgisiyle, “gerçekten benim şimdiye kadar gördüğüm kadınların en güzeli olduğunuz kadar en soylususunuz da!” “Sevgili yavrum,” dedi Mercedes gözünün kenarında biriken gözyaşını boşuna tutmaya çalışarak. “Sevgimin hayranlığa dönüşmesi için sizin artık sadece mutsuz olmanız gerekiyormuş.” “Oğlum yanımda olduğu için mutsuz değilim,” dedi Mercedes, “oğlum yanımda oldukça da mutsuz olmayacağım.” “Ah! İşte sırası geldi,” dedi Albert “işte sınav başlıyor anneciğim: nasıl anlaşmıştık biliyorsunuz değil mi?” “Bir şeyde anlaşmış mıydık?” diye sordu Mercedes. “Evet, sizin Marsilya’da oturmanız konusunda anlaşmıştık, ben de Afrika’ya gideceğim ve terk ettiğim adm yerine aldığım adı orada kullanacağım.” Mercedes içini çekti. “Pekala! Anneciğim, dün sipahilerle anlaştım,” diye ekledi genç adam biraz utançla gözlerini indirerek, çünkü kendisi de bu alçalmanın ne kadar soylu bir şey olduğunu bilmiyordu; “ya da daha doğrusu bedenimin bana ait olduğunu ve onu


satabileceğimi düşündüm; dünden bu yana ben başka birisiyim. “Söylendiği gibi, kendimi sattım,” ve gülümsemeye çalışarak ekledi, “ettiğini sandığımdan daha pahalıya sattım, yani iki bin franka.” “Bu bin frank oradan mı?...” dedi Mercedes ürpererek. “Bu, paranın yarısı anneciğim, öbür yarısı bir yıl sonra gelecek.” Mercedes anlatılması olanaksız bir ifadeyle gözlerini gökyüzüne kaldırdı ve gözkapak-larının ucunda duran iki damla gözyaşı, içindeki heyecandan dışarı taşarak sessizce yanaklarından aşağı aktı. “Kanının bedeli!” diye mırıldandı. “Evet, eğer ölürsem,” dedi Morcerf gülerek, “ama tam tersine, sana hayatımı sonuna kadar savunacağıma güvence veririm; hiçbir zaman şimdiki kadar yaşama isteği duymadım.” “Tanrım! Tanrım!” dedi Mercedes. “Zaten öldürüleceğimi anneciğim?

neden

düşünüyorsunuz

“Lamoriciere, Ney du Midi öldürüldü mü? “Changamier öldürüldü mü? “Bedeau öldürüldü mü? “Bizim de tanıdığımız Morrel öldürüldü mü?

ki


“işlemeli üniformamla geri döndüğümü gördüğünüzde duyacağınız sevinci düşünün anneciğim! “Bu üniformalar içinde harika olacağımı ve askerlik hizmetini hoşluk olsun diye seçtiğimi size açıklamalıyım.” Mercedes gülümsemeye çalışarak içini çekti; bu aziz anne, özverinin tüm ağırlığını çocuğunun çekmesinin rahatsız edici bir şey olduğunu anlıyordu. “Pekala!” dedi Albert, “anlıyorsunuz ya anneciğim, şimdiden dört bin frankınız olduğu kesin: bu dört bin frankla iki yıl rahat rahat yaşarsınız.” “Öyle mi sanıyorsun?" dedi Mercedes. Bu sözler kontesin ağzından kaçmıştı, ama o kadar gerçek bir acıyla söylenmişti ki gerçek anlamı Albert’in gözünden kaçmadı; kalbinin sıkıştığını hissetti ve annesinin elini alıp kendi elleri arasında sevgiyle sıktı: “Evet, yaşayacaksınız!” dedi. “Yaşayacağım,” diye haykırdı Mercedes, “ama sen hiç gitmeyeceksin, değil mi oğlum?” “Anneciğim, ben gideceğim,” dedi Albert sakin ve kararlı bir sesle, “beni yanınızda işsiz güçsüz, bir işe yaramaz biri gibi tutacak kadar çok seviyorsunuz, ama ben zaten imzayı attım.” “Sen kendi iradene göre hareket et oğlum, ben de Tanrının iradesine göre.” “Hayır, kendi irademe göre değil, anneciğim, akla göre, gerekliliğe göre. Biz iki umutsuz insanız, değil mi? Hayatın bugün sizin için ne anlamı var? Hiç anlamı yok. Hayatın


benim için ne anlamı var? Ah! siz olmadan, inanın bana, pek bir anlamı yok anneciğim, çünkü siz olmasaydınız bu hayat, size yemin ederim, babamdan kuşkulandığım ve adından artık vazgeçtiğim gün bitecekti. Sonunda işte yaşıyorum, eğer bana hâlâ umut edeceğinize söz verirseniz, eğer gelecekteki mutluluğunuzu yaratmama izin verirseniz, gücümü artırırsınız. Gittiğim yerde Cezayir valisini bulacağım, o yürekli bir adam ve her şeyden önce asker; ona üzücü öykümü anlatırım, ondan ara sıra gözlerini benim olduğum yere çevirmesini rica ederim ve eğer bana verdiği sözü tutar da ne yaptığımı görürse altı aya kalmaz subay olurum ya da ölürüm. Eğer subay olursam geleceğiniz güvence altında olur anneciğim, çünkü sizin için ve kendim için param, üstelik ikimizin de gurur duyacağı bir adım olur, çünkü bu ad sizin adınız olacak. Eğer ölürsem... işte eğer ölürsem, o zaman sevgili anneciğim siz de ölürsünüz, o zaman mutsuzluğumuz bu en uç noktada sona erer.” “Güzel,” diye yanıt verdi Mercedes soylu ve anlamlı bir biçimde bakarak; “haklısın oğlum: bizi izleyen ve bizi yargılamak için ne yapacağımızı bekleyen kimi insanlara en azından bizim için hayıflamlmasma layık olduğumuzu kanıtlayalım.” “Ama, üzüntülü düşünceler yok sevgili anneciğim!” diye haykırdı genç adam; “ size mutlu olduğumuza, ya da hiç olmazsa mutlu olacağımıza yemin ederim. Siz zeki ve çok özverili bir kadınsınız, ben de basit zevkleri olan, hırsı olmayan bir insan oldum. Bir kez asker oldum mu zengin olacağım; Mösyö Dantes’in evine yerleştik mi huzurlu olacağız. Deneyelim! Sizden rica ediyorum anneciğim, deneyelim.”


“Evet, deneyelim oğlum, çünkü sen yaşamalısın, mutlu olmalısın," diye yanıt verdi Mercedes. “Böylece anneciğim, işte paylaşım yapıldı,” diye ekledi genç adam büyük bir rahatlık içindeymiş gibi görünerek. “Bugün bile yola çıkabiliriz. Haydi, konuştuğumuz gibi yerinizi ayırtıyorum.” “Ya seninki oğlum?” “Ben daha iki üç gün kalmak zorundayım anneciğim; bu, ayrılığın başlangıcı ve buna alışmalıyız. Yapmam gereken bazı işler var, Afrika hakkında bilgi almalıyım, size Marsilya’da yetişirim.” “Pekala! Haydi gidelim!” dedi Mercedes evden ayrılırken rastlantı eseri yanma aldığı ve çok pahalı olan siyah kaşmirden tek şala sarınarak, “gidelim!” Albert belgelerini aceleyle topladı, otel sahibine borcu olan otuz frankı ödemek için çıngırağı çaldı ve kolunu annesine uzatarak merdivenleri indi. Önlerinden biri daha merdivenden iniyordu; bu kişi tırabzandaki ipek giysi hışırtısını duyarak geriye döndü. “Debray!” diye mırıldandı Albert. “Siz, Morcerf!” diye karşılık verdi bakanlık sekreteri bulunduğu basamakta durarak. Debray’nin merakı gizli kalma isteğini bastırdı; zaten artık tanınmıştı. Üzücü serüveni Paris’te büyük gürültü koparan genç adamın, bu adı sanı bilinmeyen otelde bulunması gerçekten de ilginçti. “Morcerf!” diye yineledi Debray.


Sonra yarı karanlıkta Madam de Morcerfin siyah örtüsünü ve hâlâ genç görünümünü fark ederek: “Ah! Bağışlayın,” diye ekledi bir gülümsemeyle, “sizi bırakayım Albert.” Albert Debray’nin ne düşündüğünü anladı. “Annem,” dedi Mercedes’e doğru dönerek, “beyefendi Mösyö Debray’dir, içişleri bakanlığı sekreteri, benim eski bir dostum.” “Nasıl! Eski,” istiyorsunuz?”

diye

kekeledi

Debray,

“ne

demek

“Şunu söylüyorum Mösyö Debray,” dedi Albert, “bugün artık dostum yok ve olması da gerekmiyor. Beni tanımaktan kaçınmadığınız için size teşekkür ederim mösyö.” Debray iki basamak yukarı çıktı ve karşısındakinin elini güçlü bir biçimde sıktı. “İnanın sevgili Albert,” dedi olabileceği kadar heyecanla, “inanın sizi vuran felakette tümüyle sizden yanaydım ve ne gerekirse de emrinizdeyim.” “Sağolun mösyö,” dedi Albert gülümseyerek, “ama bu felaketin ortasında kimseden yardım istemeyecek kadar zengin kaldık; Paris’i terk ediyoruz ve yol paramız ödendikten sonra elimizde beş bin frank kalıyor.” Cüzdanında bir milyon olan Debray’nin yüzü kıpkırmızı oldu; bu hesaplı adamın yapısı ne kadar az şiirsel olsa da, biraz önce bu evde iki kadm olduğunu, bu kadınlardan, onuru haklı olarak kırılmış birinin mantosunun kıvrımları arasında bir buçuk milyon frankla fakir olarak gittiğini; onuru haksız olarak kırılmış, ama felaketinin ortasında soyluluğunu


koruyan İkincisinin ise birkaç kuruşla kendini zengin gördüğünü düşünmekten kendini alamadı. Bu koşutluk, kafasındaki kibarlık birleşimlerini altüst etti, bu örnekte gördüğü felsefe onu ezdi; her zaman söylenen birkaç nezaket sözcüğü kekeledikten sonra hızla merdivenleri indi. O gün bakanlık memurları, emrindekiler onun üzüntülü keyifsizliğinden çok çektiler. Ama akşam, Madelaine bulvarında bulunan ve elli bin frank gelir getiren bir evin sahibiydi. Ertesi gün, Debray’nin sözleşmeyi imzaladığı saatte, yani akşam saat beş sularında, Madam de Morcerf oğlunu sevgiyle kucakladıktan ve onun da kendisini aynı biçimde kucaklamasından sonra yolcu arabasına bindi, arabanın kapısı arkasından kapandı. Laffitte taşımacılığın avlusunda tüm büroların bulunduğu asma katın kemerli pencerelerinden birinin arkasına saklanmış olan adam; Mercedes’in arabaya bindiğini, arabanın hareket ettiğim, Albert’in uzaklaştığını gördü. O zaman eliyle kuşku dolu alnını sıvazlayarak şöyle dedi: “Heyhat! Bu iki masum insana, yok ettiğim mutluluklarım nasıl geri verebilirim? Tanrı yardımcım olsun!”


107 ASLAN ÇUKURU Force hapishanesinin bölümlerinden birinin, en tehlikeli ve en gizli tutukluların kapatıldığı bölümün adı Saint-Bemard avlusudur. Mahkumlar kendi aralarında buraya Aslan Çukuru adını takmışlardır, bu belki de tu-tukluların sık sık parmaklıklan, kimi zaman da gardiyanları ısırdıkları içindir. Burası hapishane içinde bir hapishanedir; duvarları öbürlerinin iki katı kalınlıktadır. Her gün bir kayıt memuru kalın parmaklıkları dikkatle inceler. Bu gardiyanların, Herkül’ü andıran boylarından, soğuk ve keskin bakışlarından, onların burada bulunanların üzerinde korkutmaya ve zeki davranışlara dayanan bir egemenlik kurmak üzere seçildikleri anlaşılır. Bu bölümün avlusu çok yüksek duvarlarla çevrilidir, güneş bu içleri dışları çirkin insanların çukuruna girmeye karar verdiği zaman, bu duvarların üstünden eğik olarak kayar. Yerdeki taşların üstünde, güneşin doğuşundan başlayarak, adaletin bilediği satırın altında iki büklüm olmuş insanlar gölgeler gibi kaygılı, ürkmüş, sararıp solmuş halde dolanır dururlar. Onların, sıcağı daha çok emen ve tutan duvar boyunca yan yana geldikleri, çömeldik-leri görülür. İkişer ikişer, çoğu zaman bir kenara çekilir, gözlerini ayırmadan, bu sıkıntılı yerde kalanlardan birini çağırmak ya da toplumun potasından atılmış yeni bir döküntüyü bu çukura kusmak için açılan kapıya doğru bakarak otururlar.


Saint-Bemard avlusunun özel bir görüşme odası vardır: uzun dörtgen biçimindedir ve ziyaretçinin mahkumun elini sıkamayacağı ya da ona bir şey veremeyeceği biçimde aralarında üç ayak bulunan birbirine paralel iki parmaklıkla ikiye bölünmüştür. Bu görüşme odası karanlık ve nemli bir yerdir, özellikle bu parmaklıkların üzerinden kayan ve onların demirini paslandıran tüyler ürpertici sırlar düşünüldüğünde ise son derece ürkütücüdür. Yine de burası, ne kadar korkunç olursa olsun günleri sayılı insanların umutlu, keyifli bir toplumla yeniden ilişki kurmaya geldikleri cennettir: Aslan Çukuru’ndan Saint-Jac-ques parmaklıklarına, zindana ya da hücreye gitmek dışında çıkıldığı ender görülmüştür. Biraz önce betimlediğimiz, soğuk bir nem yayan bu avluda Çukur sakinlerinde büyük merak uyandıran genç bir adam, elleri giysisinin ceplerinde, dolaşıyordu. Giysileri paramparça olsa da kesimine bakıldığında kibar bir adam gibi görünüyordu; yine de giysiler eski değildi. İnce ve ipeksi kumaşın kirlenmemiş yerleri, mahkum eliyle okşayarak üzerindekileri düzeltmeye çalıştığında kolayca eski parlaklığına kavuşuyordu. Genç adam aynı özeni hapishaneye girdiğinden beri rengi çok değişen patiska gömleğin önünü kapatırken de gösteriyordu, üzerinde taçlı bir armanın başharfleri işlenmiş bir mendilin köşesi ile, cilalı çizmelerinin üstünü ovuyordu. Aslan Çukuru’nda kalan birkaç kişi mahkumun giyimindeki özene büyük bir ilgiyle bakıyorlardı. “Bak, işte fiyakalı giyinen prens,” dedi hırsızlardan biri.


“O doğuştan yakışıklı,” dedi bir başkası, “sadece bir tarağı ve kremi olsaydı, beyaz eldivenli tüm beyefendileri gölgede bırakırdı.” “Giysisi yepyeni olmalı, çizmeleri çok güzel parlıyor. Bu kadar kusursuz bir meslektaşımızın olması bizim için gurur okşayıcı; şu jandarma haydutları beş para etmez. Kıskançlar! Böyle bir giysiyi yırtmak!” “Bu ünlü biri olmalı,” dedi bir başkası, “her şeyi yapmış... hem de en iyi biçimde... Oradan ne kadar genç gelmiş! Ah! harika bu!” Bu iç bulandırıcı hayranlığın konusu olan kişi, övgülerin ya da övgülerden yükselen sarhoşluğun tadını çıkarıyor gibiydi, çünkü bu sözleri duymuyordu. Süslenmesi bitince kantinin küçük penceresine yaklaştı, bir gardiyan oraya sırtını dayamıştı: “Bakın mösyö,” dedi ona, “bana yirmi frank ödünç verin, çok geçmeden geri alırsınız; benimle işbirliği yaparsanız kendinizi tehlikeye atmış olmazsınız. Sizdeki meteliklerden çok daha fazla milyonları olan bir anne babam var... Bakın, yirmi frank, rica ediyorum, paralı koğuşa geçmek ve bir sabahlık almak için. Her zaman giysilerle ve çizmelerle gezmekten korkunç sıkıldım. Bir Cavalcanti prensi için ne giysi ama mösyö!” Gardiyan sırtını döndü ve omuz silkti. Herkesi neşelendirebilecek bu sözlere gülmedi bile, çünkü o buna benzer sözleri çok duymuştu, ya da daha doğrusu hep aynı şeyleri duymuştu.


“Haydi,” dedi Andrea, “siz kalpsiz bir adamsınız, sizi işinizden attıracağım.” Bu sözler gardiyanı geri döndürdü ve bu kez gürültülü bir kahkaha attı. O zaman mahkumlar yaklaştılar ve bir halka oluşturdular. “Size,” diye devam etti Andrea, “bu kadarcık bir parayla her an beklediğim önemli bir ziyareti uygun bir biçimde karşılayabilmek için bir giysi alacağımı ve bir oda tutacağımı söylüyorum.” “Haklı, haklı!” dedi mahkumlar... “Hay Allah! Onun kusursuz biri olduğunu görmüyor musunuz?” “O zaman ona yirmi frankı siz verin,” dedi gardiyan öbür geniş omzuna yaslanarak; “bir arkadaşınıza bunu yapamayacak mısınız?” “Ben bu adamların arkadaşı değilim,” dedi kibirle genç adam; “bana hakaret etmeyin, buna hakkınız yok.” Hırsızlar boğuk fısıltılarla konuşarak birbirlerine baktılar, Andrea’nın sözlerinden çok gardiyanın kışkırtmasıyla, ortaya çıkan fırtına, aristokrat mahkumun üstünde patlamak üzereydi. Gardiyan, kalabalık fazla gürültü çıkardığında ne yapacağını çok iyi bildiğinden, onların bu haddini bilmez istekliye bir oyun oynamaları için biraz ileri gitmelerine izin verdi ve bu uzun nöbet günü sırasında kafasını biraz dinlemek istedi. Hırsızlar Andrea’ya yaklaşmışlardı bile; bazıları kendi aralarında: “Tekme! Tekme!” diyordu.


İnsanı pestilini çıkanncaya kadar dövmek anlamına gelen bu korkunç işlem, tekmelerle değil demirli ayakkabılarla yapılıyordu, mahkum artık bu beylerin insafına kalmıştı. Bazıları da yılanbalığım öneriyorlardı; bu başka türlü bir eğlence idi, varsa eğer bir mendili kıvırıp içine kum, çakıltaşı ve iri paralar dolduruyorlar ve cellatlar bunu suçlunun başına ve omuzlarına ok gibi boşaltıyorlardı. “Bu cici beyi kırbaçlayalım,” dedi bazıları, “bu kibar beyi!” Ama Andrea onlara döndü, göz kırptı, yanağını diliyle şişirdi ve dudaklarını şaklattı, haydutlar arasında çok özel bir anlamı olan bu hareket onları susturdu. Bu hareket Caderousse’un ona öğrettiği özel bir işaretti. Kendilerinden biri olduğunu anladılar. Mendiller hemen indi; cellat başı çivili ayakkabıyı ayağına giydi. Birkaç kişinin, mösyönün haklı olduğunu, mösyönün istediği gibi onurlu olabileceğini, mahkumların bilinç özgürlüğünden örnek vermek istediklerini söylediği duyuldu. Ayaklanma durdu. Gardiyan o kadar şaşırdı ki hemen Andrea’yı ellerinden yakaladı, Aslan Çukuru sakinleri üzerinde yaptığı bu değişiklikten, bu etkiden daha anlamlı başka bir şey bulacağını sanarak üstünü aramaya başladı. Andrea karşı çıka çıka onun istediğini yapmasına izin verdi. Birden giriş penceresinden bir ses duyuldu. “Benedetto!” diye bağırıyordu bir müfettiş. Gardiyan avını bıraktı.


“Beni mi çağırıyorlar?” dedi Andrea. “Görüşme odasına!” dedi ses. “Gördünüz mü, bana ziyaretçi geldi. Ah! Sevgili mösyö, bir Cavalcanti’ye sıradan bir adam gibi davranılıp davranılamayacağım göreceksiniz!” Ve Andrea avluda siyah bir gölge gibi kayarak arkadaşlarının ve hattâ gardiyanın hayran bakışları altında aceleyle aralık kapıdan içeri girdi. Gerçekten de görüşme odasından çağrılıyordu, buna kimse Andrea’dan fazla şaşamaz-dı, çünkü kurnaz genç La Force’a girdiğinden beri, sıradan insanların yapacağı gibi yardım istemek için sağa sola yazacağına, hiçbir şeye aldırmaz gibi sessiz kalmıştı. “Ben kuşkusuz güçlü biri tarafından korunuyorum,” diyordu kendi kendine, “her şey bunu bana kanıtlıyor; bu ani servet, tüm engelleri ortadan kaldırmamdaki kolaylık, birden ortaya çıkan bir aile; ünlü bir ad benim adım oldu, evime altın yağıyordu, hırsıma uygun en harika evliliklere adaydım. Yazgımdaki şanssız bir unutkanlık, koruyucumun bir anlık yokluğu beni yıktı, ama sonsuza kadar değil, kesinlikle değil! El bir an geri çekildi, bana yine uzanacak ve ben kendimi uçuruma düşmeye hazır sandığım anda beni yeniden yakalayacak. “Neden ihtiyatsız bir davranışta bulunayım? Belki de koruyucumu kendimden uzaklaştırırım! Beni bu işten kurtarmak için onun elinde iki yol var: ateş pahasına satın alınacak gizli bir kaçış ya da bağışlanma elde etmek için yargıçları zorlamak. Konuşmak için, hareket etmek için beni tümüyle terk ettiğini kanıtlamasını bekleyelim ve o zaman...”


Andrea ustaca sanılabilecek bir plan hazırlamıştı; sefil adam, saldırıda gözüpek, savunmada sertti. Genel hapishanenin sefaleti, her tür yoksunluk, bunların hepsine katlanmıştı. Yine de yavaş yavaş doğal olan ya da alışkanlık baskın çıkmıştı. Andrea çıplak olmaktan, pis olmaktan, aç kalmaktan acı çekiyordu; zaman geçmek bilmiyordu. İşte tam bu sıkıntılı anda müfettişin sesi onu görüşme odasına çağırdı. Andrea kalbinin neşeden yerinden fırlayacağını sandı. Sorgu yargıcının gelmesi için henüz çok erkendi, hapishane müdürünün ya da doktorunun çağırması için de çok geçti; öyleyse bu beklenmedik bir ziyaretti. Andrea, içeri alındığı görüşme odasının parmaklığının arkasında büyük bir merakla açtığı gözleriyle Mösyö Bertuccio’nun zeki ve kaygılı yüzünü gördü, o da acıklı bir şaşkınlıkla parmaklıklara, sürgülü kapılara ve çapraz parmaklıkların arkasında hareket eden gölgeye bakıyordu. “Ah!” dedi Andrea kalbinden vurularak. “Merhaba Benedetto,” dedi Bertuccio anlamsız ve çınlayan bir sesle. “Siz! Siz!” dedi genç adam çevresine büyük bir korkuyla bakarak. “Beni tanıyamadm ha,” dedi Bertuccio, “zavallı çocuk!” “Sus, ama sus haydi!” dedi duvarların kulağı olduğunu iyi bilen Andrea; “Tanrım, Tanrım, bu kadar yüksek sesle konuşmayın!”


“Benimle yalnız konuşmak istiyorsun değil mi?” dedi Bertuccio. “Ah! Evet,” dedi Andrea. “Bu iyi.” Ve Bertuccio cebinde bir şeyler arayarak küçük pencerenin arkasında fark edilen bir gardiyana işaret etti. “Okuyun!” dedi. “Bu nedir?” dedi Andrea. “Sizin bir odaya taşınmanızı, oraya yerleştirilmenizi ve benimle konuşabilmenizi sağlayacak emir.” “Ah!” dedi Andrea sevinçten zıplayarak. Sonra birden kendi içine kapanarak, şöyle dedi: “işte yine bilinmeyen koruyucu; beni unutmuyor! Tek kişilik odada konuşmak istediğine göre bunda bir sır var. Bence böyle... Bertuccio koruyucu tarafından gönderildi!” Gardiyan bir üstüyle görüştü, sonra demirli kapıyı açtı, artık sevinç duymayan Ande-ra’yı birinci katta avluya bakan bir odaya götürdü. Oda hapishanelerde âdet olduğu üzere kireçle bembeyaz boyanmıştı. Mahkuma ışıl ışıl görünen neşeli bir görünüşü vardı: bir soba, bir yatak, bir sandalye ve bir masa görkemli mobilyaları oluşturuyordu. Bertuccio bir sandalyeye oturdu. Andrea kendini yatağa attı. Gardiyan çekildi. “Haydi bakalım,” dedi kahya, “bana ne söyleyeceksin?"


“Ya siz?” dedi Andrea. “Önce sen konuş...” “Ah! Hayır; beni bulmaya siz geldiğinize göre, bana söyleyecek çok şeyiniz olmalı.” “Pekala! Öyle olsun. Pisliklerine devam ettin: çaldın, öldürdün.” “iyi! Eğer bana bunları söylemek için özel odaya geçirdiyseniz rahatsız olmanıza değmezdi. Ben tüm bunları biliyorum. Ama tam tersine hiç bilmediklerim de var. Onlardan söz edelim lütfen. Sizi kim yolladı?” “Ah! Ah! Hızlı gidiyorsunuz Mösyö Benedetto. “Öyle mi? Amaç ne? Boş lafları bırakalım. Sizi kim gönderdi?” “Hiç kimse.” “Benim hapiste olduğumu nereden biliyorsunuz?” “Çok uzun zaman önce, Champs-Elysees’de kibar kibar atını süren modaya göre giyinmiş saygısızı görünce, kim öldüğünü anladım.” “Champs-ElyseesL. Ah! Ah! Kim buldu oyunundaki gibi çok yaklaştık. Champs-Ely-sees!... Biraz da babamdan söz etsek, ne dersiniz?” “Ya ben neyim?” “Siz, iyi adam, siz benim babalığımsmız... Ama benim dört beş ayda tükettiğim yüz binlerce frankı hesabıma yatıranın siz olmadığınızı düşünüyorum; bana kibar bir Italyan baba uyduran siz değilsiniz; beni sosyeteye sokan, Auteuil’de tüm Paris’in en gözde insanlarıyla, arayıp sormamakla yanlış


yaptığım, şu anda bana çok yararı dokunabilecek bir krallık savcısıyla yemek yemeğe davet eden siz değilsiniz; her şeyin açığa çıktığı kötü kaza başıma geldiğinde bir iki milyonla bana kefil olan da siz değilsiniz.,. Haydi, konuşun saygıdeğer Korsikalı, konuşun...” “Ne söylememi istiyorsun?” “‘Sana yardım edeceğim’ demenizi.’ “Biraz önce Champs-Elysees’den söz ediyordun soylu süt babacığım.” “Yani?” “Yani Champs-Elysees’de çok zengin ama çok zengin bir bey oturuyor.” “Evinde hırsızlık yaptığın ve adam öldürdüğün bey değil mi?” “Sanırım evet.” “Sayın Monte Kristo Kontu mu?” “Mösyö Racine’in dediği gibi, onun adını siz dile getirdiniz. Pekala! Kendimi onun kollarına atıp göğsümde sıkarak Mösyö Pixerecourt gibi ‘Babacığım! Babacığım!’ diye mi bağırmalıyım?” “Şaka yapmayalım,” diye yanıt verdi ciddi bir biçimde Bertuccio, “böyle bir ad sizin söylemeye cesaret ettiğiniz gibi söylenmemeli.” “Bak sen!” dedi Andrea Bertuccio’nun ciddi davranışına biraz şaşırarak, “Neden olmasın?”


“Çünkü bu adı taşıyan kişi sizin gibi bir sefilin babası olamayacak kadar Tanrı tarafından korunuyor.” “Ah! Büyük sözler...” “Dikkat etmezseniz büyük sonuçlar doğurur!” “Tehdit ha!... Tehditlerden korkmam... söyleyeceğim şu...” “Karşınızda sizin gibi cüceler olduğunu mu sanıyorsunuz?” dedi Bertuccio, bunları öyle sakin bir ses ve öyle güvenli bakışlarla söyledi ki Andrea iliklerine kadar titredi; “zindanda alışılmış ipten kazıktan kurtulmuşlarla ya da dünyanın aptal enayileriyle mi işiniz olduğunu sanıyorsunuz?... Benedetto, korkunç bir eldesiniz, bu el size açılmak istiyor, bundan yararlanın. Bu elin bir an bıraktığı yıldırımla oynamayın, eğer onu özgür hareketi sırasında tedirgin etmeye kalkarsanız yıldırımı yeniden eline alabilir.” “Babamın... babamın kim olduğunu öğrenmek istiyorum!...” dedi dik kafalı; “gerekirse ölürüm, ama bunu öğreneceğim. Skandalin bana ne zararı olabilir ki? Malıma mı... ünüme mi... gazeteci Beauchampin dediği gibi reklamlara mı?... Ama sizin, yüksek sosyete insanlarının milyonlarınıza ve armalarına karşın her zaman skandalda yitirecek bir şeyiniz vardır... Babam kim?” “Sana bunu söylemeye geldim.” “Ah!” diye parlayarak.

haykırdı

Benedetto

gözleri

sevinçten

O anda kapı açıldı ve kayıt memuru Benedetto’ya seslendi: “Bağışlayın mösyö,” dedi, “ama sorgu yargıcı tutukluyu bekliyor.”


“Bu, sorgulanmamın sonu,” dedi Andrea saygıdeğer kahyaya... “Allah kahretsin bu haddini bilmezi!” “Yann yine geleceğim,” dedi Bertuccio. “İyi!” dedi Andrea. “Sayın jandarmalar, emrinizdeyim... Ah! Sevgili mösyö, burada ihtiyaçlarımı karşılayabilmem için kaleme bir on ekü kadar bırakın.” “Olur,” diye karşılık verdi Bertuccio. Andrea ona elini uzattı. Bertuccio elini cebinden çıkarmadı ve cebindeki gümüş paraları tıngırdattı. “Ben de bunu söylemek istemiştim,” dedi Andrea yüzünü gülümser gibi kırıştırarak, ama Bertuccio’nun garip sakinliğinden çok etkilenmişti. “Yanılıyor muyum yoksa? Göreceğiz,” dedi kendi kendine salata sepeti denen parmaklıklı ve boyu eninden uzun arabaya binerken. “Yarın görüşürüz,” diye de ekledi Bertuc-cio’ya dönerek. “Yarın görüşürüz!” diye karşılık verdi kahya.


108 YARGIÇ Rahip Busoni’nin ölünün odasında Noirtier ile yalnız kaldığını, genç kızın başında yaşlı adamla rahibin beklediğini anımsıyoruz. Belki rahibin Hıristiyanca yüreklendirmesi, belki yumuşak iyilikseverliği, belki de inandırıcı sözleri ihtiyarı yeniden hayata bağlamıştı: çünkü Noirtier’nin içini saran umutsuzluk, rahiple konuştuğu andan bu yana, onun Valentine’e karşı duyduğu derin sevgiyi anımsayanlar için şaşırtıcı görünen bir sakinliğe, yazgıya tümüyle boyun eğmeye dönüşmüş gibiydi. Mösyö de Villefort ölüm sabahından bu yana ihtiyarı bir daha görmemişti. Tüm ev yenilenmişti: onun için bir başka özel uşak, bir başka hizmetçi tutulmuştu; Madam de Villefort’un hizmetine iki kadm alınmıştı: kapıcıdan arabacıya kadar tüm hizmetliler bu lanetli evin değişik efendileri arasında yepyeni yüzler olarak ortaya çıkıyorlar ve onların arasında var olan oldukça soğuk ilişkilerin görünmesini engelliyorlardı. Zaten ağır ceza mahkemesi üç gün sonra açılıyordu ve çalışma odasına kapanan Villefort, Caderousse’un katiline karşı başlatılan davayı coşkulu bir çalışmayla sürdürüyordu. Monte Kristo Kontunun karıştığı tüm işler gibi, bu da Paris çevresinde büyük gürültü koparmıştı. Kanıtlar, suçlanan kişinin eski zindan arkadaşı, ölmek üzere olan bir kürek mahkumu tarafından, belki de arkadaşını kin ya da intikam nedeniyle suçlamak için yazmış olabileceği birkaç sözcüğe dayandığı için inandırıcı değildi: yalnız yargıcın vicdanı rahattı; krallık yargıcı sonunda Benedetto’nun suçlu olduğu gibi korkunç bir kanıya varmıştı


ve bu zor zaferden, özsaygısının, buz gibi kalbinin tellerini biraz titretebilecek zevklerinden birini duyuyor olmalıydı. Davanın ilk soruşturması, bunun sonraki ağır ceza mahkemesi oturumlarına başlangıç olmasını isteyen Villefort’un sürekli çalışması sayesinde ilerliyordu; bir de oturum bileti elde etmek için ona gelecek çok fazla isteğe yanıt vermekten kurtulmak için, işi her zamankinden daha gizli yürütüyordu. Ayrıca zavallı Valentine mezara konalı daha çok az zaman olmuştu, evdeki acı daha çok yeniydi, kimse babanın bu kadar sıkı çalışmaya, yani acısına karşı bulabileceği tek oyalanmaya kendini kaptırmasına şaşmıyordu. Bertuccio’nun Benedetto’ya yaptığı ikinci ziyaretin, yani babasının adını vereceği ziyaret gününün ertesi, o pazar günü, Villefort babasını bir tek kez görmüştü: bu, yargıcın yorgunluktan bitkin düşüp konağının bahçesine indiği sırada olmuştu, Tarquin’in bastonuyla en uzun haşhaşların tepelerine vurması gibi, o da umarsız düşüncelerle içi kararmış, çökmüş bir halde, geçen mevsim o kadar canlı olan gülhatmilerin hayaletleri gibi yol boyunca yükselen çiçeklerin uzun ve ölmüş saplarına bastonuyla vuruyordu. Birçok kez aynı yoldan bahçenin ucuna kadar, yani terk edilmiş alana açılan ünlü parmaklığın olduğu yere kadar aynı adımlarla ve aynı hareketlerle gidip gelirken, gözlerini düşünmeden eve doğru kaldırdı, evde pazar ve pazartesi günlerini annesinin yanında geçirmek için yatılı okuldan gelmiş olan oğlunun gürültü yaparak oynadığım duyuyordu. O anda açık pencerelerden birinde, balkonu kaplayan sarmaşıkların kızaran yapraklarını ve çançiçeklerinin ölmekte


olan çiçeklerini selamlamaya gelen hâlâ sıcak güneşin son ışınlarından yararlanmak için koltuğunu bu pencereye kadar getirtmiş olan Mösyö Noirtier’yi gördü. İhtiyarın gözleri Villefort’un pek iyi göremediği bir noktaya perçinlenmiş gibiydi. Noirtier’nin bu bakışı öylesine kinli, öylesine vahşi, sabırsızlıktan öylesine ateş gibiydi ki, çok iyi tanıdığı bu yüzün tüm duygularını sezmekte ustalaşmış olan krallık savcısı bu rahatsız edici bakışın takıldığı kişinin kim olduğunu görmek için yürüdüğü yoldan ayrıldı. O zaman dallarındaki yapraklar neredeyse dökülmüş büyük ıhlamur ağaçlarının altında elinde bir kitapla oturmuş, zaman zaman oğluna gülümsemek ya da inatla salondan bahçeye fırlattığı plastik topu geri göndermek için okumasına ara veren Madam de Villefort’u gördü. Villefort’un benzi attı, çünkü ihtiyarın ne demek istediğini anlıyordu. Noirtier durmadan aynı şeye bakıyordu, ama birden bakışları kadından kocasına çevrildi, bu kez bu yıldırım saçan gözlerin saldırısı karşısında kalan Villefort oldu, bu gözler baktığı nesne değişirken, tehdit edici anlamından hiçbir şey yitirmeden, anlatımını da değiştirmişti. Bu duyguların başının üstünden geçen çapraz ateşinin farkında olmayan Madam de Villefort bu sırada oğlunun topunu tutuyor, ona bir öpücük karşılığında gelip topu almasını işaret ediyordu, ama Edouard uzun süre yalvarttı; annesinin okşaması ona belki de katlanacağı rahatsızlık için yetersiz bir ödül gibi görünüyordu. Sonunda karar verdi, pencereden günebakanların ve katmerli papatyaların çok


olduğu yerin ortasına atladı ve alm ter içinde Madam de Villefort’a koştu. Madam de Villefort onun alnını kuruladı, dudaklarını bu nemli fildişi beyazlığının üstüne dokundurdu ve çocuğu bir elinde topu bir elinde şekerlerle geri gönderdi. Kuşun yılan tarafından çekilmesi gibi, Villefort da karşı koyulmaz bir çekimle eve yaklaştı: o yaklaştıkça Noirtier’nin gözleri de onu izleyerek aşağı doğru bakıyordu, gözbebeklerindeki ateş öylesine akkor derecesine gelmişti ki, Villefort kalbinin derinliklerine kadar yok olduğunu hissediyordu. Gerçekten de bu bakışlarda yürek paralayıcı bir sitem olduğu kadar, korkunç bir tehdit de vardı. Noirtier’nin gözkapakları ve gözleri oğluna unuttuğu bir yemini anımsatmak ister gibi gökyüzüne kalktı. “Pekala mösyö,” diye karşılık verdi Villefort avlunun altından, “Pekala! Bir gün daha sabredin: ben sözümü tutarım.” Bu sözler üzerine Noirtier sakinleşmiş göründü, bakışlarını kayıtsızlıkla başka yana çevirdi. Villefort onu boğan redingotunun düğmelerini çözdü, soluk eliyle alnını sıvazladı ve çalışma odasına girdi. Gece soğuk ve sakin geçti; evde her zaman olduğu gibi herkes yattı ve uyudu. Sadece, yine her zaman olduğu gibi Villefort öbürleriyle aynı zamanda yatmadı ve bir gün önce sorgu yargıcı tarafından yapılmış son soruşturmaları bir daha gözden geçirmek, tanıkların ifadelerine bir göz atmak ve şimdiye kadar hazırladıklarının en güçlü ve en iyilerinden biri olacak iddianamesine açıklık kazandırmak için sabahın beşine kadar çalıştı.


Davamn ilk duruşması ertesi gün, yani pazartesi günü yapılacaktı. O gün Villefort güneşin soluk ve sıkıcı doğduğunu gördü, mavimsi ışınları kırmızı mürekkeple çizgiler çizilmiş kağıdın üstünde ışıldıyordu. Lambası sönmek üzereyken yargıç bir dakika kadar uyudu, sonra lambanın çıtırtılarıyla uyandı, parmakları kana batmlmış gibi kızıllaşmış ve nemliydi. Pencereyi açtı: uzakta uzun turuncu bir şerit göğü boydan boya geçiyor ve ufukta siyah gölgeleri görünen ince kavakları ikiye bölüyordu. Kestane ağaçlarının arkasındaki kabayon-ca tarlasından bir tarlakuşu parlak sabah ötüşünü duyurmak için göğe yükseliyordu. Şafağın nemli havası Villefort’un beynine doldu ve belleğini tazeledi. “Bu iş bugün olacak,” dedi çaba harcayarak; “bugün adaletin keskin kılıcım tutacak olan insan, suçluların olduğu her yerde onları cezalandırmalıdır.” Villefort’un bakışları istemeyerek de olsa karşısına düşen Noirtier’nin penceresine, bir gün önce ihtiyarı gördüğü pencereye kaydı. Perde çekilmişti. Ama babasının görüntüsü ona öylesine orada imiş gibi geliyordu ki, sanki açıkmış gibi pencereye baktı ve aralıktan yine tehdit eden ihtiyarı gördü. “Evet,” diye mırıldandı, “evet, için rahat etsin!” Başı yeniden göğsüne düştü, başı böylece eğik, çalışma odasında, birkaç tur attı, sonunda uyumaktan çok çalışmanın iliklerine kadar işlemiş soğukluğundan ve yorgunluktan,


gerilmiş kollarını bacaklarını yumuşatmak için kendini giysileriyle yatağa attı. Yavaş yavaş herkes uyandı. Villefort çalışma odasından evde yaşam olduğunu gösteren sesleri art arda duydu: açılıp kapanan kapılar, oda hizmetçisini çağıran Madam de Villefort’un çıngırağının sesi, o yaşta her zaman kalkıldığı gibi neşeyle kalkan çocuğun ilk çığlıkları. Villefort da çıngırağı çaldı. Yeni özel uşağı içeri girdi ve ona gazeteleri getirdi. Gazetelerle birlikte bir fincan sıcak çikolata da getirmişti. “Bana ne getirdiniz?” diye sordu Villefort. “Bir fincan sıcak çikolata.” “Ben çikolata istememiştim. Kim bana böyle özen gösteriyor?” “Madam gösteriyor efendim, bana mösyönün bugün bu cinayet davasında kesinlikle çok konuşacağım ve güç kazanması gerektiğini söyledi.” Ve uşak kanepenin yanma konmuş, tüm diğer masalar gibi üstü kağıt dolu masanın üstüne altın kaplama fincanı bıraktı. Uşak dışarı çıktı. Villefort bir an fincana içi kararmış bir halde baktı, sonra birden sinirli bir hareketle aldı ve içindeki içeceği bir dikişte bitirdi. Sanki bu içeceğin ölümcül olmasını diliyor ve onun için ölmekten daha zor bir görevden kurtulmak için ölmek istiyor gibiydi. Sonra ayağa kalktı ve eğer biri onu seyretseydi


korkunç görünebilecek bir tür gülümsemeyle çalışma odasında ileri geri dolaşmaya başladı. Çikolata zararsızdı ve Mösyö de Villefort hiçbir şey hissetmedi. Kahvaltı saati geldi, Mösyö de Villefort sofrada yoktu. Ûzel uşak çalışma odasına girdi. “Madam saatin on biri vurduğunu, mahkemenin saat on ikide olduğunu mösyöye haber veriyorlar,” dedi. “İyi!” dedi Villefort, “başka?” “Madam giyindiler: hazırlar, mösyö ile birlikte gelip gelemeyeceklerini soruyorlar.” “Nereye?” “Saraya.” “Ne yapmaya?” “Madam bu söylediler.”

oturumda

bulunmayı

çok

istediklerini

“Ah!” dedi Villefort neredeyse ürkütücü bir sesle, “bunu istiyor ha!” Hizmetkar bir adım geriledi ve şöyle dedi: “Eğer mösyö yalnız çıkmak istiyorlarsa bunu madama söyleyeceğim.” Villefort bir an hiçbir şey söylemeden durdu; üzerinde abanoz siyahı sakallarının yol yol göründüğü soluk yanaklarını tımaklanyla kaşıyıp duruyordu. “Madama onunla konuşmak istediğimi ve beni odasında beklemesini rica ettiğimi söyleyin,” dedi sonunda.


“Olur efendim.” “Sonra gelip beni tıraş edin ve giydirin.” “Hemen efendim.” Özel uşak gitti ve hemen geri geldi, Villefort’u tıraş etti ve siyah tören giysilerini giydirdi. Bitirdikten sonra: “Madam, mösyönün hazırlanması bitince kendilerini beklediklerini söylediler,” dedi. “Gidiyorum.” Villefort dosyalarını kolunun altına, şapkasını eline alıp karısının dairesinin yolunu tuttu. Kapıda bir an durdu ve solgun alnından akan teri mendiliyle kuruladı. Sonra kapıyı itti. Madam de Villefort sedire oturmuş, küçük Edouard’ın daha annesi tümünü okumadan parçalayarak eğlendiği gazete ve broşürlerin sayfalarını sabırsızlıkla çeviriyordu. Dışarı çıkmak için hazırdı; şapkası koltuğun üstünde onu bekliyordu, eldivenlerini takmıştı. “Ah! Geldiniz demek mösyö,” dedi doğal ve sakin sesiyle; “Tanrım! Ne kadar solgunsunuz mösyö! Bütün gece çalıştınız mı? Neden bizimle birlikte kahvaltı etmeye gelmediniz? Pekala! Beni de götürecek misiniz, yoksa ben Edouard ile yalnız mı geleyim?” Görüldüğü gibi, Madam de Villefort bir yamt alabilmek için bir sürü soru soruyordu, ama tüm bu sorular karşısında Mösyö de Villefort bir heykel gibi soğuk ve sessiz kalmıştı.


“Edouard,” dedi Villefort buyurgan bakışlarını çocuğa dikerek, “gidin salonda oynayın dostum, annenizle konuşmam gerek.” Bu soğuk davranışı, bu kararlılığı, bu garip giriş hazırlığını gören Madam de Villefort ürperdi. Edouard başını kaldırmış ve annesine bakmıştı, sonra onun Mösyö de Villefort’un emrini desteklemediğini görünce yeniden kurşun askerlerinin kafalarını koparmaya koyulmuştu. Mösyö de Villefort: “Edouard!” diye öyle sert bir biçimde bağırdı ki, çocuk halının üstünde sıçradı, “Beni duyuyor musunuz? Gidin haydi!” Böyle bir davranışa alışık olmayan çocuk ayağa kalktı, rengi attı, bunun öfkeden mi korkudan mı olduğunu söylemek zordu. Babası ona doğru gitti, kolunu tuttu ve alnını öptü. “Git,” dedi, “haydi git yavrum!” Edouard çıktı. Mösyö de Villefort kapıya kadar gitti, çocuğun arkasından kapıyı sürgüledi. “Aman Tanrım!” dedi genç kadın kocasının ne düşündüğünü anlamaya çalışarak, “Ne oldu?” diye sordu, ama Villefort’un duyarsızlığı gülümsemesini dudaklarında dondurdu. “Madam, her zaman kullandığınız zehiri nereye koyuyorsunuz?” dedi yargıç tane tane, açık bir biçimde ve hiçbir giriş yapmadan, karısı ile kapı arasında durarak.


Madam de Villefort, çaylağın başının üstünde çizdiği ölümcül çemberleri sıklaştırdığını gören tarlakuşu ne hissedebilirse onları hissetti. Ölü gibi bembeyaz olan Madam de Villefort’un göğsünden ne bir çığlığa ne bir iç geçirmeye benzeyen boğuk, kırık bir ses çıktı. “Mösyö,” dedi, “ben... ben anlayamadım.” Büyük bir korkuyla ayağa kalkmış olan kadın, birincisinden daha güçlü ikinci bir korku içinde kendini sofadaki minderlerin üstüne bıraktı. “Size kaymbabam Mösyö de Saint-Meran’ı, kaynanamı, Barrois’yı ve kızım Valentine’i öldürmek için kullandığınız zehiri nereye sakladığınızı soruyorum,” diye devam etti Villefort son derece sakin bir sesle. “Ah! Mösyö,” diye haykırdı Madam de Villefort ellerini kavuşturarak, “siz neler söylüyorsunuz?” “Size düşen bana soru sormak değil, yanıt vermek.” “Kocama mı yargıca mı?” diye kekeledi Madam de Villefort. “Yargıca, madam, yargıca!” Bu kadının solukluğu, bakışlarındaki korku, tüm bedeninin titremesi ürkütücü bir görüntüydü. “Ah! Mösyö!” diye mırıldandı, “Ah! Mösyö!” ve sustu. “Yanıt vermiyorsunuz madam!” diye haykırdı korkunç sorgucu. Sonra öfkesinden daha ürkütücü bir gülümsemeyle ekledi:


“Gerçekten de inkar etmiyorsunuz!” Kadm bir hareket yaptı. “İnkar edemeyeceksiniz de,” diye ekledi Villefort adalet adına yakalamak ister gibi elini ona doğru uzatarak; “bu değişik cinayetleri utanmaz bir ustalıkla, sadece sevgileri nedeniyle sizin hakkınızda yanılmış insanları kandıran bir ustalıkla işlediniz. Madam de Saint-Meran öldüğünde evimde insanlan zehirleyen birinin olduğunu hemen öğrendim: Mösyö dAvrigny bana bunu bildirmişti; Barrois’nın ölümünden sonra, Tanrı beni bağışlasın, kuşkularım birinin, bir meleğin üstünde toplandı! Cinayetin olmadığı yerde bile, kalbimin bir köşesinde durmadan canlı duran kuşkularım; ama Valentine’in ölümünden sonra sadece benim için değil madam, başkaları için de artık hiçbir kuşkuya yer kalmadı; şimdi iki kişi tarafından bilinen, ama pek çok kişinin kuşkulandığı cinayetinizi artık herkes öğrenecek; biraz önce size söylediğim gibi madam, sizinle konuşan artık bir koca değil, bir yargıç!” Genç kadm yüzünü iki eliyle kapadı. “Ah! Mösyö!” diye kekeledi, “size yalvarıyorum, görünüşe aldanmayınız!” “Korkuyor musunuz?” diye haykırdı Villefort küçümseyen bir sesle. “Gerçekten de zehirleyenlerin her zaman korkak olduklarını fark ettim. Sizin tarafınızdan öldürülen iki ihtiyarın ve bir genç kızın gözünüzün önünde can çekiştiğini görecek kadar korkunç bir cesarete sahip olan siz, korkuyor musunuz yoksa?” “Mösyö! Mösyö!” “Korkuyor musunuz?” diye devam etti Villefort artan bir coşkuyla, “dört can çekişen insanın dakikalarını birer birer


sayan siz, iblisçe planlar düzenleyen ve iğrenç içecekleri inanılmaz bir ustalık ve kesinlikle karıştırmış olan siz, korkuyor musunuz? Her şeyi bu kadar iyi düzenleyen siz, acaba bir tek şeyi, yani cinayetlerinizin ortaya çıkmasının sizi nereye götürebileceğini unutmuş olabilir misiniz? Ah! işte bu olanaksız, sizi bekleyen cezadan kaçmak için öbürlerinden daha tatlı, daha keskin ve daha öldürücü bir zehir saklamışsmızdır... Umarım bunu yapmışsınızdır, değil mi madam?” Madam de Villefort yumruklarını sıktı ve dizlerinin üstüne düştü. “Biliyorum... biliyorum,” dedi Villefort, “itiraf ediyorsunuz, ama itiraf yargıçlara yapılır, itiraf son anda yapılır, itiraf artık inkar edilemediği zaman yapılır, bu itiraf suçluya verilen cezayı hiçbir biçimde azaltmaz.” “Ceza!” diye haykırdı Madam de Villefort, “Ceza! Mösyö, iki kezdir bu sözü söylüyorsunuz.” “Elbette. Siz dört kez suçlu iken kaçabileceğinizi mi sanmıştınız? Yasa adına ceza isteyen birinin karısı olduğunuz için bu cezadan kurtulabileceğinizi mi sandınız? Hayır, madam, hayır! Kim olursa olsun darağacı zehirleyeni bekler, eğer biraz önce size söylediğim gibi, zehirleyen en güvendiği zehirden birkaç damlayı da kendisi için saklama özenini göstermemişse elbette.” Madam de Villefort vahşi bir kahkaha attı, iğrenç ve dizginlenemez büyük bir korku bozulan yüz çizgilerini kapladı. “Ah! Darağacından korkmayın madam,” dedi yargıç, “sizin onurunuzu lekelemek istemem, çünkü bu benim de onurumu


lekelemek olur; hayır, tam tersine, beni iyi dinle-diyseniz, darağacında ölmeyebileceğinizi anlamış olmalısınız.” “Hayır, anlamadım; ne demek istiyorsunuz?” diye kekeledi yıldırımla vurulmuş gibi sarsılan zavallı kadın. “Başkentin başyargıcının karısının lekesiz kalmış bir adı alçaklığıyla ezemeyeceğini, bir çırpıda kocasının ve çocuğunun onurunu lekeleyemeyeceğini söylemek istiyorum.” “Hayır, ah, hayır!” “Pekala madam! Bu sizin tarafınızdan yapılmış iyi bir hareket olacak ve bunun için size teşekkür ederim.” “Bana teşekkür mü ediyorsunuz? Neden?” “Biraz önce söylediğiniz şey için.” “Ben ne dedim? Aklımı kaçırdım; artık hiçbir şey anlamıyorum, Tanrım! Tanrım!” Madam de Villefort saçları dağınık, dudakları köpürmüş ayağa kalktı. “Buraya girerken size sorduğum şu soruya yanıt verdiniz madam: Her zaman kullandığınız zehir nerede madam?” Madam de Villefort kollarını göğe kaldırdı ve ellerini kasılmış halde birbirine geçirerek sıktı. “Hayır, hayır,” diye bağırıp çağırdı, “hayır, hiç de bunu istemiyorsunuz!” “Benim istemediğim, sizin darağacında ölmeniz madam, anlıyor musunuz?” diye yanıt verdi Villefort. “Ah! Mösyö! Acıyın!” “Benim istediğim, adaletin yerini bulması. Ben cezalandırmak için yeryüzündeyim madam,” diye ekledi


yargıç parıldayan bakışlarla, “başka bir kadına, kraliçe bile olsa cellat yollardım, ama size karşı bağışlayıcı olacağım. Size söylüyorum: en tatlı, en öldürücü ve en güvenli zehirinizden birkaç damla sakladınız, değil mi madam?” “Ah! Beni bağışlayın mösyö, bırakın yaşayayım!” “Korkakmış!” dedi Villefort. “Karınız olduğumu düşünün!” “Siz insanları zehirleyen birisiniz!” “Tanrı aşkına!...” “Hayır.” “Benim için duymuş olduğunuz aşk adına!...” “Hayır! Hayır!” “Çocuğumuz adına! Ah! Çocuğumuz için yaşamama izin verin!” “Hayır, hayır, hayır! diyorum size; sizin yaşamanıza izin verirsem bir gün onu da belki öbürleri gibi öldürürsünüz.” “Ben mi! Çocuğumu öldürmek mi!” diye haykırdı vahşi anne Villefort’a doğru atılarak; “Ben mi! Edouard’ımı öldürmek mi!... Ah! Ah!” Ve korkunç bir gülüş, bir şeytan gülüşü, bir deli gülüşü cümleyi bitirdi ve hırıltılı bir hıçkırığın içinde kayboldu. Madam de Villefort kocasının ayakları dibine düştü. Villefort ona yaklaştı. “Bunu düşünün madam,” dedi, “eğer geri döndüğümde adalet yerini bulmamışsa, sizi kendi ağzımla ele veririm ve


kendi ellerimle tutuklarım.” Kadın güçlükle soluk alarak, bitkin, yıkılmış dinliyordu, sadece gözleri canlıydı ve içlerinde korkunç bir ışık gizliydi. “Beni duyuyorsunuz,” dedi Villefort, “bir katil için ölüm cezası istemeye gidiyorum... Döndüğümde sizi canlı bulursam, bu gece Conciergerie’de yatarsınız.” Madam de Villefort içini çekti, sinirleri boşandı, halının üstüne yığılıp kaldı. Krallık savcısı acır gibi bir hareket yaptı, biraz daha az katı bir biçimde baktı kadına ve önünde hafifçe eğildi: “Elveda, madam,” dedi yavaşça; “elveda!” Bu veda, Madam de Villefort’un üstüne ölümcül bir bıçak gibi indi. Kadın bayıldı. Krallık savcısı çıktı, çıkarken kapıyı iki kez kilitledi.


109 AĞIR CEZA MAHKEMESİ Benedetto davası, adalet sarayında ve Paris sosyetesinde söylendiği gibi, büyük bir heyecan yarattı. Cafe de Paris’de Gand bulvarının ve Boulogne ormanının gediklisi olan sahte Cavalcanti, Paris’te kaldığı süre içinde, pırıltısının sürdüğü iki üç ay boyunca birçok kişiyle tanışmıştı. Gazeteler suçlunun kibar yaşamı ve hapishane yaşamı sırasındaki çeşitli aşamaları anlatmışlardı; bunun sonucu olarak, özellikle Prens Andrea Cavalcanti’yi kişisel olarak tanımış olanlarda büyük bir merak uyanmıştı; özellikle bu nedenle kürek mahkumu arkadaşının katili Mösyö Benedetto’yu sanık sandalyesinde görmeye gitmek için her tehlikeyi göze almaya karar vermişlerdi. Birçok kişi için Benedetto bir kurban değilse en azından adli bir yanlışlıktı: baba Cavalcanti’yi Paris’te görmüşlerdi ve ünlü oğlunun yardımına koşmak için onun yeniden ortaya çıkmasını bekliyorlardı. Onun benzersiz Polonya giysileriyle Monte Kristo’nun evine geldiğini hiç duymamış olan birçok kişi yaşlı Romalı soylunun saygınlığından, kibarlığından ve bilgisinden çok etkilenmişlerdi, doğruyu söylemek gerekirse, ihtiyar konuşmadığı ve aritmetikten söz etmediği zamanlar kusursuz bir sinyora benziyordu. Sanığın kendisine gelince, onu son derece sevimli, yakışıklı ve savurgan görmüş olduklarını anımsayan birçok kişi, büyük servetlerin iyilik ve kötülük etmek için şaşılacak yollar ve duyulmamış güçler buldukları bu çevrede hep rastlandığı gibi, bir düşman tarafından hazırlanmış bir düzene inanmayı yeğliyorlardı.


Herkes ağır ceza mahkemesinin oturumuna koştu, bazıları gösterinin keyfi için, bazıları da yorumlamak için. Sabah sekizden başlayarak parmaklığın önünde kuyruk olmuşlardı, oturumun açılışından bir saat önce salon ayrıcalıklı insanlarla dolmuştu bile. Mahkemeye girmeden önce, hattâ çoğu zaman girdikten sonra mahkeme salonu, önemli davaların olduğu günler, birçok kişinin birbirini tanıdığı, birbirlerine çok yakın olduklarında yerlerini yitirmemek için birbirlerine yanaştıkları, aralarına çok sayıda izleyici, avukat ye jandarma girip ayrı düştüklerinde, birbirlerine işaret ettikleri bir salona çok benzer. Kimi zaman yaz iyi geçmediğinde ya da kısa sürdüğünde bize teselli gibi gelen harika günlerden biriydi; Mösyö de Villefort’un sabah güneşinin üstüne çizgiler çizdiğini gördüğü bulutlar bir büyü ile dağılmış gibiydi, eylülün en tatlı günlerinden biri, son günlerinden biri tüm duruluğuyla ışıldıyordu. Yayın dünyasının krallarından biri olan ve bu nedenle her yerde tahtı olan Beauchamp, sağa sola bakıyordu. Sanki hakkıymış gibi önde oturup onları engelleyecek bir polis memurunun iyi niyetinden yararlanıp onu arkalarında oturmaya razı etmiş olan Châ-teau-Renaud ile Debray’yi fark etti. Saygın polis memuru bakanlık sekreterinin ve milyonerin kim olduklarını tahmin etmişti; yanında oturan soylu kişilere büyük saygı gösterdi ve onlar Beauchamp’ı görmeye gittiklerinde yerlerini koruyacağına söz vererek gitmelerini sağladı.


“Pekala!” dedi Beauchamp, “Dostumuzu görmeye mi geldik?” “Eh! Tanrım, evet,” diye yanıt verdi Debray: “şu soylu prensi! Şu Italyan prensleri de neymiş yani!” “Soybilimcisi Dante olan ve İlahi Komedi’ye kadar uzanan bir adam!” “ipe çekilecek soyluluk,” dedi ağır ağır Château-Renaud. “Mahkum olacak Beauchamp’a.

değil

mi?”

diye

sordu

Debray

“Eh! Sevgili dostum,” diye yanıt verdi gazeteci, “bence bunu size sormalı: bürodaki havayı bizlerden çok daha iyi biliyorsunuz; bakanın son gecesinde başkanı gördünüz mü?” “Evet.” “Size ne dedi?” “Sizi şaşırtacak bir şey.” “Ah! Hemen söyleyin sevgili dostum, uzun zamandır bana bu tür hiçbir şey söylenmedi.” “Pekala! İncelikli bir masal kuşu, kurnaz bir dev gibi baktığımız Benedetto’nun sadece çok alt düzeyde, çok budala bir dolandırıcı olduğunu, ölümünden sonra kafatası bilimi için organlarında yapılacak deneylere bile değmeyeceğini söyledi.” “Bak sen!” dedi Beauchamp; “yine de prens rolünü oldukça iyi oynuyordu.” “Bu zavallı prenslerden nefret eden ve onları kötü durumda görmekten mutlu olan sizin için, evet Beauchamp, ama


içgüdüleriyle kibar birinin kokusunu alan, hangisi olursa olsun, gerçek bir polis hafiyesi gibi aristokrat bir aileyi tanıyan benim için, hayır.” “Siz onun prensliğine hiç inanmadınız mı?” “Prensliğine mi? Evet inandım... Ama onun prens oluşuna, hayır.” “Fena değil,” dedi Debray, “sizden başka herkesi kandırabilirdi emin olun;.. Onu bakanların yanında gördüm.” “Ah! Evet,” dedi Château-Renaud; “işte bu nedenle bakanlarınız prenslerden iyi anlıyorlar.” “Bu söylediklerinizde gerçek payı var Château-Renaud,” dedi Beauchamp"kahkahayla gülerek; “cümle kısa, ama hoş. Yazılarımda bunu kullanmak için izninizi rica ediyorum.” “Kullanın, sevgili Mösyö Beauchamp,” dedi Château-Renaud, “kullanın; cümlemi size değerine veririm.” “Ama,” dedi Debray Beauchamp’a, “ben başkanla konuştuysam, siz de krallık savcısıyla konuşmuş olmalısınız.” “Olanaksız; Mösyö de Villefort sekiz gündür gizleniyor; bu çok doğal: evdeki acıların garip bir biçimde üst üste gelmesinin ardından bir de kızının garip ölümü...” “Garip ölüm! Buna ne diyorsunuz Beauchamp?” “Ah! Evet, her şeyin soyluluk görüntüsü altında geçtiğini bahane edip, bir şey bilmiyormuş gibi yapın bakalım,” dedi Beauchamp kelebek gözlüğünü gözüne yerleştirip, onu orada tutmaya çalışarak.


“Sevgili mösyö,” dedi Château-Renaud, “kelebek gözlüğünüzle ilgili olarak sizin Debray kadar güçlü olmadığınızı söylememe izin verin. Debray, Mösyö Beauchamp’a bir ders verin.” “Bakın!” dedi Beauchamp, “Yanılmıyorum.” “Ne var?” “Bu o.” “Kim o?” “Gittiği söyleniyordu.” “Matmazel Eugenie mi?” diye sordu Château-Renaud; “hemen geri dönmüş olabilir mi?” “Hayır, o değil, annesi.” “Madam Danglars mı?” “Haydi haydi!” dedi Château-Renaud, “olanaksız; kızının kaçışından on gün sonra, kocasının hileli iflasından üç gün sonra!” Debray hafifçe kızardı ve gözlerini Beauchamp’ın baktığı yöne çevirdi. “Haydi haydi!” dedi, “bu örtülü bir kadın, yabancı bir kadm, yabancı bir prenses, belki de Prens Cavalcanti’nin annesidir, ama siz çok ilginç şeyler söylüyordunuz, ya da söyleyecektiniz galiba Beauchamp.” “Ben mi?” “Evet. Valentine’in garip ölümünden söz ediyordunuz.” “Ah! Evet, doğru, ama neden Madam de Villefort burada değil?”


“Zavallı iyi kadın!” dedi Debray, “Kuşkusuz hastaneler için melissa suyu damıtmakla, kendisi ve dostları için kozmetik hazırlamakla uğraşıyordur. Biliyor musunuz, söylenenlere göre, o bu eğlence için yılda iki üç bin ekü harcıyormuş. Ama gerçekten haklısınız, neden Madam de Villefort burada değil? Onu görmekten çok mutlu olacaktım; bu kadını çok seviyorum.” “Ben ise nefret ediyorum,” dedi Château-Renaud. “Neden?” “Bilmiyorum. İnsan neden sever? Neden nefret eder? Ben ona karşı antipati duyduğum için nefret ediyorum.” “Ya da her zamanki gibi içgüdüleriniz nedeniyle.” “Belki de... Ama sizin söylediğiniz şeye dönelim Beauchamp.” “Pekala!” dedi Beauchamp, “beyler, neden Villefort’un evinde bu kadar sık ölüm olduğunu merak etmiyor musunuz?” “Sıklık güzeldir,” dedi Château-Renaud. “Sevgili dostum, sözcük Saint-Simon’da bulunuyor. “Ama olay Mösyö de Villefort’un evinde geçiyor; konuya gelelim.” “Doğrusu,” dedi Debray, “üç aydır yasta olan bu evi hep uzaktan izliyordum, daha evvelki gün madam bana Valentine hakkında bir şeyler söylüyordu.” “Madam da kim?...” diye sordu Château-Renaud. “Bakanın karısı canım!”


“Ah! Bağışla,” dedi Château-Renaud, “ben bakanların evlerine gitmiyorum, bunu prenslere bırakıyorum.” “Eskiden sadece yakışıklıydınız, artık ışıldıyorsunuz baron; bize acıyın, yoksa bir başka Jüpiter gibi bizi yakacaksınız.” “Artık hiçbir şey söylemeyeceğim,” dedi Château-Renaud, “ama Tanrı aşkına bana acıyın ve karşılık vermeyin.” “Haydi, konuşmamızı bitirmeye çalışalım Beauchamp; size önceki gün madamın benden bu konuda bilgi istediğini söylüyordum; siz bana bilgi verin, ben de ona.” “Pekala! Beyler, eğer Villefort konağında bu kadar sık ölüm oluyorsa, sözcüğü yine kullanıyorum, bu, evde bir katil olduğunu gösterir.” İki genç ürperdiler, çünkü bu düşünce birçok kez akıllarına gelmişti. “Peki bu katil kim?” diye sordular. “Küçük Edouard.” İki dinleyicinin kahkahaları konuşanın keyfini hiç de kaçırmadı, o devam etti: “Evet, beyler, küçük Edouard, olay çocuk, şimdi de annesini ve babasını öldürüyor.” “Bu bir şaka mı?” “Hiç de değil; dün Mösyö de Villefort’un evinden ayrılan bir hizmetçi tuttum: dinleyin bakın ne olmuş.” “Dinliyoruz." “Ben bu hizmetçiyi işten çıkaracağım, çünkü orada korkudan aç kaldığı için çok fazla yemek yiyor. İşte! Görünüşe bakılırsa bu sevgili çocuk eline bir şişe uyuşturucu


geçirmiş, zaman zaman hoşuna gitmeyenlere karşı kullanıyormuş. İlk hoşuna gitmeyenler, büyükbaba ve büyükanne Saint-Meran’lar olmuş, onlara iksirinden üçer damla içirmiş; üç damla yeterli olmuş; sonra sıra büyükbaba Noirtier’nin yaşlı uşağı dürüst Barrois’ya gelmiş, Barrois ara sıra sevimli yaramazı terslerdi biliyorsunuz. Sevimli yaramaz ona da iksirinden üç damla içirmiş. Sonra da sıra zavallı Valentine’e gelmiş, Valentine onu kötü davranmazdı, ama Edouard onu kıskanıyordu: ona da iksirinden üç damla vermiş, onun için de öbürleri gibi her şey bitmiş." “Ama siz bize ne kadar tuhaf bir öykü anlatıyorsunuz,” dedi Château-Renaud. “Evet,” dedi Beauchamp, “öbür dünyanın öyküsü, değil mi?” “Bu saçma,” dedi Debray. “Ah!” dedi Beauchamp, “Siz şimdiden kaçamak yollar arıyorsunuz! Allah kahretsin! Hizmetçime sorun ya da daha doğrusu yarın artık hizmetçim olmayacak kişiye sorun: evde dolaşan söylenti buymuş.” “Peki bu iksir nerede? Hangi iksir?” “Ben ne bileyim! Çocuk onu saklıyor.” “Onu nereden almış?” “Annesi hanımefendinin laboratuvarmdan.” “Annesinin laboratuvarda zehirleri mi varmış?” “Ben nereden bileyim? Bana krallık savcısı gibi sorular soruyorsunuz. Ben bana söylenenleri yineliyorum, hepsi bu; ancak bunları bana söyleyenin adını verebilirim: daha


fazlasını yapamam. Zavallı artık korkudan orada yemek yiyemez olmuştu.” “Bu inanılmaz!” “Hayır, sevgili dostum, bu hiç de inanılmaz değil, geçen yıl Richelieu sokağı çocuğunu görmüştüm, çocuğun eğlencesi kız ve erkek kardeşleri uyurken kulaklarına iğne batırarak onları öldürmekti. Bizi izleyen kuşak erken gelişmiş dostum.” “Sevgili dostum,” dedi Château-Renaud, “bize anlattıklarınızın bir sözcüğüne bile inanmadığınıza bahse girerim... Ama Monte Kristo Kontunu göremiyorum; nasıl olur da burada bulunmaz?” “O artık bıktı,” dedi Debray; “hem sonra tüm Cavalcantiler tarafından kandırıldığı için herkesin karşısına çıkmak istemeyecektir; görünüşe bakılırsa, Cavalcantiler ona sahte güven mektuplarıyla gelmişler, aslında prenslikte yüz binlerce franklık ipotekleri varmış.” “Yeri gelmişken, Mösyö ChâteauRenaud,” diye sordu Beauchamp, “Morrel nasıl?” “İnanın,” dedi kibar adam, “üç kezdir evine gidiyorum ve Morrel’i yakalayamıyorum. Ama yine de kız kardeşi bana kaygılı görünmedi, güleryüzle bana kendisinin de üç dört gündür onu görmediğini, ama iyi olduğundan emin olduğunu söyledi.” “Ah! Buldum! Monte Kristo Kontu salona gelemez,” dedi Beauchamp. “Neden gelemez?” “Çünkü bu dramda o bir oyuncu.” “O da mı birini öldürdü?” diye sordu Debray.


“Elbette hayır, tam tersine, onu da öldürmek istediler. Şu iyi Mösyö de Caderousse’un onun evinden çıkarken küçük dostu Benedetto tarafından öldürüldüğünü iyi biliyorsunuz. Sözleşmenin imzalanma işini bozan mektubun, onun evinde bulunan yeleğin cebinden çıktığım iyi biliyorsunuz. Ünlü yeleği görüyor musunuz? Orada, masanın üstünde, kan içinde, suç kanıtı olarak duruyor.” “Ah! Çok iyi.” “Susun! Beyler, mahkeme başlıyor; haydi yerlerimize!” Gerçekten de mahkeme salonunda büyük bir gürültü duyuldu; eski polis koruduğu iki kişiyi güçlü bir öhhöm öhhömm! sesi çıkararak çağirdı, mübaşir oturumun yapılacağı salonun kapı eşiğinde görünerek Beaumarchais zamanındaki mübaşirlerinki gibi cırtlak bir sesle bağırdı: “Mahkeme başlıyor, beyler!”


110 İDDİANAME Yargıçlar büyük bir sessizlik içinde oturumu başlattılar; jüri üyeleri yerlerine oturdular; herkesin dikkatini çeken ve neredeyse hayranlığını toplayan Mösyö de Villefort, başında şapkası, sakin bakışlarını çevresinde gezdirerek koltuğuna oturdu. Herkes bu ciddi ve sert, evlat acısının hiçbir izi görülmeyen duyarsız yüze şaşkınlıkla bakıyordu, herkes insansal heyecanlara yabancı bu adama bir tür dehşetle bakıyordu. “Jandarmalar!” dedi başkan, “Sanığı getirin.” Bu sözler üzerine halkın dikkati daha belirginleşti ve tüm gözler Benedetto’nun girmesi gereken kapıya dikildi. Az sonra kapı açıldı ve sanık göründü. Bunun etkisi herkes üzerinde aynı oldu, görünümünün anlamı konusunda yanılmamıştı.

kimse

Yüz çizgileri insanın kanının çekilip yüzünün ve yanaklanmn bembeyaz olmasını sağlayan derin heyecandan hiçbir iz taşımıyordu. Birini zarif bir biçimde şapkasının üzerine, öbürünü beyaz kumaştan yeleğinin açıklığına koyduğu elleri hiçbir ürpertiyle titremiyordu; gözleri sakin hattâ parlaktı. Genç adamın bakışları salondaki yargıçlar ve yardımcılarının sıralarında dolaşırken uzun uzun başkanın, özellikle de krallık savcısının üstünde durdu. Andrea’nın yanında mahkeme tarafından atanmış avukatı yer aldı, çünkü Andrea hiç önem vermiyor göründüğü bu ayrıntılarla uğraşmak istememişti, avukat donuk sarı saçlı,


sanıktan yüz kez daha fazla duyduğu heyecan nedeniyle yüzü kızarmış genç bir adamdı. Başkan, Villefort’un, bildiğimiz gibi, son derece ustaca ve acımasızca kaleme aldığı iddianamenin okunmasını istedi. Uzun ve bir başkası için bunaltıcı olabilecek bu okuma sırasında halkın dikkati, bir Ispartalımn içten neşesi ile bu duruma direnen Andrea’dan bir an bile kopmuyordu. Villefort belki hiçbir zaman bu kadar özlü ve sürükleyici konuşmamıştı; cinayet en canlı renkleriyle sunulmuştu; suçlunun geçmişi, küçük yaştan başlayarak geçirdiği değişiklikler, eylemlerinin art arda sıralanması, ancak yaşamın gerçeklerini ve insan yüreğini krallık savcısı kadar gelişmiş bir insanın bilebileceği bir ustalıkla ortaya konmuştu. Benedetto, sadece bu girişle bile, kamuoyunda sonsuza kadar mahkum olmuştu, artık sadece yasa yoluyla bedensel olarak cezalandırılması kalmıştı. Andrea suç kanıtlarının art arda çoğalıp üstüne kalmasına hiç mi hiç dikkat etmiyordu: sık sık yüzüne bakan ve sanıklar üzerinde kuşkusuz çoğu zaman yapma fırsatını bulduğu ruhsal incelemelere devam eden Mösyö de Villefort, o kadar derin ve sabit bakmasına karşın, bir kez bile Andrea’nın gözlerini yere indirtemedi. Sonunda iddianamenin okunması bitti. “Sanık,” dedi başkan, “adınız ve soyadınız?” Andrea ayağa kalktı. “Beni bağışlayın sayın başkan,” dedi son derece temiz bir ses tonuyla, “ama yanıtını veremeyeceğim bir dizi soru


soracağınızı görüyorum. Daha sonra açıklayacağım nedenden sıradan sanıklar içinde ayrıcalıklı biri olduğumu düşünüyorum. Sizden sorulara farklı bir sıra izleyerek yanıt vermek için izin istiyorum; böylece yine tüm sorularınızı yanıtlamış olacağım.” Şaşıran başkan jüri üyelerine baktı, onlar , da krallık savcısına. Tüm kurulda büyük bir şaşkınlık görüldü. Ama Andrea hiç de heyecanlanmışa benzemiyordu. “Yaşınız?” dedi başkan; “bu soruya yanıt verecek misiniz?” “Bu soruya da diğer sorular gibi yanıt vereceğim sayın başkan, ama sırası gelince.” “Yaşınız?” diye yineledi yargıç. “Yirmi bir yaşındayım ya da daha doğrusu birkaç gün sonra yirmi bir olacağım, çünkü 1817 yılında 27 Eylül’ü 28’e bağlayan gece doğmuşum.” Bir şeyler not etmekte olan Mösyö de Villefort bu tarihi duyunca başını kaldırdı. “Nerede doğdunuz?” diye devam etti başkan. “Auteuil’de, Paris yakınında,” diye yanıt verdi Benedetto. Mösyö de Villefort ikinci kez başını kaldırdı, Medusa başına bakar gibi Benedetto’ya baktı ve bembeyaz oldu. Benedetto’ya gelince, bir köşesi işlemeli ince patiskadan bir mendili zarif bir biçimde dudaklarının üstünden geçirdi. “Mesleğiniz?” diye sordu başkan.


“Önce, kalpazandım,” dedi Andrea son derece sakin bir biçimde, “daha sonra hırsızlığa geçtim ve en son da katil oldum.” Salonun her yerinde bir fısıltı ya da daha doğrusu bir şaşkınlık ve öfke fırtınası patladı: jüri üyeleri de birbirlerine şaşkınlıkla baktılar, bu kadar kibar bir insandan hiç beklenmeyecek bu utanmazlık karşısında, büyük bir tiksinti duydular. Mösyö de Villefort elini önce solan sonra kızaran ve yanan alnına dayadı; birden ayağa kalktı, şaşkın biri gibi çevresine baktı: havasız kalmıştı. “Bir şey mi arıyorsunuz sayın krallık savcısı?” diye sordu Benedetto en kibar gülümsemesiyle. Mösyö de Villefort hiç yanıt vermedi, yeniden yerine oturdu, daha doğrusu koltuğuna yığıldı. “Sanık, adınızı şimdi mi söyleyeceksiniz?” diye sordu başkan. “Çeşitli suçlarınızı sıralamakta ve mesleklerinizi nitelemekte gösterdiğiniz hoyratça davranış, bunlara bağladığınız onur sorununun türü nedeniyle, insanlığa saygı ve ahlak adına, mahkeme sizi ağır bir biçimde kınayacaktır, belki adınızı daha sonra söylemek istemenizin nedeni bu: bu adı önceki nitelendirmelerinizle ortaya koymak istiyorsunuz.” “Bu inanılmaz, sayın başkan,” dedi Benedetto en kibar sesi ve en terbiyeli davranışıyla, “en gizli düşüncelerimi okudunuz sanki; gerçekten de işte bu amaçla sorularınızın sırasını değiştirmenizi sizden rica etmiştim.” Şaşkınlık doruğa çıkmıştı; sanığın sözlerinde artık ne palavracılık, ne de utanmazlık vardı; heyecanlı dinleyiciler bu


karanlık bulutun arkasından bir yıldırımın düşeceğini hissediyorlardı. “Pekala!” dedi başkan, “adınız?” “Size adımı söyleyemem, çünkü bilmiyorum, ama babamınkini biliyorum ve size onun adını söyleyebilirim.” Acıyla başı dönen Villefort’un gözleri karardı; yakıcı ter damlalarının, yanaklarından art arda şaşkın ve kasılmış bir elle karıştırdığı kağıtların üstüne düştüğü görüldü. “O zaman babanızın adını söyleyin,” dedi başkan. Büyük kurul salonunun sessizliğini bir tek soluk, bir tek ses bozmuyordu: herkes bekliyordu. “Babam krallık savcısıdır,” diye yanıt verdi Andrea sakin bir biçimde. “Krallık savcısı mı!” dedi başkan şaşkınlıkla, Villefort’un yüzünün allak bullak olduğunu fark etmeden; “krallık savcısı mı!” “Evet ve mademki adını öğrenmek istiyorsunuz size bunu söyleyeceğim: adı Ville-fort’dur.” Mahkemeye saygı nedeniyle uzun zamandır bastırılan patlama, tüm göğüslerden bir gökgürültüsü gibi çıktı; mahkeme bile kalabalığın bu kaynaşmasını dizginlemeyi düşünemedi. Haykırışlar, soğukkanlılığını yitirmeden duran Benedetto’ya edilen küfürler, sert el kol hareketleri, jandarmaların kıpırdanışları, karışıklık ve skandal anında bu iğrenç grubun su yüzüne çıkan kıkırdaşmaları, tüm bunlar beş dakika sürdü, sonra yargıçlar ve mübaşirler sessizliği sağlamayı başardı.


Bu gürültünün duyuluyordu:

ortasında

başkanın

haykıran

sesi

“Adaletle oynuyorsunuz sanık, hemşerilerinize bu dönemde hiç de istenecek bir şey olmayan, benzersiz bir ahlak bozukluğu gösterisi mi sunmak istiyorsunuz?” On kişi oturduğu yerde neredeyse bitmiş olan krallık savcısının yanına koştu ve onu avutmaya, cesaret vermeye, çok çalışmasını protesto etmeye, sevgilerini göstermeye çalıştı. Oldukça kalabalık bir grubun hareketli olduğu, fısıldaştığı nokta dışında salonda sessizlik sağlanmıştı. Söylenenlere göre bir kadın bayılmıştı; ona tuzruhu koklatılmış ve kadın kendine gelmişti. Bu karışıklık sırasında Andrea gülümseyen yüzünü kurula çevirmişti; sonra bir elini sırasının meşe korkuluğuna dayayarak en kibar davranışıyla: “Beyler,” dedi, “Tanrı biliyor ya mahkemeye hakaret etmeyi ve bu onurlu kurulun karşısında yararı olmayan bir skandal çıkarmayı hiç istemedim. Bana kaç yaşında olduğum soruluyor, söylüyorum; nerede doğduğum soruluyor, yanıt veriyorum; adım soruluyor, söyleyemiyorum çünkü annem babam beni terk etmişler. Ama, adım olmadığına göre, adımı söylemeden babamın adını söyleyebilirim; yineliyorum, babamın adı Mösyö de Villefort’dur ve bunu kanıtlamaya hazırım.” Genç adamın konuşmasında gürültü patırtıyı sessizliğe dönüştüren bir kesinlik, bir inanç, bir güç vardı. Bakışlar bir


an, koltuğunda yıldınmın kadavraya çevirdiği bir adamın hareketsizliği ile duran krallık savcısına çevrildi. “Beyler,” diye devam etti Andrea sesi ve hareketiyle sessizliğe egemen olarak, “size sözlerimin açıklamasını yapmak ve kanıt göstermek zorundayım.” “Ama,” diye haykırdı sinirlenen başkan, “soruşturmada adınızın Benedetto olduğunu açıkladınız, öksüz olduğunuzu söylediniz ve vatanınız olarak Korsika’yı gösterdiniz.” “Soruşturmada bana uygun gelen şeyleri söyledim, çünkü sözlerime vermek istediğim gösterişli yankılanmanın zayıflatılmasım ya da kesilmesini, ki bu yapılmaya çalışıldı, istemiyordum. “Şimdi yineliyorum, 1817 yılında 27 Eylül’ü 28’e bağlayan gece Auteuil’de doğdum, krallık savcısı Mösyö de Villefort’un oğluyum. Şimdi ayrıntıları istiyor musunuz? Size bu ayrıntıları vereceğim. “Ben, La Fontaine sokağı 28 numaralı evde birinci katta kırmızı damaskolu odada doğdum. Babam anneme öldüğümü söyleyerek beni kollarına aldı, üzerine H ve N harfleri işlenmiş bir beze sardı ve beni canlı canlı gömeceği bahçeye götürdü.” Sanığın kendine güveninin arttığını ve Mösyö de Villefort’un heyecanım görünce herkesi bir ürperti aldı. “Ama tüm bu ayrıntıları nasıl biliyorsunuz?” diye sordu başkan. “Bunu anlatacağım sayın başkan. Babamın beni gömdüğü bahçeye o gece onu öldürmek isteyecek kadar kızan ve uzun zamandır bir Korsika intikamını almak için onu gözetleyen


bir adam girmişti. Adam sık ağaçların arkasına saklanmıştı; adam babamın toprağa küçük bir kasa gömdüğünü gördü ve yaptığı işin ortasında onu bıçakladı, sonra bu kasanın hazine olduğunu sanıp çukuru açtı ve beni hâlâ canlı olarak buldu. Bu adam beni öksüzler yurduna götürdü, orada 57 numara ile kaydettirdi. Üç ay sonra kız kardeşi beni almak için Rogliano’dan Paris’e bir yolculuk yaptı, benim onun oğlu olduğumu söyleyerek alıp götürdü. “İşte Auteuil’de doğup Korsika’da büyümemin nedeni.” Bir an sessizlik oldu, ama bu öyle bir sessizlikti ki, bin göğüsten solunan ağır sıkıntı olmasa salon boşalmış sanılabilirdi. “Devam edin,” dedi başkanın sesi. “Kuşkusuz beni çok seven bu dürüst insanların yanında mutlu olabilirdim,” diye devam etti Benedetto; “ama benim doğamdaki kötülük, analığımın yüreğime salmaya çalıştığı tüm erdemlerden baskın çıktı. Kötülük içinde büyüdüm ve suç işlemeye başladım. Sonunda bir gün, beni bu kadar kötü yarattığı ve bana bu kadar iğrenç bir yazgı verdiği için Tanrıyı lanetlerken, babalığım yanıma gelip bana şöyle dedi: ‘“Küfür etme zavallı! Çünkü Tanrı seni öfke duymadan yarattı! Suç sana senden değil babandan geliyor; eğer ölseydin seni cehenneme gönderecek, mucize olup kurtulursan sefalete atacak babandan!’ “O zaman Tanrıyı lanetlemekten vazgeçtim ve babamı lanetledim; işte beni kınadığınız sözleri bunun için duyurmak istedim sayın başkan; işte bu kurulu hâlâ ürperten skandali bunun için çıkardım. Eğer bu bana bir suç daha ekliyorsa cezalandırın beni; ama yazgımın ben doğduğum günden beri


kötü, acıklı, acılı, dayanılmaz olduğuna inandırdıysam sizi, acıyın bana!” “Ya anneniz?” diye sordu başkan. “Annem beni ölmüş sanıyordu; annem hiç suçlu değildir. Annemin adını öğrenmek istemedim; onu tanımıyorum.” O anda, biraz önce söylediğimiz gibi, bir kadının çevresini saran bir grubun ortasından hıçkırıkla sona eren tiz bir çığlık' yükseldi. Bu kadm şiddetli bir sinir krizine yakalandı ve mahkeme salonundan çıkarıldı; o götürülürken yüzünü saklayan kalın örtü açıldı ve Madam Danglars’ı tanıdılar. Sinirden gerilmiş duyularının çöküntüsüne, kulaklarındaki uğultuya, beynini altüst eden bir tür deliliğe karşın Villefort kadının kim olduğunu anladı ve ayağa kalktı. “Kanıtlar! Kanıtlar!” dedi başkan; “Sanık, bu korkunç iddianın en kesin kanıtlarla desteklenmesi gerektiğim unutmayın.” “Kanıtlar mı?” dedi Benedetto gülerek, “kanıtları mı istiyorsunuz?” “Evet.” “Pekala! Mösyö de Villefort’a bakın ve benden yine kanıt isteyin.” Herkes, üzerinde toplanan binlerce gözün ağırlığı altında mahkeme salonunun ortasına doğru sendeleyerek, saçı başı darmadağınık ve tırnaklarını geçirdiği yüzü kırmızı benekler içinde ilerleyen krallık savcısına döndü.


Tüm salondan uzun bir şaşkınlık fısıltısı duyuldu. “Benden kanıt istiyorlar baba,” dedi Benedetto, “onlara kanıt göstermemi ister misiniz?” “Hayır, hayır,” diye kekeledi Mösyö de Villefort boğuk bir sesle; “hayır, bunun yararı yok.” “Nasıl yararı yok?” diye haykırdı başkan; “ama siz ne demek istiyorsunuz?” “Beni ezen ölümcül çembere karşı boşuna savaştığımı söylemek istiyorum beyler,” diye haykırdı krallık savcısı; “ben intikam Tanrısının elinde olduğumu kabul ediyorum. Kanıt yok; buna gerek yok; bu genç adamın tüm söyledikleri doğrudur!” Doğal felaketler öncesinde olduğu gibi ağır ve sıkıntılı bir sessizlik, saçları diken diken olmuş bir halde orada hazır bulunanları kurşun gibi ağır mantosuyla sardı. “Neyiniz var Mösyö de Villefort?” diye haykırdı başkan, “bir sanrıya kapılmadınız ya? Ne oldu? Kendinizde misiniz? Bu kadar garip, bu kadar beklenmedik ve korkunç bir suçlamanın aklınızı başınızdan aldığı anlaşılıyor; haydi, kendinize gelin.” Krallık savcısı başını salladı. Ateşi yükselen bir adam gibi dişleri şiddetle birbirine çarpıyordu, benzi ölü gibi sararmıştı. “Kendimdeyim mösyö,” dedi krallık savcısı; “sadece beden acı çeker ve bu fark edilir. Bu genç adamın bana karşı söylediği her şey için kendimi suçlu buluyorum ve hemen evime gidip benim yerime geçecek krallık savcısının emirlerini bekleyeceğim.” Mösyö de Villefort bu sözleri ciddi ve neredeyse boğuk bir sesle söylerken sendeleyerek, mübaşirin alışkın bir hareketle


açtığı kapıya yöneldi. Tüm salon, Paris yüksek sosyetesini on beş gündür çalkalayan çeşitli beklenmeyen olguları bu kadar korkunç bir biçimde çözümleyen bu açıklama ve bu itiraf karşısında sessiz ve üzgün kalakaldı. “Pekala!” dedi Beauchamp, “şimdi doğada dramın bulunmadığını söylesinler bakalım!” “inanın,” dedi ChâteauRenaud, “ben işi Mösyö de Morcerf gibi bitirmeyi yeğlerdim: böyle bir felaketin yanında bir kurşun daha tatlı gelir.” “Ve ben bir an onun kızıyla evlenmek istediğimi düşünüyorum da!” dedi Debray. “Zavallı çocuk, iyi ki öldü!” “Mahkeme bitmiştir beyler,” dedi başkan, “dava gelecek oturuma kadar ertelenmiştir. Konu yeniden soruşturulacak ve başka bir savcıya verilecektir.” Andrea’ya gelince, her zamanki gibi sakin ve çok daha ilginç bir halde, istemeye istemeye ona saygı gösteren jandarmaların eşliğinde salondan çıktı. “Pekala! Olanlar hakkında ne düşünüyorsunuz dostum?” diye sordu Debray eline bir Louis altını sıkıştırdığı polis memuruna. “Hafifletici nedenler bulunacaktır,” diye yanıt verdi polis memuru.


111 GÜNAH ÖDEME Mösyö de Villefort, ne kadar sıkışık olsa da önünde kalabalığın sıra sıra açıldığını görmüştü. Burada toplanmış insanların ilk hareketi büyük bir felaket karşısında duyulan bir sıcaklık değildi, ama en kötü zamanlarda bile, örneği görülmemiş büyük acılara saygı gösterilir. Nefret edilen birçok kişi ayaklanma sırasında öldürülmüştür, katil bile olsa, zavallı bir insan, ölüme mahkum edildiği sırada orada bulunanlar tarafından ender olarak hakarete uğrar. Villefort adliye sarayındaki izleyici ve gardiyan kordonunu aştı, kendi itirafı ile suçlu olduğu kabul edilmiş, acısı nedeniyle korunmuş olarak oradan uzaklaştı. insanların içgüdüleriyle kavradıkları, ama akıllarıyla açıklayamadıkları durumlar vardır; bu durumda en büyük ozan en şiddetli ve en doğal çığlığı atandır. Kalabalık bu çığlığı tüm bir anlatı gibi algılar ve bununla yetinmekte de haklıdır, anlatı doğru olduğunda da onu soylu bulmakta bir kez daha haklıdır. Bununla birlikte Villefort’un adalet sarayından çıkarken hangi ruh hali içinde olduğunu, atardamarlarını patlatacak kadar zorlayan, duygularını geren, damarlarını koparacak kadar şişiren, ölümlü bedeninin her noktasını milyonlarca acıya açımlayan ateşi dile getirmek zordu. Villefort sadece alışkanlıkla koridorlar boyunca sürüklendi; omuzlarından yargıç cüppesini, atmasının uygun olacağını düşündüğü için değil, cüppenin omuzlarında ağır bir yük gibi olmasından, işkence dolu Nessus{219} tuniği gibi olmasından, fırlatıp attı.


Dauphine avlusuna kadar sendeleyerek geldi, arabasını gördü, kapısını kendi açarak arabacıyı uyandırdı, kendini minderlerin üstüne bıraktı ve parmağı ile Faubourg SaintHonore yönünü işaret etti. Arabacı arabayı sürdü. Çöken yazgısı tüm ağırlığıyla başının üstüne yığılmıştı; bu ağırlık onu eziyordu, bunun sonuçlan ne olur bilmiyordu; bunları hesaplamamıştı, sadece hissediyordu, bildiği bir yasa maddesini yorumlayan soğukkanlı katil gibi yasa konusunda akıl yürütemiyordu... Yüreğinin içinde Tanrıyı duyuyordu. “Tanrım!” diye mırıldandı ne dediğini bilmeden, “Tanrım! Tanrım!” Bu yıkılışın arkasında sadece Tanrıyı görüyordu. Araba hızla ilerliyordu; minderlerin üzerinde hareket eden Villefort kendisini rahatsız eden bir şey hissetti. Elini bu nesneye uzattı: bu, Madam de Villefort’un minderle arabanın arkalığının ara-smda unuttuğu bir yelpazeydi; bu yelpaze bir anıyı canlandırdı ve bu anı gecenin içinde bir ışık oldu. Villefort karısını düşündü... “Ah!” diye haykırdı kalbini kızgın bir şiş dağlamış gibi. Gerçekten bir saatten beri gözlerinin önünde felaketin sadece bir yüzü vardı, işte şimdi birden akima bir başka yüzü, birincisinden daha az korkunç olmayan başka bir yüzü geliyordu. Bu kadına karşı çok acımasız bir yargıç gibi davranmıştı, onu ölüme mahkum etmişti ve o, korkudan buz gibi olmuş,


pişmanlıktan ezilmiş, onda yanma yaklaşılmaz erdemli konuşmasıyla uyandırdığı utançla bitmiş tükenmiş zavallı zayıf kadm, mutlak ve yüce güç karşısında savunmasız kadm, o belki de şu anda kendini ölüme hazırlıyordu. Onu ölüme mahkum edeli bir saati geçmişti; kuşkusuz şu anda akimdan tüm cinayetlerini geçiriyor, Tanrıdan merhamet istiyordu; diz çökmüş, erdemli kocasının kendisini bağışlaması için, ölümüyle satın alacağı bağış için bir mektup yazıyordu. Villefort ikinci bir kez acı ve öfkeyle çığlık attı. “Ah!” diye haykırdı kendini arabasının saten kumaşı üzerine atarak, “bu kadın bana dokunduğu için katil oldu. Ben suç yayıyorum! Tifüse yakalanır gibi, koleraya yakalanır gibi, vebaya yakalanır gibi, o da suça yakalandı!... Ve ben onu cezalandınyorum!... Ona: ‘Pişmanlık getiriniz ve ölünüz,’ demeye cesaret ettim. Ah! Hayır! Hayır! O yaşayacak... benim peşimden gelecek... Kaçacağız, Fransa’yı terk edeceğiz, toprak bizi nereye kadar götürürse oraya kadar gideceğiz. Ona darağacmdan söz ettim!... Ulu Tanrım! Bu sözü söylemeye nasıl cesaret ettim? Ama darağacı beni de bekliyor!... Kaçacağız... Evet, ona itiraflarda bulunacağım! Evet, her gün ona, kendimi alçaltarak, ‘ben de cinayet işledim,’ diyeceğim... Ah! Kaplanla yılanın işbirliği! Ah! Benim gibi bir kocaya yaraşır bir kadm!... Yaşaması gerek, benim alçaklığımın onunkini bastırması gerek!” Villefort kupa arabasının camını indirmekten çok çökertti. “Hızlı, daha hızlı!” diye haykırdı arabacıyı oturduğu yerde sıçratan bir sesle. Korkuya kapılan atlar eve kadar uçtular.


“Evet, evet,” diye yineliyordu Villefort evine .yaklaştıkça, “evet, bu kadının yaşaması gerek, pişman olması, oğlumu yetiştirmesi gerek, zavallı oğlum, ailenin yok olmasının ardından hâlâ yaşayan, yok olmayan ihtiyarla tek başına! O kadm onu seviyordu; her şeyi onun için yaptı. Oğlunu seven bir annenin yüreğinden umut kesilmez; pişmanlık getirecek; kimse onun suçlu olduğunu bilmeyecek; evimde işlenen ve insanların şimdiden kuşkulandıkları bu cinayetler zamanla unutulacak, ya da eğer kimi düşmanlar bunları anımsarlarsa onları suç listeme alacağım. Bir eksik bir fazla ne fark eder! Karım altınları, özellikle de oğlunu alıp, dünyanın benimle birlikte düşeceğine inandığım uçurumdan uzaklara kaçacak. O yaşayacak, tüm sevgisi oğlu olduğuna göre ve oğlu da onu hiç terk etmeyeceğine göre daha mutlu olacak, iyi bir iş yapmış olacağım; bu, yüreğimi hafifletiyor.” Ve krallık savcısı uzun zamandır yapmadığı kadar özgürce soluk aldı. Araba konağın avlusunda durdu. Villefort arabanın basamağından sekiye atladı; hizmetçilerin onun bu kadar çabuk dönüşüne şaşırdıklarını anlıyordu. Yüzlerinden başka bir şey okumadı; hiçbiri ona bir şey söylemedi; her zamanki gibi geçmesi için onun karşısında durdular; hepsi bu. Noirtier’nin kapısının önünden geçti, aralık kapıdan iki gölge görür gibi oldu, ama babasının yanında kimin olabileceğini düşünmedi bile; kaygıları onu başka yana çekiyordu. “Haydi,” dedi Valentine’in boş odası ile karısının dairesinin bulunduğu sahanlığa giden küçük merdiveni çıkarken; “haydi,


burada hiçbir değişiklik yok.” Her şeyden önce sahanlığın kapısını kapadı. “Kimsenin bizi rahatsız etmemesi gerek,” dedi; “onunla rahat bir biçimde konuşabilmeliyim, onun önünde kendimi suçlayabilmeliyim, ona her şeyi söyleyebilmeliyim...” Kapıya yaklaştı, elini kristal kapı tokmağının üstüne koydu, kapı açıldı. “Kapalı değil! Ah! İyi, çok iyi,” diye mırıldandı. Akşamları Edouard için de bir yatak konan küçük salona girdi, çünkü yatılı okulda olsa da Edouard her akşam eve geliyordu: annesi ondan ayrılmayı hiç istememişti. Tüm küçük salonu gözden geçirdi. “Kimse yok,” dedi, “herhalde yatak odasmdadır.” Kapıya doğru durakladı.

atıldı.

Orası

sürgülüydü.

Ürpererek

“Heloise!” diye haykırdı. Bir mobilyanın kımıldadığım duyar gibi oldu. “Heloise!” diye yineledi. “Kim var orada?” diye sordu seslendiği kişinin sesi. Bu ses her zamankinden daha zayıfmış gibi geldi ona. “Açın! Açm!” diye haykırdı Villefort, “Benim.” Ama bu emre karşın, emri veren sesin sıkıntısına karşın, kapı açılmadı. Villefort kapıya bir tekme atıp açtı.


Giyinme odasına açılan odanm girişinde Madam de Villefort solgun, yüz çizgileri gerilmiş ayakta duruyor ve korku içindeki gözlerini dikmiş ona bakıyordu. “Heloise! Söyleyin!”

Heloise!”

dedi

Villefort,

“Neyiniz

var?

Genç kadm kaskatı ve morarmış elini ona doğru uzattı. “Oldu işte mösyö,” dedi boğazım yutacakmış gibi çıkan bir hırıltıyla, “daha ne istiyorsunuz?” Ve boylu boyunca halıya düştü. Villefort ona doğru koştu ve elini tuttu. Bu el altın kapaklı küçük bir kristal şişeyi çırpınır gibi sıkıyordu. Madam de Villefort ölmüştü. Dehşetten başı dönen Villefort, odanm kapısına kadar geri geri gitti ve ölü bedene baktı. “Oğlum!” diye haykırdı birden; “Oğlum nerede? Edouard! Edouard!” Ve bağırarak odadan dışarı attı kendini. “Edouard! Edouard!” Bu adı öyle büyük bir kaygıyla söylemişti ki, hizmetçiler koşup geldiler. “Oğlum! Oğlum nerede?” diye sordu Villefort. “Onu evden uzaklaştırın, görmesin...” “Mösyö Edouard aşağıda değil mösyö,” diye yanıt verdi özel uşağı. “Herhalde bahçede oynuyordur; gidin bakın, gidin bakın!”


“Hayır mösyö. Yaklaşık yarım saat önce madam oğlunu çağırdı; Mösyö Edouard annesinin odasına gitti ve o zamandan beri de aşağı inmedi.” Villefort’un alnından buz gibi bir ter boşandı, ayakları döşeme taşlarına takıldı, düşünceleri kafasının içinde kırılan bir saatin düzensiz çarkları gibi dönmeye başladı. “Madamın odasında!”

odasında!”

diye

mırıldandı,

“Madamın

Bir eliyle alnını kurulayıp öbür eliyle duvarın kenarına yaslanarak yavaşça geri döndü. Odaya girerken zavallı kadının bedenini yemden görmek zorundaydı. Edouardi çağırmak, tabuta dönüşmüş bu dairede yankı yapacaktı, konuşmak mezarın sessizliğini bozmaktı. Villefort dilinin boğazında felç olduğunu hissetti. “Edouard! Edouard!” diye kekeledi. Çocuk yanıt vermedi; hizmetçilerin söylediğine göre, annesinin yanma gitmiş ve bir daha oradan çıkmamış olan çocuk neredeydi? Villefort öne doğru bir adım attı. Madam de Villefort’un ölü bedeni giyinme odasının kapısı önüne çaprazlama uzanmıştı, Edouard herhalde o odadaydı; bu ölü beden eşikte gözleri açık ve bir noktaya dikilmiş, dudaklarında gizemli ve korkutucu bir alayla bekliyor gibiydi. Ölünün arkasında, kıvrılmış kapı perdesinin açıklığından giyinme odasının bir bölümü, bir duvar piyanosu ve mavi


satenden bir divan görünüyordu. Villefort öne doğru üç dört adım attı ve kanepenin üstünde yatan oğlunu fark etti. Oğlu kuşkusuz uyuyordu. Zavallı adam sözle anlatılmaz neşeli bir coşkuyla atıldı; saf bir ışık parıltısı çırpındığı bu cehenneme düşmüştü sanki. Ölünün üstünden geçip, giyinme odasına girmek, çocuğu kucağına alıp, onunla uzaklara kaçmak istiyordu sadece. Villefort iyi bir cezanın uygar bir insana dönüştürdüğü biri değildi artık; o ölümcül yara almış ve kırık dişlerini açtığı son yaranın üstünde bırakmış bir kaplandı. Artık önyargılardan değil hayaletlerden korkuyordu, ileri atıldı, yakıcı bir korun üstünden geçiyormuş gibi ölünün üstünden atladı. Çocuğu kollarıyla kaldırdı, sıktı, sarstı, seslendi; çocuk hiç yanıt vermedi. Sabırsız dudaklarını yanağına yapıştırdı, çocuğun yanakları soluk ve buz gibiydi; sertleşmiş kollarını bacaklarım eliyle yokladı; elini kalbine koydu, kalbi artık atmıyordu. Çocuk ölmüştü. Edouardin göğsünden dörde katlanmış bir kağıt düştü. Çılgına dönen Villefort dizlerinin üstüne düştü; donup kalmış kollarından kurtulan çocuk annesinin yanma yuvarlandı. Villefort kağıdı yerden aldı, karısının yazısını tanıdı ve yazılardan yutar gibi okudu. İşte kağıttakiler:


İyi bir anne olup olmadığımı biliyorsunuz, çünkü oğlum için katil oldum! İyi bir anne oğlu olmadan bir yere gitmez! Villefort gözlerine inanamıyordu; Villefort anladıklarına inanamıyordu. Edouard’ın bedenine doğru sürüklendi, ana aslanın ölen yavrusuna baktığı zamanki titiz dikkatle onu bir kez daha inceledi. Sonra göğsünden yürek paralayan bir çığlık koptu. “Tanrı!” diye mırıldandı, “hep Tanrı!” Bu iki kurban onu korkutuyordu, iki ölü bedenin doldurduğu yalnızlığın korkusunun içini sardığını hissediyordu. Biraz sonra, güçlü insanların o büyük yetisi olan öfkeyle umutsuzluktan Titanlan gökyüzüne tırmandırmaya, Aias’ı yumruklarını tanrılara göstermeye iten büyük kaygının soylu erdemi ile kendisine gelmeye başlamıştı. Villefort acılarının ağırlığı altında başını öne eğdi, dizlerinin üstünde doğruldu, terden nemlenmiş, korkudan diken diken olmuş saçlarını salladı, kimseye acımamış olan bu adam, zayıf anında mutsuzluğunu anlatabilecek, yanında ağlayabilecek birini aradığı için babasının, ihtiyarın yanma gitti. Bildiğimiz merdivenden aşağı indi ve Noirtier'nin yanma girdi. Villefort içeri girdiğinde Noirtier, hareketsizliğinin izin verdiği kadar sevecenlikle her zamanki gibi sakin ve soğuk, Rahip Busonfyi dikkatle dinliyor gibiydi.


Villefort rahibi görünce elini alnına götürdü. Geçmiş, öfkenin başka dalgalardan daha fazla köpürttüğü bir dalga gibi aklına geldi. Auteuil’deki akşam yemeğinden iki gün sonra rahibe yaptığı ziyareti, rahibin de Valentine’in öldüğü gün kendisine yaptığı ziyareti anımsadı. “Buradasınız demek mösyö!” olduğunda mı ortaya çıkarsınız?”

dedi,

“Sadece

ölüm

Busoni doğruldu; yargıcın değişmiş yüzünü, gözlerindeki vahşi ışığı görünce mahkeme sahnesinin bittiğini anladı ya da anladığını sandı; gerisini bilmiyordu. “Buraya kızınızın ölümü için dua etmeye gelmiştim!” diye yanıt verdi Busoni. “Ya bugün ne yapmaya geldiniz?” “Size, bana olan borcunuzu yeteri kadar ödediğinizi, şu andan başlayarak benim gibi yetinmesi için Tanrıya dua edeceğimi söylemeye geldim.” “Tanrım!” dedi Villefort yüzünde büyük bir korkuyla gerileyerek, “bu ses Rahip Bu-soni’nin sesi değil!” “Evet.” Rahip başının üstündeki takma kelliği çıkardı, başını salladı, başına yapışmış uzun siyah saçlar, erkek yüzünün iki tarafından omuzlarına döküldü. “Bu Mösyö de Monte Kristo’nun yüzü!” diye haykırdı Villefort şaşkın gözlerle.


“O da değil sayın krallık savcısı, daha iyi düşünün, daha uzağa gidin.” “Bu ses! Bu ses! Bu sesi ilk kez nerede duymuştum?” “Bu sesi ilk kez yirmi üç yıl önce Marsilya’da Matmazel Saint-Meran ile evlendiğiniz gün duydunuz. Dosyalarınıza bakın.” “Siz Busoni değil misiniz? Monte Kristo değil misiniz? Tanrım, siz o gizli, acımasız, ölümcül düşmansınız! Marsilya’da size karşı bir şey yaptım, ah! Bana lanet olsun!” “Evet, haklısın, işte böyle,” dedi kont kollarını göğsünün üstünde kavuşturarak; “düşün, düşün!” v “Ama ben sana ne yaptım?” diye haykırdı Villefort, kafası akılla deliliğin birbirine karıştığı sınırda, ne düş ne uyanıklık olan sisin içinde dalgalanıyordu; “Sana ne yaptım? Söyle! Konuş!” “Beni ağır ve iğrenç bir ölüme mahkum ettiniz, babamı öldürdünüz, benim özgürlüğümle aşkımı, aşkımla servetimi elimden aldınız." “Kimsiniz? Kimsiniz siz? Tanrım!” “Ben If Şatosu’nun zindanlarına gömdüğünüz bir zavallının hayaletiyim. Bu hayalet sonunda mezarından çıktı, Tanrı ona Monte Kristo Kontunun maskesini taktı ve onu ancak bugün tamyabilmeniz için altınlarla, elmaslarla kapladı.” “Ah! Seni tanıyorum, seni tanıyorum!” dedi krallık savcısı; “sen...” “Ben Edmond Dantes’im.”


“Sen Edmond Dantes’sin!” diye haykırdı krallık savcısı kontu bileğinden yakalayarak; “o zaman gel!” Villefort onu merdivenlere sürükledi, krallık savcısının kendisini nereye götürdüğünü bilmeyen Monte Kristo da şaşkm, yeni bir felaket önsezisiyle onu izledi. “Bak! Edmond Dantes,” dedi konta karısının ve oğlunun ölü bedenlerini göstererek, “bak! İntikamım iyi aldın mı?...” Monte Kristo bu korkunç görüntü karşısında bembeyaz oldu; intikam haklarının çok ötesine geçtiğini anladı; artık: “Tanrı benim için ve benimle beraber” diyemeyeceğim anladı. Kendini anlatılmaz bir kaygı duygusuyla çocuğun bedeni üzerine attı, gözlerini açtı, nabzına baktı ve onunla birlikte Valentine’in odasına koştu, kapıyı iki kez kilitledi... “Yavrum!” diye haykırdı Villefort; “Çocuğumun cesedini götürüyor! Ah! Lanet olsun! Geber!” Ve Monte Kristo’nun arkasından fırlamak istedi, ama bir düşte gibi, ayaklarının yere çivilenip kaldığını, gözlerinin yuvalarından fırladığını, iki büklüm parmaklarının tırnaklarından kan çıkıncaya dek göğsüne saplandığını hissetti; şakaklarındaki damarlar binlerce düşünceyle şişti, kafatasının daracık tepesine basınç yaptı ve beynini bir ateş tufanı içinde boğdu. Bu durağanlık dakikalarca, aklının korkunç bunalımı tamamlanıncaya dek sürdü. Sonra büyük bir çığlık attı, bunu uzun bir kahkaha izledi ve Villefort kendim merdivenlere attı. Çeyrek saat sonra Valentine’in odası açıldı ve Monte Kristo Kontu göründü.


Yüzü bembeyaz, gözleri donuk, göğsü sıkışmış, her zaman o kadar sakin ve soylu olan yüzünün çizgileri acıdan allak bullak olmuştu. Kollarında çocuğu tutuyordu, hiçbir yardım onu yaşama döndürememişti. Bir dizini yere koydu, çocuğu büyük bir saygıyla, başı annesinin göğsüne gelecek biçimde annesinin yanma bıraktı. Sonra tekrar ayağa kalkarak dışarı çıktı, merdivende bir hizmetçiye rastladı: “Mösyö de Villefort nerede?" diye sordu. Hizmetçi ona yanıt vermeden elini bahçeye doğru uzattı. Monte Kristo sekiyi indi, işaret edilen yere doğru ilerledi ve Villefort’u, çevresinde halka yapmış hizmetçilennin ortasında, elinde kazmayla toprağı bir tür öfkeyle kazarken gördü. “Burası da değil,” diyordu, “burası da değil.” Ve daha ilerisini kazıyordu. Monte Kristo ona yaklaştı ve alçak sesle: “Mösyö," dedi neredeyse çekingen bir sesle, “bir oğlunuzu yitirdiniz ama...” Villefort onun sözünü kesti; ne dinlemişti ne de duymuştu. “Ah! Onu bulacağım,” dedi, “onun orada olmadığını boşuna ileri sürüyorsunuz, onu bulacağım, kıyamet gününe kadar aramam gerekse bile.” Monte Kristo korkuyla geriledi.


“Ah!” dedi, “Çıldırmış!” Ve lanetli evin duvarlarının üstüne yıkılmasından korkuyormuş gibi, yaptığı şeyi yapmaya hakkı olduğundan ilk kez kuşku duyarak, kendini sokağa attı. “Ah! Yeter artık, bu kadarı yeter,” dedi, “sonuncuyu kurtaralım.” Monte Kristo evine dönünce, mezarına girmek için Tanrının saptadığı anm gelmesini bekleyen bir gölge gibi sessiz, Champs-Elysees’deki konakta gezmen Morrel’e rastladı. “Hazırlanın Maximilien,” dedi ona bir gülümsemeyle, “yarın Paris’i terk ediyoruz.” “Burada yapılacak başka işiniz yok mu?” diye sordu Morrel. “Hayır,” diye yanıt verdi Monte Kristo, “Tanrı daha fazla bir şey yapmamı istemiyor.”


112 GİDİŞ Olup biten olaylar tüm Paris’in kafasını kurcalıyordu. Emmanuel ve karısı, Meslay sokağındaki küçük salonlarında çok doğal olarak şaşkınlıkla bunları birbirlerine anlatıyorlardı; birdenbire olduğu kadar beklenmedik bir biçimde ortaya çıkan üç felaket arasında, Morcerf, Danglars ve Villefort felaketleri arasında koşutluklar kuruyorlardı. Ziyaretlerine gelen Maximilıen, onları dinliyor ya da her zamanki duyarsızlığına dalmış halde, onlar konuşurken orada bulunuyordu. “Gerçekten de,” diyordu Julie, “dün bu kadar mutlu olan tüm bu zengin insanların, üzerine servetlerini, mutluluklarını ve saygınlıklarını kurdukları hesapta, kötü cinin payını unuttuklarını ve onun Perrault’nun masallarındaki kötü periler gibi, bir düğüne ya da vaftiz törenine çağrılmayı unutulduğunda, bu uğursuz unu tuşun intikamım almak için birden ortaya çıktığını söyleyemez miyiz Emmanuel?” “Ne büyük yıkım!” diyordu Emmanuel, Morcerf ve Danglars’ı düşünerek. “Ne büyük acı!” diyordu Julie Valentine’i düşünerek, ama kadm içgüdüsüyle kardeşinin yanında onun adını anmayarak. “Eğer onları cezalandıran Tanrıysa,” diyordu Emmanuel, “Tanrı en yüce iyilik olduğuna göre demek bu insanların geçmişinde, acıyı hafifletmeyi hak edecek hiçbir şey bulamamış demektir; demek ki bu insanlar lanetliymiş.” “Yargılarında biraz ileri gitmiyor musun Emmanuel?” dedi Julie. “Babam elinde tabanca ile beynim dağıtmaya hazırken, birisi gelip senin biraz önce söylediklerini söyleseydi, ‘bu


adam acısını hak etti’ deseydi, bu kişi yanılmış olmayacak mıydı?” “Evet, ama Tanrı babamızın ölmesine izin vermedi, İbrahim’in oğlunu kurban etmesine izin vermediği gibi. Peygamberlere de bize olduğu gibi yarı yolda ölümün kanatlarını kesen bir melek gönderdi.” Sözlerini yeni bitirmişti ki çıngırağın sesi duyuldu. Neredeyse aynı anda salonun kapısı açıldı ve eşikte Monte Kristo Kontu göründü. İki gençten iki neşe çığlığı yükseldi. Maximilien başını kaldırdı, sonra yine eğdi. “Maximilien,” dedi kont, varlığının ev sahipleri üzerinde yaptığı farklı etkiyi anlamamış görünerek, “sizi almaya geldim.” “Beni almaya mı?” dedi Morrel bir düşten uyanıyormuş gibi. “Evet,” dedi Monte Kristo; “sizi götüreceğim konusunda anlaşmamış mıydık? Size hazır olmanızı söylememiş miydim?” “İşte buradayım,” dedi Maximilien, “onlara veda etmeye gelmiştim.” “Nereye gidiyorsunuz sayın kontum?” diye sordu Julie. “Önce Marsilya’ya madam.” “Marsilya’ya mı?” diye yineledi iki genç bir ağızdan. “Evet ve erkek kardeşinizi sizden alıyorum.”


“Ah! Sayın kontum,” dedi Julie, “onu iyileşmiş olarak bize geri getirin!” Morrel kızardığını saklamak için arkasını döndü. “Onun acı çektiğini fark ettiniz demek?” dedi kont. “Evet,” diye yanıt verdi genç kadm, “bizimle canının sıkılmasından korkuyorum.” “Onu eğlendireceğim,” dedi kont. “Ben hazırım mösyö,” dedi Maximilien. “Elveda iyi dostlarım! Elveda Emmanuel! Elveda Julie!” “Ne demek elveda!” diye haykırdı Julie; “Böyle hemen hazırlıksız, pasaportsuz mu gidiyorsunuz?” “Ayrılık acılarını artıran gecikmelerdir,” dedi Monte Kristo, “ve ben eminim ki Maxi-milien kendine gerekli her şeyi almıştır; bunu ona salık vermiştim.” “Pasaportum var ve bavullarım hazır,” dedi Morrel hep aynı sakinlikle. “Çok iyi,” dedi Monte Kristo gülümseyerek, “iyi bir askerin dakikliği belli oluyor.” “Bizi hemen şimdi böylece mi bırakıp gidiyorsunuz? Bize bir gün, bir saat daha vermeden mi?” “Arabam kapıda madam; beş gün sonra Roma’da olmam gerek.” “Ama Maximilien Emmanuel.

Roma’ya

gitmiyor

mu?”

dedi

“Kont beni nereye götürmek isterse oraya gideceğim,” dedi Morrel hüzünlü bir gülümsemeyle; “daha bir ay onun


emrindeyim.” “Aman Tanrım! Bunu nasıl da söylüyor sayın kontum!” “Maximilien bana eşlik ediyor,” dedi kont inandırıcı nezaketiyle, “kardeşiniz konusunda içiniz rahat etsin!” “Elveda kardeşim!” diye yineledi Maximilien; “elveda Emmanuel!” “Bu isteksizliğiyle kalbimi kırıyor,” dedi Julie. “Ah! Maximilien, Maximilien, bizden bir şeyler saklıyorsun.” “Pöh!” dedi Monte Kristo, “onun neşeli, güler yüzlü ve sevinçli döndüğünü göreceksiniz.” Maximilien Monte Kristo’ya hemen hemen küçümseyen, sinirli bir bakışla baktı. “Gidelim!” dedi kont. “Siz gitmeden sayın kontum,” dedi Julie, “size şunu söylememe izin verin...” “Madam,” diye karşılık verdi kont onun ellerim tutarak, “bana tüm söyleyecekleriniz hiçbir zaman gözlerinizde okuduğum, sizin yüreğinizden geçen, benim yüreğimin hissettiği şeylerden daha değerli değildir. Romanlardaki iyilikseverler gibi sizi bir kez daha görmeden gitmeliydim, ama bu erdem benim tüm güçlerimin üstündeydi, çünkü ben zayıf ve kendini beğenmiş bir adamım, çünkü benzerlerimin nemli, sevinçli ve yumuşak bakışlan bana iyi geliyor. Şimdi gidiyorum ve bencilliğimi size şunlan söylemeye kadar vardınyorum: ‘beni unutmayın dostlarım, çünkü büyük bir olasılıkla beni bir daha hiç görmeyeceksiniz.’” “Sizi bir daha hiç görmemek mi!” diye haykırdı Emmanuel, o sırada Julie’nin yanaklarından iri gözyaşları


dökülüyordu; “sizi bir daha görmemek mi! Bizi bırakıp giden bir insan değil bir Tanrı ve bu Tanrı iyilik yapmak için gökyüzünden indikten sonra yine gökyüzüne geri dönüyor demek.” “Böyle söylemeyin,” dedi hemen Monte Kristo, “bunu hiçbir zaman söylemeyin dost-lanm; Tanrılar hiç kötülük yapmaz, Tanrılar durmak istedikleri yerde dururlar: rastlantı onlardan daha güçlü değildir, tam tersine rastlantıya egemen olan onlardır. Hayır, ben bir insanım Emmanuel ve hayranlığınız ne kadar yersizse, sözleriniz de kutsallığa o kadar saygısızlık.” Kollarına atılan Julie’nin ellerini dudaklarına bastırdıktan sonra, öbür elini Emmanu-el’e uzattı; sonra tatlı bir mutluluk yuvası olan bu evden kendini kopararak Valentine’in ölümünden beri olduğu gibi yine durgun, duyarsız ve üzgün haldeki Maximilien’e işaret ederek onu da beraberinde götürdü. “Kardeşime neşe verin!” dedi Julie, Monte Kristo’nun kulağına. Monte Kristo on bir yıl önce Morrel’in çalışma odasına çıkan merdivende yaptığı gibi onun elini sıktı. “Denizci Simbad’a her zaman güveniyor musunuz?” diye sordu ona gülümseyerek “Ah! Evet.” “O zaman rahat uyuyun ve Tanrıya inanın.” Söylediğimiz gibi, yol arabası bekliyordu; dört güçlü kuvvetli at, yelelerini kabartmış, sabırsızlıkla yolda tepiniyorlardı.


Sekinin aşağısında yüzü terden parlayan Ali bekliyordu; uzun bir koşudan dönmüş gibiydi. “Pekala?” diye sordu kont ona Arapça, “ihtiyarın yanında miydin?” Ali, evet, dedi işaretle. “Sana emrettiğim gibi mektubu onun gözünün önüne serdin mi?” “Evet,” dedi yine köle saygıyla. “Ne dedi, ya da daha doğrusu ne yaptı?” Ali efendisinin onu görebileceği biçimde ışığın altına geldi, tüm zekasını kullanıp ihtiyarın yüz ifadesini taklit ederek Noirtier’nin “evet” demek istediğinde yaptığı gibi gözlerini kapadı. “İyi, kabul ediyor,” dedi Monte Kristo; “gidelim.” Daha sözünü yeni bitirmişti ki araba hızla atıldı, atlar sokak taşlarından kıvılcımlar çıkarmaya başladı. Maximilien tek söz söylemeden köşesine yerleşmişti. Bir yarım saat geçti; araba birden durdu; kont Ali’nin parmağına takılı ipek kordonu ' çekmişti. Sudanlı aşağı indi ve arabanın kapısını açtı. Gece yıldızlarla pırıl pırıldı. Paris’in karanlık bir deniz gibi fosforlu dalgalara benzeyen milyonlarca ışığını yakıp söndürdüğü düzlüğün üstünde, Villejuif yokuşunun tepesindeydiler; gerçekten de dalgalar, kudurmuş okyanusun dalgalarından daha gürültülü, daha coşkulu, daha hareketli, daha öfkeliydi, engin denizin dalgaları gibi sakinlik nedir


bilmeyen, her zaman kabaran, her zaman köpüklü, her zaman yok eden dalgalardı!... Kont tek başına durdu, elinin bir işaretiyle araba biraz ilerledi. Kollarını kavuşturup, dünyayı yerinden oynatmak için kaynayan uçurumdan fırlayan tüm bu düşüncelerin biçimlendiği, eridiği, eğilip büküldüğü bu cehenneme uzun uzun baktı. Sonra güçlü bakışlarını, maddeci alaycılar kadar, dindar ozanlara da düşler gördüren bu Babil üzerine dikerek: “Büyük kent!” diye mırıldandı başını eğip ellerini dua edermiş gibi kavuşturarak, “işte kapılarından geçeli daha altı ay bile olmadı. Beni oraya Tanrının götürdüğüne inanıyorum, beni oradan zafer kazanmış olarak geri getiriyor; varoluşumun sırrı duvarlarının içinde, bu sırrı sadece onu kalbimde okuyabilmiş olan Tanrıya emanet ettim; sadece o, benim kinsiz ve kibirsiz, ama pişmanlık duyarak çekip gittiğimi biliyor; sadece o bana verdiği gücü kendim için ya da anlamsız nedenler için kullanmadığımı biliyor. Ah büyük kent! Aradığımı senin çarpan göğsünde buldum; küçük hasta, kötülüğü çıkarmak için senin bağırsaklarını karıştırdım; şimdi işim bitti, görevim tamamlandı; şimdi artık bana ne neşe verebilirsin ne de acı. Elveda Paris! Elveda!” Bir gece perisi gibi gözlerini bir kez daha geniş düzlükte dolaştırdı; sonra elini alnına götürerek arabaya bindi, arkasından kapı kapandı ve araba çok geçmeden yokuşun öte yanında bir toz bulutu içinde gürültü çıkararak görünmez oldu. Tek söz etmeden iki fersah yol aldılar. Morrel derin düşüncelere dalmıştı, Monte Kristo da onu seyrediyordu.


“Morrel,” dedi ona kont, “benimle geldiğiniz için pişman mısınız?” “Hayır sayın kontum, ama Paris’i terk etmek...” “Eğer mutluluğun sizi Paris’te beklediğine inansaydım, sizi orada bırakırdım.” “Valentine Paris’te gömülü, Paris’i terk etmek onu ikinci bir kez yitirmek oluyor.” “Maximilien,” dedi kont, “yitirdiğimiz dostlarımız toprağa gömülü değildir, onlar kalbimize gömülmüşlerdir, onlarla her zaman birlikte olmamız için Tanrı böyle olmasını istemiştir. Benim her zaman yanımda olan iki dostum vardır: biri bana yaşam verendir, öbürü akıl veren. İkisinin de ruhu bende yaşar. Kuşku duyduğum zamanlar onlara danışırım, eğer iyi bir şey yapmışsam bunu onların öğütlerine borçluyumdur. Kalbinizin sesini dinleyin Morrel, ona, bana bu kadar surat asmaya devam edip etmemeniz gerektiğini sorun.” “Dostum,” dedi Maximilien, “kalbimin sesi çok üzgün ve bana sadece mutsuzluk sözü veriyor.” “Her şeyi bir yas perdesinin arkasından görmek zayıf ruhlara özgü bir şeydir; kendi ufkunu yaratan ruhun kendisidir; ruhunuz üzüntü içinde, size fırtınalı bir gökyüzü yaratan da işte o.” “Bu belki de doğru,” dedi Maximilien. Ve yeniden derin düşüncelere daldı. Yolculuk şaşılacak bir hızla yapıldı, bu, kontun en büyük güçlerinden biriydi; yollarının üzerindeki kentler gölgeler gibi geçiyordu; sonbaharın ilk rüzgarlarıyla sallanan ağaçlar, çıldırmış devler gibi karşılarına çıkıyor ve yanlarına gelince çabucak kaçıyorlardı sanki. Ertesi gün, sabah erkenden


kontun buharlı gemisinin beklediği Chalon’a geldiler; araba bir saniye yitirmeden gemiye yanaştı, iki yolcu gemiye bindi. Gemi yarış için biçilmiş kaftandı, oyma bir Hint kayığı gibiydi; iki yanındaki çarklar, göçmen kuşların denizi sıyırıp geçen iki kanadına benziyordu; Morrel de hızın bu bir tür baş dönmesini hissediyordu; kimi zaman saçlarını dalgalandıran rüzgar bir an için yüzündeki bulutları dağıtmaya hazır gibi görünüyordu. Konta gelince, Paris’ten uzaklaştıkça neredeyse insanüstü bir dinginlik onu bir hale gibi sarıyordu. Vatanına geri dönen bir sürgün gibiydi. Çok geçmeden beyaz, ılık, canlı Marsilya’ya ulaştılar; Tyr’dan{220} ve Kartaca’dan sonra Akdeniz imparatorluğunun başına geçen küçük kız kardeşleri Marsilya; yaşlandıkça gençleşen Marsilya gözlerinin önüne çıkıverdi. Burada, her ikisi için de, yuvarlak kule, SaintNicholas Kalesi, Puget belediye binası, ikisinin de çocukken oynadıkları kiremit rengi rıh-tımlı liman gibi bitmez tükenmez anılarla dolu görüntüler vardı. İkisi de anlaşmış gibi Canebiere’de durdular. Bir gemi Cezayir’e hareket ediyordu; yükler, güverteye yığılmış yolcular, ana babaların kalabalığı, birbirlerine veda eden, bağıran, ağlayan dostlar, her gün bu görüntüye tanık olanları bile duygulandıran bu heyecanlı görüntü, bu hareket, Maximilien’i rıhtımın geniş taşlarına ayak bastığı anda içini kaplayan düşünceden koparamadı. “Bakın,” dedi Monte Kristo’nun kolunu tutarak, “Firavun limana girdiği zaman babamın durduğu yer işte şurası; onurunu ve yaşamını kurtardığınız dürüst adam kendini


burada benim kollarıma atmıştı; gözyaşlarını hâlâ yüzümde hissediyorum ve sadece o ağlamıyordu, bizi gören birçok kişi de ağlıyordu.” Monte Kristo gülümsedi. “Ben oradaydım,” göstererek.

dedi

Morrel’e

sokağın

köşesini

Bunu söylerken kontun işaret ettiği yönde acı bir inilti duyuldu, giden gemideki bir yolcuya el sallayan bir kadm gördüler. Bu kadının yüzü örtülüydü; kont heyecan içinde, gözleriyle kadını izliyordu, Morrel kontun aksine gözlerini gemiye dikmiş olmasına kaı -şm, bu heyecanı fark etti. “Aman Tanrım!” diye bağırdı Morrel, “Yanılmıyorum! Şapkasıyla selam veren bu genç adam, üniformalı bu genç adam Albert de Morcerf!” “Evet,” dedi Monte Kristo, “onu fark etmiştim.” “Nasıl fark ettiniz? Siz karşı yöne bakıyordunuz.” Kont, yanıt vermek istemediği zaman yaptığı gibi, gülümsedi. Ve gözleri, sokağın köşesinde kaybolan kadına çevrildi. Sonra da Morrel’e döndü. “Sevgili dostum,” dedi, “burada yapacak hiçbir işiniz yok mu?” “Babamın mezarında ağlayacağım,” diye yanıt verdi Morrel boğuk bir sesle. “Güzel, gidin haydi ve beni orada bekleyin; sizi orada bulurum.”


“Beni bırakıyor musunuz?” “Evet... benim de yapmam gereken kutsal bir ziyaret var.” Morrel elini kontun uzattığı ele bıraktı, sonra hüznünü anlatmanın olanaksız olduğu bir baş hareketiyle kontun yanından ayrıldı ve kentin doğusuna doğru gitti. Monte Kristo Maximilien’in uzaklaşmasını bekledi, o gözden kayboluncaya kadar aynı yerde kaldı, sonra bu öykünün başlarında okuyucularımızın iyi bildiği küçük eve gitmek üzere Meilhan yolunu tuttu. Bu ev, işsiz güçsüz Marsilyalıların gezindiği, kenarlarında ıhlamur ağaçları bulunan, Güneyin kızgın güneşi altında sararmış taşların üstünde, zamanla kollan siyahlaşmış ve parçalanmış, birbirine geçmiş geniş asmaların sardığı büyük yolun gölgeleri içinde yükseliyordu. Ayak basıla basıla yıpranmış iki taş basamak evin üç kanatlı giriş kapısına çıkıyordu, yıllar geçtikçe birbirlerinden ayrılmalarına karşın bu kanatlar ne macun ne de boya yüzü görmüştü, yeniden birleşmek için havanın yeniden nemlenmesini bekliyorlardı. Eskiliğine karşın çok sevimli, fakir görünüşüne karşın çok neşeli olan bu ev, eskiden Dantes Baba’nın oturduğu evdi. Sadece ihtiyar çatı katında oturuyordu, kont ise evi tümüyle Mercedes’e göre düzenlemişti. Monte Kristo’nun hareket eden gemiden uzaklaştığını gördüğü örtülü kadın bu eve girdi; kont yolun köşesine geldiği anda kapıyı kapattı, öyle ki kont neredeyse onu yeniden bulduğu anda gözden kaybolduğunu gördü. Kont için yıpranmış basamaklar eski tanıdıklardı; iri başlı bir çivinin içerden kapı kolunu kaldırdığı bu eski kapıyı


açmayı herkesten iyi biliyordu. Bu nedenle kapıyı çalmadan, haber vermeden, bir dost gibi, evin sahibi gibi içeri girdi. Kiremit rengi taşları olan yol, sıcak, güneşli, aydınlık küçük bir bahçeye ulaşıyordu; bu bahçede, belirtilen yerde Mercedes kontun büyük bir incelikle yirmi dört yıl önce bırakıldığını söylediği parayı bulmuştu; sokak kapısının girişinden bu bahçenin ilk ağaçları görünüyordu. Monte Kristo girişe geldiğinde hıçkırığa benzeyen bir iç çekiş duydu: gözlerini bu iç çekişin geldiği yöne çevirdi, uzun kırmızı çiçekli ve sık yapraklı Virginia yaseminlerinden bir kemerin altında oturmuş, iki büklüm, ağlayan Mercedes’i fark etti. Örtüsünü açmıştı ve göğün altında tek başınaydı, elleriyle yüzünü örtmüştü, oğlu varken uzun zaman içinde tuttuğu hıçkırıklarını ve iç çekişlerini çekinmeden bırakmıştı. Monte Kristo öne doğru birkaç adım attı; kum ayaklarının altında gıcırdadı. Mercedes başını kaldırdı ve önünde birini görünce korkudan bir çığlık attı. “Madam,” dedi kont, “size mutluluk vermek artık benim gücümün dışında, ama size bir avuntu verebilirim: bunu bir dosttan gelmiş gibi kabul edebilir misiniz?” “Ben gerçekten de çok mutsuzum,” diye yanıt verdi Mercedes; “dünyada yapayalnızım... sadece oğlum vardı, o da beni terk etti.”


“İyi yaptı madam,” diye karşılık verdi kont, “o soylu bir insan. Her erkeğin vatanına bir bedel ödemesi gerektiğini anladı: kimileri yetenekleriyle, kimileri becerileri ile; birinciler kanlarıyla, İkinciler özenli çalışmalanyla bunu öderler. Sizinle kalarak, sizin yanınızda yaşamını bir işe yaramadan geçireceğini anladı, sizin acılarınıza alışamayacaktı. Güçsüz oldukça kinle dolacaktı: şimdi felaketine karşı savaşarak büyüyecek ve güçlü olacak, felaketini şansa dönüştürecek, ikinizin de geleceğini yeniden kurması için ona izin verin madam; onun emin ellerde olduğu konusunda size söz veriyorum.” “Ah!” dedi zavallı kadm başını üzüntüyle sallayarak, “sözünü ettiğiniz ve ta içimden Tanrının ona vermesi için dua ettiğim şanstan ben yararlanmayacağım. Bende ve çevremde o kadar çok şey yok oldu ki kendimi mezarımın başında hissediyorum. Beni bir zamanlar mutlu olduğum yerin yakınma getirdiğinize iyi ettiniz sayın kontum: insan bir zamanlar mutlu olduğu yerde ölmeli.” “Ne yazık!” dedi Monte Kristo, “Tüm sözleriniz madam, kalbime acı ve yakıcı geliyor, benden nefret etmekte haklı olduğunuz kadar acı ve yakıcı; tüm acılarınıza neden olan benim: neden beni suçlayacağınıza bana acıyorsunuz? Beni belki de daha mutsuz ederdiniz eğer...” “Sizden nefret etmek, sizi suçlamak mı Edmond... Oğlumun hayatım kurtaran adamı suçlamak, ondan nefret etmek ha, çünkü Mösyö de Morcerfin gurur duyduğu oğlunu öldürmek gibi kanlı ve ölümcül bir niyetiniz vardı değil mi? Ah! bana bakın, bende bir yakınma olup olmadığını göreceksiniz.”


Kont gözlerini kaldırdı ve yerinden doğrularak ellerini ona doğru uzatmış Mercedes’e baktı. “Ah! Bana bakın,” diye devam etti Mercedes derin bir hüzünle; “bugün gözlerimin pırıltısına dayanılabiliyor, beni yukarıda, yaşlı babasının oturduğu çatı katının penceresinde bekleyen Edmond Dantes’e gülümsemek için geldiğim zaman değil artık... O zamandan bu yana o günlerle benim aramda bir uçurum gibi oyulmuş çok acılı günler geçti. Sizi suçlamak mı Edmond, nefret etmek mi dostum? Hayır, ben kendimi suçluyorum ve kendimden nefret ediyorum. Ah! Ben ne kadar zavallıyım!” diye haykırdı Mercedes ellerini kavuşturup gözlerini göğe kaldırarak. “Ben cezalandırıldım!... Dindardım, âşıktım, saftım, melekleri yaratan bu üç mutluluktur, ben zavallı biriyim, çünkü Tanrıdan kuşkulandım.” Monte Kristo ona doğru bir adım attı ve sessizce elini uzattı. “Hayır,” dedi Mercedes, kendi elini yavaşça geri çekerek, “hayır dostum, bana dokunmayın. Bana karşı çok iyi davrandınız, cezalandırdığınız tüm insanlar arasında en suçlusu bendim. Tüm ötekiler kinle, açgözlülükle, bencillikle hareket ettiler, ben korkaklıkla. Onlar istiyorlardı, ben korktum. Hayır benim elimi sıkmayın. Edmond, sevgi dolu sözler düşünüyorsunuz, bunu hissediyorum, o sözleri söylemeyin: onları bir başka kadm için saklayın, ben artık bunları hak etmiyorum. Bakın...” -yüzünü tümüyle açtı“bakın, mutsuzluk saçlarımı kırlaştırdı; gözlerimden o kadar yaş aktı ki çevrelerinde mor halkalar oluştu; alnım kırışıyor. Siz ise tam tersine Edmond, her zaman genç, her zaman güzel, her zaman gururlusunuz. Çünkü sizin inancınız vardı, gücünüz vardı, Tanrıya güveniyordunuz, Tanrı sizi destekledi.


Ben korkaktım, ben Tanrıyı yadsıdım; Tanrı beni terk etti, işte bu haldeyim.” Mercedes iki gözü iki çeşme ağlıyordu; kadm kalbi anıların şokuyla paramparçaydı. Monte Kristo onun elini tuttu ve saygıyla öptü, ama Mercedes bu öpüşün sıcak olmadığım, bir azizenin mermerden elini öper gibi olduğunu hissetti. “Tanrının iyi kulları vardır,” diye devam etti, “onların ilk yanlışları geleceklerini yok eder. Sizin öldüğünüzü sanıyordum, ölmeliydim; çünkü sonsuza dek yasınızı kalbimde yaşatmam neye yaradı? Otuz beş yaşındaki kadını elli yaşında yapmaya, işte hepsi bu. Herkesin içinde yalnızca ben sizi tanıdım, ama sadece oğlumu kurtarmam neye yaradı? Ne kadar suçlu olursa olsun kocam olarak kabul etmiş olduğum adamı da kurtarmam gerekmez miydi? Ama ben onu ölüme terk ettim; neler söylüyorum Tanrım! Duygusuzca korkaklığımla, küçümsememle, yalancı ve hain olduysa, benim için olduğunu anımsamayarak, anımsamak istemeyerek ölümüne yardımcı oldum! Oğlumun tek başına gitmesine izin verdiğime, onu Afrika’nın doymak bilmez topraklarına gönderdiğime göre, onunla buraya kadar gelmem neye yaradı? Ah! Size söylüyorum, ben korkaktım; aşkımı yadsıdım, çıkarı için inancını satanlar gibi çevremdeki her şeye uğursuzluk getiriyorum!” “Hayır, Mercedes,” dedi Monte Kristo, “hayır; kendiniz hakkında en iyi şeyleri düşünmelisiniz. Hayır; siz aziz ve soylu bir kadınsınız, acınızla beni yatıştırdınız; ama arkamda görünmeyen, bilinmeyen, öfkeli iken, sözcüsü olduğum ve fırlattığım yıldırımı tutmak istemeyen Tanrı vardı. Ah! On


yıldır her gün ayaklarının dibinde yerlere kapandığım bu Tanrıya ant içiyorum, sizin için yaşamımdan ve yaşamımla birlikte buna bağlı tasarılarımdan vazgeçtiğime bu Tanrı tanığımdır. Ama şunu da gururla söylemeliyim Mercedes, Tanrının bana ihtiyacı vardı ve ben yaşadım. Geçmişi inceleyin, bugünü inceleyin, geleceği düşünmeye çalışın, benim Tanrının elinde bir oyuncak olup olmadığımı anlayacaksınız; en acımasız felaketler, en dayanılmaz acılar, beni seven herkesin beni terk etmesi, beni tanımayanların işkencesi, işte yaşamımın ilk bölümü; sonra tutsaklığın, yalnızlığın, sefaletten, havasızlığın, esirliğin ardından o kadar parlak, o kadar büyüleyici, o kadar ölçüsüz bir servetim oldu ki, gözlerim kör olmadıkça Tanrının beni büyük amaçlarla gönderdiğini düşünmek zorunda kaldım. O zaman bu servet bana kutsal bir görev içinmiş gibi geldi; o zaman sizin, zavallı bir kadm olarak kimi zaman tadını çıkardığınız bu yaşam için bende bir istek kalmadı, bir saat bile huzurlu olamadım, kendimi lanetli kentleri yakmak için gökyüzünden geçen bir ateş bulutu gibi hissetmediğim bir an bile olmadı. Tehlikeli yolculuklar için yola çıkan, tehlikeli seferler düşünen serüvenci kaptanlar gibi yiyeceklerimi hazırlıyor, silahlarımı dolduruyordum, bedenimi en zorlu alıştırmalarla çalıştırarak, ruhumu en katı darbelere hazırlayarak, koluma öldürmeyi, gözlerime acı çekenleri görmeyi, ağzıma en korkunç görüntüler karşısında gülümsemeyi öğreterek, saldırı ve savunma yollarını çoğaltıyordum; eskiden iyi, güvenilir ve unutkan olan ben, kendimi kinci, iki yüzlü, kötü ya da daha doğrusu kör ve sağır ahnyazısı gibi duyarsız hale getirdim. O zaman önümde açılan yola attım kendimi, boşluğu aştım, amaca ulaştım: yolumda karşıma çıkanların vay haline!”


“Yeter!” dedi Mercedes, “yeter Edmond! Sizi tanıyan tek kişinin sizi anlayan tek insan olduğuna inanın. Oysa sizi tanıdığını anlayan kişi, sizi tanıyabilmiş olan kişi, eğer yolunuzun üzerinde ona rastlasaydmız, onu da bir cam gibi kırsaydımz, o da size hayran kalırdı Edmond! Benimle geçmiş arasında bir uçurum olduğu gibi, sizinle başkaları arasında da bir uçurum var ve benim için en acı işkence, size bunu söylemeliyim, karşılaştırma yapmaktır; çünkü dünyada hiçbir şey sizin kadar değerli değildir, hiçbir şey size benzemez. Şimdi bana elveda deyin Edmond ve ayrılalım.” “Sizden ayrılmadan önce, bir isteğiniz var mı Mercedes?” diye sordu Monte Kristo. “Bir tek şey istiyorum Edmond: oğlumun mutlu olmasını.” “Siz, insanların varoluşunu elinde tutan Tanrıya, ölümü ondan uzaklaştırması için dua edin, gerisini ben üstüme alıyorum.” “Sağolun Edmond.” “Ya siz Mercedes? “Benim hiçbir şeye ihtiyacım yok, ben iki mezar arasında yaşıyorum: biri çok uzun zaman ölmüş olan Edmond Dantes’in mezarı, onu seviyordum! Bu sözcük artık benim solmuş dudaklarıma yakışmıyor, ama kalbim hâlâ anımsıyor, dünyada hiçbir şey için kalbimin bu anısını yitirmek istemem. Öbür mezar Edmond Dantes’in öldürdüğü bir adamın mezarı; cinayeti onaylıyorum, ama ölen için dua etmek zorundayım.” “Oğlunuz mutlu olacak madam,” diye yineledi kont. “O zaman ben de olabildiğim kadar mutlu olacağım.” “Ama... siz ne yapacaksınız?”


Mercedes hüzünle gülümsedi. “Size bu ülkede eski Mercedes gibi, yani çalışarak yaşayacağımı söylesem inanmazsınız; artık ne için dua edeceğimi bilmiyorum, ama artık çalışmaya hiç ihtiyacım yok; sizin tarafınızdan gömülmüş küçük hazine söylediğiniz yerde bulundu; benim kim olduğumu, ne yaptığımı araştıracaklar, nasıl yaşadığım bilemeyecekler, ne önemi var! Bu, Tanrı, siz ve benim aramda bir iş.” “Mercedes,” dedi kont, “size bir sitemde bulunmuyorum, ama Mösyö de Morcerf tarafından biriktirilmiş ve sizin tutumlu oluşunuzla ve özeninizle elde edildiği için yarısı hakkınız olan tüm servetten vazgeçerek özverinizi abarttınız.” “Bana ne önereceğinizi anlıyorum, ama kabul edemem. Edmond, oğlum bana bunu yasaklardı.” “Ben de sizin için Mösyö Albert de Morcerfin onaylamadığı hiçbir şey yapmamaya özen göstereceğim. Onun isteklerini öğreneceğim ve ona göre davranacağım. Ama benim yapmak istediklerimi kabul ederse, siz de isteksizlik göstermeden onun gibi yapar mısınız?” “Benim artık düşünen bir insan olmadığımı biliyorsunuz Edmond; kararım yok, ya da hiçbir karar alamayacağım. Tanrı beni fırtınalarıyla öyle sarstı ki irademi yitirdim. Kartalın pençelerindeki bir serçe gibi onun ellerindeyim. Yaşadığıma göre, Tanrı ölmemi istemiyor. Eğer bana yardım gönderirse, bunu istiyor demektir, ben de bu yardımları kabul ederim.” “Dikkatli olun madam,” dedi Monte Kristo, “Tanrı böyle sevilmez! Tanrı kendisinin anlaşılmasını ister, gücünün tartışılmasını ister: bu nedenle bize irade verdi.”


“Zavallı!” diye haykırdı Mercedes, “benimle böyle konuşmayın; Tanrının bana irade verdiğine inansaydım, kendimi umutsuzluktan kurtarmak için kullanmaz mıydım?” Monte Kristo hafifçe sarardı ve acının bu şiddeti karşısında ezilmiş olarak başını eğdi. “Bana güle güle demek istemiyor musunuz?” dedi Monte Kristo ona elini uzatarak. “Tam tersine, size güle güle diyorum,” diye karşılık verdi Mercedes görkemli bir biçimde ona gökyüzünü göstererek; “Hâlâ umudum olduğunu size kanıtlamak için.” Mercedes ürperen eliyle kontun eline dokunduktan sonra merdivenlere atıldı ve kontun gözlerinin önünde yok oldu gitti. O zaman Monte Kristo ağır ağır evden çıktı ve limanın yolunu tuttu. Ama Mercedes, Dantes Baba’nın küçük odasının penceresinde olmasına karşın onun uzaklaştığını görmedi. Gözleri uzakta oğlunu engin denizlere götüren gemiyi arıyordu. Sesi, elinde değilmiş gibi, yavaşça şöyle fısıldıyordu: “Edmond! Edmond! Edmond!”


113 GEÇMİŞ Kont, artık hiçbir biçimde asla göremeyeceği Mercedes’i bıraktığı evden derin bir üzüntü içinde çıktı. Küçük Edouard’ın ölümünden beri Monte Kristo’da büyük bir değişiklik olmuştu. İzlediği ağır ve dolambaçlı yolla intikamının doruğuna gelince, dağın öte yanında kuşku uçurumunu görmüştü. Dahası da vardı: Mercedes ile biraz önce yaptığı konuşma kalbinde o kadar çok anıyı uyandırmıştı ki, bu anılarla bile savaşması gerekiyordu. Kontun yapısında bir erkek, sıradan insanları görünüşte onlara bir özgünlük vererek yaşatabilen, ama üstün ruhları öldüren bu hüznün içinde uzun zaman sürüklenemezdi. Neredeyse kendini kınayacağı noktaya geldiğinde hesaplarında bir yanlışlık olması gerektiğini düşündü. “Geçmişi yanlış anlıyorum,” dedi, “böyle yanılmış olamam. “Hay Allah!” diye devam etti, “kendime saptadığım amaç saçma bir amaç mıydı? Yoksa on yıldır yanlış yolda mıydım? Hay Allah! Bir mimann tüm umutlarını bağladığı yapıtın, olanaksız değilse de en azından kutsallığa saygısızlık yapıtı olduğunu kanıtlaması için bir saat yeter! “Bu düşünceye alışmak istemiyorum, bu beni deli eder. Bugünkü düşünme biçimimde eksik olan şey, geçmişin tam olarak değerlendirilmesi, çünkü ben bu geçmişi ufkun öbür ucundan gözümde canlandırıyorum. Gerçekten de ilerledikçe, ortasından yürüdüğümüz manzaraya benzeyen geçmiş, biz uzaklaştıkça siliniyor. Düşlerinde yaralanan insanların başına


gelen benim de başıma geliyor, onlar, yaralarını görür ve hissederler ve sonra yaralandıklarını anımsamazlar. “Haydi bakalım yeniden canlanan insan; haydi, zengin serseri; haydi uyanan uykucu; haydi güçlü kaçık; haydi yenilmez milyoner, bir an için bu sefil ve aç yaşamın öldürücü bakış açısından bak; yazgının seni ittiği, felaketin seni götürdüğü, umutsuzluğun seni ele geçirdiği yollardan bir daha geç; Monte Kristo’nun Dantes’e baktığı bu aynanın camları üzerinde bugün bir sürü elmas, altın ve mutluluk parlıyor; bu elmaslan sakla, bu altını kirlet, parıltıları sil; zengin, fakiri bulsun, özgür, tutukluyu, dirilen, kadavrayı.” İşte tüm bunları kendi kendine söyleyen Monte Kristo Caisserie sokağında ilerliyordu. Yirmi dört yıl önce aynı yoldan sessiz bir gece nöbetçisi tarafından götürülmüştü; bu gülümseyen ve canlı evler o gece karanlık, dilsiz ve kapalıydı. “Ama bunlar yine o evler,” diye mırıldandı Monte Kristo; “sadece o zaman geceydi, şimdi gündüz; tüm bunları aydınlatan ve neşelendiren, güneş.” Saint-Laurent sokağından rıhtıma indi ve Consigne’e doğru ilerledi: burası limanda gemiye bindirildiği noktaydı. Çadır bezinden gölgeliğini açmış bir gezinti gemisi geçiyordu; Monte Kristo patrona seslendi, patron iyi bir işin kokusunu almış gemicilerin işe koyulmak için gösterdikleri acelecilikle gemisini ona doğru getirdi. Hava çok güzeldi, yolculuk harika geçti. Ufukta güneş, kırmızı ve parlak batıyor, denize doğru indikçe dalgalar tutuşuyordu; bir ayna gibi dümdüz deniz, zaman zaman gizli bir düşmanın izlediği ve kurtulmak için başka bir yol bulmak


amacıyla suyun dışına atılan balıkların sıçrayışlarıyla kırışıyordu; daha da uzakta Martigues’e giden, uçan martılar gibi beyaz ve zarif balıkçı kayıklarının, İspanya ya da Korsika’ya gitmek için yük almış ticaret gemilerinin geçtiği görülüyordu. Bu güzel gökyüzüne, zarif çizgili kayıklara, manzarayı örten yaldızlı ışıklara karşın paltosuna sarınmış olan kont korkunç yolculuğun tüm ayrmtılarını bir bir anımsıyordu: Katalanlar’da yanan o tek ve yalnız ışık, kendisini götürdükleri yeri ona açıklayan îf Şatosu’nun o görüntüsü, kendini denize atmak istediğinde jandarmalarla giriştiği savaşım, yenildiğini hissettiği andaki umutsuzluğu, buzdan bir halka gibi şakağına dayanmış karabina namlusunun ucunun soğukluğunu hissetmesi. Yazın yavaş yavaş kuruyan, sonbahar bulutlan çoğaldığında yavaş yavaş ıslanan kaynaklar gibi, Monte Kristo Kontu da eskiden Edmond Dantes’in yüreğini dolduran o eski sızlayan acının göğsünde yeniden ortaya çıktığını hissetti. O zaman artık onun için ne güzel gökyüzü, ne zarif kayıklar, ne parlak ışık kaldı; gökyüzü yas tülleriyle örtüldü, ölümcül bir düşmanın hayaleti gibi birden ortaya çıkan İf Şatosu denen siyah devin görüntüsü onu ürpertti. Oraya vardılar. Kont içgüdüsel olarak kayığın ucuna kadar geriledi. Patron en yumuşak sesiyle ona “yanaştık mösyö,” dedi, ama boşuna. Monte Kristo aynı yerde, aynı kayanın üstünde nöbetçiler tarafından şiddetle sürüklendiğini, süngülerinin ucunu böbreklerine batırarak yokuşu çıkması için onu zorladıklarını anımsadı.


Yol eskiden Dantes’e daha uzun gelmişti. Monte Kristo yolu daha kısa buldu; her kürek darbesi, denizin nemli tozlarıyla birlikte binlerce düşünce ve anıyı da fışkırtıyordu. Temmuz devriminden bu yana İf Şatosu’nda artık tutuklu kalmamıştı; kaçakçılık yapılmasını engellemeye yönelik bir karakol buranın tek nöbetçisiydi; bir kapıcı şimdi bir merak anıtı olmuş bu korku anıtım meraklılara göstermek için kapıda bekliyordu. Yine de tüm bu ayrıntıları bilmesine karşın kemerin altına girdiğinde, siyah merdiveni indiğinde, görmek istediği hücrelere götürüldüğünde, soğuk bir solukluk yüzünü kapladı, buz gibi bir ter alnından yüreğine kadar indi. Kont, Restorasyon zamanından kalmış eski bir kayıt memurunun hâlâ olup olmadığını sordu; hepsi emekli olmuşlar ya da başka görevlere geçmişlerdi. Onu gezdiren kapıcı sadece 1830’dan beri buradaydı. Onu kendi hücresine götürdü. Dar hava deliğinden sızan soluk ışığı yeniden gördü; artık kaldırılmış olan yatağın durduğu yeri, yatağın arkasında, kapanmış olmasına karşın yeni taşlarıyla hâlâ fark edilen, Rahip Faria’nın açtığı deliği yeniden gördü. Monte Kristo bacaklanmn güçsüzleştiğini hissetti; tahta bir tabure aldı ve üstüne oturdu. “Bu şato hakkında Mirabeau’nun hapsediliş öyküsü dışında başka öyküler de anlatılıyor mu?" diye sordu kont; “canlı bir insanı kapattıklarına inanmakta zorluk çekilen bu iç karartıcı barınaklarla ilgili bir söylence var mı?”


“Evet, mösyö," dedi kapıcı, “kayıt memuru Antoine bana şu hücre ile ilgili bir söylenceden söz etmişti.” Monte Kristo ürperdi. Bu kayıt memuru Antoine onun kayıt memuruydu. Adını ve yüzünü neredeyse unutmuştu, ama adı söylenince onu olduğu gibi, sakalının çevrelediği yüzüyle, kahverengi ceketi ve şıngırtılarını hâlâ duyar gibi olduğu anahtar tomarıyla gözünün önüne getirdi. Kont geri döndü ve kapıcının ellerinde parlayan meşalenin ışığı ile daha da koyulaşan koridorun karanlığında onu görür gibi oldu. “Mösyö bünu anlatmamı isterler mi?” diye sordu kapıcı. “Evet,” dedi Monte Kristo, “anlatın.” Ve kendi öyküsünün anlatıldığını duymaktan ürkmüş, kalbinin şiddetli atışlarını bastırmak için elini göğsüne koymuştu. “Anlatın,” diye yineledi. “Bundan çok uzun zaman önce bu hücrede bir tutuklu yaşamıştı,” dedi kapıcı, “görünüşe bakılırsa çok güçlü bir adamdı, güçlü olduğu kadar da becerikliydi, onunla aynı zamanlarda bu şatoda başka bir adam daha yaşıyordu, ama o kötü biri değildi, zavallı deli bir rahipti.” “Ah! Evet, deli,” diye yineledi Monte Kristo; “deliliği neydi?” “Onu özgür söylüyordu.”

bırakacak

olana

milyonlar

vereceğini

Monte Kristo gözlerini gökyüzüne kaldırdı, ama gökyüzünü göremedi: gökkubbe ile arasında taştan bir perde


vardı. Rahip Faria’nın hâzinelerini sunduğu insanların gözleri ile onlara sunduğu hazineler arasında da bundan daha az kaim olmayan bir perde olduğunu düşündü. “Tutuklular birbirlerini görebiliyorlar mıydı?” diye sordu Monte Kristo. “Ah! Flayır mösyö, bu kesinlikle yasaktı; ama onlar bir hücreden öbürüne giden bir yeraltı geçidi kazarak bu yasağı deldiler.” “Bu yeraltı geçidini iki tutukludan hangisi kazdı?” “Ah! Elbette genç adam,” dedi kapıcı; “genç adam becerikli ve güçlüydü, oysa zavallı rahip yaşlı ve zayıftı; zaten bir şey düşünebilmek için aklı biraz fazla karışıktı.” “Körler!...” diye mırıldandı Monte Kristo. “Ne olursa olsun,” diye devam etti kapıcı, “genç adam yeraltı geçidini kazdı ama ne ile? Bu konuda hiçbir şey bilinmiyor; ama kazdı, kamtı da izlerin hâlâ ortada olması; bakın, görüyor musunuz?” Ve meşaleyi duvara yaklaştırdı. “Ah! Evet doğru,” dedi kont heyecandan boğuklaşan bir sesle. “Bundan iki tutuklunun bağlantılı olduklan sonucu çıkıyor. Bu bağlantı ne kadar sürdü? Hiç bilinmiyor. Bir gün yaşlı tutuklu hastalandı ve öldü. Gencin ne yaptığını düşünebiliyor musunuz?” dedi kapıcı sözünü yarıda bırakarak. “Söyleyin.”


“Ölüyü aldı, yüzü duvara dönük olarak kendi yatağına yatırdı, sonra boş hücreye geri geldi, deliği kapadı ve ölünün torbasına girdi. Hiç böyle bir şey gördünüz mü?” Monte Kristo gözlerini kapadı ve hâlâ cesedin yaydığı soğukluğun izlerini taşıyan kaba kumaş yüzüne değdiğinde duyduğu tüm duyguları yemden hissetti. Kayıt memuru devam etti: “Tasarladığının ne olduğunu anlıyor musunuz? O ölülerin İf Şatosu’na gömüldüklerini sanıyordu ve tutuklular için cenaze harcamalarının yapılmadığını umduğu için toprağı omuzlarıyla yukarı kaldırmayı hesaplıyordu, ama ne yazık ki şatoda onun tasarısını altüst edecek bir uygulama vardı: ölüler gömülmüyordu; onları, ayaklarına bir gülle bağlayıp denize atıyorlardı ve öyle de yaptılar. Adamımız yeraltı geçidinin üstünden suya atıldı; ertesi gün gerçek ölü öbürünün yatağında bulundu ve her şey tahmin edildi, çünkü ölü gömücüler o zamana kadar söylemeye cesaret edemedikleri şeyi söylediler, ölü bedeni boşluğa attıkları anda korkunç bir çığlık duyduklarını, bu çığlığın attıkları adamın suda kaybolduğu anda kesildiğini anlattılar.” Kont zorlukla soluk aldı, alnından ter boşanıyordu, sıkıntıdan yüreği sıkışıyordu. “Hayır!” diye mırıldandı, “Hayır! Duyduğum bu kuşku unutuşun başlangıcıydı, ama burada yürek yeniden oyuluyor ve intikama susamaya başlıyor.” “Ya tutuklu,” diye sordu, “ondan bir daha, söz edildiğini duydular mı?” “Hiçbir zaman, asla; anlıyorsunuz ya, iki şık var, ya karm üstü düştü ve elli ayak yüksekten düştüğüne göre hemen


öldü.” “Ayaklarına bir gülle bağlandığını söylemiştiniz: ayak üstü düşmüş olmalı.” “Ya da ayak üstü düştü,” dedi kapıcı, “o zaman güllenin ağırlığı onu dibe sürüklemiş ve zavallı adam orada kalmış olmalı.” “Ona acıyor musunuz?” “İnanm evet, ne yapmış olursa olsun.” “Ne demek istiyorsunuz?” “Bu zavallının, zamanında Bonapartçılık nedeniyle tutuklanmış bir deniz subayı olduğu konusunda söylentiler dolaşıyordu.” “Ey gerçek,” diye mırıldandı kont, “Tanrı seni dalgaların ve alevlerin üstünde yüzmen için yarattı. Böylece zavallı denizci birkaç anlatıcının anısında yaşıyor; bir ocağın köşesinde korkunç öyküsünü anlatıyorlar ve denizin derinliklerine gömülmek için boşluğu yardığı anda ürperiyorlar.” “Adını hiç öğrenemediler mi?” diye sordu kont yüksek sesle. “Ah! Evet,” dedi gardiyan, “Neydi o? Ha, o sadece 34 numara olarak biliniyordu.” “Villefort! Villefort!” diye mırıldandı Monte Kristo, “benim hayalim uykularını kaçırdığında birçok kez yinelemiş olman gereken şey işte bu.” “Mösyö gezmeye devam etmek istiyor mu?” diye sordu kapıcı.


“Evet, özellikle gösterebilirseniz.”

zavallı

rahibin

odasını

bana

“Ah! 27 numara mı?” “Evet, 27 numara,” diye yineledi Monte Kristo. Rahip Faria’ya adını sorduğunda, onun duvarın arkasından bağırarak bu numarayı söyleyen sesini duyar gibi oldu. “Gelin.” “Bekleyin,” dedi Monte Kristo, “bu hücrenin her köşesine son bir kez bakmak istiyorum.” “Bu iyi,” dedi rehber, “çünkü öbür hücrenin anahtarım unutmuşum.” “Haydi gidip alın.” “Size meşalemi bırakıyorum.” “Hayır, onu alm.” “Ama ışıksız kalacaksınız.” “Ben geceleri de görürüm.” “Bakm hele, onun gibi.” “O kim?” “34 Numara. Söylenenlere göre o, karanlığa o kadar alışıkmış ki hücresinin en karanlık köşesindeki bir topluiğneyi görürmüş.” “Bunu başarabilmesi için on yılını vermesi gerekti,” diye mırıldandı kont. Rehber meşalesini alarak uzaklaştı.


Kont doğru söylemişti: daha karanlıkta kalalı birkaç saniye olmuştu ki, her şeyi gün ışığında olduğu gibi görmeye başladı. O zaman çevresine baktı ve o zaman gerçekten hücresini iyice gördü. “işte, üzerine oturduğum taş!” dedi, “işte duvarın içinde çukur açan omuzlarımın izi! işte alnımı duvara vurup kırmak istediğim gün alnımdan akan kanın izi! Ah! Bu rakamlar... bunları anımsıyorum... bu rakamları canlı bulup bulamayacağımı öğrenmek için babamın yaşını hesaplarken, özgür bulup bulamayacağımı öğrenmek için Mercedes’in yaşını hesaplarken yapmıştım... Bu hesabı yaptıktan sonra bir an umutlanmıştım... Açlığı ve sadakatsizliği hesaba katmamıştım!” Ve kontun ağzından acı bir gülüş çıktı. Bir düşteymiş gibi babasının mezara konduğunu, Mercedes’in nikah masasına doğru yürüdüğünü görüyordu. Duvarın öteki yüzünde bir yazı gözüne çarptı. Yazı yeşilimsi duvarın üstünde hâlâ beyaz kalmıştı ve belli oluyordu. “TANRIM!” diye okudu Monte Kristo, “AKLIMI KORU!” “Ah, evet!” diye haykırdı, “işte son günlerimin tek duası. Artık özgürlük istemiyordum, aklımı istiyordum, çıldırmaktan ve unutmaktan korkuyordum. Tanrım! Aklımı benden almadınız ve anımsadım. Şükürler olsun Tanrım, şükürler olsun!” O anda meşalenin ışığı duvarlara düştü; rehber aşağı iniyordu.


Monte Kristo onu karşılamaya gitti. “Beni izleyin,” dedi rehber. Gün ışığına çıkmaya gerek kalmadan onu başka bir girişe götüren bir yeraltı koridoruna götürdü. Orada Monte Kristo’yu binlerce düşünce sardı. Gözüne ilk çarpan şey duvarın üstüne çizilmiş meridyen oldu, Rahip Faria bunun yardımıyla saatleri hesaplıyordu, sonra zavallı tutuklunun üzerinde öldüğü yataktan kalanları gördü. Bunu görünce kontun kendi hücresinde duyduğu iç sıkıntısı yerine tatlı ve yumuşak bir duygu, bir minnettarlık duygusu içini sardı ve iki damla gözyaşı gözlerinden süzüldü. “işte deli rahip buradaydı,” dedi rehber, “genç adam onun yanma şuradan geliyordu.” Monte Kristo’ya yeraltı geçidinin bu tarafta açık kalmış girişini gösterdi. “Bir bilgin” diye devam etti, “taşın renginden, iki tutuklunun yaklaşık on yıl birbirlerini gördüklerini anladı. Zavallı insanlar bu on yıl boyunca iyice sıkılmış olmalılar.” Dantes cebinden birkaç Louis altını aldı ve ikinci kez onu tanımadan ona acıyan bu adama uzattı. Kapıcı birkaç kuruş bozuk para sanarak bunları kabul etti, ama meşalenin ışığında ziyaretçinin ona verdiği paranın değerini fark etti. “Mösyö,” dedi, “yanıldınız.” “Nasıl yanıldım?” “Bana verdiğiniz altın.”


“Biliyorum.” “Nasıl! Biliyor musunuz?” “Evet.” “Bana bu altım vermek mi istiyorsunuz?” “Evet.” “Ve ben de onları rahatça alabilir miyim?” “Evet.” Kapıcı Monte Kristo’ya şaşkınlıkla baktı. “Ve dürüstçe,” dedi kont Hamlet gibi. “Mösyö,” dedi kapıcı mutluluğuna inanmakta güçlük çekerek, “mösyö, cömertliğinizi anlayamıyorum.” “Yine de bunu anlamak kolay dostum,” dedi kont: “ben denizciydim ve öykünüz beni başkalarından daha çok etkiledi.” “O zaman mösyö,” dedi rehber, “bu kadar cömert olduğunuza göre, benim de size bir şey vermem gerekiyor.” “Bana verecek neyin var dostum? Deniz kabuklan mı, hasır işleri mi? Sağol.” “Hayır, onlar değil mösyö, onlar değil; biraz önceki öyküyle ilgili bir şey.” “Sahi mi!” diye haykırdı kont canlanarak, “neymiş o?” “Dinleyin,” dedi kapıcı, “bakın neler oldu: kendi kendime: ‘bir tutuklunun on beş yıl kaldığı bir odada her zaman bir şey bulunur,’ dedim ve duvarlan araştırmaya başladım.” “Ah!”


diye haykırdı Monte Kristo rahibin iki gizli yerini anımsayarak. “Araya araya,” diye devam etti kapıcı, “yatağın başucunda ve şöminenin ocak yerinde boşluk olduğunu keşfettim.” “Evet,” dedi Monte Kristo, “evet.” “Taşları kaldırdım ve ne buldum?...” “Bir ip merdiven ve aletler mi?” diye haykırdı kont. “Bunu nereden biliyorsunuz?” diye sordu kapıcı şaşırarak. “Bilmiyorum, tahmin ediyorum,” dedi kont; “tutukluların gizli yerlerinde genellikle bu tür şeyler bulunur.” “Evet mösyö,” dedi rehber, “bir ip merdiven ve aletler.” “Onlar hâlâ sende mi?” “Hayır mösyö, ziyaretçilerin çok ilgisini çeken bazı eşyaları sattım, ama elimde başka bir şey var.’’ “Ne var?” diye sordu kont sabırsızlıkla. “Elimde ince kumaştan şeritler üzerine yazılmış bir tür kitap kaldı.” “Ah!” diye haykırdı Monte Kristo, “elinde bu kitap mı kaldı?” “Bunun bir kitap olup olmadığını bilmiyorum,” dedi kapıcı, “ama elimde size söylediğim şey kaldı.” “Git onu bana getir, haydi,” dedi kont, “ve eğer bu benim tahmin ettiğim şey ise, rahat ol.” “Getiriyorum mösyö.”


Ve rehber dışarı çıktı. O zaman Dantes, ölümün onun için bir sunak haline getirdiği bu yatağın kalmtılan-mn önünde büyük bir sevgi ve saygıyla diz çöktü. “Ah! İkinci babam,” dedi, “bana özgürlüğü, bilgiyi, zenginliği veren sen; bizlerden çok daha üstün bir doğaya sahip insanlardan olan sen, iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu biliyordun, eğer mezarın derinliklerinde yeryüzünde kalan insanların sesiyle ürperen bizlerden bir şeyler kaldıysa, eğer ölü bedenin uğradığı değişiklikte canlı bir şeyler çok sevdiğimiz ya da çok acı çektiğimiz yerlerde dolaşıyorsa, soylu yürek, ulu yaratık, derin ruh, bana gösterdiğin baba sevgisi, benim de sana duyduğum oğul saygısı adına sana yalvarıyorum, bir sözcükle, bir işaretle, herhangi bir açıklama ile, inanca dönüşmemişse pişmanlığa dönüşecek bu kuşkuyu benden al.” Kont başını eğdi, ellerini kavuşturdu. “Bakın mösyö,” dedi bir ses arkasından. Monte Kristo ürperdi ve geri döndü. Kapıcı ona, Rahip Faria’nın, üstünde tüm bilgi hâzinelerini açıkladığı ince kumaştan şeritleri uzatıyordu. Bu elyazması, Rahip Faria’nın, İtalya’da krallık konusundaki büyük yapıtıydı. Kont aceleyle bunu eline aldı, gözleri önce kitabın başındaki yazılara kaydı, okudu: Ejderhanın dişlerini sökeceksin, aslanları ayağınla çiğneyeceksin, dedi Tanrı.


“Ah!” diye haykırdı, “işte yanıt! Teşekkür ederim babacığım, teşekkür ederim.” Cebinden içinde her biri bin franklık on kağıt para bulunan küçük bir cüzdan çıkararak: “Bak!” dedi, “Bu cüzdanı al.” “Bunu bana mı veriyorsunuz?” “Evet, ama içine ben gittikten sonra bakman koşuluyla.” Bulduğu ve kendisi için en zengin hâzinelerden daha değerli olan kutsal kalıntıyı göğsüne yerleştirerek kendini toprak altından dışarı attı, kayığa bindi: “Marsilya’ya!” dedi. Sonra gözlerini karanlık hapishaneye dikerek uzaklaşırken: “Lanet olsun, beni bu karanlık hapishaneye kapatan ve oraya kapatıldığımı unutanlara,” dedi. Katalanların önünden geçerken kont başka yana döndü, başını paltosunun içine gömerek bir kadımn adını mırıldandı. Zafer tamamlanmıştı; kont kuşkuyu iki kez yere sermişti. Neredeyse aşk gibi bir sevgi ifadesiyle söylediği ad Haydee’nin adıydı. Monte Kristo adımını karaya atar atmaz, Morrel’i bulacağını bildiği mezarlığa doğru gitti. O da, on yıl önce büyük bir sevgi ve saygıyla bu mezarlıkta bir mezar aramıştı, ama boşuna. Milyonlarla Fransa’ya gelen o, açlıktan ölmüş olan babasının mezarını bulamamıştı.


Morrel mezara bir haç koydurmuştu, ama haç düşmüştü ve mezarcı, mezarlıkta buldukları tüm eski tahtaları yakarak ısınan mezarcılar gibi yaparak, onu da yakmıştı. Soylu tüccar daha şanslıydı: çocuklarının kollarında ölmüş ve onlar tarafından, ondan iki yıl önce sonsuzluğa karışmış olan karısının yanına gömülmek üzere buraya getirilmişti. Demir parmaklıkla çevrili, dört selvinin gölge yaptığı küçük bir toprak alana, üzerlerine adlarının yazıldığı iki mermer mezar taşı yan yana konmuştu. Maximilien bu ağaçlardan birine dayanmıştı ve görmeyen bakışlarını iki mezara dikmişti. Acısı çok derindi, neredeyse çılgıncaydı. “Marimilien,” dedi kont, “bakacağınız yer orası değil, burası,” dedi gökyüzünü göstererek. “Ölüler her yerde,” dedi Morrel; “beni uzaklaştırırken siz böyle söylememiş miydiniz?”

Paris’ten

“Maximilien,” dedi kont, “yolculuk sırasında bana Marsilya’da birkaç gün kalıp kalamayacağımızı sormuştunuz: bunu hâlâ istiyor musunuz?” “Artık hiçbir şey istemiyorum kont; ama burada, başka bir yere göre daha kolay beklerim gibi geliyor.” “Bu iyi Maximilien, çünkü sizden ayrılıyorum ve sözünüzü de yanımda götürüyorum tamam mı?” “Ah! O sözü tutamayacağım, kont,” dedi Morrel, “tutamayacağım.”


“Hayır tutacaksınız, çünkü siz her şeyden önce onurlu bir insansınız Morrel, çünkü yemin ettiniz, çünkü yine yemin edeceksiniz.” “Ah! Kont acıyın bana! Kont, o kadar mutsuzum ki!” “Ben sizden daha mutsuz bir insan tanıdım Morrel.” “Olamaz.” “Ne yazık ki,” dedi kont, “zavallı insanlığın övünçlerinden biridir bu, herkes kendini yanında inleyen ve ağlayan bir başkasından daha mutsuz sanır.” “Dünyada sevdiği ve istediği tek varlığı yitiren bir insandan daha mutsuz ne olabilir?” “Dinleyin Morrel,” dedi Monte Kristo, “ve bir an aklınızı size anlatacaklarıma verin. Sizin gibi tüm mutluluk umutlarını bir kadına bağlamış bir adam tamdım. Bu adam gençti, sevdiği yaşlı bir babası, taptığı bir nişanlısı vardı; tam onunla evleneceği sırada birden yazgının, Tanrının kendi iyiliği hakkında kuşku uyandıran oyunlarından biri -ki daha sonra her şeyin onun için Tanrının sonsuz birliğine giden bir yol olduğunu işaret ederek kendini gösterdi- ondan özgürlüğünü, nişanlısını, düşlediği ve kendinin sandığı geleceği aldı -kör olduğun için sadece bugünü okuyabiliyordu- ve onu bir hücrenin dibine attı.” “Ah!” dedi Morrel, “bir hücreden sekiz gün, bir ay ya da bir yıl sonra çıkılır.” “O orada on dört yıl kaldı Morrel,” dedi kont elini genç adamın omzuna koyarak. Maximilien ürperdi. “On dört yıl!” diye mırıldandı. “On dört yıl,” diye yineledi kont; “onun da bu on dört yıl boyunca umutsuzluk anları oldu; o da kendini sizin gibi


insanların en mutsuzu sanarak kendini öldürmek istedi.” “Ne oldu?” diye sordu Morrel. “Ne mi oldu? Ölüm anında Tanrı ona insan aracılığıyla göründü; çünkü Tanrı hiç mucize yaratmaz; ilk önce belki Tanrının bu sonsuz merhametini anlamadı; -çünkü gözyaşlarıyla kapanmış gözlerin tümüyle açılması için zaman gerek- ama sonunda sabretti ve bekledi. Bir gün mucize gibi mezarından çıktı, değişmişti, güçlüydü, neredeyse Tanrı gibiydi; ilk çığlığı babası için oldü: babası ölmüştü!” “Benim de babam öldü,” dedi Morrel. “Evet, ama babanız sizin kollarınızda, sevilerek, mutlu, onurlu, zengin ve ileri yaşta öldü; onun babası yoksul, umutsuz, Tanrıdan kuşku duyarak öldü; ölümünden on yıl sonra oğlu mezarım aradı, mezan bile kaybolmuştu, kimse ona: ‘seni bu kadar sevmiş olan kalp Tanrının kollarında burada yatıyor,’ diyemedi.” “Ah!” dedi Morrel. “Yani o sizden daha mutsuz bir oğuldu Morrel, çünkü o babasının mezarını nerede bulacağını bile bilmiyordu.” “Ama ona hiç olmazsa sevdiği kadın kalmıştı,” dedi Morrel. “Yanılıyorsunuz Morrel, bu kadın...” “Ölmüş müydü?” diye haykırdı Morrel. “Bundan daha kötüsü: o sadık kalmamıştı;' nişanlısına işkence edenlerden biri ile evlenmişti. Bu adamın sizden daha mutsuz bir âşık olduğunu görüyorsunuz Morrel!” “Bu adama Tanrı avunacak bir şey verdi mi?”


“Ona en azından dinginlik verdi.” “Bu adam bir gün mutlu olabilecek mi?” “Bunu umut ediyor Maximilien.” Genç adam başım onun göğsüne bıraktı. “Sözümü tutacağım,” dedi bir an sessizlikten sonra elini Monte Kristo’ya uzatarak: “sadece hatırlayın...” “5 Ekim’de sizi Monte Kristo Adası’nda bekleyeceğim Morrel. Aym 4’ünde bir yat sizi Bastia limanında bekleyecek; bu yatın adı Eurus; sizi bana getirecek olan kaptana adınızı vereceksiniz. Söz değil mi Maximilien?” “Söz, kont, söylediğiniz şeyi yapacağım, ama unutmayın ki 5 Ekim’de...” “Bir erkeğin sözünün ne olduğunu henüz bilmeyen çocuk... O gün hâlâ ölmek isterseniz, size yardım edeceğimi yirmi kez söyledim Morrel. Hoşçakalm.” “Beni bırakıyor musunuz?” “Evet, İtalya’da yapılacak işim var; sizi tek başınıza, mutsuzlukla savaşmak için tek başınıza, Tanrının, seçkin kullarını ayaklarının dibine getirmesi için gönderdiği, güçlü kanatları olan kartalın karşısında tek başınıza bırakıyorum; Ganymedes’in öyküsü bir fabl değildir Maximilien, bir alegoridir.” “Ne zaman gidiyorsunuz?” “Hemen şimdi; buharlı gemi beni bekliyor, bir saat sonra sizden çok uzaklarda olacağım; limana kadar benimle gelir misiniz Morrel?”


“Emrinizdeyim kont.” “Sarılın bana.” Morrel limana kadar kontla birlikte gitti; büyük bir sorguca benzeyen duman, onu gökyüzüne salan siyah borudan çıkmaya başlamıştı bile. Az sonra gemi hareket etti, bir saat sonra, Monte Kristo’nun dediği gibi beyazımsı dumandan sorguç, gecenin ilk sisleriyle kararmış zar zor görünen doğu ufkunda izler bırakıyordu. -


114 PEPPİNO Kontun buharlı gemisinin Morgion Bumu’nun arkasında kaybolduğu sırada, bir adam Floransa’dan Roma’ya giden yolda hızla ilerleyerek, Aquapendente adlı küçük kenti arkasında bırakmıştı. Pek kuşku uyandırmadan bu kadar çok yol yapacak kadar hızlı ilerliyordu. Yolculuğun yıprattığı bir redingot ya da daha doğrusu geniş bir palto giymişti, ama giysisinin üstündeki iki Legion d’Honneur kurdelesi parlak ve yeni görünüyordu, sadece bu iki işaretten değil, arabacıyla konuştuğu zaman dilinin vurgusundan da bu adamın Fransız olduğu anlaşılabilirdi. Evrensel dilin ülkesinde doğduğunun bir kanıtı da, îtalyancadan, Figaro’nun goddam'ı gibi, herhangi bir dilin bütün inceliklerinin yerini tutabilecek, birkaç müzik sözcüğü dışında başka sözcük bilmemesiydi. Her yokuş çıktıklarında arabacılara “Allegro!" diyordu. Her yokuş inişlerinde de “Moderato!” diyordu. Floransa’dan Aquependente yoluyla Roma’ya giderken ne kadar yokuş inip çıkıldığını Tanrı bilir. Sonuçta bu iki sözcük, söylendiği iyi adamları çok güldürüyordu. Roma karşılarında belirdiğinde, kentin görüldüğü ilk noktaya, yani Storta’ya gelindiğinde, yolcu, tüm yolcuların başka bir şey fark etmeye fırsat bulamadan karşılarına çıkan San Petro’nun ünlü kubbesini daha iyi görebilmek için, oturdukları yerden doğruldukla-rında duydukları coşku dolu merakı hissetmedi bile. Hayır, sadece cebinden bir cüzdan, cüzdandan da dörde katlanmış bir kağıt çıkardı, kağıdı açtı,


saygıya benzer bir özenle yeniden katladı ve şunu söylemekle yetindi: “İyi, hâlâ bende.” Araba Popola kapısını geçti, sola döndü ve Hötel d’Espagnein önünde durdu. Eski tanışımız otelci Pastrini yolcuyu kapı eşiğinde, şapkası elinde karşıladı. Yolcu arabadan indi, iyi bir akşam yemeği sipariş etti, sonra da Thomson ve French bankasının adresini öğrendi, Romanın en tanınmış bankalarından biri olduğu için adres kendisine hemen tarif edilmişti. Banka San Petro’nun yakınında via dei Banchi’de bulunuyordu. Bir posta arabasının gelişi, her yerde olduğu gibi, Roma’da da olay olurdu. Marius ve Gracchus’un{221} soylarından gelen on genç, yalınayak, dirsekleri parçalanmış, ama bir elleri bellerinde, kolları özgün bir biçimde başlarının üstünde kıvrılmış olarak yolcuya, posta arabasına ve atlara bakıyorlardı; kentin bu haylazlarına, Papalık devletinden elli kadar işsiz güçsüz de katılmıştı. Bunlar, Tiber Nehri’nde su olduğunda Saint-Ange köprüsünün üzerinden nehre tükürerek halkalar oluşturuyorlardı. Ama Paris’tekilerden daha mutlu olan bu haylazlar ve aylaklar, tüm dilleri, özellikle de Fransızcayı anladıkları için yolcunun bir daire istediğini, yemek ısmarladığını, Thomson ve French bankasının adresini sorduğunu duymuşlardı. Bunun sonucu olarak, yeni gelen yanında zorunlu rehberle otelden çıktığında, bir adam meraklı grubundan ayrıldı, yolcu


tarafından fark edilmeden, rehber tarafından fark edilmiş gibi görünmeden, ancak bir Paris polisinin yapabileceği kadar büyük bir beceriyle yolcuyu izleyerek biraz arkasından yürümeye başladı. Fransız, Thomson ve French bankasına gitmek için o kadar acele ediyordu ki, atların koşulmasını bekleyemedi; araba yolda ona yetişecekti ya da onu bankanın kapısında bekleyecekti. Araba gelmeden bankaya ulaştı. Fransız, rehberini bekleme odasında bırakarak içeri girdi, rehber de hemen sanayi alanı olmayan ya da binlerce sanayi alanı olan sanayicilerin, Roma’da bankacıların, kiliselerin, yıkıntıların, müzelerin ve tiyatroların kapılarında bekleyen iki üç tanesi ile konuşmaya başladı. Meraklı grubundan ayrılmış olan adam da, Fransız ile birlikte içeri girdi; Fransız, büroların penceresine vurdu ve ilk odaya girdi; gölgesi de onun gibi yaptı. “Mösyö ve Mösyö Thomson ve French mi?” diye sordu yabancı. İlk büronun resmi gardiyanı olan bir güvenlik görevlisinin işareti üzerine bir tür uşak ayağa kalktı. “Kimin geldiğini söyleyeyim?” diye yabancının önünden gitmeye hazırlanarak.

sordu

uşak,

“Mösyö Baron Danglars,” diye yanıt verdi yolcu. “Gelin,” dedi uşak. Bir kapı açıldı; uşak ve baron bu kapının arkasında kayboldular. Danglars’ın arkasından içeri girmiş olan adam


bir bekleme sırasına oturdu. Memur yaklaşık beş dakika kadar bir şeyler yazmaya devam etti; bu beş dakika boyunca oturan adam büyük bir sessizlik içinde ve hiç kımıldamadan kaldı. Sonra memurun kalemi kağıdın üzerinde cızırdamayı kesti; memur başını kaldırdı, çevresine dikkatle baktı ve baş başa olduklarından emin olunca: “Ah! Ah!” dedi, “işte geldin, öyle değil mi, Peppino?” “Evet!” diye kısaca yanıt verdi karşısındaki. “Bu şişman adamdan iyi bir koku mu aldın?” “Bu bir marifet değil, çünkü bize haber verildi.” “O zaman buraya ne yapmak için geldiğini biliyorsun, seni gidi meraklı.” “Hay Allah, para almaya geldi, geriye sadece ne kadar alacağını öğrenmek kalıyor.” “Bunu sana biraz sonra söyleriz, dostum.” “Çok iyi; ama bana geçen günkü, gibi yanlış bilgi verme." “Bu da ne demek, sen kimden söz ediyorsun? Yoksa geçen gün buradan üç bin ekü almış olan İngiliz’den mi?” “Hayır, onun gerçekten üç bin eküsü vardı ve parayı bulduk. Şu Rus prensinden söz ediyorum.” “Yani?” “Yani, sen bize otuz bin lira demiştin ve biz sadece yirmi iki bulduk.” “İyi aramamışsmızdır.”


“Aramayı Luigi Vampa kendisi yaptı.” “Bu durumda ya borcu vardı da borçlarını ödedi.” “Bir Rus mu?” “Ya da parasını harcadı.” “Eh, bak bu olabilir.” “Kesinlikle, ama şimdi beni bırak da gözetleme yerine gideyim, ben tam rakamı öğrenemeden Fransız işini bitirecek.” Peppino olumlu bir işaret yaptı ve cebinden bir tespih çıkararak bir dua mırıldanmaya koyuldu, o sırada memur, baronun ve uşağın geçtiği kapının arkasında kaybolmuştu. Yaklaşık on dakika sonunda, memur mutluluk saçarak ortaya çıktı. “Ne oldu?” diye sordu Peppino dostuna. “Dikkat! Dikkat!” dedi memur, “sayı yuvarlak.” “Beş altı milyon değil mi?” “Evet, rakamı biliyor musun?” “Ekselansları Monte Kristo Kontunun bir makbuzu yoluyla.” “Kontu tanıyor musun?” “Roma, Venedik ve Viyana’da açılan kredilerle.” “Evet öyle!” diye haykırdı memur; “nasıl bu kadar iyi bilgi sahibi oldun?” “Sana daha önceden bize haber verildiğini söylemiştim.”


“O zaman neden bana başvuruyorsun?” “Gerçekten iş göreceğimiz adamın bu olduğundan emin olmak için.” “Bu o... Beş milyon. Güzel bir para ha, değil mi Peppino?” “Evet.” “Bizim hiçbir zaman bu kadar paramız olmayacak.” “Hiç olmazsa birkaç kuruşumuz olacak,” diye filozofça yanıt verdi Peppino. “Şşşt! işte adamımız.” Memur yeniden kalemini, Peppino da tespihim aldı; kapı açıldığında biri bir şeyler yazıyor, öbürü dua ediyordu. Danglars kendisine eşlik eden ve kapıya kadar geçiren bankacının yanında sevinç içindeydi. Danglars’ın arkasından, Peppino da aşağı indi. Anlaştıkları gibi Danglars’ı alacak olan araba Thomson ve French bankasının önünde bekliyordu. Rehber arabanın kapısını açık tutuyordu: rehberler çok hatır gönül sayan insanlardır ve her işe koşarlar. Danglars yirmi yaşında bir genç gibi arabaya adadı. Rehber kapıyı kapadı ve arabacının yanma oturdu. Peppino da arabanın arkasında bir yere oturdu. “Ekselansları San-Petro’yu görmek isterler mi?” diye sordu rehber. “Ne yapmak için?” diye sordu baron.


“Hay Allah! Görmek için.” “Roma’ya görmek için gelmedim,” dedi Danglars yüksek sesle, sonra çok alçak sesle ve açgözlü bir gülümsemeyle ekledi: “buraya para almaya geldim.” Gerçekten de içinde bir mektup olan cüzdanını eline aldı. “O zaman ekselansları nereye gidiyorlar?” “Otele.” “Casa Pastrini,” dedi rehber arabacıya. Ve araba önemli birinin arabasıymış gibi hızla kalktı. On dakika sonra baron dairesine girmiş, Peppino da bu bölümün başında sözünü ettiğimiz Marius ve Grachus’un torunlarından birinin kulağına bir şeyler söyledikten ve konuştuğu kişi son hızla Capitole yolunu tuttuktan sonra, otelin önüne konmuş bir banka yerleşmişti. Danglars yorgun ve hoşnuttu, uykusu vardı. Yattı, cüzdanını uzun baş yastığının altına koydu ve uyudu. Peppino’nun bol bol zamanı vardı; faccini’lerle{222} morra{223} oynadı, üç ekü yitirdi, avunmak için bir küçük şişe Orvieto şarabı içti. Ertesi gün Danglars, erken yatmış olmasına karşın geç uyandı; eskiden iyi uyurken beş altı gündür uykusu bozulmuştu. İyi bir kahvaltı etti, daha önce söylediği gibi Romanın güzelliklerini hiç merak etmeden, öğlen için arabasının atlarının hazır olmasını istedi.


Ama Danglars hesaplarını, polis formalitelerini ve araba sahibinin tembelliğini göz önüne almadan yapmıştı. Atlar ancak saat ikide geldi ve rehber de pasaportunun vizesini ancak saat üçte getirdi. Tüm bu hazırlıklar otelci Pastrini’nin kapısında kalabalık bir aylak gurubunun toplanmasına neden olmuştu. Marius ve Gracques’dan gelenler de elbette oradaydı. Baron, bir bajocco için kendisine Ekselans diyen bu kalabalığın içinden kendini beğenmiş bir biçimde geçti. Bildiğimiz gibi Danglars halktan gelen bir adam olduğu için o zamana dek kendisine baron denmesi ile yetinmişti, kimse ona Ekselans dememişti, bu unvan onun gururunu okşadı ve tüm bu ayak takımına bir düzine kadar paolo{224} dağıttı, onlar bir düzine paolo daha alabilmek için ona Altes demeye bile hazırdılar. “Hangi yoldan?” diye sordu arabacı İtalyanca. “Ancona yolundan,” diye yamt verdi baron. Otelci Pastrini soruyu ve yanıtı çevirdi, araba hızla hareket etti. Danglars gerçekten Venedik’e gitmek, oradan servetinin bir bölümünü almak, sonra Viyana’ya geçmek ve oradan da servetinin geri kalanını almak istiyordu. Niyeti bir eğlence kenti olduğunu söyledikleri bu sonuncu kentte temelli kalmaktı. Roma çevresinde üç fersah yol aldıklarında akşam olmaya başlamıştı; Danglars bu kadar geç yola çıkacaklarını


düşünmemişti, yoksa otelde kalırdı; arabacıya ilk kente varmak için daha ne kadar gideceklerini sordu. “Non capisco,”{225} diye yanıt verdi arabacı. Danglars başıyla “Çok iyi!” anlamına gelen bir hareket yaptı. Araba yoluna devam etti. “İlk konaklama yerinde durduracağım,” dedi Danglars kendi kendine. Danglars hâlâ bir gün önce hissettiği ve kendisine iyi bir gece geçirten huzuru biraz duyuyordu. Çift yaylı dört tekerlekli iyi bir İngiliz arabasının içine uyuşuk bir biçimde uzanmıştı; kendisini iki güzel atın dörtnala alıp götürdüğünü hissediyordu; konaklama yeri yedi fersah ilerdeydi, bunu biliyordu. Bankacı olup da iyi bir hileli iflas yaptıktan sonra daha ne istenirdi? Danglars, on dakika Paris’te yalnız kalan karısını, on dakika da Matmazel d’Armilly ile dünyayı dolaşan kızını düşündü; başka bir on dakika alacaklılarını ve onların parasını nasıl kullanacağını düşündü, sonra düşünecek bir şey kalmayınca gözlerini kapadı ve uyudu. Zaman zaman araba daha fazla sarsıldığında Danglars bir an gözlerini açıyordu; o zaman kendini, koşarken taş kesilmiş granit devlere benzeyen kırık su kemerlerinin her tarafa saçıldığı Roma kırlarında, hep aynı hızla gidiyormuş gibi hissediyordu. Ama gece soğuk, karanlık, yağışlıydı ve koltuğuna gömülmüş, gözleri kapalı, yarı yarıya uyuşmuş olarak oturmak, “non capisco” demekten başka bir şey


bilmeyen arabacıya nerede olduklarını sormak için, başını arabanın kapısından çıkarmaktan iyiydi. Danglars, kendi kendine konaklama yerinde nasılsa uyanacağım söyleyerek, uyumaya devam etti. Araba durdu; Danglars sonunda bu kadar çok istediği amacına ulaştığım düşündü. Gözlerini açtı, bir kentin ortasında ya da en azından bir kasabada olduklarım düşünerek camdan dışarı baktı, ama tek başına kalmış bir yıkıntıdan ve gölge gibi gidip gelen üç dört adamdan başka bir şey görmedi. Danglars bir an vardiyasını tamamlayan arabacının yol parasını istemek için gelmesini bekledi; bu fırsattan yararlanarak yeni sürücüden bazı bilgiler almayı hesaplıyordu, ama kimse yolcudan para istemeye gelmeden atlar koşumdan çıkarılmış ve yerine başka-lan koşulmuştu. Şaşıran Danglars arabanın kapısını açtı, ama güçlü bir el kapıyı itti ve araba hareket etti. İyice şaşıran baron tam olarak uyandı. “Hey!” dedi arabacıya, “Hey! Mio caro\{226} Bu yine kızı Prens Cavalcanti ile düet yaparken aklında kalan romans İtalyancasıydı. Ama, mio car o hiç yanıt vermedi. Danglars pencereyi açmakla yetindi. “Hey! Dostum! Nereye gidiyoruz?” dedi başını pencerenin açıklığından dışarı çıkararak.


“Derıtro la testa!” diye bağırdı ciddi ve buyurgan bir ses, tehdit edici bir hareketle. Danglars dentro la testa’nın “başınızı içeri sokun” demek olduğunu anladı. Gördüğünüz gibi Italyancası çabuk ilerliyordu. Biraz kaygılı, isteneni yaptı; dakikalar geçtikçe bu kaygı arttığı için, bir süre sonra yola çıktığı sırada söylediğimiz gibi rahat olan ve uyumasını sağlayan kafası, bir yolcunun, özellikle Danglars’ın durumunda olan bir yolcunun dikkatini uyanık tutan birbirinden önemli bir sürü düşünceyle doldu. Gözleri karanlığın içinde önceleri büyük telaşını açığa vuran o kumaz bakışla doldu; daha sonra alıştığı için sakinleşti, insanlar korku duymadan önce doğru görürler, korkarken çift görürler, korktuktan sonra bulanık görürler. Danglars sağdaki kapıya doğru hızla koşan, paltosuna sarınmış bir adam gördü. “Jandarma,” dedi. “Yoksa, Fransa’dan gelen bir telgraf beni Papalık yetkililerine mi bildirdi?” Bu büyük kaygıdan kurtulmaya karar verdi. “Beni nereye götürüyorsunuz?” diye sordu. “Dentro la testa!” diye yineledi aynı ses, aynı tehdit edici ses tonuyla. Danglars soldaki kapıya döndü. Atlı bir başka adam soldaki kapıya doğru hızla geliyordu. “Kesinlikle,” dedi kendi kendine Danglars, alm ter içinde, “kesinlikle yakalandım.”


Bu kez uyumak için değil, düşünmek için kendini arabanın köşesine attı. Bir dakika sonra ay doğdu. Arabanın köşesinden kırlara baktı; geçerken fark ettiği taştan hayaletler gibi büyük su kemerlerini gördü; yalnız biraz önce sağdayken şimdi soldaydılar. Arabayı geriye döndürüp kendisini yeniden Roma’ya götürdüklerini anladı. “Ah! Lanet olası!” diye mırıldandı, “Suçluyu geri verecekler.” Araba büyük bir hızla ilerliyordu. Bir saat çok korkunç geçti, çünkü kaçak, yol üzerindeki her yeni belirtide geldikleri yere döndüklerini anlıyordu. Sonunda arabanın çarpacağını sandığı karanlık bir kütle gördü. Ama araba döndü, Roma’yı çevreleyen sur çemberinden başka bir şey olmayan bu karanlık kütlenin yanından geçti. “Ah! ah!” diye mırıldandı Danglars, “kente girmiyoruz. O zaman beni yakalayan adalet değil. Tanrım! Başka bir şey, sakın...” Saçları diken diken oldu. Albert de Morcerfin, Madam Danglars’a ve Eugenie’ye, birinin damadı, diğerinin kocası olması söz konusu iken anlattığı ve Paris’te pek kimsenin inanmadığı Roma haydutlarıyla ilgili ilginç öykülerini anımsadı. “Bunlar belki de hırsızdır!” diye mırıldandı. Birden araba kumlu yoldan daha sert bir şeyin üstünde gitmeye başladı. Danglars yolun iki yanma bir göz atmaya


çalıştı; garip biçimli yapılar fark etti, Morcerfin anlattıklarıyla meşgul olan kafasında anlatılanların tüm ayrıntıları şimdi yeniden canlanıyor, düşünceleri ona Appienne yolu üzerinde olmaları gerektiğini söylüyordu. Arabanın solunda, bir tür vadide, çember biçiminde bir çukur görünüyordu. Bu Caracalla sirkiydi. Soldaki kapının yanında hızla giden atlı adamın bir sözüyle araba durdu. Aynı anda soldaki kapı açıldı. “Scendi!”{227} diye emretti bir ses. Danglars hemen indi, henüz İtalyanca konuşamıyordu, ama söylenenleri anlamaya başlamıştı bile. Baron, canlı olmaktan çok ölü gibi çevresine baktı. Arabacı dışında dört adam çevresini sarmıştı. Adamlardan biri, “Di quâ,”{228} dedi. Roma kırlarının düzensiz çizgilerinin ortasında Apienne yoluna çıkan küçük bir keçi yolundan iniyorlardı. Danglars hiç karşı çıkmadan rehberini izledi, öbür üç adamın kendisini izleyip izlemediğine bakma gereğini duymadı. Bununla birlikte, ona bu adamlar neredeyse eşit aralıklarla nöbetçi gibi dizilmişler gibi geldi. Danglars, rehberiyle tek sözcük etmeden yaklaşık on dakika kadar yürüdükten sonra, kendini küçük bir tepeyle


uzun otlu bir çalılığın arasında buldu; ayakta duran ve konuşmayan üç adamın oluşturduğu bir üçgenin ortasmdaydı. Konuşmak istedi, dili dolaştı. “Avanti! ”{229} dedi aynı kısa ve buyurgan vurgulu ses. Bu kez Danglars söyleneni iki yönlü olarak anladı: hem sözden hem de hareketten, çünkü arkasında yürüyen adam onu öyle sert bir biçimde öne itmişti ki az kalsın rehberine çarpacaktı. Bu rehber, yüksek otların içinde, açık olduğunu sadece sansarların ve kertenkelelerin bilebilecekleri kıvnmlı bir yola dalmış oian dostumuz Peppino idi. Peppino üstünde gür bir çalılık bulunan bir kayanın önünde durdu; bir gözkapağı gibi aralık bu kaya, genç adamın geçmesi için açıldı, o da periler âleminde şeytanların kendi deliklerinde kaybolması gibi bu aralıkta yok oldu. Danglarsin arkasından gelen adam sesi ve hareketleri ile bankacının da onun gibi yapmasını işaret etti. Artık hiç kuşku yoktu, hileli iflasçı Fransız, Romalı haydutların eline düşmüştü. Danglars iki tehlike arasında kalmış ve korkunun cesaret verdiği her insan gibi söyleneni yaptı. Kamı Roma kırlarındaki kaya çatlaklarından geçmek için pek uygun olmasa da, Peppino’nun arkasından o da içeri sızdı ve gözlerini kapayıp aşağı kayarak ayaklarının üstüne düştü. Yere değince gözlerini açtı. Yol geniş ama karanlıktı. Artık kendi evinde olduğu için gizlenmeye pek aldırmayan Peppino çakmağını çakdı ve bir


meşale yaktı. Öbür iki adam, artçı oldular ve Danglars beklenmedik bir biçimde durduğunda onu iterek tatlı bir yokuştan uğursuz görünüşlü bir kavşağın ortasına getirdiler. Gerçekten de, beyaz taşların ortasına, birbiri üstüne konmuş tabutlar gibi oyulmuş duvar bölmeleri kafataslarındaki siyah ve derin gözlere benziyordu. Bir nöbetçi karabinasının namlu bileziklerini sol eline vurdu. “Kim var orada?” dedi nöbetçi. “Dost, dost,” dedi Peppino. “Reis nerede?” “Orada," dedi nöbetçi, omzunun üstünden bir kayaya oyulmuş ve kemer biçiminde açılmış büyük deliklerden koridora ışığı yansıyan bir tür büyük odayı göstererek. “İyi av, reis, iyi av,” dedi Peppino İtalyanca. Danglars’ı redingotunun yakasından tutarak kapıya benzeyen bir açıklığa doğru götürdü, oradan reisin kendisine barınak yaptığı anlaşılan odaya giriliyordu. “Bu adam mı?” diye sordu, Plutarkhos’un, İskender’in hayatı yapıtını büyük bir dikkatle okuyan reis. “Ta kendisi, reis, ta kendisi.” “Çok iyi; gösterin onu bana.” Bu oldukça saygısız emir üzerine, Peppino meşaleyi o kadar kaba biçimde Danglars’ın yüzüne yaklaştırdı ki Danglars kaşlarının yanmaması için hemen geri çekildi.


Bu altüst olmuş yüz, dehşetin tüm soluk ve iğrenç belirtilerini gösteriyordu. “Bu adam yorgun,” dedi reis, “onu yatağına götürün.” “Ah!” diye mırıldandı Danglars, “Bu yatak herhalde duvara oyulmuş tabutlardan biridir; bu uyku da, karanlıkta parladığını gördüğüm hançerlerden birinin bana vereceği ölüm olmalı.” Gerçekten de, Albert de Morcerfin Sezar’ın Amlar’ım, Danglars’ın da İskender’in Hayatını okurken gördükleri adamın arkadaşlarının, büyük odanın karanlık derinliklerinde yer alan kat kat kuru ot ya da kurt postlarının üzerinden kalktıkları görünüyordu. Bankacı boğuk bir inilti çıkardı ve rehberini izledi; yalvarmayı da bağırmayı da denemedi. Artık ne gücü, ne kuvveti, ne iradesi, ne de duygusu kalmıştı; gidiyordu, çünkü onu götürüyorlardı. Bir basamağa çarptı, önünde bir merdiven olduğunu anlayarak, alnını çarpmamak için içgüdüsel olarak eğildi ve kendini kayanın içine oyulmuş bir hücrede buldu. Bu hücre çıplak, nemli, toprağın altında son derece derin bir yerde olmasına karşın temizdi. Kuru otlardan yapılmış ve keçi postlarıyla örtülmüş bir yatak hücrenin bir köşesine dik değil yatay olarak konmuştu. Bunu gören Danglars kurtuluşunun mutlu simgesini gördüğünü sandı. “Ah! Tanrıya şükür!” diye mırıldandı; “Bu gerçek bir yatak.” Bir saattir ikinci kez Tanrının adını anıyordu; on yıldır bu hiç başına gelmemişti.


“Ecco,”{230} dedi rehber. Ve Danglars’ı içeri itip, kapıyı arkasından kapadı. Bir sürgü gıcırdadı; Danglars tutukluydu. Zaten sürgü olmasaydı da insanın Saint-Sebastien katakomplarını bekleyen ve okuyucularımızın kesinlikle tanıdıkları ünlü Luigi Vampa’nın çevresinde kamp kurmuş garnizonun ortasından geçmesi için kendisinin Saint-Pierre, rehberinin de gökten inmiş bir melek olması gerekirdi. Danglars, Morcerfin Fransa’da kabul ettirmek istediğinde varlığına inanmadığı bu haydutu tanımıştı. Sadece onu değil, Morcerfin kapatıldığı ve tüm olasılıklara göre yabancılara ayrılmış barınak olan hücreyi de tanımıştı. İşte Danglars’ın sevinçle sarıldığı bu anılar onu sakinleştiriyordu. Onu hemen öldürmediklerine göre haydutların onu öldürmek gibi bir niyetleri yoktu. Onu, soymak için yakalamışlardı, üzerinde sadece birkaç Louis altını olduğuna göre, ondan haraç alacaklardı. Morcerf için fidye olarak dört bin ekü kadar bir paranın istendiğini anımsadı; kendisi Morcerften çok daha önemli biri gibi göründüğüne göre, akimdan kendisi için sekiz bin eküye varan bir fiyat biçti. Sekiz bin ekü kırk sekiz bin frank ediyordu. Ona daha beş milyon elli bin frank kadar bir şey kalıyordu. Bu parayla her yerde işin içinden sıyrılırdı. Böylece işin içinden sıyrılacağmdan neredeyse emin olarak ve hiçbir zaman bir insan için beş milyon elli bin lira istendiği görülmemiş olduğu için, Danglars yatağına uzandı, iki üç kez


sağa sola döndükten sonra, Luigi Vampa’nın öyküsünü okuduğu kahraman kadar rahat uykuya daldı.


115 LUIGI VAMPA’NIN YEMEK LİSTESİ Danglarsin korktuğu gibi olmayan her uykunun bir uyanışı vardır. Danglars uyandı. İpek perdelere, duvarların kadife kaplı yüzeylerine, şöminedeki odunlardan beyazlaşarak yükselen ve saten tavanlardan aşağı inen güzel kokuya alışmış bir Parisli için, kireç taşından bir mağarada uyanmak kötü bir düş gibi olmalı. Keçi derisinden yatak perdesine dokunan Danglars düşünde Samoyedleri ya da La-ponları gördüğünü sanmış olmalı. Ama benzer koşullarda, en güçlü kuşkuyu gerçeğe dönüştürmek için bir saniye yeter. “Evet, evet,” diye mırıldandı Danglars, “ben Albert de Morcerfin sözünü ettiği haydutların dindeyim.” İlk hareketi, yaralı olup olmadığını anlamak için soluk almak oldu: bu, okuduğu değil, belleğinde bir şeyler tuttuğu tek kitap olan Don Kişot’ta bulduğu bir yoldu. “Hayır,” dedi, “beni ne öldürdüler, ne de yaraladılar, ama belki de soymuşlardır?” Elini hemen ceplerine soktu. Dokunmamışlardı: Roma’dan Venedik’e gitmek için ayırdığı yüz Louis altını pantolonunun cebindeydi, beş milyon elli bin franklık kredi mektubunun bulunduğu cüzdan da redingotunun cebindeydi. “Garip haydutlar,” dedi kendi kendine, “para kesemi ve cüzdanımı bana bırakmışlar! Dün akşam dediğim gibi benden


haraç alacaklar. Bak sen! Saatim de buradaymış! Şimdi bakalım saat kaç olmuş.” Danglarsin bir Breguet başyapıtı olan ve bir gün önce yola çıkmadan özenle kurduğu saati sabahın beş buçuğunu çaldı. O olmasaydı, hücreye gün ışığı girmediği için, Danglars tümüyle zamandan habersiz kalacaktı. Haydutlardan bir açıklama istemek gerekiyor muydu? Yoksa onların bir şey istemesi için sabırla beklemeli miydi? Sonuncu seçenek en ihtiyatlı olanıydı: Danglars bekledi. Öğlene kadar bekledi. Tüm bu zaman boyunca bir nöbetçi kapısında beklemişti. Nöbetçi sabah saat sekizde değiştirilmişti. O zaman Danglars kendisini kimin beklediğini görme isteği duydu. Kapının iyi birleşmemiş tahtalarının arasından, güneşin değil lamba ışığının girdiğini fark etmişti; haydutun tam da birkaç yudum rakı içtiği anda aralıklardan birine yaklaştı, içinde durduğu deriden tulum nedeniyle, rakı Danglars’ı çok iğrendiren bir koku yayıyordu. “Pöff!” dedi hücresinin dibine kadar geri geri giderek. Öğleyin, rakı içen adam bir başka görevliyle yer değiştirdi. Danglars yeni gardiyanını merak etti, yeniden aralığa yaklaştı. Bu nöbetçi atlet gibi bir hayduttu, iri gözlü, kaim dudaklı, basık burunlu bir Golyat’tı; kızıl saçları karayılanlar gibi kıvrılarak omuzlarına düşüyordu.


“Ah! ah!” dedi Danglars, “bu bir insandan çok bir canavara benziyor; ne olursa olsun ben yaşlıyım ve etim de oldukça serttir; şişman beyaz adam aşı yavan olur.” Görüldüğü gibi Danglars’ın şaka yapacak kadar aklı başındaydı. O sırada gardiyanı, bir canavar olmadığını kanıtlamak ister gibi hücre kapısının karşısına oturdu, heybesinden siyah ekmek, soğan ve peynir çıkardı ve hemen oburcasına yemeye başladı. “Böyle pislikleri nasıl olup da yiyebildiklerini anlıyorsam Arap olayım,” dedi Danglars kapının aralıklarından haydutun öğle yemeğine bir göz atınca. Gidip kendisine birinci nöbetçinin rakı kokusunu anımsatan keçi derilerinin üstüne oturdu. Ama Danglars boşuna bekliyordu, doğanın sırları anlaşılmazdır, en kaba maddelerin aç midelere gönderdiği bazı maddesel çağrıların anlamı .vardır. Danglars birden midesinin o anda bomboş olduğunu hissetti: nöbetçiyi daha az çirkin, ekmeği daha az siyah, peyniri daha taze gördü. Ama vahşilerin korkunç besini olan çiğ soğanlar ona, “Mösyö Deniseau, bana bugün basit bir yemek hazırlayın,” dediğinde aşçısının hazırladığı bazı Robert soslarını ve harika bir biçimde yaptığı soğanlı et yahnilerini anımsattı. Ayağa kalktı ve kapıya vurdu. Haydut başını kaldırdı. Danglars onun uzanmış olduğunu gördü ve yine vurdu. “Che cosaT’{231} diye sordu haydut.


“Bakın! Bakın dostum!” dedi Danglars parmaklarıyla kapıyı tıklatarak, “artık beni de doyurmayı düşünmenizin zamanı geldi sanırım!” Ama ya anlamadığından, ya da Danglars’a yemek verilmesi konusunda emir almadığından dev yeniden kendi öğle yemeğini yemeğe koyuldu. Danglars gururunun incindiğini hissetti, bu hödükle daha fazla konuşmak istemediği için, yeniden keçi postlarının üstüne yattı ve bir sözcük daha etmedi. Dört saat daha geçti; devin yerine başka bir haydut geldi. Midesinde korkunç kramplar hisseden Danglars yavaşça kalktı, gözünü bir kez daha kapının yarıklarına dayadı ve rehberinin zeki yüzünü tamdı. Bu gerçekten de nöbeti devralmaya hazırlanan Peppino idi, içinde domuz yağıyla yahni yapılmış nefis kokulu sıcak nohut yemeği bulunan bir toprak tencereyi iki bacağının arasına yerleştirip kapının karşısına oturmuştu. Peppino bu nohutlu yahninin yanma, içinde Velletri üzümleri bulunan küçük güzel bir sepet ile, hasırlı bir şişe içinde Orvietto şarabı koymuştu. Peppino kesinlikle ağzının tadını bilen biriydi. Bu yemek hazırlıklarını gören Danglars’ın ağzının suyu aktı. “Ah! Ah!” dedi tutuklu, “Bakalım bu öbüründen daha halden anlar biri mi.” Ve kibarca kapıya vurdu.


“Geliyorum,” dedi haydut. Otelci Pastrini’nin konağına gide gele sonunda Fransızca-yı birtakım deyimlerine varıncaya kadar öğrenmişti. Gerçekten de gelip kapıyı açtı. Danglars onu tanıdı, korkunç bir biçimde “Başınızı içeri sokun,” diye bağıran oydu. Ama şimdi suçlamayla yitirilecek zaman değildi. Tam tersine en sevimli yüzünü takındı ve en kibar gülümsemesiyle: “Bağışlayın mösyö,” dedi, “bana da akşam yemeği verilmeyecek mi?” “Nasıl!” diye haykırdı Peppino, “Ekselansları acıktılar mı acaba?” “Acaba mı?” diye mırıldandı Danglars; “Tam yirmi dört saattir hiçbir şey yemedim. “Evet mösyö,” diye ekledi sesini yükselterek, “açım, hem de çok açım.” “Ekselansları yemek yemek mi istiyorlar?” “Olabilirse hemen,” “Bundan kolay bir şey yok,” dedi Peppino, “burada kendinize istediğiniz her şeyi sağlayabilirsiniz, tüm dürüst Hıristiyanlarda olduğu gibi, parasını ödeyerek elbette.” “Elbette!” diye haykırdı Danglars, “her ne kadar aslında sizi yakalayan ve hapseden insanlar tutukladıkları.kişileri en azından doyurmak zorundaysalar da, karşılığını öderim elbet.” “Ah! Ekselans,” dedi Peppino, “burada böyle bir âdet yok.” “Bu çok kötü bir neden,” dedi Danglars, gardiyanını sevimliliğiyle tavlamaya çalışarak, “yine de bununla


yetinebilirim. Haydi bana yiyecek getirsinler.” “Hemen Ekselans, ne istersiniz?” Peppino çanağını, çıkan duman doğrudan Danglars’ın burun deliklerine gelecek biçimde yere bıraktı. “Ismarlayın!” dedi. “Burada mutfağınız mı var?” diye sordu bankacı. “Nasıl! Mutfağımızın olup olmadığını mı soruyorsunuz? Hem de en iyisi var.” “Ya aşçılarınız?” “Eşsizdirler!” “Pekala! Piliç, balık, av hayvanı, ne olursa, yeter ki yemek olsun.” “Nasıl isterseniz Ekselans hazretleri; piliç mi olsun?” “Evet, bir piliç.” Peppino doğrularak olanca sesiyle bağırdı. “Ekselansları için bir piliç!” Peppino’nun sesi daha kemerlerde yankılanırken genç, güzel, çevik, antik çağda balık taşıyanlar gibi yan çıplak bir adam göründü; başının üstündeki gümüş bir tabakta piliç, sadece bir piliç getiriyordu. “insan kendini Cafe de Paris’de sanacak,” diye mırıldandı Danglars. “İşte Ekselans,” dedi Peppino pilici haydutun elinden alarak, bir tabure ve keçi postundan yatakla birlikte hücrenin tüm mobilyasını oluşturan, tahta kurtlarının delik deşik ettiği bir masanın üstüne bıraktı.


Danglars bir bıçakla bir çatal istedi. “İşte Ekselans,” dedi Peppino, ucu körelmiş küçük bir bıçakla şimşirden bir çatal vererek. Danglars bir eline bıçağı, öbür eline çatalı aldı ve pilici parçalara ayırmaya hazırlandı. “Bağışlayın Ekselans,” dedi Peppino bir elini bankacının omzuna koyarak, “burada yemekten önce hesap ödenir; sonra canımız sıkılabilir, çıkarken...” “Ah! Ah!” dedi Danglars, “burası hiç de Paris gibi değil, üstelik belki de beni kazıklayacaklar, ama her şeyi soylu bir biçimde yapalım. Bakın ben her zaman İtalya’da hayatın çok ucuz olduğunu söylediklerini duydum; bir piliç Roma’da on iki kuruş olmalı.” “Alm!” dedi ve Peppino’ya bir Louis altını attı. Peppino parayı yerden aldı, Danglars bıçağı pilice yaklaştırdı. “Bir dakika Ekselans,” dedi Peppino doğrularak; “bir dakika, Ekselanslarının bana daha borçları var.” “Beni kazıklayacaklarını söylememiş miydim?” diye mırıldandı Danglars. Sonra bu zorbalığa razı olmaya karar vererek: “Bakalım şu cılız kümes hayvanı için size tıe kadar daha borcum var?” diye sordu. “Ekselansları borcuna sayılmak üzere bir Louis altını verdiler.” “Bir piliç için borcuma sayılmak üzere bir Louis altım mı?” “Kuşkusuz borcunuza sayılmak üzere.”


“İyi doğrusu... haydi! haydi!” “Ekselanslarının bana daha dört bin dokuz yüz doksan dokuz Louis altını borcu var.” Danglars bu kadar büyük şaka karşısında gözlerini faltaşı gibi açtı. “Ah! Gerçekten de çok garip,” diye mırıldandı. Ve yeniden pilici parçalarına ayırmak istedi, ama Peppino onun sağ elini sol eliyle tuttu ve öbür elini uzattı. “Haydi,” dedi. “Ne! Siz buna hiç gülmüyor musunuz?” dedi Danglars. “Biz hiç gülmeyiz, Ekselans,” dedi Peppino, bir quaker gibi ciddi. “Bir piliç yüz bin frank eder mi?” “Ekselans, bu lanet olası mağaralarda kümes hayvanı yetiştirmenin ne kadar zor olduğuna inanamazsınız.” “Haydi, haydi!” dedi Danglars, “gerçekten de bunu çok gülünç, çok eğlenceli buluyorum, ama açım, bırakın da yemeğimi yiyeyim. Alm size bir Louis altını daha dostum.” “O zaman, dört bin dokuz yüz doksan sekiz Louis daha borcunuz kalıyor,” dedi Peppino aynı soğukkanlılıkla; “sabırla onu da ödersiniz.” “Ah! Yeter artık,” dedi Danglars kendisiyle bu kadar alay edilmesine karşı çıkarak, “yeter artık, bu kadar da olmaz. Cehenneme kadar yolunuz var! Kiminle uğraştığınızı bilmiyorsunuz.” Peppino bir işaret verdi, genç adam ellerini uzattı ve hemen pilici ortadan kaldırdı. Danglars kendini keçi postundan


yatağına attı, Peppino kapıyı yeniden kilitledi ve domuz yağlı nohutlu yahnisini yemeye koyuldu. Danglars Peppino’nun ne yaptığım göremiyordu, ama haydutun dişlerinin tıkırtısı tu-tukluda onun ne yaptığı konusunda hiç kuşku bırakmıyordu. Yemek yediği çok belliydi, üstelik gürültülü bir biçimde ve terbiyesiz bir adam gibi yiyordu. “Kaba herif!” dedi Danglars. Peppino duymamış gibi yaptı ve başını bile çevirmeden akıllı uslu yemeğini yemeye devam etti. Danglars’ın midesi Danaos kızlarının{232} fıçıları gibi delik deşikti sanki. Hiçbir zaman dolduramayacağına inanıyordu. Yine de bir yarım saat daha sabretti, ama doğrusu bu yarım saat ona bir yüzyıl gibi geldi. Kalktı ve yeniden kapıya gitti. “Haydi mösyö,” dedi, “beni daha uzun zaman bekletmeyin, benden ne istediğinizi hemen söyleyin.” “Ama Ekselans, asıl siz bizden ne istediğinizi söyleyin... Emir verin, yerine getirelim.” “O zaman önce kapıyı açın.” Peppino açtı. “Allah kahretsin, istiyorum!”

yemek

istiyorum,

“Aç mısınız?” “Bunu çok iyi biliyorsunuz.” “Ne yemek istersiniz Ekselans?”

yemek

yemek


“Bu lanet olası mağaralarda piliçler bu kadar pahalı olduğuna göre bir parça kuru ekmek istiyorum.” “Ekmek mi? Olur,” dedi Peppino. “Hey! Ekmek!” diye bağırdı. Genç çocuk küçük bir ekmek getirdi. “İşte!” dedi Peppino. “Ne kadar?” diye sordu Danglars. “Dört bin dokuz yüz doksan sekiz Louis. Daha önceden iki Louis ödemiştiniz.” “Nasıl? Bir ekmek yüz bin frank mı?” “Yüz bin frank,” dedi Peppino. “Ama bir piliç için de sadece yüz bin frank istememiş miydiniz?” “Yemeklerimizde liste fiyatı uygulanmaz, fiyatlar değişmez. İster az yiyin, ister çok, ister tek yemek isteyin ister on tabak, rakam her zaman aynıdır.” “Yine bir şaka! Sevgili dostum, size bunun saçma olduğunu, budalaca olduğunu açıklıyorum! Açlıktan ölmemi istiyorsanız, bunu hemen söyleyin, böylesi daha kolay olur.” “Hayır Ekselans, kendinizi öldürmek isteyen sizsiniz. Parasını ödeyin, yemeğinizi yiyin.” “Neyle ödeyeyim koca hayvan?” dedi Danglars çileden çıkarak, “insanın cebinde yüz bin frankı olur mu sanıyorsun?” “Sizin cebinizde beş milyon elli bin frankınız var Ekselans,” dedi Peppino: “Elli piliç yüz bin frank, elli yanm piliç ise elli bin frank eder.”


Danglars ürperdi; gözlerindeki perde indi: bunların hepsi bir şakaydı, ama sonunda anlamıştı. Doğrusu artık bu şakayı biraz öncesi kadar yavan bulmuyordu. “Bakın,” dedi, “bakın: bu yüz bin frankı verdiğimde en azından ödeşmiş olacak mıyız? Her şeyi yiyebilecek miyim?” “Elbette,” dedi Peppino. “Peki bu parayı size nasıl vereceğim?” dedi Danglars daha rahat soluk alarak. “Bundan kolay ne var: Roma’da Via dei Banchi’de bulunan Mösyö ve Mösyö Thomson ve French bankasında açık krediniz var; bana bu beylere yazılmış dört bin dokuz yüz doksan sekiz Louis karşılığı olan bir senet verin, bankacımız bizim için bunu alır.” Danglars en azından saygın bir biçimde iyi niyetini göstermek istedi, Peppino’nun kendisine verdiği kağıdı ve kalemi aldı, borç senedini yazdı ve imzaladı. “Buyrun,” dedi, “işte hamiline yazılmış senediniz.” “İşte sizin de piliciniz.” Danglars içini çekerek pilici parçalara ayırdı: bu kadar büyük paraya bu piliç çok zayıf görünüyordu. Peppino’ya gelince, kağıdı dikkatle okudu, sonra cebine koydu ve domuz yağlı nohut yahnisini yemeye devam etti.


116 BAĞIŞLAMA Ertesi gün Danglars yine acıktı; bu mağaranın havası hiç de iştah açıcı değildi; tutuklu o gün artık hiçbir harcama yapmayacağım sandı: tutumlu bir adam olarak pilicinin yarısını ve ekmeğinin bir parçasım hücresinin bir köşesine saklamıştı. Ama insan acıkmasa da susar: işte bunu hesaplamamıştı. Dili damağına yapışmcaya kadar susuzlukla savaştı. Sonunda içini saran ateşe dayanamayıp seslendi. Nöbetçi kapıyı açtı; bu yeni bir yüzdü. Eski tanıdığıyla iş yapmanın onun için daha iyi olacağını düşündü. Peppino’yu çağırdı. “İşte geldim Ekselans,” dedi haydut, Danglars’a iyi bir belirti gibi gelen bir acelecilikle ortaya çıkarak, “ne istiyorsunuz?” “Bir şey içmek,” dedi tutuklu. “Ekselans,” dedi Peppino, “Roma civarında şarabın fiyatın içinde olmadığını biliyorsunuz.” “O zaman bana su verin,” dedi Danglars çizmesini parlatmaya çalışarak. “Ah! Ekselans, su şaraptan daha zor bulunuyor; o kadar büyük bir kuraklık oldu ki!” “Anlaşılan yeniden başlıyoruz,” dedi Danglars. Zavallı, şaka yapıyormuş gibi görünmek için gülümserken, şakaklarının terden sırılsıklam olduğunu hissediyordu.


“Haydi dostum,” dedi Danglars, Peppino’nun aldırmaz bir tavırla durduğunu görerek, “sizden bir bardak şarap istiyorum, beni geri mi çeviriyorsunuz?” “Size daha önce de söyledim Ekselans,” diye yanıt verdi Peppino ciddi bir biçimde, “perakende satmıyoruz.” “O zaman bana bir şişe şarap verin.” “Hangisinden?" “En ucuzundan.” “Hepsinin fiyatı aynıdır.” “Kaça?” “Şişesi yirmi beş bin frank.” “Ne diyorsunuz!” diye haykırdı Danglars acıyla, ancak Harpagon bunun insan sesinin hangi perdesinden çıktığını saptayabilirdi, “benim derimi mi yüzmek istiyorsunuz? Bu beni parça parça yemekten daha kolay galiba.” “Olabilir,” dedi Peppino, “belki de efendimizin niyeti budur.” “Efendiniz mi? O da kim?” “Sizi önceki gün yamna götürdüğümüz kişi.” “Nerede?” “Burada.” “Onu görmem gerek.” “Bu kolay.” Bir saniye sonra Luigi Vampa, Danglarsin karşısındaydı.


“Beni mi çağırdınız?” diye sordu tutukluya. “Beni buraya getirenlerin reisi siz misiniz mösyö?” “Evet Ekselans.” “Benden haraç olarak ne istiyorsunuz?” “Sadece üzerinizdeki beş milyonu.” Danglars korkunç bir krampın yüreğini sıktığım hissetti. “Dünyada elimde kalan sadece bu mösyö, büyük bir servetin kalıntısı bu para: onu benden alacağınıza canımı alın daha iyi.” “Kan dökmemiz yasak Ekselans.” “Bunu size kim yasakladı?” “Boyun eğdiğimiz kişi.” “Siz birine boyun eğiyor musunuz?” “Evet, bir şefe.” “Ben sizin şef olduğunuzu sanıyordum.” “Ben bu adamların şefiyim, ama bir başkası da benim şefim.” “Bu şef de birine boyun eğiyor mu?” “Evet.” “Kime?” “Tanrıya.” Danglars bir an düşündü. “Sizi anlayamıyorum,” dedi.


“Olabilir.” “Bana böyle davranmanızı size bu şef mi söyledi?” “Evet.” “Amacı nedir?” “Bu konuda hiçbir şey bilmiyorum.” “Ama param bitecek.” “Olabilir.” “Haydi,” dedi Danglars, “bir milyon ister misiniz?” “Hayır.” “İki milyon?” “Hayır.” “Üç milyon?... Dört?... Haydi haydi dört olsun mu? Beni bırakmanız koşuluyla bunu size veririm.” “Neden bize beş milyon değerindeki bir şey için dört milyon veriyorsunuz?” dedi Vampa; “bu tefecilik sinyor bankacı, ya da ben bir şey bilmiyorum.” “Hepsini alın! Hepsini alın diyorum size!” diye haykırdı Danglars, “öldürün beni!” “Haydi haydi, sakin olun Ekselans, sinirleneceksiniz, bu da günde bir milyonluk yemek yemek için iştahınızı kabartacak, hay Allah, daha tutumlu olun!” “Ya size ödeyecek param kalmadığında ne olacak?” “O zaman aç kalacaksınız.” “Aç mı kalacağım?” dedi Danglars benzi atarak. “Olabilir,” diye yanıt verdi Vampa soğukkanlılıkla.


“Ama beni miydiniz?”

öldürmek

istemediğinizi

söylememiş

“Bu aynı şey değil.” “Pekala! Sefiller!” diye haykırdı Danglars, “Sizin iğrenç hesaplarınızı altüst edeceğim, ölmekse ölmek, bunun hemen olmasını ne kadar isterdim; bana acı çektirin, işkence edin bana, öldürün, ama artık benden imza alamayacaksınız!” “Nasıl isterseniz Ekselans,” dedi Vampa. Ve hücreden çıktı. Danglars kükreyerek kendini keçi postlarının üstüne attı. Bu adamlar kimlerdi? Bu görünmeyen şef kimdi? Onunla ilgili ne gibi tasarıları vardı? Herkes kendini kurtarırken neden sadece o bunu yapamıyordu? Ah! Kuşkusuz ölüm, şiddetli ve çabuk bir ölüm, ondan anlaşılmaz bir intikam almak istiyor gibi görünen zorlu düşmanlarını aldatmak için iyi bir yoldu. Evet, ama ölmek! Danglars, uzun meslek hayatı boyunca belki de ilk kez hem onu isteyip hem ondan korkarak ölümü düşünüyordu; ama artık insanların içinde yaşayan ve kalbin her atışında ona “Öleceksin!” diyen acımasız hayaleti görmekten vazgeçmenin zamanı gelmişti. Danglars, avın canlandırdığı, sonra umutsuzluğa düşürdüğü, sonra da umutsuz kala kala kimi zaman kurtulmayı başaran vahşi hayvanlara benziyordu. Danglars kaçmayı düşündü:


Ama duvarlar da kayaydı; hücrenin dışına giden tek çıkışta bir adam kitap okuyordu, bu adamın arkasında silahlı gölgelerin gelip geçtiği görülüyordu. İmza atmama kararı iki gün sürdü, sonra yiyecek istedi ve bir milyon verdi. Ona harika bir yemek getirdiler ve bir milyonunu aldılar. Ondan sonra zavallı tutuklunun yaşamı sürekli saçmalıklarla geçti. O kadar acı çekmişti ki, artık acı çekme tehlikesiyle karşı karşıya kalmak istemiyordu ve istenen her şeye razı oluyordu; onikinci günün sonunda, bir öğleden sonra, servetinin doruğunda olduğu günlerdeki gibi iyi bir akşam yemeği yedikten sonra hesaplarını yaptı ve hamiline ödenmek üzere verdiği onca senetten sonra kendisine sadece elli bin frank kaldığını fark etti. O zaman kendisinde garip bir tepki oluştu: beş milyonu onlara bırakan Danglars geriye kalan elli bin frankı kurtarmaya çalıştı; bu elli bin frankı vermektense her şeyden yoksun bir yaşam sürdürmeye karar verdi, deliliğe varan küçük umutlar beslemeye başladı; uzun zamandır Tanrıyı unutmuş olan Danglars, Tanrının kimi zaman mucizeler yarattığını düşündü: mağara yıkılabilirdi, papalık jandarmaları bu lanet olası sığmağı keşfedebilir ve gelip onu kurtarabilirlerdi; işte o zaman elli bin frankı ona kalırdı; bu elli bin frank bir adamın açlıktan ölmesini engellemek için yeterli bir paraydı; Tanrıya bu elli bin frankı kendisine bırakması için dua etti ve dua ederken ağladı. Üç gün böyle geçti, bu süre içinde Tanrı yüreğinde değilse de en azından dilindeydi; zaman zaman kendinden geçtiği


anlar oluyordu, o zamanlarda pencereden, yoksul bir odada kötü bir yatakta can çekişen bir ihtiyar gördüğünü sanıyordu. Bu ihtiyar da açlıktan ölüyordu. Dördüncü gün o artık bir insan değil yaşayan bir ölüydü; yerden o zamana kadar yemiş olduğu yemeklerin artıklarını toplamış, yeri örten hasırdan parçalar yemeye başlamıştı. O zaman koruyucu meleğine yalvarır gibi Peppino’ya kendisine yemek vermesi için yalvardı; bir lokma ekmek için ona bin frank önerdi. Peppino yanıt vermedi. Beşinci gün, hücrenin girişine kadar emekleyerek gitti. “Siz Hıristiyan değil misiniz?” dedi dizlerinin üzerinde doğrularak; “Tanrının karşısında kardeşiniz olan bir insanı öldürmek mi istiyorsunuz? “Ah! Eski dostlarım, eski dostlarım!” Ve yüz üstü yere kapaklandı. Sonra bir tür umutla ayağa kalkarak: “Şef!” diye haykırdı, “şef!” “Buradayım!” dedi Vampa birden ortaya çıkarak; “yine ne istiyorsunuz?” “Son kuruşumu da alm,” deyi kekeledi Danglars cüzdanını uzatarak, “bırakın bu mağarada yaşayayım; artık özgür olmak istemiyorum, sadece yaşamak istiyorum.” “Acı mı çekiyorsunuz?” diye sordu Vampa. “Ah! Evet, acı çekiyorum, hem de çok.”


“Yine de sizden daha çok acı çekmiş insanlar var.” “Sanmıyorum.” “Öyle. Açlıktan ölenler var.” Danglars, sannlarla dolu saatlerde yoksul odanın pencerelerinden yatağının üstünde inlerken gördüğü ihtiyarı düşündü. Bir inilti çıkararak başını yere vurdu. “Evet, doğru, benden daha çok acı çekenler oldu, ama onlar en azından şehit oldular.” “En azından pişmanlık duyuyor musunuz?” dedi boğuk ve ciddi, Danglarsin başındaki saçlan diken diken eden bir ses. Zayıflayan gözleri eşyaları seçmeye çalıştı ve haydutun arkasında bir paltoya sarınmış, taştan duvar ayağının gölgesinde kaybolmuş bir adam gördü. “Ne için pişman olmam gerekiyor?” diye kekeledi Danglars. “Yaptığınız kötülükten,” dedi aynı ses. “Ah! Evet, pişmanım! Pişmanım!” diye haykırdı Danglars. Ve zayıf yumruğuyla göğsüne vurdu. “O zaman sizi bağışlıyorum,” dedi adam mantosunu atıp, aydınlığa gelmek için bir adım ilerleyerek. “Monte Kristo Kontu!” dedi Danglars bir saniye önce açlık ve sefaletten olduğundan daha çok dehşetten benzi atarak. “Yanılıyorsunuz; ben Monte Kristo Kontu değilim.” “O zaman kimsiniz?”


“Ben sizin sattığınız, ele verdiğiniz, onurunu yerle bir ettiğiniz insanım; nişanlısını kötü yola düşürdüğünüz insanım; servetinizi artırmak için çiğnediğiniz insanım; babasını açlıktan öldürdüğünüz, açlıktan ölüme mahkum ettiğiniz, ama kendisinin de bağışlanmaya ihtiyacı olduğu için sizi bağışlayan insanım: Ben Edmond Dantes’im. Danglars sadece bir çığlık atarak yere yuvarlandı. “Ayağa kalkın,” dedi kont, “hayatınız kurtuldu; öbür iki ortağınızın böyle bir şansları olmadı: biri delirdi, öbürü öldü! Elinizde kalan elli bin frank sizin olsun, bunu size armağan ediyorum; öksüzler yurdundan çaldığınız beş milyona gelince, bu para bilinmeyen bir el tarafından onlara geri verildi. “Şimdi yiyin, için; bu akşam konuğumsunuz. “Vampa, bu adam karnı doyunca özgür kalsın.” Kont uzaklaşırken Danglars yuvarlandığı yerde kaldı; başını kaldırdığında koridorda kaybolan, haydutların önünde eğildiği bir tür gölgeden başka bir şey görmedi. Danglars’a, kontun emrettiği gibi, Vampa hizmet etti, ona İtalya’nın en güzel meyvelerini ve en iyi şarabını getirtti, onu posta arabasına bindirdi, yolda sırtını bir ağaca dayayıp bıraktı. Danglars nerede olduğunu bilmeden gün ağarmcaya kadar orada kaldı. Güneş doğduğunda bir ırmak kenarında olduğunu fark etti: susamıştı, ırmağa kadar güçlükle sürüklendi.


Su içmek için eğildiğinde saçlarının bembeyaz olduğunu gördü.


117 BEŞ EKİM Saat neredeyse akşamın beşi olmuştu; güzel bir sonbahar güneşi opal rengi havayı altın ışıklarıyla dolduruyor ve gökyüzünden mavimsi denize düşüyordu. Havanın sıcaklığı yavaş yavaş azalmıştı, kavurucu öğle uykusunun ardından uyanan doğanın soluk alışma benzeyen hafif bir meltem, Akdeniz kıyılarını serinleten, ağaçların denizin acımsı kokusuna karışan güzel kokularını kıyılardan kıyılara taşıyan tatlı rüzgar hissedilmeye başlamıştı. Cebelitarık’tan Çanakkale Boğazı’na, Tunus’tan Venedik’e kadar uzanan bu büyük göl üzerinde hafif, zarif biçimli ve güzel bir yat akşamın ilk buğulan arasında kayıyordu. Gidişi, kanatlarını rüzgara açan ve suyun üstünde kayar gibi giden bir kuğunun hareketine benziyordu. Arkasında fosforlu izler bırakarak hızlı ve zarif bir biçimde ilerliyordu. Son ışıklarını gördüğümüz güneş batı ufkunda yavaş yavaş kaybolmuştu, ama zamansız ışıkları, mitolojinin parlak düşlerine hak vermek içinmiş gibi her dalganın üstünde yeniden ortaya çıkıyor, alev tanrısının, Amphitrite’in{233} göğsüne saklandığını, onun da âşığını mavi mantosunun kıvrımlan arasına boşuna saklamaya çalıştığını göstermek istiyordu sanki. Görünüşte, ancak bir genç kızın bukleli saçlarını dalgalandıracak kadar bir rüzgar esiyor olsa da, yat hızla ilerliyordu. Pruvada uzun boylu, yanık tenli, iri gözlü bir adam, karanın koni gibi yerleştirilmiş karanlık bir kütle biçiminde, büyük bir


Katalan şapkası gibi dalgaların ortasından çıkarak kendine doğru geldiğini görüyordu. “Monte Kristo orada mı?” diye sordu yolcu derin bir hüzün taşıyan ciddi bir sesle; küçük yat geçici olarak onun emirlerine boyun eğiyor gibiydi. “Evet, Ekselans,” diye yanıt verdi kaptan, “geliyoruz.” “Geliyoruz!” diye mırıldandı yolcu anlatılmaz mutsuz bir ses tonuyla. Sonra alçak sesle ekledi: “Evet, liman orada olmalı!” Ve yeniden gözyaşlarından daha hüzün verici bir gülümsemeyle kendini belli eden düşüncelere daldı. Birkaç dakika sonra, karada yanıp hemen sönen bir ışık görüldü, yola kadar ulaşan bir silah sesi duyuldu. “Ekselans,” dedi kaptan, “işte karadan bir işaret geldi, buna siz kendiniz yanıt vermek ister misiniz?” “Ne işareti?” diye sordu yolcu. Kaptan elini adaya doğru uzattı, yamaçlarda genişleyerek bölünen kalın bir duman bulutu beyazımtırak ve tek başına yükseliyordu. “Ah! Evet,” dedi yolcu, bir düşten uyamyormuş gibi, “Verin.” Patron ona doldurulmuş bir karabina'verdi; yolcu bunu aldı, yavaşça kaldırdı ve havaya ateş etti.


On dakika sonra yelkenler istinga ediliyor ve küçük limanın yüz elli ayak uzağına demir atılıyordu. Kayık dört kürekçi ve bir gemi kılavuzu ile denize indirilmişti bile; yolcu indi ve kayığın kendisi için mavi bir halıyla süslenen kıç tarafına oturacağına kollarını kavuşturup ayakta durdu. Kürekçiler, kanatlarım kurutan kuşlar gibi, küreklerini yarıya kadar kaldırmış bekliyorlardı. “Haydi!” dedi yolcu. Sekiz kürek aynı anda ve bir damla su bile sıçratmadan denize indi, sonra kayık kendini bu akışa bırakarak hızla kaydı. Bir anda doğal bir oyuğun oluşturduğu küçük bir koya gelmişlerdi; kayık ince kumlu bir dibe oturdu. “Ekselans,” dedi gemi kılavuzu, “adamlarımızdan ikisinin omuzlarına çıkın, onlar sizi karaya çıkarırlar.” Genç adam bu çağrıya tümüyle kayıtsız bir hareketle yanıt verdi, bacaklarını kayıktan çıkardı ve kendini kemerine kadar gelen suya bıraktı. “Ah! Ekselans,” diye mırıldandı kılavuz, “bu yaptığınız kötü bir şey, kendinizi efendimize azarlatacaksınız.” Genç adam arkasında en düz zemini bulmaya çalışan iki gemiciyle birlikte kıyıya doğru ilerlemeye devam etti. Otuz adım kadar sonra kıyıya ulaştılar; genç adam ayaklarını kuru toprağın üstünde sallıyor, gözleriyle çevresinde ona işaret edebilecekleri yolu araştırıyordu, çünkü gece iyice karanlıktı.


Başını çevirdiği sırada omzuna bir el kondu ve bir ses içini titretti. “Merhaba Maximilien,” diyordu bu ses, “çok dakiksiniz, teşekkür ederim!” “Siz misiniz kont,” diye haykırdı genç adam sevince benzeyen bir hareketle ve Monte Kristo’nun elini iki elinin arasında sıkarak. “Evet, görüyorsunuz ben de sizin kadar dakiğim, ama siz sırılsıklamsınız dostum: Calypso’nun Telemaque’a dediği gibi üstünüzü değiştirmeniz gerek. Gelin haydi, burada sizin için hazırlanmış, üşümenizi ve yorgunluğunuzu tümüyle giderecek bir barınak var.” Monte Kristo, MorTel’in arkasını döndüğünü fark etti ve bekledi. Gerçekten de genç adam kendisini buraya getirenlerin tek söz söylemediklerini, onlara para ödemediğini ve onların yine de gitmiş olduklarını şaşkınlıkla gördü. Şimdiden yata dönmekte olan kayığın kürek sesleri duyuluyordu. “Ah! Evet,” dedi kont, “denizcileri mi arıyorsunuz?” “Elbette, onlara hiç para vermedim, yine de gittiler.” “Siz hiç bununla ilgilenmeyin Maximilien,” dedi Monte Kristo gülerek, “adama gelen yük ve yolcuların vergiden bağışık olmaları konusunda denizcilerle bir anlaşmam var. Uygar ülkelerde söylendiği gibi ben aboneyim.” Morrel konta şaşkınlıkla baktı. “Kont,” dedi ona, “siz Paris’teki insan değilsiniz.”


“Bu da ne demek oluyor?” “Evet, burada gülüyorsunuz.” Monte Kristo’nun yüzü birden karardı. “Bana beni anımsatmakta haklısınız Maximilien,” dedi, “sizi görmek benim için mutluluktu ve tüm mutluluklar geçicidir.” “Ah! Hayır, hayır kont!” diye haykırdı Morrel dostunun elini yine elleri arasına alarak; “tam tersine gülün, mutlu olun siz ve kayıtsızlığınızla bana yaşamın sadece acı çekenler için kötü olduğunu kanıtlayın. Ah! Siz çok merhametlisiniz, iyisiniz, büyüksünüz dostum, bana cesaret vermek için kendinizi neşeli gösteriyorsunuz.” “Yanılıyorsunuz Morrel,” dedi Monte Kristo, “ben gerçekten mutluydum.” “O zaman beni unutmuştunuz, bu daha iyi!” “Bu da ne demek oluyor?” “Evet, çünkü bildiğiniz gibi dostum, arenaya giren gladyatörlerin ulu imparatora dediği gibi ben de size ‘Ölecek olan adam seni selamlıyor,’ diyorum.” “Acınız geçmedi mi?” diye sordu Monte Kristo garip bir bakışla. “Ah!” dedi Morrel acı dolu bir bakışla, “acımın geçeceğine gerçekten inanmış mıydınız?” “Dinleyin,” dedi kont, “benim sözlerimi iyi anlıyorsunuz, değil mi Maximilien? Beni sıradan bir adam gibi, belirsiz ve anlamsız şeyler söyleyen bir geveze gibi görmüyorsunuz


değil mi? Size acınızın geçip geçmediğini sorduğumda, size bunu kalbinde artık hiçbir sırrı olmayan bir adam gibi soruyorum. Pekala, Morrel, birlikte yüreğinizin derinliklerine inelim ve onu araştıralım. Sineğin soktuğu aslanın sıçraması gibi bedeninizi sıçratan acının ateşli sabırsızlığını hâlâ duyuyor musunuz? Hâlâ ancak mezarda bitecek iç kemiren susuzluğu duyuyor musunuz? Ölümün arkasından bir canlıyı yaşamın dışına atan özlemin ülküselliği var mı içinizde? Yoksa bu sadece tükenmiş bir cesaretin bitkinliği, parıldamaya çalışan umut ışığını boğan sıkıntı mı? Gözyaşlarının çaresizliğini getiren belleğin yitirilişi mi? Ah! Dostum, eğer böyleyse, artık ağlayamıyorsanız, uyuşmuş yüreğinizi ölmüş samyorsanız, artık Tanrıdan başka gücünüz yoksa, sadece gökyüzüne bakıyorsanız dostum, ruhumuzun kendilerine verdiği anlamlara çok dar gelen sözcükleri bir yana bırakalım. Maximilien, acılarınız dinmiş, artık yakınmayın.” “Kont,” dedi Morrel hem yumuşak hem de kararlı bir sesle, “kont, konuşurken elini toprağa uzatmış, gözlerini göğe kaldırmış bir insanı dinler gibi dinleyin beni: bir dostun kollarında ölmek için yanınıza geldim. Kuşkusuz sevdiğim insanlar var: kız kardeşim Ju-lie’yi seviyorum, kocası Emmanuel’i seviyorum, ama güçlü kolların bana açılmasına, son anlanmda bana gülümsenmesine ihtiyacım var; kız kardeşim gözyaşlarına boğulacak ve bayılacaktı, onun acı çektiğini görecektim, oysa ben yeterince acı çektim; Emmanuel benim elimden silahı alacak ve tüm evi haykırışlarıyla dolduracaktı. Oysa söz verdiğim siz, bir insandan daha fazla bir şey olan siz, ölümlü olmasaydınız Tanrı diyebileceğim siz, beni yavaşça ve sevgiyle ölümün kapılarına götüreceksiniz, değil mi?”


“Dostum,” dedi kont, “içimde hâlâ bir kuşku var: acınızı bu kadar gururla sergileyecek kadar az mı gücünüz var?” “Hayır, görüyorsunuz ben sıradan bir insanım,” dedi Morrel elini konta uzatarak, “nabzım ne eskisinden az atıyor ne de çok. Yolun sonuna geldiğimi hissediyorum; hayır, daha uzağa gitmeyeceğim. Bana beklemekten ve umut etmekten söz ettiniz; mutsuz bilge adam, ne yaptığınızı biliyor musunuz? Bir ay bekledim, yani bir ay acı çektim! Umut ettim, -insan zavallı ve sefil bir yaratıktır- umut ettim, neyi mi? Hiç bilmiyorum, bilmediğim, saçma, usa aykırı bir şeyi! Bir mucizeyi... ama hangi mucizeyi? Bunu ancak adına umut denen bu çılgınlığı aklımıza sokan Tanrı söyleyebilir. Evet, bekledim; evet, umut ettim kont ve konuştuğumuz şu çeyrek saat boyunca yüz kez bilmeden benim kalbimi kırdınız, işkence ettiniz, çünkü sözlerinizin her biri bana, benim için artık hiç umut kalmadığını kanıtlıyor. Ah! Kont! Ne kadar zevkle ve rahatça öleceğim!” Morrel bu son sözleri kontu ürpertecek kadar büyük bir güçle söylemişti. “Dostum,” diye devam etti Morrel, kontun sustuğunu görerek, “benden ertelemenin sonu olarak 5 Ekim tarihini istemiştiniz... dostum, bugün 5 Ekim...” Morrel saatini çıkardı. “Saat dokuz, yaşayacak daha üç saatim var.” “Olsun,” diye yanıt verdi Monte Kristo, “gelin.” Morrel makine gibi kontu izledi, Maximilien’in daha önce fark etmediği bir mağaranın içindeydiler.


Ayaklarının altında halılar olduğunu gördü; bir kapı açıldı, güzel kokular her yanını sardı, parlak bir ışık gözlerini kamaştırdı. Morrel daha ileri gidip gidemeyeceğine karar veremeyerek durdu; çevresini saran gev-şetici zevklerden kuşku duyuyordu. Monte Kristo onu yavaşça çekti. “Bize kalan üç saati, imparatorları ve mirasçıları Neron tarafından mahkum edilmiş, ölümü çiçeklerle donanmış bir sofraya oturup güllerin ve günebakanların güzel kokusuyla içlerine çeken eski Romalılar gibi geçirmemiz iyi olmaz mı?” dedi. Morrel gülümsedi. “Nasıl isterseniz,” dedi, “ölüm her zaman ölümdür, yani unutuştur, yani dinlenmedir, yani hayatın, sonuç olarak da acının yok olmasıdır.” Oturdu, Monte Kristo da karşısına oturdu. Daha önceden betimlemesini yapmış olduğumuz, mermer heykellerin başlarının üstünde her zaman çiçek ve meyve dolu sepetler taşıdıkları o harika yemek odasmdaydılar. Morrel her şeye şöyle bir bakmıştı ve büyük bir olasılıkla hiçbir şey görmemişti. “Erkek erkeğe konuşalım,” dedi gözlerini konta dikerek. “Konuşun öyleyse,” diye karşılık verdi kont. “Kont,” dedi Morrel, “siz tüm insan bilgilerinin bir özetisiniz, benim üzerimde, bizimkinden daha ileri ve daha


bilgili başka bir dünyadan gelmişsiniz gibi bir izlenim yaratıyorsunuz.” “Bunda biraz gerçek payı var Morrel,” dedi kont onu o kadar güzelleştiren hüzünlü gülümsemesiyle, “ben acı adlı bir gezegenden geldim.” “Bana söylediğiniz her şeye, anlamını daha fazla araştırmadan inanıyorum kont, bunun kanıtı da şu: bana yaşamamı söylediniz ve ben de yaşadım; bana umut etmemi söylediniz, ben de umut ettim ya da neredeyse umut ettim.' Hattâ size, daha önce bir kez ölmüşsünüz gibi bir şey sormaya cesaret edeceğim: kont, bu insanın canını yakıyor mu?” Monte Kristo Morrel’e anlatılmaz bir sevgi ifadesiyle bakıyordu. “Evet,” dedi, “evet, eğer inatla yaşamak isteyen bu ölümlü kılıfı sert bir biçimde paramparça ederseniz kuşkusuz bu insanın canını çok yakıyor. Eğer etinizi bir hançerin görünmez dişleri altında inletirseniz, en küçük sarsıntının acı verdiği beyninizi, her an yolunu kaybetmeye hazır akılsız bir kurşunla delmek isterseniz kuşkusuz acı çekersiniz ve umutsuz can son saatlerinizin ortasında hayatı bu kadar pahalıya malolmuş bir huzurdan daha iyi bularak, çok kötü bir biçimde terk edersiniz.” “Evet, anlıyorum,” dedi Morrel, “hayatın da ölüm gibi acılı ve keyifli sırları var, önemli olan onları bilmek.” “Çok doğru, Maximilien, şimdi önemli sözcüğü buldunuz. Ölüm, bizim onu iyi ya da kötü yorumlamakta gösterdiğimiz özene göre, ya bizi bir dadı kadar tatlılıkla sallayan bir dost, ya da ruhumuzu bedenimizden şiddetle söküp çıkaran bir düşmandır. Bir gün, dünyamız binlerce yıl yaşadıktan sonra,


doğanın tüm yıkıcı güçlerinin efendisi olup onları tüm insanlığın rahatlığı için kullandığımızda, insanlar, biraz önce söylediğiniz gibi, ölümün sırlarını öğrenecekler, o zaman ölüm, sevgilimizin kollarında tattığımız uyku kadar tatlı ve zevkli olacak.” “Eğer ölmek isteseydiniz kont, böyle mi ölmek isterdiniz?” “Evet.” Morrel ona elini uzattı. “Şimdi bana neden burada, okyanusun ortasındaki bu ıssız adada, bu yeraltı sarayında, bir firavunun bile imreneceği bu mezarda randevu verdiğinizi anlıyorum: bu beni sevdiğiniz için, değil mi kont? Bana biraz önce sözünü ettiğiniz ölümlerden birini, can çekişmeden gelecek bir ölümü, Valentine’in adını söyleyerek ve sizin elinizi tutarak karşılayacağım bir ölümü sağlayacak kadar beni sevdiğiniz için değil mi?” “Evet, tam da tahmin ettiğiniz gibi Morrel,” dedi kont yalınlıkla, “ben ölümü böyle anlıyorum.” “Sağolun; yarın artık acı çekmeyeceğim düşüncesi zavallı yüreğimi rahatlatıyor.” “Hiçbir şeyi özlemeyecek misiniz?” diye sordu Monte Kristo. “Hayır,” yanıtını verdi Morrel. “Beni de mi?” diye sordu kont büyük bir heyecanla. Morrel durdu; saf bakışları birden buğulandı, sonra alışılmamış bir ışıkla parladı; gözünden iri bir damla yaş çıktı ve yanağında gümüş rengi bir iz bırakarak aşağı indi.


“Ne!” dedi kont, “içinizde bu dünyaya bir özlem duyarken öleceksiniz, ha!” “Ah! Size yalvarıyorum,” diye haykırdı Morrel güçsüzleşmiş bir sesle, “artık tek söz etmeyin kont, çektiğim işkenceyi daha fazla uzatmayın!” Kont Morrel’in gücünü yitirdiğini sandı. Bu bir anlık inamş, eskiden bir kez If Şatosu’nda bastırdığı korkunç kuşkuyu içinde yeniden canlandırdı. “Bu insanı mutlu etmeye uğraşıyorum,” diye düşündü, “ben onarmaya çalıştığım bu insana, bir kefesine kötülüğü bıraktığım terazinin öbür kefesine atılmış bir ağırlık gibi bakıyorum. Ya şimdi yanılıyorsam, bu insan mutluluğu hak edecek kadar mutsuz değilse! Ne yazık! Kendime iyiliği anlatabilmek için, kötülüğü unutamayan ben ne olacağım? “Dinleyin Morrel,” dedi, “acınız çok büyük, bunu görüyorum, ama yine de Tanrıya inamyorsunuz ve ruhunuzun kurtuluşunu tehlikeye atmak istemiyorsunuz.” Morrel üzüntüyle gülümsedi. “Kont,” dedi, “istemeye istemeye şiirsellik yaratmadığımı bilirsiniz, ama size yemin ederim, ruhum artık bana ait değil.” “Dinleyin Morrel,” dedi kont, “biliyorsunuz, dünyada kimsem yok. Sizi oğlum gibi görmeye alıştım: Oğlumu kurtarmak için hayatımı veririm, servetimi haydi haydi veririm.” “Ne demek istiyorsunuz?” “Yaşamın büyük bir servete sağladığı tüm mutlulukları bilmediğiniz için yaşamdan ayrılmak istediğinizi söylemek


istiyorum Morrel,” dedi kont. “Benim yüz milyona yakın bir param var, size bunu veriyorum Morrel; böyle bir servetle istediğiniz her şeyi elde edebilirsiniz. Hırsınız mı var? Önünüzde her yol açılır. Dünyayı altüst edin, dünyanın yüzünü değiştirin, duyulmamış deneyimlere girişin, gerekirse suç işleyin, ama yaşayın.” “Kont, bana sözünüz var,” dedi soğuk bir biçimde Morrel, sonra saatine bakarak, “saat on bir buçuk,” diye ekledi. “Morrel, benim evimde, gözlerimin önünde bunu mu düşünüyorsunuz?” “O zaman bırakın da gideyim,” dedi Maximilien yüzü gölgelenerek, “yoksa, beni benim için değil, kendiniz için sevdiğinize inanacağım.” Ve ayağa kalktı. “Bu iyi,” dedi yüzü bu sözler üzerine aydınlanan Monte Kristo; “bunu istiyorsunuz, çok katısınız; evet! Çok fazla mutsuzsunuz ve sizi sadece bir mucizenin kurtarabileceğini söylemiştiniz; oturun Morrel ve bekleyin.” Morrel isteneni yaptı. Bu kez Monte Kristo ayağa kalktı, özenle kapanmış bir dolaba gitti, elinde altın bir zincirin ucundan sarkan bir anahtar vardı, dolaptan üstünde harika kabartmalar ve oymalar olan küçük gümüş bir kutu çıkardı. Kutunun köşelerinde arkaya doğru kıvrılmış dört küçük yontu vardı, bunlar başlarında korniş taşıyan kadın heykellerine benziyorlardı, üzgün görünüşlü, göğe çıkmak isteyen melek simgeleri gibiydiler. Kont kutuyu masanın üzerine bıraktı.


Sonra kutuyu açarak içinden kapağı gizli bir yaya basılınca açılan küçük altın bir kutu çıkardı. Bu kutunun içinde biraz katı, kutuyu süsleyen parlak altının, safirlerin, yakutların ve elmasların yansımalan nedeniyle rengi tanımlanamayan pelte gibi bir madde vardı. Bu mavi, kırmızı ve sarının yanardöner parıltısıydı. Kont, yaldızlı gümüşten bir kaşıkla bu maddeden birazcık aldı ve gözlerini Morrel’e dikerek ona verdi. O zaman bu maddenin renginin yeşilimsi olduğu görülebildi. “işte benden istediğiniz,” dedi kont, “işte size söz verdiğim şey.” “Henüz yaşıyorken,” dedi genç adam kaşığı Monte Kristo’nun elinden alarak, “size yürekten teşekkür ediyorum.” Kont ikinci bir kaşık aldı ve altın kutunun içine ikinci bir kez daldırdı. “Ne yapacaksınız .dostum?” diye sordu Morrel, onun elini tutarak. “İnanın Morrel,” dedi ona kont gülümseyerek, “Tanrınm beni bağışlayacağına inanıyorum, ben de hayattan sizin kadar bıktım, şimdi önüme fırsat çıktığına göre...” “Durun!” diye haykırdı genç adam, “Ah! Bu kadar seven, bu kadar sevilen, bu kadar umuda inanan siz, ah! Siz benim yapacağım şeyi yapmayın, bu sizin açınızdan bir suç olur. Elveda soylu ve cömert dostum, benim için tüm yaptıklarınızı Valentine’e anlatacağım.”


Ve Morrel, yavaş yavaş, hiç duraksamadan, sol elini konta uzatarak Monte Kristo’nun verdiği gizemli maddeyi yuttu, daha doğrusu tadını çıkara çıkara yedi. O zaman ikisi de sustular. Sessiz ve dikkatli olan Ali tütün ve nargile getirdi, kahvelerini verdi ve gitti. Mermer heykellerin ellerindeki lambalar yavaş yavaş söndü, buhurdanların güzel kokusu Morrel’e daha az gelmeye başladı. Karşısına oturmuş olan Monte Kristo karanlığın içinden ona bakıyordu, Morrel sadece kontun parlayan gözlerini görüyordu. Genç adam büyük bir acı duydu; nargilenin elinden kaydığını hissediyordu; eşyalar yavaş yavaş renklerini ve biçimlerini kaybediyorlardı; bulanık bakışları duvarda kapıların ve perdelerin açıldığını görüyordu. “Dostum,” ederim.”

dedi,

“öldüğümü

hissediyorum;

teşekkür

Konta son kez elini uzatmak için bir çaba gösterdi, ama güçsüz eli yanma düştü. O zaman Monte Kristo gülümsüyormuş gibi geldi ona, ama bu birçok kez ona bu derin ruhun gizemlerini fark ettiren garip ve ürkütücü gülümseme değil, babaların, saçmalayan küçük oğullarına acıyarak iyilik dileyen gülümsemesiydi. Bu sırada kont Morrel’in gözlerinde büyüyor, neredeyse iki kat uzamış boyu kırmızı duvar kaplamasının önünde beliriyordu, siyah saçlarını arkaya atmıştı, kıyamet gününde kötüleri tehdit eden meleklerden biri gibi ayakta ve gururlu görünüyordu.


Bitkin ve yenilmiş Morrel koltuğuna devrildi: tatlı bir uyuşukluk tüm damarlarına yayılıyordu. Kaleydoskop çevrildiğinde yeni resimler görüntüyü nasıl doldurursa, düşüncelerindeki bir değişiklik de kafasını öyle dolduruyordu. Uzanmış, sinirli ve soluk soluğa kalmış Morrel kendisinde bu düşten başka yaşayan hiçbir şey kalmadığını hissediyordu: sanki yelkenlerini fora etmiş, adına ölüm denen bu diğer bilinmezden önce gelen belirsiz çılgınlığın içine dalıyordu. Bir kez daha elini konta uzatmak istedi, ama bu kez eli kımıldamadı bile; son bir kez elveda demek istedi, dili boğazında bir mezar taşı kadar ağırlaşmıştı. Gözleri elinde olmadan bitkinlikten kapandı: yine de çevresini sardığını sandığı karanlığa karşın gözkapaklarının arasından bir görüntü hareket ediyordu. Bu, kapıyı açmış olan konttu. Biraz sonra, bitişik odayı ya da daha doğrusu olağanüstü sarayı dolduran pırıl pırıl bir aydınlık, Morrel’in yavaş yavaş can verdiği odayı kapladı. O zaman, oda kapısının eşiğine, iki odanın birleştiği yere, harikulade güzel bir kadının geldiğini gördü. Solgun ve tatlı tatlı gülümseyen kadın intikam meleğini ustaca uzaklaştıran merhamet meleğine benziyordu. “Karşımda açılan gökyüzü mü?” diye düşündü ölmekte olan genç adam; “bu melek benim yitirdiğim meleğe benziyor.” Monte Kristo genç kadına bulunduğu odayı gösterdi.

parmağıyla

Morr'el’in


Genç kadın ellerini kavuşturarak, gülümsemeyle ona doğru ilerledi.

dudaklarında

bir

“Valentine! Valentine!” diye bağırdı Morrel ruhunun derinliklerinden. Ama ağzından tek bir ses bile çıkmadı; sanki tüm gücü içindeki bu heyecanda toplanmış gibi bir iç geçirdi ve gözlerini kapadı. Valentine ona doğru atıldı. Morrel’in dudakları yine kımıldadı. “Sizi çağırıyor,” dedi kont, “yazgınızı emanet ettiğiniz ve ölümün sizden ayırmak istediği kişi, uykusunun derinliklerinden sizi çağırıyor, ama iyi ki ben oradaydım ve ölümü yendim! Valentine, artık bu dünyada hiç ayrılmamalısınız, çünkü size kavuşabilmek için o kendini mezara atıyordu. Ben olmasaydım ikiniz de ölecektiniz; ben sizi birbirinize veriyorum: Tanrı kurtardığım bu iki varlığı bana bağışlasın!” Valentine Monte Kristo’nun elini yakaladı ve karşı konulmaz bir sevinçle dudaklarına götürdü. “Ah! Bana çok teşekkür edin,” dedi kont, “Ah! Bana yine söyleyin, bıkmadan usanmadan sizi mutlu ettiğimi yeniden söyleyin! Bunu kesin olarak öğrenmeye ne kadar ihtiyacım olduğunu bilemezsiniz.” “Ah! Evet, evet, tüm ruhumla size teşekkür ediyorum, eğer benim teşekkürlerimin içtenliğinden kuşku duyarsanız Haydee’ye sorun, Fransa’dan ayrıldığımızdan beri bana sizden söz ederek benim için bugün aydınlanan mutlu günü


sabırla beklememi sağlayan sevgili kız kardeşim Haydee’ye sorun.” “Haydee’yi seviyorsunuz demek?” diye sordu Monte Kristo boşuna gizlemeye çalıştığı bir heyecanla. “Ah! Tüm kalbimle.” “Pekala! Dinleyin Valentine,” dedi kont, “sizden bir iyilik isteyeceğim.” “Benden mi? Ulu Tanrım! Bu kadar mutlu olacak ne yaptım?” “Evet, Haydee için kız kardeşim dediniz: o gerçekten de sizin kız kardeşiniz olsun Valentine; bana borçlu olduğunuz her şeyi onun için yapın; siz ve Morrel onu koruyun, çünkü, kontun sesi boğazında tıkanır gibi oldu— çünkü bundan sonra dünyada yalnız kalacak...” “Dünyada yalnız mı?” diye yineledi kontun arkasından bir ses, “Neden?” Monte Kristo arkasını döndü. Haydee orada ayakta, solgun ve buz gibi, son derece şaşkın bir biçimde konta bakarak duruyordu. “Çünkü kızım, yarın özgür olacaksın,” diye yanıt verdi kont; “çünkü dünyada alman gereken yeri alacaksın, çünkü benim yazgımın şeninkini karartmasını istemiyorum. Prens kızı! Sana babanın zenginliklerini ve adını geri veriyorum.” Haydee sarardı, Tanrıya sığman Meryem Ananın yaptığı gibi ellerini açtı ve gözyaşla-rmdan boğulmuş bir sesle: “Yani, efendim, beni terk ediyorsun, öyle mi?” dedi.


“Haydee! Haydee! Gençsin, güzelsin, benim adımı bile unut ve mutlu ol.” “Güzel,” dedi Haydee, “emirlerin yerine getirilecek efendim; senin adını bile unutacağım ve mutlu olacağım.” Ve gitmek için arkaya doğru bir adım attı. “Ah! Tanrım!” diye haykırdı Valentine, Morrel’in baygın başını omzunda tutmaya çalışarak, “ne kadar solgun olduğunu görmüyor musunuz? Ne kadar acı çektiğini anlamıyor musunuz?” Haydee yürek parçalayan bir sesle ona şöyle dedi: “Neden beni anlamasını istiyorsun kardeşim? O benim efendim, ben onun esiriyim; hiçbir şey görmemeye hakkı var.” Kont kalbinin en gizli tellerini titreten bu ses tonuyla ürperdi; gözleri genç kızın gözleriyle karşılaştı ve onlardaki parıltıya dayanamadı. “Tanrım! Tanrım!” dedi Monte Kristo, “Benim kuşkulandığım şey doğru mu? Haydee, benden hiç ayrılmamak sizi mutlu edecek mi?” “Ben gencim,” diye yanıt verdi genç kız tatlılıkla, “benim için güzelleştirdiğin bu hayatı seviyorum ve ölmekten pişmanlık duyacağım.” “Şunu mu demek istiyorsun Haydee, eğer seni terk edersem...” “Öleceğim efendim, evet!” “Beni bu kadar mı seviyorsun?”


“Ah! Valentine, onu sevip sevmediğimi soruyor! Valentine, ona Maximilien’i sevip sevmediğini söyle!” Kont göğsünün ferahladığını, kalbinin rahatladığını hissetti; kollarım açtı, Haydee bir çığlık atarak onun kollarına atıldı. “Ah! Evet, seni seviyorum!” dedi, “seni babamı, erkek kardeşimi, kocamı sever gibi seviyorum! Seni hayatı sever gibi seviyorum, Tanrıyı sever gibi seviyorum, çünkü sen benim için en güzelsin, en iyisin, insanların en büyüğüsün!” “Öyleyse, her şey senin istediğin gibi olsun sevgili meleğim!” dedi kont; “karşıma düşmanlarımı çıkaran, onları yenmemi sağlayan Tanrı, anlıyorum ki zaferimin sonunda bana pişmanlık duyurmak istemiyor; ben kendimi cezalandırmak istiyordum, Tanrı beni bağışlamak istiyor. Sev beni öyleyse Haydee! Kimbilir? Aşkın belki de bana unutmak istediklerimi unutturur.” “Ama sen neler söylüyorsun efendim?” diye sordu genç kız. “Senin bir tek sözünün bana, benim yirmi yıllık bilgilerimden daha fazla ışık tuttuğunu söylüyorum Haydee; dünyada artık senden başka kimsem yok Haydee; seninle hayata bağlanıyorum, seninle acı çekebilir, seninle mutlu olabilirim.” “Onu duyuyor musun Valentine?” diye haykırdı Haydee; “benimle, onun için hayatımı vereceğim halde, benimle acı çekebileceğini söylüyor!” Kont bir an derin düşüncelere daldı. “Gerçeği görebildim mi?” dedi, “Ah Tanrım! Ne önemi var! Ödül ya da ceza, bu yazgıyı kabul ediyorum. Gel


Haydee, gel...” Ve kolunu Haydee’nin beline doladı, Valentine’in elini sıktı ve gitti. Yaklaşık bir saat geçti, bu sırada Valentine, soluk almadan, ses çıkarmadan, gözlerini Morrel’e dikerek onun yanında bekledi. Sonunda onun kalbinin attığını hissetti, belli belirsiz bir soluk dudaklarını araladı, yaşama dönüşü haber veren bu hafif ürperti genç adamın tüm bedenini dolaştı. Sonunda gözlerini yeniden açtı, ama önce sabit ve duyarsız gibiydi bu gözler, sonra gözleri kesin ve gerçek olarak görmeye başladı, kesin ve gerçek görme; görme ile birlikte duygu, duyguyla birlikte acı. “Ah!” diye haykırdı umutsuz bir sesle, “hâlâ yaşıyorum! Kont beni aldattı!” Elini masaya doğru uzattı ve bir bıçak yakaladı. “Dostum,” dedi Valentine o harika gülüşüyle, “uyan haydi ve bana bak.” Morrel büyük bir çığlık attı, sayıklayarak, kuşkuyla dolu, olağanüstü bir şey görmüş gibi şaşkın, dizlerinin üstüne düştü... Ertesi gün, güneş yeni doğarken Morrel ve Valentine kol kola deniz kıyısında geziniyorlardı. Valentine Morrel’e Monte Kristo’nun nasıl birdenbire odasında belirdiğini, olanların sırrını nasıl anlattığım, kendi eliyle kendini nasıl zehirlettiğini,-son olarak da, herkesi onun öldüğüne inandırarak, onu mucize gibi nasıl ölümden kurtardığım anlattı.


Mağaranın kapısını açık bulmuşlar ve dışarı çıkmışlardı; gökyüzü sabahın maviliği içinde gecenin son yıldızlarını aydınlatıyordu. O zaman Morrel bir kaya kümesinin gölgesinde, gelmek için işaret bekleyen bir adam gördü; adamı Valentine’e gösterdi. “Ah! Bu Jacopo,” dedi Valentine, “yatın kaptanı.” Ve bir işaretle onu yanlarına çağırdı. “Bize bir şey mi söylemek istiyordunuz?” diye sordu Maximilien. “Size konttan bir mektup vardı.” “Konttan mı?” diye mırıldandı iki genç. “Evet, okuyun.” Morrel mektubu açtı ve okudu: Sevgili Maximilien, Koyda sizin için bir filika var. Jacopo sizi Livomo’ya götürecek, orada Valentine sizinle evlenmeden önce onu dualarıyla uğurlamak isteyen Mösyö Noirtier torununu bekliyor. Bu mağarada olan her şey, dostum, OıampsElysees’deki evim ve Treport’daki küçük şatom, Edmond Dantes’in, patronu Morrel’in oğluna düğün armağanıdır. Matmazel de Villefort lütfen bunların yarısını alsın, çünkü ona çıldıran babasından ve geçen eylül üvey annesiyle birlikte ölen kardeşinden kalan tüm serveti, Paris’teki yoksullara vermesini rica ediyorum.


Yaşamınızda hep yanınızda olacak olan meleğe, ara sıra, kendisini Şeytan gibi bir an için Tanrı’ya denk sanan, ama sonra bir Hıristiyanın tüm alçakgönüllüğü ile yüce gücün ve sonsuz bilgeliğin sadece Tanrının elinde olduğunu kabul eden bir adam için dua etmesini söyleyin. Bu dualar belki onun yüreğinin derinliklerindeki pişmanlıkları hafifletecektir. Size gelince Morrel, size karşı davranışımdaki tüm sırrı açıklıyorum: bu dünyada ne mutluluk vardır, ne de mutsuzluk, sadece bir durumun öbürüyle kıyaslanması vardır, hepsi bu. Sonsuz mutluluğu hissetmeyi sağlayan da sonsuz acıyı çektiren de sadece budur, yaşamanın ne kadar güzel olduğunu öğrenebilmek için ölmeyi istemiş olmak gerekir Maximilien. Bu nedenle yaşayın ve mutlu olun yüreğimle sevdiğim çocuklarım ve Tanrı insana geleceğini açıklamaya karar vereceği güne kadar tüm insan bilgeliğinin şu iki sözcükte saklı olduğunu hiç unutmayın: Beklemek ve umut etmek! Dostunuz, EDMOND DANTES, Monte Kristo Kontu Babasının çıldırdığını, erkek kardeşinin öldüğünü, bilmediği bu ölümü ve bu çıldırmayı ona öğreten mektubun okunuşu sırasında Valentine sarardı, göğsünden acı bir inleme yükseldi, sessiz durmaktan daha az dokunaklı olmayan gözyaşlan yanaklarından süzüldü; mutluluğu ona pahalıya malolmuştu. Morrel çevresine kaygıyla baktı.


“Ama,” dedi, “kont cömertliğini abartıyor; Valentine benim küçük servetimle yetinecekti. Kont nerede dostum? Beni ona götürün.” Jacopo elini ufka doğru uzattı. “Ne! Ne demek istiyorsunuz?” diye sordu Valentine. “Kont nerede? Haydee nerede?” “Bakın,” dedi Jacopo. İki gencin gözleri denizcinin işaret ettiği noktaya takıldı. Ufukta Akdeniz göğünü denizden ayıran koyu mavi çizgi üzerinde iri bir martının kanadı gibi büyük beyaz bir yelkenli gördüler. “Gitti!” diye haykırdı Morrel, “Gitti! Elveda dostum, babam!” “Gitti!” diye mırıldandı Valentine, “Elveda dostum, elveda kız kardeşim!” “Bir daha onları görüp göremeyeceğimizi kimbilir?” dedi Morrel bir damla gözyaşını silerek. “Dostum,” dedi Valentine, “kont biraz önce bize insan bilgeliğinin tümüyle şu iki sözcükte saklı olduğunu söylemedi mi? “Beklemek ve umut etmek!”


DİPNOTLAR 1) İzmir’in eski adı. (YHN.) 2) If Şatosu Marsilya’dan üç kilometre uzakta, aynı adı taşıyan bir adada bulunur. 1524’te Kral I. François tarafından yaptırılmış olup devlet hapishanesi olarak kullanılmıştır. 3) Eski adı Phokaia olan kentte yaşayanlar çağlarına göre gelişmiş bir teknikle yaptıklan özellikle elli kürekli gemileriyle birçok yerde, Marsilya’da da koloni kurmuşlardır. (Ç.N.) 4) Güverteden yukarı doğru sayıldığında ikinci yelken. (Ç.N.) 5) Ön istralyaya (istralya: Bir teknede sabit donanımın direği baş-kıç doğrultusunda destekleyen parçası. Ön istralya, direği öne, arka istralya ise arkaya doğru tutar) çekilen üçgen yelken. (Ç.N.) 6) Arkadan gelen uygun rüzgardan yararlanmak için mizanaya basılan ek yelken. (Ç.N.) 7) Büyük yelkenlilerde pruvadan ileri doğru uzanan ve ucuna flok yelkeninin bağlandığı çubuk. (Ç.N.) 8) 19. yüzyıla kadar küçük boyutta yapılan üç direkli yelkenli tekne. Daha sonra dört beş direklileri de yapılmıştır. Artık denizcilik okullarında eğitim teknesi ya da müze olarak kullanılmaktadır. (Ç.N.) 9) Serenlere yön vermeye yarayan donanım. (Ç.N.) 10) Direkteki görevlinin güvenli bir biçimde oturduğu tahtadan oynak yer. (Ç.N.)


11) Yelkenleri direklere bağlayan ipler. (Ç.N.) 12) Eskiden demir atmaya hazırlanırken yapılan işlem. “Demir atmaya hazır olun” anlamına geliyor. (Ç.N.) 13) Yanları ip, basamakları tahta merdiven. (Ç.N.) 14) Bir arkadaşı (burada ortağı) olanın bir efendisi vardır. (Ç.N.) 15) Marsilya’nın kurucusu Eski Foçalılar olduğu için Yeni Foçalılar sözcüğü ile Marsilya-lılar demek isteniyor. (Ç.N.) 16) Marsilya, Eski Foça’nın bir komünüydü. (Ç.N.) 17) Boğanın ensesine şiş saplayan güreşçi. (YHN.) 18) Arayınız, bulacaksınız: Yeni Ahit, Matta.VIII, 7-8. 19) Kralcılar tarafından Napoleon’a verilen ad. (Ç.N.) 20) Fransız Devrim takviminde 20 Temmuz’dan 18 Ağustos’a kadar süren onbirinci ay. (Ç.N.) 21) Fransız Devrimi döneminde etkin olmuş siyasi grup. Gironde bölgesi milletvekilleri bu hareketin başını çektikleri için kendilerine Girondelular anlamına gelen bu ad verilmiştir. (Ç.N.) 22) Zorbalık: Fransız Devrimi’nin iki dönemine verilen ad. 1. Dönem, 10 Ağustos-20 Eylül 1792: Prusya işgali, kralın tahttan indirilmesi ve Eylül katliamı. 2. Dönem: Girondin-ler Montagnardlar tarafından safdışı edilmiş, 9 Termidor’da Robespierre düşünce sona ermiştir. Bu dönemde Devrim mahkemeleri kurulmuştur. (Ç.N.)


23) Kutsal İttifak: 26 Eylül 1815’te Avusturya, Prusya ve Rusya arasında yapılan bir antlaşma. (Ç.N.) 24) Silahlar yerlerini cüppelere bıraksın. 25) Ulusal kurtuluş yanlısı Italyan grup. (Ç.N.) 26) Metinde bu anlama gelen İngilizce speech sözcüğü kullanılmış.(Ç.N.) 27) Sağırlar için şarkrsöylüyoruz, Virgile, Eglogue, X, 8. dize. Ama bu dize şöyledir: ... şarkı söylemiyoruz. 28) Horatius, Odlar, 1. kitap, XV. Od, 1. dize: Taşıyan çoban... 29) Aynı od: Uğursuz kehanetlerini evine götürüyorsun. 30) Savaşlar, korkunç savaşlar. 31) Soluk soluğa kaçacaksın. Horatius, Odlar,VII. kitap, XV. od. 32) İsteklerinde doğru ve kararlı bir adam. Horatius, Odlar, III. kitap, III. od. 33) 1802’de Bonaparte tarafından yaratılan ilk ulusal Fransız nişanı. Beş sınıftan oluşuyor, sırasıyla: chevalier, officier, commandeur, grand-officier, grand-croix. işareti, üst kısmında bir çınar ve defne ağacı bulunan beş çift kollu yıldızdır. (Ç.N.) 34) Napoleon Bonaparte’ın Elbe Adası’ndan dönüp (20 Mart 1815) Paris’e gelişinden ikinci kez tahttan feragat edişine (22 Haziran) kadar süren son saltanat dönemi. (Ç.N.) 35) 0,3248 m. olan bir uzunluk ölçüsü. (Ç.N.)


36) Frigya ya da Lidya kralı, Tanrı’ya karşı geldiği için cehenneme atıldı, açlık ve susuzluğa mahkum edildi. (Ç.N.) 37) Kağıdı dörde katlanmış sekiz sayfalık formalardan oluşmuş. (Ç.N.) 38) Pusuya yatmış. (Ç.N.) 39) Tek bir konu üzerinde toplanan delilik. (Ç.N.) 40) Ölü ruhların erince kavuşması için yazılan dinsel tören müziği. (Ç.N.) 41) 250 gr. (Ç.N.) 42) Devrimcilerin taktığı kırmızı bone. (Ç.N) 43) Geminin kalafat yeri, teknenin su içinde olan bölümü. (Ç.N.) 44) Küçük, hafif tekne. (Ç.N.) 45) 27,07 mm. olan eski bir uzunluk ölçüsü. (Ç.N.) 46) Serenlere yön veren halat donanımı. (Ç.N.) 47) Rüzgara karşı en küçük açı ile seyredebilmesi için yelkene bağlanan halat. (Ç.N.) 48) Halatları direklere bağlayın. (Ç.N.) 49) Deniz milinin onda biri, yaklaşık 200 m. (YHN.) 50) Eskiden kürek ve yelkenle yürütülen çeşitli büyüklükte savaş ve ticaret gemilerine verilen ad. (Ç.N.) 51) Dibi düz, güvertesi olmayan Malta gemisi. (Ç.N.) 52) Her iki direği de seren armalı yelkenli tekne. (Ç.N.) 53) Dayanıksızlık, senin adın kadm. (Ç.N.)


54) (Ç.N.)

O dönemde Paris’te çıkan aşırı kralcı bir gazete.

55) Beş santim tutarında eski para. (YHN.) 56) Floku aşağı çek! (Ç.N.) 57) İndirin! (Ç.N.) 58) Camadan halatları ile bağlanarak yelkenin işlemez hale getirilen bölümü. (Ç.N.) 59) Rüzgara karşı en küçük açı ile seyredebilmesi için yelkene bağlanan halat. (Ç.N.) 60) Yelkenin yönünü değiştirmek için serenin brasyalarını kullanmak. (Ç.N.) 61) Bir tekne direğini yatay ya da çapraz kesen ve üzerine yelken gerilen büyük tahta ya da metal çubuk. (Ç.N.) 62) İkinci kat. (Ç.N.) 63) Ortaçağ’da Akdeniz’de kullanılan bir sahil teknesi. Tek direkte bir latin ve civadrada ufak bir ön yelkeni vardır. (Ç.N.) 64) İ.Ö. 2. yüzyılda yaşamış Romalı bir general. Yemek konusunda aşırı titizliği ve inceliği ile tanınıyor. (Ç.N.) 65) Bu iki kişi Paris’te iyilikseverlikleriyle tanınmışlardır. (Ç.N.) 66) Olympos tannlarınm ölümsüzlük kaynağı olan bir besin. (Ç.N.) 67) Dağın Şeyhi: Haşhaşilerin efsanevi lideri Haşan bin Sabbah’a, yüksek bir dağda yaşadığı için verilen unvan.


(Ç.N.) 68) Tahminen 1090-1124 yılları arasında yaşamış, profesyonel suikastçilerden oluşan gizli bir örgütün kurucusu Şeyh-ül Cebel Haşan bin Sabbah. Alamut Kalesi’nde kurduğu örgütüyle döneminin kral ve yöneticilerine suikastler düzenlemiş ve Ismailiye tarikatının yaygınlaşmasında etkin bir rol oynamıştır. (Ç.N.) 69) Şeytantersi ağacının kökünden yapılan kötü kokulu reçine gibi bir madde. (Ç.N.) 70) Çubuklar başlıca üç bölümden oluşurdu. Tütünün konduğu lüle bölümü, yasemin ağacı, kiraz ağacı, gül ağacı ya da pelesenkten yapılan içinden dumanın geçtiği boru biçimindeki gövde bölümü ve ağza alman imame bölümü. (Ç.N.) 71) Karnaval zamanı yakılan, herkesin kendininkini söndürtmemek, ama başkalarınmki-ni söndürmek için uğraştığı mumlar. (Ç.N.) 72) İşinizi. (Ç.N.) 73) Moda olan. (Ç.N.) 74) Bacco, Dionysos’un Roma’daki adı. Dionysos adına! (Ç.N.) 75) İsa’nın gözyaşı anlamına gelen bir içki. (Ç.N.) 76) Eskiden öğrencilerin yazı yazdıkları taş tahta. (Ç.N.) 77) Köylü. (Ç.N.) 78) Byronin bir dramının kahramanı. (Ç.N.) 79) Masallarda yarı insan yarı at gibi yaratık. (Ç.N.)


80) Po’dan sonra İtalya’nın ikinci büyük ırmağı olan Tiber. Daha sonra kitapta geçecek Transtevere, bu ırmağın üzerindeki köprüden geçerek gidilen, dışarıdan gelen yabancı tüccarların kaldıkları ünlü ve sevilen bir semt. (Ç.N.) 81) Dirsekten parmak ucuna değin eski bir ölçü. (Ç.N.) 82) Eski Roma’da tiyatro ve sirklerde büyük çıkış kapısı. (Ç.N.) 83) Mahkumun başına tokmakla vurup, sonra boğazım keserek öldürme. (Ç.N.) 84) Boynunu vurma, başını keserek idam etme. (Ç.N.) 85) Yer. (Ç.N.) 86) Alman soprano. (Ç.N.) 87) Mezzo-contralto. (Ç.N.) 88) Tiyatronun içinde altı ayak derinliğinde bir havuz olduğu için bu ad verilmiştir. 89) Küçük zillerle süslenmiş koni biçiminde bir vurmalı saz. (Ç.N.) 90) Operalarda açılış müziği. (Ç.N.) 91) Napolili berduşlar. (Ç.N.) 92) İzin verir misiniz? (Ç.N.) 93) Fransız beyler. (Ç.N.) 94) Dalmaçya ülkelerinde, tek telli kemana benzeyen bir müzik aleti. (Ç.N.) 95) Buyrun, sofra hazır. (Ç.N.)


96) Halk meydanı. (Ç.N.) 97) Maske takıp kılık değiştirmek. (YHN) 98) Mezopotamya’nın en önemli Tanrıçalarından biri. Aşk ve İstek, aynı zamanda savaşçıların Tanrıçası. (Ç.N.) 99) Köylülerin. (Ç.N.) 100) Odisseus’taki kişilerden biri. Sihirbaz. Ulysses’in arkadaşlarını domuz yavrularına dönüştürmüştür. (Ç.N.) 101) (Ç.N.)

Bakır ya da gümüş çok küçük bir para, metelik gibi.

102) Didier: Victon Hugo’nun Marion Delorme adlı oyununun kahramanı. Antony: Du-mas’nın aynı adlı oyununun kahramanı. (YHN.) 103) yapmıştır. 104) (Ç.N.)

V. Pius: 1566-1572 yılları arasında papalık Hıristiyanlıkta kırk altı gün süren büyük perhiz.

105) Arap atlarına. (Ç.N.) 106) Hamal. (Ç.N.) 107) Yunan mitolojisinde rüzgar tanrısı. (Ç.N.) 108) Şiddetli kuzey rüzgarı. (Ç.N.) 109) (Ç.N.)

Artık İtalyan haydutlarının varlığına inanıyorum.

110) Eğer sabah altıda dört bin piastr elime geçmezse saat yedide Vikont Albert de Morcerf yaşamını yitirecektir. (Ç.N.)


111) Yukarı çıkın. (Ç.N.) 112) Commen tarii Caesaris: Sezar’ın Galya savaşları ve iç savaş üzerine anıları. (Ç.N.) 113) Kuzey Amerika’da yaşayan kızılderili. (Ç.N.) 114) Güney Vietnam. (Ç.N.) 115) Kan davası. (Ç.N.) 116) Tüm servetini insanlara iyilik yapmak için harcamış ve bu amaçla bir enstitü kurmuş Baron de Montyon’dan söz ediliyor. 117) Adı geçen üç spor için getirtilen hocalar. 118) Bourgogne dükü İyi Philippe’in 1430’da kurduğu şövalye tarikatı. Sonra evlilik yoluyla İspanya ve Avusturya’nın en önemli şövalye tarikatı durumuna geldi. Şövalyece davranışların simgesi olarak Altın Post nişanı vardı. (Ç.N.) 119) Pierre Jean de Beranger bir Fransız şarkıcıdır. Çok sevilen şarkılarında Napoleon’un kahramanlıklarım ülküselleştirir. (Ç.N.) 120) Zülüflü bir saç modeli. Marki de la Guiche bu modeli tanıttığı için böyle anılıyordu. (Ç.N.) 121) Incil’e göre Kudüs yakınlarında İsa’nın çarmıha gerildiği yer. (YHN.) 122) (Ç.N.)

1830-1860 yıllarında ünlü insanlara verilen ad.

123) Mısır lapası. (Ç.N.)


124) (YHN.)

Çeşitli etlerle ve sebzelerle yapılan bir tür yahni.

125) Baton de marechal: Mareşal asası. Mesleğinin en yüksek noktası. (Ç.N.) 126) Kent dışı. (Ç.N.) 127) insanların yüzlerinden karakter okuyanlar. (YHN.) 128) Fransa’da 1795-1799 yılları arasındaki siyasal yönetimin adı. (Ç.N.) 129) Briçe benzer, dört kişi ile oynanan bir kağıt oyunu. Briç bu oyundan çıkmıştır. (Ç.N.) 130) Topal piyade. (Ç.N.) 131) Aynı suçtan iki kez ceza verilmez. (Ç.N.) 132) 19. yüzyılda İtalya’da ulusal özgürlük için savaşan gizli bir örgütün üyesi. (Ç.N.) 133) Yunanistan’ın Arnavutluk sınırında bir bölge. (Ç.N.) 134) Yunan mitolojisine göre Pyramos ve Thisbe, Babilli âşıklardır. Sevgilisinin bir aslan tarafından parçalanmış kanlı başörtüsünü bulan Pyramos onun öldüğünü sanarak kendini öldürür. Başka bir efsaneye göre ikisi birlikte intihar etmişlerdir, tanrılar da onları akarsuya dönüştürmüştür. (Ç.N.) 135) Venüs’ün çeşitli nitelikleri olmuştur. Aşk ve güzellik tanrıçası, ışık ilahesi, zafer tanrıçası gibi. Kel Venüs (Calva) tapmağı bile vardır. 136) Zehirbilim. (Ç.N.) 137) içinde arsenik bulunan bir tür zehir. (Ç.N.)


138) Pontos kralı Mithridates VI. Eupator, Büyük de denir. Zehir içerek intihara kalkışmıştır ama zehire karşı bağışıklığı olduğu için ölmemiş, kendini bir Galat askerine öldürtmüştür. (Ç.N.) 139) I.Ö. 1. yüzyılda yaşamış Latin tarihçi. (Ç.N.) 140) (Ç.N.)

Striknine benzer bir alkaloid, kusturucu ceviz özü.

141) Angusture: Sedefotugillerden bir Güney Amerika bitkisinin kusturucu kabuğu. Fa-usse angusture (Yalancı angustura): Kusturucu ceviz üreten bitkinin kabuğu. 142) Afrika’da Alt Oligosen döneminde ortaya çıkan, Dördüncü Zaman’da yok olan bir fosil hortumlumemeli cinsi. (Ç.N.) 143) Eskiden Uzakdoğuda yüksek görevli. (Ç.N.) 144) Jacques Meyerbeer’in beş perdelik operası. (Ç.N.) 145) 18. yüzyılda yaşamış İtalyan gizembilimci. (Ç.N.) 146) 18. yüzyılda yaşamış Rus siyaset adamı ve feldmareşal. (Ç.N.) 147) Yunan mitolojisindeki üç Gorgonadan biri ve tek ölümlü olanı. Baktığı kişileri taşa çeviren gözlere sahip. (Ç.N.) 148) Para ve sağlık - yarının yarısı eder. 149) 32 kartla oynanan eski bir iskambil oyunu. (Ç.N.) 150) Bir iskambil oyunu. (Ç.N.)


151) Whist’e benzer eski bir iskambil oyunu, iki kişi oynanır. (Ç.N.) 152) Hepsi de aynı aileye mensup birçok ünlü soybilimci, bu adı taşıdılar. 153) Küçük kont. (Ç.N.) 154) Günah! Ne yazık! (Ç.N.) 155) Bir bambu türü. (Ç.N.) 156) Kürek mahkumlarının gönderildiği kent. (Ç.N.) 157) Burada sözü geçen makine 1793’de Chappein kurduğu havai telgraftır. Bu sistem, yüksek noktalara dikilmiş direklerin hareketli kollarının durumunu gözlemlemeye dayanıyordu. (YHN.) 158) Zebur’a ve kabalistlere göre yeraltı hâzinelerini bekleyen çirkin ve cüce cinler. (Ç.N.) 159) Bu iki kişi o zamanın içişleri bakanlığını yapmış kişilerdir. (Ç.N.) 160) Fareye benzeyen, gri tüylü, yılın altı ayını uyuyarak geçiren memeli bir kemirgen. (Ç.N.) 161) Caius Petronius Arbiter: 1.S.66 yıllarında yaşamış, Latin yazarı. Satiricon’u yazdığı sanılıyor. (Ç.N.) 162) Paris’te botanik bahçesi. (Ç.N.) 163) (Fr.) Come d’abondance: Eskiden dünyanın her yerinden birçok ürün getirildiği için Konstantinopolis limanına verilen ad. (Ç.N.)


164) (Ç.N.)

l.Ö. 25’te yaşamış Romalı bir yemek meraklısı.

165) Olanaksızı isteyen kişi. (Ç.N.) 166) Eski kupa arabası. (Ç.N.) 167) Körüklü, üstü açık, atla çekilen iki kişilik gezinti arabası. (Ç.N.) 168) Hiçbir şeye şaşırmamak. (Ç.N.) 169) Rehber. (Ç.N.) 170) Kendiliğinden. (Ç.N.) 171) Baron de Jarnac (1509-1584) bir düelloda hasmını beklenmedik ters bir kılıç darbesiyle yenmiştir. Ondan sonra “coup de Jarnac” deyimi beklenmedik ve kesin sonuca götüren darbe anlamında kullanılır olmuştur. (Ç.N.) 172) Düş ülkesi, yalancı cennet. (Ç.N.) 173) Henri François d’Aguesseau (1668-1751) Paris yüksek mahkemesinde savcı yardımcısı ve savcı. Fransız medeni kanununun öncüsü sayılır. (Ç.N.) 174) G. Fox tarafından kurulmuş bir Protestan tarikatının üyesi. Barıştan, iyilikten, geleneklerin sadeleştirilmesinden yana bir kuruluştur. (Ç.N.) 175) Yunanistan’ın İyon denizi kıyısında yer alan Peleponez’de, İngiliz, Fransız ve Rus ordularının yardımıyla Türk ve Mısır güçlerinin geriletildiği, bağımsızlık savaşının kazanıldığı kent. (Ç.N.) 176) Kaplıca. (Ç.N.)


177) Tuhaf adam. (Ç.N.) 178) Müziği Casimir Gide’e ait bir bale. Diable boiteux: Topal şeytan. (Ç.N.) 179) Bir kadınla erkeğin yaptığı canlı ve tutkulu bir İspanyol dansı. (Ç.N.) 180) Dönemin gazetesi. (Ç.N.) 181) Bu romans Restorasyon döneminde Bonapartçılara bağlılığı simgeliyordu, ikinci Krallık döneminde bir tür resmi marş oldu. (YHN.) 182) (Lat.) Babil’in son kralı Baltazar’ın görünmeyen bir elin duvara ateşten haflerle yazdığını gördüğü kehanet. “Tartıldı, sayıldı, bölündü” biçiminde çevrilebilir. “Günlerin sayıldı, terazide çok hafif geldin, krallığın bölünecek,” anlamını taşır. (YHN.) 183) (Ç.N.)

Yanılgı insanın doğasında vardır, insan yanılır.

184) Yaşamaktan vazgeçmeyeceğini ileri süren. (Ç.N.) 185) işte oraya, kırlara. (Ç.N.) 186) Pietro Vannucci, İtalyan ressam, Verrocchio’nun öğrencisi, Raphael’in hocası olmuştur. 1448-1523. (Ç.N.) 187) Alman romancı ve müzisyen Hoffmann’ın masalı. Baba Krespel düşünde kızı Anto-nia’nın şarkı söylediğini görür. Uyandığında kızı ölmüştür. (YHN.) 188) Arık ve gösterişsiz bir arya türü. (Ç.N.) 189) Eski bir Mısır tanrıçası. (Ç.N.)


190) Bize babandan ve yazgısından söz et, anlat, ama ne hainin adını ver, ne de ihanetten söz et. 191) Anlat. 192) 15. ve 19. yüzyıllar arasında Türklere karşı savaşan Yunanlı milislere verilen ad. (Ç.N.) 193) Osmanlılar’da padişahın hizmetinde bulunan yüksek düzeydeki görevlilerden bir bölümü. (Ç.N.) 194) Bir iskambil oyunu. (Ç.N.) 195) Nuh peygamberin üç oğlu vardır: Sam, Ham ve Yafes. Bazı kaynaklarda bu ad Yasef olarak görünüyor. Tevrat’ta Türklerin Yafes’in soyundan geldiği kabul ediliyor. (Ç.N.) 196) Roma prensesi, Neron’un annesi Agrippina, Locusta’nın yardımıyla kocası İmparator Claudius’u zehirleyerek öldürdü. Locusta daha sonra Neron için Britannicus’u da zehirledi. Fredegonde, Kral Chiperich’in karısını boğdurdu, .sonra da kralla evlendi. Neust-ria kraliçesi Brunehaut ile savaştı, Fredegonde’un oğlu Brunehaut’yu esir alıp öldürttü. (Ç.N.) 197) Benim Benedetto’ın, Benedetto’cuğum. (Ç.N.) 198) Fransızca maymuncuk karşılığı olan passe-partout ya da crochet yerine eşanlamlısı olan rossignol sözcüğü kullanılmıştır, bülbül demektir. (Ç.N.) 199) 1310’dan Fransız Devrimi’ne kadar ölüm cezalarının uygulandığı meydan. (Ç.N.) 200) Şeytan. (Ç.N.)


201) Bilinmeyen Tanrıya. (Ç.N.) 202) Isa Peygamberin ölüm kararını veren Yahudiye valisi. Bu kararda sorumluluğu olmadığını göstermek için Isa’nın yargılanması sahnesinde ellerini yıkarken gösterilir. (Ç.N.) 203) Eskiden kullanılan bir tür yolculuk arabası. (Ç.N.) 204) Isa’nın çarmıha gerildiği tepe. (Ç.N.) 205) Monte Kristo adı, İsa’nın tepesi anlamım taşıdığı için, yazar böyle bir benzetme kullanmış. 206) iki direkli gemi. 207) Oh! Mathilde! Ruhumun gözbebeği. (Ç.N.) 208) Beni izleyin! (Ç.N.) 209) Şarlman zamanında Saksonları Hıristiyanlık içinde ve boyunduruk altında tutmak için kurulmuş gizli mahkemelere Sainte-Vehme deniyordu. Daha sonra francsjuges adı verilen maskeli yargıçlarla, çoğu zaman sanık oturumda hazır bulunmadan, maskeli tanıklar ile gerçekleştirilen mahkemelere bu ad verilmiştir. (Ç.N.) 210) Atreus Yunan mitolojisinde Agamemnon ve Menelaos’un babasıdır. Aile üyeleri çeşitli nedenlerle art arda birbirlerini öldürür. (Ç.N.) 211) Sadece uyurken sevgilisi Ay tanrıçası Selene ile buluşabilen çoban Endymion’a Tanrı armağan olarak ölümsüz bir uyku vermiştir. (Ç.N.) 212) (Ç.N.)

Metinde Latince yazılmış: quaerens quem devoret.


213) Judith ve Dalila Incil’de güçlü oluşlarıyla tanınan kişilerdir. (Ç.N.) 214) Fransız Devrimi sırasında Paris adalet sarayındaki tutukevi. (Ç.N.) 215) 16. yüzyılda yaşamış bir Fransız heykeltıraş. (Ç.N.) 216) Son Lidya kralı. Altm madenleri ve gelişmiş ticareti nedeniyle çok zengin olmasıyla tanınır. (Ç.N.) 217) Bankaların bir işlem yaparken aldıkları bir tür komisyon. (Ç.N.) 218) Incil’de anlatıldığına göre Hz. İsa Jaire adlı Yahudinin kızını diriltmişti. (YHN.) 219) Nessus ya da Nessos, Yunan mitolojisinde intikam almak için Herakles’e, kanma batırdığı gömleğini gönderir. Herakles gömleği giyer giymez duyduğu acılar nedeniyle kendini Oiti Dağı’nda yakar. (Ç.N.) 220) Lübnan’da adı şimdi Sur olan kent. (Ç.N.) 221) Marius ve Gracchus M.Ö. 2. yüzyılda yaşamış Romalı subay ve devlet ‘adamlarıdır. Sonraları çeşitli karışıklıklara neden olmuş ve gözden düşmüşlerdir. Yazar Roma’da onla-rm izlerinin hâlâ sürdüğünü anlatmak amacıyla bu benzetmeyi kullanmıştır. (Ç.N.) 222) Hamallarla. (Ç.N.) 223) En az iki kişiyle ya da ikişerli gruplar halinde oynanan, parmakların saklanması ve tahmini üzerine kurulu eski bir strateji oyunu. (YHN.)


224) Papalık devletinde 52 santim karşılığı bozuk para, Papanın adı olan Paolo’dan gelir. (Ç.N.) 225) Anlamıyorum. (Ç.N.) 226) Dostum. (Ç.N.) 227) İnin. (Ç.N.) 228) Buradan. (Ç.N.) 229) ilerle. (Ç.N.) 230) işte. (Ç.N.) 231) Ne var? (Ç.N.) 232) Kral Argos’un biri dışında tüm kızları kocalarını düğün gecesi öldürürler. Danaos kızları adı verilen bu kızlara cehennemde sonsuza dek dibi delik fıçılara su doldurma cezası verilir. (Ç.N.) 233) Deniz tanrıçası, Poseidon’un karısı. (Ç.N.)


{1} İzmir’in eski adı. (YHN.) {2} If Şatosu Marsilya’dan üç kilometre uzakta, aynı adı taşıyan bir adada bulunur. 1524’te Kral I. François tarafından yaptırılmış olup devlet hapishanesi olarak kullanılmıştır. {3} Eski adı Phokaia olan kentte yaşayanlar çağlarına göre gelişmiş bir teknikle yaptıklan özellikle elli kürekli gemileriyle birçok yerde, Marsilya’da da koloni kurmuşlardır. (Ç.N.) {4} Güverteden yukarı doğru sayıldığında ikinci yelken. (Ç.N.) {5} Ön istralyaya (istralya: Bir teknede sabit donanımın direği baş-kıç doğrultusunda destekleyen parçası. Ön istralya, direği öne, arka istralya ise arkaya doğru tutar) çekilen üçgen yelken. (Ç.N.) {6} Arkadan gelen uygun rüzgardan yararlanmak için mizanaya basılan ek yelken. (Ç.N.) {7} Büyük yelkenlilerde pruvadan ileri doğru uzanan ve ucuna flok yelkeninin bağlandığı çubuk. (Ç.N.) {8} 19. yüzyıla kadar küçük boyutta yapılan üç direkli yelkenli tekne. Daha sonra dört beş direklileri de yapılmıştır. Artık denizcilik okullarında eğitim teknesi ya da müze olarak kullanılmaktadır. (Ç.N.) {9} Serenlere yön vermeye yarayan donanım. (Ç.N.) {10} Direkteki görevlinin güvenli bir biçimde oturduğu tahtadan oynak yer. (Ç.N.) {11} Yelkenleri direklere bağlayan ipler. (Ç.N.)


{12} Eskiden demir atmaya hazırlanırken yapılan işlem. “Demir atmaya hazır olun” anlamına geliyor. (Ç.N.) {13} Yanları ip, basamakları tahta merdiven. (Ç.N.) {14} Bir arkadaşı (burada ortağı) olanın bir efendisi vardır. (Ç.N.) {15} Marsilya’nın kurucusu Eski Foçalılar olduğu için Yeni Foçalılar sözcüğü ile Marsilya-lılar demek isteniyor. (Ç.N.) {16} Marsilya, Eski Foça’nın bir komünüydü. (Ç.N.) {17} Boğanın ensesine şiş saplayan güreşçi. (YHN.) {18} Arayınız, bulacaksınız: Yeni Ahit, Matta.VIII, 7-8. {19} Kralcılar tarafından Napoleon’a verilen ad. (Ç.N.) {20} Fransız Devrim takviminde 20 Temmuz’dan 18 Ağustos’a kadar süren onbirinci ay. (Ç.N.) {21} Fransız Devrimi döneminde etkin olmuş siyasi grup. Gironde bölgesi milletvekilleri bu hareketin başını çektikleri için kendilerine Girondelular anlamına gelen bu ad verilmiştir. (Ç.N.) {22} Zorbalık: Fransız Devrimi’nin iki dönemine verilen ad. 1. Dönem, 10 Ağustos-20 Eylül 1792: Prusya işgali, kralın tahttan indirilmesi ve Eylül katliamı. 2. Dönem: Girondin-ler Montagnardlar tarafından safdışı edilmiş, 9 Termidor’da Robespierre düşünce sona ermiştir. Bu dönemde Devrim mahkemeleri kurulmuştur. (Ç.N.) {23} Kutsal İttifak: 26 Eylül 1815’te Avusturya, Prusya ve Rusya arasında yapılan bir antlaşma. (Ç.N.)


{24} Silahlar yerlerini cüppelere bıraksın. {25} Ulusal kurtuluş yanlısı Italyan grup. (Ç.N.) {26} Metinde bu anlama gelen İngilizce speech sözcüğü kullanılmış.(Ç.N.) {27} Sağırlar için şarkrsöylüyoruz, Virgile, Eglogue, X, 8. dize. Ama bu dize şöyledir: ... şarkı söylemiyoruz. {28} Horatius, Odlar, 1. kitap, XV. Od, 1. dize: Taşıyan çoban... {29} Aynı od: Uğursuz kehanetlerini evine götürüyorsun. {30} Savaşlar, korkunç savaşlar. {31} Soluk soluğa kaçacaksın. Horatius, Odlar,VII. kitap, XV. od. {32} İsteklerinde doğru ve kararlı bir adam. Horatius, Odlar, III. kitap, III. od. {33} 1802’de Bonaparte tarafından yaratılan ilk ulusal Fransız nişanı. Beş sınıftan oluşuyor, sırasıyla: chevalier, officier, commandeur, grand-officier, grand-croix. işareti, üst kısmında bir çınar ve defne ağacı bulunan beş çift kollu yıldızdır. (Ç.N.) {34} Napoleon Bonaparte’ın Elbe Adası’ndan dönüp (20 Mart 1815) Paris’e gelişinden ikinci kez tahttan feragat edişine (22 Haziran) kadar süren son saltanat dönemi. (Ç.N.) {35} 0,3248 m. olan bir uzunluk ölçüsü. (Ç.N.) {36} Frigya ya da Lidya kralı, Tanrı’ya karşı geldiği için cehenneme atıldı, açlık ve susuzluğa mahkum edildi. (Ç.N.)


{37} Kağıdı dörde katlanmış sekiz sayfalık formalardan oluşmuş. (Ç.N.) {38} Pusuya yatmış. (Ç.N.) {39} Tek bir konu üzerinde toplanan delilik. (Ç.N.) {40} Ölü ruhların erince kavuşması için yazılan dinsel tören müziği. (Ç.N.) {41} 250 gr. (Ç.N.) {42} Devrimcilerin taktığı kırmızı bone. (Ç.N) {43} Geminin kalafat yeri, teknenin su içinde olan bölümü. (Ç.N.) {44} Küçük, hafif tekne. (Ç.N.) {45} 27,07 mm. olan eski bir uzunluk ölçüsü. (Ç.N.) {46} Serenlere yön veren halat donanımı. (Ç.N.) {47} Rüzgara karşı en küçük açı ile seyredebilmesi için yelkene bağlanan halat. (Ç.N.) {48} Halatları direklere bağlayın. (Ç.N.) {49} Deniz milinin onda biri, yaklaşık 200 m. (YHN.) {50} Eskiden kürek ve yelkenle yürütülen çeşitli büyüklükte savaş ve ticaret gemilerine verilen ad. (Ç.N.) {51} Dibi düz, güvertesi olmayan Malta gemisi. (Ç.N.) {52} Her iki direği de seren armalı yelkenli tekne. (Ç.N.) {53} Dayanıksızlık, senin adın kadın. (Ç.N.) {54} O dönemde Paris’te çıkan aşırı kralcı bir gazete. (Ç.N.)


{55} Beş santim tutarında eski para. (YHN.) {56} Floku aşağı çek! (Ç.N.) {57} İndirin! (Ç.N.) {58} Camadan halatları ile bağlanarak yelkenin işlemez hale getirilen bölümü. (Ç.N.) {59} Rüzgara karşı en küçük açı ile seyredebilmesi için yelkene bağlanan halat. (Ç.N.) {60} Yelkenin yönünü değiştirmek için serenin brasyalarını kullanmak. (Ç.N.) {61} Bir tekne direğini yatay ya da çapraz kesen ve üzerine yelken gerilen büyük tahta ya da metal çubuk. (Ç.N.) {62} İkinci kat. (Ç.N.) {63} Ortaçağ’da Akdeniz’de kullanılan bir sahil teknesi. Tek direkte bir latin ve civadrada ufak bir ön yelkeni vardır. (Ç.N.) {64} İ.Ö. 2. yüzyılda yaşamış Romalı bir general. Yemek konusunda aşırı titizliği ve inceliği ile tanınıyor. (Ç.N.) {65} Bu iki kişi Paris’te iyilikseverlikleriyle tanınmışlardır. (Ç.N.) {66} Olympos tannlarınm ölümsüzlük kaynağı olan bir besin. (Ç.N.) {67} Dağın Şeyhi: Haşhaşilerin efsanevi lideri Haşan bin Sabbah’a, yüksek bir dağda yaşadığı için verilen unvan. (Ç.N.)


{68} Tahminen 1090-1124 yılları arasında yaşamış, profesyonel suikastçilerden oluşan gizli bir örgütün kurucusu Şeyh-ül Cebel Haşan bin Sabbah. Alamut Kalesi’nde kurduğu örgütüyle döneminin kral ve yöneticilerine suikastler düzenlemiş ve Ismailiye tarikatının yaygınlaşmasında etkin bir rol oynamıştır. (Ç.N.) {69} Şeytantersi ağacının kökünden yapılan kötü kokulu reçine gibi bir madde. (Ç.N.) {70} Çubuklar başlıca üç bölümden oluşurdu. Tütünün konduğu lüle bölümü, yasemin ağacı, kiraz ağacı, gül ağacı ya da pelesenkten yapılan içinden dumanın geçtiği boru biçimindeki gövde bölümü ve ağza alman imame bölümü. (Ç.N.) {71} Karnaval zamanı yakılan, herkesin kendininkini söndürtmemek, ama başkalarınmki-ni söndürmek için uğraştığı mumlar. (Ç.N.) {72} İşinizi. (Ç.N.) {73} Moda olan. (Ç.N.) {74} Bacco, Dionysos’un Roma’daki adı. Dionysos adına! (Ç.N.) {75} İsa’nın gözyaşı anlamına gelen bir içki. (Ç.N.) {76} Eskiden öğrencilerin yazı yazdıkları taş tahta. (Ç.N.) {77} Köylü. (Ç.N.) {78} Byronin bir dramının kahramanı. (Ç.N.) {79} Masallarda yarı insan yarı at gibi yaratık. (Ç.N.)


{80} Po’dan sonra İtalya’nın ikinci büyük ırmağı olan Tiber. Daha sonra kitapta geçecek Transtevere, bu ırmağın üzerindeki köprüden geçerek gidilen, dışarıdan gelen yabancı tüccarların kaldıkları ünlü ve sevilen bir semt. (Ç.N.) {81} Dirsekten parmak ucuna değin eski bir ölçü. (Ç.N.) {82} Eski Roma’da tiyatro ve sirklerde büyük çıkış kapısı. (Ç.N.) {83} Mahkumun başına tokmakla vurup, sonra boğazım keserek öldürme. (Ç.N.) {84} Boynunu vurma, başını keserek idam etme. (Ç.N.) {85} Yer. (Ç.N.) {86} Alman soprano. (Ç.N.) {87} Mezzo-contralto. (Ç.N.) {88} Tiyatronun içinde altı ayak derinliğinde bir havuz olduğu için bu ad verilmiştir. {89} Küçük zillerle süslenmiş koni biçiminde bir vurmalı saz. (Ç.N.) {90} Operalarda açılış müziği. (Ç.N.) {91} Napolili berduşlar. (Ç.N.) {92} İzin verir misiniz? (Ç.N. {93} İzin verir misiniz? (Ç.N. {94} Dalmaçya ülkelerinde, tek telli kemana benzeyen bir müzik aleti. (Ç.N.) {95} Buyrun, sofra hazır. (Ç.N.)


{96} Halk meydanı. (Ç.N.) {97} Maske takıp kılık değiştirmek. (YHN) {98} Mezopotamya’nın en önemli Tanrıçalarından biri. Aşk ve İstek, aynı zamanda savaşçıların Tanrıçası. (Ç.N.) {99} Köylülerin. (Ç.N.) {100} Odisseus’taki kişilerden biri. Sihirbaz. Ulysses’in arkadaşlarını domuz yavrularına dönüştürmüştür. (Ç.N.) {101} Bakır ya da gümüş çok küçük bir para, metelik gibi. (Ç.N.) {102} Didier: Victon Hugo’nun Marion Delorme adlı oyununun kahramanı. Antony: Du-mas’nın aynı adlı oyununun kahramanı. (YHN.) {103} V. Pius: 1566-1572 yılları arasında papalık yapmıştır. {104} Hıristiyanlıkta kırk altı gün süren büyük perhiz. (Ç.N.) {105} Arap atlarına. (Ç.N.) {106} Hamal. (Ç.N.) {107} Yunan mitolojisinde rüzgar tanrısı. (Ç.N.) {108} Şiddetli kuzey rüzgarı. (Ç.N.) {109} Artık İtalyan haydutlarının varlığına inanıyorum. (Ç.N.) {110} Eğer sabah altıda dört bin piastr elime geçmezse saat yedide Vikont Albert de Morcerf yaşamını yitirecektir. (Ç.N.) {111} Yukarı çıkın. (Ç.N.)


{112} Commen tarii Caesaris: Sezar’ın Galya savaşları ve iç savaş üzerine anıları. (Ç.N.) {113} Kuzey Amerika’da yaşayan kızılderili. (Ç.N.) {114} Güney Vietnam. (Ç.N.) {115} Kan davası. (Ç.N.) {116} Tüm servetini insanlara iyilik yapmak için harcamış ve bu amaçla bir enstitü kurmuş Baron de Montyon’dan söz ediliyor. {117} Adı geçen üç spor için getirtilen hocalar. {118} Bourgogne dükü İyi Philippe’in 1430’da kurduğu şövalye tarikatı. Sonra evlilik yoluyla İspanya ve Avusturya’nın en önemli şövalye tarikatı durumuna geldi. Şövalyece davranışların simgesi olarak Altın Post nişanı vardı. (Ç.N.) {119} Pierre Jean de Beranger bir Fransız şarkıcıdır. Çok sevilen şarkılarında Napoleon’un kahramanlıklarım ülküselleştirir. (Ç.N.) {120} Zülüflü bir saç modeli. Marki de la Guiche bu modeli tanıttığı için böyle anılıyordu. (Ç.N.) {121} Incil’e göre Kudüs yakınlarında İsa’nın çarmıha gerildiği yer. (YHN.) {122} 1830-1860 yıllarında ünlü insanlara verilen ad. (Ç.N.) {123} Mısır lapası. (Ç.N.) {124} Çeşitli etlerle ve sebzelerle yapılan bir tür yahni. (YHN.)


{125} Baton de marechal: Mareşal asası. Mesleğinin en yüksek noktası. (Ç.N.) {126} Kent dışı. (Ç.N.) {127} insanların yüzlerinden karakter okuyanlar. (YHN.) {128} Fransa’da 1795-1799 yılları arasındaki siyasal yönetimin adı. (Ç.N.) {129} Briçe benzer, dört kişi ile oynanan bir kağıt oyunu. Briç bu oyundan çıkmıştır. (Ç.N.) {130} Topal piyade. (Ç.N.) {131} Aynı suçtan iki kez ceza verilmez. (Ç.N.) {132} 19. yüzyılda İtalya’da ulusal özgürlük için savaşan gizli bir örgütün üyesi. (Ç.N.) {133} Yunanistan’ın Arnavutluk sınırında bir bölge. (Ç.N.) {134} Yunan mitolojisine göre Pyramos ve Thisbe, Babilli âşıklardır. Sevgilisinin bir aslan tarafından parçalanmış kanlı başörtüsünü bulan Pyramos onun öldüğünü sanarak kendini öldürür. Başka bir efsaneye göre ikisi birlikte intihar etmişlerdir, tanrılar da onları akarsuya dönüştürmüştür. (Ç.N.) {135} Venüs’ün çeşitli nitelikleri olmuştur. Aşk ve güzellik tanrıçası, ışık ilahesi, zafer tanrıçası gibi. Kel Venüs (Calva) tapmağı bile vardır. {136} Zehirbilim. (Ç.N.) {137} içinde arsenik bulunan bir tür zehir. (Ç.N.) {138} Pontos kralı Mithridates VI. Eupator, Büyük de denir. Zehir içerek intihara kalkışmıştır ama zehire karşı


bağışıklığı olduğu için ölmemiş, kendini bir Galat askerine öldürtmüştür. (Ç.N.) {139} I.Ö. 1. yüzyılda yaşamış Latin tarihçi. (Ç.N.) {140} Striknine benzer bir alkaloid, kusturucu ceviz özü. (Ç.N.) {141} Angusture: Sedefotugillerden bir Güney Amerika bitkisinin kusturucu kabuğu. Fa-usse angusture (Yalancı angustura): Kusturucu ceviz üreten bitkinin kabuğu. {142} Afrika’da Alt Oligosen döneminde ortaya çıkan, Dördüncü Zaman’da yok olan bir fosil hortumlumemeli cinsi. (Ç.N.) {143} Eskiden Uzakdoğuda yüksek görevli. (Ç.N. {144} Jacques Meyerbeer’in beş perdelik operası. (Ç.N.) {145} 18. yüzyılda yaşamış İtalyan gizembilimci. (Ç.N.) {146} 18. yüzyılda yaşamış Rus siyaset adamı ve feldmareşal. (Ç.N.) {147} Yunan mitolojisindeki üç Gorgonadan biri ve tek ölümlü olanı. Baktığı kişileri taşa çeviren gözlere sahip. (Ç.N.) {148} Para ve sağlık - yarının yarısı eder. {149} 32 kartla oynanan eski bir iskambil oyunu. (Ç.N.) {150} Bir iskambil oyunu. (Ç.N.) {151} Whist’e benzer eski bir iskambil oyunu, iki kişi oynanır. (Ç.N.)


{152} Hepsi de aynı aileye mensup birçok ünlü soybilimci, bu adı taşıdılar. {153} Küçük kont. (Ç.N.) {154} Günah! Ne yazık! (Ç.N.) {155} Bir bambu türü. (Ç.N.) {156} Kürek mahkumlarının gönderildiği kent. (Ç.N.) {157} Burada sözü geçen makine 1793’de Chappein kurduğu havai telgraftır. Bu sistem, yüksek noktalara dikilmiş direklerin hareketli kollarının durumunu gözlemlemeye dayanıyordu. (YHN.) {158} Zebur’a ve kabalistlere göre yeraltı hâzinelerini bekleyen çirkin ve cüce cinler. (Ç.N.) {159} Bu iki kişi o zamanın içişleri bakanlığını yapmış kişilerdir. (Ç.N.) {160} Fareye benzeyen, gri tüylü, yılın altı ayını uyuyarak geçiren memeli bir kemirgen. (Ç.N.) {161} Caius Petronius Arbiter: 1.S.66 yıllarında yaşamış, Latin yazarı. Satiricon’u yazdığı sanılıyor. (Ç.N.) {162} Paris’te botanik bahçesi. (Ç.N.) {163} (Fr.) Come d’abondance: Eskiden dünyanın her yerinden birçok ürün getirildiği için Konstantinopolis limanına verilen ad. (Ç.N.) {164} l.Ö. 25’te yaşamış Romalı bir yemek meraklısı. (Ç.N.) {165} Olanaksızı isteyen kişi. (Ç.N.)


{166} Eski kupa arabası. (Ç.N.) {167} Körüklü, üstü açık, atla çekilen iki kişilik gezinti arabası. (Ç.N.) {168} Hiçbir şeye şaşırmamak. (Ç.N.) {169} Rehber. (Ç.N.) {170} Kendiliğinden. (Ç.N.) {171} Baron de Jarnac (1509-1584) bir düelloda hasmını beklenmedik ters bir kılıç darbesiyle yenmiştir. Ondan sonra “coup de Jarnac” deyimi beklenmedik ve kesin sonuca götüren darbe anlamında kullanılır olmuştur. (Ç.N.) {172} Düş ülkesi, yalancı cennet. (Ç.N.) {173} Henri François d’Aguesseau (1668-1751) Paris yüksek mahkemesinde savcı yardımcısı ve savcı. Fransız medeni kanununun öncüsü sayılır. (Ç.N.) {174} G. Fox tarafından kurulmuş bir Protestan tarikatının üyesi. Barıştan, iyilikten, geleneklerin sadeleştirilmesinden yana bir kuruluştur. (Ç.N.) {175} Yunanistan’ın İyon denizi kıyısında yer alan Peleponez’de, İngiliz, Fransız ve Rus ordularının yardımıyla Türk ve Mısır güçlerinin geriletildiği, bağımsızlık savaşının kazanıldığı kent. (Ç.N.) {176} Kaplıca. (Ç.N.) {177} Tuhaf adam. (Ç.N.) {178} Müziği Casimir Gide’e ait bir bale. Diable boiteux: Topal şeytan. (Ç.N.)


{179} Bir kadınla erkeğin yaptığı canlı ve tutkulu bir İspanyol dansı. (Ç.N.) {180} Dönemin gazetesi. (Ç.N.) {181} Bu romans Restorasyon döneminde Bonapartçılara bağlılığı simgeliyordu, ikinci Krallık döneminde bir tür resmi marş oldu. (YHN.) {182} (Lat.) Babil’in son kralı Baltazar’ın görünmeyen bir elin duvara ateşten haflerle yazdığını gördüğü kehanet. “Tartıldı, sayıldı, bölündü” biçiminde çevrilebilir. “Günlerin sayıldı, terazide çok hafif geldin, krallığın bölünecek,” anlamını taşır. (YHN.) {183} Yanılgı insanın doğasında vardır, insan yanılır. (Ç.N.) {184} Yaşamaktan vazgeçmeyeceğini ileri süren. (Ç.N.) {185} işte oraya, kırlara. (Ç.N.) {186} Pietro Vannucci, İtalyan ressam, Verrocchio’nun öğrencisi, Raphael’in hocası olmuştur. 1448-1523. (Ç.N.) {187} Alman romancı ve müzisyen Hoffmann’ın masalı. Baba Krespel düşünde kızı Anto-nia’nın şarkı söylediğini görür. Uyandığında kızı ölmüştür. (YHN.) {188} Arık ve gösterişsiz bir arya türü. (Ç.N.) {189} Eski bir Mısır tanrıçası. (Ç.N.) {190} Bize babandan ve yazgısından söz et, anlat, ama ne hainin adını ver, ne de ihanetten söz et. {191} Anlat.


{192} 15. ve 19. yüzyıllar arasında Türklere karşı savaşan Yunanlı milislere verilen ad. (Ç.N.) {193} Osmanlılar’da padişahın hizmetinde bulunan yüksek düzeydeki görevlilerden bir bölümü. (Ç.N.) {194} Bir iskambil oyunu. (Ç.N.) {195} Nuh peygamberin üç oğlu vardır: Sam, Ham ve Yafes. Bazı kaynaklarda bu ad Yasef olarak görünüyor. Tevrat’ta Türklerin Yafes’in soyundan geldiği kabul ediliyor. (Ç.N.) {196} Roma prensesi, Neron’un annesi Agrippina, Locusta’nın yardımıyla kocası İmparator Claudius’u zehirleyerek öldürdü. Locusta daha sonra Neron için Britannicus’u da zehirledi. Fredegonde, Kral Chiperich’in karısını boğdurdu, .sonra da kralla evlendi. Neust-ria kraliçesi Brunehaut ile savaştı, Fredegonde’un oğlu Brunehaut’yu esir alıp öldürttü. (Ç.N.) {197} Benim Benedetto’ın, Benedetto’cuğum. (Ç.N.) {198} Fransızca maymuncuk karşılığı olan passe-partout ya da crochet yerine eşanlamlısı olan rossignol sözcüğü kullanılmıştır, bülbül demektir. (Ç.N.) {199} 1310’dan Fransız Devrimi’ne cezalarının uygulandığı meydan. (Ç.N.)

kadar

ölüm

{200} Şeytan. (Ç.N.) {201} Bilinmeyen Tanrıya. (Ç.N.) {202} Isa Peygamberin ölüm kararını veren Yahudiye valisi. Bu kararda sorumluluğu olmadığını göstermek için


Isa’nın yargılanması sahnesinde ellerini yıkarken gösterilir. (Ç.N.) {203} Eskiden kullanılan bir tür yolculuk arabası. (Ç.N.) {204} Isa’nın çarmıha gerildiği tepe. (Ç.N.) {205} Monte Kristo adı, İsa’nın tepesi anlamım taşıdığı için, yazar böyle bir benzetme kullanmış. {206} iki direkli gemi. {207} Oh! Mathilde! Ruhumun gözbebeği. (Ç.N.) {208} Beni izleyin! (Ç.N.) {209} Şarlman zamanında Saksonları Hıristiyanlık içinde ve boyunduruk altında tutmak için kurulmuş gizli mahkemelere Sainte-Vehme deniyordu. Daha sonra francsjuges adı verilen maskeli yargıçlarla, çoğu zaman sanık oturumda hazır bulunmadan, maskeli tanıklar ile gerçekleştirilen mahkemelere bu ad verilmiştir. (Ç.N.) {210} Atreus Yunan mitolojisinde Agamemnon ve Menelaos’un babasıdır. Aile üyeleri çeşitli nedenlerle art arda birbirlerini öldürür. (Ç.N.) {211} Sadece uyurken sevgilisi Ay tanrıçası Selene ile buluşabilen çoban Endymion’a Tanrı armağan olarak ölümsüz bir uyku vermiştir. (Ç.N.) {212} Metinde Latince yazılmış: quaerens quem devoret. (Ç.N.) {213} Judith ve Dalila Incil’de güçlü oluşlarıyla tanınan kişilerdir. (Ç.N.)


{214} Fransız Devrimi sırasında Paris adalet sarayındaki tutukevi. (Ç.N.) {215} 16. yüzyılda yaşamış bir Fransız heykeltıraş. (Ç.N.) {216} Son Lidya kralı. Altm madenleri ve gelişmiş ticareti nedeniyle çok zengin olmasıyla tanınır. (Ç.N.) {217} Bankaların bir işlem yaparken aldıkları bir tür komisyon. (Ç.N.) {218} Incil’de anlatıldığına göre Hz. İsa Jaire adlı Yahudinin kızını diriltmişti. (YHN.) {219} Nessus ya da Nessos, Yunan mitolojisinde intikam almak için Herakles’e, kanma batırdığı gömleğini gönderir. Herakles gömleği giyer giymez duyduğu acılar nedeniyle kendini Oiti Dağı’nda yakar. (Ç.N.) {220} Lübnan’da adı şimdi Sur olan kent. (Ç.N.) {221} Marius ve Gracchus M.Ö. 2. yüzyılda yaşamış Romalı subay ve devlet ‘adamlarıdır. Sonraları çeşitli karışıklıklara neden olmuş ve gözden düşmüşlerdir. Yazar Roma’da onla-rm izlerinin hâlâ sürdüğünü anlatmak amacıyla bu benzetmeyi kullanmıştır. (Ç.N.) {222} Hamallarla. (Ç.N.) {223} En az iki kişiyle ya da ikişerli gruplar halinde oynanan, parmakların saklanması ve tahmini üzerine kurulu eski bir strateji oyunu. (YHN.) {224} Papalık devletinde 52 santim karşılığı bozuk para, Papanın adı olan Paolo’dan gelir. (Ç.N.) {225} Anlamıyorum. (Ç.N.)


{226} Dostum. (Ç.N.) {227} İnin. (Ç.N.) {228} Buradan. (Ç.N.) {229} ilerle. (Ç.N.) {230} işte. (Ç.N.) {231} Ne var? (Ç.N.) {232} Kral Argos’un biri dışında tüm kızları kocalarını düğün gecesi öldürürler. Danaos kızları adı verilen bu kızlara cehennemde sonsuza dek dibi delik fıçılara su doldurma cezası verilir. (Ç.N.) {233} Deniz tanrıçası, Poseidon’un karısı. (Ç.N.)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.