. . osman evcan kimdir? . -abc istanbul1959 Samsun doğumlu Osman Evcan son 23 yılını kesintisiz hapishanede geçiren anarşist bir tutsaktır. 1992 yılında sol örgüt üyeliği ve gasp suçlamasıyla 30 yıla mahkum edilen Osman Evcan 1980 döneminde de yaklaşık dokuz yıllık bir mahkumiyeti bulunmaktadır. Osman Evcan 2003 yılında anarşist fikirleri benimsediğinden bu yana vegan yaşam tarzını benimsemiş ve hayvan özgürlüğü mücadelesini desteklemektedir. Mahkumiyeti boyunca ülkenin birçok cezaevlerinde kalmış ve yaşamını otoriter şiddetle mücadele ederek içselleştirmiş olan Osman Evcan; geri adım atmayan direngen ve kendinden sonra gelecek anarşist, vegan, özgürlükçü bireyler için bir hak standardı yaratabilmeyi amaçlayan kişiliğiyle halen cezaevlerinin baskıcı zihniyetlerine karşı savaşımını sürdürmektedir. Osman Evcan’ın ses getiren ilk eylemi 2011 yılında Kırıkkale F Tipi Cezaevinde vegan yemek talebiyle başlattığı ve 42 gün süren açlık grevidir. Osman Evcan’ın mücadelesinde bedenini son çare olarak otoriteye karşı silah olarak kullanması ve ölüme karşı yaşamı savunma biçimi olarak açlık grevini kullanması kuşatılmışlığın getirdiği esareti aşmak için belkide en etkili yöntemi olmuştur. 2011 yılında süren
eylemi boyunca Türkiye ve yurtdışındaki anarşistler, hayvan özgürlükçüleri ve özgürlüğü savunan politik ve apolitik birçok insan Osman Evcan’ın politik tercihlerinde dolayı talep ettiği vegan yemek ihtiyacını desteklemiş ve süren kampanyalar boyunca Osman Evcan’ın yanında olmuştur. Osman Evcan’ın 42 gün süren açlık grevinin ardından devlet geri adım atmak zorunda kalmış ve cezaevlerinde bulunan vegan-vejetaryen mahkumlar için Hükümlü ve Tutuklular ile Ceza İnfaz Kurumları Personelinin İaşe Yönetmeliği’nde yapılan değişiklik uyarınca: “İnancı gereği veya vegani vejetaryen türü özel bir beslenme şekline sahip hükümlü ve tutukluların talepleri, iaşe miktarı ile sınırlı kalmak üzere karşılanır.” Osman Evcan ve diğer tüm anarşist, hayvan özgürlükçüsü ve politik tutsakların kazanımı olan bu başarının ardından tutukluluğu boyunca anarşist mücadelenin bizzat içinde olmaya devam etmiştir. Hapishaneden anarşist, hayvan özgürlükçüleri, LGBT, kadın hakları, endüstriyalizm karşıtı eylem ve mücadelelere destek veren Osman Evcan her Kurban Bayramında üç günlük hayvan katliamını protesto eden açlık grevine devam etmiş, devletin ve en az onun kadar baskıcı kurumlarının
3
talanına karşı doğayı, etnik ve farklı kimlikleri destekleyen ve dayanışma amaçlı yazılar kaleme almış eylemlerde bulunmuş ve hapishane şartlarının el verdiği ölçüde bulunmaya devam etmektedir. Osman Evcan Kocaeli 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde kaldığı süre içerisinde de üzerindeki baskılar azalmadan devam etmiş 2015 yılı haziran ayında 33 gün süren açlık grevinin ardından vegan yemek iaşesini bir adım ileri taşıyarak cezaevlerine dışarıdan vegan gıda yollanması hakkı kazanmıştı. Kandıra 1 Nolu Cezaevi yönetiminin bu kazancı keyfi nedenlerden dolayı gaspederek iptal etmesi üzerine Osman Evcan 10 Kasım 2015’te tekrar açlık grevine başlamış ve 39 günlük açlık grevi sonrasında cezaevi yönetimi kazanımlarını geri vermişti. Ancak kısa bir süre sonra Osman Evcan sabaha karşı zorla Kandıra’dan Silivri L tipi cezaevine sürülmüş ve cezaevinde yer olmadığı gerekçesiyle havalandırması bulunmayan müşayede koğuşu olarak adlandırılan bir yerde tutulmaya başlanmıştır. Cezaevine zorla getirildikten sona ilk 4 gün hiç yemek verilmemiş daha sonraları ise sağlıklı beslenmesine yetmeyecek şekilde vegan yemek verilmeye başlanmıştır. Osman Evcan’ın yazmış olduğu onlarca sayıda dilekçe dikkate alınmamış, cezaevi yetkilileri Osman’la görüşmeye dahi gelmemişlerdir.
4
Osman Evcan Silivri cezaevinde adli tutsaklarla tutulmaktadır. Adli tutsakların tutulduğu cezaevine gönderilmesi diğer cezaevlerinde politik tutsakların yıllarca sürdürdükleri mücadeleleri sonucunda kazandıkları bazı hakların bu cezaevinde söz konusu olmaması anlamına gelir. Bunlara bir örnek de koğuşların içerisinde konulan kameralardır. Bu tür bir gözetim ve denetleme aracına asla izin vermeyeceğini belirten Osman Evcan kameraları ters çevirmek, kırmak suretiyle bu uygulamayı etkisiz hale getirmeye çalışmıştır. Ancak cezaevi idaresi Osman’ın bu direnişine fiili disiplin cezaları ile karşılık vermiş ve cezaevi ziyaretine gelen yakınlarını kendisi ile görüştürmemeye başlamıştır. Osman Evcan’dan aldığımız son habere göre de kendisi şu an cezalandırma amaçlı havasız bir hücreye konulmuştur. Bütün bunlara ek olarak diğer cezaevlerine kıyasla bu cezaevinde verilen kitap sayısı oldukça azdır. İnternet gibi alıştığımız hızlı bilgi kaynaklarının cezaevinde olmadığı düşünüldüğünde 10 kitap kotasının birçoğunu temel kitaplar oluşturacağından, aslında mahkuma yeni kitap okuma şansı neredeyse verilmemektedir. Ayrıca devlet sadece kitap sayısına değil hangi kitabı okuyabileceğine de karar verir. Islah etmek, biçimlendirmek üzere kapattığı mahkumları istediği şekle sokmanın bir yöntemi de budur.
İstediği kitapları, dergileri okutarak, istediği yayınları izleterek, istediği şekilde istediği her şeyi mahkumun kafasına sokabileceğini düşünür. İstenilen yayınların verilmemesi özgür politik bilgilenme hakkının engellenmesidir. Tutsakların gönderdiği faks ve mektupların gönderilen kişiye iletilip iletilmediği bilgisinin tutsaklara verilmemesi (Silivri cezaevinde bu tür bir bilgilendirme yapılmamaktadır) mektupların keyfi olarak gönderilmemesine zemin hazırlamakta, aynı zamanda bu iletişim engeli ile birlikte gelen bilinmezlik halinin baki kılınmasıyla sürekli bir baskı ortamı oluşturulmaktadır. Vücudu sabit bir yerde saklayarak, varlık koşullarını devam ettiren her türlü araçla ilişki kesilir.
densel olarak sessiz bir şekilde imha. Osman’ın savaşı kendi kimliğini imha ettirmemek, devletin araçlarının baskıları altında teslim olmadığını göstermektir. Bedenini ölüme yatırmak demek teslim olmamak demektir. Kimliğini kaybetmeden yaşamak ve mümkünse kendinden sonra gelenlere bazı kazanımlar bırakabilmek demektir. Osman’ın savaşı bir vegan koliden fazlası: bir varolma savaşıdır.
Osman Evcan bu açlık grevi ile devlete, devletin cezaevindeki uygulamalarına, baskılarına teslim olmadığını, kabullenmediğini gösterir. Kabullenmek kendi kimliğinin, varlığının yok edilmesi anlamına gelir. Politik kimliklerin tasfiyesi ancak davranışların kontrol altına alınmasıyla mümkündür. Politik kimliğin dışa yansıması olan açlık grevlerine devlet vücudu sabit bir yerde saklayarak, varlık koşullarını devam ettiren her türlü araçla ilişki kesilmesiyle karşılık verir. İtaat etmesi gerekenler itaat etmediklerinde devlet sindirme politikalarını gözle görünür biçimde ortaya koyar. Osman’ a yapılmak istenen de budur: ruhsal ve be-
5
. uygarlik ve sanayilesme . . üzerine -osman evcan-
)
1. bölüm: kurban kültürü ve hayvan özgürlügü
Türcü, cinsiyetçi, ırkçı, milliyetçi, dinsel-mezhepçi, sınıfsal katliamlara, sömürüye, tahakküme, zulme karşı eşitlik, özgürlük mücadelesini yükseltelim. Hayvanların doğaüstü güçlere kitlesel düzeyde bayram düşüncesiyle kurban edilerek öldürülmesine karşı çıkalım. Geçen yıl Kurban Bayramı’nda toplam 851 bin 948 büyükbaş ve 2 milyon 331 bin 917 küçükbaş hayvan kesildi. Bu yıl Kurban Bayramı’nda kesilecek 1 milyon 207 bin 608 büyükbaş hayvan ve 3 milyon 645 bin 918 küçükbaş hayvan bulunuyormuş. Yukarıda belirtmiş olduğum sayıları sadece ülkemizde kurban bayramında kesilen sayıdır. Müslüman ülkelerde kesilen hayvan sayısı bu sayının 3-4 katı fazladır. Hayvan türünün insanlar tarafından bu şekilde topluca ve bayram sevinci ve mutluluğu içerisinde topluca kesilmesi, hayvanlara zulüm, işkence uygulanması türler arası eşitsizliğin ve şiddetin dışavurumudur. Tanrıya
6
adanan hayvanların acı, işkence, zulüm görerek öldürülmesinin bayram sevinci içermeyeceği malum. Fakat, hayvanlara zulüm, işkence yaparak onları topluca kesip tanrıya adayıp kurban edilmesinin İslam inancı içinde olan insanlarda nasıl bir secince, mutluluğa dönüştüğünü anlamakta zorlanıyorum. İnsanlar zulüm, işkence, katliam yaparak nasıl mutlu olabiliyorlar ve bayram sevinci yaşayabiliyorlar. Bu durumu ruhsal bağlamda daha derinlikli sorgulamamız gerekiyor… Evet insan türü sadece hayvanlara yönelik zulüm, işkence, katliam yapmıyor. İnsan kendi türüne yönelik de aynı şekilde zulüm, işkence, katliam yapabiliyor. İnsan türünün oluşturmuş olduğu onbinlerce yıllık tarihi incelediğimizde süreç irili ufaklı savaşlarla geçmiştir. İnsan türünün kendi türüyle sürekli olarak savaşmasının, kendi türüne zulüm, işkence uygulamasının, kendi türünü öldürmesinin nedenlerini de az çok insanlar bilince çıkarmışlardır. İnsan davranışlarını inceleyen psikanalizm, insanın ürettiği bu şiddet ve yıkıcılığın kaynağını insanın sömürgen ve şiddet üreten bir doğaya sahip olmasıyla açıklamış olur. Evet insan türünün sömürgen ve şiddet üreten bir doğaya sahip olması onu fazlasıyla bencil kılar. Bu bencillik onu kıyıcı bir katillik davranışına da sürükler.
Ve bu nedenle insan türü gezegenin tüm zenginliklerini ele geçirmek için şiddet üretir, savaşlar çıkarır. İnsan türünün bu bencilliği şiddet ve savaş çıkarmakta sınır tanımaz. İnsan türünün bencil ve sömürgen doğası sınır tanımayan şiddet ve savaş üretme yetisine, gücüne sahiptir. Bu yıkıcı, yokeden insan doğası sadece hayvan türünü sömürmez. Hayvan türüne şiddet uygulamaz. Hayvan türü ile birlikte kendi türüne de şiddet ve sömürgenlik uygulamış olur. Sahip olmak güdüsü, sömürgenlik güdüsü, bencil davranmayı içerir. Bencillik ise şiddet ve saldırganlığı, yıkıcılığı, zoru, zulmü, tahakkümü, öldürmeyi oluşturur. Kısaca ifade edecek olursak; sömürgenlik güdüsü, sahip olmak güdüsü, bencillik güdüsü şiddet edimini, saldırganlığı, yıkıcılığı üretiyor. Şiddet ve saldırganlık güdüsü, edimi ise sömürgenliğin devamını sağlayıp, üretmiş oluyor. Bu iki edim ve süreç birbirini üreten, oluşturan ve birbirini varkılan olgulardır. Biri diğerini, diğeri de öbürünü zincirleme bir süreç içerisinde yeniden üretmiş, varkılmıştır. İnsan türünün hem kendi türü ile hem de hayvan türü ile ve doğayla girdiği ilişkinin niteliği insanın bu sömürgen ve şiddet üreten doğasıyla bağlantılı olarak ele alıp değerlendirilebilir. ( Tabiki insanın sözkonusu bu sömürgen ve şiddet üreten doğasından arınma çabası ve mücadele içinde olması gerekmektedir.) Hayvanların binlerce yıl insan türü
tarafından eti için besin maddesi olarak öldürülüp yenmesi türler arası ilişkilerin eşitsizliğini, sömürgenliğini, tahakkümünü, tutsaklığını ve öldürülmesini kanıksar hale getirmiş oldu. Bu kanıksanmış ilişki ve varoluş biçimi gezegenimizde insan merkezli hegemonyanın hayvanlar üzerinde oluşmasını tarihsel olarak oluşturmuştur. Binlerce yıldır hayvan türü üzerinde oluşturulan sömürgen tahakkümcü, şiddete dayanan ilişki ve varoluş biçimi insanlar tarafından çok doğal bir davranış olarak kanıksatılmıştır. Yaşamakta olduğumuz gezegenimizde hayvanların insanların çıkarlarına uygun düşecek; besin maddesi, işgücünden yararlanılması, bedenlerinden kullanılacak eşya maddesi yapılması türcü sömürgenliğin, şiddetin normal bir davranış biçimi haline dönüşmesini tarihsel süreç içerisinde sağladı. Kanıksanmış, normalleştirilmiş bu türcü şiddetin ve sömürgenliği türler arası eşitsizliği ve tutsaklığı da tarihsel süreç içerisinde normal hale dönüştürdüğünü algılayabilmekteyiz. Binlerce yıllık insanlık tarihinde hayvanlarla kurulan ilişkiler hayvanların mülk-mal olarak sahiplenilmesini oluşturmuştur. Mülk, mal olarak değerlendirilen hayvanlar bu ilişkilerden zarar gören taraf, tür olarak şiddete, yokoluşa, sömürüye uğratılmıştır. İnsan türü ise bu ilişkiden karlı çıkan taraf. Tür olarak sömürgenliğini ve şiddetini somut kılmıştır. Onbinlerce yıldır eşitsizliğe, tutsaklığa dayanan bu ilişki biçimi statü haline getirilmiştir. Bu kanıksa-
7
tılmış ilişki ve varoluş biçiminin statü haline dönüştürülmesinin sorumlusu insan türünün bencil, sömürgen ve şiddet üreten doğasıyla bağlantılı bir olgu olduğunu ifade etmek istiyorum. Hayvanlar üzerinde kurulan, oluşturulan bu tarihsel eşitsizliği, tutsaklığa dayanan ilişki ve varoluş biçimini ( ki türcü sömürgenlik ve şiddet içeriyor ) sorgulayabilmeliyiz. Türcü saldırganlık, şiddet, sömürgenlik içeren davranışlarımızı irdeleyip yeniden değerlendirip gözden geçirebilmeliyiz. Çünkü insan türü, biyolojik oluşum olarak hayvan türünden farklı değildir. Evrimsel oluşuma insan da bir birey olarak kökenimizin hayvan türüne dayanmakta olduğunu da ifade etmek istiyorum. Biyolojik tür olarak hayvanların çektiği acıların hepsini biz insanlar da aynı şekilde bedenlerimizde duyumsayabiliyoruz. Hayvanlara çektirdiğimiz acılara, zulme, işkenceye, şiddete, sömürüye son verelim Hayvanlara yönelik eşitsizliğe, tutsaklığa son verelim. Onların üzerinde kurduğumuz otoriter, tahakkümcü, hiyerarşik ilişkilere son verelim. Onların kaderini biz insanların belirlemiş olmasına son verelim. Hayvanların da yaşayan canlı bir tür olarak kendi yaşamları üzerinde söz sahibi olabilme hakkına, özgürlüğüne sahip olabilmelidirler. Gezegenimizde artık bu bilinci oluşturabilmeliyiz. Bu bilinci oluşturabildiğimizde yeryüzü, yaşamının şiddetten, sömürüden, zulümden, kurumsallaşmış hiyerarşik, otoriter, ilişkilerden fazlasıyla arınabileceğini
8
düşünüyorum. Ülkemiz farklı inançlara sahip topluluklardan oluşuyor. Müslüman inanca sahip topluluklar nüfus yoğunluğu olarak daha fazladır. Bununla birlikte doğa üstü yaratıcı güce inanan farklı dinlere sahip topluluklar da bulunuyor. Hıristiyan inanca sahip topluluklar, Yahudi dinine inanan topluluklar. Alevi inancına sahip topluluklar. Süryani ve Ezidi inancına sahip toplulukları da sayabiliriz. Belirtmekte olduğum bu dinsel inanca sahip toplulukların dışında dinsel inancı olmayan, doğaüstü yaratıcı güçlere, tanrılara inanmayan ateist bireylerin evrimci felsefeyle olan mantıksal bağlılıklarını içeren geniş topluluklar da bulunuyor. Evrimci felsefeyi benimsemiş bireyler, topluluklar, doğanın tek üretici-yaratıcı güç olduğunu düşünürler. Bu düşünceden hareket ederek de doğanın üreten, vareden, yaşatan, besleyen, barındıran üretkenliğine biz ateistler, evrimciler sonsuz derecede sevgi, saygı duyarız. Bu yaşatan, üreten, barındıran, hayat içeren doğanın varlığını korumak için çabalarız. Çünkü doğa var oldukça biz insanlar ve öteki canlılar da var oluruz. Doğa yok oldukça bizler de yok oluruz. Bu olumlu-yapıcı bilincimizle doğaya zarar vermeyecek bir biçimde uyumlu bir birliktelik ve içiçelik içerisinde yaşamaya özen gösteririz. Biz ateistler, evrimciler doğaüstü yaratıcı güçlere, tanrılara inanmadığımızdan onlara hiçbir canlıyı adak
olarak kurban etmeyiz. Olmadığına inandığımız doğaüstü yaratıcı güçlere, tanrılara canlıları kurban olarak adamanın olumlu bir davranış olmadığını düşünürüz. Günahlarının karşılığında tanrılara rüşvet sunulmasının etik bir davranış olmadığını da vurgulamış olayım. Bu bağlamda kurban kültürü etik bir uygulama değildir. Onca suç, günah işleyip sonra da cehennemde yanma korkusuyla kendilerini değil de başka masum canlıları olmadığını düşündüğümüz tanrılara kurban olarak adamanın hiçbir ahlaki içeriğinin olmadığını da düşünüyorum. Adil bir davranış, tutum, tavır içermiyor kurban adama kültürü… Ülkemizde yaşayan Müslümanlarla birlikte dünyanın başka ülkelerinde yaşayan Müslüman topluluklar, İslam kültürüne göre yılda bir kez Kurban Bayramı kutlaması yaparlar. İslam dininin inancı içerisinde Tanrıya hayvanları keserek kurban adamış olurlar. Tarihin önceki yıllarında insanlar, doğaüstü güçlere korkuları nedeniyle çocuklarını, yakınlarını ya da başka insanları kurban olarak sunuyorlardı. İşledikleri suçlar nedeniyle korkuyorlardı. Bu korkuları nedeniyle ve tanrılar tarafından affedilme düşüncesiyle doğaüstü güçlere, tanrılara çocuklarını, yakınlarını ya da başka insanları rüşvet niteliğinde sunmaktaydılar. Kurban kültürünün içeriği tanrıları kandırmayı amaçlar. Adil ve etik bir tavır, davranış içermez. İşlenen suçların karşılığında cezalandırılmamak için başka masum canlıların kurban olarak
tanrıya hediye olarak, rüşvet olarak sunulması eylemidir. Tarihin ilerleyen yıllarında ise tanrıya sunulan kurbanlarda canlı türler olarak değişimler yaşanmış oldu. Artık topluluklar, kabileler kendi çocukları, yakınları ve kabile üyesi insanlar yerine hayvan türlerini tanrılara kurban olarak adamaya başlamışlardır. İslam dininin oluşması ve İslam kültürünün yaygınlık kazanmasıyla birlikte kurban kültüründe bir alışkanlık ve törensel ayinler de kutlama haline dönüşmüş oldu. Kabilelerin, toplulukların doğaüstü güçlere, tanrılara kurban adama kültüründe insan türünden hayvan türüne geçiş süreci tarihsel bir olgu olarak böyle bir dönüşüm yaşamış oldu. Müslüman toplumlarda tanrıya kurban adama törenleri her yılın içinde belirlenmiş olan günlerde Kurban Bayramları niteliğinde bayram şölenleriyle ve sevinciyle yapılmaktadır. Bu belirlenmiş günlerde maddi durumu iyi olan varsıl aileler satın aldıkları hayvanları kestirerek günahlarından da arınmayı amaçlamış olurlar. Bayram kutlama sevinciyle hayvanlara zulüm, işkence, acı çektirerek hayvanların kesilerek tanrıya kurban olarak adanılması bu kültürün tuhaflığını, adaletsizliğini, ahlaki olmayan yanını ortaya koymaktadır. Suçsuz, masum hayvan türünün yaşamlarına kitlesel düzeyde şiddet uygulayıp, acı-zulüm-işkence ile yaşamlarına son verilmesi, ve bunu
9
bayram sevinci, mutluluğu içerisinde törensel ayinlerle yapılmasının adil bir davranış, normal bir davranış, etik bir tavır olmadığını algılamaktayım ve düşünmekteyim. Hayvanların kesilerek tanrıya kurban edilme anında, hayvanların çektiği acıyı, işkenceyi, zulmü hayvanlar fazlasıyla bedenlerinde duyumsuyorlar. Hayvanlar kendilerine tattırılan bu acının zulmün farkındadırlar, bilinci içerisindedirler. Bu nedenle zarar göreceklerini, zulüm göreceklerini algılayabiliyorlar. Zarar görmemek, zulme uğramamak için işkencecilerin, katillerin elinden kurtulup kaçmaya çalışmaktadırlar. Kaçabilenler kaçıyorlar. Fakat bu kaçış çare olmamaktadır işkence ve zulüm görmelerine. Çünkü kısa sürede peşlerine kalabalık bir avcı topluluğu düşmüş oluyor. Bu avcı topluluğunun ellerinde silahlar, sopalar, demir çubuklar bulunuyor. Ve kaçmanın da fazlasıyla cezasını çekmiş oluyorlar. Kıyasıya sopalarla dövülüp işkenceye maruz bırakılıyorlar. Bıçak darbeleriyle yaralanıyorlar. Arabaların arkasına iple bağlanıp sürükleniyorlar Olmadık işkencelerle karşı karşıya kalan bu bireyleri fazlasıyla üzüyor, acı çekmemize neden oluyor. Hayvanlara yapılan bu zulmü, işkenceyi, eziyeti, katliamı vegan bireyler olarak kınıyoruz. Bu vahşi, barbarca uygulamalara son verilmesini insanlık adına talep ediyoruz. Hayvanların yaşamdan yana tüm bu canhıraş çabalarına, mücadelesine rağmen; onları etleri için topluca mez-
10
bahanelerde keserek öldürmeye devam ediyoruz. Yine deney amaçlı bilimsel ve ticari faaliyetlerde denek olarak kullanıyor, acı çekmelerine neden olabiliyoruz. Hayvanların işgüçlerinden yararlanmak amacıyla onları kölece tutsaklaştırıp zor-şiddet kullanarak çalıştırıyoruz. Tanrılara topluca kurban olarak adıyoruz. Hayvanları sirklerde eğlence aracı olarak kullanabiliyoruz ve acı çekmelerine neden olabiliyoruz. Hayvanları yine av nesnesi olarak silahlarla vurup öldürebiliyoruz. Sokak hayvanlarına yönelik kapsamlı bir saldırganlık, şiddet, zulüm, tutsaklık, tahakküm ardı arkası kesilmeden uygulanmaktadır. Hayvanların aşağı bir tür görülüp, varlıklarının insan türünün yaşamsal çıkarlarına göre biçimlendirilmesi türcü sömürüyü, şiddeti, zulmü, tahakkümü oluşturmaktadır. Yukarıdaki bölümlerde ifade etmiştim; geçen yıl “Kurban Bayramı”nda 851 bin 948 büyükbaş ve 2 milyon 331 bin 917 küçükbaş hayvan kesilip tanrıya adak olarak kurban edilmiş. ( Bu sayı sadece bizim ülkemizde sınırlıdır. ) Bu yıl “Kurban Bayramı”nda kesilecek 1 milyon 207 bin 608 büyükbaş hayvan ve 3 milyon 645 bin 918 küçükbaş hayvan sayısı bulunuyormuş. Milyonlarca hayvanın duyumsayacağı acıyı, işkenceyi, zulmü biz vegan bireyler, kendi ruhumuzda, bedenlerimizde duyumsayabiliyoruz. Bu nedenle em-
patik düşünerek, davranarak hayvan eti ve hayvansal ürün tüketmiyoruz. Hayvan türüne yönelik bu türcü şiddeti, sömürüyü, zulmü, tahakkümü, katliamları kınıyoruz. Hayvan eşitliği ve özgürleşmesi için vegan mücadele bilincinin yaşama kültürünün geliştirilmesinin türler, cinsler, sınıflar, milliyetler, ırklar arası eşitliğin, özgürleşmenin oluşmasına olumlu etki sağlamış olacağını öngörebilmekteyiz.
.
2. bölüm: ataerki ve . heteroseksizm
Cinsiyetçi eşitsizliğe, tutsaklığa, sömürüye, zulme, şiddete, katliamlara hayır! Kadınlara yönelik cinsiyetçi erkek şiddeti ve sömürü ile hayvanlara yönelik türcü şiddet ve sömürünün içeriğinde mülkiyetçi, bencil erkek saldırganlığı ve sömürüsü vardır. Yeryüzü yaşamında türler içerisinde erkek hegemonyasına dayanan ve erkek cinsiyetinin egemenliğini içeren bir iktidarlaşma, güç oluşturma ilişkisi vardır. Cinsler arası ilişkilerde eril cins, baskın, otoriter, tahakkümcü bir gücü oluşturur. Dişi cinsler ise, eril otoritenin gücüne, iktidarına mutlak bağlıdırlar ve itaate zorlanırlar. Dişi cinsiyete sahip canlılar cinsler arası ilişkilerde mülkiyet, mal, eşya, nesne derecesine indirgenmiş olur. Doğa, toplum yaşamında eşitsizliğe, tutsaklığa dayanan bu cinsler arası ilişki insani,
adil bir ilişki içermez. Eril cinsin mutlak bir otoritesi ve tahakkümü vardır. Hiyerarşik ilişki oluşturulmuştur. Toplumsal yaşamımızda ve ilişkilerimizde cinsiyetçi eşitsizlik ve tutsaklık aile içinde, çalışma yaşamında, mülkiyet ilişkilerinde, eğitim, öğretim, sanat-kültür, siyaset yaşamında erkeğin kadına karşı mutlak egemenliğiyle sürdürülür. Erkek cinsiyetinin belirlemiş olduğu bu hiyerarşik, tahakkümcü ilişkiye göre kadın cinsel bir nesne konumuna dönüştürülmüştür. Kadın cinsel bir nesne olarak erkeği mutlu eder. Çocuk doğurur. Çocuğunu büyütür. Ev işlerini yapmakla görevlendirilmişlerdir. Kadınlara bu mekanlar içerisinde yaşama, varolma hakkı tanınmıştır. Erkek ise bu işlerden muaf tutulmuştur. Kadınların yaptığı bu işleri erkekler cinsiyetçi zihniyetle yapmak istemezler. Toplum ve devlet yaşamı ve ilişkileri, erkeğin kadın işlerini yapmasını hoş karşılamaz. Oluşan cinsiyetçi kültür erkeğin ev işlerini yapmasını reddeder. Erkek otoritesin zedelenmesi ve kırılması hali olarak değerlendirilir ev işlerinin yapılması…Dolayısıyla da ev işlerini sahiplenen erkekler ‘kılıbık’ ya da ‘kadınsı’ olarak aşağılanmış olurlar. Aile içerisinde kadının konumu ve statüsü böyle bir yaşama indirgenmiştir. Ayrıca oluşturulan böyle bir aile kurumunda erkek ailenin yöneticisi ve sözü mutlak olarak dinlenmesi gereken kişi olarak belirlenmiştir. Eşitsizliğe dayanan aile ilişkilerinde kadın kocasına
11
mutlak bir biçimde bağlıdır ve itaat etmesi gereken cinstir. Kadından istenen; bir yaşam boyu erkeğine mutlak ve kölece bağlılık, itaattir. Kadına ayrılma hakkı tanınmaz. Ayrılma hakkı ve istemi “namus” sorunu olarak algılanır ve erkek tarafından cezalandırılır. Kadının aile ve toplum yaşamı içerisindeki yeri, konumu, statüsü; erkeğe mutlak bir itaati bağlılığı içerir. Cinsiyet eşitsizliğine dayanan ve hiyerarşik ilişkileri içeren bu cinsler arası ilişkilerde kadın ezilen, sömürülen, tutsaklaştırılan, tahakküm altına alınan cins konumundadır. Kadınların cinsiyet konumlarına göre şekillendirilmiş, belirlenmiş bu yaşama, varoluş biçiminde erkek cinsi baskın taraf olarak hep hükmeden, yöneten, itaat edilen eril gücün kurumsallaşmasını; iktidarını sağlamlaştırmasını sağlamıştır. Eril gücün, otoritenin kadınlar için şekillendirilmiş olduğu bu kölece hayat biçimi ve ilişkiler toplumsal gelenek, görenek, töre ve kültür haline dönüştürüldü. Tarihsel süreç içerisinde, şekillenen ve kurumsal ilişkiler haline dönüştürülen kadının cinsiyetçi sömürülmesi ve köleleştirilmesi toplumsal töre, gelenek, görenek, kültürel davranış biçimi olarak topluma dayatılmış ve kanıksatılmıştır. Topluma dayatılan, kanıksattırılan cinsiyet eşitsizliği ve tutsaklığı bir ahlaki değer olarak sunulmuştur. Eril cinsin mutlak otoritesine ve egemenliğine dayanan, eril cinsin çıkarlarına göre şekillendirilen bu ‘ahlak’ algısı ve anlayışı ‘namus’, ‘iffet’ gibi kavramlarla da sürekli olarak topluma
12
sunulmakta, pompalanmaktadır. Tabi bu sunuş ve pompalama toplumda bilinç çarpıklığını, zihinsel kafa karışıklığını, ahlaki dejenerasyonu sağlamayı amaçlamaktadır. Tabı bu sunuş ve pompalama toplumda bilinç çarpıklığını, zihinsel kafa karışıklığını, ahlaki dejenerasyonu sağlamayı amaçlamaktadır. Dejenere bir özellik içeren cinsiyetçi bu eril ahlak ve namus algısı kadına yönelik şiddeti, saldırganlığı, sömürgenliği töre, gelenek, görenek olarak meşrulaştırma çabası içerisinde oluyor… Toplumun ve onun yönetim aygıtı devlet kurumunun ‘namus’ , ‘ahlak’ algısı ve anlayışı kadını cinsel nesne konumuna indirgeyen cinsiyet eşitsizliğine, köleliğine dayanan bu eril ‘ahlak’ ve ‘namus’ algısı ve anlayışıdır. Kadınlara yönelik erkek cinayetlerinin arkası kesilmeden devam ediyor. Kadının özgürleşme ve eşit yaşama hak istemleri erkekler tarafından şiddet, terör, saldırganlık ve öldürme eylemleriyle karşılık bulmaktadır. Aile, toplum, devlet yaşamı içerisinde kadını cinsiyet eşitsizliği ve tutsaklığı içerisine hapseden eril cinsiyetçi zihniyetin ‘namus’ , ‘ahlak’ algısı ve anlayışı töre, gelenek, görenek olarak kadına dayatılmaktadır. Kadınlar toplum yaşamı içerisinde oluşturulan cinsiyetçi eşitsizliğe, tutsaklığa karşı isyan bayrağını açmışlardır. Haklarını alabilmek için ve eşit-özgür ilişkiler içerisinde yaşayabilmek için mücadele etmektedirler. Erkek tutsaklığını ve cinsiyetçi sömürü düzenini reddeden
kadınlar, tepki olarak erkeklerin şiddetine, terörüne, saldırganlığına maruz kalmaktadırlar. Ülkemizde hemen hergün onlarca kadın sevgilileri, erkek kardeşleri, babaları ve erkek akrabaları tarafından ‘namus’ , ‘ahlak’ , ‘töre’ gerekçesiyle öldürülüyorlar. Kadınlara yönelik erkek saldırganlığı, şiddeti, terörü, katliamlar yıllardır ardı arkası kesilmeden devam etmektedir. Kadınlar, erkeklerin zihniyet şekillenmesine göre cinsel nesne konumundadırlar. Cinsel nesne konumuna indirgenen kadınlar bu halleriyle erkeğin mülkiyeti konumundadırlar. Mülkiyet nesnesi olarak algılanan kadınlara erkeklerin yaklaşımı otoriter, tahakkümcü, hiyerarşik yaklaşımdır. Cinsiyetçi eşitsizliğe ve sömürüye karşı direniş gösteren, mücadele eden ve haklarını korumaya çalışan kadınlar, erkek egemen toplum yaşamının ve düzeninin korunması ve devamlılığı için sürekli olarak erkek şiddetine, terörüne, katliamlarına maruz kalmaktadırlar… Kadınlara yönelik sistematik erkek saldırganlığı ve terörü sonucu ülkemizde her yıl 300-400 kadın katledilmektedir. Binlerce kadın ise erkek şiddeti ve terörü sonucu yaralanmaktadır. Ülkemizde 2014 yılının ilk dokuz ayında 200-250 kadın erkek şiddeti, terörü sonucu yaşamlarını yitirmiş oldular. Ve toplum yaşamımızda bu saldırıların ardı arkası kesilmesen devam etmektedir. Kadınlara yönelik erkek şiddetinin, saldırganlığının, terörünün, katliamlarının temel nedeni; cinsiyet eşitsizliğine, tutsaklığına dayanan aile, toplum, devlet düzenini korumak ve sürdürmektedir.
Kadınlara yönelik uygulanan erkek şiddetini, terörünü ve katliamlarını kınıyoruz, lanetliyoruz. Kadınları erkek tutsaklığından ve sömürüsünden kurtulup özgürleşmeleri için kadınları haklı mücadelelerini destekleyebilmeliyiz. Kadınları, eşitlik-özgürlük mücadelesinde yalnız bırakmayalım! Heteroseksist şiddete, teröre, katliamlara karşı mücadele edelim. LGBTİ bireyleri eşitlik, özgürlük mücadelesini destekleyelim. Toplumsal yaşamımızda farklı cinsel yönelimler ve kimliklere sahip LGBTİ bireylere yönelik heteroseksist şiddete, teröre, katliamlara karşı aktif bir mücadeleyi bilince çıkarıp toplum yaşamımıza yayabilmeliyiz. LGBTİ bireylere yönelik nefret söylemlerinin ve uçlarının son bulması için toplumsal bilinçlenmeyi ve mücadeleyi geliştirebilmemiz gerekiyor. LGBTİ bireylere yönelik saldırganlığa, şiddete, katliamlara sessiz kalmayalım. Nefret suçu işleyen kişilerin hem toplum vicdanında hem de hukuken adil bir biçimde yargılanmaları için gerekli duyarlılığı, çabayı, mücadeleyi, yapabilmeliyiz. LGBTİ bireylerin cinsel yönelim ve cinsel kimlik mücadelesi genel eşitlik, özgürlük mücadelesinin bir parçasıdır. Bu bağlamda LGBTİ bireylerin cinsel yönelim, cinsel kimlik mücadelesinin başarısı için onların mücadelesine destek verelim. Onlarla yardım-
13
laşma, dayanışma içinde olabilelim.
nı Tayyip Erdoğan üstlenmişlerdir.
Toplum yaşamımızda tutucu, geleneksel ahlakçı, heteroseksist saldırganlığa, şiddete, katliamlara karşı sessiz kalmayalım. Bu katliamları, şiddeti, terörü lanetleyelim, kınayalım. Toplumsal vicdanımızda yargılayıp mahkum edelim.
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), sömürgeci, ilhakçı, işgalci ve savaşı, şiddeti, terörizmi içeren, yayan, uygulayan saldırgan bir projedir.
)
3. Bölüm: Sömür. . gecilik ve ortado. gu'ya emperyalist müdahaleler
Savaşa, şiddete, işgale, ilhaka, sömürgeciliğe hayır! Küresel sömürgeci devletler, Ortadoğu coğrafyasını kendi siyasi, ekonomik, askeri çıkarlarına uygun olacak biçimde yeniden dizayn etmektedirler. Ortadoğu coğrafyasının, küresel sömürgeci devletlerin çıkarlarına uygun olacak biçimde yeniden dizayn edilmesi kararı 2003 yıllarında ABD öncülüğünde başlatılmıştır. Bu değişim ve şekillendirme projesine de “Büyük Ortadoğu Projesi-BOP-” ismini vermişlerdir. 2003 yıllarında oluşturulan, kararlaştırılan bu sömürgeci ve savaşı teşvik eden işgalci, saldırgan proje günümüze kadar uygulamalarına devam etmektedir. Küresel sömürgeci devletlerin ekonomik, siyasi çıkarlarını içeren bu projenin eşbaşkanlığını ilk olarak 2003 yıllarında ABD başkanı George Bush ve AKP hükümetinin başbaka-
14
Bu proje kapsamında ilk uygulama alanı Afganistan olmuştur. ABD ve İngiliz orduları tarafından Afganistan işgal edilir. Afganistan’ın işgali ve Afgan halkına yönelik ABD-İngiliz saldırganlığı ve terörizmi sonucunda 100 bin insan yaşamını yitirmiş olur. Yüzbinlerce insan yaralanır, sakat kalır. Yüzbinlerce insan yurdundan başka ülkelere göç etmek zorunda bırakılırlar. Büyük Ortadoğu Projesi’nin ikinci uğrak yeri Irak olur. 20 Mart 2003 yılında Irak, Amerikan, İngiliz orduları tarafından işgal edilir. Bu işgal 9 yıl sürer. 9 yıl süren işgal ve savaş sürecinse bir buçuk milyon insan yaşamının yitirir. Yüzbinlerce insan yaralanır, sakat kalır. Yine bu işgal ve savaş sürecinde binlerce karına tecavüz edilir. Irak halkına sömürgeci şiddet, terörizm, işkence kapsamlı olarak uygulanır. Bu işgal ve savaşta 5 milyon sivil insan başka ülkelere göç etmek durumunda kalmış olurlar. Irak’ın işgalinde temel gerekçe; Irak’ın özgürleştirilmesiydi. Fakat bu söylemler demagojik söylemler olarak zaman içerisinde somutluk kazanmıştır. 9 yıl süren Irak’ın işgali ve yaşanan savaşın ardından yeni bir işbirlikçi siyasal hükümet oluşturulmuştur. Ardından da Irak’ın zengin fosil enerji kaynak-
ları Irak’ı işgal eden küresel sömürgeci devletler arasında paylaşılmıştır. AKP hükümeti, Irak’ın işgali sürecinde işgalci sömürgeci orduların her türlü yaşamsal ve askeri-lojistik ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlendirilmiştir. Bu bağlamda AKP hükümeti ve Türkiye devleti, Irak’ın işgalinde ve 9 yıl süren bu işgal ve savaş sürecinde işgalci-sömürgeci devletlerin ordularına yardım ve yataklık görevini yapmışlardır. AKP hükümeti, Irak’ın işgaliyle birlikte katledilen birbuçuk milyon insanın ölümünden bir o kadar sorumludurlar. Büyük Ortadoğu Projesi’nin daha sonraki uğrak yeri Libya oldu. Küresel sömürgeci devletlerin askeri savaş örgütlenmesi olan NATO, Libya’yı uçaklarla bombaladı. Ardından da örgütlediği çetelerle iç savaş başlattı. Küresel sömürgeci devletlerin dış müdahalesi sonucunda Libya’da iktidar yıkıldı. Kaddafi ve hükümeti alaşağı edildi. Onbinlerce insan yaşamını yitirmiş oldu. Libya’da da küresel sömürgeci devletlerin çıkarlarına uygun yeni bir ekonomik-politik düzen oluşturuldu. Şu an yeni oluşturulan bu ekonomik-politik düzenin kurucuları arasında bölünmüşlük ve iktidar kavgaları vardır. Bu iktidar kavgalarının tarafları birbirleriyle silahlı savaş içerisinde bulunuyorlar. ABD ve Avrupalı emperyalist-sömürgeci devletlerin az gelişmiş ülkeleri sömürmek amacıyla işgal edilmesi yeni bir olgusal gerçeklik değildir.
20. Yüzyılın başlarında ve ortalarında; birinci ve ikinci Dünya Paylaşım Savaşlarında 75-100 milyon insan yaşamlarını yitirmiş oldu. ABD emperyalist sömürgeci gücünü dünyaya gösterip halklarda korku yaratmak için ilk defa Japonya’ya nükleer-atom bombası atarak felakete neden olmuştur. Yine 1945’lerden sonra ABD emperyalist-kapitalist sömürgeciliği, Kore’de Laos’da, Vietnam’da, Kamboçya’da askeri işgaller yapmıştır. Bu ülkelerin işgal edilmesi ve süren savaşlarda toplam 6 milyon insan yaşamlarını yitirmiş oldu. ABD ve Avrupalı sömürgeci-işgalci devletlerin, geçmiş sicillerinden dolayı, tüm dünyanın mazlum halklarına yönelik katliamlarından dolayı insan hakları sicilleri bozuktur. Bu sömürgeci-işgalci devletlerin insan hak ve özgürlüklerini savunmak gibi etik değerleri ve sorumlulukları kesinlikle yoktur. İnsan hak ve özgürlüklerini manüpülatif ve demagojik bir söylem olarak, bilinç bulanıklığı oluşturmak için kullanmaktadırlar. Bilindiği üzere; Ortadoğu coğrafyasında bulunan ulus devlet örgütlenmeleri yapısal oluşumlarından kaynaklı olarak otoriter ve tahakkümcü özellik taşırlar. Kendi insanlarına, halkına eşitlik-özgürlük içeren bir hayat sunmazlar. Bu bağlamda hak ve özgürlük talep eden bireylere, topluluklara, devlet örgütlülüğünün otoritesi, gücü, tahakkümü fazlasıyla uygulanmış olur. Böylece hak ve özgürlük ta-
15
lep eden halk kitleleri, devletlerin zor ve şiddet edimleriyle bastırılır, ezilir. Ortadoğu coğrafyasındaki bu tür özellik taşıyan ulus-devlet örgütlenmelerinin, kendi insanına, halkına yönelik otoriter, baskıcı, saldırgan tutum içinde olduğu bilinmiş olduğundan dolayı, batılı küresel sömürgeci devletler, kendi işgalci-sömürgeci amaçlarını perdeleyerek, kamufle ederek gizlerler. Küresel sömürgeci güçlerin kendi gerçek amaçlarını gizlerken kullandıkları argümanlar; işgal edecekleri ülkelere “özgürlük” ve “insan haklarını” getirecekleri söylemleridir. Fakat, bu demagojik söylemlerin hiçbir gerçekliği ve doğruluğu yoktur. Küresel sömürgeci devletlerin işgal ettiği ülkelerin son durumlarına baktığımızda cehennem haline getirilmiş bir ülke hali içinde yaşam oluşturulmuştur. Bugün Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Mısır v.b. ülkelerin durumu böyledir. Sömürgeci küresel devletlerin işgal etmiş oldukları bu ülkelerde iç savaşlar, şiddet, zulüm, katliamlar, sömürü, talan devam etmektedir. Bu ülkelerde yaşayan milyonlarca insan, yaşanan iç savaş ve şiddet nedeniyle başka ülkelere mülteci olarak göç etmişlerdir. Amerikalı ve Avrupalı sömürgeci işgalci devletlerle birlikte Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, Ürdün, İsrail v.b. işbirlikçi otoriter devletlerin ortak çıkarlar içerisinde cephesel bir ittifak oluşturdukları bilinmektedir.
16
İşgal edilecek ülkelere bu emperyalist cephesel ittifak ile birlikte saldırı ve işgal girişimi içerisinde olunduğunu artık gözlemleyerek öğrenmiş olduk. Bugün sınır komşumuz Suriye’de iki yıldır devam eden bir iç savaş yaşanmaktadır. Suriye’deki başlatılan ve iç savaşın nedeni küresel sömürgeci devletlerin planlamış olduğu Büyük Ortadoğu Projesi’nin Ortadoğu coğrafyasında hayat bulmuş olmasıyla bağlantılı oluşudur. Suriye’ye yapılan emperyalist müdahale kısa sürede başarıyla sonuçlanacağı düşünülüyordu. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Emperyalist cephenin oluşturduğu işgal ve saldırganlığa karşı direnen, karşı koyan Esad’ı destekleyen Rusya, Çin, İran ve Lübnan’ın oluşturduğu bir başka savaş cephesi oluştu. Büyük Ortadoğu Projesi’nin Suriye ayağında başlatılan emperyalist işgal karşı direnişle karşılaştı. Ve iç savaş iki yıldır devam etmektedir. Küresel sömürgeci devletlerin desteklemiş oldukları Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) Esad’a karşı mücadeleyi başarılı bir biçimde sürdürememişlerdir. Ardından Özgür Suriye Ordusu’nu oluşturan radikal dinci örgütlerin kendi aralarında yaşanan bir iç çatışma, savaş durumu başlatmıştır. Emperyalist küresel devletlerin oluşturduğu Özgür Suriye Ordusu böylece dağılmış, parçalanmış oldu. İktidar kavgası kendi içlerinde de hala devam etmektedir. İç savaş karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Büyük Ortadoğu Projesi’nin Suriye’nin işgali adımı başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Şu an Ortadoğu’daki politik süreç küresel
sömürgeci güçlerin aleyhine dönüşen bir aşamaya girmiş bulunmaktadır. Küresel sömürgeci devletler bu başarısız durumdan kaygı ve endişe duymaya başlamış oldular. Büyük Ortadoğu Projesi’nin önündeki tıkanıklığı giderebilmek için farklı çözüm arayışlarına başvurmaktadırlar.
ılımlı islami örgütlerden ve laik muhalif örgütlerden oluşabileceği dillendiriliyordu. Bu nitelikte politik ve askeri örgütlenmelerin küresel sömürgeciişgalci devletlerle ortak cephede yer alıp IŞİD ve Beşar Esad yönetimine karşı mücadele başlatabileceği düşünülüyor.
Son günlerde IŞİD’in halka vermiş olduğu zarar, saldırganlık, şiddet nedeniyle küresel sömürgeci devletler uluslararası ölçekte ve NATO’nun organize ettiği bir emperyalist cephe oluşturmaya çalışıyorlar. Oluşturulacak bu cephede yer alacak güçler sömürgeci güçlerin, devletlerin çıkarlarına uygun ve konumda olacak örgütlerden, gruplardan, devletlerden oluşabilecek. Küresel sömürgeci devletlerin çıkarlarıyla örtüşebilecek bu politik askeri örgütlenmeler kimler olabilir merak ediliyor. Suriye Ulusal Koalisyonu (SUK), emperyalist işgalci devletlerin çıkarlarıyla örtüşebilen bir konumda cephesel örgütlenmeyi içeriyor. Zaten küresel sömürgeci-işgalci devletler, kendi çıkarlarıyla örtüştüğü için bu politik-askeri örgütlenmelere silah, cephane, lojistik ve finansman kaynağını baştan beri sağlıyorlar. Küresel sömürgeci devletlerin IŞİD ya da Esad yönetimini tam olarak yok etmek için ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin başarısı için Suriye’nin yerlisi olan ve politik, ekonomik, askeri çıkar birliği içerisinde olacak güçlerin ortak savaş cephesinde yer alması için hala çalışmalar devam etmektedir. Emperyalist sömürgeci devletlerin oluşturacağı cephede yer alabilecek örgütlerin
Başta ABD ve Avrupalı Kapitalist-Emperyalist Devletler ve İşbirlikçi Bölge Devletleri Şiddetin, Savaşın, Terörizmin Asıl Kaynak Kurumlarını Oluşturmaktadır. Suriye’ye müdahale edilmesinin asıl temel ve gerçek nedeni küresel sömürgeci devletlerin kapitalist-emperyalist çıkarlarını içeren Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’nin hayat bulmasıyla ilişkili bir saldırganlığı içermiş olmasıdır. Başta ABD ve Avrupalı kapitalist-emperyalist devletlerin, Afganistan’ı, Irak’ı, Libya’yı ve Suriye’yi işgal ederlerken, politik ve askeri müdahalenin gerekçesi olarak; “ Bizler bu ülkelere demokrasiyi özgürlüğü, insan haklarını getirmek için girmekteyiz…” gibi demagojik söylem ve argümanları kullanmışlardır. Oysa bu söylem ve argümanlar gerçekliği hiç de yansıtmıyor. Küresel sömürgeci, işgalci devletlerin Afganistan’ı, Irak’ı, Libya’yı ve bugün olduğu gibi Suriye’ye müdahalesinin gerçek nedeni; sömürgecitalancı bir proje olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin bölge coğrafyasında tam anlamıyla uygulanması planını içermesiyle ilişkili olmasıdır. Küresel sömürgecilik politikası kapitalist-em-
17
peryalist üretim-tüketim ilişkilerinin dışavurumudur. Küresel sömürgecilik politikası yayılmacıdır. Küresel yayılmacılık tüm dünyaya yayılırken şiddet, zor, savaş, sömürü ve terörizmini o coğrafyadaki bölge halklarına uygulamış olur. Küresel sömürgecilik dünya coğrafyasında yer alan fosil enerji kaynaklarının ve zengin maden kaynaklarının yeniden ele geçirilmesi ve sahiplenmesini içerir. Bu bağlamda Büyük Ortadoğu Projesi’nin politik, ekonomik, askeri hedefi; Ortadoğu coğrafyasında bulunan zengin fosil enerji kaynaklarının yeniden sahiplenilmesini içerir. Bununla birlikte o bölgenin tüm zenginliklerinin sahiplenilmesini amaçlar. Sahiplenme edimi zor ve şiddeti içerir. Zor ve şiddet bölgesel, küresel savaşların oluşmasını oluşturur. Savaşın kendisi başlı başına bir terörizmi içerdiğini biliyoruz. Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilk olarak Afganistan’da 2001 yıllarında uygulandığı ve ardından 2003 yılında kamuoyuna sunulduğunu biliyoruz. Bu projenin eş başkanları 2003 yıllarında ABD başkanı George Bush ve bugünkü cumhurbaşkanı ve o zamanın AKP Hükümetinin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan üstlenmişlerdi. 2002 yılından başlayıp da 2014 yılı sonlarına ulaşan Büyük Ortadoğu Projesi’nin tarihsel sürecini irdelediğimizde insanlık, özgürlük adına hiçbir uygulamaya rastlayamayız. Bu emperyalist sömürgeci politikanın halklara vermiş olduğu zararın bilançosu;
18
- Afganistan’ın işgal edilmesiyle 100 bin insan yaşamını yitirmiştir. Binlerce insan yaralanmış, sakat kalmış, işkenceye uğramış, yüzlerce kadın tecavüze uğramıştır. - 20 Mart 2003 yılında Irak’ın işgal edilmesiyle birlikte bir buçuk milyon insan yaşamını yitirmiştir. Binlerce insan yaralanmış sakat kalmış, işkence görmüş. Yine yüzlerce kadına tecavüz edilmiştir. 5 milyon insan mülteci konumunda başka ülkelere zorunlu göç etmişlerdir. - Libya’nın NATO güçleri tarafından işgal edilmesiyle birlikte yine onbinlerce insan yaşamını yitirmiştir. Bugün Libya’da yeni devlet düzenini oluşturan taraflar hala kendi aralarında iktidar kavgası içinde bulunuyorlar ve kendi aralarında silahlı savaşı sürdürüyorlar. - Suriye’nin işgaliyle birlikte 2 yıldır yaşanan bir iç savaş vardır. 250 bin insan bu iç savaşta yaşamını yitirmiştir. Yine on binlerce insan yalanmış, sakat kalmıştır, işkence görmüştür. Kadınlar tecavüz edilmiştir. 3 milyon insan savaş, şiddet, terörizm nedeniyle mülteci olarak başka coğrafyalara göç etmişlerdir. Büyük Ortadoğu Projesi’nin Ortadoğu coğrafyasında uygulanmasının sonuçları bölge halklarına bu katliamları, zulmü, işkenceleri, tecavüzleri, göçleri, yoklukları, yoksullukları beraberinde getirmiştir. Büyük Ortadoğu Projesi, sömürgeci, talancı, ilhakçı ve terörist bir projedir. Tüm bölge halkları bu sömürgeci, talancı, işgal-
ci, terörist projeye topyekün olarak tepki göstermeli, tavır almalı, ortak mücadele cephesi oluşturabilmelidir. Ortadoğu coğrafyasında yaşayan bölge halkları olarak, kapitalist emperyalist işgalcileri ve işbirlikçilerini bölgeden kovalım, söküp atalım. Küresel sömürgeci kapitalist-emperyalist devletin oluşturmak istedikleri politik, askeri cephelere karşı çıkalım. Bu cephelerde yer almayalım. Bölgede yaşayan halklar birbirine zarar vermeden dayanışma, yardımlaşma, paylaşma içinde yaşayabilmelidirler.
Bölgeye müdahale eden küresel sömürgeci devletlerin şiddetine, talanına, saldırganlığına karşı halklar birlikte ortaklaşa tepki gösterebilme-
Bölgede saldırganlığı, sömürgenliği, tahakkümü, şiddeti, terörü içeren her türden örgüt, devlet, iktidar faaliyetlerine karşı ortak tavır alınıp mücadele edilmelidir. Bölgede küresel sömürgeci devletlerin oluşturacağı hiçbir koalisyonda cephede yer almamak, bu oluşumlara karşı çıkmamız gerekmektedir. .
4. Bölüm: endüstri. . . yel sistem, iklim de. . . . . gisikligi ve ekolojik . yikim )
Her türden devletçi, iktidarsal, otoriter, totaliter, hiyerarşik ilişki ve yaklaşımlar reddedilmelidir.
Bölgedeki otoriter devlet oluşumlarına karşı eşitlikçi-özgürlükçü bilinçle mücadele edilmelidir. İnsan hak ve özgürlükleri her bireye, topluluğa, halka, farklı din-inanç-mezhep gruplarına eşit olarak uygulanmalıdır. Ayrımcı, dışlayıcı, şiddet ve saldırganlık içeren ilişkilere, yaklaşımlara, uygulamalara birlikte tavır alınmalıdır.
)
Bölgede yaşayan farklı milliyet, din, mezhep, kültür içerisinde olan halklar birbirlerine zarar vermeden, şiddet uygulamadan eşit, özgür ilişkiler içerisinde yaşayabilmelidirler. Eşitlik ve özgürlük ilkesi farklı milliyet, din, mezhep, kültürden topluluklara, halklara eşit mesafede yaklaşımı öngörür. Her türden ayrımcı, aşağılayıcı, saldırgan, otoriter, hiyerarşik iktidara yaklaşımı, ırkçı, milliyetçi, mezhepçi yaklaşımları reddeder. Bölgedeki halkların birbirlerine yaklaşımı eşit ve özgürlükçü ilişkiler içerisinde olmalıdır.
li, mücadele edebilmelidirler. Farklı milliyet, din-mezhepten olan halkların, toplulukların birbirlerine olan yaklaşımları nefret ve saldırganlık niteliğinde olmamalıdır.
Küresel Isınmaya, Küresel İklim Değişikliğine, Çevresel Kirlenmeye, Doğanın Sömürülmesine, Talanına, Karşı Mücadeleyi Yükseltelim. Sanayileşme sürecinin başladığı tarihsel anlardan günümüze kadar uzanan
19
süreçte doğra tüketim nesnesi ve sanayi nesnesi olarak algılandı. Teknolojik-bilimsel gelişmelere bağlı olarak sanayileşme de hızlı bir biçimde gelişti ve küresel ölçekte yaygınlaştı. Sanayideki gelişmeyle ve üretimle birlikte kullanılan fosil enerji kaynaklarının atmosfere salınımı sonucu atmosferdeki sera gazı birikimi iyice yoğunlaştı. Bu yoğunlaşmaya bağlı olarak da atmosferin yapısal dengesi değişime uğradı. Bu değişime bağlı olarak güneş ışınlarının geçirgenliği, yalıtımı ve ısı dengesi bozuldu. Milyonlarca yıl korunan bu doğal ısı dengesi insanın yaratmış olduğu sanayileşme kültürüyle bozuldu. Bu dengesel bozulma gezegensel hayatımız için hayati önemde bir değişim ve dönüşümdür. Atmosferdeki sera gazlarının birikmesi küresel ısınmayı beraberinde getirmiş. Kutuplardaki buzullar bu ısınmayla birlikte erimeye başlamış. Aşırı ısınma ve buharlaşma atmosferik hareketleri bilinen doğa olaylarından daha farklı ve başka doğal durumların yaşanmasını oluşturmuştur. Aşırı ısınma, buharlaşmayı ve atmosferdeki su buharı yoğunluğunu oluşturmuş. Bu durum yağışlardaki dengeyi bozmuştur. İklimsel kayma ve değişmeler yaşanmaya başlamıştır. İklimsel karmaşıklık ve değişme, yağışlardaki değişim başta canlı yaşamı olumsuz yönde etkilemeye başlamıştır. Doğa alışık olunmayan bu yağış değişimine ve iklimsel değişime adapte olamamıştır. Tabiki doğa ile birlikte insan türü de küresel ısınmaya, iklimsel değişmeye alışamadı. İnsan türü bu
20
değişimin, dönüşümün tam anlamıyla ne bilincindedir. Ne de farkındalığı içerisinde bulunuyor. Bu değişim, dönüşüm süreci giderek daha yıkıcı ve zarar verici bir hale dönüşebileceğini düşünmekteyim. ‘Küresel Isınma’ , ‘İklimsel Değişme’ kuraklığın oluşmasına neden oluyor. Kuraklık tarımsal üretimi olumsuz etkiliyor. Tarımsal üretimin olumsuz etkilenmesi de beraberinde beslenme sorununu doğurmuş oluyor. Beslenme sorunu toplumsal yaşamı olumsuz etkiliyor. Gıda, beslenme sorunu yaşayan insan toplulukları şiddete ve savaşlara yönelebilirler. ‘Küresel Isınma’ , ‘Küresel İklim Değişikliği’ yağış sistemindeki dengeyi bozmuştur. Binlerce yıllık alışageldik iklimsel denge, yağış sistemindeki denge bozulunca canlı yaşamların aleyhine olacak afetler, aşırı yağışlar, aşırı fırtınalar, seller, su baskınları, hortumlar oluşmaya başlamıştır. Aşırı yağışlarla birlikte aşırı seller oluşmuştur. Bu seller insanların yaşamakta olduğu toplu yaşam alanlarını basarak insanların toplu ölümlerine neden olmaktadır. İnsanların toplu olarak yaşamakta olduğu bu yerleşim alanları aşırı yağışlarla birlikte sel baskınlarına uğruyor. Bu sel baskınları hemen hemen gezegenimizin farklı coğrafyalarında bulunan yerleşim mekanlarına aynı şekilde zarar vermeye devam etmektedir. Aşırı ve çok güçlü-yoğunluklu yağış-
lar, tarımsal alanların su altında kalmasına, toprağın sürüklenmesine neden oluyor. Tarımsal ekili alanların sel sularıyla zarar görmesi tarımsal üretimi olumsuz etkiliyor. Beraberinde yine beslenme, gıda sorunu oluşmuş oluyor. Ki bu durumda sosyal sorunların yaşanmasına, şiddet ve iç savaşlara neden olabiliyor. Sanayileşme süreci yoğunluklu bir hızla devam ediyor. Sanayide kullanılan fosil enerji kaynaklarının kullanılmasına artan yoğunlukla devam ediliyor. Atmosfere sera gazı salınımına tüm gelişmiş sanayi devletleri-toplumları artan bir yoğunlukla devam etmektedirler. Sera gazı emisyonlarındaki artışla birlikte atmosferdeki sera gazı birikiminin artışı küresel ısınma, iklimsel değişmeyi giderek daha tehlikeli bir sorun niteliğine dönüştürüyor. 2014-Eylül ayı içerisinde Birleşmiş Milletlerin New York’ta düzenlediği İklim Zirvesi sonuç raporu geçenlerde açıklanmış oldu. Bu iklim zirvesine, 100 devlet ve hükümet başkanı, 800 şirket yöneticisi, finansçı ve sivil toplumcu katıldı. BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un açıklamış olduğu raporda; “Emisyonları azaltmak için bir an önce harekete geçmeliyiz, havanın daha fazla ısınmasını engellemeliyiz.” türünden genel geçer söylemlerin dışında bağlayıcı hiçbir somut önlem alınmamıştır. Yeni gezegenimizi yaşanmaz hale getiren bu ulus-devlet yöneticileri sorunun çözümü için hiçbir bağlayıcı
sözleşmeye varamadan İklim Zirvesi’ni bitirmiş oldular. BM’nin New York’ta düzenlediği ve resmi devlet-hükümet başkanları ve şirket yöneticilerinin katıldığı ‘resmi iklim zirvesi’ne karşı ve onu protesto eden kitlelerin yaptığı alternatif SİVİL İKLİM ZİRVESİ de milyonlarca muhalif halk kitleleri tarafından yapıldı. Sivil İklim Zirvesi yapan göstericiler, cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın New York’ta BM İklim Zirvesi’nde yaptığı konuşmayı eleştirmiş oldular. Recep Tayyip Erdoğan’ın iklim değişikliğiyle mücadelede samimi olmadıklarını ifade ederek şöyle konuşmuş oldular; “ Türkiye’deki liderlere, ekosistemin, doğal peyzajın ve ormanların korunmasının iklim değişikliğinin etkilerine uyum kapasitesinin artıracağını birileri anlatmalı. İstanbul›daki 3. Havaalanı için kesilen 2 milyon ağacın iklim değişikliğini körüklediğini artık öğrenmeli ve bu gibi projelerden vazgeçmeliyiz.” Yine bir başka Sivil İklim üyesinin, cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eleştiren konuşması: “ Cumhurbaşkanı’nın sözleri Türkiye seragazı emisyonlarını yüzde 21 oranında azalttı şeklinde yorumlandı. Öncelikle Türkiye’nin 1990-2012 yılları arasında emisyonlarını azaltmadığını aksine yüzde 133,4 oranında artırdığını belirtelim… Türkiye’nin hiçbir emisyon azaltım taahhüdün-
21
de bulunmaması, iklim değişikliğini durdurmak için kaynak ayırmaması. Bunlar Zirve’nin amacıyla çelişti.” Yine bir başka eleştirmen’in sözleri: “ Aynı cümleleri yıllardır duyuyoruz. Cümleler değişmiyor ama Türkiye’de iklim değişiyor, verilen kayıpların sayısı artıyor. “ 2014-Eylül ayında BM’nin New York’ta yaptığı İklim Zirvesi ile ilgili olarak BBC’nin doğa analisti Roger Harabi eleştirileri ise; “yıllardır bu toplantılar yapılmasına rağmen sonuç alınmadığını tablonun değişmekten uzak olduğunu…” söylemiş oldu. Sanayileşme olgusu sadece küresel ısınma ve iklimsel değişmeyi sağlamıyor. Beraberinde doğanın ekolojik dengesinin bozulmasını, ekolojik kirlenmeyi, havanın-suyun-toprağın zehirli kimyasal atıklarla kirletildiğini de beraberinde getirmiş oluyor. Yine kömürle işletilen termik santrallerin çevreyi alabildiğine kirletmiş olduğunu ve havaya salınan karbondioksit ve başka zehirli gazlarla insanların kanser hastalığına yakalandığını gözlemlemekteyiz. Nükleer santrallerin kurulmasıyla birlikte havaya, toprağa, suya nükleer atıkların karışmasıyla nükleer kirlenme oluştuğu ve bu kirlenmenin de kanser hastalığını oluşturduğu bilin-
22
mektedir. Tarımsal üretimde kullanılan kimyasal gübreler, tarımsal ürünlerin korunması amacıyla yapılan kimyasal ilaçlanmalar sonucu toprak ve su zehirli, kimyasal kirlenmeyle karşı karşıya kalıyor. Ormanların sanayi nesnesi ve ürünü olarak sürekli olarak kesilmesi ve tüketilmesi ekolojik dengenin bozulmasını beraberinde getirmiş oluyor. HES’lerin hemen her vadiye yapılmasıyla birlikte HES’lerin doğaya vermiş olduğu yıkım, tahribat somut bir olgu olarak kendini gösteriyor. Bu tür oluşumlar nedeniyle ekosistem büyük oranda yıkıma uğratılıyor. Yaşam kendini yineleyemiyor. Doğanın yıkımı, tahribatı, sömürülmesi, tüketim nesnesi olarak algılanması, kirletilmesi giderek hayati düzeyde ve gezegensel ölçekte geriye dönüşü mümkün olmayacak sorunlar yaratacaktır diye düşünüyorum. Gezegensel hayatımızın devamı için fosil yakıtları kullanmayalım. Ekolojik kirlenmeyi önlemek için sanayi kültürünü, tüketim alışkanlıklarımızı, yaşama kültürümüzü yeniden gözden geçirip sorgulayalım. Doğayla uyumlu, doğaya zarar vermeyen yaşama yönelelim. İnsan türü böylelikle kendi biyolojik bedenine vermiş olduğu yabancılaşma olgusundan da arınmış olabilecektir. Her türden biyolojik
hastalanmamızın kaynağında doğaya olan yabancılaşmamızla birlikte insanın oluşturduğu sanayileşme kültürü vardır. İnsan türünün sağlıklı yaşayabilmesi için kendi doğasına yabancılaşmaması gerekiyor. Kendi sağlıklı doğası için de doğayla uyumlu bir hayata yönelebilmesi gerektiğini düşünüyorum. İnsana, hayvana, doğaya, gezegene özgürlük! Türcü, cinsiyetçi, emperyalist katliamlara, şiddete, sömürüye hayır! Doğanın sömürülmesine, talanına, kirletilmesine, ekolojik yıkıma hayır! Yaşasın eşitlik, yaşasın özgürlük, yaşasın Anarşi!
29 Eylül 2014 Osman Evcan