Söyleşi: Adada Yaşamak, Denizi Yaşamaktır

Page 1

“Adada yaşamak, denizi yaşamaktır.” Ağustos 2014’te, sıkı koleksiyoner Hüseyin Can Yücel ile adalar kültürü ve Marmara (Mermer) Adası üzerine söyleştik. Zafer Yalçınpınar: Adalar kültürü, özelde de Marmara Adası üzerine çesitli basılı materyalleri toplayarak bu konudaki en geniş koleksiyonu -belki de araştırma faaliyetini- gerçekleştiriyorsun. Nasıl başladı bu serüven? H. Can Yücel: Haluk Cecan’ın çekimlerini yapmış olduğu 1989 tarihli “Marmara Adaları” adında bir belgesel vardır. 13 hafta boyunca TRT’de yarım saatlik bölümler halinde yayınlanmıştı. İnternet aracılığı ile izlediğim “Derindeki Sırlar” (1997) adlı başka bir belgeselinde Haluk Cecan, Gökçeada’daki kılıç balığı avcılarını konu edinmişti. Oradaki anlatımlar esnasında şu sözler dikkatimi çekti: “Hava gerçekten çok güzel ve kıpırtısız. Tıpkı Yaman Koray’ın anlattığı gibi… Yaman Koray, Marmara Adası’nda kılıç balığı avcılığı yapan insanları anlattığı ‘Deniz Ağacı’ adlı romanında şöyle der; ‘Güneş tam tepelerindeydi. Deniz dümdüzdü, pırıl pırıl yanıyordu. Maviden çok beyazdı. Parlak hareketsiz bir beyaz. Güneşe dönmüş kocaman bir aynaydı deniz… Senenin bu ilk gününde ısınmak için serilmiş yatıyordu sanki.” Bu satırlar zihnime mıhlandı. Hemen romanın ismini not aldım ve araştırmaya başladım. İnternette pek bir şey bulamadım. Beyoğlu sahaflarını tek tek dolaştım ve sonunda unutulmuş bir rafta tek basım yapmış olan 1962 tarihli ‘Deniz Ağacı’nı satın aldım. Araştırmaya ve arşive başlarken satın almış olduğum ilk kitap buydu. Romanı okudum ve içimdeki “ada özlemi” duygusunun sürekli yükseldiğini hissettim. O dakikada karar verdim. Ada ile ilgili yazılı bütün belgeleri toplayıp güzel bir arşiv oluşturmalıydım. Z.Y.: Koleksiyonun başlangıcında, yani bu serüvenin ilk ânında Yaman Koray’dan kaynaklanan önemli bir metafor ya da şiirsellik var: “gökyüzünün altında, bir ayna gibi uzanışı denizin”. Bu noktada denize olan bağlılığın üzerine bir soru sormak istiyorum. Bu bir tutku mu, yoksa mecburiyet mi? Adaların tecrit faktörünü de göz önüne alarak, ada insanının denizle olan bağından bahseder misin biraz? En azından senin bağından… H. C. Y.: Adalarda yaşam elbette zordur. Anakarada mevcut birçok olanaktan ada sakinleri tam anlamıyla yararlanamaz. Özellikle de eğitim ve sağlık konuları buna örnektir. Kimi zaman doğumlar bile karşı sahildeki hastaneye yetişme çabası içinde teknelerde gerçekleşmiştir. Yaz aylarında artan nüfusla canlanan ekonomi kış aylarında yine durgunlaşır. Adalarda işlenen ve imâl edilen ürünler de deniz taşımacılığı ile komşu il ve ilçelere ulaştırılır. Ayrıca, balıkçılığın adalarda önemli bir geçim kaynağı olduğunu düşünürsek senin de ifade ettiğin gibi denizin “büyük bir mecburiyet” olmasından söz edebiliriz. Ancak, bütün bu olumsuzluklardan yakınan ada sakinleri bir işleri çıkıp da şehre inmeleri gerektiğinde veya gezinti maksadıyla gittikleri kalabalık yerleşim yerlerinde, bir müddet sonra sıkılıp adeta kaçarcasına adaya geri dönmektedir. Çünkü alışmıştır her sabah yolda karşılaştıkları dostlarına “Günaydın!” veya “Ne haber?” demeye… Çınarların


altında demli çay içmeye, kahvehanede birbirini çekiştiren, şakalaşan, dertleşen ahbaplarla sohbet etmeye, ağzı dolu dolu küfür edebilme özgürlüğüne… Kısacası, adapte olamaz şehrin kaosuna… Bir aidiyet duygusudur benliğini saran ve hemen adaya atmalıdır kendini… Benim gibi çocukluğu adada, bütün öğrenim hayatı da büyükşehirde geçmiş, şehirde alınteri dökerek çalışan, stres ve hayat koşullarının ağırlığı sonucunda bunalmış, yorulmuş adalılar için ise bu bağlılık bir tutku seviyesindedir. Öyle bir tutkudur ki bu, her tatili fırsat bilip tek başına da olsa her türlü hava koşuluna ve ulaşım zorluğuna rağmen yollara düşürmektedir insanı. Sosyal hayat doğrultusunda baktığımızda: Akşam üzeri ailece çıkılan çaparilerde balık tutulmaktadır, kimi zaman düğün alayları tekneler aracılığıyla düzenlenmektedir. Alışılmışın dışında bir tekne veya gemi geldiğinde adaya, o tekne günün konusu olur… Uzaklara gitmenin hayalleri kurulur. Denizcilik önemli geçim kaynaklarındandır. Yurtdışı ve yurtiçinde çeşitli vasıflarla çalışan birçok denizci, seferi sona erdiğinde adaya mutlaka geri döner. Hatta, seyir rotası adaya yakın olanlar var ise köylerin önünden geçerken düdük çalarak selamlar sevdiklerini. Nedendir bilinmez, gençlerin dışında denize giren-yüzen pek nadirdir. Hatta, sık kullanılan bir espri de olsa söylemeden geçemeyeceğim; ‘Adalılar ancak kazara düşerlerse denize girerler…’ Çünkü adada yaşamak, denizi yaşamaktır. Z.Y.: Ailenizin adalı olduğunu düşünüyorum, yanılıyor muyum? H. C. Y.: Babam 1965 yılında Marmara Adası’na gelmiş ve adaya aşık olmuş.. İmkânlarının elverdiği kadarıyla bir arsa satın alıp üzerine bugün yaşamakta olduğumuz evi yapmış. Annemler çocukluk yıllarından beri -ailece- adaya yaz tatillerini geçirmek için gelirlermiş… Yine böyle bir yaz döneminde annem ve babam tanışmışlar. 1972 yılında evlenmişler. O yıllarda çeşitli ticari faaliyetleri olan babam, 1976’da eski adı “Sarıgöl Otel” olan oteli satın alarak ismini “Marmara Otel” olarak değişitirmiş. Annem ise İngilizce branş öğretmenliğini Marmara Lisesi’nde devam ettirmiş. Ve yaklaşık 14 yıl hizmet vermiş. Esasında adalı olmayışımız aşikâr.. Ancak “ada sevgisi” aile oluşumuzu sağladığı için ve benliğimize, karakterimize işlediği için “adalılığı” kalbimizde yaşıyoruz. Aslında çok farklı coğrafyalardan gelmiş farklı kültürlere sahip insanlardan oluşuyor ailem. Ancak bir cevap vermem gerekli ise size sadece şunu söyleyebilirim: Adalı olduğumu hissediyorum ve evet; adalıyım… Z.Y.: Ada yaşamının bireyleri “sahici insan” kılan bir yönü var; en yalın haliyle “kafayı dinlemek” diyoruz buna sanırım. İnsanları adaya çeken, adayı keşfetmeye çeken unsurlar sence nelerdir? Adada “kafayı dinlemek” dediğimizde aklına neler geliyor? H. C. Y.: Benim için “kafayı dinlemek” adayla, doğayla bütünleşmekten geçiyor. Hava koşulları ve zamanım uygun ise çantamı hazırlar dağa uzun yürüyüşler yapar, bol bol fotoğraf çekerim. İnsanların olmadığı veya az olduğu bir sahilde oturup uzun uzun denizi izlerim. Ufuktan geçen gemileri, martıların semadaki süzülüşlerini izlerim. Ve o sessizlik… Adeta kulaklarınızı uğuldatan o sessizlik! Her akşam üzeri farklı güzellikte batan güneş… Özellikle yaz sezonu dışında… Kışın giderseniz, adadaki plajlar boş, sokaklar boş, ada bomboş… Tarifi zor bir sessizlik! Sobayı tutuşturup, bir kadeh şarap doldurup salondan denizi izlemenin keyfine doyamıyorum. Sahile vuran dalgaların çıkarmış olduğu ses ile sobadan çıkan çıtırtıların dışında hiçbir şey tırmalamıyor kulaklarımı. İlkbahar, sonbahar herbiri ayrı güzel.. Sonbaharda, Eylül ve Ekim sonuna kadar boşalan plaj ve koylarda dolaşmak, yüzmek… Akşamları, avdan dönen balıkçı teknelerini izlemek, fotoğraflamak… Bilgisayar yok, telefon yok, hatta gazete de yok. Hafiften çalan bir müzik yeterlidir, dinlenmek için. Z.Y.: Koleksiyonun kapsamı nasıl, hangi eserler var? H. C. Y.: Koleksiyonumda roman, anı, bilimsel, şiir kitapları yer almakta. Ayrıca adada çekilmiş eski filmleri de toplamaya çalışıyorum… Bir tür bibliyografya oluştursun diye önemli bir kitleyi sıralayayım: Yaman Koray-Deniz Ağacı, Reşit Mazhar Ertüzün-Kapıdağı ve Çevresindeki Adalar, Prof. Dr. Necdet Tunçdilek-Marmara Adaları, Fikret Arıt-Hep Bu Topraklar İçin, Erol Toy-Iğrıp, Ahmet Enön-Marmara Adası’nda 8000 Yıl, Apostolos Domvros-Petrokarava’ya Dönüş, Osman Sami Öngör-Birkaç İnsan, Şahap Sıtkı-Acı, Neslihan Acu-Kuzgunun Şarkısı, Samih Rifat-Ada,


Tomris Uyar-Yaza Yolculuk, İsmet Değirmenci-Gemi Ne Zaman Gelecek… Başlıca filmler de şöyle; Gelin (1986), Kanlı Deniz (Deniz Ağacı’ndan uyarlama, 1972), Ben Bir Sokak Kadınıyım (1965) ,Gemileri Yakmak (1988), Deniz Yıldızı(1986).

Z.Y.: Kitap ya da film gibi eser bütünlüğü olmayan bir gazete kupürü, bir şiir, bir makale ya da bir gemi bileti, kartpostal veya afiş gibi efemeratik ilgiler koleksiyonun kapsamına giriyor mu? Bu tip çekirdek buluntular için bir tasnifin, önem sıran var mı? C. Y.: Evet, genelde toplamaya çalışıyorum. Örneğin, Marmara Adası için basılmış olan eski kartpostallar, eski gazete kupürleri… Çeşitli dergilerde çıkan haberler, turistik broşürler, harita, poster ve çok sayıda fotoğraf… Benim için, eğer içinde “Marmara Adası” ibaresi geçiyor ise her şey önemlidir. Ancak hazırlamakta olduğum kitapta da kullanmayı düşündüğüm ada-gemi ilişkisi üzerine ne bulabilirsem topluyorum öncelikle… Z.Y.: Anladığım kadarıyla adanın büyüsünü keşfetmeye ve anlamaya çalışan insanların tarihini ve hikâyelerini birincil önemde tutuyorsun. Bu insanların ortak bir özellikleri var mı? H. C. Y.: Ada hakkında kitap yazanlara ve sanatçılara bakarsak, birçoğunun ortak noktasının adaya tatillerini geçirmek maksadı ile gelmiş olduklarını görürüz… İçlerinden çok azı adalıdır. 1960’lı yıllardan başlayarak Marmara Adası turizmde Ege ve Akdeniz kıyılarına nazaran daha aktifti. İstanbul’a yakın oluşu, bunda önemli etkendir. İnsanlar adaya geldiklerinde bir nebze de olsa şehrin kaosundan, zevksizliğinden ve gürültüsünden uzak kalabiliyorlardı. Turizm gelişmeye çabalasa da, adada yaşam her zaman zordu. Ve birçok lüksten yoksundu. Geceleri elektrik kesilir, sokaklar tenhalaşırdı. Yerleşim iki-üç katlı ahşap ve taş duvarlı evlerden oluşuyordu. Hatta 1965 yılı öncesinde gemilerin yanaşabileceği tam teçhizatlı bir iskele dahi yoktu. Edebiyatçı, yazar ve diğer ada müdavimlerinin bu salaş balıkçı kasabasında huzur bulmaya, ruhlarını dinlendirmeye geldikleri açıktır. Yazarlar ve sanatçılar şehre bu kadar yakın ve henüz bozulmamış, yapılaşmaya geçmemiş, herkesin birbirini tanıdığı bu sahil kasabasını yazları mesken edinmişlerdi. Ancak sanatçılar, sonradan, bozulmaya yüz tutan insan ilişkilerini fark etmişler ve biçimsiz yapılaşmanın da artması ile birer birer bu cennet adadan vazgeçmişlerdir. Aslında, eski kitaplara olan ilgim adanın eski hâline olan merakımla doğrudan ilgili. Sahil şeridindeki ve köy merkezindeki değişim, o yıllarda yaşamış eski adalılarla ilgili anılar… Bunların hepsi çok kıymetli. Çünkü yıllar geçtikçe her yer eski güzelliğini yitiriyor. Kültürü, tarihi yok oluyor. Örneğin; Sami Öngör’ün Veli Yakar (Veli Kaptan) ile ilgili anıları çok kıymetlidir. Hazırlamakta olduğum kitabımda da bu konuya değineceğim. Kurtuluş Savaşı yıllarında adada yaşayan Türkler ile Rum çetelerin çatışması ve bugün caminin yanındaki şehitlikte yatanların kim olduklarını ancak Fikret Arıt’tan öğreniyoruz… Bu insanlar ve bizlere aktardıkları tarihsel olaylar çok önemlidir.


Z.Y.: Sözlerine dayanarak soruyorum; adadaki sanatsal terklerin ya da azalmanın nedenini bariz bir “kapitalist yozlaşma” olarak değerlendirebilir miyiz? H.C.Y.: Sadece Marmara Adaları’nda değil, Türkiye’nin her yerinde bir yozlaşma söz konusu. Adaya gelecek olursak, 1935 yılına kadar Marmara Adaları’na düzenli gemi seferleri yapılmamaktaydı. Ada halkı bütün ihtiyaçlarını sandal ve muhtelif çapta ahşap teknelerle en yakın sahil olan Erdek’ten karşılamaktaydı. Turizmden bahsetmek söz konusu bile değildi. Ancak 1935 sonrası genişleyen ve gençleştirilen şimdiki ismi ile Denizcilik İşletmeleri, 2005 yılına kadar kesintisiz seferleri ile adanın anakara ile bağlantı kurmasında çok büyük önem taşır. Henüz 1960’ların sonunda birkaç pansiyon ile başlayan turizm, 1980’lerde tavan noktasına ulaşmıştır. Sonrasında, Sami Öngör’ün de “Geçen Yılları düşündükçe” adlı eserinde vurguladığı gibi, adalar, güzellik-çirkinlik, temizlik-kirlilik, yenilik ve gösteriş ile ilkelliğin bir arada göründüğü tuhaf bir yer hâlini almıştır. Birkaç örnek vereyim; özellikle 1980 sonrası dönemde Kole Burnu’ndaki kilise kalıntısı ve zemindeki büyük güneş saati dozerler vasıtası ile parçalanıp yok edilmiş, sahil düzenlemesi nedeni ile aynı burun üzerindeki tarihi liman kalıntısı da ortadan kaldırılmıştır. Yıllar içerisinde artan turizm talebini karşılamak için, para hırsı ile tek tek o güzel ahşap yapılar, ada evleri yıkılarak şehrin ruhsuz yüksek apartmanlarına benzer binalar inşa edilmiştir. Doğa da zarar görmüş, en son yüzyıllık çınar ağaçları, budama gerekçesi ile kesilmiş bir daha da toparlanamamıştır. Buna benzer bir ağaç kıyımı ise Mestanağa Mevkii’nde yapılmış, adalıların piknik yaptığı, içinden dere akan bir koru, futbol sahası yapılmak için yok edilmiştir. Eski ada fotoğrafları incelendiğinde gerçekleşen yıkım ve talan gözler önüne serilir. Bunun yanında, insan ilişkileri de bozulmuştur. Özellikle “müdavim” denebilecek nitelikteki adaseverler tek tek küstürülmüştür. Yolunacak kaz gözü ile bakılan yabancılar ve müşteriler, tatilleri için bugün ulaşımı çok daha kolay ve olanakları çok daha iyi görünen Ege ve Akdeniz sahillerini tercih etmektedirler. Marmara Adası’nı dünyada rutubeti olamayan iki adadan biri kılan mermer de tehlikededir. Giderek artan ocaklar vasıtası ile adanın Tekirdağ’a bakan yüzü adeta köstebek yuvasını andırır bir durumdadır. Sürekli olarak bir betonlaşma ve denizin kademe kademe doldurulması sonucunda Asmalı köyünde neredeyse kum kalmamıştır. Bu şekilde devam edildiği sürece beton, adaları rehin alacak gibi görünüyor. Kimse kusura bakmasın; Yunan Adaları’na gıpta ile bakıyoruz şu günlerde. Oysa gerçekten istenilseydi aynı durumda olunabilirdi bugün. Gündelik hesaplar, kısa vadeli çıkar ilişkileri, rant ve garaz teslim almış durumdadır adalarımızı. Her gelen yönetim bir öncekinin icraatlarını ortadan kaldırmak için uğraşmış. Göstermelik hizmetlerle esas ihtiyaçlar göz ardı edilmiştir. Yazık ki her geçen gün de değerlerimiz yok olmaktadır. Z.Y.: Ben bunu bir kıyam olarak görüyorum. Tarihsel bir kıyam… Bunun önüne geçmek için gereken en temel bakış açısı “sanatsal bir özen ve farkındalık sağlamak” olsa gerek. Adayı ve tarihsel dokusunu, adadaki yaşayışı bilen birkaç hakiki ve sıkı mimar yok mu yahu… Yani, nasıl kuracağız bu sanatsal ve sahici özeni? Samimiyetle soruyorum bunu; mimari anlamda ne yapmak, nerden, nasıl başlamak gerekir sence? Adada böylesi bir dayanışma yok mu? H.C.Y.: Bireysel çabalar tabiî ki çok önemli. Ancak, devlet tarafından koruma gerekiyor ve restorasyon imkânları için çaba sarf edilmeli. Kültür ve Turizm Bakanlığı, hatta Anıtlar Yüsek Kurulu ile yerel yönetimin çaba sarf eden birincil kurumlar olması gerekir. “Tarihi eser” olarak tescillemek yetmiyor. Bu yapıları kaderlerine terk etmemek, bu yapıları yok olmaktan kurtarmak gerekiyor hemen… İlk önce bütün tarihi yapılar tespit edilmeli. Bunlar balık tuzlamada kullanılan imâlathaneler, zeytinyağı imâlathaneleri, mesken olarak kullanılan ahşap ve taş evler, kilise ve sinegog kalıntıları, değirmenler, çeşmeler…. Yıkılmak üzere olanlar koruma altına alınmalı. Marmara Adaları Merkez İlçesi’nde bile kıyıda köşede kalmış o kadar çok taş ve ahşap yapı var ki… Birçoğu virâne halinde kaderine terk edilmiş durumda. Bunlara örnek vermek gerekirse; Sultan II. Abdülhamit dönemi Baruthane amirlerinden Cin İzzetin Paşa’ya ait köşk yarım kalmış bir konak olarak dört duvar halinde, asfalt yolun hemen üzerinde yüzü Kıble’ye dönük bir vaziyette göze çarpacaktır. Bir dönem bar olarak işletilmiş, şimdilerde ise daha çok hayvan barınağı olarak kullanılmakta… Yaşı bugün 70 ve üzeri olanlar ile sohbet edilmeli, bu insanlardan “eski ada”yı anlatmaları istenmelidir. Bir çeşit bilirkişi, ihtiyar heyeti gibi.. Böylece eserler kayıt altına alınabilir, kaybedilmiş değerler belki biraz bulunur. Daha sonra, koruma altına alınan bu yapılar


müze haline getirilip turizme kazandırılabilir. Yok edilen üzüm bağları yeniden canlandırılabilir mesela… Z.Y.: Son olarak, koleksiyonuna, araştırmalarına geri dönelim istiyorum. Elde ettiğin buluntuların adalar kültürüne ve Marmara Adası’na tezahürü nasıl? Bir kitap ya da tarihsel albüm çalışman var mı? H.C.Y.: Gün geçtikçe bulunması zorlaşan ve en kalıcı bilgileri taşıyan kitapları toplayıp koruyarak bizden sonraki kuşaklara bir tür bilgi bankası oluşturmamız gerektiğine inanıyorum. Çocuklar adanın tarihini ve eski hâlini hiç bilmeden büyüyorlar. Oysa tarihi, coğrafi özellikleri ve kültürü ile -önceki sorularınıza cevaben sıraladığım olumsuzluklara rağmen- Marmara Adaları bulunmaz bir nimettir. Önceleri verilmesi gereken önem verilmiş olsaydı bugün yok olmuş olan birçok şey hâlâ hayatta olacaktı. Kiliseleri, eski ahşap evleri, kaleleri ve birçok tarihi kalıntısı ile bir hatta birkaç müzeye sahip olunabilirdi. Marmara Adaları Belediyesi’nin armasındaki kancabaş tipi teknelerden hiçbiri bugün yok. Fotoğraflardan başka hiçbir şey kalmamıştır. Bu konunun dışında eski fotoğraflardan bir arşiv hatta bir sergi oluşturmalı. Son 10 yıldaki karşılaştırmalardan bile olumsuz ve kötüye değişim fark edilecektir. Adaya sahip çıkmak için ilk önce tarihine, doğasına ve kültürüne sahip çıkılmalı. Ne kurtarırsak kârdır. Biraz vicdanlı davranırsak gelecek kuşaklara elle tutulur bir şeyler bırakabileceğimizi düşünüyorum. Bu nedenle, eski fotoğraf, harita, yazılı doküman, çekilmiş video ve filmler başta olmak üzere bir bilgi bankası oluşturulmalı. Yabancı kaynaklardan da faydalanılmalı. Bir kütüphane oluşturulabilir. Ben, naçizane, kendi olanaklarımla toplayabildiğim kadar materyal toplamaya çalışıyorum. Bu doğrultuda mesleğimle de ilgili olduğu için, yüz yıllık zaman dilimini kapsayan, Marmara Adaları ile anakara arasındaki deniz ulaşımını anlatacağım bir kitap hazırlığı içerisindeyim. 1908’den 2014’e uzanan düşsel bir yolculuğun kitabı… Z.Y.: Verdiğin bilgiler ve aydınlık yaklaşımın için çok teşekkür ederim… Umarım koleksiyonun hiçbir zaman bitmez, tamamlanmaz ve sen de Marmara Adası üzerine yaşayan bir “müze-insan” olursun… H. C. Y.: (Gülüyor) Eyvallah, sağolasın… (Ağustos 2014, Marmara Adası)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.