. İLHAN BERK . . CELAN . OCAK . YALÇINPINAR . KARAVİN . POLAT . . SCHÖNBERG . SAKAR . DEFTER . TANRIVERDİ .
2
iç in dekiler
2
Editörden…
Üç Kez Seni Seviyorum Diye Uyandım
4 İLHAN BERK
5 KARGA MECMUA Söyleşi İLHAN BERK PAUL CELAN
8
B-ÖLÜM-Ü
20Geç ve Derin
21 HÜSNİYE SAKAR Uç İki Otoportre 22 ARNOLD SCHÖNBERG 23 ŞAFAK TANRIVERDİ Şehr-İstanbul İki Fotoğraf 24 AHMET FUAT OCAK FERİT EDGÜ’DEN İLHAN BERK’E 25 “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” Açlığın, Kıtlığın Arka Bahçesinde Neler Dönüyor? 26 BORGES DEFTERİ Kuyruk 28 JANSET KARAVİN Otoportre 29 30 KÜNYE EK-1 31 “P.A. Şiarları”
3
İlhan BERK * ÜÇ KEZ SENİ SEVİYORUM DİYE UYANDIM
Üç kez seni seviyorum diye uyandım Tuttum sonra çiçeklerin suyunu değiştirdim Bir bulut almış başını gidiyordu görüyordum Sabahın bir yerinden düşmüş gibiydi yüzün Sokağı balkonları yarım kalmış bir şiiri teptim Sıkıldım yemekler yaptım kendime otlar kuruttum Taflanım! diyordu bir ses duyuyordum Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün Kalktım sonra bir aşağı bir yukarı dolaştım Şiirler okudum şiirlerdeki yaşa geldim Karanfil sakız kokan soluğunu üstümde duydum Eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun
4
Karga MECMUA * SÖYLEŞİ
Karga Mecmua, yaklaşık 2 senedir İstanbul-Kadıköy’de KargaBar ve KargART tarafından yayımlanan bir alternatif kültür dergisi… Müzik, sinema, plastik sanatlar ve çeşitli konularda alternatif yayın yapan Karga Mecmua’nın editörü Tayfun Polat’la derginin yapısı, geleceği ve alternatif dergicilik hakkında konuştuk.
Zafer Yalçınpınar: Karga Mecmua, alternatif içeriğiyle, tasarımıyla ve özel yaklaşımlarıyla ilgi çeken bir dergi... Yola çıkışınız nasıl oldu? Dergi çıkarmaya nasıl karar verdiniz? Tayfun Polat: Karga, yıllara yayılan bir süreç içerisinde kurucuları ve müdavimleriyle birlikte evrildi, bir komüniteye dönüştü. Bu bir tanış kitlesinden çok, zamanla paylaşım kitlesi oldu. Karga ailesi içerisinde yer alan çalışan ve müdavimlerin arasında yazan, çizen, tasarlayan, fotoğraf çeken, müzik dinleyen ya da üreten, plastik sanatlarla ya da çağdaş sanatların farklı dallarıyla ilgilenen pek çok kişi bulunuyor. Zaman içerisinde olağan bir Karga gecesinde konuşulan, tartışılan konuları ya da sanatın herhangi bir alanında gerçekleştirilen eylemleri -Karga’nın bünyesinden ve ihtiyaçtan doğan KargART gibi- paylaşabilecek ve farklı üretimleri sunabilecek yeni bir medya fikri, bir dergi konuşulmaya başlandı. Derginin hayata geçmesinden önce 2 yıl kadar süreyle kafalarda gelişti bu düşünce. Sonra sıkça dile dökülmesini takiben, hayata geçirilmesi yönünde toplantılar yaparken bulduk kendimizi. Birkaç toplantıdan sonra ilk sayı elimizdeydi. Bu arada şunu da belirtmek gerek, Karga’nın kuruluş sözleşmesinde yer alan onlarca fikir ve faaliyet alanı arasında bir dergi çıkartmak da yer alıyor. Karga’nın şimdiye kadar gerçekleştiregeldiği tüm etkinlikler ve üretimler gibi, zihnimizin arkasında duran, zamanın ve koşulların olgunlaşmasıyla hayata geçecek onlarca projeden biriydi Karga Mecmua. Z.Y.: Her sayıda farklı bir konuyu işlediğinizi görüyoruz... Dergiye katılım sağlayan yazarların ortak bir karakteristiği var mı? Derginin odak konusu ve yönelimleri nasıl belirleniyor? T.P.: Aslında “konu”nun özne olduğu bir dergi olmak bilinçli bir karar değil. Ama kargamecmua’nın mevcut sayıları arasında sadece üç tanesinin işlediği bir konu yok. Bir konuyu ele alma fikri zaman içerisinde gelişti. Başlangıçta, henüz çokca yazı bulamazken, Karga, KargART ya da sokağın gündemindeki bir konuya yer ayırmak kolaylıktı sadece. Sayılar arttıkça mecmuanın katılımcıları, Karga çevresi ve müdavimlerinden daha geniş bir aileye dönüştü. En çok katılım ve üretim de dosya konusuna oluyordu. Çünkü başlangıcından beri kargamecmua öznel ve taraflı yazılar yayınlamak istese de, herhangi bir meseleyi bece-
5
rebildiğince farklı açılardan ele almaya çalışıyor. Bugün kargamecmua’ya bir biçimde katkıda bulunmuş katılımcı sayısı 100’ü geçti. 100’den fazla farklı görüş demek bu. Dosya konusu belirlendikten sonra ise, katılımcılar grubuna duyuruluyor ve konuyu nereden, nasıl ele alacağına dair katılımcılarımız görüşler bildiriyor. Perspektif olduğunu düşünürsek de yazı sipariş ediyoruz. Demin sözü geçtiği gibi, 100’den fazla kişinin emeği oldu şimdiye kadar mecmuada. Katılımcılarımızın -sadece yazarlar değil, çizerler, fotoğraçılar ve tasarımcılar- ancak 1/3’ü hobi ya da hevesin ötesinde bir birikimle mecmuaya destek oluyor. Burada 18 ile 60 yaş arasında bir kitleden bahsediyoruz. Biz sınırladığımız için değil, zamanla biriken katılımcılarımızın profili böyle. Ortak bir karakteristikten söz edemezsek de, Karga’nın 12 yıldır sürekli gelişen dinamiği ve duruşu, katılımcılardan gelen üretimlere elek vazifesi görüyor. Derdi sadece kendi bunalımları olmayan, trendlere kapılmaktansa neyi seçtiğini kendine gayet iyi açıklamış ve seçiminin, derdinin peşinde olan bir katılımcı grubumuz var. Bu anlamda da toplumsal eğilimlerle sürüklenmeyip, kendi eğilimlerimizi ortaya net olarak koyduğumuzu söyleyebilirim. Konunun belirlenmesi işi ise oylamayla belli oluyor. Katılımcılar önce önerilerini bildiriyorlar. Öneriler tüm grupla paylaşılıyor ve oylanıyor. Ancak bu her zaman bir konu olacağı anlamına gelmiyor. Keza kasım sayısında olmayacak. Diğer yönelimlerin belirlenmesinde olduğu gibi, Karga birikimini ve gündemini paylaşmak üzere biz dergi ve Karga profesyonelleri gerekli durumlarda inisiyatifi ele alabiliyoruz. Z.Y.: Günümüz dergiciliğinin önünde dağıtım, okuyucunun azlığı ve ilgisizliği, sıkı yazar bulamamak, zamanında yayımlanamamak gibi belirgin sorunlar var. Karga Mecmua taifesi bu sorunları nasıl aştı? T.P.: Biz mecmuayı ücretsiz dağıttığımız ve tüm masrafları Karga üstlendiği için dağıtım ve okuyucu azlığı, ilgisizliği gibi bir problem hiç yaşamadık. Zaten artık en fazla mecmuayı bulamadıklarından şikâyetçi oluyor okuyucularımız... Sıkı yazar nedir tam bilemiyorum, ancak bizim yazar bulmak gibi bir sorunumuz da olmadı. Zaten bir Karga ailesi vardı. Sayılar biriktikçe ve okuyucuyla buluştukça kendi üretimlerinin de mecmuada yer almasını isteyerek bize gelen onlarca kişi oldu. Şimdi bir de kocaman kargamecmua ailesi var. Yazı bulmak da sorun değil. Karga Mecmua bir kolektif. Ücretsiz dağıtılıyor, birkaç tane, maliyetlerini karşılayamayan reklam alıyor. Çekirdeğinde yer alan bir yayın yönetmeni, bir tasarımcı, bir editör ve bir redaktör dışında profesyonel kadrosu yok. Yani “henüz” telif ödeyemiyoruz. Bu nedenle geçmişte biz de “zamanında çıkamamak” gibi sorunları yaşadık. Hayli keyfi bir biçimde mecmuaya katkıda bulunuluyor çünkü genelde. Ancak zamanla, belki de mecmuanın gelişmesiyle, herkes işi daha ciddiye almaya başladı ve artık daha sabit takvimlerle çalışıyoruz. Dolayısıyla zamanında çıkıyoruz. Z.Y.: İstanbul dışındaki okuyucular Karga Mecmua’ya nasıl ulaşıyorlar? Gelen tepkiler nasıl? T.P.: Ankara, İzmir ve Eskişehir’e de gönderiliyor kargamecmua. Ancak diğer illerden bir biçimde mecmuayla karşılaşmış okuyucular ciddi taleplerde bulunuyordu. Şimdi web sitemiz açıldı. Bir sayı geriden gelmek şartıyla tüm içerik web’de de yer alıyor ve herkes mecmuayı okuyabiliyor. İlgilisine www.kargamecmua.org adresinde her şey var. İçinde gayet sübjektif yazılar yer alan bir dergiye gelecek tepkiler aslında çeşitli olmalı. Nihayetinde yazarın meselesi neyse, ona bir taraftan bakıyor ve yazıyor. Bunun sonucunda karşı taraftan bakan birinin tepki göstermesi çok doğal. Gözüne sokarak ya da slogan atarak olmamasına aşırı özen gösterdiğimiz hayli politik sayılar da yaptık; sokağın, gündemin derdine düşen sayılar da. Hatta gündemle hiç alakası olmayan ama bizi eğlendiren sayılar da. Söylemimiz ve duruşumuz belli. Ancak 19 sayıdır aldığımız tüm olumsuz eleştiriler sadece tasarımla ilgili oldu. Bazen okunamayan sayılar yaptığımız olduğu için. Artık bunu da hallet-
6
tik gibi. Çünkü sadece olumlu eleştiriler alıyoruz. İçeriğimiz ve fütursuzluğumuzla takip ve merak edilen bir dergi oldu Karga Mecmua. Z.Y.: Kültür-sanat ortamında “sivil bir hareketlenme” ya da yönelim var. Alternatif dergiciliğin etkili bir geleceğinin olduğunu düşünüyorum. Bugün, muhalif fanzinler ile manifestolar da eskisinden çok daha yaygın ve işlevsel... Alternatif dergiciliğin yayıncılık ortamına içerik bakımından katkısı nelerdir? T.P.: Dergicilik, eğer arkanızda bir medya devi de olsa, bir kast sisteminin üstünde de otursanız meşakkatli bir iş. Ancak bu haller dışında bir üretim yapmaya çalışıyorsanız; sizi bağlayan, dilinizin ucunu ısırmanızı gerektiren, özgürlüğünüzü kısıtlayan tüm dinamiklerin dışındasınız. Bunun sonucu olarak da medya grupları dergilerinin trend oluşturma gayretleri ve ticari kaygıları ya da usta çırak yalamalarına girmeden söyleyecek sözü olanların çıkardığı alternatif dergilerin önemi çok büyük. Mevcut muhalif fanzinlerin tamamının duruma içerik bakımından katkısı olduğunu düşünmüyorum. Çok fazla boş laf ve kafa karışıklığı edebiyatı yapılıyor. Tamam, süreç bunu gerektiriyor olabilir. Ama her söyleyecek sözü olanın kendi mecrasını oluşturmasını ve sesini yükseltmesini desteklemekle birlikte içerik bakımından kalitenin daha da artması gerektiğini söylemeliyim. Az önce kullandığım bir tabir var bizim katılımcılarımız için, bir derdi olan ve derdinin peşinde olan kişiler. Keyifle izlemekte olduğum başka alternatif dergiler ve oluşumlar da var bu tanımlamaya uyan. İşte bu içeriğe katkı getiriyor. Bir de şunu söylemek gerek, “kendin yap” felsefesinin tezahürleri bu ülkeye geç de olsa geldi. ‘70’lerin sonundan itibaren müzik ortamında nasıl özgürce paylaşım ortamları ve bağımsız plak şirketleri ortaya çıktıysa ve bu ‘90’lardan itibaren ülkemize de geldiyse, bunun yazın alanında da karşılığının olması gerekiyor zaten. Teknolojinin getirdiği kolaylıklar insanların meramını anlatabilmesi için sayısız olanak sağlıyor. Doğal olarak da bir paylaşım ortamı var. Ancak bilgi cehaleti durumu da var. Bilgi o kadar kolay ulaşılabilir ve değersiz hale geldi ki, bu yığından (göreceli de olsa) eleğin üstünde kalan üretimleri ayıklamak da yaptığınız üretimin insanlara ulaşmasını sağlamak da zorlaşıyor. Bu anlamda medya tekellerinin dergileri ve yazının kast sistemindeki mevkilerini koruma refleksleriyle dergi çıkartanların “büyük isimleri” arasından sıyrılıp alternatif işler yapmak ve söyleminizin dikkat çekebilmesi için, ne söylediğiniz çok önemli hale geldi. Yani söylemek, medyası ne olursa olsun paylaşmak, içerik bakımından katkı sağlayacak diye somut bir durum yok. Neyi, niye ve nasıl söylediğini oturtmuş ve bunda ısrar eden alternatif dergilerin fanzinlerin, web sitelerinin, platformların, oluşumların, manifestoların- okuyucusunu bulacağını düşünüyorum. Bir de söylediğinle yaptığının şeffaf biçimde görülebilmesi lazım ki, okuyucu mevcut tüm dinamikler arasında sistemin neresinde durduğunuzu görebilsin. Sahtecilik olmayacak yani. Bu koşullara uyan bir kişi, üç beş kafadar, bir yer altı oluşumu ya da her neyse, alternatif bir dergi yapabilir. Ve içeriği mutlaka alıcı bulacaktır. Bu da katkı sağlar. Z.Y.: Gelecekte bir yayınevi ya da benzer bir oluşum düşünüyor musunuz? Tezgâhta hangi fikirler var? T.P.: Yayınevi, plak şirketi, radyo istasyonu… Karga’nın kuruluş sözleşmesinde ne ararsanız var. Proje çok ancak Karga’da bir fikrin pişmesi biraz uzun sürüyor. Ancak ilk ve bizi şu sıralar en çok heyecanlandıran projenin yayınevi olduğunu söyleyebiliriz.
7
İLHAN BERK BÖLÜM -Ü 8
Nerden baksak kendini anlatıyor her şey. İlhan Berk
9
Nerden baksak kendini anlatıyor her şey. İlhan Berk
İlhan Berk, Necatigil’in deyimiyle “şiirimizin uç beyi”, 1918’de Manisa’da doğdu. Asıl adı Emrullah İlhan Birsen’dir. İlk şiirleri Manisa Halkevi dergisi, Uyanış, Varlık, Çığır gibi dergilerde çıktı. 1944 yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nün Fransızca Bölümü’nü bitirdi. Destansı yönünün ağır bastığı, adeta bir Türk Walt Whitman’ı olarak adlandırıldığı dönemde İstanbul (1947), Günaydın Yeryüzü (1952), Türkiye Şarkısı (1953) ve Köroğlu’nu (1955) yayımladı. 1953 yılına kadar çıkardığı kitaplarla gerçekçi bir şair görüntüsü veriyordu. 1953’te Yenilik dergisinde yayımladığı “Saint-Antoine’ın Güvercinleri”, ileride İkinci Yeni adını alacak şiir akımının habercisi oldu. Bu özellik daha sonraları gelişerek sürdü ve İlhan Berk’in özgün tutumu durumuna geldi. Giderek İkinci Yeni şiirinin öncüsü ve en güçlü savunucusu olarak anılmaya başladı. Şiirlerinde cinsellik ve tarih ana temalar olarak belirdi. Çeşitli nesneleri, kent, sokak gibi olguları ayrıntılı bir “kimlik kartı” somutluğu taşıyan bir biçimde şiirleştirdi. Düzyazı şiirlerden aforizmalara harfleri, nesneleri ve semtleri sevmeye dek genişleyen çok kollu bir şiir ırmağıdır İlhan Berk.28 Ağustos 2008 tarihinde Bodrum’da vefat etti.
10
Zafer
YALÇINPINAR * İLHANBERKİĞNE
“çıt der ölüm” İlhan Berk
İlhan Berk’in ölümünün ardından yazdığım bu yazıda onun yaşamıyla, şiiriyle ve poetikasıyla olan bağlarımın özel ve küçük bir haritasını çizmeye ya da anlatmaya çalışacağım. Başlarken, bu kişisel haritayı ortaya koymaktan başka hiçbir amacımın olmadığını, yani bu yazının bir inceleme veya değerlendirme yazısı gibi ele alınmamasının, söz konusu kişisel kapsamın dışındaki hiçbir genellemeyle, araştırmayla veya söylemle ilişkilendirilerek okunmamasının gerektiğini belirtmek zorundayım. İlhan Berk’in ismiyle tanışmam 2001 yılında gerçekleşmiştir. E Dergisi’nin Kasım-2001’de yayımlanan 32. sayısında İlhan Berk’le yapılan bir söyleşiyi okumuştum. Bu söyleşide Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum 1 adlı kitabı çerçevesinde kendisine sorulan çok yönlü sorulara karşı İlhan Berk’in getirdiği açıklamalar, önermeler ve örnekler, sonra da şair, şiir ve okuyucu arasındaki semantik uzaklığı açık açık ortaya koyabilmesi beni çok etkilemişti. Üstelik İlhan Berk, söz konusu gerilimden hiç çekinmediğini de rahatlıkla ifade ediyor ve iç dünyasının karanlığını, karmaşasını sahicilikle dile getiriyordu. Bu söyleşinin ardından gidip Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum adlı kitabı satın aldım. Bu kitap okuduğum ilk İlhan Berk kitabıdır.
1
İlhan Berk, Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum, 1993, Adam Yayınları
11
İlhan Berk okumaya çok ters ve anlaşılması(!) zor bir yerden başlamış olduğum aşikârdı. Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum’u okuduktan sonra belli belirsiz bazı şeyleri, bazı dizeleri -üç aşağı beş yukarı- sezmekle(!) kalacaktım sadece... Kitabın genelindeki sıra dışı, anlaşılmaz(!) söylemler beni rahatsız etmişti. Fakat çok geçmeden dilbilim felsefesine ilişkin bazı özel metinleri ve Wittgenstein’ın, ardından da Husserl’in öncül önermelerini araştırdığımda, “Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum” diyerek İlhan Berk’in neyi işaret etmek (ya da terk etmek) istediğini kavrayacaktım: “Ad evdir!” “Kim söyledi bunu?” “Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum”
Böylece her şey önce yerine oturacak, bu bütünlenişten sonra da birden bire ayaklanacaktı. ‘Anlam’ın yerine ‘sezgi’yi getirmenin gerekliliğini, kaçınılmazlığını ve özgürlüğünü fark edecektim. Çünkü anlam -neresinden bakarsanız bakın- coşkusuzdu; bir ‘görüngü’nün anlamla veya tümceyle dolaşıma katılması, vücut bulması, bu vücut üzerinden savunulması bazen de mantıkla bütünlenmesi onun ‘imgesel’ niteliğini, canlılığını ve değerini öldürüyordu. Dizede anlam, olsa olsa aksak bir unsur, buğulu bir şey ya da bir yan salınım/çeşitleme olarak yer almalıydı. Özgür olmak için “çok anlamlılığın boşluğu”na ulaşmaya ya da “anlam arayış” mertebesinde kalmaya mecburduk; “Sessizliğin Dilbilgisi”ne... Ayrıca, tüm bu felsefi ve poetik yaklaşımları bir kenara bırakıp Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum adlı kitapta yer alan “Ağaçlardan arkadaşlarım oldu. Hâlâ da var” dizesini hatırladığımda çok değerli ve özel bir şeyle yüzleşiyorum: Gerçekten, bir ağaçla arkadaşlık edebileceğimi bana İlhan Berk öğretmişti. Bu arkadaşlığımı sürdürebileceğimi de. Belki inanılacak gibi değildir ama çalıştığım kurumun geniş arazisinde “ağaçlardan arkadaşlarım oldu. Hâlâ da var.” 2003 senesinin başında Yapı Kredi Yayınları, ‘Delta’ serisinin ilk kitabı olarak İlhan Berk’in tüm şiir kitaplarını 1920 sayfalık bir ciltte bütünledi. Bu cildin tümünü okumam dört ayımı almıştı. İlhan Berk’in toplu şiirleriyle aşanlı olarak iki kitabını daha okuyordum: Kült Kitap 2 ve El Yazılarına Vuruyor Güneş 3… İlhan Berk’in yaşantısındaki ve poetikasındaki “mihenk taşları”yla onun şiirlerinden çok bu iki kitabında karşılaştığımı söyleyebilirim. Kült Kitap’taki fragmante yapı –anlatı parçacıkları, dizeler, çizgiler, çizimler, resimler, ayraçlar, yaşantılar, sunular, çıkmalar, benzetmeler, açıklamalar, pusulalar, belirsizlikler, başı sonu belli olmayan (spot) fikir kıvrımları ve bunların tümünün birleşiminden oluşan o “kült imgelem”, İlhan Berk’in cehennemvari dünyasını ve bireysel tuşelerini ortaya sermesidir. İlhan Berk, Kült Kitap için “Benim cehennem provam...” demiştir. Elyazılarına Vuruyor Güneş’te ise zamanın ve uzamın içinde bir andan, bir günden, bir dönemden, bir insandan, bir yolculuktan, bir ülkeden, bir etkiden diğerine geçerken İlhan Berk’in kendi yaşamına dair (m)imlediklerini onun kendine özgü “aksak bakış”ı eşliğinde izlersiniz. Şu noktada ‘bakmak’ eylemine özellikle değinmem 2 3
İlhan Berk, Kült Kitap, 1998, Yapı Kredi Yayınları İlhan Berk, Elyazılarına Vuruyor Güneş, 1983, Tan Yayınları
12
gerekiyor: İlhan Berk, ‘sezgi’ ile ‘anlam’ arasındaki ayrımı ‘bakmak’ ile ‘görmek’ arasındakine benzer bir şekilde kurmuştur. “Bakmak, sezmek ve bu öncül mertebeden daha ileriye gitmeyerek ‘oradan’ yazmak... Üstelik söz konusu algı mertebesinden ‘yazmak’ eylemi İlhan Berk için “yaşam”ın yerine geçen geri dönülmez bir tercihtir. Kült Kitap’ta şöyle der: “Dünyaya yazmak, dünyaya bir onun için bakmak. Yani dünyada olmayı, bu dünyada yaşamayı bir kenara atıp salt onu yazmak için yaşamak! Yazmakla yaşamayı birleştirmek, birbirine karıştırmak... (…) Cehennem bu. Kişi yeryüzünde böylesine somut, acımasız bir durumu yüklenmeye görsün, mutsuzluğun dikâlâsını taşıyor demektir. Bu yerküreyi, bu yerküredeki anakaraları, denizleri, insanları, bitkileri, hayvanları görmemek; nehirlere nehir, gökyüzüne gökyüzü, ormanlara orman, kuşlara kuş, bir sokağa sokak, bir eve ev, bir ağaca ağaç, çocuklara çocuk, sevilere sevi olarak bakmamak; salt yazmak için bakmak! (...)” 4
Kitapta yer alan diğer öğelerle -ve özellikle de yukarıdaki alıntıyla- birlikte düşünüldüğünde Kült Kitap’ın temel önermesi açıktır: “Şiir her yerdedir!” 5
İlhan Berk, Mısırkalyoniğne 6 sonrası döneminde şiirin her yerde olduğunu her açıdan, her sanatsal araçla, her duygudurum tuşesiyle (kısacası her “şey”le) sınamaya ve ispatlamaya koyulmuştur. Şiir her yerdedir, fakat ortaya çıkarılması için bir çeşit “kuyuculuk” gerekmektedir ve sanıyorum ki İlhan Berk, hayatı boyunca “kuyuculuk” mesleğiyle özel olarak ilgilenmiştir. 7 Ayrıca, “Şiir her yerdedir!” önermesiyle birlikte tüm edebiyatçıların ortak merakı olan “Şiir nedir?” sorusunun zihnimdeki yerini ve önemini “Şiir nerdedir?” sorusuna bıraktığını da özellikle belirtmeliyim. Bence İlhan Berk’in “İnferno, Şifalı Otlar Kitabı, Logos, Poetika, Şeyler Kitabı, Uzun Bir Adam, Requiem, Tümceler Geliyorum, Adlandırılmayan Yoktur, Pera, Galata ve Ben İlhan Berk’in Defteriyim” adlı kitaplarının tümü, şiirin her yerde olduğunun, her şeyle birlikte bulunabileceğinin, her zamanda ve mekânda ortaya çıkarılabileceğinin sınanması ile bu bağlam üzerindeki titiz bir çalışmadan (kuyuculuktan) doğan “sıkıntı”nın ya da inadın sonucudur. Bu kitaplarda yer alan her şeyi aynı zamanda bir “önerme” olarak da ele alabilirsiniz. İlhan Berk dünyayı “şiirsel bir ontoloji”den indirgenmiş şeylerin bütünü olarak düşünür ve işaret etmeye çalıştıklarını “şiirsel önerme”ler diyebileceğim bazı unsurlarla dengeleyerek okuyucuya sunar. Tüm bu cehennemvari poetikanın ve imgesel (bazen de felsefi) cesaretin birtakım ana hatlarından bahsettikten sonra İlhan Berk’in şiir kitapları içerisinde beni en çok ilgilendirenin Mısırkalyoniğne olduğunu söylemeliyim. İlhan Berk, poetik açıdan ‘anlam’a olan uzaklığını, ‘anlam’ı aksak, dozajı minimize edilmiş, düşürülmüş sıradan bir öğe ya da alaşım gibi kullanmak istediğini Mısırkalyoniğne’nin kapak düzeninden ve adından başlayarak kitapta yer alan her şeye -hem biçem, hem de dizge olarakyansıtmıştır. Mısırkalyoniğne İlhan Berk’in poetik dönüm noktasıdır. Mısırkalyoniğne’yi Oktay Rifat’ın Perçemli Sokak adlı şiir kitabıyla birlikte düşünürseniz, işbu iki şiir kiA.g.e, ss.10-11 A.g.e, s.67 6 İlhan Berk, Mısırkalyoniğne, 1962, Dost Yayınevi 7 Bkz: İlhan Berk, Logos, ‘Kuyucu Arıyordum’, 1996, YKY, s.54 4 5
13
tabındaki alaşımın, geleceğin şiirine uzanan çizgide yer alan birer ateşleme mekanizması olduğunu, Türk Şiiri’ne yeni bir açılım ile gelecek sağladığını ve bugünkü deneysel çabaların kökeniyle de büyük benzerlikler taşıdığını fark edersiniz. Bununla birlikte, İlhan Berk’in poetikasındaki çoğu özelliğin Modern Batı Şiiri kuramlarından ya da şairlerinden çok “Oktay Rifat Şiiri” ile birlikte incelenmesi gerektiğini özellikle vurgulamak isterim. Mısırkalyoniğne’nin benim için önemi biraz önce ifade ettiklerimle sınırlı değildir. Çünkü bu kitabın 1962 yılında Dost Yayınevi tarafından yapılan ilk baskısı kitap koleksiyonumun (hastalığımın) da ilk kitabıdır. Mısırkalyoniğne’nin birinci baskısının “eşsiz” kapak çizimini ve özel boyutunu gördüğüm ilk anda bu kitabı “soluk alıp veren bir nesne” olarak da vazgeçilmez buldum. Kısacası, kitap koleksiyonculuğum İlhan Berk kitaplarını toplamakla başladı. Şu an İlhan Berk’in tüm kitaplarının tüm baskılarını koleksiyonuma katabilmiş durumdayım. Koleksiyonumdaki İlhan Berk kitaplarının tümünü düşündüğümde, İlhan Berk’in 1935-1953 yılları arasında “N. İlhan Berk” adıyla yayımladığı ilk dört kitabı olan Güneşi Yakanların Selamı, İstanbul, Günaydın Yeryüzü ve Türkiye Şarkısı adlı şiir kitaplarını çok gizemli bulurum. İlhan Berk’in kendi adının başına koyduğu bu “N” harfinin anlamını ve özelliğini her zaman merak etmişimdir. 8 İlhan Berk’in adıma imzaladığı ilk kitap olan Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum, İlhan Berk tarafından kapağına bir kadın deseni çizilmiş olan Âşıkane ve ilk sayfasına dünyayı sırtında taşıyan adam deseni çizilmiş 0lan Atlas koleksiyonumda yer alan ve -kendimce- çok önemsediğim kitaplardır. Papirüs Dergisi’nin 1967 yılında yayımlanan ve “İlhan Berk Özel Bölümü”nü içeren 18. sayısının kapağı, İlhan Berk’i anlatan en önemli görsel çalışmadır. Koleksiyonumda bu derginin de özel bir yeri bulunmaktadır. İlhan Berk’in ismiyle, şiirleriyle, poetikasıyla ve kitaplarıyla olan tanışıklığımdan (ya da çeşitli bağlarımdan) söz ettikten sonra İlhan Berk’in kendisiyle olan tanışıklığımdan da kısaca bahsederek bu yazıyı sonlandırmak istiyorum: 2006 yılının Ağustos ayında, Bodrum-Halikarnas’taki evinin ünlü “avlu”sunda İlhan Berk’le “yüz yüze” görüşme fırsatı buldum. İlhan berk’le görüşmeye giderken ona vermek üzere Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi’nin birkaç sayısını da yanıma almıştım. Görüşmenin başında kendimi tanıttım ve Kuzey Yıldızı için döktüğümüz terlerden, çabalarımızdan kısaca bahsettim. Dergilere göz attı ve “Dergicilik filan büyük işlerdir, tek başınıza bu işlerle uğraşamazsınız…” dedi. “Biliyorum…” dedim. Sonra, bu dergilerin içerisinde şiirim olup olmadığı sordu. Dergilerin birinden ‘İki Kişilik Ada Çarpıntısı’ 9 adlı şiirimi buldum ve İlhan Berk’e okudum. “İlginç!” dedi “Düzyazı yazıyor musun?” diye ekledi. Bunun üzerine, hızlı bir şekilde ‘Metroloji’ 10 adlı öykümü buldum ve okumaya başladım.
8 Bazı kaynaklarda İlhan Berk’in ön adının “Nurullah” olduğu iddia ediliyor. Hâlbuki İlhan Berk’in nüfus kayıtlarında yer alan gerçek adı “Emrullah İlhan Birsen”dir. 9 Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, 2005, Sayı: 12, s.10 10 “Metroloji” adlı öykümün İlhan Berk’e okuduğum parçası şöyledir: “Tuvalin sol üst köşesinden sayfanın ortalarına doğru, yumuşak kıvrımlı ve incelikli siyah bir çizgi uzuyor. Kes. Şimdi, sağ üst köşeye doğru, bu sefer aşağıdan yukarı, daha temkinli, ancak kıvrımları daha sert, uzuyor, köşeye ulaşmadan. Kes. Fırçayı değiştiriyor. Daha kalın uçlu bir fırça alıyor eline…”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, 2006, Sayı: 13, s.5
14
Öyküden beş-altı satır okumayı tamamlamamıştım ki beni durdurup “O çizgi nerden geliyor, ne o çizgi?” diye sordu. “Bilmiyorum…” dedim. “Güzel!” dedi. Sonra “Şiir boktur. Şiiri bırak, düzyazı yaz, roman yaz… Dünyanın her yerinde bu böyledir.” diye ekledi… Görüşmenin ardından Aralık-2006’da İlhan Berk’e bir mektup yazdım ve bu mektupla birlikte ‘Ki Ben O Ki Ben Deniz Şarkısı’ adlı şiirimi gönderdim. İlhan Berk’ten cevap 27 Ocak 2007’de geldi: “Zafer Yalçınpınar arkadaş, ‘Ki Ben O ki Ben’ şiirinizi okudum. Kısa sürede şiirinizde büyük gelişme gördüm. Kutlarım. Bu çileli yolun hayırlı olsun. Selam, sevgiler. İlhan Berk”
15
Nerden baksak kendini anlatıyor her şey. İlhan Berk
16
Nerden baksak kendini anlatıyor her şey. İlhan Berk
Fotoğraflar: Z. Yalçınpınar
17
Nerden baksak kendini anlatıyor her şey. İlhan Berk
Anlamsızlığın Anlamı Anlamsızlık, saçmalık, bireycilik, kapalılık gibi sözcüklerin bu çağın sözcükleri olduğu artık herkesçe bilinen bir gerçektir. Kafka’nın, Faulkner’in, Beckett’in mutsuzluk çanları, bu çağın dışından gelen sesler değildir.(...) Çoğunluğu yeni şiirin dışında bırakan, çoğunluğun yeni şiirle birlikte gelişmemesidir.(...)Çoğunluğun şiir karşısındaki ilk tepkisi, şiiri hemen anlayıvermek istemesidir. Yani kolay, ilk anda anlaşılıveren şiiri sevmektedir çoğunluk.(...) Bir şiir azınlığa seslendiği zaman, o şiirin çoğunluk için olmadığını söyleyemeyiz. Yani çoğunluğun ona kapalı olması, o şiirin mutlaka azınlık için olduğunu göstermez.(...) Breton “Şiir usun bir bozgunluğu olmalıdır” diyecektir. Mallarme’nin şiirine, anahtarı kaybolmuş bir şiir gözüyle bakmak alışılmış bir şeydir.(...) Şiirdeki yalnızlık, bunalım, günümüzün yalnızlığı, bunalımıdır. Bugünün şiiri çoğunluğa saçma, anlamsız, karanlık geliyorsa, yaşadığımız hayattan başka bir yerden gelmiyor bu. Ayrıca bunun için de, belki de en çok bunun için, bugünün şiiri anlamsız, saçma değildir.(...) Bugünün şiiri bireyciyse, bu da bireyin yitikliğinin, ezikliğinin, yıkıklığının sonucudur.(...) Kierkegaard kendisine , “Bir evin çatı arasında oturan, üstelik evin çökmesinin yakın olduğunu bilen bir insan” demiştir. İlhan Berk İnferno
(...) Sürüyle düşünce verir ağaca rüzgâr. (...) Açıklıkta anlamda binlerce şeyin yittiğini düşünüyorum ben. (...) Seslere sözüm var. (...) Nesneyi esinlemek: şairlerin işi budur. (...) Us her şey değildir. (...) Acaba aynı mıdır yalnızlık bütün dünyada. (...) Siyahla gülünmez. (...) Tümce anlamlı bir sestir. (...) Ece Ayhan, yoksulluğunu hep unuturdu. İlhan Berk Ben İlhan Berk’in Defteriyim
18
Nerden baksak kendini anlatıyor her şey. İlhan Berk
“İlhan Berk Defter Kapakları Sergisi”nden…
19
Paul
CELAN * GEÇ VE DERİN (Almanca’dan Çeviren: Dr. Erdoğan Kul)
Yaldızlı söylevler denli sinsi başlıyor bu gece. Elmalarını yiyoruz dilsizlerin. Yaptığımız, Yıldızına bırakılmak istenen bir iş bizim. Ihlamurların güzünde durmaktayız, düşünen bir bayrak kızılı gibi, güneyden gelen konuklar gibi, yakıcı. Ant içiyoruz Yeni İsa adına; tozu tozlarla, kuşlarla gezgin bir pabucu, yüreklerimizle sudaki merdiveni evlendirmeye. Kumun kutsal andını içiyoruz dünyaya, bilerek, isteyerek, haykırarak düşsüz uykunun damlarından bunu dünyaya, sallıyoruz ak düşmüş saçlarını zamanın… Diyorlar ki: Günah işliyorsunuz! Evet, biliyoruz bunu, biliyoruz da ne yapsaydık yani? Sizler, ölümün değirmenlerinde öğütür beyaz ununu vaadin koyarsınız kız kardeşlerinizin, erkek kardeşlerinizin önüneBiz ak düşmüş saçlarını sallarız zamanın. Uyarırsınız: Günah işliyorsunuz! Biliriz bunu biz de. Gelsin günahlar üstümüze Gelsin ne kadar varsa bütün uyarıcı işaretler Gelsin boğuntulu deniz, dönüşün zırhlanmış rüzgâr darbesi, geceyarısı günü, hiç olmamış ne varsa, gelsin! Gelsin bir de Bir insan çıkıp gelsin mezardan.
20
Hüsniye
SAKAR * UÇ
dağ sesiyim gövdemde rüzgar gökle birlikteyim ormanlar seviyorum
29 Mayıs 2008
21
Arnold
SCHÖNBERG * İKİ OTOPORTRE
22
Şafak
TANRIVERDİ * ŞEHR-İSTANBUL
Emindim önünden geçerken Kara bir köyü vardı Yukarıdaki Bey oğlunun Toplamıştı hanesine kaba kaba taşlar Atacaktı üstüne Gümüşten akan suyun Cihana girsin diye bekliyordu Üsküfü dar gelen çeri Köyden gelecek kadıdaydı oysa çare
23
Ahmet Fuat
OCAK * İKİ FOTOĞRAF
24
evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat
Ferit Edgü’den İlhan Berk’e…
25
Borges
DEFTERİ * AÇLIĞIN, KITLIĞIN ARKA BAHÇESİNDE NELER DÖNÜYOR?
“Duyuüstü duyulur olanı etkilemeyi amaçlaryani kendi yasaları tarafından ortaya konmuş amacı duyular dünyasında gerçekleştirmeyi amaçlar”-Kant
“Ahlak”, “Adalet” kavramları uzun sürgün yıllarından geri dönmüşe benziyorlar! Oysa ahlak yasasının, çok incelikli, kılı kırka yarcasına bir tekrar kanıtlama girişimlerine tarih süresince hiç ihtiyacı olmadı, çünkü “aklın” en sıradan en yaygın kullanımına dayandığı az çok bilinir. Peki son beş yıl içersinde ve şimdilerde bir yok edici kasırga gibi “insanlığı” bu denli büyük çapta tehdit eden fiili duruma nasıl geldi dayandı dünya? Geçtiğimiz günlerde Mısır’da patlak veren bir halk ayaklanmasına tanıklık ettik, bu aslında “Mısır’lı aç halkın” (“artık fakirlik sınırı”, “yoksulluk sınırı” tanımları geçersizdir, tek bir sözcük Neo Liberalizmi tanımlıyor: “açlık”!) isyanıydı, tüketim maddelerine ardı ardına gelen fiyat artışları, kontrolsüz ve her türlü vurgunun kol gezdiği bir “serbest” piyasa ve IMF’ye mahkûm bir ekonomi. (Tanıdık geliyor değil mi? Şair ne diyordu: “Ancak beni bir benzerim öldürebilir”). Bir zamanlar IMF ve Dünya Ticaret Örgütü yetkilileri üretim mallarının geniş dolaşım sistemi ve dolaşım ağı, yeryüzündeki yoksulluğu ve fakirliği bitireceği düşüncesindeydiler!(IMF arşivleri). Bu pek tuhaf öngörü ileriki zaman diliminde belki de Ekonomi bilimi literatürüne bir sakat cenin olarak yerleşir. Başka önerileri nelerdi? Yerel tarımı bırakın veya “ihracata” yönlendirin gibi “dâhiyane” düşünceler. Meksika’da domates ekersiniz, Filipinlerde ananas!( California ve Florida topraklarından kat kat daha düşük maliyetlerle!), ama bunun gerçekleşmesi için başka planlar da gerekliydi. Mali’li çiftçiler verimli topraklarını terk ederek, Paris’in güney batısında bu işlerden çok iyi anlayan büyük zirai şirketler ve patronları veya Midwest’in mekanize tarım sistemi daha makul bir seçimdir. Böylece Mali’li çiftçilerin toprakları talan edilir ya iç kentlerine zorunlu olarak göç ettirilir ya da bir kısım Batı fabrikalarında ucuz iş gücü olarak kullanılır. Örnekler o kadar çok ki, Afrika kıtasında deniz kıyısında yer alan hemen hemen birçok ülke balıkçılık şirketlerini ve balıkçılık “tekelini” zengin Batı’lı, Amerika’lı şirketlere satmış bulunuyorlar, ondan sonra Gine halkının bir zamanlar en ucuz besin maddesi olan balık, Danimarka Konserve kutularında her köşe, bucak bakkalda satılır hale gelir ve kendi ürününü ya Portekiz ya da bir Danimarka markasından temin eder hale gelirler! (Tekel neden satıldı? Tekel binasının üzerinde bir tabela dikkat çekicidir: 149. kuruluş yılı! Ama 150. yılını kutlamadan bir avuç dolarda boğduruldu bu devasa kuruluş, bize Winston, Marlboro vs yeter ne gerek var bir zamanların anlı, şanlı “Turkish Tobacco” ibaresine?) İsviç-
26
reli fabrika sahibi kendi işçisine aylık 3000 Eu ücret ödeyeceğine, gelir Çin, Tayvan, Romanya vs gibi ucuz iş gücü esir insan kampını tercih eder! Nokia telefon şirketi Almanya’daki fabrikasını kapatır gider Romanya’ya yerleşir. Post Kapitalizmin iç mantığı geçmişin tüm verilerini muazzam bir teknolojik donanımla farklı coğrafyalara oturtuyor, bu anlayışın ilk nüveleri artık ulusal orduların iyice geri çekilerek kartel ordularına doğru hızlıca gidilmesidir. Kapitalizmin ilk dönemlerdeki o acımasız ölçekteki maksimum kar, maksimum insan sömürüsü, Marks ve sonraki kuşak teorisyenlerin oluşturdukları “adalet” kavramı baskısıyla bir nebze geri çekilerek 1900 yılların ikinci yarısından sonra yer yer haftalık 35 saat çalışma ve başka alanlardaki ciddi kazanımları getirdi. Ama artık tümü yine gerilerde kaldı… PostKapitalizm daha yolun başında ve çağın neredeyse başlangıcında “aç” halk yığınların ve nerdeyse 33 ülkede artık tehlike sinyalleri veren “açlık” olgusuyla karşı karşıyalar. Ve tam bu dönemde yine Dünya ticaret örgütü yerel bazda birçok devletin aldığı “koruma” yasalarını kınayarak derhal geri alınması talebinde bulunma küstahlığını gösteriyor. Çünkü artık Hindistan, Vietnam, Mısır, Kazakistan gibi ülkeler her türlü “gıda” maddesi ihracatını ciddi biçimde önleyecek yasaları birer birer millet meclislerinden geçirdiler. Bu ülkeler iç ihtiyaçlarını karşılamak ve “açlığın” önüne geçmek için bu karara imza atarlar. Bu trajik durumu sadece “coğrafi-atmosfer” koşullarına bağlamak herhalde ahmaklıktan başka bir şey olamaz. Çünkü bu artık bir gerçektir ki ekonomilerini IMF’in önerilerine gözü kapalı teslim eden ülkeler kendi halkını besleyecek tarım politikalarını da kurban etmişlerdir. (Bir zamanların büyük tahıl ihraç eden ülkesi: Türkiye ve artık tahıl ambarlarında 150 milyon tonluk eksik rakamla yol aldıran, nerdeyse tüm zirai tohumunu bile bu kartel şirketlerinden temin eden (dönüşümsüz, Genetiği altüst edilmiş tohumlar ve bu tohumlara sadece “onların” önerdiği zirai ilaçlar… facianın boyutu ortada). FAO’un ( Birleşmiş Milletler Tarım Örgütü) verdiği rakamlara göre bu gibi ülkelerin katlanacakları fatura bedeli her yıl en az %56 civarında artış gösteriyor. Uluslararası gönüllü gıda dağıtım örgütleri 78 ülkede tam 73 milyon kişiye sadece “ölmemeleri” için tam 500 milyon dolar ek bir kaynağa ihtiyaçları olduklarını açıklıyorlar, kimsenin, hiçbir ülkenin umurunda bile değil bu felaket tablo. Bu rakam birkaç saatlik Irak savaşı bütçesi veya Amerikan bankalarının son Subprime krizlerinde kaybettikleri paraların binde biri bile değil. IMF’in çokbilmiş ekonomistleri ne öneriyor? “Açlığın önüne geçmek için daha fazla tüketim, dünya ekseninde daha fazla ürün dolaşımı.” Fazla söze gerek yok. Şair L. Fere bu gibi eblehlikleri çok güzel bir dizesinde yeterince açıklıyor: “Ümitsizliği bile satmak, pazarlamak için Bir slogan bulsalar, derhal kolları sıvayacaklar”. PostKapitalizm cenini daha doğmadan arkasında milyonlarca aç, ölümler, kıyımlar bıraktı. “Aklın”, spekülatif ilgisi içinde, yalnızca düzenleyici anlama sahip İdeler meydana getirdiğini biliyoruz. Yani bu İdeler, bilgi bakımından belirlenmiş hiçbir nesneye sahip değildirler fakat anlama yetisinin kavramlarına azami bir sistematik birlik verirler. Bu ebleh suratların bizim gibi ülkelere dayattıkları her yasa ister istemez kendi zorunluluklarını da gerektirecek. Bunu kavramak için az, biraz “amaç”,"etki", “hareket” kavramlarını bilmekte fayda var. Birileri tarafından dayatılan "aklın" amacı iyi okunamıyorsa, o topraklar daha nice "maceralara" çoktan yelken açmış demektir! Keşke her şey "birilerinin" sandığı kadar "basit" olsaydı, o zaman özgür uyum, yani o ruhun en derin ve fakat en yüksek olmayan ruhunu kavramak sıradan günlük alışkanlığa dönüşürdü...en azından fena bir kazanım değil!!! Ama nerde? "doğrult hedefine çek ger yayını..."
Not: Borges Defteri’ne http://borgesdefteri.blogspot.com adresinden ulaşabilirsiniz .
27
Janset KARAVİN * KUYRUK Gözkapaklarımı nihayet aralayabiliyorum. Bana bir yüzyıl gibi gelen, belki de zamanın kendiliğindenliğinde eğrilip bükülen, gerçekte göz kırpımı değin kısa o an, hayatımın bu, ileride hafızamda kayda değer bulunmayacağını şimdiden bildiğim kesitinde ben, donmuş bir cehennemin terk edilmişliğinde, çırılçıplak ve kendi varlığımın gerçekliğini kutsamaya çalışırken, “Evet, bu beden benim! Bu ayak, parmaklar, diz kapağı, kalça kemiği, yapışıp kaldığım şiltenin sert yaylarının varlığını ispatladığı lanet olası kalça kemiği, üşüyen sırt, kürek kemikleri ve titreyen omuz başları bana ait, bana ait, yastığa gömülmüş o yarım surat”, diyerek içim sıra, gözkapaklarımı aralayabiliyorum. Böylelikle ‘içine doğduğum gerçeklik, benim bir çarpıtmam mıdır; gerçek dedikleri şey ile karşılaşmış memnuniyetsiz zihnimin, tanrısıyla köşe kapmacası mıdır yoksa gerçek denen o şeyin tam da kendisi midir ya da gerçek denen şey kendisi esasında bizim gerçek diye adlandırdığımız her şey midir‘ sorularının yanıtlarını arayıp durmak hevesinden fersah fersah uzakta, sadece soluyorum. Soluyorum soluyorum soluyorum… Telaşlı koşuşturmaları ve odamın tanıdık rehavetinin ardına saklanmış ince küfünü huzurun, bu telaşa karşın çünkü ben küçükken, koskocaman bir evde otururduk; pencereleri akasyalarla örtülmüş, gökyokuş göğün delikli battaniyesine açılan ve bir tek o ev küçüldü pabuçlarım büyürken ama şimdi ayak parmaklarım büyüyor! Dur durak bilmeksizin, sinsi sinsi, usulca ancak kararlılıkla büyüyorlar. —Diyebilirim ki, kararlılıkları, düşlerimi sımsıkı kavrayan bakışlarına benziyor O’nun.* –Şimdi biraz daha iriler artık ve ben bu sürati kurgularken usumda, bir parça daha irildiler çoktan ve daha da daha da daha da… -Bazı anlar vardır: Söylemek istediklerimiz, söylememiz gerekenler o denli yoğun ve akışkandır ki; yaşamak denen rezilliğin barındırdığına benzer bir kıyasımukassem ile yüzlerimizde, gözlerimizde bizi bize karşı savunmak niyetiyle büründürdüğü murassa zırhın**, dilimizden dökülenlerin zihnimizde çakıp parıldayan söylemeyebilmeyi dilediklerimizi, sesimizin retinamıza düşenleri yakalayamayışınca sancılı takibi neticesi, adına “keşke” denen o lahzada parçalanışı kabilinden bir kovalamacaya dönüşür zaman. –Çığlık atmak, atabilmek arzusunun ağırlığı, damarlarımda akmakta olduğu bilgisiyle donandığım kanın yoğunluğunu ehemmiyetsizleştirebilene kadar geçecek olan ve hemen önümdeki şu, kendi gerçekliğine müstehzi bir gülümseyişle dümdüz uzanan zamanın, benim, şiltem üzerindeki uzanışımla arasındaki benzeşimi görebilmek için “keşke” bir çift kaşın altındaki alelade gözler ehliyetli olabilseydi. Tuhaf ancak, belki o takdirde bir insan olabilirdim… İlk anlamlandırabildiğim görüntülerin kahramanları beyaz önlükleriyle doktor oldukları kanaatine eriştiğim siluetler. Bu beyaz önlükler yatağımın etrafında her yana koşuşturup duruyor hiç durmaksızın hayaletler gibi, soluk, kaygan ve dizemli bir tereddütsüzlüğü sürüyorlar peşleri sıra. Kolumda bir acı hissiyle irkiliyorum; evvel bir şırınganın içimden çıkışı ardından da bir damla kanın beyaz tenimde parlayışı ve bir parça pamuk ve hemen bir kanül usulca ilişiyor açılan delikten içime - : aklıma O geliyor gene; ürperiyorum. - Titrememe fırsat kalmadan aynı delikten koluma yayılan bir serinlik, ferahlık ve beyaz tavanın dalgalı dinginliğinde, benim de içinde olmadığım - O’nun da -, yatağımın, şifonyerimin, gardolabımın, adeta hiçbir eşyanın olmadığı odamda (artık benim odam olmaktan çıkmış olan bir dört duvar arasında; zamanın mekânla öpüştürüldüğü iyelik zamirlerinin yokluğundaki varlığında bu odanın…) yankılanan, derin ve uzak-yakın titreşimleri kulaklarıma dökülürken uzayıp, eğrilip-bükülerek bakışlarımın düzlemini raks ettiren sesler. -Bu geceyi atlatabilirse… Yokölmenin kuyruğundayız,,, “Affedersiniz, acaba sıramı tutabilir misiniz? Hemen döneceğim”
* Hani sadece yaşamak istediğinizdir; yaşlanmak istediğiniz bir ‘O’. **Ki, o zırha tekebbür denir ve parçalanırken böcekkabuğu menevişler serpilir yüzümüze…
28
OTOPORTREDİR.
Denilebilir ki “Masumiyet Müzayedesi”…
29
KÜNYE NİYETİNEDİR
P.A.T! (Puşt Ahali Tarifesi) Zafer Yalçınpınar tarafından yayıma hazırlanmaktadır: Görsel düzenleme, katılımcılarla ilişkiler, düzelti, eşgüdüm, tanıtım, dağıtım, mücadele ve ortalama zekâyı bertaraf etmek gibi tüm bağlayıcı hamallıkları -bendeniz- Zafer Yalçınpınar üstlenmektedir. P.A.T!'ta yayımlanmasını istediğiniz yaratılarınızı zaferyal@gmail.com adresine -konu satırına "PAT içindir" ibaresini ekleyerek- gönderebilirsiniz. P.A.T! birincil ortam olarak interneti seçmiştir. Maddi ve manevi kâr amacı gütmez, dirsek teması umursamaz ve yalansızdır. İşbu derginin PDF dosyası biçimini istediğiniz ortamda, istediğiniz “insan”larla paylaşabilir, istediğiniz bağlantılarla (linklerle) çeşitli “insan”lara sunabilirsiniz. P.A.T!, Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun bir türevidir. Puşt Ahali’nin eposta grubuna, gruptaki tartışma ve paylaşım geçmişine http://groups.google.com/group/pustahali/topics?hl=tr adresinden ulaşabilir ve hatta gruba üye de olabilirsiniz. (Puşt Ahali’nin şiarları Ek-1’de yer almaktadır. Onları okumanız ve sezmeniz faydalı olacaktır.) On birinci sayıda görüşmek üzere...
Dipnot: P.A.T!’ın eski sayılarını http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/pat2.html adresinden PDF dosyası biçeminde indirebilirsiniz.
30
EK-1: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun Şiarları 1/ nasıl yalnız bırakır adamı bir meydan? aradan biri bağırdı: puşt ahali! - Enis Akın 2/"hiç birbirine çarpan kuş gördün mü havada. ama insanoğluna gelince üstelik yerde neler olduğunu biliyorsun?" - Ece Ayhan 3/Hemen anlaşılmayabilirsin, göze alacaksın. Çoğunluk her zaman başlangıçta yanılabilir, sonradan ayıyorlar sanki. Yan yan değil de doğru doğru yürüyen bir yengece bakarak, "sarhoş galiba" diyebiliyorlar. (…) İki şey bir arada olacak; sancak ve davul. Eğer tek davul olursa sünnet düğünü var sanırlar. Ama sancak da varsa, isyan, ayaklanmadır o. Bin yıllık Anadolu geleneğidir bu. - Ece Ayhan 4/Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman... Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak. - Oruç Aruoba 5/İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yerinden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.(…)Bir sabah, işe giden kalabalık, şehrin en büyük alanında yaya kaldırımının bir noktasında ikiye ayrılıyor, yere bakarak, ama hızını hiç eksiltmeyerek yürüyor, biraz ileride yeniden bir araya geliyordu.O noktada biri vardı; yerde yatan, ölü mü, yaralı mı, içkili mi olduğu, kazaya uğrayıp mı buraya atıldığı anlaşılamayan biri… Yüzükoyun yatıyordu. Bir küçücük çocuğun öfkelenerek yere attığı bir bez bebeği andıran bu adamın kollarıyla bacakları bir tuhaf duruyordu. Eklemleri, köşeleri çoğalmış gibi. Uzun süre kimse yanaşmadı bu adama. - Bilge Karasu 6/Kış geçende bu leylek gendini dışarı verdi. Uçuy, evliğini onarıy. Süslüy. Bekliy ki gendinin eşisi gelecek. Biliy. Ha bugün geldi. Ha yarın gelecaktır. Gözü semadadır. Keyiflidir ki nasıl anlamam. İşte ağalar. Bugünden bir gün idi. Hamogil ocak yakmıştı ki sabah ekmeğini yapalar. Ocak alev alev yanıydı. Yalımlar göğe çıkıydı ki, gökten bu leylek geldi, gendini ataş üstüne bıraktı. Koştular bunu ataştan aldılar. Kurtuldu, bir daha bıraktı gendini ataş üstüne, tüyleri yanıydı zaten. Öldü getti. Göz açıp kapata kadar. Evin içinde bir telaş yürüdü. Herkes birbirisine soruyordu ki, ne olmuştur. Ne olmuştur ki bu leylek gendini ataşa bırakmıştır. O sıra damdan Hamo’nun sesi gelmiştir. Demiştir ki, ben biliyem. Gelin görün sizde bilin. Koşmuş bakmışızdır ki, yuvada iki leylek oturuy. Anlamışızdır, demişizdir ki, insan da beyle değil midir lo, beyledir. - Tuğrul Çakar 7/HER doğruyu söylemeğe gelmezmiş, bir takım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekirmiş… Peki ama bir doğruyu söylememek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek gene sürmesine bırakmağa hakkımız var mıdır? Bazı yalanlar kutsalmış onlara dokunmağa gelmezmiş… Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına artık inanmıyoruz demektir; bunun için “kutsal yalan” sözü bir şeyin hem köşeli, hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. (…) Bir takım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik düşüncesinin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilebilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!... Öyledir kişioğlu: kendisi için ille de bir takım ayrıcalıklar ister. “Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur” diyen kimse, öğrendiği, anladığı doğrulara lâyık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu… Ancak kendini düşünür, kendini büyük görmek için yol arar. Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalanı yayıyoruz demektir. – Nurullah Ataç
31
“Nerde n bak sa k ken di ni a nl at ı yor her ş ey .”
iletişmek için;
Zafer Yalçınpınar zaferyal@gmail.com http://zaferyal.kuzeyyildizi.com
P.A.T! 10.tarife Ekim 2008
“bayiinizden isteyemezsiniz”
32