Pat11

Page 1

. FAULKNER . KUL . YALÇINPINAR . CEMGİL . CÖMERT . . FREUD . ARUOBA . DİRİK . ARTAUD . YEGÜL . . KARAVİN . STEINBERG . BARBER . SAKAR .

1


2


iç in dekiler

2

Editörden…

Nobel Edebiyat Ödülü Konuşması

4 WILLIAM FAULKNER

5 ERDOĞAN KUL Geçici Olanın Çekiciliği Karşısında T.Bernhard SIGMUND FREUD 7 Karalamalar ZAFER YALÇINPINAR 8 Zeytinyağlı Gökyüzü 9 ÖZGE DİRİK Seher Eskidi Varlık Üzerine Yeni Açıklamalar 10 ANTONIN ARTAUD 11 ÇAĞLA CÖMERT İki Fotoğraf Evladiyelik 12 BETÜL YEGÜL PATRICIA BARBER 13 Persephone 15 SAUL STEINBERG Üç Karikatür YILMAZ CEMGİL 16 Her Taraf Yalan Taraf “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar”17 TÜRK ARGOSU “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar”19 NECATİ’YE MEKTUP 20 HÜSNİYE SAKAR Beyaz Kapı 21 ORUÇ ARUOBA /Ayın Şiiri “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar”23 SAHAFNAME Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü… 25 JANSET KARAVİN Otoportre 27 28 KÜNYE EK-1 29 “P.A. Şiarları” 3


William

FAULKNER * NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜ KONUŞMASI (Çeviren: Ülkü Tamer)

Öyle duyuyorum ki bu armağan bir insan olarak bana değil, çalışmama verilmiştir- ün ve kazanç yerine, insan ruhundaki araçlardan, daha önce olmayan bir şey yaratmak için insan ruhunun teriyle, acısıyla ömür boyunca sürdürülen bir çalışmaya. Onun için bu armağan emaneten benimdir. Armağanın parasını adamak için aslındaki öneme, amaca uygun bir yer bulmak güç olmayacaktır. Bu an’ı – kendilerini aynı acıya, çalışmaya adamış olan, aralarında şimdi dikildiğim yerde dikileceklerin bulunduğu genç erkekler, kadınlar tarafından dinlenilebilen – bir kule gibi kullanarak, armağanın niteliğini de öyle yapmak istiyorum ben. Bugünkü trajedimiz, öteden beri dayana dayana artık taşır duruma geldiğimiz maddesel bir korkudur. Ruhun sorunları diye bir şey yoktur artık. Bir tek sorun vardır yalnız: Ne zaman havaya uçacağız? Bunun yüzünden, bugünün yazı yazan genç erkeği ya da kadını, yazılmaya değer tek şey olduğu için yalnız başına bile bir yazıyı değerli kılabilecek, ve acının, terin karşılığını verebilecek olan kendi kendisiyle çatışan insan yüreğinin sorunlarını unutmuştur. Yeniden öğrenmelidir onları. En aşağılık şeyin korkmak olduğunu öğretmelidir kendi kendine; öğrettikten sonra da, kendi işyerinde yüreğin eski gerçeklerinden, doğrularından, geçici öykülerden olmayan o eski, evrensel doğrulardan – sevgiden, onurdan, acımadan, gururdan, duyarlıktan, fedakârlıktan başka şeyleri hiçbir yer bırakmayarak bütün bütüne unutmalıdır onu. Öyle yapıncaya kadar bir lanet altında çabalar. Sevgiyi değil kösnüyü, kimsenin değer olarak bir şey yitirmediği yenilgileri, umutsuz – daha kötüsü acımasız, duyarsızlık – zaferleri yazar. Hiçbir evrensel kemiğe işlenmez acıları, hiçbir iz bırakmaz. Yüreği değil, bezeleri yazar. Bunları yeniden öğreninceye kadar, aralarında durup da insanların sonunu gözetliyormuş gibi yazacaktır. Ben, insanın son bulacağını kabul etmiyorum. Dayanacağını düşünerek, insanın ölümsüz olduğunu söylemek kolaydır; kırmızı, ölen son akşamda kıpırdamadan asılı duran son değersiz kayadan kıyametin son çan sesleri duyulup sönerken bir tek ses kalacaktır: Onun cılız, sonu gelmez, hâlâ konuşan sesi. Bunu kabul etmiyorum ben. İnsan, yalnız dayanmakla kalmayacak üstün de gelecektir. Ölümsüzdür o – yaratıklar arasında yalnız kendisi sonu gelmez bir ses taşıdığından değil, duyarlılığa, fedakârlığa, dayanmaya yatkın bir ruhu, bir yaratılışı olduğundan. Şairin, yazarın ödevi bunları yazmaktır. İnsana, geçmişinin şanları olan cesareti, onuru, umudu, gururu, duyarlılığı, acımayı, fedakârlığı hatırlatarak yüreğini yüceltip dayanmasını sağlamak onun yapabileceği bir iştir. Şairin sesi yalnız izlemekle kalmaz, onun dayanmasına üstün gelmesine yardım edecek direklerden, desteklerden biri de olabilir.

Not: Bu konuşma 10 Aralık 1950’de Stockholm’de yapılmıştır.

4


Erdoğan

KUL * GEÇİCİ OLANIN ÇEKİCİLİĞİ KARŞISINDA THOMAS BERNHARD’IN DURUMU

Bernhard metinlerinin karakteristiğini belirleyen ana etken, yaşamın özüne ilişkin sunduğu öznel kavrayıştır. Onun yazma ediminin de, bununla ilintili olarak, doğrudan kendi deneyimlerinin ve kişilik özelliklerinin güdümünde geliştiğini söyleyebiliriz. Öyle ki, tümce kuruluşlarında, sözcük seçiminde, yazış tarzında, kişilik özelliklerinin kesintisiz bir biçimde dışavurumu izlenebilmektedir bir yandan. Kişiliğiyle üslubu birebir örtüşen nadir yazarlar arasında sayılan Bernhard, bu durumu “kendiliğindenlik”le eşdeğer görür: “Ben biçimi hiç düşünmedim, kendiliğinden ortaya çıktı, nasılsam ve nasıl yazıyorsam öyle”(s.20) * Şu yapay biçim- içerik ayrımını da dışta bırakan bu yaklaşımla vurgulanmak istenen, rastlantının önemi değil elbette. Bir yazarın, sözü edilen “kendiliğindenlik”i yakalayabilmesi, dille kurduğu ilişkiyi toplumsal dolayımlardan kurtarmasıyla, dil anlayışını ortak bilincin yönelim ve yönlenim nedenlerinden soyutlayarak, dili, kendi doğrudanlığının biricik gerçekleşim ortamına dönüştürmesiyle olanaklıdır. Bu, Bernhard’da olduğu gibi, “kendini yazma”ya dönüştürür yazma/okuma edimini. “Kendini yazmak”, sürekli kendisinden, anılarından, tasarı ve özlemlerinden söz etmek değil; oluş’u metinselliği yönünden alımlarken, dilin varlığa öncelliğinin, varlığı dilin kurduğunun ayırdına varan “ben”i metin olarak okumak/yazmaktır. Şu sözler, kanımca, tam da bu bağlama oturur: “Aptal yazar, aptal ressam hep bir motif peşinde koşar, oysa bir tek kendinedir gereksinimi, kendi yaşamını izlemesi yeter. Kendi hep aynı kalıp hiçbir zaman aynı şeyi yazmak istemez. İşte budur geçerli olan, herhangi bir şey geçerli olacak ise.”(s.22), “Bir şey yapmanıza gerek yoktur, sadece kulaklarınızı ve gözünüzü açıp yürümeniz yeterlidir. Sonra bunlar eve gelip yazdıklarınızın içinde olacaktır -kendinizi bağımsızlaştırdığınızda ya da bağımsızsanız.”(s.19) Konularını, kişilerini çoğunlukla gerçek yaşamdan seçmesine karşın, yazdıklarının yaşamöyküsü olmasının önüne geçen de böylesi bir bilinç durumunun sağladığı olanaklardır. Realitenin kurmaca olarak saptandığı düzlem, aynı zamanda, kurmacanın realite olarak berraklaştığı düzlemdir. Bu bağlamda “imgesel”le “reel”, özerkliklerinin kalmadığı, asıl edimin onların ayrıştırılmaları üzerinden gerçekleştirilmediği daha derin bir gerçeklik kavrayışının dillendiricileri olarak, hem işlevleri hem de nitelikleri bakımından * Kurt Hoffman, Thomas Bernhard’la Konuşmalar, (Çev. Sezer Duru), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2000. (Bu yazıdaki öbür alıntılar da aynı kitaptandır.)

5


yer değiştirebilmekte, hatta özdeşleşebilmektedirler. Bernhard’ın kişileri, bu açıdan “kavram”lardır. Gould, Wittgenstein vd. kişi oldukları kadar kavramdırlar da. Anlatılan, böylelikle her durumda, kişilerin yaşamöyküleri değil, yaşamın kendisi olmaktadır: yaşamın ve varoluş öğelerinin içyüzü. “Yan yana dizilmiş budalalıklardan oluşan”(s.47) yaşam, bizzat özü tarafından kemirilmekte, tüketilmektedir; bu durumda varoluş, başa gelen bir felaket olarak duyumsanmaktadır: “Böylece herkes kendi yaşam hırkasını örüyor, kimi içine daha çok kalp örüyor, öteki daha az, sonunda hepsi keçeli, fazlasıyla dar, delikleri var, bitirinceye kadar ön yüzü fareler ve güveler tarafından yenmiş oluyor, daha bitmeden mahvoluyor olağanüstü parça ve Tanrı o zaman ‘Yakışmış’, diyor.”(s.15) Bu yaşamı, en iyi, sanki içyüzünü sunmaya çalıştığı hastalık ve ağrılar yoluyla anlayabiliriz: “Hastalık her zaman bir servettir. Atlatılan her hastalık nefis bir öyküdür, çünkü başka hiç kimse insana böyle bir şeyi anlatamaz.”(s.25) Hep hastalıklı durumları, hasta/hastalıklı kişileri ele almak, insanların “normal” dedikleri şeyin aslında var olmadığını anlatmak (telkin etmek) için seçtiği kestirme bir yoldur Bernhard’ın. Ama asıl yeğlediği, yaşama “bittiği nokta”dan bakmaktır. Metnin her tarafında bir ayna gibi gezdirilen ama ayna olmaktan çok, yansıları emip kendine dönüştüren bir “karanlık an” olarak okur bilincine işlenen bu bitiş noktası, “trajik”le “ironik”in iç içe anlaşılmasını da kolaylaşırır. Yaşama bakış biçimi nihilistçedir Bernhard’ın. Kişileri, nesneleri, olguları, kavramları (kavram çiftlerini) konumlandırırken gözettiği temel durum bir değerler hiyerarşisi değil, nihai ve her anki gerçeklik olan “hiçlik”tir. Bunlar her fırsatta değerden düşürülür; ama kendilerinden daha değerli bir şeyin açığa çıkmasının değil, içyüzleri görülünce iğrençliklerinin anlaşılmasının doğal sonucu olarak: “Bir şeye daha yoğun baktığınızda, daha ileriye uzaklaşıyorsunuz, mantıksal olarak. Daha çok görmek, daha uzaklara kaçmak demektir. Çünkü bu gittikçe daha tehlikeli oluyor. Bir şey açıklık kazandıkça iğrençleşiyor.”(s.80) Bernhard’ın nihilist tavrı, “olduğu gibi görmek” ekseninde gelişir. † Yinelemeleri, ısrarcılığı, bu “daha çok görmek” kaygısından kaynaklanır. Bu yüzden, varoluş öğelerinin görülmedik, dokunulmadık, düşünülmedik, sınanmadık, anlaşılmadık, yüzeye çıkarılmadık bir yanı kalmasın ister o. Soyut ve somut ne varsa, ruh hali yaratmalarını sağlayan perspektiflerinden boşaltılarak, hemen şurada, yüzey gerçeklikteki cılızlığı, zavallılığı, etkilemezliği ve elbette tekinsizliği içinde sergilenir. Bernhard’ı çekici kılan da bunu yaparkenki içtenliğidir.

“Play and pray, pray and play” Miles Davis

† Bu noktada Celine’e göre daha soğukkanlıdır. Celine, olduğu gibi görmekten, “olduğundan da beter” görmeyi anlar. Bak. Gecenin Sonuna Yolculuk, (Çev. Yiğit Bener), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2002, s.82.

6


Sigmund

FREUD * KARALAMALAR

7


Zafer

YALÇINPINAR * ZEYTİNYAĞLI GÖKYÜZÜ

zeytin ağaçlarıyla dikilmiş bir perde denize iliklenen küçük iskelesiyle bu eski mermer adasının üstü zeytinyağlı bir gökyüzü “şimdi” tüm anlamların zamanı geldi ve “hemen” gitti: yaşayıp ölmekten dönüyoruz Marmara Adası’nın gökyüzünden ağıryüzlü Turgut Uyar ve aşk ve avarelik üstüne Oktay Rifat’la perçemli sokaktaki İstanbul’a

23 Eylül 2008

8


Özge

DİRİK * SEHER ESKİDİ

(G. Bilal’e...) eli şiir tutan bir adamdı hayaliniz oysa tanrının şiir dediğine deli diyor gören sözlüğe maya çalarken. önüne çırılçıplak çıkan topu görünce mesleğine küfreden ve en sağdan gitmeye zorlanmış bir kamyon şoförüydü kocanız. “yol farkı” derdi “yol mısradır mürekkebi pahalıca belki ama kamyon kalemdir biraz tehlikede iz bırakır vurgusu.” üzerinize düşeni düşünmekten doğrulamadınız belki ama onu tutan yol, uçurumlar vaat etti çokça. bunu yasak aşlara benzetsem sizi kırmış olur muyum? diken toplayan bir güldünüz tahta kepçenizde kurumuş çorba tadına şükreden acı savuran gözlerinizde masalın inadı olmuş bir adamı öldürdünüz. yuvaya yapan dişi kuşun üstelik kendi yaptığı yuvaya yapanın bir öğüdü var şimdi bende; cennete girince zaten her yer muz kabuğu o yüzden ayakta bitirmeli bu yaşamı siz ki; iki ihtilal bir savaş görmüş buruşuk bir bedende konaklıyor kirayı bir gün geciktireyim; çıldırıyordunuz. oysa bir sürü taşınmazı kalmıştı o güzel annenizin gördünüz mü? taşıyamadınız...

9


Antonin

ARTAUD * VARLIK ÜZERİNE YENİ AÇIKLAMALAR (Fransızca’dan Çeviren: Dr. Erdoğan Kul)

Ne görmekteysem ve neye inanıyorsam onu anlatıyorum; gördüğüm şeyi görmediğimi kim söylerse, kafasını koparırım onun. Çünkü ben bağışlanmaz bir Canavarım ve Zaman artık Zaman olmayıncaya kadar bu böyle devam edecek. Ne Cennet ne Cehennem, eğer varlarsa, bana yükledikleri bu canavarlığa karşı bir şey yapabilirler. Belki kendilerine sunmam için yüklemişlerdi bu canavarlığı bana… Kimbilir? Her durumda, yaralamak için işte beni… Olan her neyse, apaçık görürüm. Ne varolmuyorsa, gerekirse ben yaratacağım onu da. Uzun süre hissettim bu Boşluğu, ama kendimi ona atmayı reddettim. Gördüklerim kadar ben de ödlektim çünkü. Şimdi biliyorum, bu dünyayı reddettiğime inanırken, aslında Boşluğu reddetmiş olduğumu. Çünkü biliyorum varolmadığını.

bu

dünyanın

varolmadığını,

üstelik

nasıl

Şimdiye kadar acısını duyduğum şey, Boşluğu reddetmiş olmamdan kaynaklanıyordu. Zaten içimde olan Boşluğu. Birilerinin beni Boşluk aracılığıyla aydınlatmak istediğini ve aydınlanmayı reddettiğimi biliyorum.

10


Çağla CÖMERT

* İKİ FOTOĞRAF

11


Betül

YEGÜL * EVLADİYELİK

ölü bir kediye sarıldım bilir misiniz o kadar kuruydu gözlerim

uzun çarşıdan bir soluk aldım hanım hanımcık tavaf ediyor evrenin çocukları beynimi gidiyorum ve geliyorum ve gidiyor kimsenin sırtında bir kaplumbağa olamıyorum imrendikçe oh ne güzelleşir fihristimiz her sayfanın başına yazıyorum ben miyim sen oysa evler yürür ki ihtişamıyla annelerin ölü rüyalarını izliyor izliyor izliyor dolaba giriyorum üzgünüm bir çöp tenekesi kadar derin atıyorum kim yasal organlarımı çatlayan ayrımenkul çaresizliği var üstümde ama ben hep onun eteğini arıyorum

tuzsuz olmalı hikayem bilir misiniz suyun sözleri eritemediğini

12


Patricia

BARBER * PERSEPHONE (İngilizce’den Çeviren: Zafer Yalçınpınar)

inatçı ilkbaharın hayaleti gibi yaz önemini kaybediyor bu kaşıntı, bu öfkeye duyulan zahit özlemi bir meleğin kanatlanmak için duyduğu arzuyu gizliyor bu yüzden, düşüşünle içime düşüşünle tatlım Persephone şimdi senin şairin ve rehberin olarak gece gündüz ve gece tamamlanacağım senin aziz iyiliğinle ve onun karanlık taraflarıyla ki biri olmadan diğeri saftır Limbo Zindanları’nı geçtik ve İkinci Çember’den süzüldük: şu ilk beyaz yalanı fısıldadığında tanrılar gülecek tanrılar bağıracak bu yumuşak çemberin içinde arzunun kölesi oldu sebebin bunu eğlence gibi hissettin ateş gibi küçük gevezelikler zamanın üzerinde kaybolmalı aşk gibi, daha çok suç gibi çok çok kaliteli kumaşın üzerinden kaymasıyla

13


bunu ipeksi gibi hissettin günah gibi nazik ve kirli bir rüya gibi saklanabileceğin bir oda gibi uykundaki bir itiraf gibi ifadenin günahtan arınması, bir şeytan, bir arkadaş, acını bitirecek bir doktor gibi bir yastık, bir öpücük gibi bir parti, bir ilaç gibi bir rahibe benzer tatlı dudaklarım gibi her hayali gece yarısı fantezinle birlikte kaçışın tamamlanacak her bir suçlayıcı arzun eşleşecek benimle birlikte ve seni yıldızların altına yavaşça bırakışımla birlikte yarasız ve çiziksiz toprak üstünde bir cehennem teninin altından kayıyor gibiydi bunu aşk gibi hissettin suç gibi

“Mythologies” adlı albümden...

“Play and pray, pray and play” Miles Davis

14


Saul

STEINBERG * ÜÇ KARİKATÜR

15


Yılmaz

CEMGİL * HER TARAF YALAN TARAF

Hadi canım kalk işe geç kalıyoruz Böyle geçiliyor işte Bir kâbustan başka bir kâbusa Baylar ve bayanlar diyordu uykumda biri Ülkemizde hala sergi görmemiş müze görmemiş insanlar var İşte bir halk böyle şey edilir Nasıl usul usul emiyorsa bir yılan üzümleri işte öyle Çürümüş bir çağda bu da bir şeydir Devlet yani su ekmek kömür falan filan Koli basili miydi neydi eski zamanlardan kalan Bir de bebeler hatahanelerden mezarlıklara taşınan Koliyle yani bildiğimiz koliyle Cık cık cık diyor sunucu insanlık ölmüş Haiti’de yoksul halk çamurdan kekle besleniyor Pazaryerlerinde halk karanlığın çökmesini bekliyor Ramazan için çadırlar kurulurken Heidi toplamaya başlayabiliriz ölüleri baylar bayanlar 14 göçmen 44 bebek 5 şehit Birkaç milyon Hacivat birkaç milyon karagöz İlahi çadır kazıkları ilahi halk Susun ve dinleyin dünyanın en büyük politik acısını Bebek ölümleri dünya standartlarına uygun Salça yağ sabun kimyon ve köfte baharı da Ne diyordu cehenneme dönen mülteci Su hava ve ışık bitti Su hava ve ışık bitti Su hava ve ışık bitti

16


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

TÜRK ARGOSU Önümüzdeki birkaç sayı boyunca Türk Argo Sözlüğü’nden maddeler yayımlamaya devam edeceğiz. Argo ifadeler ve açıklamalar Ferit Develü’nün 1941 yılında Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanan “Türk Argosu” adlı kitabından alınmıştır.

17


Önümüzdeki birkaç sayı boyunca Türk Argo Sözlüğü’nden maddeler yayımlamaya devam edeceğiz. Argo ifadeler ve açıklamalar Ferit Develü’nün 1941 yılında Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanan “Türk Argosu” adlı kitabından alınmıştır.

18


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

Not: Orhan Veli tarafından yazılan işbu mektup, Yaprak Dergisi’nin 15 Haziran 1949 tarihli 12. sayısından alınmıştır.

19


Hüsniye

SAKAR * BEYAZ KAPI

Burası Yani şu beyaz kâğıt Her şeyi Buraya topluyorum Gökler buraya akıyor Nehirler buraya boşaltıyor kendini Ağaçlar Burada soyunuyor Kalem olmak için

20


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

Cumhuriyet Gazetesi 29.02.2004

ARİF DAMAR Şubat 2004'ün şiire yer veren edebiyat dergilerinden Adam Sanat, Agora (ocak-şubat), Akatalpa, Berfin Bahar, E, Edebiyat ve Eleştiri (ocak-şubat), Evrensel Kültür, Eski, Hayvan, Islık (ocakşubat), kitap-lık, Kuzey Yıldızı (ocak-şubat), Nikbinlik, Şiir Ülkesi, Şiiri Özlüyorum (ocakşubat), Ünlem (ocak-şubat), Varlık, Yasakmeyve (ocak-şubat) dergilerindeki şiirleri okudum, inceledim. Kuzey Yıldızı dergisinde yayımlanan Oruç Aruoba 'nın ''Geç Çıtırtılar'' adlı şiirini ''Ayın Şiiri'' olarak değerlendirdim. Oruç Aruoba bilindiği gibi değerli bir felsefecidir. Yıllar önce birkaç şiirini okuduğumu anımsıyorum. Çok fazla iz bırakmadılar bende. Yanılmıyorsam Defter dergisinde görmüş, okumuştum. Kuzey Yıldızı dergisini geçen ay görmemiş, okumamıştım. Düşünceme göre ''Geç Çıtırtılar'' şiiri, hem derin anlamı hem de biçimi yönünden ilginç bir şiir. Şiirde felsefe yapılır mı, yapılmaz mı? Bu tartışma konusudur. Ama bir şair, felsefe bilgi ve birikimi barındırıyorsa kişiliğinde, böyle bir kimsenin şiiri büyük bir derinlik kazanır. Bu şiir de o çeşitten. Ne mi söylüyor? Çok şey. Uzak çağrışımlarla her bölümü farklı anlamlara yol açıyor, yönlendiriyor okuru. Çok ama çok güç gizeminin kapılarını açmak. Belki diyecektim, caydım. Bu şiiri benim gibi derin bir felsefe bilgisi olmayan bir kimsenin açıklaması çok zor. Sayın Aruoba'nın karşısında küçümsenmekten çekinirim. Oruç Aruoba'nın yeniyetme denecek kadar gençlerin çıkardığı, satışı beş yüzü bile geçmeyen amatör bir dergiye bu güzelim şiirini vermesi onun ne kadar alçakgönüllü olduğuna da tanıktır. Aruoba'nın şiirini, binlerce satan edebiyat dergileri onur duyarak yayımlarlardı. Şiiri üstüne kendisiyle söyleşmeyi çok isterdim.

21


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

22


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

Tayfun Kurt’un Sahafnamesi

“Sayın okuyucular, kitaplara bakarken elinizdeki çanta, poşet, v.s. uygun bir yere bırakınız. Ne tür bir kitap veya hangi kitapları arıyorsanız sorunuz. Mümkünse kitapları raftan çıkarmadan bakmaya özen gösteriniz. Bakmak ve karıştırmak farklı kavramlardır, lütfen birbirine karıştırmayınız. Kitapları bükmeyiniz, kapaklarını kırmayınız. Sizi ilgilendirmeyen kitapları salt merakınızı tatmin için lütfen karıştırmayınız. Müşteri psikolojisi ile dilediğiniz gibi hareket edip istediğiniz her şeyi yapabileceğinizi düşünmeyiniz. Size nasıl davranılmasını istiyorsanız, o şekilde davranınız. Gereksiz yere kendinizi ve beni meşgul etmeyiniz. Bu koşullar size uymuyorsa lütfen dükkanı terk ediniz. Teşekkür ederim. Çınar Dibi Sahaf.” “Bu kurallar eleştiriye açık değildir. Fikrinizi kendinize saklayıp, akıl hocalığı yapmayınız, güle güle gidiniz. Teşekkürler.”

Not: İşbu sahafname Tayfun Kurt’un Kadıköy’deki sahaf dükkânında senelerce asılı durmuştur.

23


Bunlar覺 oku...

24


Janset

KARAVİN * AHMET HAMDİ TANPINAR, SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ VE BATILILAŞMA SORUNUMUZ

Doğumunun yüzüncü yılında (2001) yeniden basılan eserleri, hakkında yazılan birçok çalışma ve çeşitli etkinliklerle gündeme taşınan Tanpınar’ın, biten Haziran ayına denk düşen ve bu kez 107.’si yaşanan ‘doğum yıldönümünde’ (23 Haziran 1901 – 24 Ocak 1962) hem yeniden hatırlanmasına vesile olmak hem de batılılaşma sorunumuz üzerine düşünmeye çalışan bu yazıda onun, batı – doğu sorununu derinlemesine yaşamış ve eserlerinde dile getirmiş bir yazar oluşunu çözümlememe ayna kılmayı umuyorum. Her şeyden evvel, Tanpınar’ın batılılaşma sorunu üzerine düşünmüşlüğü bir yana unutulmuşluğu yahut uzunca süre bir kenara itilmişliği ve hangi dinamiklerle yeniden hatırlandığı düşünülecek olursa, bizzat bu sorunun bir kurbanı olduğunu söylemek gerekir. Şöyle ki; çok kereler onun hakkında yazılmış çalışmalarda ya ona ‘sağdan’ muhafazakâr ya da ‘soldan’ yenilikçi bir pencereden bakıldığına tanık oldum ancak kişisel görüşüm, Tanpınar’ın tıpkı yaşadığı dönem ve toplum gibi aklı oldukça karışık ve fakat düşünen bir insan olarak, toplumsal olayları ve sorunları irdelerken de çözüm üretirken de kendisini her iki cephede de görmüyor olduğudur. Eskiye dönüşün sorunları çözmeyeceğinin bilinciyle anlamsızlığının ve doğanın yasası gereği olanaksızlığının farkındalığıyla yeninin tek başına yaratacağı çözümlerle yetersiz kalacağı bilgisinin çaresizliğinde sıkışan Tanpınar, kendi hatıratında bu çelişkisini şu şekilde ifade etmiştir: “Sağlarla beraber değilim, çünkü sağ şarktır ve şark bizi daima yutmaya, içimizden doğru yutmaya hazırdır. Eğer bir Barrés, bir Maurras, bir L. Daudet gibi insanlar olsaydı etrafımda iş değişirdi. Fakat Mehmet Akif’le yol arkadaşlığı, Mümtaz’la (Turhan) fikir beraberliği, asla…” Tanpınar’ın kendisini hiçbir cephede göremeyişine karşın, eserleri ve düşünceleri hakkında ciddi tartışmalar yaratmasının özünde nedeni, birçok Türk yazarın aksine bu pencerelerden herhangi birisinden bakarak düşünmek ve böylelikle kolay çözümler elde etmek yolunu yeğlemeyişidir. “Şark ile Garp Arasında Görülen Esaslı Farklar” adlı yazısında da altını çizdiği gibi kolay yolu seçerek iki uygarlık arasındaki farkı, batı uygarlığına atfedilen üstün niteliklerin aksine, doğunun tembelliğine yahut kaderciliğine bağlamıyor ve bu farkı ‘kavrayış ayrılığına’ yaslayarak çözümden kaçmıyor hatta bütün bunların birer neden değil sonuç olduğunu görerek sorunun özüne inmeye çabalıyor. Tanpınar’ı çözümün bir “sentez” yaratılması olduğu düşüncesine sürükleyen, toplumsal değişimin, sosyoekonomik koşulların yapılanışıyla hatta daha da net bir söylemle “üretimin” geçirdiği dönüşüm sürecinin bir sonucu oluşunu fark etmesidir. Ancak “üretimi” Marksist ekonomi politiği kavramı olarak görmeyip, “sınıf” kavramına us yürütmeyerek “eşyayı tasarruf ediş” halindeki ayrılığa dayandırdığı doğu-batı farklılığında doğuyu, “eşyayı ancak umumi biçimde tasarruf ettiği hatta bazen onu doğadan ödünç alırcasına davrandığı” için geri kalmış oysa batıyı, bu konuda ayrıntılara inen tasarruf yönteminden ötürü gelişmiş olarak tanımlar. Bu çözümlemeden yola çıkarak romanda da “insanî dünyayı tasarruf edişte” aynı sakatlıkları sergileyen doğunun yetersiz kaldığını söyler. Tanpınar’ın geçtiğimiz yıllarda ansızın anımsanışı ve aynı şiddetle unutuluşu çelişkisi hiç kuşkusuz, toplumda oluşan düşünsel boşluktur. Sorunlarına çözüm bulmakta güçlük çeken toplumumuzda bu boşluğun sürmekte olduğu tespitinde bulunmak hiç de güç değildir ve bu bağlamda çözümlere giden yolun aydınlatılmasında Tanpınar’ın herhangi bir siyasi görüşün penceresinden değil de mümkün ol-

25


duğunca tarafsızlıkla, düşünen ve üreten bir ‘insan’ olarak değerlendirilebilmesi hâlâ önem taşımaktadır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü özelinde yazarın yukarıda bahsettiğim görüşlerine ve batılılaşma sorununa bakışına ışık tutan bazı açılımlar getirmek gerekirse… Yenilikçi bir yapının kurgulanışıyla başlayan S.A.E. bu yapının yıkımıyla biter ki; Tanpınar’ın buna benzerliğiyle örnek olarak gösterilebilecek Kafka ya da Marquez değin başarılı olduğu söylenemezse de S.A.E.’nün misal, Yüzyıllık Yalnızlık’tan çeyrek asır önce kaleme alınmış olduğu bu karşılaştırma yapılırken göz önünde bulundurulmalıdır. Karakterlerinin tutarlılıkla duygu, düşünce ve davranış bütünlüğü sergilediği gerçeği ışığında (ki bu gene geçmiş olmaksızın geleceğin kurulamayacağı görüşünün bir yansımasıdır) Tanpınar’ın “sentez” çözümünün karakterlerinde yansısını bulduğunu fark ederiz. Geleneğin bugüne taşıdığı gerçeklikle yüzleşmeksizin soyut biçimde öze dönülerek edebiyat yapılabileceğini savunan Ziya Gökalp’in aksini düşünen Ahmet Hamdi’nin bu bağlamda, S.A.E.’ndeki başkarakterlerinden Hayri İrdal’ın âdeta Gökalp’e cevap niteliğindeki şu sözleri ilgi çekicidir: “Her ne olursa olsun mazim bugünkü vaziyetimden bana bütün bir mesele gibi geliyor. Ne ondan kurtulabiliyorum ne de tamamiyle onun emrinde olabiliyorum.” Esasen bu noktada Tanpınar’ın kişiler değil “tipler” kurguladığını ve Bergson etkisinde şekillendirdiği güldürürken düşündüren mizah anlayışıyla bu tipler üzerinden toplumsal ve kültürel sorun ve çelişkileri hicvettiğini söylememiz gerekir. Öyle ki, Hayri İrdal’ın hayatının çeşitli dönemleri dikkatle incelenecek olursa Tanzimat öncesinden günümüze Türk toplumunun geçirdiği süreçlerle özdeşlendiği fark edilir. Gene Türk toplumunun gündeminde ve gelişim sürecinde ona yön veren unsurlarda olduğu gibi, İrdal’ın yaşantısını, romanda da çok az yer verilen savaş gibi gerçeklikler değil de kendi zihninde oluşturduğu sanrılar yönlendirir. Sürekli bir kendini arayış içerisinde, benliğini birileriyle dışa vurmak, böylelikle kendisini ifade ettiğini düşünmek hastalığına kapılan toplumu gene Hayri İrdal üzerinden resmeder yazar. Geçmişi temsil eden Abdülselam Bey, olmaycak işler peşinde çıkışı arayan Aristidi Efendi, meczup bir adam olan Seyit Lütfullah ve mesleğini varlık sebebi kılarak yaşamını sürdüren Muvakkit Nuri Efendi ile kendi babasından bahisle şöyle ortaya koyar bu tanısını: “Onlar benim örneklerim, yüzümde bulduğum maskelerimdi. Zaman zaman insanların arasına onlardan birisini benimseyerek çıktım.” Sonra gene Hayri İrdal bir seyircidir oyuncudan çok. Hayata kendisini dâhil görememek temel sorunudur ve şöyle açıklar bunu da: “Hayatımı düşündükçe – yaşım buna müsaittir- daima kendimde seyirci hâleti ruhiyesinin hâkim olduğunu gördüm. “ Bu hali de karakterin, bireysel yaşantısını bile doğrudan doğruya etkileyen olaylar karşısında sessiz kalan, “seyirciliğini” sabır denen bir kendisini terk etmişlikle sürdüren Türk toplumunun geniş bir bölümünün portresidir. Halit Ayarcı ise “yaşadığımız çağın” bedenleşmesi gibidir âdeta. Neredeyse tüm düşünceleri ve hatta eylemleri gerçek dışı gibi görünen (hatta romandaki mizah unsurunun bir yoğun göstergesi olarak hakikaten gerçeküstü olan) Ayarcı, geleceğin belirsizliği, kural tanımazlığı, yenilikçiliği ve geleneği yok varsayan fütursuzluğudur. Şöyle der Gökalp’i dile getirircesine: “Yeninin bulunduğu yerde başka bir meziyete lüzum yoktur.” Bütün bu tespitlerin ardından ve Tanpınar’ın pek çok kesime doyurucu gelmese de çözüm için “sentez” öneren düşüncelerinden ve gerek topluma gerekse de “aydın” kavramına getirdiği eleştirilerden yola çıkarak Cumhuriyetin bu kuşağının en büyük kaybı geçmiştekine ne yazık ki benzer biçimde, batıyı batılı olan her düşünce hatta nesneyi bile üstün niteliklerle donanmış, müthiş ve hayranlık uyandırıcı bularak bunları dönüştürme fikrinden uzak, kendince biçimlendirmeden doğrudan taklitle yaşamına uygulayan yahut batıyı tamamen reddeden bir sözde aydın kitlesiyle onun yön verdiği bir sanat, edebiyat ve düşün dünyasına sıkışıp kalmış olmasıdır. Oysa Cumhuriyetin ülküsü batılılaşmak değil, yüksek uygarlıklar düzeyinin üzerine çıkmaktır ve devrimlerin toplumda yarattığı “travmanın” dile getirildiği bugünlerde, bu söylemle Cumhuriyeti ve onun “batıllaşma” karşıtlığını yermek maksadı güden çevrelerin de koşulsuz bir kabulle batılılaşmaya çabalayan ve kendi ırasını yitiren sözde “ilericilerin” de birbirlerinden hiçbir farkları yoktur. Erek kendimiz olmaktır yoksa benzemek değil. Ne zaman ki bu ülkenin süslü uçurtmalar uçurmaya kalkışan hakiki aydınları, ucu kendi ellerinde sandıkları uçurtmalarının ipinin bir ucunun küresel sermaye kuyruklularının elinde olduğunun ve bu sebeple de uçurtma uçuracağım derken başkalarının uçurtması olduklarının farkına varırlar işte o zaman içine girdikleri kuyudan kendilerine “fildişi kuleler” gibi görünen ‘hakikatin zamanlığına’ yolculuğa çıkar ve “üzerine ölü toprağı serpilmiş” bu kültürü yok edemeyeceklerini ancak farkındalıklarının aynası olarak insanlığa esin olacak eserleriyle onu yücelterek ölümsüzleşmeye yaklaşacaklardır.

26


OTOPORTREDİR.

Hilton Oteli’ndeki toplantıda konuşan festivalin Onursal Başkanı Doğan Hızlan, bir dilin en ince ayrıntısını, bütün lezzetini şiirin verdiğini belirtti. Şairlerin, başka dillerde yazanlarla buluştuklarında, birbirlerinin şiirlerine yeni tatlar katacağını kaydeden Hızlan, her kent ve ülke edebiyatının gönlünün bir türde olduğunu, İstanbul`un gönlünün de şiirde olduğunu ifade etti. Hızlan, şiir toplantılarında, değişik ülkelerin şairlerinin birbirlerini tanımakla kalmadığını, şiir yazma ve uygulama teknikleri hakkında da görüş alışverişinde bulunduklarını dile getirdi. Şiir toplantılarının sürekli yapılması temennisinde bulunan Hızlan, Türkiye`de "şiir okunmadığı ve şiir kitabı satılmadığı" şeklindeki görüşe katılmadığını, asıl bu görüşü dile getirenlerin şiir okumadığını ifade etti. Hızlan, benzeri toplantıların, "toplantılara gelen ve iyi şiir yazmak isteyen gençlerin iyi bir şairle tanışarak, konuşarak, ondan yararlanmasına" ve "şairle okur arasındaki bağın kurulmasına" fayda sağlayacağına dikkati çekti. Festivale şiir sevmeyenlerin de katılması ve herkesin şiirsever hale gelmesi temennisinde bulunan Hızlan, "Şiirin okunduğu her yer benim için özel ve kutsaldır" dedi. Kaynak: http://www.haber34.com/uluslararasi-istanbul-siir-festivali-tanitildi-3414-haberi.html

27


KÜNYE NİYETİNEDİR

P.A.T! (Puşt Ahali Tarifesi) Zafer Yalçınpınar tarafından yayıma hazırlanmaktadır: Görsel düzenleme, katılımcılarla ilişkiler, düzelti, eşgüdüm, tanıtım, dağıtım, mücadele ve ortalama zekâyı bertaraf etmek gibi tüm bağlayıcı hamallıkları -bendeniz- Zafer Yalçınpınar üstlenmektedir. P.A.T!'ta yayımlanmasını istediğiniz yaratılarınızı zaferyal@gmail.com adresine -konu satırına "PAT içindir" ibaresini ekleyerek- gönderebilirsiniz. P.A.T! birincil ortam olarak interneti seçmiştir. Maddi ve manevi kâr amacı gütmez, dirsek teması umursamaz ve yalansızdır. İşbu derginin PDF dosyası biçimini istediğiniz ortamda, istediğiniz “insan”larla paylaşabilir, istediğiniz bağlantılarla (linklerle) çeşitli “insan”lara sunabilirsiniz. P.A.T!, Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun bir türevidir. Puşt Ahali’nin e-posta grubuna, gruptaki tartışma ve paylaşım geçmişine http://groups.google.com/group/pustahali/topics?hl=tr adresinden ulaşabilir ve hatta gruba üye de olabilirsiniz. (Puşt Ahali’nin şiarları Ek-1’de yer almaktadır. Onları okumanız ve sezmeniz faydalı olacaktır.) On ikinci tarifede görüşmek üzere...

Dipnot: P.A.T!’ın eski sayılarını http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/pat2.html adresinden PDF dosyası biçeminde indirebilirsiniz.

28


EK-1: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun Şiarları 1/ nasıl yalnız bırakır adamı bir meydan? aradan biri bağırdı: puşt ahali! - Enis Akın 2/"hiç birbirine çarpan kuş gördün mü havada. ama insanoğluna gelince üstelik yerde neler olduğunu biliyorsun?" - Ece Ayhan 3/Hemen anlaşılmayabilirsin, göze alacaksın. Çoğunluk her zaman başlangıçta yanılabilir, sonradan ayıyorlar sanki. Yan yan değil de doğru doğru yürüyen bir yengece bakarak, "sarhoş galiba" diyebiliyorlar. (…) İki şey bir arada olacak; sancak ve davul. Eğer tek davul olursa sünnet düğünü var sanırlar. Ama sancak da varsa, isyan, ayaklanmadır o. Bin yıllık Anadolu geleneğidir bu. - Ece Ayhan 4/Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman... Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak. - Oruç Aruoba 5/İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yerinden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.(…)Bir sabah, işe giden kalabalık, şehrin en büyük alanında yaya kaldırımının bir noktasında ikiye ayrılıyor, yere bakarak, ama hızını hiç eksiltmeyerek yürüyor, biraz ileride yeniden bir araya geliyordu.O noktada biri vardı; yerde yatan, ölü mü, yaralı mı, içkili mi olduğu, kazaya uğrayıp mı buraya atıldığı anlaşılamayan biri… Yüzükoyun yatıyordu. Bir küçücük çocuğun öfkelenerek yere attığı bir bez bebeği andıran bu adamın kollarıyla bacakları bir tuhaf duruyordu. Eklemleri, köşeleri çoğalmış gibi. Uzun süre kimse yanaşmadı bu adama. - Bilge Karasu 6/Kış geçende bu leylek gendini dışarı verdi. Uçuy, evliğini onarıy. Süslüy. Bekliy ki gendinin eşisi gelecek. Biliy. Ha bugün geldi. Ha yarın gelecaktır. Gözü semadadır. Keyiflidir ki nasıl anlamam. İşte ağalar. Bugünden bir gün idi. Hamogil ocak yakmıştı ki sabah ekmeğini yapalar. Ocak alev alev yanıydı. Yalımlar göğe çıkıydı ki, gökten bu leylek geldi, gendini ataş üstüne bıraktı. Koştular bunu ataştan aldılar. Kurtuldu, bir daha bıraktı gendini ataş üstüne, tüyleri yanıydı zaten. Öldü getti. Göz açıp kapata kadar. Evin içinde bir telaş yürüdü. Herkes birbirisine soruyordu ki, ne olmuştur. Ne olmuştur ki bu leylek gendini ataşa bırakmıştır. O sıra damdan Hamo’nun sesi gelmiştir. Demiştir ki, ben biliyem. Gelin görün sizde bilin. Koşmuş bakmışızdır ki, yuvada iki leylek oturuy. Anlamışızdır, demişizdir ki, insan da beyle değil midir lo, beyledir. - Tuğrul Çakar 7/HER doğruyu söylemeğe gelmezmiş, bir takım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekirmiş… Peki ama bir doğruyu söylememek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek gene sürmesine bırakmağa hakkımız var mıdır? Bazı yalanlar kutsalmış onlara dokunmağa gelmezmiş… Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına artık inanmıyoruz demektir; bunun için “kutsal yalan” sözü bir şeyin hem köşeli, hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. (…) Bir takım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik düşüncesinin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilebilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!... Öyledir kişioğlu: kendisi için ille de bir takım ayrıcalıklar ister. “Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur” diyen kimse, öğrendiği, anladığı doğrulara lâyık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu… Ancak kendini düşünür, kendini büyük görmek için yol arar. Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalanı yayıyoruz demektir. – Nurullah Ataç

29


“... Müre n’e p aşa dedi l er.”

iletişmek için;

Zafer Yalçınpınar zaferyal@gmail.com http://zaferyal.kuzeyyildizi.com

P.A.T! 11.tarife Kasım 2008

“bayiinizden isteyemezsiniz”

30


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.