. COCTEAU . GÜZEL . DEFTER . EZBİDERLİ . . EKŞİOĞLU . PAZ . YALÇINPINAR . TEKMİL . . MİSHİMA . KUL . KOÇAK . KAYALIGİL
2
iç in dekiler
2
Editörden…
“Kimi, neyi, niçin okumuyorsunuz?”
4 SORUŞTURMA
14 BORGES DEFTERİ Bu Bir Güncel Sanat Eylemidir! ERDOĞAN KUL 16 Derin Ölü ZAFER YALÇINPINAR 17 Sokağın Yağmuru 18 OCTAVIO PAZ Unutuş Dört İstanbul 19 ERKAN EZBİDERLİ 21 JEAN COCTEAU Melek Sırtı Kırmızı Çaydanlık 22 GÜRBÜZ DOĞAN EKŞİOĞLU SERDAR KOÇAK 23 Yakın Denizler 24 YUKİO MİSHİMA M. ŞEHMUS GÜZEL 25 Ahmet Kaya İçin “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” 28 TÜRK ARGOSU “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” 30 DADA KAPAKLARI 31 ALİ TEKMİL Rondosavar Rapsodi 32 TURGUT UYAR’IN İLKLERİ “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar”33 ARTAUD’UN MEKTUBU Sayım 34 CEM KAYALIGİL Bakınız 35 Otoportre 36 37 KÜNYE EK-1 38 “P.A. Şiarları”
3
SORUŞTURMA * “Kimi, neyi, niçin okumuyorsunuz?”
Günümüz Türk Edebiyat ortamını düşündüğünüzde hangi yazarları, yazıları, kitapları ve dergileri, hangi sebeplerden dolayı okumuyorsunuz? Dr. Erdoğan Kul: Bu sorulara yanıt vermekte epey güçlük çektiğimi itiraf etmeliyim. Güçlük çekmemin nedeni, mesleğim gereği herkesi ve her şeyi okuyor olmam. Soruyu kendimce dönüştürerek yanıt vereceğim. Yani hangi yazarların, kitapların, dergilerin okunmasına gerek olmadığını belirlemeye çalışarak… Buket Uzuner, Ayşe Kulin, Ahmet Ümit gibi yazarların okunmasını gereksiz buluyorum. Roman tekniği, kurgu, üslup, dil, konu vs. açısından okura verebildikleri/verebilecekleri hiçbir şey yok. Maksat zaman geçirmek, oyalanmak, merak etmek ya da eğlenmekse, bunları çok daha zahmetsizce –hatta daha yeterli bir biçimde- sağlayan başka alanlar var… Murathan Mungan, Enver Ercan, Ümit Yaşar Oğuzcan, küçük İskender, Sunay Akın, Cezmi Ersöz, Cemal Safi gibi belirli bir kategoride eşleşen isimleri de aynı bağlamda “şiir” açısından söyleyebilirim. Aslında anılması gereken pek çok isim, pek çok kitap var; ancak öbürlerinin hangileri olduğu/olabileceği, andığım isimlerden ve belirttiğim nedenlerden çıkarılabilir. Örneğin, Orhan Pamuk ve Elif Şafak’tan burada bahsetmemiş olmam bir eksiklik sayılmamalı... Dergilere gelince… Varlık, Yasakmeyve, Gösteri, Milliyet Sanat, Mesele, Hayal, Kitap-lık adlı dergilerle, sağcı-dinci bütün (sözde) edebiyat dergileri okunmaya, izlenmeye, para verilmeye değmez durumdadır. Nedeni basit; bunların hiçbirini var ve sürekli kılan temel etken “edebiyat” değil… Dile, edebiyata, insana, insanlığa, düşünceye, düşleme “yeni”, “özgün”, “değişik” vs. herhangi bir şey kazandırmayan ve varoluşlarındaki temel dinamik bakımından aslında farklı ulamlarda irdelenmesi gereken her türlü yayınla zaman geçirmektense bu süreci daha yararlı bir eylemle içeriklendirmek (uyumak, dinlenmek, sinema filmi izlemek, müzik dinlemek, hayal kurmak, yemek yapmak, birini düşünmek, hiçbir iş yapmamak...) çok daha işlevsel olur, diye düşünüyorum.
Erkan Ezbiderli: Neden okumuyorum ya da neden okuyayım ki? Maalesef Türk şair ve yazarlarının bir çok şey yanında mevcut edebi kirlilikle de, vicdani gereklilik olarak uğraşmaları gerekiyor. İşte bu kirliliğe susan vicdansızları, üstüne bir de ben tüküreyim izim kalsın, bir ucuna da ben yapışayım belki başım göğe erer diyenleri, asla okumuyorum. Hadi bunu da boş ver, misal, biri çıksa ve dese ki, bu adamların tiplerini beğenmiyorum, o nedenle okumuyorum, söyleyebilecek hiçbir şey bulamayız. Henüz yirmili yaşlardayken başıma çok büyük bir felaket geldi. Dönemin ünlü romanını okumaya çalıştım ama otuzuncu sayfasında pes ettim ve o romanı bir daha hiç açmamak üzere bir kenara koydum. Bu roman: Orhan Pamuk’un Yeni Hayat romanıydı. O zamanlar çok okuyan biri değildim ve bir baş yapıt olduğu söylenen bu romanı bitirememem üzerimde büyük bir güven kaybına neden oldu, bu yüzden de yaklaşık iki sene elime başka bir roman almadım. Gün oldu,
4
yalnız olmadığımı ve Orhan Pamuk’un romanlarını aslında hiç kimsenin okuyup bitiremediğini öğrendim. Popülerden uzak durmam gerektiğini de. İşte insanları böyle soğuttular edebiyattan, okumaktan. Bu, tam anlamıyla bir zulümdür. On yedi on sekizli yaşlardaki bir çocuk nereden bilecek ne nedir değildir diye, memleketin en iyi yazarı olduğu söylenen yazarın eserini iç çeke çeke okumaya çalışırken, zekasından ve en mühimi tat alma duygusundan şüphe edecek ve böylece bu acıyı yaşamamak için eline tekrar kitap almayacak. Bir on on beş sene önce bugün olduğu gibi boş zamanı geçirebilmek adına, yoğun bir teknolojik saldırı olmadığını düşünürsek, bugün işler daha da vahim demektir. Yani, postmodern roman adı altında insanlara işkence yapıldığını düşündüğüm için, kendine bunu şiar edinmiş hiçbir yazarı okumuyorum. En iyisi bu olduğu söylendiği için de, eskinin ustaları ve bir iki istisna hariç, “tescilli” hiçbir Türk yazarını da okumuyorum. Trevanian’ın Şibumi’sini üçüncü kez okumayı yeğlerim veya Stefan Zweig’in Freud biyografisini yedinci kez. Sonra da okuyucu az, insanımız cahil, okumuyor diye laf salatası yapıyorlar. Bu salataya tuz ekip limon sıkanların da ne eserlerini ne de dergilerini okumuyorum. Zira, insanımızın okumaması cahilliğinden değil, okuyacak bir şey bulamamasından kaynaklanıyor. Nereden anlıyorum, örneğin Dostoyevski’nin romanları on yıllardır bir çok yayınevince basılıyor ve baskı üstüne baskı yapıyor. Memleketin en iyi edebiyat dergisi olduğu iddia edilen Varlık Dergisine bir kez para verdim ama o da aynı şekilde bir etki yaptığı için, o günden bugüne yalnızca, bayağılığı bire bir test etmek üzere, genç kalemler bölümüne kitapçılarda göz atıyorum, o kadar. Ayrıca, poşetlenmiş hiçbir dergiyi de okumuyorum. Zira, iki kez poşetlenmiş dergi aldım, birisi Altay Öktem’in hazırladığı Kara Kalem ilk sayısının yer aldığı bir rock metal dergisi olan Yüxexses, ikincisi de Fuat Çiftçi’nin hazırladığı Şiiri Özlüyorum dergisi. Bunları alma nedenim, ikisinde de şiirimin olmasıydı. Birinde şiirimi Altay Öktem’in alıp baştan sona kendisinin yazdığını gördüm, ikincisinde kapakta ismim olmasına rağmen şiirim bile yoktu. Tövbe ettim, içinde şiirim olduğu söylense bile poşetlenmiş hiçbir dergiyi artık alıp okumuyorum. İnsanların dergiyi alsın ya da almasın kitapçıda karıştırma özgürlüklerinin elinden alınmasına karşıyım, çünkü bu da edebi bir kültürdür. Poşetlenmiş dergiler ticari mallardır, mesela hiçbir edebi niteliği olmayan kadın, magazin, porno, müzik vs. dergileri gibi. Ekonomik koşullar bahane değildir, çünkü edebiyatın temel meselelerinden birisi, insan ilişkilerini ve davranışlarını paranın belirlememesidir. Şiire gelince. Benim şiir kitabı okumak diye bir alışkanlığım yok, daha doğrusu, ben şiir kitabı değil, şiir okumayı severim. O nedenle, eskinin büyük şairleri dışında hiçbir şiir kitabını satın almıyorum. Şiir kitabından anladığım, - eğer bir konsept yoksa bir şiir sergisidir ve ancak bir koleksiyon özelliği taşır. Yani, bir iki saatimi ayırıp, kitapçılarda bir çok şairin şiirini okuyorum, sonra bir felsefe ya da psikoloji kitabı alıp çıkıyorum kitapçıdan. Şiirin metalaşamayacağı da böylece anlaşılıyor. Zira, şiirin metalaşması, yani mallaşması demek, her sene şiir kitabı çıkaran Küçük İskender şiiri gibi şiirin cansızlaşması demektir. Cansız şiirleri okumuyorum, fotokopi şiirleri okumuyorum, mesela Haydar Ergülen kitabını elimden bırakıp kendimi, orada bile, Edip Cansever ya da Turgut Uyar okurken buluyorum. Şairler şiirlerini dergilerde yayımlamalı ve yeteri olgunluğa gelince, ihtiyaç ve talepten bu şiirler, kendisi de değil, kitaplaştırmalı bence. Yok saysalar ve görmezden gelseler de, son dört senedir ısrarla dergilere şiir göndermem bu yüzdendir. İki tip var, birincileri şiirlerini dergilerden, yani insanlardan saklarlar ve bunları kitaplaştırırlar. - Bkz. Franfurt Kitap Fuarı, Türk şiir gecesi ve şiirlerin tercüme edilmediği için küfredip orayı terk eden Almanlar - İkicileri ise, yüzeysel, sığ ve bayağı edebi çevrelere ayak uyduramadıklarından da biraz, hiçbir dergide yayımlanamadıkları için kitap çıkarma zorunluluğu duyarlar. Bu nedenle, dergilerdeki şiirler kitaplaşmaya layık olmayan şiirlerdir ve kitaplar özgüven yoksunu şiirlerden oluşurlar. Her iki hal de, içinde bulunduğumuz ortamın koftiliğini ve dergiciliğin ve edebiyatın dostlar alışverişte görsün mantığıyla yapıldığını gözler önüne seriyor. Böylece, olgunlaşmamış şairlerin şiirleri nedeniyle, mevcut şiirin okuyucusu, yetmiş milyonluk ülkede ancak bir iki bin oluyor. Yani, poşetleseniz, hatta altına kaplatsanız dahi kimse dergilerinizi ve kitaplarınızı alıp okumuyor. Ve bu bilindiği için de, bir şekilde kakalarız denilip, şiirler Almanlara tercüme edilmiyor! Yazar olarak okumanın gerekliliğine inanmakla beraber, zaman kıtlığı nedeniyle, edebiyata ayırdığım zamanı genelde yazma yönünde kullanıyorum. Maalesef yoğun okuma nöbetlerine girdiğim günler çok geride kaldı. O nedenle günde bir iki şiir, bir iki öykü ya da makale dışında
5
hiçbir şey okumuyorum da diyebilirim. Ayrıca, okunması gerekenleri bizden sakladıklarını ve gözümüze değenlerin aslında mevcuda eklemlenmiş yazar ve şairler olduğunu bildiğim için onlara karşı bir ön yargım var. Ve en önemlisi, bu adamların tiplerini sevmiyorum! Her ne zaman ki, özgür ve özgün yazarlar kitaplarını rafların en nadide köşesinde sergileyebilecekler, her ne zaman ki onur ve gurur duygusuna sahip şairler şiirlerini özgürce dergilerde yayımlayabilecekler, işte o zaman, bu millet de benim gibi tekrar okumayı sevecek.
Prof. Dr. Şehmus Güzel: I-mutfak (gece. iç gürültü dış gürültüyü ör(t)üyor. buzdolabının bizzzizitları. uzaktan asansörün yaralı bir fil benzeri « çığlıkları ». bu bir işaretttir : asansörümüz yakında arızalanacak demektir. arada bir açılıp kapanan kapılar. kimi kez sertçe. komşumuz genç bayanın bir belki iki yaşındaki bebeğini uyutmak için söylediği ninni. radyo açık : haberler kötü : bombay’de bombalar...ey-vah ! kahve deminde. Pencereden bakıyorum : seine nehri’nden gelen veya oraya doğru akan, bi git-gel transı içinde bayğın, tarihi ve tebessüm eden kanallarından birinde, bir taka geçiyor, ışıklar içinde, ışıkların içinde, ve aniden kendimi boğaziçi’nde canımın içinde hissediyorum. sarıldık dört bir yandan : duygularımızın ve duyularımızın esiri olduk. pat diye. ah ! ah ! diyorum « yakalandık » işte ! zafer’in nitekim « tessslim ol şehmus tessslim ol ! » seslerini duyuyorum. ah ! evet ah ! yakalandık ! umarı yok bu işin. eller yukarı ! ve « soruşturmaya » alınıyorum...) Ben masumum. Evet P.A.T.’ın bir « soruşturma » açtığını, Puşt Ahali Edebiyat Platformu’ndan aldığım şirin iletiler sayesinde biliyordum. Ama Paris’te yaşayan birinin böylesi bir soruşturmada hariçten gazel okuyan durumuna düşmesi olasılığının ötesinde bunun daha çok bir istanbul-istanbul meselesi olduğunu sanıyordum. Evet ben masumum. Bu soruşturma « türkotürk » bir iştir. Bir « iç meseledir ». « Dışarıdakilerin » müdahale etmemesi gerekir. Hariçten gazel okuyanlara sarı veya kırmızı kart gösterilebilir. Bunlar ve bunlara benzer bence çok yerinde nedenler sonucu soruşturmaya yanıt vermiyordum. Ve yanıt vermeyi de düşünmüyordum. Ama açık konuşmak gerekirse sonuçlarını da merakla bekliyordum. Zafer Yalçınpınar’ı hesaba katmamıştım ama. İstanbul Büyük Dükalığı’nın bu en sevimli ve en bitirim delikanlısı öyle düşünmüyor olmalı ki, o kendisine has üslubuyla ve « Üstadım Şehmus » (Herkese, bu arada sevdiği ve/veya sevmediği dergilere bile « üstadım » sıfatıyla hitap ettiğini/dediğini/yazdığını duymayan/okumayan kalmadı, bildiğiniz gibi) diye bir email gönderiyor : « Soruşturmaya cevabını merakla bekliyorum » ve benzeri şeyler yazıyor. Çok hoş. Aynı günlerde Zafer’in Senem Korkmaz’la yaptığı « gönlü açık » ve « gönüllere hitap eden » sıkı ve sahici söyleşisi (http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/dilinkemigi.html) ulaşıyor. Okuyorum: Evet Zafer hep kendisi, asla değişmeyecek, değişmesi için de hiçbir neden yok ayrıca, hem niye değişsin ki. Ama bunların sonucunda benim fikrim değişiyor: Ve bilhassa Zafer’in sohbeti sayesinde soruşturma konusunda önümde yeni kapılar açıldığını duyumsuyorum. Soruşturmaya yanıt vermeliyim diyorum. Ama bu son derece kişisel ve kimi açılardan belki, belki bile değil mutlaka, bencil olabilecek. Maalesef katlanamayacaklar şimdiden « inebilirler ». Bense önümde açılan kapılara doğru bir hamle yapıyorum : Bu kapılardan birine, salona doğru gidene yöneliyorum. Buyurun birlikte salona geçelim. II- salon (hep aynı gece. aynı mekan. eşim tezgahında tapisserie’lerinden birine dalmış, örüyor, ölçüyor, sayıyor, mırmırmırıldanıyor. radio classique açık : bela bartok’un neden anadolu müziğine bu kadar yakın sesler ve nefesler bulduğunu hep merak ettim. elbette anadolu seferi ve sesleri onu da etkisi altına aldı. ayrıca doğu avrupa ve hele macar havaları da biraz bizim havalar değil midir ? güzel hoş da aynı zamanda şu soruyu da sormanın zamanıdır : nasıl oluyor da o kadar ses, hava, nefes, çalğı dinleyen, kayıt altına alan bir kompozitör aynı zamanda bu kadar orijinal olabildi ? bu kadar orijinal, bu kadar büyük ve bu kadar yaratıcı. ve bu kadar « uyanık ». yürüyerek birinci kata çıkıyoruz, salonda asma kattaki bilgisarayım, evet evet bilgisarayım, yaklaştığımı görünce memnun, kapağını açıyor, hoş geldin diyor, hoş bulduk can hoş bulduk. yerimi alıyorum.) Madem ısrar ediyorsunuz, kimleri ve neleri okumadığımı yanıtlamak istiyorum hakim bey : Ve bunu bir tür sıralama içinde sunuyorum : En kötüsünden en kötüsüne giden bir biçimde : - İntihal takımının yazdıklarını. Yani (ç)alıntı yapanlarınkileri okumam. Hiç okumam. - Bir başkasının yazdığı makaleyi alıp kendi ismini koyarak yayınlayanlarınkileri okumam. Asla okumam. Burada alıntı filan söz konusu değildir. Burada A’nın yayınladığı bir makaleyi B’nin
6
[Prof. Dr. Şehmus Güzel’in Soruşturma Cevabının Devamı...]
aynen alıp kendi ismiyle yayınlaması söz konusudur. Bu inanılmaz gibi gelen hırsızlıkta bir hatta iki örnek var. Bu örnekleri bir kenarda tutuyorum. Ve bunu kendileri (Onlar kendilerini bilirler. Keratalar) açıklamadıkça ben de açıklamayacağım. - Berlin, Brüksel, Londra, Madrid, Paris ve benzeri başkentlerde (başabelakentlerde) dinlediklerini (Bunun ille üniversite dersliklerinde olması da şart değil, sokakta, yolda, herhangi bir mekanda da olabilir) duyduklarını « kendi malları » gibi İstanbul, Ankara, İzmir, Mersin, Antalya, Adana veya Diyarbakır’da pazarlayanlarınkileri okumam. Hiçbir zaman okumam. - Öğretmenlerinin ve/veya öğretim üyelerinin / « hocalarının » doktora seminerlerinde anlattıklarını not edip, « makale » biçimine getirip kendi isimleriyle yayınlayanlarınkileri, teksir edip ders notu olarak yayınlayanlarınkileri veya kitap biçimine dönüştürenlerinkileri okumam. Böyle bir şeyin kokusunu uzaktan alırım ve hemen yolumu değiştiririm. Bu konularda 1970’lerin sonundan bugüne, birçok, ama gerçekten birçok örnek var. Tanıdığım bilim kadın ve adamı dostlarımın ve benim Fransızca makalelerimi aynen alıp bir taşra kentinde veya Paris’te « çok bilmişlerin » bir üniversitesinde doktora tezi olarak takdim eden öğrencilerim ve öğrenciler de var. - Üç sayfalık bir makalede bir sayfasını birinden, ikinci sayfasını başka birinden alan yani alıntı faslını kabul edilebilirlik sınırlarından aşırtanlarınkileri okumam. Ayıplarım. Alıntı yapılan metinleri ararım. - Yüz sayfalık bir kitapta başka bir kitaba 99 atıf yapılmış ve yüzüncü sayfada atıf yapılmamakla birlikte aynı kitaptan bir kez daha alıntı yapılmışsa okumam. Ve yazarının ismini kara listeye alırım. « Suyunun suyu » kitap yazanların listesi çok uzun. Kara listemdeki isimler de çok kala-balık. - Türkçe’den Fransızca’ya, Fransızca’dan Türkçe’ye çevirileri asla okumam. Genel olarak hiç bir çeviriyi okumam. İstisnalar bu kuralı bozmazlar : İyi bir istisna olarak Qiu Xiaolong isimli Çinli yazarın sıkı ve sahici polisiye romanlarının Amerikanca’dan Fransızca’ya çevirilerini hiç kaçırmam örneğin. Qiu konusundaki bir makalemi “insanokur.org” sitesinde veya Yazın dergisinin 116. sayısında bulabilirsiniz. - Fransız şiirinden ve şairlerinden (ç)alıntı yapanları okumam Ece’yi okurum. - « Aphorisme »i « aforizma » diye türkçeleştirip « uydur uydur » uyduranlarınkileri okumam « aforizma ederim ». Dalga geçerim : Yazanla değil yazdıklarıyla. Özlü sözleri, deyişleri « (y)erinde » ararım. Bulurum. Esenlik ve mutluluk kapılarını zorlarım. - Büyük holdinglerin yanaşması ve « havuzlarında » « çimmelerine » göz yumulan ve bundan kendilerine İstanbul Büyük Dükalığı’nda pay çıkaran cahillerin yazdıklarını okumam : Yazdıklarından geriye bir keçi boynuzunu dolduracak kadar bile bir şey kalmadığı için. Yazdıkları Edirnekapı’ndan öteye geçemediği için. - Kopya çekenlerinkileri okumam. Notlarını kırarım. Sınav sırasında yakalarsam sınıftan çıkarırım. « Haydi bakalım başka sınıfa ! » - Edebi veya toplumsal alanlarda hiçbir ciddi meseleye değinmeyenlerin yazdıklarını okumam. - Korkakların, gece altlarına işeyenlerin, yataklarını ıslatanların yazdıklarını okumam. Burnumu tıkarım. - Prevert’i, Sartre’ı, Aragon’u, Umberto Eco’yu, Michel Foucault’yu taklit edenleri okumam. Acırım. Varolmakla olmamak arasındaki yazımları göz yaşartır çünkü. Bir serinlik duymuyor musunuz ? Bir temizlik. III- bahçe. (sabah, zamanlardan kuşluk vakti. mekan aynı. etraf cıvıl cıvıl. bu kadar kuş. bu kadar ağaç. bu kadar böcek. bu kadar çiçek olunca. ana kapıdan çıkıyorum : bahçedeki karşı çitin dibinde, kapıdan epey ötede tavşanlar : bütün bir aile. kapı gıcırtısıyla birlikte korkuyorlar ve birdenbire dönüp kayboluyorlar. ama kıçlarının yuvarlak beyazlığı kalıyor : akıllarda. bir sincap geçiyor : bizim fındık ağaçlarını bitirdikten sonra komşu bahçedeki ceviz ağaçlarını yağmalamaktan dönüyor : minik elleri arasında koskocaman bir ceviz : o da panikliyor ve elindeki cevizi düşürüyor. ama can cevizden tatlı, o da tabanları
7
[Prof. Dr. Şehmus Güzel’in Soruşturma Cevabının Devamı...]
yağlıyor ve sağ taraftaki ağaçlar arasında yitip gidiyor. hiçbir kötü niyetim yok aslında: bende böylesi şirin bir sincaba veya korkak tavşanlara kötülük yapacak göz var mı? yok. işte tam o sırada beyaz bir kelebek uçuşuyor etrafımda: çok hoş: fısıldıyor kulağıma : « putları yıkmak lazım ! putları yıkmak lazım ! ». vay anasını kelebekteki hafızaya bakar mısınız ? haklı, evet yeni putları yıkmak lazım yeniden. putlarla hesaplaşmak da. putlaşmayı önlemek de. ama nasıl ? kelebek konuşuyor: merak etme, diyor, onlar, o kötülük adamları, asılacaklar yalanlarından. halay başı tutanların elinden alınacak mendilleri. isimleri verilerek ve yaptıklarıyla birlikte teşhir edilecekler: bugün belki bugünden de yakın. ne kadar doğru.) Bahçem dopdolu. Her türlü çiçek, her türlü gül, ner türlü ağaç ve her türlü ağaçcık, kısacası her şey var : İşte baş harfe göre sıralıyorum : Adam Sanat, Adam Öykü, Agos , Akatalpa, Akdeniz Edebiyat, Akşam Kitap, Amik, Aratos, Ardıçkuşu, Argos, Arkadaş, Aşkın E Hali, Beaux Arts Magazine, Berfin Bahar, BH Sanat, Bilim ve Ütopya, Broy, Cahiers du Cinéma, Caravanes, Connaissance des Arts, Culture Communication, Cumartesi, Cumhuriyet Kitap, Çağdaş Eleştiri, Çağla, Çalı, Çekirdek Sanat, Çömelek, Dar Sokak, Deli Defteri, dergi@havuz.de, Ekin Sanat, El Punto De Las Artes, Elden Ele, Esmer, Europe Revue Littéraire Mensuelle, Evrensel Kültür, Gerçemek, Gırgır, Göğe Bakma Durağı, Güne Bakan, Güney Dergisi, Güney Rüzgarı, Hariçten Gazel, Her Şeye Karşın, İçel Sanat Kulübü, İle, İmpressions du Sud, İnsancıl, Insanokur.org, Kaçak Yayın, Kaldıraç, Kırk Merdiven, Kıyı, Kum, Le Magazine Littéraire, Leman, Le Monde-2, L’œil, Les Peuples Méditerranéens, Les Temps Modernes, Lül, Mahsus Mahal, Mavi Ada, Mavi Yaren, Mum, Mühür, Newroz, P Dünya Sanat Dergisi, P.A.T., Penguen, Radikal Kitap, Oluşum/Genèse, Önsöz, Öteki-siz, Özgür Edebiyat, Özgür Pencere, S, Sanat ve Hayat, Sanatoloji.com, Sınırda, Şair Çıkmazı, Şehir, Taflan, Tan Edebiyat, Tavır, Télérama, Tîroj, Türk Dili Dergisi, Uç, Virgül, Yaba Öykü, Yaratım, Yazın, Yeni Adana, Yeni Harman, Yeni Olgu, Yine Hişt, Yoğunluk , Yom Sanat Birkaçının mevsimi geçmiş ve solmuş bile olsalar, parfümleri beni mest ediyor : Adana, Ankara, Bursa, Trabzon, Eskişehir, Mersin, Diyarbakır, Antakya, Konya, bütün Anadolu akın ediyor bahçeme. İstanbul, İzmir de elbette. Paris, Madrid, Frankfurt, Köln de. Ama bilhassa öbürleri. Hani gözlerden ve kameralardan çok uzaktakiler: Benim de katıldığım oldu bu parfümlere. Benim de elim ve gözüm değdi. Arı gibi ben de çalıştım ve çalışmayı sürdürüyorum. Ve bu nedenle daha da mutluyum. Mutluluktan uçuyorum...evet uçuyorum. Ayaklarım yerden kesiliyor...Yükseliyorum...Gittikçe daha çok yükseliyorum...Evimden, bahçemden uzaklaşıyorum... IV- dünya (akşam olmak üzere. uçuş devam ediyor...budapeşte’ye varıyorum. tuna nehri’nin üstünde bir tur attıktan sonra iniyorum. lenin caddesi yerli yerinde. yürüyorum. marx ve engels’le göz göze geliyoruz. marx hınzırca bir göz kırpıyor. ben de. sonra ikisine birden n’aber baballar diyorum. « iyilik sağlık, n’olsun » yanıtını alıyor ve geçiyorum.) Zafer, Senem Korkmaz ve arkadaşları İstanbul’dan yola çıkıyorlar : Edirnekapı’yı güle oynaya, türküler ve şiirlerle geçiyorlar. Budapeşte’nin Buda tarafında buluşuyoruz. Eskişehir bütün medeniyetlerden alıp biriktirdiği bütün güzelliklerini takmış takıştırmış : Tam orada Hilton Oteli’nin tam karşısındaki Opera Binası’nda hepimiz bir araya geliyoruz. Salon hınça hınç. Yerlerimizi alıyoruz. Bela Bartok’dan « Barbe Bleue’nün Şatosu » operasını izliyoruz. Hep birlikte. Mest oluyoruz. Tek « acte ». Yedi « kapı ». Ve sonra çıkıyoruz. Mutluyuz : İşte o anda meydandaki biri « öbürlerine », « onlara », « yazdıklarınızı sakalıma anlatın » diye bir nara atıyor. Biz de ona katılıyoruz. Gülmekten kırılıyoruz. Evet sakalımıza anlatın. Ve haber vermedi demeyin: İşte zamanı geldi/geliyor : Dükalıklarınızın sonu göründü. Halay başında duramayacaksınız artık. Mendillerinizi başka işler için kullanmak zorunda kalacaksınız. Başka işler için evet : Hani hiç alışkın olmadığınız işler : Yar-at-mak işleri. Putların yıkılmasına çeyrek var çünkü.
8
[Soruşturma Cevaplarının Devamı...]
Senem Korkmaz: Yurtdışında olduğum için zaten Türkiye'deki dergilere filan ulaşamıyorum ama topu topu 2 yıldır burdayım dolayısıyla "Türkiye'deyken neleri/kimleri okumazdım"ı düşünerek yanıtlayayım soruyu. Bir kere açık söyleyeyim, hiçbir edebiyat dergisini (varlık, yasakmeyve, kitaplık, v.s.) takip etmiyordum. Neden dersen, tat vermiyorlardı; ayrıca Türkiye'deyken ciddi bir zaman sıkıntım vardı. (Hem okulda, hem de okuldan sonra ve hafta sonları da dershanede çalışıyordum; o yüzden tek boş günüm yoktu.) Dergilerde yazıp çizenlerdense şiiri şiir yapan eski ustaları tekrar tekrar okumayı tercih ediyordum. Bunun beni bir çeşit kirlenmeden koruduğunu düşünüyorum aslında. Onun dışında mesela Cezmi Ersöz, Murathan Mungan, Küçük İskender, Tuna Kiremitçi, Kürşat Başar filan gibi isimleri de okumuyorum. Bu adamlar ciddi infial yaratıyor bende. Zaman harcamaya değmez. Ayrıca Hilmi Yavuz filan da şiirinden zerre tat almadığım şahsiyettir; bana hitap eden tek bir şiiri yoktur zat-ı muhteremin. Okumam! Cemaat şairleri tayfasından Reha Yünlüel, Ömer Şişman bilmem ne adını bile duymadığım tiplerdi; merak edip de henüz bakmadım ne yazıp çizmişler diye! Haydar Ergülen şiiriyle üniversitedeyken tanışmıştım; ama çok keyif aldığım söylenemez. Pek takip etmedim daha sonra. Selim İleri hiç okumadım; neden bilmiyorum ama bir kayıp değil sanırım. Buket Uzuner'i de pek sevemedim nedense. İlk etapta aklıma gelenler bunlar. Modern roman, öykü bağlamında Vecdi Çıracıoğlu, İ. Oktay Anar, Alev Alatlı severek okuduklarım. Anar gerçek bir fenomen! Eskilerden Hüseyin Rahmi, Yakup Kadri, Halit Ziya, Reşat Nuri, R. Mahmut Ekrem, Nabizade Nazım... Kısacası tüm edebi dönemlerin önemli şair ve yazarlarını döne döne okurum. Hele hele Hüseyin Rahmi, M. Şevket Esendal ve Sait Faik'e resmen hastayım.. Ayrıca Rıfat Ilgaz ve Muzaffer İzgü, Yaşar Kemal, elbette Nesin bayıldığım adamlar. Oğuz Atay'ı söylememe gerek dahi yok. Ona tapılır ancak herhalde! Modern şiirde takip ettiğim adamlar belli: Puşt Ahali sayesinde tanıdığım Zafer Yalçınpınar, Erdoğan Kul, Özge Dirik. Ayrıca Janset Karavin de ilgimi çekiyor. Her gün bir sürü köşe yazarını okurum ama içlerinden yalnız birini ciddiye alır ve ona hakikaten çok saygı duyarım: Selahattin Duman! Geçen gün yine Orhan Pamuk'la ilgili nefis bir değerlendirme yapmıştı iki lafın arasında, resmen bitirdi beni! Sevdiğim çok adam var; bir de sevmediklerim ama okuduklarım: Orhan Pamuk, Elif Şafak... Zaten soru da "Kimi okumuyorsunuz?" değil miydi? Fazladan okuduklarımı da yazmış oldum, kusura bakmazsınız artık.
Ali Tekmil: Tepeden tırnağa, ya da uzaktan yakına doğru gelmeye çalışırken: Yanına yaklaşanda, yaşama; uğursuz uyak, kötürüm ayak gerçeğimize uzaaakkk! bir galaksinin perde aralığından hâyal- meyal baktığı sanısını uyandıran ve soluğundaki sanallığı galaksiler ötesinden “alıcısı”na (b)ulaştıran… “Her türlü acıyı ve ağrıyı allem edip, kallem edip, abra kadabra ekleyip, güllük- gülistanlık mekânlarda gülücük ve bol alkış yağmuruna döndüren illüzyonist, şarlatanist, post modernist, tarotist, remilist, göz bağcı, yeni sağcı, kandırıkçı, iltimasçı…”* yazarları… Tarih’in, Darfur’up Somali savuran UN’suz borda (b)ağıtlı tufan huylu gemsiz’inde değilmişiz duygusu uyandıran ve kaptanın seyir defterinde “ kayıtsızlıklarına “ ancak Hiroşima reyonundan ulaşılan yazıları… Ben’deki iç iyiliğini “sanatçı” sapağında ve her iki elindeki estetik ve felsefik balonlarla karşılayıp organizatörler, editörler, menajerler, dizayncılar, işgüderler; yelsiz yerleri yellendirenler, fersiz gözleri mahşerin yedi gergefine gerdirenler eşliğinde, toy- düğün diye dambıl- düdük imam kayıklarına gönderen… “ Şiir öldü” ya da “has şiirin mütehassısı burada” diyip de dediklerinin altına çerden çöpten yek- patlar bile atamayan dergileri, kitapları ve bilumum neşriyatı ve bunları sözümün sağlam göğüne nakşetmeye yeltenenleri okumam. Yukarıda, sanki birbirine baş bağıyla bitişik değilmiş gibi gözüken ve fakat doğalarının Irak ıraları gereği bile praksiste adamakıllı girişik yaşam eyleyen noktalardan dil ve dilbaz düzlüğüne inerken: Günlük dilin, derinliksiz ve kuyum dirhemleriyle bile tartılamayacak denli ağırlıksız, renksiz, kokusuz ve çağrışımdan, sezgiden, doğurganlıktan, retorikten … yoksun; alımlayıcısının kafasına reklâmik sopalarla vura vura ancak, değeri kabul ettirilebilen şair döküntülerini geçerim. Cilt’e değil iç’e bakarım. Döküntü ve kaşıntı problemleri, uzmanlık alanıma hiç girmediler. Kısaca: Okuruna illüzyon nesnesi olarak bakan, alımlayıcısını verili gerçeklikten ve böylece de insani yörüngelerden olabildiğince uzaklaştırmayı ve artık yaratıcılarının ağızlarından bile orta-
9
lığa dökülüp saçılmış krizik ve kaotik geçitleri tepmelerinde ayaklarına hayat bağı olabilen hegemonya kontrollü, kalantor antetli kağıtları kirli küpüne kapatır ve gözlerimin kanatlarını ilkyaz ovalarının gariban köşeli, kalender göğüne ayarlarım. Yine, yukarıda gösterilenlerden; adlarla ağrımadığım, sanırım, anlaşılmıştır. Elbet, önceden deste deste istifleyip şimdilerde dönüp bakmadığım dergi, kitap, şiir, şair, eleştirmen, yazar ve yazıları vardır. Ancak bu, öyle büyük ve ağır bir arşivdir ki, adlarının anılması, bana göre ve bu eşikte “boğaz akıntıları”ndan kurtulmada kerteriz olamayacağından ve aslında menzil bir; akıntıda fidayda menzili olduğundan, özür dileyerek, “ne Şam’ın şekeri, ne arşivin yüzü” diyorum. Anlayacağınız, Fırtına Deresi’ndeyiz ve şunun şurasında kaç yüzgeçlik bir gücüz? Ne çavlanlar, ne çığlar- çığlıklar önümüzde, hep dikine dikine! Ben, işimize bakalım, derim. Yumurtlama düzlüğüne vardığımızda hangi keskin dişlerden, ne peşrevli pençelerden kurtulup koro eylediğimizin fazlaca bir önemi olmasa gerek. Benim suyum Ayhatun** ve dizginim doğduğumda elimdeydi… Suyun gözüne! Suyun gözüne! (* “Çukurunu Arayan Bulur!” adlı yazımdan alıntı. ** Ayhatun Suyu: Zile yakınlarında bir kaynak suyu.)
Cem Kayalıgil: Günün edebiyat ortamı, bir yol bulup isimlerini duyurmuş yazarları olduğu kadar, sadece dar bir kitle tarafında tanınmak durumunda kalan yazı işçilerini de kapsar. Bu ikinci camianın salt “taşra edebiyatı”nın aktörlerinden oluştuğu yanılsamasına kendimizi kaptırmamamız icap ediyor. (Bunu; cevabımın ilk cümlesinin, bir düzeyde yaygınlık kazanmış olan bu kalıp-kavramın işaret ettiği, sınırları belirsiz topluluğu akla getireceği endişesiyle söylüyorum. Yoksa ben de “taşra edebiyatı”ndan ne anlaşılması gerektiğinin kesin olarak belirlenemeyeceğini düşünenlerdenim.) İkinci camianın üyeleri arasında küçük şehirlerde yaşayanlar büyük bir nüfus oluşturuyor: Bunlar kâh büyükşehirde basılan ve yaygın dağıtıma giren edebiyat dergilerine öykü ve şiir gönderiyor kâh yerel matbaa ve fotokopicilerde, anaparası tamamen kendi cüzdanlarından çıkan kitap ve dergiler bastırıyor. Şanslı olanları ve/ya iyi/uygun bulunanları gazetelerin kitap eklerinde kendilerinden söz ettirebiliyor; ürünlerini birtakım dergilerde yayınlatabiliyor. Ama ikinci camia içerisinde bir de büyükşehirli yazı işçileri var ki ben bunların, küçük şehirdekilerle karşılaştırıldığında iki açıdan avantajlı olduklarını düşünüyorum: Birincisi, günümüzün edebiyatını şekillendiren “isim sahibi” şair ve yazarlarla yüz yüze görüşebiliyor, bunların düzenledikleri etkinliklere ve atölye çalışmalarına katılabiliyorlar. İkincisiyse, herhangi bir gerekçeyle, ismi bilinenlerin uzağında olsalar/dursalar bile, küçük şehirdekilere göre daha fazla sayıda okura ulaşabilecekleri mecralara sahipler: Kitaplarını veya dergilerini kendileri çıkardıklarında bile bunları şehrin büyük kitapevlerinde sergiletebilecek bağlantılar kurma imkânları daha fazla veya işlek noktalar tespit edip okura elden verebilme/satabilme şansları yüksek. Ayrıca bir çevre yaratabilip birkaç yere duyuru astıktan sonra, mesela bir kafede buluşup kendi kendilerine sunum yapabiliyorlar; öykü ve şiir günleri düzenleyebiliyorlar. Ben Ankara’da yaşıyorum ve dolayısıyla ikinci camia içerisinde ilk andığım gruptan ziyade büyükşehirli kesimle olan temasım daha fazla. İçine dahil edebileceğim birkaç kişiyle tanışıklığım ve ahbaplığım olmakla birlikte bu kesimle asıl teması, “genç edebiyatçı arkadaşların” Konur Sokak kitapçılarında bulunabilecek dergilerini/fanzinlerini karıştırmakla kuruyorum. Bazen de, keyifsiz olmadığım bir anıma rast gelmişse, sokakta ayaküstü şiir kitabı satmaya çalışanların beni durdurmalarına izin verip ürettiklerine göz atarak edebiyat ortamının periferisindekilerin neler yaptıklarını görmeye çalışıyorum. Bu kesimin dergi, fanzin ve kitaplarını ara sıra aldığım da oluyor; ancak alma edimim şayet anlık bir zorunluluktan kaynaklanmamışsa bunları niye aldığımı ben de bilmiyorum. Çünkü alışverişimin üzerinden bir dakika geçmiyor ki bunları hiçbir zaman okumayacağım gerçeğiyle burun buruna geliyorum; çünkü: Bunlardaki öyküler, sadece yazarını ilgilendiren, birinci tekilde sıkışıp kalmış metinlerden; düzyazı, deneme ve inceleme yazıları aslında beylik söylemler ve/ya fazlaca etkilenilmiş yazarlardan alıntılar demetlerinden; şiirlerse ya en bayağı duyarlılığın ya da insanı kriptolojiden medet umduracak hale sokan bir imge simyacılığının belgesi olmaktan öteye geçemiyor. Ama hayır; muhtemel tahmininizin aksine, bunları, bu gerekçelerle “kötü edebiyat” olarak değerlendirdiğim için okumuyor değilim. Samimiyetle söyleyeyim ki isteyenin istediği şeyi istediği şekilde yazmasına da; yazdığını yayınlamasına-yayınlatmasına da
10
[Soruşturma Cevaplarının Devamı...]
ve hatta satması, gözümüze sokmaya çalışması veya yazdıkları sayesinde şu ya da bu ödülü kazanmasına da bir itirazım yok. Gerçekten. Çok çok “Kötü yazar” derim; kötü yazan birisini okurken kaybettiğim zaman için hayıflanır, ona kızar, onu gözlerinde büyüten okurları varsa onlara içimden küfrederim (onu ben zamanında gözümde büyütmüşsem kendimle dalga geçerim); becerebilirsem küfürlerimi içimde tutup edeplice yazı yazar, bunu birilerine okutmaya girişirim... Yapabileceklerim bunlardan ibarettir; o kötü yazarın (veya onu “var” edenlerin) “varlığına itiraz” ise “ahlak”ımın gönül indiremeyeceği bir şeydir. Peki eğer edebiyat ortamında isimlerini duyur(a)mamış bu “anonim” yazı işçilerinden denk geldiklerim, hep ama hep, yukarıda çizdiğim şemayla uyuşan ürünler ortaya koyuyor ama ben bunda onları reddetme sebebi bulmuyorsam, onları okumayışımın asıl gerekçesi olarak neyi sunabilirim? Bunun üzerine çok kafa yormuş olmama karşın bulduğum cevap hâlâ yetersiz kalabilir ya, o cevap şöyle bir şey: Ben bu yazarların hepsinde, yani kendisini en fazla öne çıkartmak isteyeninden en geride tutanına dek hepsinde; yazınsal üretim ve edimin yaşama aşkın bir “öz” taşıdığına ve sırf bu yüzden kendi başına “değerli” olabileceğine dair bir inanç; kâğıda döktüğü şey karşısında para-narsisistik bir esrimişlik hali buluyorum. Bu böyle söylenince fazla iddialı duruyor, bir de şunu deneyeyim: Ben bu yazarların hepsinde, bir “yazıya kul kölelik hali”, bir “kendi yazdığına yenik düşmüşlük” görüyorum. Reddettiğim, görmek istemediğim, varlığını sezince yazılan şeyden soğuduğum tavır bu: Estetik duyarlılık sahibi olunduğunda, bu duyarlılıkla yaşıyor olmayı haddinden fazla önemsemek; bu duyarlılık kağıt üzerinde eyleme geçtiğindeyse adeta bir sanat tanrısından vahiy iniyormuş sanrısına kapılıp kendini olduğundan büyük görmek. Kısacası, “Ben sanatçıyım, ben önemliyim,”deki böbürlenmeden ve “O mu? O gerçek bir sanatçı!”daki iltifatçılıktan, evet, tiksiniyorum. Anadolu’nun en ücra köşesinde, en soğuk bozkırında, “şartlara rağmen” kalemi elinden bırakmayan “kardeşimiz” de dahil olmak üzere hiçkimse, sırf “yazdığı” için özel birisi olduğunu düşünmemeli. Kendini “o” kılan dizgelerle olan hesaplaşmasındaki evrensel boyutu yakalayabilmiş, bunu yazıyla kurgulayabilmişse ancak o zaman (“yazarlığı” değil) yazdıkları dolayısıyla okunmayı hak ediyordur. Neyi niye okumadığımın gerekçesini çok genel bir çerçevede verdim. Soruşturma benden “günümüz Türk edebiyat ortamı” özelinde bir cevap beklediğine göre, dediklerimi o şablona uydurmaya çalışarak sözü bağlayayım: Öncelikle “yazıya kul kölelik hali” barındırmak elbette sadece günümüzün anonim yazarlarına has bir özellik değil; ismi bilinen pek çok yazı işçisinde de bunu gördüğüm oluyor – öyle ki isim vermeye kalksam liste hep eksik kalacak. (Şunu da söylemem gerekiyor galiba: Dilleri, dünyaları veya kurgularında özel bulduğum bir yan yoksa ben onları da okumuyorum.) Buraya kadar sadece, soruşturmanın isim verilmesini zorunlu kılmayışına dayanarak, beni huysuzlandıran bir yazınsal tavrın altını çizmeye çalıştım. Bunu yaparken büyüteci anonim yazarlar üzerine tutmaktaki gayemse belli birilerini rahatsız etmekten çekinmem değildi. Ben daha çok, onların niye “anonim” kalmaktan kurtulamayacağının sinyalini vermeye çalışıyordum: Onlar, “yazar oluş”a bence içermediği bir değer atfeden edebiyat ortamımızda; yazının karşısındaki mağlubiyetlerini, üzerinde daha fazla düşünülmüş bir estetik eksende değerlendirebilenlerin gölgesinde kalmaya mahkûmlar. (Çoğunun burun kıvırdığı Orhan Pamuk bile yazınsal esrikliği hiç olmazsa Doğu-Batı ikilemi masallarıyla harmanlıyor.) Tanımları gereği bu anonim edebiyatçılara da isimleriyle seslenemiyorum. Ama gocunacak yarası olanlar herhalde çıkacaktır; çünkü handiyse kendi kendilerine tezahürat yaptıkları edebiyat sahasındaki varoluşlarının biçimi gereği, onlar kendilerini, bizim onları bildiğimizden daha iyi biliyorlar.
Zafer Yalçınpınar: “İnsandan çok eşyaya benzeyenler”i ve “duvar saatleri gibi ahmak olanlar”ı okumuyorum.
Ferit Kona: Ödül alan yazarların yüzde doksanını, ödül sahibi olmalarının ardından okumuyorum.
Gül Acemi: İster düzyazı isterse şiir veyahut edebiyatın farklı bir alanında olsun, hayatın imbiğinden süzülmemiş, sentetik, sahici olmayan, samimi ve incelikli olmayan, insan-insan, insan-kadın, insanadam olmayanları okumadım, okumuyorum, okumayacağım. Her şeyden önce insan olmalı ve insan olmak zor iş vesselam. Emrah Özesen: Orhan Pamuk’u korsan kitaba karşı olduğu için okumuyorum.
11
[Soruşturma Cevaplarının Devamı...]
Aziz Kemal Hızıroğlu: Uzunca bir süredir okumadığım dergilerden başlayayım: Örneğin Varlık, Kitap-lık, Hürriyet Gösteri, Yasakmeyve, (yayımlanıyorsa) Broy, Heves, Milliyet Sanat, Sonra Edebiyat, Şiiri Özlüyorum, Üç Nokta... Bunları niye okumadığıma dair pek çok şey sıralayabilirim, ancak nicedir 'sahici' bulmadığımı ve onlara gereksinim duymadığımı belirtmekle yetineyim. Ekonomik gerekçelerle edinemediğim dergiler Afrodisyas Sanat, Berfin Bahar, Bireylikler, Evrensel Kültür, Her Şeye Karşın, İnsancıl, Mühür, Sanat ve Hayat, Sincan İstasyonu, Sözcükler, Taflan, Virgül, Yaba Edebiyat ve Yaratım... Bunların dışında bana düzenli olarak gönderilen Akköy, Tay, Kar, Mavi Liman, Şehir, Sunak, Mut Çıtlık, Andız vb. dergileri seviyorum, yazı ve şiirlerimi de yayımlanmak üzere iletiyorum. Yazı ve şiirlerini okuma gereksinimi ya da merakı duymadığım şair ve yazarlara gelince... Zevkle, sevgiyle ve öğrenerek okuduklarım yanında okumak istemediklerimin sayısı çok fazla tabii ki. Ben yine de belli başlılarını örnekleyerek geçmek istiyorum; Ataol Behramoğlu, Baki Asiltürk, Celal Fedai, Cenk Gündoğdu, Doğan Hızlan, Enis Batur, Enver Ercan, Haydar Ergülen, Hilmi Yavuz, İsmet Özel, Küçük İskender, Lale Müldür, Metin Cengiz ve Şeref Bilsel... Bu saydıklarımın arasında bir zamanlar arkadaş olduğum kişiler de var, ama ben yaratıdaki estetik ile yaratıcıdaki etiğe çok önem veriyorum. Bu iki olgunun birbirinden aşırı uzak olması, algımı ve sezgimi altüst ediyor. Yapıtları anlamakta, inandırıcı bulmakta, sezmekte ve sevmekte eksiliyorum. Acı çekiyorum. Bunca yorgunluğun, hüznün ve maddi sıkıntının üzerine bunlara katlanamıyorum kısacası. Çünkü genelde sanatçı, özelde şair ve yazar "ne yapalım, önünde sonunda insanız işte" yargısının ötesine geçen, aşkınlaşan ve dolayısıyla hayatı da aşkınlaştıran kişi olmalı diyorum. Timuçin Demir: • Büyük Basın kuruluşlarının ya da yayınevlerinin “kalitedir” sunusu ile ya da sürekli liste başı göstermesi ile kaliteli olduğu iddia edilen kitapları okumuyorum. İnceliyorum, değer görürsem okuyorum! • Bir yazarın kendisini kanıtlama çabası içinde olduğunu gördüğümde ya da reklam çabası içinde olduğunu gördüğümde onu okumaktan kaçınıyorum. Orhan Pamuk gibi. • Bana bir şeyler verebilecek, dimağımı karıştırmayacak, aksine açacak kitapları, bir bakış açısı, bir derinlik, bir görüş kazandıracak yazarları okumaya çalışıyorum. • Bazı kitapları gereksiz derecede pahalı olmasından dolayı okumuyorum. • Liste başı diye illa okumuyorum., • Orhan Pamuk’u okumuyorum. Türkiye gerçeğini bilmediğini ya da farklı gösterme çabası içinde olduğunu düşündüğüm için okumuyorum. • Basit dille yazılmış, sadece yazılmış olmak için , ünlü olabilmek adına yazılmış kitapları, yazarları okumuyorum. • Yazar olmak için gerçek anlamda çabalamayan, çalışmayan, çalışmadığını hissettiğim yazarların kitaplarını okumuyorum. • Doğan grubunun dergilerini okumuyorum. • Genelde Cumhuriyet grubunu okuyorum. • Dergilerde reklam içine boğulmuş bir yapı ile karşılaşırsam okumuyorum. • Dergilerde çok ağır bir dil ile karşılaşırsam, halka inemeyen derin ama sade bir yazı tarzı ile karşılaşmamışsam okumaktan kaçıyorum. Bu tarz dergi ve yazarların halka ulaşamadığını, ulaşmak çabası içinde olmadığını ya da halkı geliştirmek üst düşünce, bakış açısı katmanlarına çıkarma felsefesi içinde olmadıklarını düşünüyorum. • Dini içerikli romanları sürekli din sömürüsü içerisinde oldukları için (genellikle) okumuyorum. • Gücün silahı olan, kalemi olan bir yazar, dergi görürsem okumuyorum. • Edebiyata gerçek anlamda hizmet amacı ile yola çıkmamış bir dergiyi okumuyorum.
12
• Kaliteli yazar, şair standardından ödün veren, “biz de bir dergi çıkarmış olalım” diyen dergileri okumuyorum. • Vizyonu, misyonu, bakış açısı olmayan dergi ve yazarları (köşe yazarlarını) okumuyorum. • Yabancı dilden çevrilen kitaplarda çevirmenin çevirme kalitesi ve yayınevinin dizgi kalitesi düşükse okumuyorum. • Yazarın yazdığı dil basitse okumuyorum. Dilbilgisi zayıfsa, kelime haznesi zayıfsa, Türkçe kelimeler kullanma oranı az ise okumuyorum. Türkçemizi hem konuşma hem de yazmada güzel kullanan, kullanmaya çalışan yazarları tercih ediyorum. • Doğruyu yazmayı kendine ilke edinmiş dürüst ve samimi yazarları okumayı tercih ediyorum. Uğur Mumcu gibi. • Bir derginin içeriği yeterince dolu ve çeşitli değilse, birçok kesime edebiyat, şiir açısından hitap etmiyorsa okumuyorum. Herkes aradığını bir düzeyde bulabilmeli.
Cemre Boran: Soru tersinden ele alınmış görünüyor. Ancak ironisi de burada. Dincilik, ırkçılık ve şoven milliyetçilikle ilgili yayın yapan hiçbir yazar, yazı, dergi ya da kitabı okumuyorum. Ayrıca içtenliksiz, aşırı benci, sevgisiz ve başka hesaplı, edebiyat birikimi yetersiz, şair ağalığı yapan, ahbap çavuş ilişkilerinde bulunanları da okumuyorum.
13
Borges
DEFTERİ * 2009 İSTANBUL BİENALİ İÇİN “Bu Bir Güncel Sanat Eylemidir! II.”
Birileri bu kent’te kültür-sanat adına (gereksizce) kendi aşırılıklarını doyasıya yaşıyorlar. Kapladıkları alan genişliği ortamı neredeyse soluksuz bırakacak türden, oysa bilmiyorlar mı ki her saplantı "kendi aşırılıklarıyla" aslında kendini de ortadan kaldırır ve tarihin hafızasına kazınmadan silinip gider... Marks'tan feyz aldıklarını "var saydığımız" bu zümreler, sırtlarını kimlere, nereye yaslamışlar acaba?! Gazetelere ilan vererek sordukları sorunun yanıtını arıyorlar -tüm selefleri- gibi: "İnsan Neyle Yaşar?".. elbet ki eskiden olduğu gibi onların bu nidasına "lebbeyk" diyecek çok kimse var kendi çevrelerinde, sunulacak "şeyler" ne denli soruyla ilintili olacak-onu sonra göreceğiz, tıpkı:bir öncekiler gibi!.. Ama işe girişmeden önce Hegel'in dediği gibi:"Önce, karnınızı tok, sırtınızı pek tutmaya bakın; Tanrı'nın Ülkesinin kapıları önünüzde kendiliğinden açılacaktır. "Rene Block ve İstanbul Bienali üzerinde estirdiği boş rüzgarlar bu kentin peşini kolay kolay bırakmayacak, eğer zamanında onun küratörlüğünde gerçekleşen deli saçması "Oryantalizm" başlıklı girişimler gerektiği gibi(teorik-kavramsal açılardan) yanıtlansaydı bugün işler bu boyutlara ve facia denilebilecek noktalara varmazdı, kaldı ki Rene Block'un kendisi de bu kavramı Bienale sunmakla ne denli vahim bir hata işlediğini kavramış olacak ki sonraki yıllarda sözcük oyunuyla (Orient/ation-yönelim-yönelme demek istermiş!!!)konuyu geçiştirmeye çalıştı, ama onun ve o kuşaktan beslenen kliklerin boğucu, yıpratıcı gölgesi tam 6 Bienalden beridir, İstanbul Bienal ortamını dinamitliyor, Bienal artık o I. vaya II. Bienal heyecanını bir daha yakalayamadı, yıllardır plastik sanatlar ortamımızı, bir kadavrayı göz ucuyla sadece izliyor. Sonra bizim anlamakta güçlük çektiğimiz nokta 11. Bienal küratörlerinin ısrarla Marks'a sarılarak geçen seneki (10.Bienal) felaket durumu yumuşatmaya çalışma çabalarının yanında, birilerini gereğinden fazla irrite, tedirgin etmemek için kendi kafalarında uydurdukları bir terimle mesafe koymaya çalışmalarıdır ve aslında ne denli uslu-söz dinleyen ve de asla "Ortodoks Marksist" olmadıklarını her basın toplantılarında deklare etmeleridir, bu duruma "donukluk" derdi Baudelaire. İliğine, kemiğine kadar kokuşmuş bir sisteme entegre olarak gelip Brecht ve Marks'dan "dem vurmaları" ise ayrı bir traji-komik durum. Sordukları soruyu fazlaca deşmeye bile gerek yok, çünkü bu soruyla "etnik" ayrımcılığı çapraz, yarı örtülü atışlarla karşılamayı umuyorlar. Her şeyi paramparça ederek elimizde avucumuzda miras olarak bırakılmak istenen gözyaşlarımızla da yaşamın olasılıklar içersinde olduğunu neden bu kez bunca dolayımlı bir dili benimseyerek gelip anlatıyorlar? Oysa, biz diyoruz ki: Mümkünlüğü bir yana(şimdilik), istenirliği su götürmeyecek bir yön daha olmalı! Öyle bir yön ki mutlu günler uğruna kendimizi feda etmemiz düşüncesinin tek
14
boyutluluğunu bize hatırlatmalı ve o meşhur: "Olaylar bilinmeyen bir babaya sahiptirler, zorunluluk sadece analarıdır" sözünü haklı çıkarmalı, egemen söylem içinde elde edilebilir olarak vazedilen ve elde edilmesinin bir o kadar uzaklarda, sisli ufukların ötesinde görüldüğü hedeflerden ayrılabilmeli.. İstanbul Bienali artık:"İlla böyle! Hemen! Ne zaman?" düzleminden çıkmalı, sadece bir "Nasıl?" gibi tek sözcüklü bir soruyu tekrar düşünmeli, bugüne kadar kurguladıkları tüm paragrafların başına dönmeliler, bunun için de biraz "tedirgin" olmayı göze almalılar. Tasarım hareketin önünde yer alır-her zaman-. Bienal yönetimi yıllardır en kolay olanı benimsedi: peşinen tasarlanabilen bir izlek ve zaten bilinmekte olan şeylerin alelade ve üst üste gelişinden ibaret bir "şey-durum" her türlü dikkat ve titizlikten uzak biçimde "oracıkta" sunuldu, üstelik başkaları adına, başkaları tarafından kurgulanan suni kavramlar, başlıklarla, ellerinde sahte bir kerrat cetveliyle..oysa sadece sağduyunuza güvenebilmeliydiniz! Ama nafile ve vardığımız sonuç ortada! Suç sizlerin değil,'dünya yalnızlığımızı bozmuştur' ve acaba şu kıyısına çöktüğümüz "devran"da 'ellerimizi temiz ve kalplerimizi bozulmamış bir biçimde muhafaza etmekten' hep aciz mi kalacağız? Hakikati bilenler el kaldırsınlar!..
Not: Borges Defteri’ne http://www.borgesdefteri.blogspot.com adresinden ulaşabilirsiniz.
15
Erdoğan
KUL * DERİN ÖLÜ
pıhtı çan, çıldıran aslanın yüzünde bir durup sonsuzluk olmuş. kurum kurum öpülmeler geçiyor çan koşturdukça aslanı, yelelerinden. sen ters yönde iki parmaklık dizisi halinde geçişmeler içine düşmüşsün kendinle: tek tek çizgiler yok, karaltının bir ânı var. sanki yüzülmüş bir derinin kıvrımlarına tüneyen akşam tuzlarından beynime yansıttığı denizleri arıyormuş gibi koşarak… (koşarak: ortasında deniz kalmak eşyanın) aslanlar böyle asılıkalır post içre bir enginliğe sana kanın donmasından bir gün olamazsa ömrüm yüzünü bilen ellerde tanrı şakası katından. gitgide birbirinden uzaklaşan hız ve damarın arasını rengi kılan gülden seyredebilirsin, sonsuz susuşun çanını açarken yaprak yerine gövdesiz ağacın dalları ten sahilinde.
16
Zafer
YALÇINPINAR * SOKAĞIN YAĞMURU
1. önce ben bu sokağın yağmuruyum her şeyin arasındayım kaçılmaz ellerimden ellerimin çizgilerinden inanmazsınız ama ben bu sokağın kendisiyim evlerinizi birbirine bağlarım istersem her şeyi düğümler im istersem her düğümü açarım tüm lambaların ışıklarını karıştırırım ben bu sokağın yüzüyüm kırışıklarıyım çamurdan çizgiler yapar ağaçların dallarına uzanırım ben bu yaprakların yerle olan ilişkisiyim müziğiyim duvarların ve kapıların 2. sonra ben bu sokağın durgunluğuyum her şey benim durgunluğumu yüklenir ben de onların altından yürürüm her yere köşelerin yanından ben bu sokağın yağmuruyum caddesiz im yaşıyorum
8 Aralık 2008
17
Octavio
PAZ * UNUTUŞ (Çeviren: Ülkü Tamer)
Yum gözlerini, yitir kendini karanlıkta gözkapaklarının kırmızı yaprakları altında. Gömül vızıldayan sesin düşen sesin halkalarına ve uzaklarda yankılan dilsiz bir çağlayan gibi, davulların çalındığı yerde. Bırak kendini karanlığa, kendi etine gömül, kendi yüreğine; kemik, o mor şimşek, kamaştırsın gözlerini, kör etsin, mavi göğsünü göstersin akşam ışığı körfezler ve gölgeli koyaklar arasında. O sıvı karanlığında uykunun ıslat çıplaklığını; kıyıya kimbilir kimin bıraktığı gövdeni, o köpük danteli unut. Sonsuz kadın, yitir kendini kendi benliğinin sonsuzluğunda, bir başka denizle buluşan bir deniz gibi unut kendini, beni unut. Dudaklar, öpüşler, aşk, her şey yeniden doğar o ölümsüz, o yalın unutuşta: gecenin kızlarıdır yıldızlar.
18
Erkan
EZBİDERLİ * DÖRT İSTANBUL
“binaleyh, yağmur misafir, o kadar!” 1 is, pas, duman lâle devri çengileri ve âl simgeleri gecenin damağımda yetim şerefi beklerken ve akrep gözler fallar -kahve fallarıbüyüler ve tarot ve seste ve nefeste ve yayda bir ok gibi zehirli şadırvanlar ve elden, ayaktan simsiyah bir taş olup düşen kancık şu horoskop! ki takım yıldızı hâlâ nâmağlup. 2 polyester ta zihnimde ve son dönemeçte bayrak damgalı ki alt tarafı bir yarış atı bu! şampanyalar da değil engebesiz bir uyku ya da ejderha denli ateşli ve bir karpuz kabuğu kadar da yaş korkunç pembeler ah nerede tüm o bilinmezler?
19
3 şans, kötürüm bir eser ve memelerimde göz bebeklerin sığ bir nehir gibi kahverengi ben, şükre tuş olmuşum derin kanamalarımda keskin ve büyük müsün, gözüm! aşkı yermişsin denli tırsak bu namus oyunlarıyla ki esir parmağında evrensel kabul, o, altın boş ver, kim yer? biliyorum, biliyorsun, biliyor çünkü altın da bir üstün de. 4 çamlar ne de güzel miss gibi su, ah matmazel! dallarda çilek sakızlar ve kozalak kokulu hayaller mevzide, ki içtimâda da taşralı yakınım uzak uzağım kent sevdalımdır ve sevdam mavidir, ah! söz saraydan dışarı karanlık bu, ve bu ıslak çam ormanında çekerken tespihi sabırsız.
“Play and pray, pray and play” Miles Davis
20
Jean
COCTEAU * MELEK SIRTI (Çeviren: Tahsin Yücel)
Hayale dalmış bir sahte sokak Ve gerçek olmayan şu piston İkisi de yalan Gökten gelen bir melek çıkardı. İster rüya olsun ister olmasın Yukardan bakıldı mıydı Yalan apaçık görülür Çünkü melekler kamburdur. Hiç değilse gölgeleri kambur Odamın duvarı üstünde.
21
Gürbüz Doğan
EKŞİOĞLU * KIRMIZI ÇAYDANLIK
Not: Gürbüz Doğan Ekşioğlu’nun “Kırmızı Çaydanlık” adlı tasarımı 2003 Vitra Seramik Sanatları Atölyesi çalışmaları arasında yer almaktadır. Gürbüz Doğan Ekşioğlu’nun websitesine ve diğer çalışmalarına http://www.gurbuz-de.com adresinden ulaşabilirsiniz.
22
Serdar
KOÇAK * YAKIN DENİZLER
su terazisi koynumda heyecanlı albatrosa bakıyor. göremiyor. çünkü içte. tasın dışı var. terazinin yok teraziyi kantarda yıldızda dilin dilimde koştuğunda tart. ayran içeyim deli ömer gibi. dalgalar geliyor yağmurlar sebepsizdir at sebepsiz aşkın dışı yok göl var taş uyuma duvarı çaldılar gövdeme gömül çare değildir. 6 Aralık 2008 – Erenköyü
Not: Bu şiir 6’lı, 8’li, 9’lu,12’li ve 14’lü kıtalardan (mısra sayısı bakımından) 3 kıta 8 mısra olanıyla yazılmıştır. Şiir, 2008 yılında kaleme alınmıştır. Serdar Koçak’ın izni olmadan internet dışında kullanılamaz.
23
Yukio MİSHİMA Yukio Mishima, kırk beş yaşına geldiğinde artık meydan okuyabileceği pek bir şey kalmamıştı hayatta. Yirmi roman, otuz üç oyun, gezi notlarını kapsayan bir kitap, sekseni aşkın hikâye ve sayısız deneme yazmış, 1968’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilmişti. Ayrıca, sahnede şarkı söylemiş filmlerde yönetmenlik ve oyunculuk yapmıştı. Vücut geliştirme hareketlerine ve açık hava sporlarına aşırı meraklıydı, halter kaldırırdı, karete ve samurai savaşçılarına özgü geleneksel bir kılıç oyunu olan kendo’da hayli başarı göstermişti. Her zaman her şeyin en iyisini isteyen Mishima hayatı boyunca aşırı tutkuların esiri olmuştu; bu tutkulardan biri de kendi ölümüyle ilgiliydi.(...) 7 Aralık 1970 tarihli TIME dergisinden...
24
M. Şehmus
GÜZEL * AHMET KAYA İÇİN Can adamdı. Candan adamdı. Mütevaziydi. Kalender tanımlamasına en iyi uyan birkaç insandan biriydi Ahmet Kaya. Kararlı. İnançlı. İnanmış. Kavganın içindeydi. Türküleri hep ağlamaya yakın duran kızğınlık ve isyan, red ve başkaldırı tomurcuklarının yeşerdiği güzelliklerdir. Türküleri bizimle kardeştir. Sesinde hep bir melankoli duyumsanır ve o nedenle mutlaka ağlatırdı (ve hala ağlatır) dinleyicilerini. Başı dumanlıydı Ahmet Kaya’nın. Başı öfkeli. Başkaldırıya davet ediyordu. Türkülerinde gerçek yaşam var. Mücadeleler yüklü yaşam. Dertler ve arzular taşıyan. Ve asla yorulmayan. İsyanlara gebe yaşam. Onun için Ahmet Kaya « Başkaldırıyorum »u en iyi söyleyendi. Söylemek için çünkü bilmek lazım. Bilmek için çünkü yapmış olmak, yaşamış olmak gerekir. Ahmet Kaya hem oydu hem de bütün bunlara sahipti. « Ağladıkca / ağladıkca dağlarımız yeşerecek / görecek / göreceksiniz » diyen ozandır Ahmet Kaya. Ağladıkça... Duyarlıydı. Çok duyarlıydı. Türkülerinin, sözcüklerinin toplumsal, kültürel ve siyasi eylemlerden daha etkili olduğuna inanıyordu. Öyle olduğunu sanıyordu. Sanatçıyı sanatçı yapan özelliklerden biri budur işte. Evet duyarlıydı Ahmet Kaya : Halkına, geniş çok geniş toplumsal ailesine, kendisine ve ailesine yapılanlara, yapılan haksızlıklara, sömürüye, küçük görmelere, kimliklerin reddedilmesine umursamaz kalamıyordu. Duyarlılığı buralardan geliyordu. Bu da sanatcının özüdür. Ahmet Kaya ozandı. Çeketini yağmura asar. Ağzından ayışığı fışkırır. Kunduralarını güneş ışıklarıyla boyar. Gençliğini kimse bilmez. Bir o bilir. Bir o. Çocukken saz çalmaya meaklıydı ve saz çaldı. Karnı açıkınca Malatya'nın devrimci kaysılarından yedi. Kiraz ağacında gömleği yırtıldı. Uçurtması tellere takıldı. Penceresiz kalmadı ama Ahmet Kaya. Hayatın içine girdi. Bir daha çıkmamacasına. Türküler söyledi. Türküler yazdı. Şairdir bir anlamda Ahmet Kaya. En iyisinden şair. Sözleri, satırları ve türküleri gerçek hayattır : Fransa’da Renaud, Şili’de Victor Jara, ABD’de Bob Dylan ve Joan Baez ile kardeştir. Anlatıcısıdırlar gerçek insanların yaşamını türkülerinde. Yaşanan yaşamı seslendirirler. Palavra yok burada. Gerçek hayat var. Ahmet Kaya ile 8 Ağustos 1989’da Paris’in güney banliyölerinden Grigny’de bir dostunun evinde tanıştım. O günlerde kısa bir süre için yurtdışına çıkmıştı. Ve 29 Temmuz 1989 tarihli Hürriyet gazetesi uydurma bir haberle Ahmet Kaya’nın « Fransa’ya iltica ettiğini » yazmıştı. Ahmet Kaya bir basın toplantısıyla hemen yalanlamıştı bu asparagası, ama buluşup bu uydurma haberin nedenlerini konuşmak ve biraz sohbet etmek istedim. Öyle de yaptık. O günkü konuşmamızda Avrupa’ya yıllar sonra yeniden gelmesi vesilesiyle neler duyumsadığını da anlattı. Verdiği konserlerde dinleyicilerin tepkilerini de aktardı. Daha 15-16 yaşındayken bir süre yaşadığı Almanya ile 1989 Almanya’sı arasında karşılaştırmalar da yaptı. Ahmet Kaya o gün birkaç saat süren söyleşimiz sırasında birçok şey anlattı. Ve bir ara aynen şunları söyledi : « Türkiye’nin insanlarını, devrimcilerini ve emekçilerini özledim. » Ülkeden ayrılalı daha birkaç hafta olmuştu ama o daha şimdiden özlem duyuyordu : Ülkesine ve ülkesinin sevimli insanlarına. (Bu söyleşinin tümünü “Söyleşiler : Vir-Gül-Üne Dokunmadan” isimli kitabımda bulabilirsiniz. Kaldıraç Yayınevi, İstanbul, 2008.) Ahmet Kaya’nın 1999’da Paris’e yeniden gelişi ve 16 Kasım 2000’de vefatına kadar süren dönemi anlamamız için bu sözleri son derece açıklayıcıdırlar. Evet Ahmet Kaya ülkesine ve sevimli insanlarına hayrandı, Aşıktı. Duyarlılığının kaynağı oradaydı, onlardaydı.
25
1989’dan 1999’un ilk aylarına kadar Türkiye’de kaldığı süre içinde birçok konser verdi. Albümlerini albümleri izlediler. « Yorgun Demokrat »tı belki ama asla yorgun bir sanatçı olmadı Ahmet Kaya. Hep çalıştı, çalıştı ve yine çalıştı. Cömert ve yaratıcı olması boşuna değil, emin olunuz. Birçok şey yaptı. Bir şey hariç : Keselerini açıp önüne dünyalar kadar para dökmelerine rağmen, gazino ve/veya barlarda türkü söylemedi. Kural sahibiydi Ahmet Kaya. Kurallarına saygılı. Dinleyicileriyle ve hayranlarıyla ilişkisini sıkı ve sahici konserleri, albümleri ve kasetleriyle sürdürdü. Sonra yeniden Paris’e geldi. Neden geldiğini artık anlatmıyorum. Biliyorsunuz mutlaka. Ve o hain kışkırtıdan, o alçakça kışkırtıcılıktan sorumlu olanların pis pis sırıtmalarını gözlerimizin önüne getirmek mümkün. Yılmaz Güney, Nâzım Hikmet gibi halkla en iyi ilişkileri kurmuş olan bir sanatçımızı daha yurt dışına çıkmak zorunda bıraktıkları için kına yakmışlardır emin olunuz. Ama Ahmet Kaya Avrupa’da bütün duyarlılığını ve bütün zekasını halkının hizmetine sunmaktan çekinmedi. O halkını seviyordu. Halkı da onu. Boş durmadı : O kısacık zaman içinde konserler, konserler ve yine konserler...Televizyon ve radyo programları...Ziyaretler... Yeni insanlar... Yeni yüzler...Düş kurmayan gerçek yüzler. Birçok tasarısı da vardı Ahmet Kaya’nın. Tıpkı Yılmaz Güney ve Mahmut Baksı gibi kafasında binbir projesi bulunuyordu. Sinemayla ilgileniyordu örneğin. « Yılmaz Güney’in Umut filmiyle başlattığı anlayışı ileriye taşımayı » hedefliyordu. Temmuz 1999’da Yeşim Ustaoğlu’nun Güneşe Doğru filmi üzerine Paris’te sohbet ederken, şunları söyledi : « Gecekondu evindeki sahneler teknik bakımdan yetersiz. Bizzat bir evde çektiklerini sanıyorum. Oysa bir ‘plato’ yapılsaydı ve orada çekilseydi o sahneler daha yerinde olurdu. Kameralar iyi kullanılmamış. » Bu filmin konusuna ilişkin olarak ta şunları belirtti : « Kürtler bugün kentlerde esrar, uyuşturucu, kadın ticareti ve benzeri pis işlerde çalıştırılıyor, böylece yok edilmeye çalışılıyorlar. Bu tipler gösterilmeliydi. Benim için çelişki metropollerde. Böyle bir filmi gecekondudan başlatmak gerek. » Bu konunun Zeki Demirkubuz’un Masumiyet filminde işlendiğini hatırlatmam üzerine Ahmet Kaya, bu filmi çok beğendiğini söyledi ve şunları ekledi : « Evet, haklısın, doğru. Zeki Demirkubuz iyi bir sinemacı. » Klipler yanında uzun filmler yapmak istiyordu. Daha çok şey yaratacaktı Ahmet. Konserlerden ve turlardan vakit kalsaydı. Kimse ona ayrılan zamanın kıt olduğunu bilmiyordu. Bilmesi de mümkün değildi. O koşturuyordu, zamanla yarışıyordu. Ahmet’in derdi başkaydı : Boğaziçi’nden, ailesinden, eşinden ve çocuğundan uzakta olmak. « İstanbul’da bir seslenince sesim öte yakadan duyulur » diyen Ahmet Paris’teydi ama Paris onda değildi. Ahmet yalnızdı Paris nam rüküşte. « Kapıda adımı/ adımı sorma anne » denilen mekan burasıdır işte. Paris çünkü başkent değil sadece “başabelakent”tir aynı zamanda. Ah anne ah ! « Beni burada arama anne » ! « Saçlarına yıldız düşmüş, koparma anne. » Ağlama anne ağlama : Kapına kapandım ana kurbanın olam ana ağlama. « Yağmurları biriktir anne ». Bu kentte kardeşlerim,yalnızlık, sokaklara, caddelere, meydanlara, lokantalara, sinema salonlarına ve evlere sinmiştir. Ve bu yalnızlıktan kurtulmak mümkün değildir. Hele siz de yalnızsanız. Eşinin ve kızının sık ziyaretleri, iyi ve yakın dostlarının yol arkadaşlığı, yoldaşlığı da Ahmet’i bu yalnızlıktan kurtarmaya yetmiyordu. Yetemezdi. « Sürgün halini yaşamayı reddediyorum. » demesi bundan. Bu Ahmet Kaya sokağa çıktığında tanınmışlığa, lokantaya gittiğinde büyük bir sevgi ve coşkuyla karşılanmaya alışmış Ahmet Kaya’dır. Bu Ahmet Kaya ki bir yere çıktığında birçok arkadaşı, kardeşi, eşi ve dostuyla gitmeye alışkın Ahmet Kaya’dır : Paris’in yalnızlık kokan akşam saatlerine ayarlayamadı kendini. Alışamadı Ahmet Kaya. Alışamazdı da. Avrupa türü yaşam biçimi Ahmet için değildi. Daha önce Yılmaz Güney için olamadığı gibi. Zordu bu yaşam biçimi. Tatsızdı. Çekilmezdi. Cumartesi yalnızlıklarının ağırlığında kaldırılması olanaksızdı... Ama ne olursa olsun Ahmet Kaya Nâzım Hikmet’le dolaştı Paris sokaklarını, gençliğini yaşadı... Ve sonra zamanı gelince Yılmaz Güney’le buluştu : Pere Lachaise’de şimdi iki sevimli insan, iki devrimci, iki çok iyi sanatçı komşudur. İnanmayacaksınız belki ama yattıkları mekanlar birbirine iki adımlık mesafededir. Yılmaz’ı ziyarete giden Ahmet’e Ahmet’i ziyarete giden Yılmaz’a uğramadan ayrılamaz oradan. Ve kimi bir de bakarsınız her birine üç gül bırakır : Biri kırmızı, biri sarı, biri yeşil. Birkaç adım ötede bakarsınız pat diye karşınızda Edith. Hangi Edith mi ? Edith Piaf kurban! « Serçe » Edith evet, ta kendisi. O da bizdendir : Ahmet Kaya gibi sokakların dilini konser salonlarına taşıyan sanatçıdır çünkü Edith. Sevimli. İnce. Güleç. İşte bir ağaç altında Yves Montand ile Simone Signoret. Burası Paris tamam, buna bir itirazımız yok. Ama bakar mısınız lütfen : Edith gerçek soyadıyla Gassion : Biraz İspanyol, biraz Berberi, biraz İtalyandır. Yves Montand asıl adıyla Yvo Livi ise işte ismi üstünde ya, tamamen İtalyan : Babası Mussolini faşizminden başını, eşini ve çocuklarını kurtarıp Marsilya’ya sığınmış İtalya Komünist Partisi ve daha sonra Fransız Komünist Partisi militanı sıkı bir adam. Anası tam bir « mamma ». Aynı mekanda Auguste Blanqui’yi de buluyoruz : « Le partageux de
26
La Commune de Paris ». Sonra « Sosyalizm ve Barış mücadelesinin eşsiz militanı » Henri Curiel’i de. Marx’ın genç ve güzel kızı Laura ile damadı Paul Lafargue’ı da. İkinci Savaş yıllarının Direnişçilerini ve isimli isimsiz binlerce ihtilalciyi de. Herkes burada. Jim Morrison bile gelmiş : Ta ABD’lerden kalkıp, koşarak. ABD’de kalsaydı kimbilir kaç yıl hapis cezası kesilecekti : Nedensiz ! Abdurrahman Qassımlo ise biraz yukarıdaki tepede yatıyor. Yoldaşlarıyla. Ülke özlemi baki. Ahmet Kaya yalnız değil. Bu doğru. Ama bu kadar erken gelmek mi gerekiyordu randevularına ? Çok genç ayrıldı Ahmet. Çok genç evet : 43 Yaşınızda elveda demek ölüm değil haksızlıktır. Bunun adı ölüm olamaz. Kaya’yı anlamak ve anısını yaşatmak umuduyla tarihini, gerçek hayatını, sanatını yazmak isteyenlerin, isteyeceklerin onun bütün söylediklerini ve yaşadıklarını inceleyeceklerinden eminim. Kültürel dünyamızda çok kısa zamanda çok büyük bir çıkış yapan ve sınırlı zamanına dünya kadar iş sığdırmasını bilen Kaya’nın ciddi araştırmalara ve bilimsel tezlere konu olacağından da eminim. Genç kuşak araştırmacıların bu işi en iyi biçimde kotaracaklarını umuyorum. Bize gelince, pencerelerimize bakmalıyız her sabah kuşluk zamanlarında : Ahmet Kaya’nın boncuktan kuşları konmuş olabilirler çünkü her an. « Bana Diyabakır’dan, Bitlis’ten bir avuç toprak, İstanbul’dan bir soluk lodos getir » diyor Ahmet Kaya : Ziyaretine gelecekler/gidecekler artık bilmiyorduk diyemezsiniz. « Ağladıkça / ağladıkça güneşi tutacağız / görecek/ göreceksiniz. »
Fotoğraf: Necdet Nakiboğlu
Ahmet Kaya ile M. Şehmus Güzel
27
evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat
TÜRK ARGOSU 14. tarifede de Türk Argo Sözlüğü’nden maddeler yayımlamaya devam edeceğiz. Argo ifadeler ve açıklamalar Ferit Develü’nün 1941 yılında Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanan “Türk Argosu” adlı kitabından alınmıştır.
28
14. tarifede de Türk Argo Sözlüğü’nden maddeler yayımlamaya devam edeceğiz. Argo ifadeler ve açıklamalar Ferit Develü’nün 1941 yılında Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanan “Türk Argosu” adlı kitabından alınmıştır.
29
evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat
DADAPHONE 1920 yılında Paris’te yayımlanan dergide Breton, Eluard, Picabia, RibemontDessaignes, Aragon ve Tristan Tzara’nın yapıtları yer almaktadır.
ANTHOLOGIE DADA 1919 yılında Zürih’te yayımlanan antolojide Arp, Breton, Picabia, Richter, Tristan Tzara ve Kandinsky’nin yapıtları yer almaktadır.
30
Ali
TEKMİL * RONDOSAVAR RAPSODİ
sahi koroda kaç ayak koşuluyor azala güz ala kaç bahar çiğdem biz bu davarları hangi sudan kopardık eğitimli uz gidimli azar azar Afrika koç yiğitler hangi hâr’a kalebent ki, mazgal- aşı pipo- yelken diz üstü kara kökü uyur gezer uyuşma sabah olsa belki hayra yorardık ağzıma üflediğin kızları sayma kulağımı hâlâ sarar selobant tarakalar yalakalar yüz üstü hakkaten de ahalisiz ne güzel coşuluyor!
24 Kasım 2008 Rondocity
31
evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat
(…) Babam Çalışkan bir adamdı, çok iyi bir hattattı. Ankara’nın Latin alfebesi ile ilk sokak levhalarını, geceler boyu çalışarak ilk o yazmıştır. Ölümünden on-on beş gün öncesine kadar çalıştı ve her akşam içti rakısını. İçemediği yarım bıraktığı son küçük şişesini, gömüldüğü gece annem, bana verdi. “Atamam, dökemem, kimselere veremem” diyerek. (…) İlk içkiyi ne zaman içtiğimi hatırlamıyorum. Ama şaraptı, onu iyice biliyorum. İlk sigaraya alışma denemelerimi, haminnemin “Hanımeli” paketinden aşırdığım incecik sigaralarla yaptım. İlk rakıyı öfkeyle ve intihar etmek(!) için içtim ve saatlerce kustum. İlk votkayı korkarak denedim, adından olacak. Şimdi en iyi dostum. (…) “Her şeyden biraz kalır” diyor bir İtalyan atasözü. En inandığım doğrulardan biri. Söylemeden edemeyeceğim bir doğru da şu: Aşk söz konusu olduğunda, ikinci de üçüncü de sonuncu da ilk’tir.(…) Şimdi bilmiyorum, bakalım, ilk ne zaman ölürüm… Turgut UYAR Milliyet Sanat Dergisi, Sayı: 330, 1979, s.28-29
32
evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat
“Sizin hatırınızı sormak için (sizden haber almak için) iletişime tekrar geçmemizi fırsat biliyorum (tekrar iletişime geçmemizden faydalanıyorum) zira beni görmeye geleceğiniz geçen Noel’den beri arada bir ne hale geldiğinizi (ne yaptığınızı, nasıl olduğunuzu) göremediğimi büyük bir pişmanlıkla kendime soruyorum. Benim fazla bir şeye (büyük şeylere) ihtiyacım yok ancak buraya biraz para göndermek gerekiyor zira hiç yok (hiç kalmadı) ve mutlaka hazırlık aşamasındaki kitaplarımdan biraz çekebilmemiz gerekiyor. Ancak sizi (tekrar) görmekten ve sizin gibi bana içten davrananların (bana kalbini açanların) haberlerini almaktan çok daha büyük mutluluk duyacağım.” Antonin ARTAUD
33
Cem
KAYALIGİL * SAYIM
Kahvemden ikinci yudumu alırken soldan başlamanın daha basit olacağını düşündüm, kitap okur gibi. Başta peçetelik duruyordu, mesela önce kaç peçetenin olduğunu sayabilirdim, kahveyi de ondan sonra içerdim. Peki - uzanıp aldım peçeteliği. Çoklardı ama yahu, sıkış tepiş koymuş garsonlar, iş çıkmasın diye tabii, adiler. Garsonlar koşturuyor, havadaki sigara dumanını dağıtıyordu. Masaların hemen hepsi doluydu, ne çok insan konuşuyordu, hepsi nasıl da eğleniyordu, o zaman fark ettim. İlerde oturanın masasına yaklaştı biri. Oturacağını sandım ama olması gereken olmuştu: Sandalyenin boş olup olmadığını sordu elbet. Öbürü onayladı, taşınanın arkasından daldı kaldı. 3-2 gerime düşmüştü sandalyelerde, keyiflendim. Göz göze geldik mi? Umarım gelmişizdir. Üçüncü yudumu şimdi içebilirdim.
Nisan 2004, Aralık 2008
34
Bakınız...
2008 Zafer Yalçınpınar Oto Almanağı’dır: Bkz: http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/almanak2008.html
* Muhterisler İçin Toplu Bir Cevap’tır: Bkz: http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/dilinkemigi.html
35
OTOPORTREDİR.
II.OĞUZ ATAY-ÖYKÜ ÖDÜLÜ ŞARTNAMESİ Amaç: Kullandığı anlatım teknikleri ve biçimi ile yeni bir tür romanı yaratmış olan Oğuz ATAY'ı anmak, sanatını ve sanat anlayışını genç kuşaklara tanıtmak, ülkemizin kültür-sanat yaşamına katkı sağlamaktır. Çünkü o Tutunamayanlar'ın yayınlanmasının ardından, önemli bir tartışmanın odağında yer almış, TRT 1970 Roman Ödülü'nü kazanan Tutunamayanlar'ı kısa bir süre sonra, 1973 yılında Tehlikeli Oyunlar adlı ikinci romanı izlemiş, öykülerini Korkuyu Beklerken adı altında toplamıştır. 1911-1967 Yılları arasında yaşamış olan eğitmeni Mustafa İNAN'ın hayatını romanlaştırarak Bir Bilim Adamının Romanı'nı yazmıştır. Oyunlarla Yaşayanlar adlı tiyatro eseri Devlet Tiyatroları'nda sahnelenmiş, 13 Aralık 1977'de büyük projesi, "Türkiye'nin Ruhunu" yazamadan hayata gözlerini yummuştur. Bu nedenle bu önemli yazın insanını, onun yaşadığı Kastamonu'da anmak daha anlamlı olacaktır. Koşullar: 30.06.2007 --30.06.2008 içersinde yayınlanan tüm öykü kitapları seçici kurul tarafından değerlendirilir. 1-
Seçici Kurul sonuçları 05 Aralık 2008 tarihinde toplanır ve açıklar
2-
Ödül Töreni 19 Aralık 2008 tarihinde düzenlenir.
3-
Sonuçlar Düzenleme Kurulu'na e-mail ya da posta yoluyla ulaştırılır.
4-
Ödül töreninin ardından da aynı gün Oğuz ATAY ile ilgili bir panel düzenlenir.
5-
Ödül sadece bir kitaba verilir.
6-
Oğuz Atay öykü ödülü miktarı 2.000.-YTL ve plaketten oluşur.
7Düzenleme Kurulu: Ziver Kaplan (İl Kültür ve Turizm Müdürü), Numan Karanlık (Araştırmacı), Yavuz Atay'dan oluşur. 8-
Seçici Kurul ve panel katılımcıları aşağıda belirtilen yazarlardır.
SEÇİCİ KURUL: Nalan Barbarosoğlu, Müge İplikçi, Murat Yalçın, Behçet Çelik, Sezer Ateş Ayvaz PANEL KATILIMCILARI : Tahir Abacı, Nalan Barbarosoğlu, Vecdi Çıracıoğlu, Yüksel Aksu, Prof. Dr. Dilek Yalçın, Osman Çakmakçı, Betül Tarıman, Figen Abacı, Asuman Susam ÖDÜL VE PANEL SEKRETERYASI: Numan Karanlık/Araştırmacı
36
KÜNYE NİYETİNEDİR
P.A.T! (Puşt Ahali Tarifesi) Zafer Yalçınpınar tarafından yayıma hazırlanmaktadır: Görsel düzenleme, katılımcılarla ilişkiler, düzelti, eşgüdüm, tanıtım, dağıtım, mücadele ve ortalama zekâyı bertaraf etmek gibi tüm bağlayıcı hamallıkları -bendeniz- Zafer Yalçınpınar üstlenmektedir. P.A.T!'ta yayımlanmasını istediğiniz yaratılarınızı zaferyal@gmail.com adresine -konu satırına "PAT içindir" ibaresini ekleyerek- gönderebilirsiniz. P.A.T! birincil ortam olarak interneti seçmiştir. Maddi ve manevi kâr amacı gütmez, dirsek teması umursamaz ve yalansızdır. İşbu derginin PDF dosyası biçimini istediğiniz ortamda, istediğiniz “insan”larla paylaşabilir, istediğiniz bağlantılarla (linklerle) çeşitli “insan”lara sunabilirsiniz. P.A.T!, Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun bir türevidir. Puşt Ahali’nin e-posta grubuna, gruptaki tartışma ve paylaşım geçmişine http://groups.google.com/group/pustahali/topics?hl=tr adresinden ulaşabilir ve hatta gruba üye de olabilirsiniz. (Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun şiarları Ek-1’de yer almaktadır. Onları okumanız ve sezmeniz faydalı olacaktır.) On dördüncü tarifede görüşmek üzere...
Dipnot: P.A.T!’ın eski sayılarını http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/pat2.html adresinden PDF dosyası biçeminde indirebilirsiniz.
37
EK-1: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun Şiarları 1/ nasıl yalnız bırakır adamı bir meydan? aradan biri bağırdı: puşt ahali! - Enis Akın 2/"hiç birbirine çarpan kuş gördün mü havada. ama insanoğluna gelince üstelik yerde neler olduğunu biliyorsun?" - Ece Ayhan 3/Hemen anlaşılmayabilirsin, göze alacaksın. Çoğunluk her zaman başlangıçta yanılabilir, sonradan ayıyorlar sanki. Yan yan değil de doğru doğru yürüyen bir yengece bakarak, "sarhoş galiba" diyebiliyorlar. (…) İki şey bir arada olacak; sancak ve davul. Eğer tek davul olursa sünnet düğünü var sanırlar. Ama sancak da varsa, isyan, ayaklanmadır o. Bin yıllık Anadolu geleneğidir bu. - Ece Ayhan 4/Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman... Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak. - Oruç Aruoba 5/İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yerinden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.(…)Bir sabah, işe giden kalabalık, şehrin en büyük alanında yaya kaldırımının bir noktasında ikiye ayrılıyor, yere bakarak, ama hızını hiç eksiltmeyerek yürüyor, biraz ileride yeniden bir araya geliyordu.O noktada biri vardı; yerde yatan, ölü mü, yaralı mı, içkili mi olduğu, kazaya uğrayıp mı buraya atıldığı anlaşılamayan biri… Yüzükoyun yatıyordu. Bir küçücük çocuğun öfkelenerek yere attığı bir bez bebeği andıran bu adamın kollarıyla bacakları bir tuhaf duruyordu. Eklemleri, köşeleri çoğalmış gibi. Uzun süre kimse yanaşmadı bu adama. - Bilge Karasu 6/Kış geçende bu leylek gendini dışarı verdi. Uçuy, evliğini onarıy. Süslüy. Bekliy ki gendinin eşisi gelecek. Biliy. Ha bugün geldi. Ha yarın gelecaktır. Gözü semadadır. Keyiflidir ki nasıl anlamam. İşte ağalar. Bugünden bir gün idi. Hamogil ocak yakmıştı ki sabah ekmeğini yapalar. Ocak alev alev yanıydı. Yalımlar göğe çıkıydı ki, gökten bu leylek geldi, gendini ataş üstüne bıraktı. Koştular bunu ataştan aldılar. Kurtuldu, bir daha bıraktı gendini ataş üstüne, tüyleri yanıydı zaten. Öldü getti. Göz açıp kapata kadar. Evin içinde bir telaş yürüdü. Herkes birbirisine soruyordu ki, ne olmuştur. Ne olmuştur ki bu leylek gendini ataşa bırakmıştır. O sıra damdan Hamo’nun sesi gelmiştir. Demiştir ki, ben biliyem. Gelin görün sizde bilin. Koşmuş bakmışızdır ki, yuvada iki leylek oturuy. Anlamışızdır, demişizdir ki, insan da beyle değil midir lo, beyledir. - Tuğrul Çakar 7/HER doğruyu söylemeğe gelmezmiş, bir takım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekirmiş… Peki ama bir doğruyu söylememek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek gene sürmesine bırakmağa hakkımız var mıdır? Bazı yalanlar kutsalmış onlara dokunmağa gelmezmiş… Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına artık inanmıyoruz demektir; bunun için “kutsal yalan” sözü bir şeyin hem köşeli, hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. (…) Bir takım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik düşüncesinin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilebilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!... Öyledir kişioğlu: kendisi için ille de bir takım ayrıcalıklar ister. “Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur” diyen kimse, öğrendiği, anladığı doğrulara lâyık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu… Ancak kendini düşünür, kendini büyük görmek için yol arar. Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalanı yayıyoruz demektir. – Nurullah Ataç
38
“Si l gi l er, si l erk en , si l i ni rl e r de.”
iletişmek için;
Zafer Yalçınpınar zaferyal@gmail.com http://zaferyal.kuzeyyildizi.com
P.A.T! 13.tarife Ocak 2009
“bayiinizden isteyemezsiniz”
39