Pat16

Page 1

. PİCABİA . BRETON . KARABAL . KOSTOROWITZKY . KUROSAWA . . SOUPAULT . YALÇINPINAR . HIZIROĞLU . EZBİDERLİ . . ALONSO . GEMİ . KHALKEDONİSTA .


2


iç in dekiler 2 Söyleşi

Editörden…

4 KHALKEDONİSTA FANZİN

6 ANDRÉ BRETON Kül Emme Kâğıdı AKİRA KUROSWA 7 Doğuştan Gelen Kusurlarım EMİN KARABAL 8 İki Fotoğraf 9WILHELM KOSTOROWITZKY MARIZIBILL Bir Tasarım10 HERNAN DIAZ ALONSO 11 ZAFER YALÇINPINAR Köstekbüken 12 FRANCIS MARTINEZ PİCABİA Francis Picabia 14 PHILIPPE SOUPAULT AZİZ KEMÂL HIZIROĞLU 15 Mihmandar “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” 16 İSMAİL HAKKI BALTACIOĞLU “391” KAPAKLARI 17 “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” “evler vardı Zaman’ın üstüne çıktılar”18 “BEYAZ” KAPAKLARI “evler vardı Zaman’ın üstünde yüzdüler” 19 BİR GEMİ Taş 20 ERKAN EZBİDERLİ 22 KÜNYE EK-1 23 “P.A. Şiarları”

3


Khalkedonista

FANZİN * SÖYLEŞİ

Zafer Yalçınpınar: Bir “fanzin”in yayımlanması sürecindeki itkilerin, bir “kalburüstü dergi”nin çıkışındaki nedenlerden daha sahici ve gerekli olduğunu düşünmüşümdür her zaman... Khalkedonista’yı çıkarma fikri sizde nasıl oluştu? İtkiler nelerdi? Khalkedonista: Khalkedonista henüz bir fikir iken bizi iten çok somut nedenlerimiz yoktu. Fanzinin çok daha öncesinde Kadıköy ile ilgili daha geniş kapsamlı bir şey düşünüyorduk. Ama düşündüğümüz şeyin kitap olmasından kaynaklanan ciddiyeti, yapım aşamasının uzun soluklu olması ve fanzinde olduğu kadar özgürce davranamayacak bir yapıya sahip olması bizi biraz yordu ve bıktırdı. Fanzin o zamanki düşündüklerimizin ham-budanmamış bir şekli diyebiliriz. Sıfırıncı sayıda Khalkedonista için kısa ve öz olarak “vefadır” yazıyor. Herhalde bizi Khalkedonista’yı çıkarma fikrine iten bir şeyden söz edeceksek bu, zamandan bağımsız olarak en sade şekliyle vefadır. Fanzinde yazılan ve çizilenler Kadıköy hakkında bir farkındalık yaratma isteği güdüyor gibi gözükebilir. Ama “biz farkındalık yaratmak için bu fanzini çıkardık” demek Khalkedonista’nın ne çıkarılışına ne biçemine ne de başka bir şeyine uyuyor. Böyle bir şey iddia etmek bize samimiyetsiz geliyor. Ama dünyayı kurtaranları elbette çok seviyoruz, çok! Z.Y.:Tarihsel arka planını da göz önüne alarak Kadıköy tipolojisini nasıl ifade edebiliriz? Belirleyici ya da ayırt edici olan nedir, Kadıköy’deki yaşamın, yaşayış tarzının özellikleri nelerdir? K.: Kadıköy öncelikle çok-kültürlülüğün mümkün olduğunu söyler-di. Körler ülkesini bir kere de tarih bilgimizi ispatlamak için değil de, kendimizi dürtmek için kullanalım. Buranın güzel insanlarını, anısı olan tüm sokaklarını zamanında farkedemeyip ağzı salyalı zaman ve ucuz çıkarlarımız uğruna nasıl da bir bir verebildiğimize bakalım. Üstün Belediyecilik anlayışı sayesinde semtler arası ayırt edici özellikler yavaş yavaş ortadan kaldırıldı. Pollyanna gibi aksini düşünüp olanları gördükçe şaşırmıyoruz gerçi. Corner Hotel’i gördüğünde şaşıran kaldı mı acaba? Ama Paris Mahallesi dümdüz edildiğinde biri çıkıp “Yahu orada Paris Mahallesi vardı, şöyleydi, böyleydi..” derse şaşırırız. Kadıköy yaşlı bir yer, yenilenmeye ve zamana -nüfusa ayak uydurmaya elbette ihtiyacı var. Ama maalesef görgüsüzlük denen bir şey de var. Biz böyle yaratıcı-yıkımın içine tükürürüz! Tüm bu olumsuzluklara rağmen, Kadıköy, eğer zapt edilmemiş bir diyar varsa kesinlikle orasıdır. Hala yağan yağmurlar rıhtıma boşalır Kadıköy’de. Buranın kalbi olarak gördüğümüz Yeldeğirmeni’nde hala esnaf kokusu alabilirsiniz. Başınız biraz havada gezerseniz, Kadıköy’den kimler geçmiş, hangi sokak kimlere, hangi anılara aitmiş görebilirsiniz. Başınız biraz bulanık olsun bir bilge bulur sizi ki onun Kadıköy olduğundan lütfen şüphe etmeyin.

4


Z.Y.: İçerik, biçem ve dolaşım unsurlarını göz önüne aldığımızda Khalkedonista için “fanzin gibi fanzin” diyebiliriz. Aslında, günümüzde fanzin-dergi ayrımının da diğer her şey gibi bulanıklaştığını düşünüyorum. Bu bulanıklığın birincil sebebi de “biçem”deki bulanıklıktır. Örneğin içerik ve söylem açısından fanzin gibi olan fakat baskı ve dağıtım anlamında dergi gibi görünen oluşumlar var. Bu durumun tersiyle de çok karşılaştım; yani fanzin gibi görünen, fakat içerik olarak mevcut sanat kâhyalarına endekslenmiş, eklemlenmiş olanlar da var… Sizce, fanzini fanzin yapan nedir? K.: Fanzin öncelikle bir özgürlük alanı olmalı. Her şeyi denemeye açık ve beklentisi olmadan çıkmalı. Gerçekten bir şey söyleme derdi varsa samimi olmalı, kasmamalı. Popüler-endüstriyel sanatla içli dışlı olmamalı. Bir fanzinde “Sabancı’da Dali Sergisi Var!” haberi görmek oldukça garip. Bunlarla beraber üretim, haberleşme, dağıtım açısından düşünüldüğü zaman fanzinlerin yeniliklere kapalı olmaması gerekir. İnternette ortalama bir kişisel blogun günde 50 ziyaretçi aldığı bir zamanda “yeraltı” kavramını yeniden düşünmek lazım. (Üstelik internette çok daha özgürsünüz.) Aksi takdirde zaten dar olan alanını eritip yok olur gider. Son dönemde fazla fanzin çıkmaması biraz da buna bağlı olabilir. Ama ne olursa olsun, eğer imkân varsa, fanzin mutlaka baskı şeklinde olup çatapat gibi etrafta gezinmelidir. İnternet okuyucusu genelde çabuk yemek ve ateşin üstüne işemekten ileri gidemiyor. Birçok kişinin yadırgadığı tribünler üzerine çıkan fanzinler gerçekten fanzin özelliği taşıyor diyebiliriz aslında. Hoşunuza gider ama gitmez, kendi kültürünü anlatma derdi olan, tarafını seçmiş-duruşu olan, samimi-boyasız ülkenin dört bir yanında çıkartılan tribün fanzinleri var. Kimse bunlara baktı diye eşek arısı sokmaz önyargıları kırıp biraz bakınmakta fayda var. Son olarak; Can Barslan “Kirli sakallı berduş, ama lafı olan bilge şarapçıdır fanzin.” demişti. Fanzinler “tüm samimiyetiyle” aynı öyledir, öyle olmalıdır, öyle olmayanlar kendilerine yeni bir şeyler bulmalıdır. Z.Y.: Fanzine de yansıttığınız üzere Kadıköy’ün sizdeki “imgesel” karşılığından biraz bahseder misiniz? K.: Kadıköy’e kesinlikle bir semt gözüyle bakmıyoruz. Bu anlamda Vefa’yla birinci dereceden akraba gibi gözükse de değildir! Şu ana kadar yaşattıklarına baktığımızda en genel haliyle bir ruh diyebiliriz Kadıköy için. Konuşmamız sırasında bir şeyi açıklayamadığımız zaman suratımızda ve hareketlerimizde garip haller belirir. Khalkedonista gerek görseli, gerek yazıları, gerekse yazıların dizilimi itibariyle bu garip halleri vücuda getirmeye çalışıyor diyebiliriz. Sözgelimi, Kadıköylü bir esnafla yapılan bir muhabbetten sonra karşınıza bir anda Ken Parker çıkabilir. Ya da Moda İlköğretim’den nasıl kaçıldığı hakkında fikir sahibi olduğunuzda karşınızda birden Poe belirir. Tüm bunlar bir ruh halinin yansımaları, bilememek, bilemedikçe kaptırmak, kaptırdıkça sevmek çorbasıdır. Çorba demişken, Kadife sokaktaki dürümcüde gecenin bir saatinde güzel çorba oluyor. Severek içiyoruz. Z.Y.: Son olarak şunu merak ediyorum; Khalkedonista çiftçinin kara gün dostu mudur? K.: Ne kadar iç ve dış mihraklar bozmak istese de, Emiliano Zapata’dan beri durum budur. Rokalar, brokoliler ve -sözümüz meclisten dışarı- “hıyarlar” oldukça bu dostluk bu kardeşlik bozulamaz. Arka tarafta kıkırdayanlar bize de söylesin biz de gülelim..

5


André

BRETON * KÜL EMME KÂĞIDI (Çeviri: Ferit Edgü)

Kuşlar sıkılacaklar Eğer bir şey unuttumsa Paydos zilini çalın okulun denizinde Şu bizim dalgın Hodan dediğimiz İlkin sınavların çözümünü vermekle başlıyoruz Bir kadının avcunda ne kadar gözyaşı durabilir bunu bilmekle 1. en küçüğünde 2. orta büyüklükte bir avuçta Bana gelince buruşturup atıyorum şu yıldızlı günlüğü Girdiler bu ölümsüz yaratıklar dağların doruğuna yerleşmek için bir kez Yabanıl oturuyorum ben Vaucluse kasabasının bir evciğinde Yürek mühür harfi

6


Akira

KUROSAWA * DOĞUŞTAN GELEN KUSURLARIM

Ben çok sinirli ve dikkafalı bir adamım. Hâlâ arınamadığım bu kusurlarım, yönetmen yardımcılığım dönemimde hayli ciddi sorunlara neden olmuştu. Bir filmin çekimi sırasında, zaman yetersizliği nedeniyle, bir hafta boyunca yarım saat bile yemek molası verememiştik. Daha da beteri, şirketin yolladığı kumanyaları sette yemek zorunda oluşumuz idi. Gelen kumanyalarda pirinç köftesi ve turp turşusu vardı. Bir hafta boyunca her gün turp turşusu ve pirinç köftesi yemekten bıkmıştık. Ekip elemanlarından öfkeli birisi kumanya kutusunu bana fırlattı. Tam isyan etmek üzereyken kendimi tutum, fırlatılan kumanya kutusunu aldım ve hızla idari ofise doğru yürümeye başladım. Yürüdükçe öfkem daha da artıyordu. Ofisin kapısına geldiğimde artık patlamak üzereydim. İdari yetkilinin karşısına gelince olanlar oldu. İdari yetkilinin suratının tam ortasında patlayan kumanya kutusundan çıkan pirinçler her tarafa dağılmıştı. Benden önce Yama-san’ın yönetmen baş yardımcısı olan Fuşimuzu Şu’nun yönetmen yardımcısı iken de böyle bir olay yaşamıştım. Yıldızlı bir gece sahnesi çekmemiz gerekiyordu. Ben setin tepesine çıkmış, yıldız görüntüsü verecek parlak pulları iplere dizmeye çalışıyordum. Fakat ipler durmadan kayıyor, dönüyor düğümleniyordu ve sabrımın sonuna gelmek üzere idim. Fuşimizu, aşağıda kameranın yanından beni izlerken, “Biraz çabuk olamaz mısın?” diye bağırdı. O an birden beynim döndü, sanki ben bir an önce bitirmek istemiyor muydum?! Pulların kutusu içerisinde bulduğum gümüş renkli bir cam topu Fuşimuzu’ya atarak, “Al işte sana bir kayan yıldız!” diye bağırmışım. (...) Başka bir gün kafaya vurulan bir darbenin sesini kaydetmeye çalışıyorduk. Denemediğimiz şey kalmamıştı fakat istediğimiz sesi de bulamamıştık. Sonunda dayanamayıp mikrofona öfke ile bir yumruk attığımda mavi ışık yanıp, “Tamam!” sinyali vermeye başlamıştı. Uzun boylu tartışmalara hiç gelemem, garip mantık cambazlığıyla bir şey kanıtlamaya çalışan insanlara da hiç tahammül edemem. (...)

7


Emin

KARABAL * İKİ FOTOĞRAF

8


Wilhelm

KOSTOROWITZKY * MARIZIBILL (Çeviri: Necati Cumalı)

Büyük bir caddesinde Kolonya’nın Bir gider bir gelirdi akşam vakti, Herkese cömert, şirin, cana yakın; Bitince kaldırım gider içerdi, Basık meyhanelerde yorgun argın, (...) Çok görmüşlüğüm var böylelerini, Omuzlarına ağır gelir kader; Kararsız, rüzgârda yaprak misali; Gözleri kısık lâmbalara benzer; Kalpleri işler kapıları gibi.

9


Hernan Diaz ALONSO

Bkz: www.xefirotarch.com

10


Zafer

YALÇINPINAR * KÖSTEKBÜKEN

o sokakta köstekbüken balığı yüzer 1. Habeşbaşı sıcak gelip soğuk gitmiştir Çanakkaleli Melâhat çekmeceye sürülür siciliyle birlikte Küçük Çekmece’ye 2. kurtlar kuzulara yem olacaktır çünkü kuzular keçidir de günümüzde 3. göç tersine döndüğünde gözlerini açıp kapayacak omzundakileri yere bırakacak gerekirse toprak taşıyacak yüreğindeki boşluğa doğru 4. gecenin gökyüzü dalgın oldu 5. kalın ve büyük mühendislere karşı başlar ince hesaplı bir yağmur en eski dostumdur bir içdenize çevirir sokağı orada köstekbüken balığı yüzer

28 Şubat 2009

11


Francis Martinez

PİCABİA

12


Francis Martinez Picabia (22 Ocak 1879 - 30 Kasım 1953), sırasıyla kübizm, dadacılık ve gerçeküstücülük akımlarına katılmış İspanyol asıllı Fransız ressam, ilüstratör, tasarımcı, yazar ve yayımcıdır. 1911’de kübistlerin oluşturduğu “Altın Kesit” grubuna katıldı. Aynı yıl Marcel Duchamp’la tanıştıktan sonra kübizmin duygusallıktan uzak temalarını bıraktı. 1913’te New York kentinde “Galeri 291” sergilerine katıldı. Galerinin çıkardığı “291” adlı dadacı dergiye yazılar yazdı. 1917’de zengin bir şair, araştırmacı ve koleksiyoncu olan Walter Arensberg ile birlikte 291’in devamı olan “391” adlı dergiyi yayımlamaya başladı. 1918’de Trista Tzara’nın işbirliğiyle Zürih’te “Der Dada” dergisinin 4. ve 5. sayılarını yayımladı. 1920’de Paris’te “Cannibale” adlı bir edebiyat dergisi çıkardı. 1921’de dadacılığın dağılmasından sonra Andre Breton’un izinde gerçeküstücülüğe katıldı. Çok sayıdaki edebiyat yapıtı arasında en önemlisi 1918’de yayımladığı “Annesiz Doğan Kız Üzerine Şiir ve Çizimler” adlı kitabıdır.

13


Philippe

SOUPAULT * FRANCİS PİCABİA (Çeviri: Orhan Veli Kanık)

Niçin Seni mezarına dört köpeğinle Bir gazeteyle Ve şapkanla gömmelerini istedin, İstedin ki taşına şunu yazsınlar İyi seyahatler Bir şey değil, öteki dünyada da deli zannedileceksin

14


Aziz Kemâl

HIZIROĞLU * MİHMANDAR

sabahları Kartal Fanusu’nu dolaşırız eşimle kıyıdan bir çakıl alır son yürüyüşe çentikleriz Büyükada’nın Sedef’ini seçtik bir gün, çakıl yerine deniz kaç kez kükredi ardımızdan inanmadı yıkayıp iade edeceğimize dair yeminlere geri vermesek olmaz mı diye fısıldadı eşim emekli olunca Didim’e götürürdük evlat yerine kızdım, terslendim, taşıyamayacağımı söyledim sözler verdi kendi sırtında götüreceğine komşulara görünmeden soktuk adayı eve su akmıyor dedi eşim, sabunlu bezle sildi iyice en cümbüşlü odayı ona ayırdık, paylaşsın garip uzun ve kirli yalnızlıkları unutsun hele günlerce yemedik yedirdik, içmedik içirdik ağladıkça mendiller, güldükçe fıkralar ürettik bir sabah uyandık ki, odasında in cin top acele indik sahile, baktık, denizde de yok o gün bugün delifişek dolaştık fanusu alıştık her seferinde bir ada eksiltmeye götürdük, besledik, elimizden kaçırana dek çocuksuz akşamları bir adayla geçirdik sonunda ne ada kaldı Marmara’da ne adacık evimiz gibi denizi de çıplak bıraktık... derken gün geldi Sıradağlar Vakfı’ndan bir mektup aldık yeni adaylar toplantısına mihmandar seçilmişiz sevinçten ağlarken katılamayacak olanları unutmadık

15


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

“Altı yıl sonra bugün mektubunu aldım. Paris’te bulunduğunu ve sağ olduğunu yazıyorsun. Çok sevindim. Ressam Picasso ile yakın dost olduğunu öğrenince koltuklarım kabardı. Ama bu dostluk neye yarar ki? Hüner kendini Ankara caddesindeki karikatür gazetelerine tanıtmaktır. Başım sıkılınca Picasso’yu görmeye gidiyorum diyorsun. Geçen gün sana bir baş resmi çizivermiş. Ne ince adam görüyorsun ya! Picasso’nun senin için çizdiği başı ne yaptın? Hafız Osman vavı gibi mezada mı çıkardın yoksa? Hoş, bana gönderecek değilsin ya! Hem senden Picasso’nun başını isteyen yok ki! Sakın bugünlerde buralara geleyim deme! Memlekette ressama itibar çoğaldı. Mahmut Cûda gibi sen de Coğrafya Enstitüsünde resimci olur kalırsın! Hem burada ikinci bir Picasso yok ki başın sıkıldıkça sana baş çizsin. Yeni Adam için çizdiğin resimleri bir araya getirip Fikret Mualla resim sergisi diye bir sergi açacak olsam yer kirası isterler. Picasso’nun en aziz dostunun resim sergisi diye açacak olursak resimlerin hepsini satar, parasıyla da sana bir şişe zeytinyağı alıp gönderirim. Fikret Mualla! Ben senden daha yaşlı, daha görgülüyüm. Hazır eline fırsat geçmişken kunduracılık öğren! Burada bir çift iskarpin tam doksan liraya satılıyor. Picasso’dan fayda yok sana! Aklını başına topla artık!” İsmail Hakkı Baltacıoğlu Tuna Baltacıoğlu, Yeni Adam Günleri, 1998, YKY, s.83

16


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

Francis Picabia’nın yayımladığı “391” adlı derginin kapaklarıdır. 391’in bazı sayılarının Fransızca içeriğine http://sdrc.lib.uiowa.edu/dada/391/index.htm adresinden ulaşabilirsiniz.

17


evler vardı Zaman’ın üstüne çıktılar

“Beyaz” Dergisi Kapakları

18


evler vardı Zaman’ın üstünde yüzdüler

Not: Yukarıdaki kupürde yer alan şiir, 1978’de “Yazı” Dergisi’nin 2. sayısında yayımlanmış “Ece Ayhan” başlıklı bir Ece Ayhan şiiridir.

19


Erkan

EZBİDERLİ * TAŞ

Önümdeki şu martıya bakıyorum. Öncesiz ve sonrasız sulara bitişik bir çift göz. Buradan tuhaf bir biçim çıkacağı kesin, tek bir gerçek var, o da bu. Tekrar ve tekrar, engebeli rüzgârların esip savurduğu, sonra ayaklarımın altından kayıp giden bu iklim örtüsü, sıradan, yani sıra dışı olamayan diş çıtırtıları kulağımda ve martı, peşinden doğru küçülüyor demir bir iskeletin. Parmaklarımı kıtırdatıyorum, yüzümü buruşturup, küçük kemiklerin büyük ahengi, damağımda sanki yosun yemişim gibi yeşil bir tat, başımda toplu iğne kompleksi ve kitaplar, onlarca yüzlerce kitap, binlerce söz, milyonlarca yüz, hafızamdan silinip gitmiş çoktan. Bir saat kadar önce kalkıp gitmem gerekirdi ya, bunu yapamadım. Sanırım bir iki saat daha takılacağım burada. Safi taş bir şehrin ortasında küçücük bir taş gibiyim, hareketsiz. Az önce zar zor gülümseyebildim, aynı, sebeplerin ve sonuçların arasına sıkılmış bir limon gibi ekşi. Sebeplerin ve sonuçların canı cehenneme dostum, akli ehliyetin canı cehenneme! Baş ve işaret parmağımı birleştirip ağzıma sokuyorum, üflüyorum var gücümle, yıldızları çağırmak için. Hoş, beş yaşımdan beri uğraşmama rağmen bu şekilde tek bir ses çıkaramadığımı biliyorum, parmaklarımın müzisyen değil de şair parmakları olduğunu ve yıldızların bu şekilde gelmeyeceğini de. Ama denemeye değer dostum, son bir kez de olsa bile değer buna! Yine üflüyorum, beş yaşında bir çocuk saflığıyla, yine, yine, yine. Yok, beceremiyorum. Yanıma kaşları henüz alınmış bir kız oturuyor. Elindeki defteri açıyor ve boş sayfanın üzerine bir şeyler karalamaya başlıyor. Alt alta cümle dizinleri, bir şiir. Usta bir şair edasıyla, “istersen sana yardım edebilirim” diyorum. Gözleri sonuna kadar açılıyor, “çattı hilâl kaşları sordu kim bu serseri” sendromu yaşıyoruz kızla bir an için ve oflaya puflaya kalkıp başka bir yere geçiyor. Hakkı var, onu rahatsız etmemeliydim, “işçisin sen işçi kal” diyip tulumlarımı giymeliydim ama tek söyleyeceğim: “bu şekilde şiir yazılamayacağıydı.” Şiir, yapacak bir işi olmayan insanların işidir. Şu anda burada oturmuş sağımı solumu kesiyor, kendimi rendeliyorum. Eğer bunu yapamasam şiir yazabilirdim ve bunun için de rahatsız edilmeyeceğim bir yeri tercih ederdim. Mesela bir mağarayı. Sonuçta yazarlık bir iştir, şairlikse bir yaşam biçimi. Şair, bir yazar gibi sürekli yazmak zorunda değildir! Nerede hata yaptığıma odaklandı zihnim. Daha çok bir boşluğu doldurmaya çalışıyorum fakat etrafımdaki bu hareket suçu derinleştiriyor. Şunu çok iyi biliyorum, üç saat önce kalkıp faydalı bir şeyler yapmaya çalışabilirdim. Mesela Çince kursuna kaydolabilirdim, bir iki önemli yere telefon edebilirdim, en azından, “otuzunda bekarlar partisi” için saç ve sakal tıraşı olabilir, tırnaklarımı kesip törpüleyebilirdim. Nerede hata yaptığımı işte bu noktada anlıyorum. Boşluğu doldurmak, hiçliğin içinde varolmaya çalışmak, başlı başına bir hata. Ve artık burada da mutlu değilim. Yine de müteşekkirim bu taşa, çünkü bana bir beş saat kazandırdı. Yerimden doğrulup kalkıyorum, belimden “kıtırt” diye bir ses çıkıyor ve bir müddet hareketsiz kalıyorum öylece. Ağır ağır yürümeye başlayabiliyorum nice sonra, bir ihtiyardan hiç farkım yok. Canım sıkılıyor ve şimdi, yapabilecek hiçbir işimin olmadığını da biliyorum. Kendime ıssız bir ada bulabilme ümidiyle hızlandırıyorum kulaçlarımı, aynı kelebek gibi, aynı, eski günlerdeki gibi, soluksuz.

20


Janset Karavin, Gordostol'da gerçekleşen bu hırsızlık hikâyesini sizlere anlatmak için kendi sesini kaça bölmüşse, Boğaz İstanbul'u o kadar parçaya böler. Karavin'in zamanla hesaplaşması, anlatıcının kendi altbenliğiyle çatışması, Gordostol sakinlerinin herbirine ayrı bir düş kurduran soygun projesi bu karşı-roman'da birleşiyor. Afife, Sarı Tilki Jack Bell, Seyid ALi, Bektaşi Sırrı, Rojda, Ahfeş ve bu masalın tüm diğer kahramanları, hayatlarına ve ölümlerine yazarın zihninde devam ederlerken, Mesih bize Galatı Aşk'ta bir perde aralıyor, seyreylesin gözler diye temaşayı... Bu seyirlik öykü, aynı zamanda, Karavin'in dünya haline bakışı, Doğu'yla Batı'yı sorgulayışıdır, yazarın deyişiyle, "ne kadar Marlene Dietrich ise bir o kadar da Gülşen Bubikoğlu'dur." (Kitabın arka kapak yazısından…) Karavin, kadın-erkek, dün-bugün, masal-gerçek, Doğu-Batı ayrımlarını yapmaya mecbur olmadığımızı hatırlatıyor Galatı Aşk’ta. Postmodern zamanların bizi alıştırdığı, görüntülerin hakikatlerden daha sahici oldukları yanılsamasını yıkıyor. Biçim deneyleriyle sivri dilli eleştirel bir söylemi birleştiriyor romanında. Galatı Aşk, yeraltı edebiyatına göz kırpan, bir hırsızlık hikâyesi. Hırsızlığa karışan Gordostol Mahallesi sakinlerinin herbirinin kendi hikâyesi, mekânların, kişilerin, şehirlerin hatta medeniyetlerin tarihiyle iç içe anlatılıyor. Bu iç içe geçme hali, yazarın zaman kavramıyla kurduğu oyunun bir parçası. Doğu ile Batı’nın, erkek ile kadının, suçlu ile suçsuzun birbirinden ayrılamayacağını, dünden bugüne geçerken dilin kaybettiği değerlerin itibarını iade ederek anlatıyor. Galatı Aşk, pekçok postmodern yapıt gibi, kendi postmodernizmi ile hesaplaşan bir roman. Gerek kendi içinde, gerek başka yapıtlarla içinde bulunduğu göze çarpan metinlerarasılık, dile yaklaşımındaki pastiş, biçim ve anlatım unsurlarındaki görsellik, Galatı Aşk’ın bir Karavin okuyucusu yaratacağının sinyallerini veriyor. Galatı Aşk’ın sunduğu okuma deneyimi, masalların, halk hikâyelerinin, Ece Ayhan’ın, Latife Tekin’in, Virginia Woolf’un, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Kafka’nın, meddah hikâyelerinin izlerini taşıyor. Çağdaş Türk romanıyla meselesi olan yazar, eleştirel yaklaşımıyla ve göndermeleriyle eserler arasında daha fazla iletişim ihtiyacına eğiliyor. (Kitabın basın bülteninden…)

21


KÜNYE NİYETİNEDİR

P.A.T! (Puşt Ahali Tarifesi) Zafer Yalçınpınar tarafından yayıma hazırlanmaktadır: Görsel düzenleme, katılımcılarla ilişkiler, düzelti, eşgüdüm, tanıtım, dağıtım, mücadele ve ortalama zekâyı bertaraf etmek gibi tüm bağlayıcı hamallıkları -bendeniz- Zafer Yalçınpınar üstlenmektedir. P.A.T!'ta yayımlanmasını istediğiniz yaratılarınızı zaferyal@gmail.com adresine -konu satırına "PAT içindir" ibaresini ekleyerek- gönderebilirsiniz. P.A.T! birincil ortam olarak interneti seçmiştir. Maddi ve manevi kâr amacı gütmez, dirsek teması umursamaz ve yalansızdır. İşbu derginin PDF dosyası biçimini istediğiniz ortamda, istediğiniz “insan”larla paylaşabilir, istediğiniz bağlantılarla (linklerle) çeşitli “insan”lara sunabilirsiniz. P.A.T!, Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun bir türevidir. Puşt Ahali’nin e-posta grubuna, gruptaki tartışma ve paylaşım geçmişine http://groups.google.com/group/pustahali/topics?hl=tr adresinden ulaşabilir ve hatta gruba üye de olabilirsiniz. (Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun şiarları Ek-1’de yer almaktadır. Onları okumanız ve sezmeniz faydalı olacaktır.) On yedinci tarifede görüşmek üzere...

Dipnot: P.A.T!’ın eski sayılarını http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/pat2.html adresinden PDF dosyası biçeminde indirebilirsiniz.

22


EK-1: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun Şiarları 1/ nasıl yalnız bırakır adamı bir meydan? aradan biri bağırdı: puşt ahali! - Enis Akın 2/"hiç birbirine çarpan kuş gördün mü havada. ama insanoğluna gelince üstelik yerde neler olduğunu biliyorsun?" - Ece Ayhan 3/Hemen anlaşılmayabilirsin, göze alacaksın. Çoğunluk her zaman başlangıçta yanılabilir, sonradan ayıyorlar sanki. Yan yan değil de doğru doğru yürüyen bir yengece bakarak, "sarhoş galiba" diyebiliyorlar. (…) İki şey bir arada olacak; sancak ve davul. Eğer tek davul olursa sünnet düğünü var sanırlar. Ama sancak da varsa, isyan, ayaklanmadır o. Bin yıllık Anadolu geleneğidir bu. - Ece Ayhan 4/Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman... Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak. - Oruç Aruoba 5/İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yerinden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.(…)Bir sabah, işe giden kalabalık, şehrin en büyük alanında yaya kaldırımının bir noktasında ikiye ayrılıyor, yere bakarak, ama hızını hiç eksiltmeyerek yürüyor, biraz ileride yeniden bir araya geliyordu.O noktada biri vardı; yerde yatan, ölü mü, yaralı mı, içkili mi olduğu, kazaya uğrayıp mı buraya atıldığı anlaşılamayan biri… Yüzükoyun yatıyordu. Bir küçücük çocuğun öfkelenerek yere attığı bir bez bebeği andıran bu adamın kollarıyla bacakları bir tuhaf duruyordu. Eklemleri, köşeleri çoğalmış gibi. Uzun süre kimse yanaşmadı bu adama. - Bilge Karasu 6/Kış geçende bu leylek gendini dışarı verdi. Uçuy, evliğini onarıy. Süslüy. Bekliy ki gendinin eşisi gelecek. Biliy. Ha bugün geldi. Ha yarın gelecaktır. Gözü semadadır. Keyiflidir ki nasıl anlamam. İşte ağalar. Bugünden bir gün idi. Hamogil ocak yakmıştı ki sabah ekmeğini yapalar. Ocak alev alev yanıydı. Yalımlar göğe çıkıydı ki, gökten bu leylek geldi, gendini ataş üstüne bıraktı. Koştular bunu ataştan aldılar. Kurtuldu, bir daha bıraktı gendini ataş üstüne, tüyleri yanıydı zaten. Öldü getti. Göz açıp kapata kadar. Evin içinde bir telaş yürüdü. Herkes birbirisine soruyordu ki, ne olmuştur. Ne olmuştur ki bu leylek gendini ataşa bırakmıştır. O sıra damdan Hamo’nun sesi gelmiştir. Demiştir ki, ben biliyem. Gelin görün sizde bilin. Koşmuş bakmışızdır ki, yuvada iki leylek oturuy. Anlamışızdır, demişizdir ki, insan da beyle değil midir lo, beyledir. - Tuğrul Çakar 7/HER doğruyu söylemeğe gelmezmiş, bir takım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekirmiş… Peki ama bir doğruyu söylememek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek gene sürmesine bırakmağa hakkımız var mıdır? Bazı yalanlar kutsalmış onlara dokunmağa gelmezmiş… Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına artık inanmıyoruz demektir; bunun için “kutsal yalan” sözü bir şeyin hem köşeli, hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. (…) Bir takım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik düşüncesinin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilebilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!... Öyledir kişioğlu: kendisi için ille de bir takım ayrıcalıklar ister. “Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur” diyen kimse, öğrendiği, anladığı doğrulara lâyık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu… Ancak kendini düşünür, kendini büyük görmek için yol arar. Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalanı yayıyoruz demektir. – Nurullah Ataç

23


“ Tari he b ak arsanı z a nl arsı nı z.”

iletişmek için;

Zafer Yalçınpınar zaferyal@gmail.com http://zaferyal.kuzeyyildizi.com

P.A.T! 16.tarife Nisan 2009

“bayiinizden isteyemezsiniz”

24


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.