. ABASIYANIK . KAYGUSUZ . BERK . KUŞ . HARTUNG . . ÉLUARD . YALÇINPINAR . HIZIROĞLU . . DEĞERLİ . EZBİDERLİ . SEFERİS .
2
iç in dekiler
2
Editörden…
Manzara Eskir
4 İLHAN BERK
5 PAUL ÉLUARD Benden Sonra Uyku SAİT FAİK ABASIYANIK 7 Söz Açınca Şiir Kuyusu DİLEK DEĞERLİ 9 ALMILA KURSAR KUŞ 10 Bir Resim 11 UTKU KAYGUSUZ Uç Meydanı “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” 12 SAİT FAİK-YAŞAR KEMAL 13 ZAFER YALÇINPINAR Bir Başka Atonalite 14 HANS HARTUNG YORGO SEFERİS 16 İnkâr Zaman ve Mola 17 AZİZ KEMÂL HIZIROĞLU “bir sokaktan”18 “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar”19 SARNIÇ “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” 20 ŞİİR SANATI DERGİSİ 21 “bir duvardan” “evler vardı Zaman’ın üstünde yüzdüler” 22 SAİT FAİK-ORHAN KEMAL Kaçık 23 ERKAN EZBİDERLİ 26 KÜNYE EK-1 27 “P.A. Şiarları” 3
İlhan
BERK * MANZARA ESKİR
Bitimsiz bir varoluş biçimi diye adlandırabileceğimiz doğayı yadsımak kimin elinden gelir? Herşeyden önce vardır, sonsuza dek de varolacaktır. Varlığıysa durmadan değişen, çeşitlenen, gelişen zengin bir çizge koyar. Tekdüzeliğe, durukluğa düşmez. Evrimin ta kendisidir. Yalnız bunlar mı? İnsanın, toplumun en doğru yasalarını da o koymaz mı? Bu yüzden olacak kimsenin usundan onu yoksamak, hayırlamak geçmez. Bu böyledir ama, kimi sanatçılar onu onayıp, onunla yine de ilgisiz kalabilmiştir. İlgisizlik belki ağır kaçabilir. Onu görmeyebilmiştir. Ölüdoğayla yani nesneler dünyasıyla uğraşmışlardır, özellikle de manzarayı tanımamışlardır. Mallarme yaşamının en olgun çağında Paris'ten uzaklaşıp bir kır evine çekildiğinde, doğayı görmemezliğe geldiğini, onunla bir alışverişe girmediğini söyler. Manzarayı yoklar ve doğayı ancak kar altında görmeye dayanabilir. Dinginlikle ancak o zaman bakabilir manzaraya. Her türlü dışsal alışverişe gözünü kapayıp, yalnız kendini bulma, kendini koyma. Bir çeşit zırhlanma doğaya karşı. Benim, manzarayla ilişkim de böyledir, ilgisizimdir, ya da çok kısa sürer bu ilgim, manzarayı çabuk yoklayabilirim. Kısaca, manzarayı, bir yaratma aracı olarak görmem. Hele karşıma hiç almam. Varolduğu için değildir bu ilgisizliğim, nice varolan şeylere bir resme, bir yontuya, bir kitaba, bir şiire bağlanmamazlık edebiliyor muyum? Hayır, bunun için değil, salt ilgilendirmediği için. Gerçi bir ağaç, bir yaprak, bir ağacın, bir yaprağın büyüyüşü, dal budak salısı her gün aldığı biçimler; ya da bir suyun, incecik akan bir suyun bu dünya yüzündeki yolculuğu; bir balığın, bir böceğin yapısı, yaşamı, bir ormanın soluk alışı korkunç ilgilendirir beni. İnsanların tarihi gibi suların, ormanların, bitkilerin, hayvanların tarihini de bilmek isterim. Bir yaprağa, bir böceğe, toprağa, göklere bunun için eğilirim. Ama hep bilmek, öğrenmek istememdendir bu. Yeryüzünün bir dökümünü yapmak, kaynakçasını çıkarmak için.(...)
Not: İşbu metin Milliyet Sanat Dergisi’nin 9 Eylül 1977 tarihli 242. sayısından alıntılanmıştır.
4
Paul
ÉLUARD * BENDEN SONRA UYKU (Çeviren: Oktay Rifat)
1 Gücün kuvvetin bitiminde Kapkara bir ateş dolaşıyor 2 Sonuna eren o hale düştüm 3 Bir lokmacık kargalar yırtıcı gece yarıları Bütün altınları gölgede bırakan tentene 4 Kucak kucak mırıltılarla ova ve hayalleri Söylev üstüne söylev çekiyorlar avunduğum 5 Kiler kokan Balmumu göller küflü meşeler Yeşil yıldızların dört köşesi Ölümsüz tavırlar takınıyordu Bir deri bir kemik kuşlar 6 Dost çiçeğin çığlığından Daha da ufak tefek Bir sürü tad gecede eridi Kilidinde anahtar gibi Sıcakta içki gibi
5
7 Görünmez evlerin ötesinde Yüzleri bulandıran uykunun ötesinde Sürdürüp gider üzüntümü yapraklar Koltuk altlarında 8 Yollar kıvrıntılı Yollar inmeli Yollar birbirini tutmayan 9 Bir lokmacık kargalar Kara çocuk açtı kar beyaz gözlerini 10 Döndüm Sis de döndü 11 Yatay ağırlığım kadar ağırım şimdi 12 Az sonra gündüz baştan başa Kılıç benzeri şeyler çiğniyor taş Atmada gök yeşilliğin rezelerinde Şafağını sallıyor baş Az sonra güneş and içecek
“Play and pray, pray and play” Miles Davis
6
Sait Faik
ABASIYANIK * SÖZ AÇINCA
Fırtınaları ayağınıza Meltemleri saçınıza yollayacağım. Yakamozlar tırmanacak göğsünüze Martılara söyleyeceğim gelsinler. Sivriada'nın boz tavşanları Kulağınıza fısıldayacak. Sandalsız balıkçılar da gelecek. Ay ışığını Martının sırtından alıp Akşam üstlerini Kordela balığından Karabataklardan karanlığı Ben alıp getirsem... Nisan yağmurları yağmış Levent'e Onlar tanıklık etsinler olmazsa. Nisan yağmurları tane tane. Benden yana konuşacaklar bakın Cümle balıkçılar Karidesler, pavuryalar, böcekler İstakozlar. Akdeniz adalarına haber yolladım Sardunya Adası benden yana çıkacak Yırtık yelkenler benden yana. Benden yana bu yas dökülmüş sandallar Medarı Maişet, Şemşiri Hücum, Maksut Kaptan Ceylanı Bahri, Denizkızı, Bereket motorları benden yana.
7
Ama ben yine de tavşanları Sivriada'nın boz renkli tavşanlarını Kimselere değişmem. Onları göndereceğim kulağınıza Fısıldamaya Meramet yapan Ermeni kadınları var ya Kumkapı'da. Arslan gibi kadınlar Memelerinden sert balıkçılar süt emmiş Ak düşmüş saçlarına erkek yürekleri açılmış. Meramet yapan kadınlar Onlara da açtım bu sevdadan. Hepsi Marmara O canım su Sivriada O yalnızlık, kimsesizlik, balıkçının hürriyet heykeli. Dülger balığı O canavar görünüşlü O uysal balık. O sandallar, o tavşanlar, o motorlar Hepsi hepsi gelecekler. Deniz diplerinden yakamozlar Dikenleri batan süngerler Hepsi hepsi gelecek. Benim için konuşmaya, dinlersen Onlara da açtım bu sevdadan.
8
Dilek
DEĞERLİ * ŞİİR KUYUSU
Sözcükler, dizenin renkli yaprakları kimi geçer okyanusu dev dalgalarla kimi de durur kumsalda sakin ve utangaç. Anlam, sözcüğün ruh hali, bazen kanlı bir uçurtma bazen de sağır bir dere. Yuvarlanır sözcükler bayır aşağı şiirin en lavlı dağından otları yakarak, kayaları çizerek. Gümüşi bir yılanbalığıdır sözcüklerin en masumu dans eder titreyen bir ateşin ağzında. Çatırdar anlam, ateşin kalbinde. İmgeler, şiire kazınan dövme gibi ateş dilinde kayan buz küpleri, eridikçe akan aktıkça şiire değen. Kapıları zorlayıp şiir evine dolan misafirler, kanatlanıp uyumla süzülmeye başlayınca çıkar bulutlara şiir kendi karanlık kuyusundan.
9
Almıla Kursar
KUŞ * BİR RESİM
10
utku
kAYGUSUZ * UÇ MEYDANI
zamanla bir eklemin kırılmasını çok kötü ikiye bölünmesini bayat bi ekmeğin… belki de her şey alışmaktan ibaret böyle bi namluya alıştırılmış mermi bi bedene alıştırılmış kalp gidip gelen bir intihara dayanmış gözlerim durgunluğa uçuşurken bir martının kan-atları ölümün bir yalnızlığa ihtiyacı olmalı önce dimdik ayakta ve olabildiğince siyah belki de her şey alışmaktan ibaret böyle ufalanan meydanların büyüdüğü sessizliğe alıştırılmış dalgaların avuçları ve kıyılarımla cam kromozomları uç u r u m u n zamanla bir çocuğu kırıyorsunuz yine çok kötü derinlemesine planetariumlarla koşarken annemden ödünç aldığım kırık diz kapakları sonra her şey içime doğru o büyük sıska adım hiç itirazsız sahibiyim böyle sevişmelerin gittikçe derinleşen bir yaraya batırılmış hayat parmaklarımdan ve avuçlarıma sıkıştırılmış plastik korkusu: sevebilmek yüzlerinizde aşağılanmış ne varsa şiirler ayak topuklarımı kırarken kavuşmaz’ları tutunmuşken hayatın bi kere yakasından bazen çocuk çürümüş bi yalnızlık bırakılmıştır bedenimde düş-erken bir insanın uzaklığıyla parmakları kırılmış bir mutluluğu avutuyorum yine kendi kendine gerilen bir kayboluşa herkes çekerken kıyılarını üzerimden ve herkes çekerken üzerimdeki kı y ı l a r ı bu meydan kötü bir yalnızlığın ucundayken yı k ı l m a l ı!
11
evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat
1953 yılında, Birleşik Amerika'daki Uluslararası Mark Twain Derneği, Modern edebiyata hizmetlerinden dolayı Sait Faik'i şeref üyeliğine seçmişti. Yaşar Kemal, Cumhuriyet Gazetesi'nin röportaj muhabiriydi. Sait Faik'le yaptığı röportaj Mart 1953'te çıktı: Dünyaca ün almış Mark Twain derneğinin fahrî üyeliğini aldığını duyunca, bu iş için Sait'in ne diyeceğini öğrenmek için aradım. O gün öğleden sonra İstiklal caddesindeki kaldırımdan gittim geldim. Sonra Kadıköy iskelesine uğradım, orada da yoktu. Sait anacığı ile birlikte Burgaz adasında oturur, bindim vapura ikinci gün oraya gittim. Anası Sait'in aynı gün İstanbul'a indiğini söyledi. İstanbul’da, tarif ettiğim kaldırımda, ona rastladım. Gene dalgın, sinirliydi. Yüzünden düşen bin parça olur derler ya, öyleydi. "Merhaba" dedim. "Merhaba, eyvallah" dedi. "Ne var, ne yok?" dedim. "İyilik" dedi. "Mark Twain..." dedim. "Aldırma" dedi. "Bak" dedim,"Sait, biliyorsun ki ben röportaj yaparım. "Sonra?" dedi. "Söyle" dedim. Ben sual sormadan o başladı: "Bana, Mark Twain cemiyeti fahrî üyeliği verildi, dünya edebiyatına ettiğim hizmetten ötürü. Birçokları gibi ben de şaşırdım. Dünya edebiyatına hizmet filan etmediğimi söylemeye ne hacet. Bu, üyelik verilebilmesi için uydurulmuş nazik bir sebeptir sanırım. (...) "Peki, seni bu cemiyete ne sebepten, hangi eserin için aza seçtiler?" "En büyük devlet adamlarının, başkanların ve başbakanların fahrî veya asli üye oldukları bir cemiyete beni de seçmenin aslı nedir diye düşündüm, şunu buldum: Demek ki şimdiden sonra dünya çapında bir hikâyeciyi anmak için kurulmuş bir cemiyete dünyanın dört bucağından kendi halinde hikâyeciler de seçilecek. Türk hikâyecilerini temsil ettiğim anlamına alınmasın sakın. Her hikâye yazan ve yayan Türk hikâyecisi kendi şahsında bir dilin hikâyeciliğini yaptığına göre, şahsıma Mark Twain cemiyetinin gösterdiği ilgi ve sevgi daha çok Türk hikâyeciliğinedir gibi geliyor bana. Ben de bu ilgi ve sevgiyi bütün değerli hikâyeci arkadaşlarımla paylaşırım. Kabul ederlerse. Kendini bütün dünyaya tanıtmış, sevdirmiş, bir halk çocuğu olan hikâyeci Mark Twain'i ananların1 içine Türk dilinin bir hikâye yazarını almayı düşünenlere de teşekkür ederim." "Mark Twain için ne dersin?" "Sen de amma sual sorarsın ha. Ne derim. Mark Twain alay edermiş, güldürürmüş, kepaze edermiş, cemiyetteki sahte vakarları petrol krallarını, pamuk prenseslerini, demir beylerini, çelik efendilerini sağlığında. Ölümünden sonra da bir Türk hikâyecisi ile şakalaşmasın mı? Eyvallah Mark Twain!" Yaşar Kemal Not: İşbu metin Milliyet Sanat Dergisi’nin, Sayı: 32, 1973 yılında yayımlanan 32. Sayısından alıntılanmıştır.
12
Zafer
YALÇINPINAR * BİR BAŞKA ATONALİTE
Engin Hoca üniversitede verdiği dersin ilk dakikalarında “Bakışsızlık…” demiş, duraklamış, ardından “Bakışsızlık, geleceğin şiirinin önemli biçimsel özelliklerinden biridir.” diyerek sözlerini tamamlamıştı. Bu sert girişe karşılık birkaç öğrencinin itiraz etmesi, en azından birinin çıkıp “Bakışsızlık nedir?” diye sorması gerektiğini düşünüyordu. Fakat hiçbiri böyle yapmamış, birbirlerini garip garip süzdükten sonra Engin Hoca’nın sözlerinin devamını sessizce beklemişlerdi. Engin Hoca -biraz da kızgınlıkla- “Bakışsızlık, geleceğin şiirinin en önemli özelliğidir!” diye tekrarladı. Sınıftan gene ses çıkmadı. Bunun üzerine Engin Hoca, sınıfı terk etti. Üniversiteden çıktı, nereye gittiğini bilmeyerek yürümeye başladı. Derste anlatmaya, sunmaya çalıştığı “önemli” bir şeye karşı öğrencilerinin ezberci bir tavır sergilemesi kafasını kurcalıyor, zihninde çok yönlü bir kaygının, ardından da öfkenin belirginleşmesine neden oluyordu. Zaten son bir haftadır, kar kentin sokaklarını kapladığından beri kendini garip, çoğunlukla da yersiz düşünceler tarafından boğulmuş hissediyordu. Belki de düşüncelerinin, davranışlarının üzerindeki hâkimiyetini ve sükûnetini kaybediyordu. Siyasal ortamı düşünüyor, geçmişteki hataları günümüzdeki tavırlarla birleştiriyor, zaman zaman içinden çıkamadığı bir sürü çelişkinin, bulanıklığın ortasında kaybolmuş, bırakılmış gibi hissediyordu kendini. Koskoca Engin Hoca, korkuyordu. Yürüdükçe yürüdü. Gece oldu. Karda yürürken zorlanıyordu. Şimdi, tüm karaltıların daha büyük bir karaltıya doğru birleştiği bu şehrin parklarından birine giriyor. Yürüyor, daha çok düşünüyor, daha çok korkuyor Engin Hoca. Bilginin ve bilginin getirdiği erdemin işlevini kaybetmesi, özellikle de geleceğe taşınması gereken birtakım yönelimlerin yeni nesiller tarafından anlaşılamaması, desteklenmemesi, bilgilerin alınıp satılan birer enstrüman ya da eşya gibi kullanılması ve ezberciliğin ön-plana çıkması gibi olasılıklar onu korkutuyor. Bilginin endüstrileşmesinden korkuyor.
Nefes nefese kaldığı anda yorulduğunu hissetti ve durdu. Etrafına baktığında, yol sanarak, Sıhhıye'deki Abdi İpekçi Parkı'nın havuzunun üzerinde yürüdüğünü fark etti. Birden, ayaklarının altındaki buz kütlesinden çatırtı sesleri gelmeye başladı. Engin Hoca, havuzun içine düşüp boynuna kadar soğuk suya girdiğinde bir bataklığa düşmüş gibi hissetti kendisini... 22 Mart 2009
13
Hans
HARTUNG
14
Hans Hartung;(1904-1989) Alman asıllı Fransız ressam. Avrupa’da soyut resmin en önde gelen temsilcilerindendir. Renkli fon üzerine siyah çizgilerle oluşturduğu, kaligrafik karalamaları anımsatan yapıtlarıyla ünlüdür. Leipzig ve Dresden akademilerinde geleneksel bir eğitim gördü. Daha genç bir öğrenciyken mürekkep lekeleriyle soyutlamalar yapıyordu. 1931’de Dresden’de bir sergi açtı, ama pek başarılı olmadı. 1935’te Paris’e yerleşti. 1946’da Fransız uyruğuna geçti. 1947’de Paris’te başarılı bir sergi açtı. Bunu Avrupa’nın başka kentlerinde, ABD, Japonya ve Latin Amerika’daki sergiler izledi. 1960’ta Venedik Bienali’nde Büyük Ödül kazandı. Savaş sonrası Avrupa’sının soyut ressamlar kuşağı üzerinde önemli etkisi olan Hartung’un sonraki çalışmaları giderek daha dingin ve kararlı bir görünüm kazandı. Yapıtlarının adları çoğunlukla harf ve sayılardan oluşur.
15
Yorgo
SEFERİS * İNKÂR (Yunanca’dan Çeviren: Bahar Mucuk Demirtaş)
Gizli sahilde Güvercin gibi ak Susadık öğle vakti, Ama tuzluydu su. Altın kumlara Yazdık adını, Güzeldi esen meltem Siliniverdi yazı. Hangi kalple, hangi ruhla, Hangi istek ve tutkuyla Geçirdik ömrümüzü: Yazık! Ve değiştirdik hayatı.
16
Aziz Kemâl
HIZIROĞLU * ZAMAN VE MOLA
zaman nabız molasında güz yorgunluğu dışarıdakileri sessizce izliyor ağ uzak bir ötücü yerleşirken kuşluğa örümcek bağ kusuyor düşünü sarmaya biliyor kendini iki uçlu bir bıçakta gecenin rengini gören bilgeler gibi anılarını arıyor evlerden hangi ev yıkık bir duvar önünde çocuk ölüleri örümün haberi yok evden örümcekten zaman yara molasında eşik berisi kendini çözüyor örümcek yüreğini ayırıyor eşiktaşından kesiklere yediriyor bedenini perdeleri kahır odada sabah oluyor ateşe veriliyor duygudan bozma kilitler kimsesizliğin beklenmedik intihar girişimi pencerelerde seyir defteri örümcek kuşlarına tan vaktidir! aşkı tuttu tutacak bilinmedik bir bahar kendini yeniliyor zaman umudun sarnıç molasında
17
bir sokaktan...
Not: Nefise Pınar’ın “Meydan Sokağı” adlı şiirini http://borgesdefteri.blogspot.com/2009_03_01_archive.html#5799088062420780873 adresinde bulup, okuyabilirsiniz.
18
evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat
Sait Faik’in ikinci hikâye kitabı olan “Sarnıç”ın kapağıdır. Bu kitap 1939 yılında Çığır Kitabevi tarafından yayımlanmıştır.
19
evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat
20
bir duvardan...
Not: İşbu stencil, “Böcek” tarafından oluşturulmuştur.
21
evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat
Sait Faik ile dostluğumuzun öyle on beş, yirmi yıllık geçmişi olmamakla beraber, diyebilirim ki zaman zaman canciğerdik. Zaman zaman, çünkü belli olmazdı. Takışıverir, birbirimizi kıyasıya iğneler, günler, haftalarca konuşmazdık. Yolumu değiştirdiğim, aynı işi onun yaptığı da olurdu. Böyle günlerden bir gün, Parmakkapı'da yüzyüze geliverdik. Bu o kadar âni oluvermişti ki, ne benim, ne de onun yolumuzu değiştirivermemize vakit kalmamıştı. Durduk. Çaresiz: "Merhaba" dedim. Gülümsedi: "Merhaba." "Nasılsınız?" Bir kahkaha attı: "Teşekkür ederim efendim. Siz nasılsınız? Sonra koluma girdi: "..ok!!! Nasılsınızmış… Bu ne kibarlık ulan?" "Bundan sonra küfürlü konuşmaca yok demedin mi?" "Ne zaman?" "Mücap'lardaki kavga sırasında. " Düşündü, hatırlayamadı. "Demek bundan sonra..." "Divan efendisi üslubuyla, konuşacağız! " Tünele kadar tek kelime konuşmadan yürüdük. Dönüş de aynı sükûtilik içinde geçebilirdi. "Sait be" dedim. "Hı?" "Mütarekeyi bozalım mı?" Meğer aynı teklifi o yapmayı düşünüyormuş. Orhan Kemal Milliyet Sanat Dergisi, Sayı: 32, 1973, s.6
22
Erkan
EZBİDERLİ * KAÇIK
On yedi veya on sekiz yaşlarımda olmalıyım, ablam tutup yakamdan, “aynı bir kaçık gibi davranıyorsun, kendine bir çeki düzen ver” demişti. Hiç unutmuyorum, mevsim yazdı, akşam yemeğinin hemen sonrası. Alışılageldik şekilde yazın bu saatlerde mahalledeki tüm akranlarım oturduğumuz apartmanın altında toplanıp gece geç saatlere kadar bir şeyler konuşurlar, gülüp eğlenirlerdi. Ne konuştuklarını neye güldüklerini bilmiyorum, çünkü aralarına hiç katılmadım, bu nedenle sanırım, ablam bir kaçık olduğumu düşünmüştü. Ona verdiğim cevabı ise -ki bu cevabı verdiğim ilk ve son kişidir- ömrüm boyunca unutmadım: “ben farklıyım abla” dedim, “ben farklıyım.” Omuzlarımdan tutup bir güzel silkeledi, “nasıl farklısın, haydi neren farklı söyle, neyin farklı, haydi bana farklı bir şey söyle, farklı bir düşünce mesela, haydi!” Söyleyebilecek hiçbir şeyim yoktu, yalnızca farklı olduğumu hissediyordum, o kadar. Bu düşünce tüm gençlik psikolojimi esir aldı, “ben farklıyım” diyip duruyordum içimden ama bu farklılığın ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu, tamamen soyut bir hissetme, tamamen duygu yüklü. Üniversitedeyken kötü bir öğrenciydim, ne ders çalışır ne de derslere girerdim, yarı kopya yarı da şans eseri bir şekilde mezun olduk. Mezun olduğum dönemdeki diğer tüm bölüm arkadaşlarıma ismimi söyleyip beni sorarsanız eğer, istisnasız hiçbiri beni hatırlamaz, dahası tanımaz bile. Mezuniyet yıllığında fotoğrafım da yoktur, ismim de, mezuniyet balosuna gitmişliğim de yoktur, bir tek kara kuru bir diploma duvarda, o kadar. Ama üniversite yılları güzeldi, kendini farklı hissederek geçmiş koca bir aylak dört yıl. Sonra iş hayatına atıldım, dolayısıyla sosyal hayata da; şef, sorumlu ve müdür pozisyonlarında onlarca firma değiştirdim, onlarca kadına aşık oldum, onlarca kez terk edilip onlarca kez arkalarından ağladım. Defalarca borca batıp çıktım, defalarca itibar gördüm, defalarca hakaret yedim. Sonuç olarak başarısızdım ve aklım ablamın söylediklerindeydi, “nasıl farklısın, haydi neren farklı söyle, neyin farklı, haydi bana farklı bir şey söyle, farklı bir düşünce mesela, haydi!” Yoktu, hâlâ söyleyebilecek bir şeyim yoktu. Henüz yaş yirmi beşken ablama hak verdim, farklı falan değildim, yalnızca a-sosyal bir gencin savunma mekanizmasıydı benimkisi. Ondan sonra gönüllü olarak bir sıradan hayatı yaşadım, çünkü ben sıradandım.
23
Birkaç hamle yaptım bu yönde. Örneğin, yüksek lisans öğrencisi ve sonrasında da mezunu olmakla övündüm yıllarca çevreme. Hoş, bilmiyorlardı tabii, yüksek lisans yaptığım programa o sene yirmi kişi alındığını ama sınava yalnızca on dört kişinin girdiğini. Mülâkat sınavında profesörün, cevapları hakkında hiçbir fikrimin olmadığı bir iki sorudan sonra, “siz bu bölümden mezun olduğunuza emin misiniz” derken bana bakan şaşkın yüzünü hiç unutmam. “Maalesef öyle” diyen başımın aşağı yukarı hareketlerini ve yüz mimiklerimi de keza, aynı şekilde. Elinden bir şey gelmezdi, çünkü devlet üniversitesiydi orası ve kaynakların israf olmaması için, sınava giren hepimizi aldılar. İkinci öğrenciliğim sırasında, yeni bir aylaklık dalgası sardı beni. Yalnız bu sefer, para gerekiyordu aylaklık için. Bu yüzden birçok alakasız işe girdim çıktım. Bir keresinde reklamcılar derneğine bile girdim. Görevim, tüm gün yayımlanmış günlük gazeteleri, haftalık ve aylık dergileri inceleyerek çocukların ruh sağlığına zarar verebilecek reklamları tespit etmekti. Paraya ihtiyacım vardı, o nedenle, reklam düşüncesinin bile tek başına çocukların ve hatta tüm insanların ruh sağlığına zarar verebileceğine dair düşüncelerimi çalıştığım süre boyunca kendime sakladım. Sabah ilk iş bir kupa çay alır, ardından da önce sevdiğim gazeteler olmak üzere tüm gazeteleri okurdum, tüm köşe yazarlarını, futbol dergilerini, kadın ve magazin dergilerini. Arada bir ayıp olmasın diye bir iki reklam seçip üstüme rapor verirdim, ondan bir cevap gelinceye kadar da otomobil dergisi, bilgisayar, teknoloji, müzik, genç, yaşlı, çocuk, moda, sağlık, doğa, hayvan, bitki, çiçek, ticaret, siyaset, ekonomi, aklınıza gelebilecek her türden ambalajlanmış bir çok dergiyi okur durur, öğlen saat üçten sonra ise, mesai bitimi olan saat altıya kadar gözlerim yarı açık yarı kapalı resimlere bakar hayal kurardım. En delikanlıyı bile bozardı çünkü tüm o dergileri gün boyu okumak. Yaklaşık üç ay sürdü geçmek bilmez bu günler ve bu günler içinde yapılan o okuma seansları. Dayanamadım ve bir akşamüstü ha uyudum ha uyuyacakken kendi kendime, “ne işim var senin burada, sen farklısın oğlum, unuttun mu?” diye sordum. Yaş yirmi yediydi, alın işte yeniden başlamıştık, çünkü bıkmıştım artık sıradanlıktan ve kaçmak istiyordum. Müdüre gidip istifamı verdim, “sana alışmıştık, seni seviyoruz” dedi müdür, “yok” dedim, “istemiyorum, bu iş bana göre değil.” İyi kötü bir para verip beni saldılar. Bir iki güne kalmadı kendimi, “doğal hayatı koruma derneği”nin bir gönüllüsü olarak Antalya’ya giderken buldum. Görevim gönüllü olarak anket yapmaktı, yalnızca yol, otel ve yemek masrafını karşılıyorlardı, bu, yeterli gelmişti bana. İkinci sınıf bir pansiyona yerleştirdiler beni, oradaki kadrolu gönüllüler. Onlar, deniz kaplumbağalarını korumak gibi önemli bir misyon üstlendiklerinden, anket gibi gereksiz şeyler için taşeron kullanıyorlardı. Anketin temel sorusu, bulunduğumuz bölgedeki ormanlık alanın ne şekilde kullanılması gerektiği yönündeydi, “tatil köyü mü yoksa bir park mı olsun burası?” Ben bir taşerondum, biliyorum, ama doğal hayatı koruma da bu haliyle patronların taşeronu gibiydi. Doğal hayat doğal olarak kalmalıydı bence, otuyla böceğiyle, bunun anketi falan olmazdı, madem doğal hayatı koruma derneğisin, anketlerle bunu savunamazsın, ancak, yüzüne boyaları sürüp savaşırsın! Ellerindeydim, bu fikrimi hiç söylemedim onlara. Üç örnek alan seçilmişti: plajlar, yazlıklılar ve tatil köyleri. Tek bir şemsiyenin dahi olmadığı plajlar felaketti, yerli halk tatil köylerinin gelir kaynağı olduğunu düşündüğünden sanırım, tatil köyü taraftarıydılar. Sıcak ve cehalet sıktı beni ve ilk günden sonra orada bir daha anket yapmadım. Yazlıklara yöneldim, orada kadın günlerine katıldım, kızlarıyla flört ettim, oğullarıyla bilek güreşi yaptım, kocalarıyla tavla oynayıp rakı tokuşturdum ki yakamdaki rozet işe yarıyordu her ortama dalmama. Yazlıkçılar da, enteresan şekilde, tatil köylerinin sivrisineklerin kökünü kazıdıklarına dair mikro bir düşünceyle tatil köyü düşüncesine sıcak bakıyorlardı. Tatil köylerinin sivrisinekleri yazlıklara transfer ettiğine dair çarpıcı fikirleri olanlar olsa da genel kanı buydu. Beni ilgilendirmiyordu, çünkü ben de mikro düşünüyordum, belki de buraya bir daha hiç gelmeyecektim, burada bir yazlık sahibi olmak uzak bir düşünce, bir tatil köyü sahibi olmaksa ütopya bile diyemeyeceğimiz bir yaşantıydı. Zaten her ikisini de istemezdim. Ve sivrisinekler, tabii ya, sivrisinekler! Onları, ben de hiç sevmem, sevemedim. Dediğim gibi yakamda koca harflerle, “DHKD” yazıyordu ki beş yıldızlı tatil köylerinde bazı zamanlar sorun oluyordu bu. Saçı sakalı birbirinde anket yapmaya gelmiş bir adamın yakasına asılı bu rozet, çoğu zaman pek hoş karşılanmıyor ve anlam olarak belki
24
de, “devrimci halk kurtuluş derneği” gibi bir izlenim bırakıyordu üstlerinde. Beni lobide bir müddet bekletiyor, ne oluyor ne bitiyor diye sağa sola sorup ettikten sonra da, görevli olduğuma dair bir yaka kartı verip içeri girmeme izin veriyorlardı. Tatil köyleri, deyim yerindeyse, bu tip çevreci derneklerden bir öcü gibi korkuyorlardı. İçerisi, halk plajları ve yazlıklardan sonra, tek kelimeyle bir cennetti. Yöntem olarak, elimdeki anket sorularını içeren kâğıtları bir bir tüm şezlongların üzerine koyup bir kenara çekiliyor ve çekildiğim köşeden çıplak turist hatunları seyrediyordum. Yarım saat kadar sonra ise bıraktığım sayfaları gidip topluyordum, birkaçınınki boş olsa bile –ki genelde yerli turistlerinki olurdu onlar- çoğu doldurulmuş oluyordu. Avrupalılar daha katılımcıydılar, bizim topraklarımızla ilgili verilebilecek bir karara hiç çekinmeden görüş beyan etmişlerdi ve hemen hemen hepsi ormanlık alanın park yapılmasından yanaydı. Sıkılmıştım artık. Bir an önce eve dönmek istiyordum ama anlaşma gereği kotayı doldurmam gerekiyordu, yoksa dönüş biletimi karşılamayacaklardı. Tatil köyleriyle alakalı sorun yoktu, kotayı aşmıştım bile, yazlıklarda biraz eksiğim vardı, yerli halkla yapılması gereken anket ise hemen hemen hiç yoktu. Bir akşam bir bira açıp kotayı dolduracak kadar hayali anket doldurdum. Biraz inandırıcı olması nedeniyle de, “ilçemizin gelişimi için tatil köyü daha mantıklı” gibi fikirler yazdım, “bu cennet beldenin, Bakırköy kadar modern bir yer olmasını istiyoruz, tatil köyleri buna vesile olabilirler.” Sabah kotayı doldurduğumu söylemek için derneği aradım. Sakalları göğüs uçlarına değen bir adam gelip anketleri kontrol etti ve bana o akşam için bir dönüş bileti ayarladı. Artık eve dönebilirdim. Tipleri eğlenceliydi ama hayat görüşleri bana göre değildi. O günden sonra onları aramadım, hoş, onlar da beni bir kez olsun aramadılar. Bir kaplumbağa kadar hatırım olmadı yani gözlerinde. İstanbul’daydım, yaş yirmi sekiz, kendimi saçları gür beyaz ve göbeği alçı tavan bir adamın masasına nâzır otururken buldum. Adam, mesleğimle ilgili birkaç şeyi bilip bilmediğimi sordu, “beyefendi” dedim,” referanslarım belli, eğitimim belli, yüksek lisans mezunuyum ben, sınava gerek yok, bırakın bir ay çalışayım, eğer beğenmezseniz para falan da istemem.” Adam güldü, gür beyaz saçları kar üstünde bir atlıkarınca gibi döndü dolaştı bir müddet gözlerimin önünde. “Ne istiyorsun” diye sordu. “Ben farklıyım, bilmiyorum amca ne istediğimi” diyemedim, çünkü paradan bahsediyordu, bir yarım ekmek köfte parasına muhtaçtım, ortalamanın biraz altında bir şey söyledim, güldü ve “geç içeri başla” dedi. Ben farklıydım, çünkü sıradan bir insan gibi ne farkım olduğunu bilmiyor, dahası söyleyemiyor, bunu ifade edemiyordum. Belki de, sıradan bir insandan farklı olarak elimde bir done olmadığından böyle hissediyordum, ne istediğimi, neyi ne zaman ve nasıl yapmam gerektiğini hiçbir zaman bilmemiştim, öğrenememiştim, ki sanırım farkım da buydu, ben bir kaçıktım, evet! Hayat, benim için büyük bir bilinmezdi ve bir şeylerden kaçmakla geçiyordu hep. İçeri yöneldim, karşı karşıya bakan iki masada biri kadın diğeri erkek iki çalışan evraklarla boğuşuyordu. Yerine çalışmaya başlayacağım söylenen kadının yanına işle ilgili bilgiler almak için oturdum. Kadın ilk önce sararmış dişleriyle bana sırıttı, sonra dört saat boyunca bir şeyler anlatıp durdu. Yalnızca on dakika tahammül edebildim. Sonrasındaysa gözüm sokaktaydı, aklım gökyüzünde, ruhum düşlerimdeydi.
“Play and pray, pray and play” Miles Davis
25
KÜNYE NİYETİNEDİR
P.A.T! (Puşt Ahali Tarifesi) Zafer Yalçınpınar tarafından yayıma hazırlanmaktadır: Görsel düzenleme, katılımcılarla ilişkiler, düzelti, eşgüdüm, tanıtım, dağıtım, mücadele ve ortalama zekâyı bertaraf etmek gibi tüm bağlayıcı hamallıkları -bendeniz- Zafer Yalçınpınar üstlenmektedir. P.A.T!'ta yayımlanmasını istediğiniz yaratılarınızı zaferyal@gmail.com adresine -konu satırına "PAT içindir" ibaresini ekleyerek- gönderebilirsiniz. P.A.T! birincil ortam olarak interneti seçmiştir. Maddi ve manevi kâr amacı gütmez, dirsek teması umursamaz ve yalansızdır. İşbu derginin PDF dosyası biçimini istediğiniz ortamda, istediğiniz “insan”larla paylaşabilir, istediğiniz bağlantılarla (linklerle) çeşitli “insan”lara sunabilirsiniz. P.A.T!, Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun bir türevidir. Puşt Ahali’nin e-posta grubuna, gruptaki tartışma ve paylaşım geçmişine http://groups.google.com/group/pustahali/topics?hl=tr adresinden ulaşabilir ve hatta gruba üye de olabilirsiniz. (Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun şiarları Ek-1’de yer almaktadır. Onları okumanız ve sezmeniz faydalı olacaktır.) On sekizinci tarifede görüşmek üzere...
Dipnot: P.A.T!’ın eski sayılarını http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/pat2.html adresinden PDF dosyası biçeminde indirebilirsiniz.
26
EK-1: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun Şiarları 1/ nasıl yalnız bırakır adamı bir meydan? aradan biri bağırdı: puşt ahali! - Enis Akın 2/"hiç birbirine çarpan kuş gördün mü havada. ama insanoğluna gelince üstelik yerde neler olduğunu biliyorsun?" - Ece Ayhan 3/Hemen anlaşılmayabilirsin, göze alacaksın. Çoğunluk her zaman başlangıçta yanılabilir, sonradan ayıyorlar sanki. Yan yan değil de doğru doğru yürüyen bir yengece bakarak, "sarhoş galiba" diyebiliyorlar. (…) İki şey bir arada olacak; sancak ve davul. Eğer tek davul olursa sünnet düğünü var sanırlar. Ama sancak da varsa, isyan, ayaklanmadır o. Bin yıllık Anadolu geleneğidir bu. - Ece Ayhan 4/Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman... Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak. - Oruç Aruoba 5/İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yerinden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.(…)Bir sabah, işe giden kalabalık, şehrin en büyük alanında yaya kaldırımının bir noktasında ikiye ayrılıyor, yere bakarak, ama hızını hiç eksiltmeyerek yürüyor, biraz ileride yeniden bir araya geliyordu.O noktada biri vardı; yerde yatan, ölü mü, yaralı mı, içkili mi olduğu, kazaya uğrayıp mı buraya atıldığı anlaşılamayan biri… Yüzükoyun yatıyordu. Bir küçücük çocuğun öfkelenerek yere attığı bir bez bebeği andıran bu adamın kollarıyla bacakları bir tuhaf duruyordu. Eklemleri, köşeleri çoğalmış gibi. Uzun süre kimse yanaşmadı bu adama. - Bilge Karasu 6/Kış geçende bu leylek gendini dışarı verdi. Uçuy, evliğini onarıy. Süslüy. Bekliy ki gendinin eşisi gelecek. Biliy. Ha bugün geldi. Ha yarın gelecaktır. Gözü semadadır. Keyiflidir ki nasıl anlamam. İşte ağalar. Bugünden bir gün idi. Hamogil ocak yakmıştı ki sabah ekmeğini yapalar. Ocak alev alev yanıydı. Yalımlar göğe çıkıydı ki, gökten bu leylek geldi, gendini ataş üstüne bıraktı. Koştular bunu ataştan aldılar. Kurtuldu, bir daha bıraktı gendini ataş üstüne, tüyleri yanıydı zaten. Öldü getti. Göz açıp kapata kadar. Evin içinde bir telaş yürüdü. Herkes birbirisine soruyordu ki, ne olmuştur. Ne olmuştur ki bu leylek gendini ataşa bırakmıştır. O sıra damdan Hamo’nun sesi gelmiştir. Demiştir ki, ben biliyem. Gelin görün sizde bilin. Koşmuş bakmışızdır ki, yuvada iki leylek oturuy. Anlamışızdır, demişizdir ki, insan da beyle değil midir lo, beyledir. - Tuğrul Çakar 7/HER doğruyu söylemeğe gelmezmiş, bir takım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekirmiş… Peki ama bir doğruyu söylememek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek gene sürmesine bırakmağa hakkımız var mıdır? Bazı yalanlar kutsalmış onlara dokunmağa gelmezmiş… Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına artık inanmıyoruz demektir; bunun için “kutsal yalan” sözü bir şeyin hem köşeli, hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. (…) Bir takım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik düşüncesinin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilebilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!... Öyledir kişioğlu: kendisi için ille de bir takım ayrıcalıklar ister. “Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur” diyen kimse, öğrendiği, anladığı doğrulara lâyık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu… Ancak kendini düşünür, kendini büyük görmek için yol arar. Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalanı yayıyoruz demektir. – Nurullah Ataç
27
“ ...i nsa nı se vme kl e b aşl a y aca k her ş ey .”
iletişmek için;
Zafer Yalçınpınar zaferyal@gmail.com http://zaferyal.kuzeyyildizi.com
P.A.T! 17.tarife Mayıs 2009
“bayiinizden isteyemezsiniz”
28