Pat18

Page 1

. CORTÁZAR . ARUOBA . ÇUR . PAPUÇ . ÜRGÜP . . KARAVİN . YALÇINPINAR . HATKO . MAVİTAN . STICKNEY . . AZAR . EZBİDERLİ . GINSBERG . HIZIROĞLU . KILÇER . KURT .


2


iç in dekiler

2

Editörden…

Üst Üste Çadırlar

4 ORUÇ ARUOBA

8 TRUMBUL STICKNEY Küçük Bir Dram Kedilerin Yön Bulması 9 JULİO CORTÁZAR Yaban ERKAN EZBİDERLİ 11 Sait Faik’in Sivilliği Üzerine Serbestçe Konuşmak 12 YALÇINPINAR-KILÇER FİKRET ÜRGÜP 15 “Prens Mişkin” Çizimi AZİZ KEMÂL HIZIROĞLU 16 “Şiir Dili ve Çeviri Sancıları” 19 ARZU ÇUR Yaz Ey Şehir! Son Gece 21 AYBUKE DİLGE HATKO 22 ZAFER YALÇINPINAR Gelmeyen 23 BİHRAT MAVİTAN ALLEN GINSBERG 24 Can Yücel Tayfun Ağabey’in Kitaplarına Dokunmak 25 MURAT PAPUÇ “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” 28 TAYFUN KURT ANLATIYOR “evler vardı Zaman’ın üstüne çıktılar”29 A. SUPERTRAMP’İN EVİ “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” 31 PICASSO-ÉLUARD Mut Kayış 32 İBRAHİM AZAR Agarta 34 JANSET KARAVİN 35 KÜNYE EK-1 36 “P.A. Şiarları” 3


Oruç

ARUOBA * ÜST ÜSTE ÇADIRLAR

İstanbul bir meyve bahçesidir. Le Corbusier(1924)

Bir zamanlar, ders vermek İçin Türkiye'ye gelen bir (midesine düşkün) İskoç felsefeci, yanında, Türk mutfağı üzerine bir İngiliz hanım gastronomun yazdığı bir kitap getirmişti. Hanımın temel tezi, Türk mutfağı üzerine temel yorumu, bunun, göçebe bir halkın mutfağı olduğundan dolayı, kolay taşınabilir, küçük ögeli yemeklerden oluştuğuydu. Oradan oraya göçen insanların yanlarında kolayca götürebilecekleri yemekler... Bizim (midesine olduğu kadar esprisine de düşkün) İskoç da, dolma, sarma, börek, şiş, sucuk, pastırma yedikçe, bu yoruma doğrulamalar bulur; at sırtında giderken ceplerine doldurdukları köfteleri atıştıran göçebeler getirirdi gözünün önüne... Espri bir yana, aradan geçen bunca yerleşik toplumdan sonra, bu 'menkul' mutfak tasarımı -en azından Osmanlı mutfağı için- uygunluğunu yitirmiş gibi: Topkapı Sarayı'na Sinan'ın eklediği olağanüstü mutfağa İmparatorluğun dörtbir yanından 'ithal' edilerek getirtilen, ya da burada geliştirilen yemek türleri bunu gösteriyor. -"İzmir İşi Köfte" ya da "Beğendili Kebap" da yiyoruz artık; ama, bu 'kuşbaşı' yemek alışkanlıkları da büyük ölçüde sürüyor. Acaba başka yaşam alanlarında ne ölçüde 'gayri-menkul' olmuşuz? Anadolu'ya gelen Türk boylar, göçebelikten ne ölçüde kurtulup yerleşikliğe ne ölçüde geçebilmiş? Bugünkü kentlerimizin 'yerleşiklik' düzeyi ne? Bu soruya yanıt ararken bakılacak ilk alan, yerleşmenin kendi alanı: İçinde yaşadığımız yerler, e v l e r i m i z; ve onların da içinde yer aldıkları yerler, k en t l e r i m i z. İki çarpıcı olguyla başlayalım işe:Türk evlerinin (ister köyde ister şehirde) içleri son derece temiz-pak ("bal dök yala") olduğu halde, dışları son derece bakımsızdır, pistir. Bu olgunun temel bir göstergesi, İyice burjuvalaşmış küçük bir kesim dışında hâlâ süren 'eşikte ayakkabı çıkarma' âdetidir: Pislik dışarıda, temizlik İçeride... İkinci olgu, kentlerimizde ekonomik düzeyi yüksek bölgelerde apartmanların çoğunluğa geçme eğilimine karşılık, tek katlı evlerin genellikle ekonomik düzeyi düşük bölgelerde bulunması. Bu olgu, belki ekonomik nedenlerle (arsa pahalılığı) ya da kentleşme sürecinin genel özellikleriyle (gecekondulaşma; arsa kapama) açıklanabilir; benim bun4


dan çıkarmak istediğim sonuç ise şu : Türkiye'de ekonomik düzey yükselmesine eşlik eden bir yerleşim eğilimi, evden apartmana geçiş olgusudur. Yani, ekonomik düzey yükseldikçe, bir yandan evler yıkılarak yerine apartmanlar yapılır, bir yandan da insanlar evlerden apartmanlara taşınır. Kasabalarda ve küçük kentlerde, ölçek küçüklüğü sayesinde daha açık görülen bu olgu, büyük kentlerimizde, başka olgularla İçice de olsa, epey yaygın : Ankara'nın Bahçeli(!)evler'inde ya da Gazi Osman Paşa'sında git gide kaybolan evler, villalar; onların yerinde git gide daha yükseğe yükselen apartmanlar... İstanbul'un Levent'inde bu açıdan ilginç bir gelişme, bahçeli villaların şirket büroları haline gelmeleri. Bu bakımdan bir gariplik, birçok İstanbullu (?) zenginin, ekonomik açıdan bahçe içinde bir evde rahatlıkla oturabilecekleri halde, 'lüks' apartman katlarını yeğlemeleri bahçe içinde bir evde oturma, çok küçük bir ultra-zengin azınlığın (o da, muhtemelen, beğenileri yüzünden değil, 'statü'leri gerektirdiğinden) imtiyazında; ya da, eski aile konaklarında ya da yalılarında (birçoğu da istemeye istemeye) oturan köklü ailelerin imtiyazında. Bu sonuncular da (kaderin cilvesi!), çoğu zaman, ekonomik düzeyleri yetmediğinden; onu yükseltmek için, yalılarını, konaklarını satıp, karşılığında kat alırlar: Milyonlara (artık milyarlara) satılan yalıyı, konağı bekleyen de, gene, apartmana dönüşmektir... Bu olgunun garipliği şurada: Dünyanın hemen her yerinde, kapitalistleşme süreci içinde, ekonomik olanakları artan burjuva, bahçeli ev edinme yönelimi gösterirken, Türkiye'de tam tersi oluyor -Batı'nın kapitalist kentlerinin banliyöleri tek katlı evlerden oluşurken, İstanbul'un, Ankara'nın, İzmir'in banliyölerinde koca koca 'blok'lar, 'site'ler yükseliyor; kapitalist toplumlarda, apartman katında oturanlar en düşük gelir düzeyine sahip kesimken, Türkiye'de üst gelir düzeyliler oluyor. Aynı şekilde, sanayileşme ve kentleşme sürecinin başka toplumlarda yarattığı yoksulluk bölgeleri ("slum"lar) şehir merkezindeki büyük (ama eski) yapılardan oluşur; bizde ise, şehir dışında, bahçe içinde (yepyeni!) evlerden -bizim kent merkezlerimizdeki (onlar da yeni) büyük apartmanlar ise, zenginlerin konutlarıdır...-Buradan da garip bir görünüm: Ankara'nın Kavaklıdere'sindeki beş katlı bir apartmanın beşinci katındaki 280 metrekare falan dairesinde oturan, işyeri Kızılay'da olan yeni palazlanmış işadamı, sabah kalkıyor, apartmanının beton 'bahçesi'ne parkettiği 280 SE falan Mercedes'ine binerek ikibuçuk kilometre katediyor, bir ara sokakta zar-zor peylediği park yerine arabasını bırakıp, beş katlı bir apartmanın ikinci katma çıkıyor. Bu açıdan, arabasını Kadıköy'de parkedip, 'karşı'ya vapurla geçen, ya da arabasıyla Köprü'nün hengamesine katılan İstanbullu daha mı burjuva? -o da, Erenköy'de ondördüncü falan katta oturuyor; işyeri de Karaköy'deki altı katlı bir 'han'ın üçüncü katında... Oysa, New York'daki, Londra'daki, Frankfurt'taki burjuva, sabahleyin bahçeli evinin garajından arabasıyla çıkıyor, tren/metro istasyonuna gidip arabasını parkediyor, sonra da yüz kilometreye varabilen bir yolculuktan sonra, bir gökdelenin bilmemkaçıncı katına çıkıyor... Bunlar acaba yalnızca ekonomik azgelişmişlikten, gelişmekte-olmaktan mı ileri geliyor? 'Geri'lik ne anlama geliyor burada? *** Ekonomi temelli toplum kuramları, burjuvaziyi (en azından tarihsel başlangıçlarında) büyük çapta kültürsüz ve görgüsüz sayar -nasıl başka türlü olsundu ki, yeni bir sınıf olarak-; bu yüzden, dolaysız yaşam, görgü/görenek 'değer'lerini bir önceki egemen köklü- sınıftan; aristokrasiden devraldığını söyler. (Bu duruma en somut örnek, burjuvazinin gözde otomobili Rolls-Royce'dur: Meraklı bir aristokrat ile becerikli bir mühendisin işbirliği sonucu yaratılan bu 'alet', burjuvazi devralana dek, zengin kalabilmiş aristokratlara 'hitap' ediyordu.) Bizde de aynı 'öncekine dönüş' süreci işlemişe benzer; ama, sanki çok daha gerilere gidilmiş: İstanbul saraylısı ve taşra eşrafının görgü/göreneği (nedense) etkisiz kalmış; palazlanan burjuvazi de daha geriye, göçebe Anadolu geçmişine dek geri giderek, elde ettiği ekonomik güçle gerçekleştireceği yaşamsal 'değer'leri oradan almış. Bu işlem sırasında, yoğun kentleşme içinde köyden kente çok hızlı aktarılan nüfus, zaten cılız olan yerleşim köklerini yeniden sökerek ("yorganını sırtına vurarak") şehre gelirken, göçebe

5


bilincini yeniden ve daha güçlü olarak canlandırmış. Bu arada, kentleşme süreci de, bu yoğun nüfusun eski şehirlilik geleneğini 'usturuplu' bir biçimde devralmasına elverecek bir biçimde yürümeyince, bugünkü duruma gelinmiş: köy irisi kentler olan şehirler... Şunu söylemek istiyorum, kısaca:Türkiye'nin kentleri, en temelde, göçebe bir bilinç üzerinde gelişmektedir. Birimlerden başlarsak da, yukarıdaki önermenin bir çıkarımı şu:Türkiye'deki temel yerleşim birimi haline gelmiş olan apartman, bir göçebe oba mantığıyla işleyen bir olgudur. İlkin dilsel açıdan yaklaşalım.- Apartment sözcüğü kendi anadillerinde "ayrılmış bölme" gibi bir anlama geldiği halde, Türkçe'ye geçince, ilginç bir dönmeyle, o bölümlerin oluşturduğu toplam yapıyı niteler olmuş. Böylece, Batı'da aslında eski ve başlangıçta tek başına bir konut oluşturan büyük bir yapının sonradan bölümlendirilmesiyle oluşturulan aparment'ların yerine, Türkiye'de apartman, yeni ve baştan bölmeli olarak kurulmuş bir yapıdır. Bu açıdan bir başka terslik de, Batı'daki ilk apartment'ların oluşma sürecinin, şehir merkezindeki eski yapıların korunmasıyla sonuçlanmasına karşılık, Türkiye'de yapılan apartmanlar eski yapıların (köşklerin, konakların, evlerin) yıkılması sonucu oluşmuştur. Nitekim, Türkiye'de "apartman irisi" gibi bir anlama gelen blok'lar ya da site'ler, Batı'da kent dışına yapılır; kent içine yapılan gökdelenler ise, konut değil, işyeridir. Bütün bunlardan, Türkiye'deki 'apartman' olgusunun temelinde şöyle bir tasarım bulunduğu sonucunu çıkarabiliriz : Nasıl bir göçebe oba, konakladığında, ortak bir (boş) alan üzerinde y a n y a n a toplanan çadırlardan oluşursa, bir 'apartman' da, aynı 'arsa' üzerinde, ama bu kez ü s t ü s t e toplanmış 'dairelerden oluşur. Bu tasarımın ne denli göçebe nitelikler taşıdığına, şimdi bazı gözlemler yoluyla bakalım:İnsan gözleriyle görmese inanmaz : Ankara'nın Kavaklıdere'sinin Bülten Sokağı'nda, beş katlı bir apartmanın üçüncü katında oturan; mutfağında musluk, lavabo, pis su boşaltım sistemi, vb. bulunan bir evkadını, bulaşığını bir tas içinde yıkadıktan sonra, tası mutfağının penceresinden aşağı boca ediyor... Bu hanım, yaklaşık bir kuşak öncesinden Ankara'ya gelmiş (bu arada da bir hayli varlıklılaşmış) bir ailenin kızı: Kayınpederleri aynı apartmanın en üst katında; kızkardeşi ye eniştesi karşı apartmanda; halası yandaki apartmanda; dayısı iki apartman aşağıda uzatmaya gerek yok... Bu belki de biraz aşırı 'tipik' örnek, şunu gösteriyor: Aslında bir tür yerleşiklik içinde bulundukları köylerinden, henüz bilmedikleri bir yaşam biçimine girecekleri kente göç ettiklerinde, bu ailenin fertleri, en eski göçebe bilinçlerini yeniden kurmuş; yeni 'yerleşiklikleri'nde de en eski 'oba'larını yeniden oluşturmuş, eski çadırlarına geri dönmüş... Ancak, eski obalarda kan bağı ya da ortak geçmiş yoluyla sağlanan toplumsal birlik, ve bunun temeli olan gelenek/görenek, tabii ki, bir apartmanın 'çadırlar'ı arasında kurulamaz, oluşturulamaz duruma gelmiştir artık: Bu 'sabit oba'lardan artık her isteyen 'çadır' satın alabiliyor ya da kiralayabiliyor; bazı durumlarda gelir düzeyi bile yeterli bir birlik sağlamıyor. Bu da ilginç bir biçimde apartmanların yönetimine yansıyor: Gürültüsüz patırtısız yönetilen apartman var mı? 'Oba' birliği olmaksızın biraraya gelen 'çadır' sakinleri, bir türlü anlaşamıyorlar; her 'çadır' gittikçe kendi içine kapanık, kendi kendine bir birim oluşturuyor. (Örneğin, bir daire sakini, apartman yöneticisine şöyle diyebiliyor: "Ben radyatörlerimin musluklarını kapattım, soba yakıyorum; yakıt parası vermeyeceğim"...) Obanın dayanışma unsuru bu yolla yitince, zaten başlangıçta başkaca bir ortaklık da bulunmadığından, kentlerimizde görülen keşmekeş ortaya çıkıyor. Kent sokaklarındaki; apartmanlarımızın bahçesinde, önünde, hatta girişinden başlayan düzensizlik, bakımsızlık, pislik, keşmekeş... "Belediye hizmeti" kavramının göçebe yaşam biçimine ne denli yabancı birşey olduğunu düşünelim: Üzerinde konakladığı yayla, oba için, geçici bir çevre, bir mevsim sonra geçilip gidilecek bir uzam, geleceği hesaba katılması gerekmeyen bir doğa parçasıdır belki ertesi yıl oraya yeniden gelinmeyecektir bile. Bu yüzden göçebenin bu yerde yap-

6


ması gereken tek 'çevre düzenlemesi', çadırının tabanına gelecek toprak parçasını düzleştirmektir. Sonra da, temiz tutacağı tek yer, çadırının içidir; onun tek yaşam yeri budur. Geriye kalan geniş doğa parçası, kendi haline bırakılır; zaten, onu göçebe için değerli kılan, kendi haline bırakılmış halidir. Bu gözle bakınca anlıyoruz: Kentlerimiz de bizim için böyle bir anlam taşımıyor mu? Sabah çıktığımız ve akşam döndüğümüz (ve tertemiz tuttuğumuz) evimizdir asıl 'yer'imiz; gerisi, içinden geçip gittiğimiz boş uzam.. Aldırmayız bu uzama; yani kentimize tıpkı obanın yaylası gibi, kendi haline bırakırız onu; o da, gerçekten 'yayla'laşır, 'doğa'laşır - 'orman'laşır: Keşmekeş... Böylelikle, Le Corbusier'nin New York'ta teşhis ettiği "barbarlık durumu"na ulaşıyoruz; ama bambaşka bir yoldan : New York'ta köklü kültür eksikliği ve yaşam ilişkilerinin salt ekonomi ilişkilerine indirgenmesi sonucu doğan 'canavar' kent, bizde, yerleşikliğin anlamına yabancılığımızdan; kentin varlık koşulu olan şehirli yaşam biçimine aykırılığımızdan doğan, 'doğal haline bırakılmış' kent oluyor. Göçebe oba, yalnızca bir mevsim kaldığı yaylasını ne denli kirletirse kirletsin, oradan gidecektir; doğa da, rahat bırakılacak, kendi kendisini temizleyecektir. (Obanın geride bıraktığı pislikler, doğanın eritebileceği türdendir.) Oysa göçebe bilinç sahibi 'şehirli', yerleşiktir de aynı zamanda -göçebeliğiyle yerleşmiştir: yerleştiği çevreye -kentine- yönelik göçebe huyları sürüp gitmekte; bu huyların çevreye yığdığı pislikler de birikip durmaktadır (-bunlar da, doğada ayrışmayan naylon poşetler içinde...). ***

Bir şehir, bir yaşam biçimidir. Bir konutlar toplamı -bir kent- değildir yalnızca, bir şehir; bir yaşam toplamıdır. Konutlar toplamı haline gelince, bir yığından başka birşey olamaz - ki, öyle de oluyor; görüyoruz... Her bir arsasında kendi başına buyruk oluşan yapıların ardından koşan belediye, hep geç kalıyor - ne bir parkı, ne bir çocuk bahçesi, ne bir spor salonu, ne bir alışveriş merkezi olan kişiliksiz ve niteliksiz yığın mahalleler çıkıyor ortaya. Oysa Avrupa'nın köklü kentleri, içindeki insanların toplam yaşam alanlarıdır -bunun da gereklerini yerine getirirler. Bu kentleri "şehir plancılığı" çıktıktan sonra düzenlenmiş kentler diye görmek yanlıştır. Tersine, kentlerin planlanması gerektiği düşüncesi, z a t e n, bu toplam yaşam uzamı bilincinin gelişmesinden dolayı ortaya çıkmıştır. Eski 'planlanmamış' şehirlerde görülebilir bu : Onların gösterdiği bütünlük, yayladan ayrılıp yaşam uzamı olarak kenti seçen insanın yaşam biçimini yansıtır. Bir şehir, bütün bir dünyadır. İnsan 'doğa'da yaşayamaz; yalnızca 'ev'de de yaşayamaz - bunlarsız edemez; ama bunlar yetmez ona: Bir dünyada yaşar insan. Çağdaş insanın dünyası, artık, beğensin beğenmesin, istesin istemesin, kaçınılmazca, kenttir. Dünyasını, yani kentini, hem 'doğa'sı hem de 'ev'i haline sokmaktan başka çıkar yolu yoktur - yerleşmekten başka yolu, yok...

Not: İşbu metin Temmuz 1990 tarihli Argos Dergisi’nden alıntılanmıştır.

7


Trumbul

STICKNEY * BİR KÜÇÜK DRAM (Çeviren: Feyyaz Kayacan)

Kes artık, uzatma sözü, Bir kedi var sanki içimde. Sanki yeşil, kedinin gözleri Sanki sürüngen, sanki yay. Usuma kuşlar konmuş sanki, Ortaklaşa sanki yoksunlukları. Kıl kalmış sanki kedinin Kuşları usumla birlikte kaçırmasına. Kes artık. Sankisi, kedisi medisi kalmadı.

8


Julio

CORTÁZAR * KEDİLERİN YÖN BULMASI (Çeviren: Engin Soysal)

Alana ve Osiris bana bakınca, en ufak bir ikiyüzlülük, ya da, gizlilikten yakınamam. Dosdoğru yüzüme bakıyorlar; Alana ve mavi ışığı, Osiris ve yeşil ışını. Birbirlerine de aynı şekilde bakıyorlar; Alana Osiris'in siyah sırtını okşuyor, o da süt kabından burnunu kaldırıyor ve tatmin olmuş bir biçimde miyavlıyor. Kadın ve kedi benden ayrı, okşamalarımın yakalayamadığı alanlarda iletişimde bulunuyorlar. Osiris üzerinde bir otorite kurmaktan çoktan vazgeçtim; iyi arkadaşız, bununla birlikte aramızda aşılamayacak bir uzaklık var. Ama, Alana karım ve uzaklık bir başka. Bana baktığında, ve bana gülümsediğinde, Osiris gibi yüzüme doğruca baktığında, ya da, hiçbir şey gizlemeden konuştuğunda - her davranışında ve herşeyde kendini vererek, aşkta da nasıl veriyorsa; tüm bedeni de gözleri gibi olduğunda, mutlak bir bağış, kesintisiz bir karşılık, onun göremediği bir gölge düşüyor mutluluğuma. Şaşılacak şey, Osiris'in evrenine doğruca girmekten vazgeçmeme karşın, Alana için olan aşkım, böyle tekdüze biçimde sonuçlanmış bir anlaşmayı kabul etmiyor : her zaman için bir çift olmak, gizemsiz bir yaşam. Bu mavi gözlerinin ardında başka birşey var, bu sözcüklerin, sızlamaların, sessizliklerin altında başka bir evren soluk alıyor. Bunu ona hiç söylemedim, bunca günün bunca yılın üzerinden geçtiği bu mutluluk yüzeyini kıramayacak kadar çok seviyorum onu. Kendi kafama göre anlamaya, keşfetmeye çalışıyorum. Gözetlemeden, kuşku duymadan izliyorum onu. Yaralanmış çok güzel bir heykeli, bitmemiş bir metni, yaşam penceresine yazılmış bir gökyüzü parçasını seviyorum. Bir ara müziğin beni Alana'ya götürebilecek bir yol olduğunu sandım; ona, Bartok, Duke Ellington, Gal Gorta'nın plaklarını dinlerken baktığımda, duyarsız bir saydamlık beni onun yerine yerleştiriyordu; müzik onu değişik bir biçimde soyuyordu, onu daha da Alana yapıyordu, çünkü Alana doğruca yüzüme baktığında benden hiçbir şey gizlemeyen bir kadın olamazdı. Alana'ya karşı, Alana'nın ötesinde, onu daha iyi sevebilmek için arıyordum; ve başlangıçta müzik bana başka Alanalar gösterdiyse de Rembrandt'ın bir gravürünün önünde onun daha da değiştiğini gördüm: gökyüzünde bir bulut oyununun ansızın gölgelerin yerini değiştirdiği, ışıkların görüntü aydınlığa kavuşturduğu gibi. Resmin Alana'yı kendi kabuğunun dışına çıkardığını duydum, bir anlık bir değişim mı - Alana'dan Alana"ya giden, görünmesiyle yitmesi bir olan bu düşü - ölçebilen tek izleyici olarak. Gönüllü aracı Keith Jarrett, Beethoven, ve Annibal Troilo ona yaklaşmama yardımcı olmuşlardı. Ama bir gravürün, ya da, tablonun önünde Alana kendi olduğunu sandığı kişiden daha da ayrılıyor, bir an için düşsel bir evrene giriyordu. Bilmeden kendi dışına çıkıyordu, bir resimden diğerine giderek, onları yorumlayarak, ya da, susarak. Kraliçelerin, asların, maçaların, sineklerin, Alanaların birbiri ardına geldiğini gören, dikkatli ve temkinli ve biraz geride durup onu kolundan tutan biri için her yeni izlemenin yeniden dağıttığı bir iskambil oyunu..

9


Osiris ile ne yapabilirdim ki? Sütünü vermek ve tatmin olmuş siyah topaca saygı duymaktan başka. Ama Alana'yı, dün yaptığım gibi resim sergisine götürebilirdim; bir kez daha aynalar ve kara odalar tiyatrosuna tanık olmak ve tuale gerilmiş imgelerin başka bir imgeye-girişte sigarasını söndürdükten sonra üzerinde pislenmiş bir kot pantolon ve kırmızı gömlekle tablodan tabloya geçen, bakışının tam istediği aralıkta duran, ara sıra yanıma gelip bir yorum yada, bir karşılaştırma yapmamı isteyen Alana- karşı durmalarını görmek için. Buraya tablolar için geldiğimden, ve onu biraz geriden, ya da, yanından izleyen bakışımın kendi bakışıyla hiçbir ilgisi olmadığından kuşkusu olamazdı. Alana tablodan tabloya düşünceli bir şekilde geçerken çok değişiyordu. Gözlerimi kapatmak, ve onu kollarımın arasında sarıp taşkınlık yapmak, sokakta delice bir yarışa götürmek istiyordum. Bunu yapmamak için acı çektiğimi hiçbir zaman bilmeyecekti. Bulgusunda ve eğlencesinde rahatlığı bulurken, duraklamaları ve durgunlukları gerilimine ve susuzluğuma yabancı, benimkinden ayrı bir zamana yazılıyorlardı. Şimdiye dek herşey yalnızca belirtiydi; müzikte Alana, Rembrandt önünde Alana. Ama bekleyişim artık çekilmez olmuştu. Sanat Galerisine gelişimizden beri, Alana kendini resimlere vermişti: bukalemunun korkunç saflığıyla bir durumdan diğerine geçiyordu: uygun zamanı gözetleyen bir izleyicinin onu, duruşunda, başının eğikliğinde, ellerini ya da, dudaklarının deviminde izlediğini, ve her yeni durumun tüm oyun bitene dek birbiri ardına masaya düşen iskambil kağıtları gibi Alana'nın Alana'yı kapattığını bilmeden. Alana'nın yanında, Galerinin duvarları boyunca ilerlerken, onun kendini bir resme verdiğini gördüm; Alana tabloya bakıyordu. Ben de tabloya bakıyordum. Sonra da bana bakıyordu, ve gözleri böylece değişmeyi yakalayan bir üçgeni çoğaltıyordu. Onu bir an için çevreleyen değişik bir ayla, yerini bir yenisine bırakıyordu; en son en gerçek çıplaklığa götürene dek. Bu birbirine geçişin nereye dek yineleneceğini, her ikimizin de arzusunu yerine getirecek bir bileşime kaç yeni Alana'nın beni götüreceğini önceden kestirmek olanaksızdı. Onu bir içki içmeğe götürmek istediğimi söylemeden önce yeni bir sigara yakan, ve hiçbir şeyden kuşkulanmayan Alana, ve uzun arayışımın en sonunda sonuçlandığını ve sevgimin bundan böyle görünür ile görünmeyeni ayırdedebileceğini, kapalı kapılardan yasak geçitlerden çekinmeksizin Alana'nın açık bakışını kabul edeceğini bilen ben. Bırakılmış bir kayığın ve ön planda kayalıkların bulunduğu bir resmin önünde Alana'nın yeniden durgunlaştığını gördüm; ellerinin görünmeyen bir dalgalanışı, onu sanki gökyüzünde yüzermiş gibi gösteriyordu. Sanki büyük denizleri, enginlerde bir kaçışı arıyordu. Ağaçların geçişini yasaklayan, ucunda maça desenleri olan parmaklıkların bulunduğu bir resmin onu ürküttüğünü görmek beni şaşırtmadı; başka bir yansıma noktası arıyor gibiydi; ve ansızın tablodan uzaklaşması, kabul edilemeyecek bir sınırlanmanın yadsınışı. Kuşlar, sualtı canavarları, sessizliğe açılmış, ölümün bir benzerinin içeriye girmesine göz yuman pencereler... her yeni resim, Alana'nın bir önceki rengini silerek, onu kaplıyordu: özgürlüğün, uçuşun ve büyük mekanların titreşimlerini ondan çekerek, geceyi ve hiçliği yadsıyışını, güneşin yörüngesinden kaynaklanan arzusunu, anka kuşunu andıran ürpertici çevikliğini olumlayarak. Beklediğim şeyin gerçekleşmesinin yüzümde yapacağı göz kamaştırıcı etkisini gördüğünde, soru dolu şaşkınlığı ve bakışının altından kalkamayacağımı bildiğim için, Alana'nın biraz gerisinde duruyordum. Çünkü bu arzu aynı anda bendim, benim tasarımdı. Alana benim yaşamım. Alana istemiş olduğum bir şey ve kuru bir yaşamın benden esirgediği bir armağan, işte en sonunda, en sonunda, bu andan başlayarak ve bu anda. Alana ve ben. Onu kollarımın arasında çıplak tutmak, onu, aramızda herzaman, herşeyin apaçık olacağı, herşeyin söylenebileceği bir biçimde sermek, ve yabancısı olmadığımız bu bitmeyen aşk gecesinden en sonunda yaşamış ilk şafağının doğmasını isterdim. Sonunda Galerinin sonuna geldik. Çıkış kapısına doğru yaklaşıyordum, sokağın havasının ve ışıklarının Alana'nın beni tanıdığı biçime sokmasını bekleyerek başımı dışarıya doğru çevirdim. Alana'nın başka izleyicilerin, şimdiye dek görmemi engellediği bir tablonun önünde durduğunu gördüm. Bir pencere ve kedi imgesinin önünde uzun süre kımıldamadan durmuştu. Son bir değişiklik onu, diğerlerinden ayıran ve tualde onun yitmiş bakışını aramaya çalışan benden açıkça ayıran ağır bir heykel yaptı. Kedinin Osiris'e benzediğini gördüm. Pencere duvarının bizim de görmemizi engellediği uzaktaki bir şeye bakıyordu. Kedinin kımıldamadan oraya bakmasındaki durgunluk, yine de ona bakan Alana'nınkinden daha azdı. Üçgenin kırıldığını duyar gibi oldum; Alana bana doğru başını çevirdiğinde üçgen artık yoktu. Alana ve Osiris'in ne zaman yüzüme dosdoğru baktılarsa gördükleri, onlardan başka kimsenin göremeyeceği, ve şimdi ikisinin pencerenin ötesinde baktıkları yerde kurulmuştu.

10


Erkan

EZBİDERLİ * YABAN

1 çimen, logaritması yuvarlağın ve bir miting bir başına içerde dışarıda dikiz, ki direnişi ayın. 2 körebe her halinde bir yaban fırlatılıp unutulurcasına dipte kafakâğıdı yırtık, ıslak, ölgün bir yaban her halinde kekeme seslerse, faraziyeden düz sesler. 3 yeniden yürürsün de caddeleri ah öremezsin o kozayı gene de gönlün tuzla yoğrulmuş hamur süzgeçleri tıkalı sarhoş bir dua kırık bir fincan pınarında nazar deler geçer zehri, oku, bata çıka. 4 yaprakları! sağa sola yatık dalın sağa sola köçek kibrin mıknatısı! evvela hücresizdir bilmen lazım. 5 bilir bilinmez, görür duyulmaz bir yaban her halinde uçuşsuz izinsiz önce ve sonra ve isimsiz ve gelir dönemez gider kalamaz kıyametsiz her halinde bir yaban. 6 nasıl savaşır göğe karşı ordular kim vurabilir bıçağı tan ortasına hangisi? ipek böceği kanatlarıyla.

11


“Sait Faik’in Sivilliği Üzerine Serbestçe Konuşmak” * 11 Mayıs 2009

Zafer Yalçınpınar: Sait Faik hakkında konuşuyorsak, öncelikle, Sait Faik’in edebiyatımıza yaptığı “ilerici” katkılara paralel bir şekilde “insancıl olmak” amacına yaptığı önemli katkılardan, “ideolojik” diyebileceğim bu özellikten de bahsetmek gerektiğine inanıyorum. Çoğu ders kitaplarında gördüğümüz ve bize ezberletilen “durum” hikâyesi tekniğini, çağdaş edebiyat bilgilerini, Sait Faik’in üzerine yüklenen söylenceleri, sağda solda dağıtılan sebilleşmiş klikleri filan şimdilik bir kenara bırakalım diyorum. Sait Faik’i “sıkı” yapan “sahici” bir şey üzerine odaklanmak gerekiyor. Sait Faik’teki en önemli farklılığın “okuyucuyla bir arkadaş gibi, kol kola, yan yana durmak” olduğunu düşünüyorum. Sait Faik hikâyesini okuyan biri onun koluna girer ve onunla birlikte adaların, denizin, mücadelelerin, balıkların, sokakların ve aslında tüm yaşamın, her şeyin soluk alıp verişini, ayrıntısını yüklenir. Sait Faik’i okuyan birisi “yazmayan yazar” gibidir. Sait Faik de aslında “yazan okuyucu” olmuştur belki de. Okuyucuyu hikâyelerinin “kahraman”ı olarak görmüştür Sait Faik. Bir anlamda da kendini... Sait Faik’in hiçbir hikâyesinde “statüko güzellemesi” bulunmaz. Bizim “mülki edebiyatımızın tüm kâhyaları” şu klik üzerinde birleşmiş gibidirler; “Sait Faik sıradan ve küçük insanı anlattı.” Hayır. Sait Faik tüm eserlerinde “sahici insan”ı anlattı yahu! Öncelikle bu sivillikten, bu başıbozukluktan ve hatta edebiyatımızdaki bu büyük devrimden, ilerlemeden bahsedelim istiyorum. Cengiz Kılçer: “Sait Faik sıradan ve küçük insanı anlattı.” demek Sait Faik öykücülüğünü karikatürleştirmekten öteye gitmeyecek bir safdilliktir. Merak ediyorum; acaba “Sait Faik sıradan ve küçük insanı anlattı” cümlesini kim, ne zaman ve hangi akıl kurdu? Neyse önce “sıradan ve küçük insan” iddiasındaki ortak itirazımıza sıradan ve küçük insanların sadece soyut birer insan olmadığını belirterek başlayayım. Milyonlarca insan yaşama biçimlerini, çıkarlarını ve kültürlerini diğer sınıflardan ayıran ve onları diğer sınıflarla karşıtlık içine koyan ekonomik koşullarda yaşadığı sürece bir sınıf oluştururlar. Sait Faik’in dönemine yetişemediğimiz ve tanık olamadığımızdan için zorunlu olarak hakkında yazılanları okumak durumundayız. İtirazımıza tanık olarak Vedat Günyol’un “Sait Faik’in Abası” başlıklı yazısından şu satırları okuyoruz: “Sait Faik için insanlar ikiye ayrılıyordu: Namuslu-namussuz, sömüren-sömürülen insanlar.” Peşinen, Sait Faik’i sıkı ve sahici yapan sanırım yine kendisiydi, onun nevi şahsına münhasırlığıdır. Dikkat edilirse Sait Faik, bu topraklarda ne bir öncülü ne de bir ardılı olan yazarımızdır. Sanatın ama özellikle edebiyatın, zamana koşullu olduğunu ve ancak tarih içerisinde belli bir zamanın düşüncelerini, isteklerini, gereksinmelerini, umutlarını yansıttığı ölçüde insanlığı temsil ettiğinin altını çizmek isterim Faik, bunu başarmıştır. Sait Faik için nevi şahsına münhasırdır demiştim; yine Oktay Akbal’ın bir anısı var. Sait Faik ve Orhan Veli ile üçü bir bahar günü Boğaziçi’nde vapur gezisine çıkarlar. Bütün iskelelere uğrayacak vapuru binmişlerdir. Üsküdar’dan Beykoz’a kadar Sait Faik O. Akbal’ı sorguya çeker: “Şu iskeleyi anlatmak gerekse neresinden başlarsın?” Anadoluhisarı iskelesinin yanında küçük bir kahve vardır, önünde dururlar. Sait Faik: “Haydi, mademki hikâyecisin şu kahvede ilk göze çarpan nedir söyle bakalım” der. O. Akbal kahveye bakar üç dört kişi okurmuş kâğıt oynayıp kahve içmektedirler, kahvenin duvarlarında İran Şahı’nın Atatürk’le birlikte renkli basma resimleri vardır. Oktay Akbal bu resimleri

12


belirtirim deyince Sait Faik kızar birden: Ulan o kenarda tek başına oturan ihtiyar sakallı var ya? İşte asıl hikâye o be!” der. Gerçekten denize doğru bir ihtiyar oturmuştur; yalnız sıkıntılı bir hali vardır. Ne vapuru ne de denizi seyretmemektedir, kahvenin önündeki o pis suları seyretmektedir. Sait Faik yol boyunca hep o ihtiyardan bahseder durur. Sait Faik’in Türk öykücülüğünde ayırt edici özelliklerinden biri de okur ile metnin arasındaki ilişkiyi/mesafeyi en aza indirgemesi diye düşünüyorum. Sait Faik öykülerinin birçoğunda düzen eleştirisini açık ya da zımnen işlenir; örneğin Kumarbaz Hayri Efendi öyküsünün başkişisi Hayri iç konuşmasında “Cemiyete faydalı olmak?” kavramını kendi kendine sorgular. “İnsanın cemiyete faydalı olması için düşünmesi, yürümesi kâfidir der Hayri.” Yine sorar “Öyle midir?” “Hayri münakaşayı sevmez” (…) insan cemiyete en faydalı gibi göründüğü zaman en büyük zararı da yapabilir mi yapamaz mı?”diye de sorar. Cevap verir Hayri “Hayriye göre yapabilir.” ama bize göre bu cevap Hayri karakterindeki Sait Faik’in aslında ta kendisidir. Oysa Hayri’nin cemiyete faydalı olmak lakırdısına fena halde içerlemesinin altında yatan bir eleştiri söz konusudur. Bununla beraber Sait Faik öykülerinde “sıradan ve küçük insan” yoktur sınıflar vardır. Sait Faik’e göre cemiyette zararsızlar ve faydalılar gibi iki kategori görürüz; önce zararsızlara bakalım: “En zararsızlarımız sütçü beygirlerinin arkasında İstanbul sabahlarının sisli perişan sokaklarına küfreden hilekâr sütçüler, akşam karanlığında, ışıksız, hanımeli kokan mahallelerde, «akşam simidi» diye haykıran bol şalvarlı, patates yüzlü masum çocuklardır.” Şimdi de en faydalılarımız: “En faydalılarımız büyük kitaplar yazan, cart curt öten, yanlış hesap yapıp binalar çökerten, beton köprülerin bin ton kaldıracağını hesaplayıp da 160 ton kaldıramayınca nasıl olup da yıkıldığına eseflenen mühendislerdir.” Sait Faik’ten bu yana toplumsal yaşamımızda değişen çok fazla bir şey yok gibi. Zafer Yalçınpınar: Sait Faik’in nevi şahsına münhasır oluşu bence de çok önemli. Ayrıca, Sait Faik’in bu topraklarda bütünsel bir öncülü ya da ardılı olmadığına en az senin gibi, en az senin kadar inanıyorum. Özellikle de fasonluktan -hatta fasonlukla- kırılmış ya da çözülmüş günümüz edebiyat ortamını aklıma getirdiğimde böyle düşünüyorum. Fakat bununla birlikte, hem “anlatıcı ya da işaret edici” hem de “anlatılan ya da işaret edilen” açısından şu aktarımı ve devridaimi unutmamalıyız; başka nevi şahsına münhasır “sıkı insanlar” var, olmuştur! Hatta tamlamanın başından rahatlıkla “sıkı”yı atabiliriz artık; sadece “insan” da diyebiliriz! İşte, bugün, söz konusu bu nevi şahsına münhasırları, “insan”ları Sait Faik’in ardılı ya da devamı sayabiliriz. Örneğin; Ece Ayhan Çağlar bu “insan”lardan biridir. Ece Ayhan “ikinci yeni” şiir akımının köklerini Sait Faik’in “Alemdağ’da Var Bir Yılan” adlı kitabına ve Dağlarca’nın “Çocuk Ve Allah” adlı kitabına bağlar. Çoğu yazısında ve yaklaşımında Sait Faik’i bir şair olarak tanımlar. Zaman zaman ince bir ayrıntıyla “Cins Şair” der Sait Faik adlı “Çakır Hikâyeci” için... Peki ya Dağlarca? İlginçtir, Sait Faik 1949 yılında Akşam Gazetesi’ne verdiği bir röportajda şöyle söyler; “Gençler arasında pek beğendiklerim var. Meselâ Fazıl Hüsnü Dağlarca. Bence şair de hikâyeci gibi hakiki hayatı ve büyük kitleyi ifade etmelidir.” Anlaşılan Sait Faik birçok ezber çizelgesini, özellikle de endüstrileşmiş düşüncenin en önemli aracı ya da numarası olan “ayrım kıstaslarını” bozmuştur, bozmaktadır. Üzerine eğildiği tüm insanlık sorunlarında, hikâyelerindeki tüm tuşelerde, tüm karakterlerde, tüm durumlarda ve “kakışım”larda böylesi büyük bir başarıya ulaşmıştır. Bunu “toplumun içinde hukuki özgürlüğü olan biri gibi” değil de “doğanın içinde gerçek özgürlüğü arayan biri gibi” yapmıştır. Dünyanın öteki ucunda kendiyle ve özgürlüğüyle yanmış, insan olmuş bir “Alexander Supertramp” bence Sait Faik’le içsel olarak kardeştir. Tabii ki Ece Ayhan da öyledir. Kısacası, kördüğümleşmiş sıkı bir bağlama çekmek istiyorum meseleyi; “Dülger Balığı’nın Ölümü” adlı hikâyeye… Yani Dülger Balığı’yla özdeşleşmiş şu insanlığımıza… Cengiz Kılçer: Günümüz insanının bariz özelliği kendi kendisini muazzam bir hızla unutmaya kimliğini yitirmeye başlamasıdır. Çok samimiyetle şunu eklemeliyim toplumsal koşulları bir yana atarak var oluşun kendisi bir yabancılaşmadır gibi bir önermeye karşı durmak gerekiyor. İnsanın özü tek başına bir bireye özgü ve soyut bir şey değil, toplumsal ilişkilerin tümüdür. Hiç şüphesiz ki sadece Sait Faik’in öykülerinden duyulan estetik heyecan değildir burada soğukkanlı ve akılcı bir sınama yapmayı güçleştiren. Hatta bu güçlüğün ardında daha çok Sait Faik’in anlatım tekniğine gizlenen ve hiç de önemsiz sayılmayacak olan tehlikeli bir vesile yatmaktadır. Belki de Sait Faik, hangi çağdan ve hangi ulustan olursa olsun, herhangi bir yazarın asla bir arada sahip olamayacağı şeylere fazlasıyla maliktir. Ardından gelen izlenim genel kabul gören her şeye böylesine karşıt düşen tuhaf ve çeşitli kanaatler karşısında duyulacak olan garipsemedir. Sanki Sait Faik, sadece kendi olağanüstü betimlemelerini ve üslubundaki büyüleyici gücü göstermekten imtina etmekte; cezbedici ve sürprizli yeniliklerle türlü ustalıkları üzerinden kendi benzemezliğini gözler önüne sermeye tenezzül etmez. Yani biraz da kuralların tiranlığına metin içinden yükselen isyanı görürüz. Dülger Balığının Ölümü adına bakıp okunursa -ki çoğunluk öyle

13


okur- kanımca yanlış bir okuma yapılmış olur. Dülger Balığının Ölümü öyküsünü temel ve üst yapı olarak kurgulandığını söyleyebiliriz. Üstyapıda balığın ölümü görünürken temelde toplumsal durum anlatılır. Buradaki metnin üstünde ölüm söz konusudur ama alt metinde insana insanlığa doğru bir çevrim söz konusudur. Dülger Balığının Ölümü üzerinden insanlık hallerine gönderme yapar Sait Faik. Bu özdeşleştirme olağan, gelişigüzel bir özdeşleştirme değildir ve toplumsal/tarihsel bir durum analizi ve saptaması vardır. Zafer Yalçınpınar: “Onu canavar haline getirmek için hiç bir firsatı kaçırmayacağız.” diyerek bitiriyor hikâyeyi Sait Faik... “Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa’nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak.Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek için hiç bir firsatı kaçırmayacağız.” diyor... Çok açıktır ki Sait Faik kendini “insan” kılan farklılıkların yitmesinden, körelmesinden korkuyor... Hoyratlıktan ve kalabalıktan korkuyor; bu durumun insanlığı “insanlıktan çıkaracağını, suyunu, huyunu değiştireceğini, yavaş yavaş öldüreceğini” düşünüyor. En çok da “kalabalığın hoyratlığı”ndan korkuyor gibi geliyor bana. Dülger Balığı’na bir kimlik, sualtında bir dünya yakıştırmasının nedeni de bu arayıştır. Mesela Sait Faik hikâyenin hiçbir yerinde “Dülger Balıkları” dememiştir. Bir Dülger Balığı’nın “suyumuza alışması” Sait Faik için -kendisi adına- bir “canavar” yaratmak demek... Öyle ki tarih boyunca üzerinde ilerlenmiş bir yolun “öfke”yle ve “zorlama”yla silineceğini, başa dönüleceğini sezdirmeye çalışıyor. Yani “Homo Faber”, Sait Faik için korkutucu bir şey, bir canavar belki de... Tüm bunları “gidip-gelen” bir uzamda, sürekli yönelim değiştiren, “gidip-gelen” bir bakışla, suyun bir altına inerek, bir üstüne çıkarak anlatıyor. Sait Faik, “Dülger Balığı’nın Ölümü” hikâyesiyle kimin daha “özgür”, “insan” ya da “sahici” olduğunu arıyor, bu yönde salınıyor gibidir. Bazen onun hikâyelerindeki tüm karakterlerin, ele aldığı tüm sorunların “Dülger Balığı”nın hikâyesinde vücut bulduğunu, sınandığını düşünüyorum. Cengiz Kılçer: Haklısın, okumalarımızdan şunu çıkarıyoruz ki öncelikle Sait Faik’in yalnızca yazar olarak değil, insan olarak bir ontolojik sorunsalı var. Her ne kadar bir öykü metni ya da edebi yapıt eninde sonunda bir kurmaca olsa da öykücülüğündeki samimiyetinden ve sahiciliğinden anlıyoruz ki, Sait Faik’in hem yaşadığı zaman dilimindeki toplumla-insanla hem de kendiyle bir derdi olduğunu fark ediyoruz. Son olarak iki alıntıyla örneklemek istiyorum: “Her zaman Şarlo ruhunda bir serseri düşünürüm. İnsanları delicesine sever, ama onlardan korkar, kaçar, hep kötülük görür, hep itelenir hep kakalanır.” “Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.” Zafer Yalçınpınar: Bitsin o zaman üstadım... Öyle bitsin, ben razıyım.

14


Fikret

ÜRGÜP * “PRENS MİŞKİN” ÇİZİMİ

15


Aziz Kemâl

HIZIROĞLU * ŞİİR DİLİ VE ÇEVİRİ SANCILARI

Şiir saklı bir sudur. Açıklamaz, anlatmaz; anlatmak, göstermek istediği şeyin kendisidir. İlhan Berk

Çeviri Çeviride, daha önce tanınmayanın kavranışı, en can alıcı etkidir. Çeviri için de çeviri okuru için de... Her dil, belli bir kültürün göstergeler dizgesiyle belli uzlaşımlar, töreler, davranışlar, değer ölçüleriyle, yani somut insan yaşamıyla iç içedir. Çeviri, insanın kendi yaşam çevresi dışındaki olguları ve düşleri bilme çabasının bir sonucudur. Kısacası çeviri değişik toplulukların, ulusların, bilim, sanat ve düşünce alanındaki merak ve uğraşlarını paylaşabilme yoludur. Bilimsel ve teknik çevirilerde, kavramların her dildeki kendine özgü dağılımı, türeyiş kuralları, çağdaş bilginin aktarımına yeterli olup olmadığı dikkate alınmalıdır. Tıp, kimya, bilgisayar, hukuk ve mühendislik gibi alanlarda yeni Türkçe kavramların yaratılmasını ve bu sayede okuyucuya çeviriyle ulaşan bilginin özümsetilmesini sağlamak temel koşulların başında gelmektedir. Yazın yapıtlarının çevirisinde ise çevirmenin kişiliği ve yeterliliği, alılmama koşulları, dilbilimsel etkenler, içeriğin doğrudan aktarımı yerine yorumbilgisel bir süreçle sunulup sunulmadığı, diller arası gücül eşdeğerlilik ilişkilerinin iyi bilinip bilinmediği gibi gerekçeler ön plana çıkar. Ancak, kimi düzyazı metinlerde (ve özellikle şiirde) kendine özgü bir biçim, biçem ve ses olduğundan, yananlamların bilinmesini ve çağrışımların yakalanabilmesini gerektiren yetkinlikler de söz konusudur. ‘Yazınla ilgili herhangi bir metni çeviren kişi’nin metindeki parmak izleri, ‘teknik ve bilimsel metinlerin çevirisini yapan kişi’den bir hayli fazladır. Çevirmenin kendine özgü düşünsel konumu, bilgisi, okuma birikimi, kaynak (özgün)dil ile amaç (çeviri) dilini kullanabilme gücü, zihinsel çözümleme, yorumlama, çağrıştırma yetisi, belli bir yazarın yapıtını seçmedeki amacı, çeviride sorumluluk duygusu gibi bireysel özellikleri, bu parmak izi sayısının niceliği ve elbette ki niteliğiyle doğru orantılıdır. Bu nedenle olsa gerek, aynı metnin onlarca çevirmen tarafından yapılan onlarca çevirisi arasında birbirine tıpatıp benzeyeni yoktur. Ve bu farklı çeviriler arasında, ‘iyi’ denilebilecek ancak birkaç çevirinin çıkabilme olasılığı ise işin en ilginç yönünü oluşturur! 16


Şiir Dili ve Çeviri Ahmet Haşim’e göre şiir, kendi dilinde bile açıklanamayacak bir yazın türüdür. Çünkü ona göre; “şiiri şiir yapan şey anlam değildir. Ancak bir anlam açıklanabilir, yorumlanabilir ya da çevrilebilir.” Açıklanabilen bir şiirin, bir anlam içermesi gerekmektedir elbet. Anlam yoksa,o şiir kendi diline de, bir başka dile de aktarılamaz. Şiir çevirisindeki güçlük, anlamın varlığıyla orantılıdır. Şiirin anlamlı olması, anlamın ağır basması da bir şiirin çevrilebileceğinin kanıtı değildir, çünkü şiirde anlamın her şey olmadığını, anlamı yakalamakla işin bitmediğini unutmamak gerekir. Salt anlamı çevirmek bir şiirin konusunu belirler, ama onu ‘çevrilmiş’ şiir yapmaya yetmez. Bir şiiri çevirirken asıl güçlük; şiirin anlatış biçiminde, deyişinde yatar, oradan kaynaklanır. Anlatım biçimi, biçem demek değildir. Biçem şairin ya da yazarın, yapıtının bütününe özgü bir yazış biçimidir. Onunla vardır ve onunla özgünleşir. Anlatım biçimi ise, sadece o şiirin yapısına değgin bir ilkedir. Yapısının getirdiği bir öğedir. Ve salt o şiire bağlıdır. Yani şairin genel anlamda kullandığı biçemle özdeşleştirilemeyecek bir kimliğe sahiptir. Şairin biçemi tektir, ancak her şiirin anlatım biçimi ayrıdır. O şiir çoğullaştırılamaz. Bazı şairlerin bir tek şiirinin içinde bile değişik anlatım biçimleri görüyoruz. Bir şairin biçemi kavranılan, alışılan bir şeydir, ama anlatım biçimlerinin çeşitliliği şairin biçemini açıklamaya ve anlaşılır hale getirmeye yetmez. Anlamın ağırlığı ne denli baskın olursa olsun, şairin o şiirindeki anlatım biçimi yakalanmadıkça, şiirin çevrilemeyeceği açıktır. Ahmet Haşim’in ‘şiir açıklanmaz, şiir çevrilmez’ demesinin temel gerekçesi, şiirin sadece yaratıcısına özgü olduğunu vurgulamaktan ibarettir. Şair yaratıcı, şiirse bir yaratı biçimidir. Çevirmen yaratıcı değildir, ayrıca şiir ondan bunu da istemez. Çünkü, başka türlü varolamayacak şekilde tektir şiir. Şiirin çevrilmezliği salt bunlarla da bitmez. Asıl çevrilemez olan şiirin yapısıdır. Her şey; anlam, deyiş, çeşitli anlatım biçimleri ve biçem sonunda hep şiirin yapısına gelir dayanır. Yaratının kökeni bu yapıdır. Öyle bir yapı ki; öykünülmeyen, aktarılmayan, yansıtılmayan... Öz-biçim ikileminin kendisi onda yatar. Yaratının bütün kesimleri onda billurlaşır. Öz-biçim sorununu o çözer, yapı denilen o ‘tek şey’e öyle dönüşür. Peki nedir bu çevrilmeyen; şiirin bütün ilkelerini, öğelerini, birimlerini toplayarak seslerin, renklerin, sözcüklerin, çağrışımların, duyuların dünyasını buyruğu altına alan; öfkeleri, sevinçleri, acıları bir yaşama biçimine dönüştüren yapı? Şairin bütün yaşamından getirip koyduğu ‘ben’ sorunu elbette. Asıl çevrilmeyen, ancak yaratı halinde iken varolan bu ‘ben’ den başkası olmasa gerek... Şiir Çeviri Denemelerine Yaklaşım ‘Şiir çevirisi’ denemelerine en iyi yaklaşım, çevrilecek şiirin şiir dilini bulmaktır. Çünkü anlamı, anlatım biçimini, yapıyı dil vurgulayacaktır. Yani çevirmeyi denediğimiz şiirin dilini, kendi dilimizde bulmak zorundayız. Bunu ararken şiirin çağına, tarihsel yüküne çok dikkat etmek gerekmektedir. Çağlar öncesine ait bir şiirle, çağdaş bir şiirin dilleri farklıdır. Dili bulmak yetmeyecektir; çevrilecek şiirin yapısına en yakın yapı da bulunmalıdır. Bunları yaparken çevirmenin dikkat edeceği en önemli husus, çeviriye kendi dilini sokmamasının gerekliliğidir. (İyi bir çevirmenin kendi yazdıklarıyla çevirdikleri arasındaki farkın büyüklüğü buna iyi bir örnek olarak gösterilebilir.) Çevirmen, kaynak dili amaç dile aktarmak, sokmak, katmak yolunu seçmelidir. Bu yolla da, yalnız çevirdiği metnin yapısına bağlı kalmakla yetinmemiş, amaç dilde de o yapıyı bulmuş olur. O yapı amaç dilde yoksa, çevirmen ya onun yokluğunu göstermeli ya da onu kurma, yapma yollarını aramalıdır. Bunları yaptığında kaynak dilin kazanımı olmasa da, amaç dilin kazanımları beklenenden fazla olur.

17


Bir şiir çevirisini deneyen kişi, sadece dili bulmakla yetinmeyip, yapıya en yakın yapıyı ve söyleyiş biçimini de bulmak zorundadır. Çevirmenin işi, bir şiiri yeniden yazmak ya da yaratmak değildir. O halde çevirmen, amaç dili en iyi söylemek adına kaynak dilin yapısını bozacak denemelere girişmemelidir. Ancak kimi şair-çevirmenler böylesi bir hatayı en aza indirgemek için, kendi dillerine, söyleyişlerine, şiir yapılarına en uygun şairleri seçerek, onların şiirlerini çevirmeyi yeğlemişlerdir. (Cemal Süreya, Oktay Rifat ve Cevat Çapan aklıma gelen ilk isimler.) Çevirideki şiir dilinin bulunmasında; şiirin yapısına bağlılık, anlatım biçimi, anlam tutarlılığı gibi ilkelerin dışında, sözcük ekonomisi olgusunun da çok önemli bir yer tuttuğunu belirtmekte yarar var... Çeviride anlama bağlılık, ilk anda göz önünde bulundurulacak öğelerden biridir. Ama anlamın korunması sözcük ekonomisine bağlandığı ölçüde vardır; taştığı, çoğaltıldığı, uzatıldığı zaman şiirin yapısına ters düşeceğinden, o yapıya yaklaşımı da ortadan kaldırır. Sözcük ekonomisi bizi seslere, ses uyumlarına da götürür. Şiirin öykünülmez denilen yapısı, ses uyumlarına sıkı sıkıya bağlıdır; bu uyum bulunmadıkça da yapıya yaklaşım olası değildir. Sonuç olarak şiirin çevrilmezliği; onun yapısının, anlatım biçiminin farklı bir yaratıya dayanmasından kaynaklanmaktadır. Ancak yine de, çeviride bulunacak dil ile bu dilin gereksinimlerine bağlı olarak, ona az ya da çok yaklaşılabilinir. Belli bir değer yitiminin kaçınılmaz olduğunu baştan kabul ederek...

Yararlanılan Kaynaklar : 1- GÖKTÜRK, Akşit, “Çeviri:Dillerin Dili”, Çağdaş Yay, Ekim 1986 2- DOĞAN, Gürkan, “Çeviride Doğallık ve Bağıntı”, Çeviri Bilim Dergisi 3- YEŞİL, Nilüfer, “Şiir Çevirisini Yönlendiren Kısıtlamalar”, Tömer Çeviri, Bahar-Yaz,’95 4- GASSET, Jose Ortega Y, “Çevirinin Görkemi ve Sefaleti Üstüne”, Çev.Ahmet Cemal, “Dün ve Bugün Çeviri, Kitap 2/1985” 5- PARLA, Jale, “Tanzimat’ta Shakespeare Çevirileri”, Metis Çeviri 6- NABOKOV, Vladimir, “Pale Fire”, Çev.Fatih Özgüven, Metis Çeviri 7- BERK,İlhan, “Çeviride Şiir Dili”, Türk Dili, Çeviri Sorunları Özel Sayısı, Tem.’78 8- KUÇURADİ, İoanna, “Şiir Çevirisini Değerlendirme ve Türkçe’de Homeros”, Türk Dili, Çeviri Sorunları Özel Sayısı, Tem.’78 9- GÜRSEL, Nedim, “Şiir Çevirisinde Yöntem”, Türk Dili, Çeviri Sorunları Özel Sayısı,Tem,78 10-PEI, Mario, “Çeviri Sorunu”, Çev.Esra Nilgün Mirze, Yazko Çeviri 11-ZİYALAN, Mustafa, “Hesaplaşmanın Ozanı, Hesaplaşmanın Şiiri ya da Bir Çevirinin Hesabı, Yazko Çeviri 12-HAAS, W, “Çeviri Kuramı”, Çev.Ahmet Kocaman, Yazko Çeviri

“Play and pray, pray and play” Miles Davis

18


Arzu

ÇUR * YAZ EY ŞEHİR!

Yaz ey şehir Eraş negatif ve pozitif kanımıza bulanmış toprağına Şimdi gidiyoruz biz İki serçe, üç güvercin, birkaç kedi köpek Kuşlasın kardeşlerimiz bizi sokaklarına Denklerimiz yüreğimizle bir Nasıl gelmiştik kilitli kapına Cahil cesaretin koçbaşıyla Kapını zorladığımızı yaz unutma Yaldızlı yıldızlı ormanlı ballı göğünde İki kadın üç erkek birkaç kedi köpektik en fazla Ama bir o kadar da terazi yay balık ve akrep Kızıl pırıltılar saçan gümüş kanatlı Sil bizi şimdi düş burçlarından gidiyoruz biz. Sen kal ey canı hepimizden tatlı Dersen ki: Bunlar vardığında huzuruma İki sürgün üç yitik birkaç kedi köpekti İkisini ben yedim üçü kendini yedi Gerisi çöplüğe gitti Deriz ki biz de sana: Atmaaaaaaaa! Sonuncuların yeri makbuldür tarihimizde Anıları martılarla kanatlanıp denize gitti İkinin biri demlenmiş çay kokusuna Diğeri bir kanatlı ata bindi Üçün üçü de sana girdi İyisi mi sen terk edilişinin küplerine binip Karartma göğünü de yaz ey şehir Kardeşliğimizi yaz

19


Bizden sana, senden bize akıp giderken yaz Kanı karıncalanan şiirleri nasıl gömdüysek bağrına Sen de bize şiirlen şimdi baharlı dallarınla bizi yaz Dönersek bir gün eskimiş tren yollarından Hüzün çiçekleri taşımayız yoksa alkollü garına Bindiğimiz otobüs terminaline yanaşmaz bilesin Sana kavuşmak sevincimiz olmaz bir daha Şarap şişemizi son kez kaldırıyoruz bulutlarına Sevgili üvey anamız, ey kanlı şehir Yazılsın gazetelerine hikâyemiz Afişle aile resmimizi duraklarına Yaz ey şehir Sana son bir diyeceğimiz var Tarihi tahrifimiz olan bu duvar Biz çocuklarına mezar olmuştur Kırık bir aynadır şimdi senin zamanın Gül yüzlü suretinden kanımız damlar Yaz ey şehir Bir daha düşersek senin yoluna Bir daha gelir de durursak kapında Geniş caddelerinden yosma bulvarlarından değil Seni çevreleyen ince patikalardan yürüyeceğiz Yaz ey şehir Bir daha görürsen bizi sokaklarında Yine yankılanırsa parke taşlarında ayak seslerimiz Bil ki senin için değil sana karşı yürüyeceğiz Yaz ey şehir Bir daha kapına gelirken Alçak insanlarının üstünden Yüksek damlarının üstünden Bulutlarının bile daha üstünden Gökyüzünden yürüyeceğiz!

“Play and pray, pray and play” Miles Davis

20


Aybuke Dilge

HATKO * SON GECE

Tüm çiçekleri solmuş bu bahçede, Tüm notaları çalınmış bir şarkıyı mırıldanırken buldum seni ... Yüzündeki maskeyle Bu bahçeye gömmeliyim seni ... Ateş böceklerinin yeşil yandığı, Avuçlarımın terle yıkandığı, Dolunayın mavi parıldadığı, Yerden boyunca yüksekte yürüdüğüm Son gecede

21


Zafer

YALÇINPINAR * GELMEYEN

1. gelmeyeni bekliyoruz denizaltı iskelesinde bekliyoruz belki de gelmiştir çoktan bilmiyoruz görmeyince 2. herhalde gelemedi tek ders sınavından kalmıştır; şiir! ezberlenemez 3. gelirse bir düğüm daha atmak bağ kurmak isteyecek ağlarıyla bir kapağın ya da kapının kapanışı gibi reddedeceğim 4. gelse sonunda şu meydansızlığa kimsenin olmadığını görecek 3 Nisan 2009

22


Bihrat

MAVİTAN

“Gölge Saati”

“ Viking Lazı”

“Mer-dü-man”

Not: Bihrat Mavitan’ın kişisel web sitesine http://www.bihratmavitan.net adresinden ulaşabilirsiniz.

23


Allen

GINSBERG * CAN YÜCEL (İngilizce’dan Çeviren: Can Yücel)

Aynalar insan değil Aynalar insan Hem de ikisi Hem insan hem ayna İster Manhattan’ın doğu yakasında İster boğaz şehrinin Kumkapı’sında Herkes yalanları söyler Doğruları söyleyerek Yeni rakı masasındaki sarhoş ağızlar bile

19.6.1990

24


Murat

PAPUÇ * TAYFUN AĞABEY’İN KİTAPLARINA DOKUNMAK

Nadir bulunan kitaplara ihtiyaç duyan bir araştırmacı için en zor olan, sanırım, istemeye istemeye, kitapları bulabileceği ihtimali nedeniyle Çınardibi Sahaf’a gitmekti... Hadi gitti diyelim; meşhur bir mendeburun arşivinde olabilecek doküman için ayağını sürüye sürüye gitmek yetmezmiş gibi, bir de, Tayfun’un karşısında suskun puskun oturmak ve kitaplara dokunmaksızın sıranın kendisine gelmesini beklemek… Bu durumu yaşayan çok kişi oldu gözlerimin önünde… *** Mendebur Tayfun Ağabey öldü… Çınardibi Sahaf yok artık... *** Başlarda süklüm püklüm oturan araştırmacılara karşı, mendeburun tavırları nedeniyle, için için beslediğim acıma duygusu zamanla -nedenlerini öğrendikçe- yok olmuştu… Tayfun işini iyi yapardı, bilirdi, tartışırdı… İşini iyi yapan, yani ne aradığını bilen için sakladıklarını önüne sermeden öncede tartışırdı, Tayfun. Adını hatırlamadığı, yazarını bilmediği kırmızı kapaklı kitap arayan, ancak belasını bulurdu, Çınardibinde; yediği azar ve küfürle kıpkırmızı çıkanlara çok defa şahit oldum… Allahtan birçok insanı kovduğu gibi beni kovmadı, ilk gittiğimde… Kitap da aramıyordum… Ne aradığımı da bilmiyordum aslında… Gelen-giden patavatsızları azarlayıp gönderdiğine şahit oldukça, dokunamadığım kitapların içinde suskunca oturdum, her fırsatta gittiğim Çınardibinde… Azar, küfür işiten ve kovulanlara şahit oldukça; günlerimi, saatlerimi geçirdiğim Çınardibinde, ne aradığımı bilmiyorsam susmamın doğru olacağını yeniden anladım… Ne aradığını bilse de ne için aradığını bilmeyen çok kişi, “parası neyse veririz tavrının” karşılığını küfür ve azar olarak almasa da, dokunulamayan raflarda aradığının olduğunu bilmeden çıkıp gitmiştir, Tayfun’un “ yok!” lafından sonra… Ne verse alacak olanlar için ise arada sırada çıkarttığı geçimlik yemleri de yok değildi Tayfun’un. Onlara hepsini birden vermez, kendisinin ve sahafın masraflarının dönmesi için “- bu ne zamandır gelmiyor, bir yem vereyim” der ve haber üzerine koşa koşa gelene verirdi yemini… Tayfun Ağabey işini iyi yapardı... Daha önce inşaatçılık yapmış, canlı hayvan alıp satmış birisinin nasıl olur da sahaf olduğuna şaşmamak gerektiğini, işini iyi yaptığına şahit oldukça öğrendim. Tayfun, eski kitapçı, ikinci el kitapçı değildi. Evet, eski ve ikinci el kitap alıp satıyordu, ama Sahaf olmak; kimin hangi kitapları topladığını bilmek, hangi sahafta hangi kitabın olacağını bilmek ve Çınardibine gelenlerin ne menem insan olduğunu anlamak değil tabiî ki sadece... Bunları yani; toplayanı, alanı, gelenlerin ne menem olduğunu bilmeyi anlamlı hale getiren, sabırlı ve inatçı olmaktı Tayfun için…

25


Ölen ana-babaların, hocaların, bürokratların, paşaların, üstatların yıllar boyunca özenle biriktirdiği kitapları, ölü artığı olarak gören nesilleri, varisleri, toz kalksın yer açılsın, üç-beş kuruş etsin diye toptan sattıkları zaman; kısa ve utangaç pazarlıklar sonrası torbalara doldurup, Tayfun Ağabeyle beraber Çınbardibine taşıdığımda; -sahafların tabirince- “iyi parti” kapatmanın burukluğunu onunla birlikte yaşadığımda; kitapları ayıklarken biriktirenin öyküsünü sayfalar arasında okumaya başladığımda ve bu kitapların, tanıdıklardan ve arayanlardan hangisinin ihtiyacı olabileceğini kestirmeye başladığımda; içerisinde öykü saklı kitapların, sahaflar için rastlantı bir uğrak yeri olmadığını anlamaya başlamıştım ve de Tayfun ağabeyin neden bu kadar mendebur olduğunu… Kıymet bilmeksizin kitap alabilecek olanlar, en zor durumda kalanlardı, Tayfun ağabeyin karşısında… Bunlar da kitap alabilirlerdi Çınardibinden, ama alma nedenleri sadece para vermeleri değil; diğer kitapların, değer bilenleri beklemesini sağlamaktı çoğunlukla… Bazı kitaplar satılacak ve o sayede öyküleri-geçmişleri olan kitaplar, değer verenlerin öykü dolu kütüphanesine gidene karar, satılacak olanın yanında- öncesinde- saklanabilecek… Tayfun Ağabey, gülerek ve o beklenen kitabı elinde sallayarak -ki, o kitap ya bir eskiciden alınmıştır, ya da vefasız bir evlat tarafından satılmıştır... Nereden geldiği önemsizleşir kitabın o gülümsediğinde... Acı dolu öyküsü yok olurdu kitabın... Ve haz içinde verilen ve artık saklanmayacak kitabı, paylaşılan kitap haline getiren “değer”, kitap kadar önemli hale gelirdi o andan itibaren; o gülümsediğinde, verdiğinde... Ölen Tayfun Ağabey, işini iyi yaptığı, bildiği, tartıştığı, sabırlı ve inatçı olduğu için, ölenlerin artığı olarak görülen kitapların acısını, kitabı arayanların merakına dönüştürebilecek tavizsizliğe sahip olduğu için mendeburdu… Öyle sıradan kuru bir mendebur değildi yani… *** Yıllarca kitapları takıntılı ruh haliyle toplayanlar… Toplayanlar öldükten sonra alelacele kitapları satanlar… Kitapları bir araya getirenlerin ancak sahaflar tarafından okunabilen öyküleri… Sahafların başka öyküleri bir sır gibi bilmesi... Ve bu öyküleri, arayanların öykülerine paylaştırmak… Kitapların öyküsündeki döngünüyü -yani takıntıyı, aceleciğin hoyratlığını- yeni yaşam öykülerine bağlayan anlamlı inadın ve sabrın, insanı zamanla katılaştırdığını, mendebur hale getirdiğini, böylesi döngünün içinde bulununca anlayabiliyor insan. Ayıklarken ve paylaştırırken, Tayfun ağabeyin yanında inada şahit olurken; kitap toplarken, seçici olmaya ve yan yana getirdiğim kitaplarla –öykülerle- beraber kendi öykümü de kütüphanemde kurgulamaya başlamıştım. Kıymet bilmeyenden veya satmak zorunda kalandan gelen kitapları, kıymet bilene ve alamayacak olanlara verebilmek için kıskançça saklamak… Ve bu haklı kıskançlığa sahip Tayfun Ağabeye kitap sorarken ve kitap isterken özenli olmak… Bu özenle kitap soramayacak olanların Tayfun ağabeye yakıştırdığı mendeburluk, ona hak verdikçe, ona yaklaşabilen, az sayıdaki dostuna da zamanla sirayet etti sanırım… Daha doğrusu Tayfun Ağabeyin az ama yakın dostları, onun kadar olmasa da mendeburdur... İşini iyi yapan insanlardır... Öyküleri olan adamlardır; onun da bir parçasını kattığı öyküleri olan adamlardır... *** Kalp ameliyatı olduktan sonra yatacağı hastane odasının manzarasında mezarlık vardı. Tanıdık çıkan bir hemşire deniz manzaralı bir odaya yatırdı sonrasında onu. Hatırı sayılır adamdı Tayfun Ağabey, bir o kadar da zampara… O hastanede kaldığı sürede Çınardibini açtım, kapattım... Sahaflık yapamadım... Sadece dükkâna göz kulak oldum, kapanmadığını göstermek için… Kimseyi kovamadım… Kitaplara dokunmalarına kızamadım… Parasını her verene kitap sattım… Tayfun Ağabey her istediğinde Anadolu yakasından en iyi yemekleri, tatlıları taşıdım ona… Hastane katındaki hastalara, hemşirelere, hastabakıcılara da ısmarlardı... Çamlıca’nın güveçte kuru fasulyesini çok severdi, bir de Hasan Usta künefesini… Boğaz manzaralı odasında hep beraber keyifle yedik onun sevdiği yemekleri, tatlıları... *** Güneye gitmek istedi Tayfun ama her yer ona uymazdı; nemsiz olacak, çok sıcak yapmayacak yazları, sessiz olacak… Öyle bir yer olmadığını bildiği halde, gidemeyeceğini bildiği halde aradı, sadece gitmek istediği için aradı aylarca…

26


Sabırla, inatla kitap toplayan, ayıklayan, saklayan bu adamın, umutsuzca, yeni bir hayata gecikmiş de olsa yeniden başlayabilmek adına kalkıştığı son çabasının beklenen sonuçsuzluğu, zamanla mendeburluğunu masumiyete çevirmişti gözlerimizin önünde... Neyi varsa veriyor, paylaşıyordu... Ama ölümünü acelecilikle bekleyenlerin olduğunu, takıntılı bir şekilde topladıklarından hoyratçasına kurtulmak isteyenler olacağını biliyor olmak, mendeburluğunu teslimiyete çevirmedi Tayfun Ağabeyin… Kitaplarını verdikçe, sattıkça -yalnızlaştığı- sahaftan dükkana dönüşen kuytunun dibinde ölümü bekledi... Göstere göstere öldü Tayfun... Ketumluğunu, mendeburluğunu sabrını, inadını her kitapta verdi, dağıttı, paylaştı, eksildi ve... öldü Tayfun Ağabey… Eksildikçe, yalnızlaştıkça, masumlaştıkça, her dostuna, ölümünü kendi haber verdi, sessizce… *** Son zamanlarında daha az ziyaret edebildim onu… Artık dokunabildiğim kitaplar eksildikçe, sadece bir masa ve bir sandalyenin kaldığı, satmak için durduğu kuytuda, her gelenin duygularına dokunulabilir olması, canımı sıkmaya başlamıştı… Yaklaşan ölümün eziyetini, sızılarını sonuna kadar hak etiğini söyleyenlerin hoyratlığı, vefasızlığı, erteleyemeyeceği ölümünü insanileştirdi, Tayfun Ağabeyin.... Daha fazla acıyı da hak etmiş olabilirdi ama, onun ölümünü duygusallık içinde karşılamak istemediğim için daha az ziyaret ettim onu, onunla pekişen mendeburluğum nedeniyle... Artık öleceğini haber verdiler. Son bir isteği var mıdır benden diye, aynı gün, güneyin sıcağından, neminden geldim. Üç gün gelip gittim hastaneye. Bilinci kapalıydı. Son isteğini öğrenemedim… Yoktur dedim kendi kendime, olsaydı aylar önce söylerdi öleceğini bilen Ağabeyim dedim kendi kendime… Başını okşadım, insani ölümüne duygulanarak ağladım… Moda sosyetesinden bazı kadınların, zırt pırt gelip büyü ve rüya tabirleri kitabı sormasına gülerdik… Hatta bir ara basalım böyle bir kitap, “yok satar” der, gülerdik... Acaba rüyasında sessiz, nemsiz, serin güneyde bir yeri mi görüyordur, diye gülümsedim sonra… Güneye geri döndüm… Kitapsız, mendebur sahafın öldüğü, gömüleceği haber verildi… Eğer varsa öte dünyadaki indirilmemiş kutsal kitaplar, artık mümkün değil gelmez beklemeyin… Serin, nemsiz ve sessiz bir dipte, Tayfun biriktirmeye başlamıştır… Bizim sorgumuzda açılacak hesap defterlerini biriktiriyordur, bir de... Umarım bizimkileri vermez sorgu meleklerine… Ama hoyrat, aceleci, kitap tozunu bahane edenlerin, hesap defterlerini -yemlerini“değerlendirmek” için hazır tutar raflarda Tayfun Ağabey, eğer bildiğim adamsa… Beş on yıl içinde bir çınarın dibi (!) olacak mezara elbirliği ederek gömdük, Tayfun Ağabeyi... *** Tayfun Ağabey hangi kitapları kovaladığımı bilirdi... O mutlaka bir gün bulur, bir acıyı benim yaşam öyküme katar mutlaka diyerek sabrederdim… Artık aldığım kitapların hepsi eski, ikinci el… Kütüphaneme yeni bir öykü katamıyorum artık… İhtiyacım olduğu için satın alıyorum kitapları… Hangi kitabı, neden aradığımı biliyorum, nerede bulacağımı da… Benim için arayan, saklayan, elinde gülerek sallayarak bana veren, Tayfun Ağabey yok artık… Sabretmeme, beklememe gerek yok… Tayfun Ağabey, Çınardibi Sahaf yok artık… *** Güneye gitmek için satmaya çalıştığı, içinde uzun süre boş boş oturduğu yer dükkân olmuş, bir şeyler satılıyor… Tayfun Ağabeye kızgın olanlar, geceleri, Çınardibi Sahaf’ın duvarına işerdi… Aylar önce, güneyden kesin dönüş yaptığımda, bir gece, tek başıma onu yâd ederek içtim ve o öldükten sonra bomboş kalan, kiralık levhası asılı dükkânın duvarına ağlayarak işedim, gizlice… Çok kızgındım… Aradığımı onun bildiği kitapları, öyküsü olan kitapları, Tayfun Kurt Ağabey artık saklayamayacağı, bana veremeyeceği için…

Nisan 2009, İstanbul, Tarlabaşı

27


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

SIKI SAHAF TAYFUN KURT ANLATIYOR...

Sıkı Sahaf Tayfun Kurt’un sahaflık mesleği üzerine düşüncelerini ve yaşadığı anıları içeren videoya aşağıdaki adreslerden ulaşabilirsiniz;

1.Bölüm: http://www.youtube.com/watch?v=8lv9lP0WP9g 2.Bölüm: http://www.youtube.com/watch?v=Z_c-AAncRMY 3.Bölüm: http://www.youtube.com/watch?v=KBrUgB1xX7s 4.Bölüm: http://www.youtube.com/watch?v=uC7BMw5G5L4

Not: 2008 yılında vefat eden sıkı sahaf Tayfun Kurt’un anısına hazırlanan web sitesine http://www.tayfunkurt.net adresinden ulaşabilirsiniz. Ayrıca, siteye her türlü katkınızı beklemekteyiz.

28


evler vardı Zaman’ın üstüne çıktılar

“Alexander Supertramp’in evidir.”

29


Bunu okuyun...

Cins’in kapak çizimiyle birlikte Şebeke Fanzin’in ilk sayısı... Bkz: http://www.sebekefanzin.blogspot.com

30


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

“ Pablo Picasso’nun Paul Éluard çizimleridir.”

31


İbrahim

AZAR * MUT KAYIŞ

• Sevincak pişmanlık koşu

bir tavşan gördük, beyazına kan çalma isteği zıpır zıpır zıplıyordu; o keskiye doğru! • Cemalpiç denizi görmek isterse´dir.

ışıma: O'nun, dalga boylarını —denizde geceyle ölç bilir bir denizci. • Gece'de inanç

—her yatak kendini kanamıştır anne, ben tek tanrı sesine güvendim. • `Şey´in kırılma indisi

bir çiniyi çalar gibi, asılır bir çiniyi; üstüme üstüme desenini çizdiğin aşkı oku şimdi, yüzündeki çizgiye görebilim! • ``Yalnızlığın büyük elleri...´´ martılar dedi bunu bana!

er geç, döneceğimiz yerdir ora; uzun— uzatıyor gece zaman köşkünü, bir ölü kuştur bay! sesinde, yaşanırı kalmamış gözü kapalı türkü (cıgara da sarıyor peşi sıra) bir aşka cinneti peşin. • ``Ya neyineydi kızdığı bir terkin?´´

—niteliyorlarmış ki, iyi ve güzel bir kalbi varmış dikkat etsin! • ölmenin ve öldürmenin gömecen tanrılığı:

Unutsu! ada da bir felaketi çağrıştırıyor ada ayaklarımı denize kesiyorum kestiniz!

32


ÖZGE DİRİK ŞİİRLERİ “Hayat Susunca Konuştu Ölüm”

Derleyen: Didem Görkay Zengin Mayıs 2009 artshop yayıncılık

33


Janset

KARAVİN * AGARTA

'the' Büyük Kediler Ülkesi 'and the' Küçük Kediler Ülkesi Büyük Kediler Ülkesi vardı, Küçük Kediler Ülkesi'nin hemencik üstünde ve gösterişliydi kuyrukları kör, sarışın Büyük Kedilerin. Küçük Kediler Ülkesi vardı, Büyük Kediler Ülkesinin hemencecik altında ve kanatları göksüzlükten çırpmayan, kısacık kuyruklarıyla karaşındı Küçük Kediler. Kendilerini 'gökyoksul' sanmışlardı hep; gelgelelim günün birinde birileri çıkıp içlerinden, Büyük Kedilere 'gökyoksul', dediler. İşte bu Küçük Kedilerin masalıdır, görememek için kör olmanın,, görebilmek için kör olmamanın gerekmediğini öğrenmiş Küçük Kedilerin,,, dediği gibi Jezabel'in: "Miyav!" * Büyük Kedilerin Kısa Tarihi, Sonsuz Karanlıklılık ve Sonlu Aydınlıklılık 'Agarta' derdiler ülkelerine, aslında 'ötekiler'' de kendilerinden önce bile öyle dediklerinden, Büyük Kediler. Sonsuz kararlılıkla, 'Sonsuz Karanlıklılık' olduğunu ezberleterek çocuklara ötesinde Agarta'nın, "Agartalının Agartalıdan başka dostu yoktur," 'darbımasalı' ile keyfini sürerdiler mutlu kapılmışlıklarının. Aralarından biri çıkıp da günün birinde, onlara, 'Sonsuz Karanlığın' içlerinde olduğunu gösterince, öyle derin bir korkuya kapıldı ki kimileri, yayılan aydınlığa yumdular sımsıkı gözlerini, sığınarak alıştıkları 'karanlıklığa.' Uzun zaman geçti aradan, kimler geldi geçti Agarta'dan, hakikatin ışığıyla aydınlanan ta ki, kavuştukları aydınlığın sonsuz olduğu gafletiyle, tarihin üzerlerine serptiği elifbanın uyuşukluğuna kapılan birileri aralarından, vakti zamanında bu aydınlığa gözlerini yuman 'gözüyumukların', sandıkları için takkeyi bile isteye düşürdüklerini kafalarından, sırf çıktılar diye sandıktan, söndü ışık Agarta'da. Agarta'nın Sonsuz Gecesi Artık en büyük sorundu gün ışığı! Saatleriyle oynadılar durdular, yazları ileri, kışları geri aldılar,, ders kitaplarına günün yirmi beş saat olduğunu yazdılar nafile,,, Agarta'da gün yoktu; gün sadece onlar tarafından var sayıldığı için varsayımsal olarak vardı. Gözüyumuklar, müthiş bir çözüm buldular bu soruna düşünedururken ötekiler kara kara: Gök dedikleri tersyüz olmuş yeryüzünün tersini, sarı sarı lambalarla sardılar 'peygamber sabrıyla' ve gece - gündüz, "van münüt" bile durmadan yaktılar ki, böylelikle varsayımsal bir güne gereksinim kalmadı Agarta'da. Agarta'da zaman ölmüştü artık, ışık sönmüştü,, bitmeyen bir geceleri olmuştu artık,,, Agarta'nın Sonsuz Gecesi: "Akgece!" * "Kanatların varsa göğün de vardır!" (Şey Üçlemesi İkinci Kitap: "duraŞksama", "in the Ak(g)arta" bölümünden…)

34


KÜNYE NİYETİNEDİR

P.A.T! (Puşt Ahali Tarifesi) Zafer Yalçınpınar tarafından yayıma hazırlanmaktadır: Görsel düzenleme, katılımcılarla ilişkiler, düzelti, eşgüdüm, tanıtım, dağıtım, mücadele ve ortalama zekâyı bertaraf etmek gibi tüm bağlayıcı hamallıkları -bendeniz- Zafer Yalçınpınar üstlenmektedir. P.A.T!'ta yayımlanmasını istediğiniz yaratılarınızı zaferyal@gmail.com adresine -konu satırına "PAT içindir" ibaresini ekleyerek- gönderebilirsiniz. P.A.T! birincil ortam olarak interneti seçmiştir. Maddi ve manevi kâr amacı gütmez, dirsek teması umursamaz ve yalansızdır. İşbu derginin PDF dosyası biçimini istediğiniz ortamda, istediğiniz “insan”larla paylaşabilir, istediğiniz bağlantılarla (linklerle) çeşitli “insan”lara sunabilirsiniz. P.A.T!, Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun bir türevidir. Puşt Ahali’nin e-posta grubuna, gruptaki tartışma ve paylaşım geçmişine http://groups.google.com/group/pustahali/topics?hl=tr adresinden ulaşabilir ve hatta gruba üye de olabilirsiniz. (Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun şiarları Ek-1’de yer almaktadır. Onları okumanız ve sezmeniz faydalı olacaktır.) On dokuzuncu tarifede görüşmek üzere...

Dipnot: P.A.T!’ın eski sayılarını http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/pat2.html adresinden PDF dosyası biçeminde indirebilirsiniz.

35


EK-1: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun Şiarları 1/ nasıl yalnız bırakır adamı bir meydan? aradan biri bağırdı: puşt ahali! - Enis Akın 2/"hiç birbirine çarpan kuş gördün mü havada. ama insanoğluna gelince üstelik yerde neler olduğunu biliyorsun?" - Ece Ayhan 3/Hemen anlaşılmayabilirsin, göze alacaksın. Çoğunluk her zaman başlangıçta yanılabilir, sonradan ayıyorlar sanki. Yan yan değil de doğru doğru yürüyen bir yengece bakarak, "sarhoş galiba" diyebiliyorlar. (…) İki şey bir arada olacak; sancak ve davul. Eğer tek davul olursa sünnet düğünü var sanırlar. Ama sancak da varsa, isyan, ayaklanmadır o. Bin yıllık Anadolu geleneğidir bu. - Ece Ayhan 4/Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman... Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak. - Oruç Aruoba 5/İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yerinden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.(…)Bir sabah, işe giden kalabalık, şehrin en büyük alanında yaya kaldırımının bir noktasında ikiye ayrılıyor, yere bakarak, ama hızını hiç eksiltmeyerek yürüyor, biraz ileride yeniden bir araya geliyordu.O noktada biri vardı; yerde yatan, ölü mü, yaralı mı, içkili mi olduğu, kazaya uğrayıp mı buraya atıldığı anlaşılamayan biri… Yüzükoyun yatıyordu. Bir küçücük çocuğun öfkelenerek yere attığı bir bez bebeği andıran bu adamın kollarıyla bacakları bir tuhaf duruyordu. Eklemleri, köşeleri çoğalmış gibi. Uzun süre kimse yanaşmadı bu adama. - Bilge Karasu 6/Kış geçende bu leylek gendini dışarı verdi. Uçuy, evliğini onarıy. Süslüy. Bekliy ki gendinin eşisi gelecek. Biliy. Ha bugün geldi. Ha yarın gelecaktır. Gözü semadadır. Keyiflidir ki nasıl anlamam. İşte ağalar. Bugünden bir gün idi. Hamogil ocak yakmıştı ki sabah ekmeğini yapalar. Ocak alev alev yanıydı. Yalımlar göğe çıkıydı ki, gökten bu leylek geldi, gendini ataş üstüne bıraktı. Koştular bunu ataştan aldılar. Kurtuldu, bir daha bıraktı gendini ataş üstüne, tüyleri yanıydı zaten. Öldü getti. Göz açıp kapata kadar. Evin içinde bir telaş yürüdü. Herkes birbirisine soruyordu ki, ne olmuştur. Ne olmuştur ki bu leylek gendini ataşa bırakmıştır. O sıra damdan Hamo’nun sesi gelmiştir. Demiştir ki, ben biliyem. Gelin görün sizde bilin. Koşmuş bakmışızdır ki, yuvada iki leylek oturuy. Anlamışızdır, demişizdir ki, insan da beyle değil midir lo, beyledir. - Tuğrul Çakar 7/HER doğruyu söylemeğe gelmezmiş, bir takım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekirmiş… Peki ama bir doğruyu söylememek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek gene sürmesine bırakmağa hakkımız var mıdır? Bazı yalanlar kutsalmış onlara dokunmağa gelmezmiş… Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına artık inanmıyoruz demektir; bunun için “kutsal yalan” sözü bir şeyin hem köşeli, hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. (…) Bir takım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik düşüncesinin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilebilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!... Öyledir kişioğlu: kendisi için ille de bir takım ayrıcalıklar ister. “Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur” diyen kimse, öğrendiği, anladığı doğrulara lâyık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu… Ancak kendini düşünür, kendini büyük görmek için yol arar. Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalanı yayıyoruz demektir. – Nurullah Ataç

36


“Ge rç ek li kte g em ile r t er ke tm e k ted ir fa re l eri. ”

iletişmek için;

Zafer Yalçınpınar zaferyal@gmail.com http://zaferyal.kuzeyyildizi.com

P.A.T! 18.tarife Haziran-Temmuz-Ağustos 2009

“bayiinizden isteyemezsiniz”

37


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.