. ARUOBA . KARAVİN . TURNA . KOÇAK . . ZADKİNE . SUR . YÜCEL . YALÇINPINAR . . YEGÜL . KARAOĞLU . FELİPE .
2
iç in dekiler
2
Editörden…
“Onur Ödülü’nün Hatırlattıkları” ORUÇ ARUOBA Halep Oradaysa
4
6 Arşın Burada
7Şarkı Söylemeye Gelmedim “Sesler” 8 M.D.Y. SUR 9 Be Saltık! BENGİ GİZEM TURNA 10 Heykelleri Koyu 11 BETÜL YEGÜL İlk Günah 12 UMUT YAŞAR KARAOĞLU ZAFER YALÇINPINAR Oyalanmış Soruşturma15 OSSİP ZADKİNE 17 Heykelleri DAVUT YÜCEL 19 Üç! “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” 20 Keyn Kimdir? J.K. 21 “yAŞaK” SERDAR KOÇAK 23 Çocuk ve Bisikletli Geçmiş Çekirge Kaç Sıçrar? 24 JANSET KARAVİN Otoportre 25 27 KÜNYE EK-1 28 “P.A. Şiarları” LEON FELİPE
3
Oruç
ARUOBA * ONUR ÖDÜLÜ’NÜN HATIRLATTIKLARI
Bilmiyorum, İhsan Doğramacı'yla ilgili ne düşünmeliyim, ne söylemeliyimdüşünecek, söyleyecek birşeyler bulamamamdan dolayı değil, bunlardan çok fazla bulmamdan dolayı, bilmiyorum... Doğramacı'yı 40 yıl öncesinden (1968) tanıyorum; üzerine yazdığım yazıların yerlerini ve sıralarını karıştıracak kadar eskiden-toplumumun 'malûl' olduğu 'nisyan' bende de çıkmayacak mıydı ki?... Doğramacı'ya 'medyun' olduğu anlatılan Mehmet Haberal adlı profesörün, kurduğu üniversiteye bağlı olarak (herhalde yalnızca kendi soyadından dolayı değil) kurduğu Başkent TV'de (Kanal B miydi?), kıdemli bir gazeteci 'Ağabey', Mete Akyol, iki bölümlük bir program yapmış. Bu beni yıllar öncesine götürdü: 12 Eylül yönetimi için YÖK yönetimini kurmak üzere, bel ağrılarıyla, tekerlekli sandalyeyle, özveriyle Paris'ten Ankara'ya döndüğü günlerde de (1982) Doğramacı'lı bir program yapılmıştı, zamanın TRT'sinde, gene iki bölümlü. Ben de, Ecevit'in çıkardığı, zamanın tek 12 Eylül muhalifi yayını olan Arayış dergisinin ilgili sayılarında, o program, Doğramacı ve YÖK üzerine, "Mel'meketimden Rektör Manzaraları" ve "Üniversite'nin Ölümü" adlarıyla iki yazı yazmıştım. -Eh işte, tarih tekerrür, zaar... O zamanlar, Arayış'ın Yayın Yönetmeni Nahit Duru'ydu; tekerrür mü tesadüf mü tenakuz mu, bilmiyorum, bugün Başkent TV'nin Yayın Yönetmeni de Nahit Duru... Nahit'i arayıp bu programın yayımlanmasıyla ilgili ileri-geri lâf ettim; o da "Programcılarımız özgürdür" dedi; ben de "Mete Ağabey'e teessüflerimi bildir o zaman" dedim-"Peki" dedi... Niye-neye-teessüf ediyordum ki- İhsan Doğramacı çok başarılı-daha iyisi, hep başarılı- bir insandır; Mete Ağabey de iyi bir gazeteci olarak, araştırmalar da yapıp, Doğramacı'nın başarılı yaşamını iyi özetlemiş: Anlı-şanlı Osmanlı ailelerinden gelme, şurada-burada iyi eğitimler görmüş bir hekim; kendi girişimleriyle kurduğu iyi kurumlar: Hacettepe Çocuk Sağlığı Enstitüsü, Hastanesi, Fakültesi, (benim de mezunu ve müstafi asistanı olduğum) Üniversitesi... Niye ki?... 4
Beni bu yazıyı yazmam için fıştıklayan-Akyol'un programının 'episod' aralarında kullanılan- fraklı ve nişanlı, madalyonlu, kordonlu fotografın da açıkça gösterdiği, ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nin imzalayarak tescil ettiği gibi, İhsan Doğramacı dünyanın en başarılı insanlarından biridir-Kofi Annan'ın dediği gibi, "örnek bir dünya vatandaşı"... Bana ne oluyor ki?... Çekemezlik, kuyruk acısı, kıskançlık falan herhalde, benimkisi... -Ama bir bakalım: bu fotograf nasıl bir insanın fotografı; böyle giyinip fotograf çektirmek, nasıl bir 'benlik'-kişilik-tasarımı gösteriyor- anlamağa çalışalım:Bu kişi hastadır-insanlığa musallat en eski ve en etkin hastalıktan muzdarip: Güç, iktidar, egemenlik hırsı... Kendi dışına, güç; topluluk içinde, iktidar; öteki insanlar üzerinde, egemenlik... Bu üç kavram, aslında, bir insan için kullanıldıklarında, aynı benlik yönelimini imliyor: Nietzsche'nin tespitiyle: 'güç istemi', 'güce doğru yönelme', 'güce yeltenme'... Doğramacı, 92. yaşına dek, bunu başardı: Hep güce yöneldi, yeltendi, onu hep elde de etti, hep egemen oldu.-Nasıl? Hangi çevrede etkinse, oradaki insanlar üzerinde gücünü uygulayarak, iktidar olarak, egemenliğini kurarak. Yani, temelde kurmak istediği, Enstitü, Hastane, Fakülte, Üniversite, YÖK falan değil, kendi egemenliğiydi-bunu kurdu.-Nasıl? Oradaki insanların beklentilerini karşılayarak, istediklerini vererek, umduklarını yerine getirerek-ve, onların zaaflarını kullanarak, kişilikleriyle oynayarak, o kişilerin karşı koyamayacakları, kabullenmek, boyuneğmek zorunda kalacakları, reddedemeyecekleri şeyleri karşılarına çıkararak, güçlü, muktedir ve egemen oldu. Bütün o nişanlar, bunun nişaneleridir... Başarıları-evet... Gerçekten de kimsenin yadsıyamayacağı başarıları-o Enstitü, o Hastane, o Fakülte, o Üniversite: neredeler, nasıllar? YÖK şimdi ne oldu? Türkiye'nin bütün üniversitelerini YÖKettikten sonra kurup başına oğlunu yerleştirdiği Bilkent, burada: nasıl bir 'üniversite'? Meteksan Basımevi, Tepe Mobilya-ne durumdalar? Bilmiyorum. Ama şunu biliyorum:Kurulan birşey, kurulması amaçlanan olarak değil; kuranın, başka bir güdüyle, niyetle, istemle-kendi gücü, iktidarı, egemenliği için- kurduğu birşeyse, ne kadar 'yerinde', 'yararlı' ve 'iyi' sayılmış, hatta öyle de olmuş olursa olsun, gün gelir, o kuranın ayaklarına dolaşır, tepesine devrilir. Nereden mi biliyorum? -Bilmiyorum...
Not: İşbu yazı 18 Nisan 2007 tarihli Radikal Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
5
“Halep Oradaysa Arşın Burada!”
(Kanıtlanması kolay görünmeyen durumlarda yüksekten atan kimseleri ispata çağırmak amacıyla kullanılır.)
Adamın biri pek palavracıymış. Her şeyde olduğu gibi, atlama konusunda da usta olduğunu söyler dururmuş. İki lafın başında: -Ben Halep’teyken şu kadar arşın atlardım, bu kadar arşın zıplardım! diye övünürmüş. Bir gün yine böyle atıp tuttuğu bir sırada yanında bulunanlardan biri dayanamamış: -Arkadaş, Halep oradaysa arşın burada. Haydi atla da görelim! demiş.
Enver Naci Gökşen Atasözleri ve Deyimler, Koza Yayınları,1979, s. 57
6
León
FELİPE * ŞARKI SÖYLEMEYE GELMEDİM
Şarkı söylemeye gelmedim ben, götürün başımdan gitarı. Hayır hayır, belge falan hazırladığım yok ermişler katına atanmak için ölümümden sonra. Yüzüme bakmaya geldim ben gözyaşlarında denize akıp giden gözyaşlarında ırmaklarla bulutlarla... kuyunun dibinde gizlenen gözyaşlarında, gecede ve kanda... Dünyanın bütün gözyaşlarında yüzüme bakmaya geldim Ve bir damla cıva, bir damla ağıt, bir damlacık olsun kendi ağıtlarımdan katmaya gelecek olanların beni görebilecekleri, kendilerini tanıyabilecekleri o uçsuz bucaksız aynaya. Yeniden duymak için geldim şu atalar sözünü karanlıklarda: Alınterinle kazanacaksın ekmeğini ve ışık acısındadır gözlerinin. Kaynağıdır gözler ışığın ve gözyaşlarının.
Çeviren: Özdemir İnce
7
“Sesler” - M.Davut Yücel
8
Reyhan
SUR * BE SALTIK!
birden onlar çıkaran biz yalnızlıktan çoğalan biz eğrilerden doğruları çıkaran da... eyvallah gökyüzüne tırmanırız merdivensiz düşten gerçek eğiririz... eğiririz... taşı toprak yapan da biz suyu ışık yapan da aşk içinde yanan da... elhamdülillah kitap kitap okunanız karanlıkta seçilen/ iz... e biz neyiz be saltık?
9
Bengi Gizem
TURNA * HEYKELLERİ
10
Betül
YEGÜL * KOYU
Görmek lazım yakılmış Ve yakılmamış ölüleri.
Çocukluğumu döverek alnımın diziyle Bütün kokuları şişe geçiriyorum İşten getiriyor evimi kaplumbağa Sırtı herhangi bir adresin ve okun işareti Nihayet karardı duraksayan yaşam Şu kadarcığını cebime koyup gitsem istiyorum Onun denizinde toplasam kalan boğumları Propagandamı bulur annem ve bağlaçları Vazgeçilmiş bir yüzün önemsiz kopmasıyla Diriltip bütün ateşleri rahminde Kurut beni buradan öteye
11
(Tefrika)
Umut Yaşar
KARAOĞLU * İLK GÜNAH
Yüksek tavanlı, yalnızca filmlerde görmüş olduğu türden bir malikânede açıyor gözlerini. Tüm sorunlarını unutturan, onlarla arasına güvenli bir set çeken, tuhaf bir dinginlik duyuyor içinde… Yıllardır -belki de hiç- kullanılmamış izlenimi veren bir şöminenin önünde duruyor. Oda geniş. Sol tarafındaki perdesiz pencereden vuran güçlü bir ışıkla aydınlık içerisi… Sekizon metre ilerisinde, yüksek kemerli kapının ardındaki odada –bulunduğu oda gibi orada da eşya yok- yine yalnızca filmlerden bildiği, siyah elbiseli, beyaz önlüklü hizmetçiler bir görünüp bir kayboluyorlar telaşlı adımlarla. Gerçekdışı bir şeylerin dönmekte olduğunu seziyor; nerede olduğunu, niçin burada bulunduğunu merak ediyor içten içe. Ama öncelikle çözmesi lazım gelen ve ne olduğunu bile bilmediği başka bir problemi var sanki. Fakat o tuhaf dinginliğin verdiği bir kayıtsızlıkla tüm bunlar önemini yitirmiş gözünde; kıpırdamazsa her şey böyle, huzurlu kalacak sonsuza değin. Sonra birden, hizmetçilerin hepsinin aynı kadın olduğunu ayrımsıyor. Bir değişme oluyor içinde. Bu malikânede yıllarca çalışmış bir kadının tüm koşuşturmacalarını aynı anda görüyor olduğunu düşünüyor. Kendine mi, kadına mı ait olduğunu kestiremediği bir bırakılmışlık, çaresizlik, saçmalıkla sıkıntıya kapılıyor aniden. Neler döndüğünü öğrenmek, bu sıkıntıdan kurtulmak için kapıya doğru adım atıyor… Kapalı, puslu bir havada bir göl kenarında buluyor kendini. Az ilerisinde, ulaşması gereken bir şeyle arasında engel olduğunu hissettiği, yüksek sazlar var… Sazlığa doğru ilerlemeye başladığında bir şıpırtı duyuyor; gölün kenarında değil üzerinde yürüdüğünü görüyor. Ayaklarının altında, bulanık suyun derinliklerinde, sınırları belli belirsiz çıplak bedenler… Korkmamasını garipseyerek, merakla eğiliyor. Eğilmesiyle, bir ceset hızla yüzeye yükseliyor; siyah saçlı, siyah bıyıklı, gözleri, ağzı açık bir adamla burun buruna geliyor. Ardından, sazlığa daha yakın bir yerde, basık burunlu, kahverengi lekeli, beyaz bir köpek çıkıyor yüzeye. “Sıkıldım bu işten.” diyerek doğruluyor ve hızla, kayarcasına sazların içine doğru ilerliyor. Sazlığı geçince az önceki malikânede buluyor yine kendini. Bu kez diğer odada ve etraf alacakaranlık. Hizmetçi şöminenin önünde, iki eli karnında kavuşmuş, donuk bir ifadeyle ona bakıyor… Sonra sağ kolunu, yavaşça, avuç içi tavana bakar şekilde ona doğru uzatıyor; “Suyun var….” (Bir ıslaklık hissediyor yüzünde.) Sol koluyla yukarı doğru bir yarım daire çizerek; “Karanlığın var…” (Zifiri bir karanlık çöküyor.) ve yankılı bir erkek sesi; “Ateşin nerede?” diyor. O anda şöminenin olduğu yerden bir ateş topu fırlıyor (Geriliyor. Kıpırdayamıyor.) ve tam yüzüne çarpacakken
12
Üzerindeki, yan yana dizili tahtaları görünce, derin bir nefes aldı. Daha bir sıkı sarıldı battaniyesine. Tahtaların arasındaki karanlıkta büyüyen su damlasına daldı gözleri… Uykuyla uyanıklık arasında; o, en imkânsızın olağan, en sıradanın korkunç geldiği boşlukta; “Başkasının rüyasını gördüm.” diye geçirdi aklından. Yağmurun şıpırtısı dolmaya başladı kulaklarına. Rüyasında yitirdiği o dinginlik yayıldı içine usul usul. Damla, tahtadan kopup, büyüyerek yaklaştı ve tam gözünün içine “Eeyh!” düştü. Yandı gözü. Yüzünü silmek için kolunu battaniyenin altından çıkardığında, bir mırıltı duydu sol yanında. Ürpererek, o tarafa çevirdi kafasını hızlıca. Dışarısını çamurlu bir su birikintisi gibi gösteren naylonun arkasında bir yalım parladı. Yavaşça açtı battaniyeyi… *** Ilık bir ekim gecesi, yürüyerek Taksim’den evine dönüyordu yine. Osmanbey civarında sokaklar tenhaydı. Saçak altlarında, bankamatik önlerinde bekleşen travestiler, çöpleri eşeleyen biri, gece kulüplerinin girişlerindeki koruma görevlileri ve onlarla konuşan karanlık giysili, karanlık yüzlü adamlardan başka insan yoktu etrafta… Az önce yağmaya başlayan yağmur, içindeki tüm sıkıntıyı, gerginliği eritmişti yavaş yavaş ve yanından geçerken yavaşlayan taksiler onun da bu işin bir parçası olduğunu vurgulamasa, kendinden sıyrılıp, her şeyin, herkesin koşulsuzca iyi yanına bakan o saf hoşgörüye teslim edecekti benliğini neredeyse. Fakat şimdilik, doğaya minnet duymakla yetinmek zorunda kalıyordu. Yakınlarında kimse kalmayınca, kaldırımın ortasında durup, göğe çevirdi yüzünü. Gözlerini kapadı. Yağmurun, şehri susturan sessizliğini dinledi, yüzünü okşayan ılıklığını hissetti bir süre… İç çekerek açtı gözlerini. Gökyüzünün belirsiz bir yerlerinden kopup gelen damlaları izledi gözlerini kırpıştırarak. İlk görünür oldukları noktaları yakalamaya çalışırken, damlaların arasındaki labirentlerde derinleşen, yoğunlaşan karanlığa aktı, gitti… “Yağmur,” dedi içinden; “gökyüzünün sınırsızlığı karşısında duyduğumuz çaresizliği, içten içe kapıldığımız dehşeti, onu sınırlıymış gibi göstererek, onunla aramızda geçici de olsa zayıf da olsa bir bağ kurarak, yenmemizi sağlar. Huzur verir.” Buruk bir gülümsemeyle kıvrıldı dudakları. Birasından bir yudum alıp, devam etti yürümeye. “Ulan!” diye söylendi kendi kendine; “Bir sebep uydurmasan olmayacak. Keyfini çıkarsana! Bırak… Boşver.. Sanki” Beyaz bir araba durdu yanında. Adımlarını sıklaştırırken, göz ucuyla baktı; bir kadın! indi, sertçe kapadı kapıyı. Gürültüyle ilerledi gitti araba sonra. “Gene de, eve gidince yazayım bir köşeye şunu… Kullanırız belki bir yerde.” Şişli’de, boş caddenin, yağmurun ve karanlığın koruması altında dalgınlaşmış yürürken, bir köpek gördü birkaç adım ilerisinde. Yüksek bir binanın önüne kurulmuş, etrafı naylonla çevrili bir iskelenin yanında oturmuş, ona bakıyordu köpek. Tedirgin oldu, durakladı önce… ‘Geceleri ne yapacağı belli olmazdı bunların. Bulaşmamak lazım’ diyerek, karşı kaldırıma yönelmişken, köpeğin kuyruk salladığını fark etti. Utandı güvensizliğinden, yüreksizliğinden. Birasının son yudumunu içip, yanındaki fidanın dibine bıraktı şişeyi ve köpeğe doğru ilerleyip, başını okşayarak çöktü yanına. “N’apıyosun len burda. Bi kuytu köşe bulsana kendine.” dedi, ensesini okşarken. Muzaffer bir komutan edasıyla burnunu yukarı kaldırmış, uzakta bir noktaya bakıyordu köpek. Vücudunu inceleyerek ıslak tüylerini sevdi biraz. Birkaç tane yeni yarası vardı, iki geniş bölgede de tüyleri dökülmüştü… Köpeğin kokusu vurdu burnuna. Derin bir iç çekti. Tanıdık bir koku… Kafasını tutup, gözlerinin içine bakmaya çalışarak; “Hepiniz aynısınız” dedi; “ Sen, o’sun da aslında değil mi? Ölseniz bile yalnız bırakmıyorsunuz bizi…” Köpek sırrı ortaya çıkacakmış gibi gözlerini kaçırıyordu sürekli. Bir taksi geçti yanlarından. Gözleriyle taksiyi takip ederken, mahzun bir ifade yerleşti yüzüne; “Senin de sıkıldığın oluyor mu bazen bu işten?” Tekrar köpeğe dönüp; “Ha?” ‘Evet, ama konuşulması gerekenler bunlar değil.’ der gibi başını eğdi köpek, üzgün. “Tamam, tamam..” Montunun iç cebine attı elini. Sigara paketini çıkardı. Bir dal kıstırdı dudaklarının arasına. Köpeğe de uzattı. Koklamakla yetindi o. “Ateşin var mı?” dedi ceplerini yoklarken… “Hah! Tamam, buldum..” Pantolon cebinden çıkardığı çakmağı yakınca iki adım geriledi köpek yavaşça. Gülümsedi; “Ulan!” dedi dumanını üflerken; “Gözünü kırpmadan ölüme atlarsın… Şuncacık ateşten korkuyosun.” Sigarasından bir nefes daha alırken, bir hışırtı duydu sol yanında. Ürpe-
13
rerek, o tarafa çevirdi kafasını hızlıca. Kıpırdayan bir karaltı gördü naylonun arkasında. Doğrulup, iki adım geriledi. Köpek hırladı… Naylonun altından kirli bir el, ardından da tepesinde yün bir bere olan, kır, uzun sakallı bir kafa çıktı. Kocaman açılmış gözler, gergin yüzlerle birbirlerini tarttılar kısa bir an. Sonra kafa; “Yüreğime indirdin be çocuk!” dedi, ifadesi yumuşarken. O da gevşedi; “Kusura bakma be abi. Ben… Nerden bileyim...” Kirli el köpeği okşadı; “Tamam oğlum, yok bişey.” Köpek de rahatlayıp, başını öne eğdi; kuyruğunu sallamaya başladı hızlı hızlı. Tekrar çömeldi. İkisi de köpeğe bakarak sustular bir süre. “Biz de muhabbet ediyoduk arkadaşla.” dedi, köpeğin kulağını kaşırken. “Pek konuşmaz ama…” Adama dönüp; “Adı ne?” dedi, laf olsun diye. “Bilmem.” Gülümsediler. “Aç galiba… Çökmüş karnı iyice…” dedi, yine laf olsun diye. “Köpek bu be, yeğenim. Doymadı ki hiç… Hem benden iyi bulur yolunu o… Merak etme sen.” Duraksadı. Sigarasından bir nefes alırken, gözlerini kısarak kafaya baktı bir hüküm veriyormuş gibi. Sonra elini cebine götürüp, gözleriyle cebini göstererek; “Ayıp olmazsa…” dedi. Kafa anlamaya çalışarak yüzüne baktı. Sonra cebine… “Hah! Gurur yapacak halimiz yok…” diyerek tekrar köpeğe döndü. Çıkarıp uzattı parayı. El parayı alıp, naylonun içine götürdü; “Sağ olasın.” Uzun, kötü bir suskunluk oldu. “Sigaran var mı?” dedi adam sonra, keyfi kaçmış. Paketten iki sigara çekip verdi. El bunları da içeri aldı. “Ateşin var mı? Yakayım mı?” “Yok… Sonra içerim.” Bunu derken sert bir ifade peyda oldu adamın yüzünde. Artık gitmesi istenen ama yüzüne karşı söylenemeyen bir misafire dönüştüğünü anladı. Gene de bekledi biraz daha. Sonra köpeğin kafasına hafifçe vurup, doğruldu. “Hadi kolay gelsin size…” deyip, ayrıldı yanlarından. “Sana da…” Eve giden yan yola saptığında; “Ulan” diye düşündü; “Taksiye para vermeyelim diye gecenin bi vakti o kadar yol yürüdük… Aynı parayı tosladık gene evsizin birine.” Sigarasını atıp, devam etti yürümeye. ( Evine iki sokak kala, iki kişi yolunu kesip, boğazına bıçağı dayayacak ve nesi var nesi yoksa alacaktı. Eve varıp, şoku üstünden attıktan sonraki ilk düşüncesi; “Keşke hepsini adama verseydim” olacaktı. Sonra kahvesini alıp, pencerenin önüne geçecek ve yağmuru izlerken, sebepsiz yere ağlayacaktı usul usul. ) (…)
Devamı PAT’ın 4. Sayısında yer alacaktır.
14
Zafer
YALÇINPINAR * OYALANMIŞ SORUŞTURMA
Bundan iki ay önce kalburüstü kültür-sanat dergilerinden birinin editörü bana ulaştı; TYS hakkında genç yazarların fikirlerini topladıklarını ve bu konuda bir soruşturma planladıklarını söyledi. Ben de –memnuniyetle- soruşturmaya katılacağımı bildirdim ve hemen(iki gün içerisinde) soruşturma sorularını cevapladım. Ancak aradan iki ay ve (iki sayı) geçmesine rağmen soruşturmanın dergide yayımlanmadığını görünce -bu sefer- derginin editörünü -ben- aradım. Editör hanım, soruşturmaya TYS yönetimi tarafının cevap vermediğini ve benim dışımda bağlantı kurdukları tüm genç yazarların da soruşturmaya cevap vermeyi reddettiğini söyledi. İşbu duruma, işbu üstünü örtmek/geçiştirmek/oyalamak taktiklerine çok şaşırdım. Aşağıda ilgili soruşturma soruları ve sorulara benim verdiğim cevaplar yer almaktadır: Genç bir yazar olarak, üyesi bulunduğunuz TYS’den beklentileriniz nelerdir? TYS’nin faaliyetlerini planlama ve gerçekleştirme süreçlerinde genç yazarlar ne kadar yer alıyor? Her ne kadar kendimi “genç bir yazar” ve “TYS üyesi” olarak görmesem de düşüncelerimi ifade etmekten çekinmeyeceğimi belirterek sorunuzu cevaplamaya başlayayım. Ben, öncelikle, TYS’nin son senelerde içinde bulunduğu “kim kime dum duma” karakterinden, yönetsel zafiyetlerinden, dikey eğilimlerden ve “dirsek teması yoluyla yönetim” anlayışından sıyrılmasını, Afşar Timuçin gibi sıkı, eğitimli, güvenilir, yöntemci ve donanımlı bir başkan yönetiminde yoluna devam etmesini beklemekteyim. Bugüne kadar gençlerin (aslında şu “genç” kelimesi de ne demekse; fikirlerin yaşı, rütbesi falan yoktur…) fikirleri yeterince alınmamıştır ya da işte dikkate alınmamıştır. Bunun nedeni de “yatay yönetim anlayışı”nın olmayışı ve statüko peşinde koşan başkanların dikey kurnazlık dolu taktikleridir. TYS’nin yazılı/yazısız faaliyetlerinde ve programında “taktik söylem”lere, “ruhsal baskı”lara ve “sessizlik suikastı”na maruz kalmayacak, kalsa
15
bile bunların üstesinden gelebilecek, iktidar arayışı içinde olmayan, editörlerin oyuncağı haline gelmemiş (bu son söylediğim çok önemli) gençlerin arama konferansları veya raporları yoluyla fikirlerinin alınması gerekmektedir. Bugüne kadar böyle şeyler yapılsaydı, işbu “Genç subaylar rahatsız!” söylemine benzer soruları sormuyor olurdunuz ve TYS dip noktasına ulaşmak yerine çevrimin yükselişine çoktan girmiş olurdu. Sizce, TYS’nin daha dinamik ve etkili bir yazar örgütü olması için neler yapılmalı? Genelde yönetsel sorunların temelinde “birey”lerin yatmadığı görüşü hakimdir. Ancak bu görüş “yönetim sistematiği” olan kurum ve kuruluşlar için geçerlidir. Eğer bir kurumun başkanı ile yönetim kurulu üyeleri sadece “statüko veya dirsek teması” peşindeyse (bu nedenle de birçok düşmanı varsa) ve üstelik o kurumda “yönetim sistematiği” yoksa, sonuç TYS örneğinde görüldüğü gibi bir “yıkılış” olur. Şu an TYS’de ne yönetim sistematiği var, ne de sıkı bireylerden oluşmuş, “karakter aşınması” yaşamamış bir yönetim kurulu… Eğer ikisinden biri olsaydı TYS bu kadar kolay çökmezdi. TYS’nin acil olarak yönetim sistematiği birimlerini ve yaklaşımlarını belirlemesi ardından da uygulamaya başlaması gerekir. Araştırma-Geliştirme, Performansa Dayalı Bütçeleme, Stratejik Planlama, Süreç, Risk ve Zaman Yönetimi kavramlarına hâkim bir başkan veya ekiple birlikte bu kavramların gerektirdiği “yatay yönetim anlayışı” doğrultusunda bir “sistematik” kurulması TYS’yi toparlayacaktır. Bu sistematik kurulduğunda ve sonrasında “danışma kurulları” ya da “arama konferansları” yoluyla geribildirimler sağlandığında TYS’nin başındaki belâlardan kurtulacağına inanmaktayım.
Hamiş:
“Play and pray, pray and play” Miles Davis
16
Ossip
ZADKİNE
“AKORDİYONCU”
“ŞAİR”
17
Ossip Zadkine (14 Temmuz, 1890 – 25 Kasım, 1967) Yahudi Ruslarından heykeltıraş ve ressamdır. Belarus'un Vitebesk kentinde doğan, soyları Rus İmparatorluğundan, İsrail ve İskoçya'ya kadar uzanır. Zadkine heykeltraş olarak bilinir ama aynı zamanda ressamdır.Londra'da ki sanat okulundan sonra, Paris'e yerleşir ve Kübizm akımının parçalarından olur. En bilinen heykeli 1953 yılında yaptığı "The Destroyed City"dir. Ossip Zadkine Paris'te 77 yaşındayken ölmüştür. bkz: http://www.zadzine.com
“The Destroyed City”
“OZAN”
18
Davut
YÜCEL * ÜÇ!
I. Bir lir eşliğinde dinliyor, önünde hiç olmadığı kadar açık bir elma var; kendini hiç sakınmamış. II. Bir lir eşliğinde kadın sesi ile dinliyor. Kapılar ardına kadar açık, sanki bir dağın zilini çalıyor, zamanı mı gelmiş? Aklında bir zil var. III. Bir kadının sesi susuyor, bir dağa kaçıyor, zil eşliğinde lirik bir şiir okuyor, bir lirik şiire bu kadın ağıt yakıyor.
19
evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat
“KEYN” ya da “VEJDİ BERKANT” KİMDİR?
Keyn’in “İzler” adlı şiir kitabını Barış Bingöl’ün sahaf dükkânında gördüm ve satın aldım. Kitap, 1935 yılında Ankara, Titaş Basımevi’nde basılmış. Bu şairin gerçekte kim olduğu veya diğer eserleri hakkında bir bilgiye ulaşamadım. Yukarıda, kitapta yer alan son şiir ve bâzı ipuçları bulunmaktadır. (Bu “bilinmezlik” hoşuma gidiyor.)
20
JANSET KARAVİN - yAŞaK
21
10. Uluslararası İstanbul Bienali BİR BİENAL, BİR BİLANÇO Hazırlayan: Cavit Mukaddes “(…)Sermaye ya da onun bordroluları, tüm kötülüklerini ve kötülüklerinin türevlerini, ‘iyimserlik’ gibi başlıkları bienallere atayarak (dikişleyerek) düzeltebileceğine inanıyor olabilir. Ama ben buna inanmıyorum ve biz bu numaraları yemeyiz.(ZY)”
Seçme Şiirler, 1985-2002 Ekrem Kahraman
Bulutlar Prensi Baudelaire Dilek Değerli
Kilitli Kapılar Anne Sexton Çeviri: Dilek Değerli
“ÇEKİRDEK SANAT YAYINLARI ” İstiklal Caddesi Rumeli Han NO:88 C Blok Kat:6 Daire:47 / Beyoğlu-İST t: 0212 / 2445197 / 05336671446 e-mail: iletisim@cekirdeksanat.com
http://www.cekirdeksanat.com
22
http://www.cekirdekshop.com
Serdar
KOÇAK * ÇOCUK VE BİSİKLETLİ GEÇMİŞ
Akdeniz’den çocukluğuna inen bahçedeyiz Önümüzde geniş ve elmalı teras düşleyen Düşleri eski ve unutulan beyaz bir bisiklet Beyaz bisikletle çocukluğundan döneceğiz Akdeniz’den geçerken ekşi ve mutlu beyaz Bisikletimizle düşünmeden güleceğiz Akdeniz’e İşte o zaman eski günlerdeki gibi içeceğiz Küstah sakınımsız serseri bir çocukla Biz sade bir şaşkınlıkla bahçede duruyoruz Bahçe fütursuzca ve coşkun döneniyor Yahut bir tahterevalli senin ismin Bir ucu yarımada bir ucu bisiklet olan
23
Janset
KARAVİN * ÇEKİRGE KAÇ SIÇRAR?
(…)Tam da o esnada tesadüf o ki; altmış üç model ama elli dokuz “convertible” gibisinden direksiz, çekirge kanat, kırmızısı deri koltuklarından kaportasına Allah’ına kadar Çanakkaleli Melahat ve bir o kadar, yani demem o ki; onun kadar taşaklısından, Chevy Welly İmpala alametinin direksiyonunda...ve dahi sağ eli orta parmağından vites koluna, sol kolu açık cama asılı olduğu halde Ferruh Usta, yokuş aşağı vurmuş peygamber vitesinde, Ecevit benzini hatıratlarını yoklarayak, hafiften de fren pedalını iskarpinin burnuyla yoklayarak kanatlanmış kıyamete. “İstop Melahat”, diyerekten gümüş kaşını havalandırdıkça Ferruh Usta, ha havalandı ha havalanacak kırmızı boyalı ötleğenin burnundaki, daha bu kuşluk vakti üç kere hoh hoh üfürülüp kadife bezle parlatılmış impalayı hafiften yalayıp geçen akçayelin sefahatinde çekirge kanatlar. Çekirge kaç sıçrar?(…)
24
OTOPORTREDİR. “(…)Genç şairlerin güzel bir dizesine rastlamak beni mutlu ediyor. O dizeyi takıp yakama sokaklarda dolaşıyorum, dünyaya bakıyorum. Gençlerin cesareti, kuşkulu bakışı bende saklanmış, susmuş şeyleri açığa çıkartıyor. Formüle edilmiş, paketlenmiş bir duyarlılıkları yok genç şairlerin(…)” Şeref Bilsel Söyleşi, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi,Sayı: 10
Yukarıda fotoğrafı bulunan kartvizit 2003 senesinde Şeref Bilsel tarafından verilmiştir.
25
“ …karşı olduğum o ‘geniş mezhepli’ katmanların çürük çarık değer yargılarını ve uydurma akıl yürütmelerini sergileyeceğim.(Bu yaz da çok şeyler öğrendim ben. Boyayı biraz kazımak, ipliklerini pazara çıkarmak istiyorum.) Şimdi ben biraz dar bir geçitteyim ama geleceğin tarihine (etimde kanımda duyarak hem de) inanırım. Sana yazdığım eski mektuplarda bu toplumun bir insan ilişkileri içre olmadığını dilimin döndüğünce anlatmaya çalışırken hiç öznel ve duygusal davranmamıştım…”
* Ece Ayhan, Poelitika Hazırlayan: Eren Barış
* OrtaDünya Yayıncılık Kızılırmak Sok. 35/9 Kızılay Ankara ortadunyayayincilik@gmail.com
26
KÜNYE NİYETİNEDİR
P.A.T! (Puşt Ahali Tarifesi) Zafer Yalçınpınar tarafından yayıma hazırlanmaktadır: Görsel düzenleme, katılımcılarla ilişkiler, düzelti, eşgüdüm, tanıtım, dağıtım, mücadele ve ortalama zekâyı bertaraf etmek gibi tüm bağlayıcı hamallıkları –bendeniz- Zafer Yalçınpınar üstlenmektedir. P.A.T!'ta yayımlanmasını istediğiniz yaratılarınızı zaferyal@gmail.com adresine -konu satırına "PAT içindir" ibaresini ekleyerek- gönderebilirsiniz. P.A.T! birincil ortam olarak interneti seçmiştir. Maddi ve manevi kâr amacı gütmez, dirsek teması umursamaz ve yalansızdır. İşbu derginin PDF dosyası biçimini istediğiniz ortamda, istediğiniz “insan”larla paylaşabilir, istediğiniz bağlantılarla(linklerle) çeşitli “insan”lara sunabilirsiniz. P.A.T!, Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun bir türevidir. Puşt Ahali’nin e-posta grubuna, gruptaki tartışma ve paylaşım geçmişine http://groups.google.com/group/pustahali/topics?hl=tr adresinden ulaşabilir ve hatta gruba üye de olabilirsiniz. (Puşt Ahali’nin şiarları Ek-1’de yer almaktadır. Onları sezmeniz faydalı olacaktır.) İkinci tarifede görüşmek üzere…
27
EK-1: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun Şiarları 1. nasıl yalnız bırakır adamı bir meydan? aradan biri bağırdı: puşt ahali! - Enis Akın 2. "hiç birbirine çarpan kuş gördün mü havada. ama insanoğluna gelince üstelik yerde neler olduğunu biliyorsun?" - Ece Ayhan 3. Hemen anlaşılmayabilirsin, göze alacaksın. Çoğunluk her zaman başlangıçta yanılabilir, sonradan ayıyorlar sanki. Yan yan değil de doğru doğru yürüyen bir yengece bakarak, "sarhoş galiba" diyebiliyorlar. (…) İki şey bir arada olacak; sancak ve davul. Eğer tek davul olursa sünnet düğünü var sanırlar. Ama sancak da varsa, isyan, ayaklanmadır o. Bin yıllık Anadolu geleneğidir bu. - Ece Ayhan 4. Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman... Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın – bu da boşuna olmayacak. - Oruç Aruoba 5. İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yerinden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.(…)Bir sabah, işe giden kalabalık, şehrin en büyük alanında yaya kaldırımının bir noktasında ikiye ayrılıyor, yere bakarak, ama hızını hiç eksiltmeyerek yürüyor, biraz ileride yeniden bir araya geliyordu.O noktada biri vardı; yerde yatan, ölü mü, yaralı mı, içkili mi olduğu, kazaya uğrayıp mı buraya atıldığı anlaşılamayan biri… Yüzükoyun yatıyordu. Bir küçücük çocuğun öfkelenerek yere attığı bir bez bebeği andıran bu adamın kollarıyla bacakları bir tuhaf duruyordu. Eklemleri, köşeleri çoğalmış gibi. Uzun süre kimse yanaşmadı bu adama. - Bilge Karasu
28
“ Hal ep o r ada ysa ar şı n bur ad a!”
iletişmek için;
Zafer Yalçınpınar zaferyal@gmail.com http://zaferyal.kuzeyyildizi.com
P.A.T! 3.tarife Ocak 2008 “bayiinizden isteyemezsiniz”
29