Pat5

Page 1

. STING . KARAVİN . TURNA . ALIŞIR . . KİRİLOĞLU. ACAR . EKİZ . YALÇINPINAR . . EZBİDERLİ . KUL . TURGUT .


2


iç in dekiler

2

Editörden…

Berklee Konuşması STİNG

4

7 ENGİN TURGUT ERKAN EZBİDERLİ 8 Edebiyat-ı Milenyum 9 FERRUH ALIŞIR Melami Ayrılığı Şiiri BENGİ GİZEM TURNA Fotoğraf 11 Kurtçuk ve Çocuk 12 ERDOĞAN KUL Tek Bir Tokat 13 ZAFER YALÇINPINAR KUZGUN ACAR 14 Söylence “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” 15 RAFET EKİZ “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” 18 DAVOS 19 “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” BESTE ARFİN KİRİLOĞLU 20 Mor Tevekkül için… HU! 22 JANSET KARAVİN Otoportre 26 28 KÜNYE EK-1 29 “P.A. Şiarları” Bir Düğün Hediyesi

REŞİT İMRAHOR ve AHMET GÜNTAN

3


Sting * 1994 Berklee Konuşması Çeviren: Akın Demirci

“İşte burada, tuhaf bir şapka ve tuhaf, dökümlü bir cüppeyle seyirci gibi görünen bir kalabalığın önünde duruyorum ve insanların karşısında konuşmak gibi hiç de sık yapmadığım bir şey yapmak üzereyim. Ve kendi kendime soruyorum, buraya nasıl geldim? Bu hiçbir zaman planladığım bir şey değildi. Yine de buradayım ve hepiniz ağzımdan tutarlı, belki de anlamlı bir şeyler çıkmasını bekliyorsunuz. Deneyeceğim, ama garanti veremem. Biraz gergin olduğumu söylemek zorundayım. Hayatını insanlarla dolu stadyumlarda çalarak kazanan biri için bunun garip olduğunu düşünebilirsiniz; ama ben hâlâ kendime aynı soruyu soruyorum: "Nasıl oldu da geldim buraya?" Buna verilebilecek en basit cevap benim bir müzisyen olduğumdur. Ve neden bilmiyorum, müzisyen olmaktan başka bir arzum olmadı. Anlatmaya en başından başlayacağım. İlk anım aynı zamanda ilk müzikal anımdır. Annem piyano çalarken onun dizinde oturduğumu hatırlıyorum. Neden bilmem, her zaman tango çalardı. Belki o zamanlar modaydı, bilmiyorum. Aşınmış pirinç pedalları olan bir duvar piyanosuydu. Annem tangolarından birini çaldığında başka bir dünyaya gitmiş gibi olurdu. Ayakları yüksek ve alçak pedallar arasında ritmik olarak sallanır, kolları tangonun aksak ritmiyle inip kalkar, gözleri önündeki notalara dikkatle bakıyor olurdu. Annem için piyano çalmak, dünyasının merkezinde benim olmadığım tek uğraşıydı - beni önemsemediği tek zaman. Anladım ki değerli bir şey vardı - burada önemli bir ayin yürütülüyordu. Sanırım bir şeyin içine çekiliyordum - bir tür gizeme katılıyordum. Müziğin gizemine. Böylece piyanoya heves ettim ve saatlerce tuşlara atonal bir şekilde vurmaya başladım, yeteri kadar uzun süre devam edersem gürültümün müziğe dönüşeceğini hayal ederek. Hâlâ bu hayalle çabalıyorum. Annem beni bir müzisyenin hassas kulağı ve bir muslukçunun elleriyle lanetlemiş. Her neyse, piyano mali bir zorluktan kurtulmak için satılmak durumunda kaldı ve atonal bir solist olarak kariyerim merhametlice en-

4


gellendi. Amcalarımdan biri, beş paslı teli olan eski bir İspanyol gitarı arkasında bırakarak Kanada'ya göç ettiğinde, kocaman ve biçimsiz parmaklarım da müzikal bir ev bulmuş oldu. Bu gitar benim en iyi arkadaşım olacaktı. Piyanoya aklım ermezken, gitarda neredeyse hemen müzik yapmaya başlamıştım. Melodiler, akorlar, şarkı tasarımları parmak uçlarımdan dökülüyordu. Her nasılsa radyodan bir şarkı dinliyor ve ardından onu çalmak adına iyi bir deneme yapabiliyordum. Bir mucizeydi. Bu mucizenin sevinci içinde ve muhtemelen annemle babamı delirterek saatlerce, günlerce, aylarca çaldım. Ama bu onların hatasıydı. Müzik bir bağımlılık, bir din, bir hastalıktır. Çaresi yoktur. Panzehiri yoktur. Yakalanmıştım bir kere. O zamanlar İngiltere'de sadece bir tane radyo istasyonu vardı - BBC. Beatles'la Rolling Stones'u yan yana, biraz Mozart, Beethoven, Glenn Miller ve hatta blues ile birlikte dinleyebilirdiniz. Bu benim müzikal eğitimimdi. Annemlerin Rodgers ve Hammerstein, Lerner ve Lowe, Elvis Presley, Little Richard ve Jerry Lee Lewis plaklarının da eklenmesiyle oluşan bir eklektizm. Fakat yaşamımı müzikten kazanabileceğimi fark etmem Beatles sayesinde oldu. Beatles da benim gibi işçi sınıfı arkaplanından gelmişti. İngilizdiler ve Liverpool da benim yaşadığım şehirden daha süslü ya da romantik değildi. Gitarım yalnızlığıma arkadaşlık ederken kaçış yolum olmuştu. O zamandan beri hayatım hakkında çok şey yazıldı, dolayısıyla hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu hatırlamıyorum. Resmi bir müzik eğitimi almadım. Fakat öyle zannediyorum ki aptal şans, ucuz kurnazlık ve meraktan doğan risk alma bileşimi sayesinde başarılı oldum. Hâlâ da aynı şekilde çalışıyorum. Ancak müzikte merakınızı asla tamamen gideremezsiniz. Müzik hakkında henüz bilmediklerimle kütüphaneleri doldurabilirsiniz. Her zaman öğrenecek daha fazla şey vardır. Şimdi, müzisyenler toplumda özellikle örnek alınacak kimseler değildir. Gerçekten çok iyi bir ünümüz yok. Kadın peşinde koşanlar, alkolikler, bağımlılar, vergi kaçıranlar. Üstelik sadece rock müzisyenlerinden de söz etmiyorum. Klasik müzisyenlerin ünü de aynı derecede kötü. Caz müzisyenleri ise, unutun gitsin. Fakat bir müzisyeni çalarken seyrettiğinizde -o özel müzikal dünyaya girdiğinde- çoğu zaman oyun oynayan bir çocuk görürsünüz, masum ve meraklı, sadece gizem olarak tanımlanabilen kutsal bir olaya duyduğu hayranlıkla dolu. Derin bir şey. Tuhaf bir şey. Hem keyifli, hem kederli. Kelimelerle anlatılması imkânsız bir şey. Demek istediğim, bize saatlerce, günlerce, yıllarca gamlar ve arpejler çaldıran şey ne olabilir ki? Muğlak bir şan, para ya da şöhret vaadi mi? Yoksa daha derin bir şey mi? Enstrümanlarımız bizim bu gizemle bağlantı kurmamızı sağlar ve bir müzisyen ölene kadar bu hayranlık duygusunu korur. Büyük aranjör Gil Evans'la yaşamının son yılında bir süre birlikte olmak ayrıcalığına sahip oldum. Hâlâ dinliyordu, yeni fikirlere açıktı, müziğin mucizesine açıktı. Hâlâ meraklı bir çocuktu. Şimdi burada cüppelerimizin içinde diplomalarımızla, unvanlarımızla dururken -bazıları sadece onursal, bazıları gayretlice çalışılmış-, armoni yasalarını ve kontrpuan kurallarını, aranjman ve orkestrasyon tekniklerini, temalar ve ritmik motifler geliştirmeyi çok iyi biliyoruz. Fakat herhangi birimiz gerçekten müziğin ne olduğunu biliyor muyuz? Yalnızca fizik mi? Matematik mi? Nedir onun özü? Biliyormuş gibi görünemem. Yüzlerce şarkı yazdım, piyasaya sürdüm, listelere soktum. Grammy benim hakiki, başarılı bir şarkı yazarı olduğumun yeterli bir yazılı kanıtıdır. Yine de, biri bana nasıl şarkı yazdığımı sorarsa "Gerçekten bilmiyorum" demeliyim. Gerçekten nereden geldiklerini bilmiyorum. Bir melodi her zaman başka bir yerden gelen bir armağandır. Sadece minnettar olmayı öğrenmeniz ve başka bir zaman tekrar kutsanmak için dua etmeniz gerekir. Sözler için de aynı şey geçerli. Metaforsuz bir şarkı yazamazsınız. Kıtaları, nakaratları, geçişleri, ara sekizlikleri mekanik bir şekilde birleştirebilirsiniz; ama merkezi bir metafor olmadan hiçbir şey elde edemezsiniz. Sık sık merak ederim: Melodiler ve metaforlar nereden geliyor? Bunları bir dükkândan satın alabilseydiniz, sıranın en başında ben olurdum, inanın. Zamanımın çoğunu bu gizemli ürünleri aramakla, ilham aramakla geçiriyorum.

5


Paradoksal olarak, müzikte sessizliğin önemine inanmaya başlıyorum. Bir müzik cümlesinden sonraki sessizliğin gücü. Örneğin, Beethoven'ın Beşinci Senfonisi'nin ilk dört notasının ardından gelen dramatik sessizlik, bir Miles Davis solosunun notaları arasındaki boşluk. Müzikteki bir durakta çok özel bir şey var. Pedaldan ayağınızı kaldırıyorsunuz ve dikkat kesiliyorsunuz. Düşünüyorum da müzisyenler olarak yaptığımız en önemli şey acaba yalnızca sessizlik için bir çerçeve sağlamak mı? Sessizliğin kendisi belki de müziğin özündeki gizem mi? En mükemmel müzik sessizlik mi? Şarkı yazmak bildiğim tek meditasyon şekli. Melodi ve metafor armağanları da sadece sessizlik sırasında sunulur. Modern dünyadaki insanlar için gerçek sessizlik nadiren yaşadığımız bir şeydir.Sanki ondan kaçınmak için işbirliği yapmış gibiyiz. Üç dakikalık sessizlik çok uzun bir zaman gibi görünür. Pek az zaman ayırdığımız düşüncelere ve duygulara dikkatimizi vermek için bizi zorlar. Bunu uygunsuz ve hatta korkutucu bulan insanlar var. Sessizlik rahatsız edicidir. Rahatsız edicidir çünkü o ruhun dalgaboyudur. Eğer müzikte boşluk bırakmazsak -ve bu konuda ben de diğer herkes kadar suçluyum- oluşturduğumuz sesi tanımlayıcı bir bağlamdan yoksun bırakmış oluruz. Bu da çoğu zaman daha fazla endişe yaratmaya yarayan endişeden doğmuş bir müziktir. Sanki boşluk bırakmaktan korkuyoruz. Müziğin güzelliği notaların kendisi kadar onların arasındaki boşlukla da ilgilidir. Bir barlık durak, öncesindeki yarım sekizliklerden oluşan bir bar kadar önemli ve anlamlıdır. Burada söylemeye çalıştığım şey şu ki, dindar olup olmadığım sorulduğunda her zaman "Evet, sofu bir müzisyenim" diye cevap veririm. Müzik beni aklın ötesinde, başka bir dünyadan, kutsal bir şeyle temasa geçiriyor. Nasıl oluyor da bazı müzikler bizi gözyaşlarına boğuyor? Niye bazı müzikler anlatılamayacak kadar güzel? Samual Barber'ın Adagio For Strings'ini, Faure'nin Pavane'sini ya da Otis Redding'in Dock Of The Bay'ini dinlemekten asla bıkmam. Bu parçalar benimle anladığım tek dini dilde konuşuyor. Beni derin bir meditasyon durumuna, bir hayranlık durumuna sürüklüyor. Beni sessizleştiriyor. Müzik hakkında kelimelerle konuşmak çok zordur. Kelimeler müziğin soyut gücü karşısında gereksizdir. Kelimeleri şiire uydurabiliriz, öyle ki onlar da müziğin anlaşıldığı biçimde anlaşılsınlar; ama onlar böylelikle müziğin zaten bulunduğu bir konuma sadece ulaşmaya çalışıyor olurlar. Müzik herhalde en eski dinsel törendir. Atalarımız melodiyi ve ritmi ruhların dünyasını amaçları yolunda harekete geçirmek, evreni anlamlandırmaya çalışmak için kullandılar. İlk rahipler muhtemelen müzisyenlerdi, ilk dualar da şarkılar. Asıl söylemek istediğim şeye gelirsek, müzisyenler olarak, başarılı da olsak -her gece binlerce kişiye de çalsanız-, pek başarılı olmasak da -küçük barlarda ve kulüplerde de çalsanız-, hatta hiç başarılı olmasak da -evinizde yalnız başınıza kedinize de çalsanız-, ruhları iyileştiren bir şey yapıyoruz, kalbimiz kırıldığında onu onaran bir şey. Milyonlarca dolar da kazansanız, bir sent bile kazanamasanız da, müzik ve sessizlik paha biçilmez armağanlardır. Onlara her zaman sahip olun. Onlar da size sahip olsun.”

Not: İşbu yazı 1994 yılında Sting’in “Berklee Müzik Okulu Onur Derecesi”ni aldığında yaptığı konuşmanın çeviri metnidir.

“Play and pray, pray and play” Miles Davis

6


Engin

TURGUT * BİR DÜĞÜN HEDİYESİ

“Karga”, 4 Ocak 2008

7


Erkan

EZBİDERLİ * EDEBİYAT-I MİLENYUM

şaşıracağız, mecburen, küf tutmuş dilleri ısırıp ısırıp, hep, aç kalacağız; ateş üstünde, alevler içinde, yalınayak! acı bir uykunun dibinde besleme o rüyayı da horlar iken, soğuyacağız belki? belki de baldır parmakları, tutup tutup yalayacağız; yırtık adımlarımızla ve çırılçıplak! noktalı noktasız virgüller, nokta, nokta, nokta kâğıt kayıklar yüzecek kusmuk deryalarında yine! yine harflerle değil, taşla dökülecek uçurumlara gözümüzden yaşlar ve şelale olup harcanacağız yine; çelik bir dilin tâ kökünden kesilmesi gibi, eksilmesi gibi bir kız çocuğun öne eğip başını yetim kalması gibi, çaresiz, yine! güncemizde yaprak dökeceğiz, hiç karanfilsiz el ve bacaklarımız arasında utangaç o imge; siroza düşeş geceler; tam da dişine göre baharın kestane bahçelerinden kurtulmuş da süzülen köpük köpük bir tutam saç, yakamızda yaralı bir ruj lekesi, tetanos olacak; ve o çiğ sesimiz ve suya hasret soluk bir gül gibi o yüzümüz o gülüşümüz, ah o biz! ve o pis şarap çanakları şiirler ki: içi boş bir kapsül gibi inecek midemize ve ruhumuzda yalnızca hiçlik dolaşacak; kansızlar yürüyecek damarlarımızda, kollarımızda ibnelik etimizde orospuluk gezecek ve ekmeği bandığımız suyun yavanlığına artık şaşırmayacağız; artık asla ağlamayacağız gözleriyle bir erkeğin, ki şairler: poşetlenmiş bir çiçek gibi çürüyecek toprağımızda ne yazsak yere düşecek ama, kırılacağız! ittir puşttur çünkü mürekkep, hep, kanla yazacağız! yağmur çamur içinde, kar kıyamet altında yalınayak! öksürüğe bağlamış bir manevrayla yaralamışken de gönlü, yazacağız, hâlâ bunu yazacağız; uçurumlara bağırmış ve çırılçıplak!

8


Ferruh

ALIŞIR * MELAMİ AYRILIĞI ŞİİRİ

-akışazalan yağmurlar götürdü kıyıdan seni şüpheyle baktığım gök hangi yönde adaleti soğutur aklım epeyce azalan sular aldı içine beni taşın yıkandığı yerdeyim yollar geçti içimden kalın ve biçimli bir sonbahar öyküsüydü sis kaybolmak ümidi bıraktı hasret azalan sesler bıraktın azca kasılan özgürlüğüme karışan duman buladın bu soğuk sular çekilince çıkacak adacıklar şimdi erbab-ı yok dediğin ufku hiçe boyayan kanım uzaktan gök ne derse soyacak üstümdekileri azalan bir akıştı zaman ömür tedbiri gibisin yaşamdan melami gibi hiç dinmeyecek bozgun rüzgar oda olmasa ruh kibiri soysuz dalgalar

9


kütük sesleri bıraktım yön sesleri birde bakır cezve zaman telvesinde kabaran azar azar içince koyulaşacak sohbet neydi kimdeydi derdin? devredilen kaderde saklı çıkınca kefen aklandı bayraklar gibi sallanan sancak bir yere ait değil şimdi ziyan etme gelen sözleri herbiri taşıyarak büyüttü sınırları var dedin denizin gördüğüm suya karışınca öldüm çayırlar dağlara dayandı sırt vermiş bildiğin sular ellerimde bir yalnız yolcu onuda taşıyacak zaman var şimdi sevgi sözleriyle yıka ihanetin en derin ikliminde kalp yakan yerde yanan fidan bülbül sesi olsun adı olan perdeleri indi karanlığın şimdi alkışla zamanı

12 Temmuz 2008

10


Bengi Gizem

TURNA * FOTOĞRAF

“Kuşlar”

11


Erdoğan

KUL * KURTÇUK VE ÇOCUK

vınlıyor çürüyüşü kurtçuğun çürüyüşü sıra kurtçuğumuzun.

saydam yaz gecelerinin içobur ayışığına sunmak için en uygun simge-hayvan o o, diye düşünüyor, çoktan aynanın karşısında yaşamını düzeltirken kaybolmuş çocuk: derisindeki d harfi görülecek kadar ıssız… oda-salon uğramamış kafkacıl falanlığında çıkartıp üstünden oluşu, bir taşın üstüne bırakıp, gidiyor; kendini okumaktan usanmış bir mektup gibi -kimse dokunamaz ya ona; öyle… neden sonra anımsıyor fırlayıp korkuyla soruyor gidene çocuk: olmuşluğun var mıydı hiç elinden bir tek zaman gelmeyen ustam benim?

12


Zafer

YALÇINPINAR * TEK BİR TOKAT

(Elimin düzüyle...) tam tersine doğru kazmalama bir düz tavır senin sabahından akşamına karışır gecenin körünü ucundan yakar havanı canını alır sonra da söndürür ve satarım dibe iner im aç kalmayı bilir im adabeyi gibi yaşar tutar bir kıyıyı geri çeker im deniz gibi korkusuz kum kadar tek im im in tokat izi iç in

26 Ocak 2008

13


Kuzgun

ACAR

“Kuşlar”

Söylenceye göredir; “Müteahhit firma, Kuzgun Acar’dan İMÇ için bir heykel yapmasını istiyor. Acar da bu iş için bir fiyat teklifi veriyor. Teklifi yüksek bulanlar, bunun üzerine, heykelde kullanılacak malzemelerin bir fiyat listesini Kuzgun Acar’dan istiyorlar. Kuzgun listeyi veriyor ve İMÇ müteahhitleri kendilerince bir hesap yapıp, malzeme listesindeki fiyatı ikiyle çarpıp Kuzgun Acar’a yapmakta olduğu heykel için bu düşük bedeli ödüyorlar. (Meseleye otomobil tamircisi gibi yaklaşıyorlar) Yapılan ödeme Kuzgun’un istediği bedelin neredeyse 1/3’ü kadar... Kuzgun bu duruma çok sinirleniyor. Parayı aldıktan sonra, Kuzgun Acar, İMÇ için yaptığı “Kuşlar” adlı heykelin boyutunu 1/3 oranında küçültüyor.” (ZY)

14


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

Rafet

EKİZ

Rafet Ekiz, Türkiye'nin yetiştirdiği önemli ressamlardan biriydi. İki hafta önce geçirdiği bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Kimliği tespit edilmesine rağmen 13 gün hastane morgunda bekletildi. Kimsesizler Mezarlığı'na gömülmek üzereyken ailesinin çabasıyla izi bulundu ve gömüldü. Ancak kaza ve bilirkişi raporu o kadar karışık ki bu ka-

15


za uzun süre daha konuşulacak gibi 53 yaşında yaşama veda eden Ressam Rafet Ekiz ardında sayısız resim, ödül ve ölümüyle ilgili de pek çok soru işareti bıraktı. 14 Temmuz gecesi sabaha karşı 03.00 sularında 34 AT 1807 plakalı araç Harbiye Cumhuriyet Caddesi'nde Rafet Ekiz'e çarptı. 25 yaşındaki Şeref Alçer çarptığı kişiyi önce Taksim Hastanesi'ne daha sonra da Çapa Tıp Fakültesi'ne götürdü. Üzerinden çıkan nüfus cüzdanından Rafet Ekiz olduğu tespit edilen şahıs kaza sonucu aldığı yaralarla yaşama veda etti. Kazadan sonra tutuklanan Şeref Alçer, meskun mahalde dikkatsiz davrandığı ve ani fren yapmadığı için sekizde bir; yaşamını yitiren Rafet Ekiz ise yaya geçidinin olmadığı bir yerde karşıdan karşıya geçtiği, dikkatsiz ve tedbirsiz davrandığı için sekizde yedi suçlu bulundu. 14 Temmuz tarihinde gerçekleşen ölümünden sonra kardeşi Turgut Ekiz ile birlikte ağabeyinin resim atölyesindeyiz. İçeride sanki 17 gün önce değil de az önce terk edilmiş gibi. Sağa sola saçılmış boyalar, bira şişeleri, ağzına kadar dolu sigara tablaları ve yarım kalmış resimler... Turgut Ekiz hiç durmadan içtiği sigarası, yaşlı gözleri ve titreyen sesi ile ağabeyi ile son görüşmelerinden bugüne kadar geçen sürede yaşadıklarını anlatıyor: 'Ağabeyimle en son 13 Temmuz pazar günü görüştük. Beraber Kadıköy'deki Salı Pazarı'na gittik. Çok keyifliydi, kendine tişörtler aldı. Ben ertesi gün tatil için Samsun'a gittim. O gün biz ayrıldıktan sonra geç saatte kaza gerçekleşmiş. Kardeşim farklı bir kişilikti. Gideceği yerleri söylemezdi, hala o gece nereye gittiği konusunda bir fikrimiz yok. Yalnızca içkili olduğunu biliyoruz' diyor. İzine rastlanamadı Turgut Ekiz, Samsun'dan döndükten sonra Rafet Ekiz'i aramış. Ancak ressam daha önce de haber vermeden seyahatlere çıktığı için ne arkadaşları ne de ailesi kötü bir şey olabileceğini düşünmemiş. Bu arada akıllarına tatilde olan yakın dostu Remziye Akay ile birlikte olabileceği gelmiş. Akay tatilden döndükten sonra yaşadıklarını şöyle anlatıyor: 'Tatile gitmeden önce Rafet'e çiçeklerimi sulaması için evimin anahtarını bıraktım. Tatilden döndükten sonra çiçekle-rimin solduğunu görünce Rafet'e önce kızdım ama sonra atölyesinin önündeki çiçeklerinin de solduğunu görünce kötü bir şeyler olduğunu hissettim' diyor. Taksim, Assos, Hisar derken Rafet Ekiz'in izine bir türlü rastlanamamış, ta ki Remziye Akay, Taksim Hastanesi'ni arayıncaya kadar. Mahkeme haftaya 26 Temmuz'da Rafet Ekiz'in günler önce geçirdiği bir kaza sonucu öldüğü ortaya çıkıyor. Turgut Ekiz'e polise haber vermemesinin nedenini sorduğumda 'Önce hastanelere bakmayı daha sonra polise haber vermeyi düşündüğünü' söylüyor. Öncelikle Taksim Hastanesi'nin aranmasını da Ekiz ağabeyinin sürekli Taksim civarında dolaşmasıyla açıklıyor. Kayıtlardan tespit edilen ressamın çarpma sonucu geçirdiği taramva sonucu Çapa Tıp Fakültesi'nde öldüğü ortaya çıkıyor. Cerahhapaşa Hastanesi morgunda tespit edilen cenazeye kadar Turgut Ekiz ağabeyinin öldüğüne inanmıyor. Polisin kendilerine kazadan haberdar etmemelerini Turgut Ekiz 'Bu ülkede ne oluyor ki bu da olsun. En son Ercan Arıklı halk otobüsü katliamında öldü. Ağabeyim bu olay üzerine gülümsemişti ve 'Her şey zamanla unutulur' demişti.' 1987 yılında ağabeyi Heykeltıraş Raim Ekiz'in de tarihi bir binada gerçekleştirdiği restorasyon çalışması sırasında iskeleden düşüp ölmesi aileyi çok üzmüş. Bu cenazenin haberini de Taksim Hastanesi'nden alan Turgut Ekiz'i çok etkilemiş. '53 yaşında öldü. Cenazeleri aynı mezara gömüldü. Türkiye çelişkiler ülkesi bunlar bana çok doğal geliyor. Haftaya çarşamba günü mahkeme var. Ben o gencin 50 km hızla gittiğine inanmıyorum. Bilirkişi raporuna inanmadım' diyor.

16


'Fren izi bile yoktu bu nasıl kaza' Bilirkişi raporunu inceleyen ailenin yakını Avukat Ali Özer kazanın bu raporla aydınlanamayacağını düşünüyor. Özer'e göre bilirkişi raporundaki çelişkiler ise şunlar: 'Raporda sanığın çarpması sonucu Rafet Ekiz'in havalanıp ön camın üzerine düştüğü ve camın bu şekilde kırıldığı yazıyor. Sanığın kendi ağzından alınan ifadesinde ise Rafet Ekiz'in kendisine araba çarptıktan sonra yere düştüğünü ve camın da üzerine düşme sonucu değil çarpma sonucunda kırıldığı yazıyor. Yani bilirkişi raporu ile sanığın ifadesinde tutarsızlık var. Ayrıca sanık kazayı yaptıktan sonra Rafet Erkiz'i kendi arabasıyla hastaneye götürmüş. Bu nedenle kaza yerinde iz veya delil bulunamadı, fren izi bile yoktu. Bu nedenle de trafik kazası tespit tutanağı tanzim edilmemiş. Sadece olay günü görev yapan Bilal Taşdemir ve Abdurrahman Oğuz'un elle yazdığı bir tutanak var. Bunda da tutulduğu saat belirtilmemiş. Olay yerinde bulgular olsaydı, arabanın hızı tespit edilirdi. Ancak şimdi tutanaklara da yansıyan 50-55 kilometrelik hız sanığın ifadesinden yola çıkarak tespit edilmiş.

Not: İşbu eski gazete haberi SİMGE YILDIRIM tarafından yazılmıştır ve Akşam Gazetesi’nin arşivinden alınmıştır.

17


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

Sevgili Reşit İmrahor, 20 Ağustos 1989 tarihli Tempo'da "Ben Kendimim" başlıklı mektubunu okudum. İnsanın kendisi olma ihtimali her zaman vardır. Olmasaydı biz, senin gibi saklanacağına insan içine çıkmış bulunanlar, ne yapardık bilemiyorum. Kendin olabilme ihtimalini arttırdıkça mutlu olabilme ihtimalini azalttığın bir dünyada yine de (sevgili Oscar VVildeın De Profundis'te dediği gibi) "...gerçek ahmaklar, kendini bilmeyenlerdir." Yaklaşık olarak bir yıl önce Gergedan Post-Restant'da (Ahmet Güntan, sende kalan şiirlerimi bana göndermezsen skandal çıkaracağım. Reşit İmrahor) şeklinde çıkan yazını okuduğumdan beri bunları sana söylemek istiyordum. Dünya, benim gibi insan içine çıkmış biri için hiç de sürprizlerle dolu olmadı. Her şey, insan içine çıkmadan önceden tahmin ettiğim gibi olan bitenden ibaretmiş. Ben kendi adıma insan içine çıktığımdan beri kuvvetle kendim olma ihtimalini savunuyorum. Tenimde taşıdığım başka şahıslara rağmen. Sana da tavsiyem, kimliksizliğin taklit edilebilir çekiciliğine kapılma. Yine sevgili Oscar Wilde'ın (Roza Hakmen'in şahane Türkçesiyle çevirdiği De Profundis'te) dediği gibi "Unutma ki tanrıların gözünde ahmak olan kişi, insanların gözünde ahmak olan kişiden çok farklıdır. Tanrıların alaya alıp çamura batırdığı gerçek ahmaklar, kendini bilmeyenlerdir. Artık ahmaklığı bırak. Korkma. Kötülüklerin en büyüğü sığlıktır. Anlaşılan her şey doğrudur." Hem benim, hem İzzet'in “kendimiz” olarak elde edemediğimiz eğlenme hakkını sen hem 'genç ve alımlı hatırlanmak' isteyerek, hem de "Ben Kendimim" diyerek elde tutmak istiyorsun. Ben seni bir Reşit İmrahor sanmıştım, ama sen maalesef bir Lautreamont çıktın. Ahmet GÜNTAN, Los Angeles Sevgili Ahmet Güntan; Bazı ülkelerde sık sık, neredeyse her köşe başında yapılan "kimlik kontrolü"nden oldum olası hiç hoşlanmadım ben. Los Angeles'tan yazdığına bakılırsa, bir pasaportun var. Pasaportu "kafakâğıdı" olmadan zaten vermiyorlar: Her ikisinde de "önden" ve "net" vesikalık istendiğini duymuştum; zaten sen de, İzzet de şiir kitaplarınızın arka kapaklarından ya da dergi sayfalarından bakmıştınız süpermarkete, adını anmak istemediğim o üçüncü zat ise hem kendisiyle hem fotoğraflarıyla oynaşıyor ve ne gülünç ki birtakım hayvanların içinde saklanmaya çalışıyor, Lautreamont'un "zoo"su kadar kalabalığı da yok üstelik. Neyse. Pasaport, nüfus kâğıdı — belki de Şairler Sendikası üye kartı. Öyle anlıyorum ki, Fakir İdris'in Dış Kanama'sını (1982, İstanbul, 48 sayfa) okumamışsın sen de: "Kütüklerdeki kaydımı bile silebilirsiniz, değil ki yüzmetrekare, dört silindir, diplomalı ve ehliyetli, anonim ve limited, tahvilli ve tapulu kılmak beni! Yırtıyorum işte, baştan uca, kafa kâğıdımı, onarın sıkıysa çatlayan damarımı" (s. 12). Biz; yani Fakir, ben ve birkaç arkadaş daha, asla istemedik: Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü'ne girmeyi. Rimbaud'nun "Ben ötekidir" önermesini, işin başından beri Foucault'nun "bana kim olduğumu ve neden bu kadar sık değiştiğimi sormayın" yollu ricasının bir adım öncesine koymuştuk. "Gerçek ahmaklık"... evet: Ben, no man's land doğumlu ve sıfır tevellütlü bir oyun-kuran olarak oyun-kıranlığa elbette yanaşmıyorum ve sizi buraya çağırmıyorum. Sen ve İzzet, hatta "öteki", hatta Kuvve'nin genişletilmiş ikinci basımını gerçekleştirmeyi üstlenen editör Ümit Bayazoğlu ve yayına Turhan Ilgaz acı acı düşünün: Ben, eninde sonunda, yalnızca Kuvve ‘nin kendisiyim, onun dönüştürülmüş hali değil. Yolunuz açık olsun. Reşit İMRAHOR “Kuvve’den Fiil’e” Reşit İmrahor Hazırlayan : Cenk Koyuncu, Mitos, 1972,1. Baskı, s.64-65

18


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

“DAVOS” TANITIM AFİŞİ (1910)

19


Beste Arfin

KİRİLOĞLU * MOR TEVEKKÜL İÇİN SON BİLMEMKAÇ YÜZYILDA BEK’LE İNTİHAR SOFRASI

Büyük yetkili ! Yerde bıçakla açılmış yaraları yala, böyle ıslah görülmemiş olsun Ağaçları sakin renklere boya, adımıza bin özürler dile Müfteriye keskin gözle bak, eblehi dille bağla hüsn ile tokatla Serde kuş ile çizilmiş pilanlar var, zerde sur diye dikilmiş duvarlar Parçala ve bir leş tir büyük yetkili ; böyle isyan edilmemiş olsun (Yüzleri kanla boyalı suçlular neden ölülere korna çaldınız Sonra kör kızlara sağır çocuklara ağladığınız alnınızda hangi grup pıhtılanıp yayılıyor böcekleniyor; safları siktiniz) Sonra sonra Çimenlerin ve esintinin bilmediğin dizleri vardır tanrım Süzgün bir kaçak gibi dingin bir bıçak gibi orda Senin görgün yivlerine tırmanır yapışır kopar Rahimde bir ürperti göbekte bir göktür Ben'in izdüşümünden bir tümseğe bir çukura bakmak Senden iki çukura iki de tümseğe teğetler geçmek, onlara gülmektir tanrım Orda birkaç kaos gizli gömülmüş, gizle mühürlü An bekler ki tek rezonans bek’le fışkırsın! Enlediğin kadar uzat sök tanrım Bu silindirin alanı hep senden kopacak. Süslerini işle ya da lisanını yeksan, Ellerinle dürt, gemlerinle çek ; pek tavır almayacak.. Uyumsuzdan ışın derip yüzümüze saçmak (E de bu hatana biz deriz ki simden mata göç) Şurda üç beş sarhoş narla bölünmüş, gözle düğümlü Dünden razı yumak olmuş bek’le hıçkırsın! Noktala ve bitir, doğrula ve yedir Bu emirden bir sil’indir ayılarına büyük ayılarına küçük Gözlerinde köksüz sarmaşık; dilinde sessiz bir şarkı Yüzü hiç ve hiç sana aşikar; aşikar olmayacak Tüylerinde kuşlar tüylerinde kuşlar .. !

20


10. Uluslararası İstanbul Bienali BİR BİENAL, BİR BİLANÇO Hazırlayan: Cavit Mukaddes “(…)Sermaye ya da onun bordroluları, tüm kötülüklerini ve kötülüklerinin türevlerini, ‘iyimserlik’ gibi başlıkları bienallere atayarak (dikişleyerek) düzeltebileceğine inanıyor olabilir. Ama ben buna inanmıyorum ve biz bu numaraları yemeyiz.(ZY)”

Seçme Şiirler, 1985-2002 Ekrem Kahraman

Bulutlar Prensi Baudelaire Dilek Değerli

Kilitli Kapılar Anne Sexton Çeviri: Dilek Değerli

“ÇEKİRDEK SANAT YAYINLARI ” İstiklal Caddesi Rumeli Han NO:88 C Blok Kat:6 Daire:47 / Beyoğlu-İST t: 0212 / 2445197 / 05336671446 e-mail: iletisim@cekirdeksanat.com

http://www.cekirdeksanat.com

21

http://www.cekirdekshop.com


Janset

KARAVİN *

Z

aman zaman

in s

aman zaman

de

Hu!

Yol yol çatlamış, kaba yelde bol bol bel vermiş lük boyasından bir dirhem daha terk ederek çınsabaha, kırmızı dipli mumla mutluluğa ısrarcı kucağını açarken ahşap kapı, gacırdadı gucurdadı, gacır da gucur kandilli gıcırtılarıyla pusturdu fi tarihinde kambur zambur Arnavut kaldırımı döşenmiş yokuşu, demeyi ne de çok isterdim ancak öyle olmadığından ben, hayal gücümün kışkırtıcılığının çekiciliğine kapılsam ve desem de aslı faslı yok bilesiniz. Neden, derseniz; çünkü bahsettiğim kapının üzerinde mıhlı, kendisi gibi şeytan kırmızısı sac levhada şöyle yazıyor: “14” ve hemen üç karış yanındaki, geniş pervazında teneke yağ kutularından imal edilmiş küçürek bahçeciğinde her daim çiçek açmış hercai menekşeler bulunan pencereye yaslı olan levhadaysa: “Zındık Derviş Yokuşu”. Elbette bu saydıklarım hakiki sebepler değil ancak takdir edersiniz ki, gene de gözden kaçırılmaması gereken ayrıntılar. Faraza, yokuşun 14 numaralı bu kapısı değil de onun hemen yanındaki 16 numaralı levhayı taşıyan gök mavisi olanı açılaydı yahut bir diğeri; herhangi biri, 20, 12, 30 veya 19 Bopstil Sevil’inki tut ki, işte o zaman gönül rahatlığıyla size şöyle diyebilirdim: “Yol yol çatlamış, kaba yelde bol bol bel vermiş lük boyasından bir dirhem daha terk ederek çınsabaha, kırmızı dipli mumla mutluluğa ısrarcı kucağını açarken, gacırdadı gucurdadı, gacır da gucur kandilli

22


gıcırtılarıyla pusturdu fi tarihinde kambur zambur Arnavut kaldırımı döşenmiş yokuşu Bopstil Sevil’in kapısı. “ Kapının günahı yok, beş şen dulun hiçbirisinin vakti yok süslenmekten ve sürtmekten, onu yağlayacak ve üstüne üstlük bir kapı ne yağı ile yağlanır ki? Bu hususta geçen Çarşamba aralarında epeyce heyheyli bir tartışma da çıkmamış değildir hani. Sürmeli Süreyya tereyağında ısrarcıyken, Çıtkırıldım Mualla kapıyı ferahlatacak tek yağın mısırözü yağı olacağını şiddetle savunmuş ve bunlara Bopstil Sevil katı yağ, Şıpsevdi Sevda makine yağı ve Her Derde Deva Neva zeytinyağının faydalarından dem vuran bir nutukla katılınca ortalık kızılca kıyamete kesmişti. Bilmem söylememe gerek var mı ama pek tabii ki bütün bunlar Çapraz Cezmi’nin, hayallerini dört teker üzerinde kanatlandırıp Kelle Abidin Camii’nden aşağı yahut yukarı - Zındık Derviş Yokuşu’nu boydan baya, kâh yerde kâh gökte kat ederekten, sola Keramettin Menkul Sokağı’na kıracağına dümeni, sağa Yolgeçen Çıkmazı’na kırarak karşısına dikilen Kaleiçi surundan geçip, yüzünde tatlı bir tebessümle başka âlemlere vasıl oluşundan yedi gün evveldi… Ona Çapraz Cezmi diyorlar. Birisi, Yengeç Cezmi de demişti bir vakitler amma o aşı tutmadı! Çünkü bir tek sokakla dahi bölünmeden, sola yalpa vurdunuz mu soluğu Menkul Baba Hazretleri’nin türbesinde, sağa vurdunuz mu Yolgeçen’in Kaleiçi surunda aldığınız Zındık Derviş yokuşundan ibaret Kelle Abidin Mahallesinde, Kambur Cabbar hariç bir Allah’ın kulu yengeçlerin çaprazlamasına yürüdüklerine ne şahit olmuş ne de işitmiş değildi. O da bu malumatı, sırtında küfesi gündüzleri halde meyve sebze, geceleri barda ayyaş aymaz taşıyıp da alın teriyle kablolu televizyona abone olaraktan tanıştığı Diskoveri Çenıl’dan edindiğini cümle ahaliye duyurmuşsa da Kelle Kıraathanesinde, kimsecikleri inandıramamış, böylelikle Çapraz Cezmi’nin lakabı kim koyduya gitmişti. Zaten anası belli babası yüz elli, Cezmi’cik evveli ahir şamar oğlanı sayılmış mahallelinin türlü çeşitli ayak işlerine koşulmuş, her fırsatta eğlence konusu edilmiş, hakir görülmesi caiz ne caizi sünnetten sayılmış hatta farz görülmüştü. Anasına selam söyleyenleri, anası kafasını camdan uzatır uzatmaz birini bile ıskalamadan sayıp döktüğü için bir temiz dayağı her ikindi vakti yalayıp yutan Cezmi’nin, buna rağmen hatta akşam çöktü mü kırmızı evin kırmızı kapısına kırmızıfener asılır asılmaz elinde yarım ekmek içi kıvır zıvırla merdiven tepesine tüneyişi bile yüzündeki kerameti meçhul tebessümü silemezdi. Bu tebessümün kaynağı konusunda rivayet muhtelif olmakla beraber pencere önünde dokuz yorgan eskitmiş Muhtar Rahime’nin hikâyesine muhalif başıbozuk da yoktur hani. İşbu rivayet üzere Cezmi, anası Bebe Ruhi denen erkek güzeli yeniyetme, bıçkın sevgilisini koynuna aldığı bir vakit, yalın ayak başı kabak, elinde gene yarım ekmek arası soğan merdiven nöbetinden sıkılıp kaldırım üstü savsak adım düşlere dalmış dolanırken, üç büyük devirip dili dolanmayan kocası Sofu Halil’in kadehine bırakıp, zıkkımın süte çalıp ilaca dönüştürüşünü seyre dalacağı buzun suyuna afyon karıştırarak tez vakitte feraha kavuşan Cingöz Zehra’nın kapısında durup, içten içe kesildiği Münire’yi görürüm hevesiyle üst katın açık penceresine bakmış. “Sene”, der Muhtar Rahime, “… dokuz yüz bilmem kaç; bu velet daha ‘Ali’yi’ okuyamıyor. Aşka bak sen!” Fakat rivayet bu ya, Münire yerine babalığının kara kıllarla kaplı devcileyin kolu belirmiş pervazda ve afyonu yutmuş Sofu Halil, o sersem sepet haliyle, haliyle devirmiş mormenekşe saksısını ve saksı da ne olduğunu şaşırarak haliyle, kafasını kaldırmış, aval gözünü ilk bakışta göğe dikmiş gibisinden bir hissiyata sebep olasıca Cezmi’nin iki kaşının ortasına ,,, Küt! Ve Cezmi, elindeki soğan ekmeği bırakmamacasına evvel sola sonra sağa ve dahi şarktan garba, garptan şarka yalpa vurduktan sonra Allah’ın hikmetiyle yüzünü Kıbleye verirken kocasını, maazallah ‘tepetaklak düşmeye’, diye pencereden toplamak telaşındaki Cingöz Zehra’nın sardunya saksısını devirmesi nihayetinde bir evvelkinden de kallavi ikinci darbeyi tam tepesine

,,,

Küt! Ve Cezmi, tepesindeki yıldızları göktekilerden ayıramamacasına evvel sağa sonra sola ve dahi yerden göğe meylettikten sonra biiznallah tongaya gelip, yedi bela23


lısından yedi tokat yeyip de hâlâ iki ayak üzere efelenen, namı dizleri titretesi Delifişek Şefik gibisinden terbıyık yıkılmayasıydı ki, kapanan pencereye sıkışan perdelere dolanıp taklaya gelen üçüncü ve son kaynanadili saksısı ense köküne isabet

Küt!

Ve Cezmi mütebessim, bakışları çakılı göğe sermiş postu yere.

Küt!

,,,

14 nu-

maralı serlevha sırtında kapandı kırmızı kapı… Günlerden Çarşambaydı,,, Günlerden Çarşamba olduğuna ve İmam Şevket Efendi’nin, Kelle Abidin Camii’nin göğe inen minaresini - ki; bu minarenin benzerlerine nazaran üç ayak daha uzun olmasından dolayı merdivenlerinin üç yüz altmış beş çekmesi için muadillerininkilerden üçer parmak daha yüksek yapıldığını ve hatta bu parmak ölçülerinin Altıparmak Selami derler nam salmış bir usta tarafından bizatihi alındığını araya sıkıştırayım… - sabah ezanını layık makamda icraya şevki kırılsa da ya sabır çeke dura tırmanmasına hâlihazırda elli iki dakika olduğuna göre saat, dört kırk sekiz olacak. Kapıda beliren Cezmi’nin yüzündeki koca gülümseyişe, sağ eliyle sıkıca kavradığı küçücük yağdanlığı yapıştırmak mecburiyetindeyim çünkü kapının sessizliği, ya-

,,,

ni kapanırkenki haline tezat açılırkenki sessizliği bu sebepledir fakat yakıştıramadığımı da itiraf etmeliyim. Tam şimdi, eline bir fener yakışırdı hakeza henüz gün ışımaya yeltenmemiştir ve birbirlerine sırt verdiklerince kafa kafaya da vurmaya teşne binalarla örtülü yokuşu tırmanacaksa Cezmi, ezkaza tökezleyecek olsa çaprazlamasına yel yeperek yelken kürek alimallah yeri öper, çanağı kırar. (Cezmi cebinden, ucu sıra avuç içi kadar, gümüşten M harfi sallanaduran anahtarlığını çıkarır ve ahşap kapının kilidini açarak keşişlemesine içeriye uzanır. Belden yukarısı içerlek, belden aşağısı seyirlik tıngır mıngır bir işler görüp tekrardan kapının önünde belirdiğinde artık elinde bir ışıldak vardır…) Işıldağıyla Arnavut kaldırımlarına tirşe düşüre taşıra yokuş yukarı vurdu yengeç yengeç ve yokuşun başında – orada duruyorsanız orasıdır başı, eğer diğer ucundaysanız da orasıdır ve şimdi yokuş başı dediğimiz yer kıçı olur: Kıçı başı bellidir yokuşun hikayemizin aksine - öylemesine bir ancık çakılı kaldıktan sonra sola çark edip adeta kırklara karıştı, kör dumana bulaştı. Üç çeyrek saati altı dakika geçe sonra Cezmi’nin, yokuşun başındaki 3 numaralı kapının önüne, hırsız teker, boyası dökük, kaportası çürük ve fakat yüzündeki tebessüm değin sıcak kırmızı bir Murat 124 ile peygamber vitesinde gelip durduğunu ta ki, Münire yan koltuğa kurulup Cezmi, kontağı çevirip, yokuş aşağı – yukarı vurdurup da kornayı avaz avaza bağırtana ve sabah ezanını son gayretiyle aşk etmeye ağzını açan İmam Şevket Efendi, megafondan ağzı açılmamış küfürlerle yedi ceddinin kulaklarını çın çın çınlatana değin kimse fark etmeyecekti. Bazılarınız akıl edip soracak: İyi hoş da Allah’ına tersinden bakan Çapraz, nereden buldu ki kırmızı Murat’ı… hadi diyelim buldu, nasıl tamir etti dilenci çanağı aklıyla? Hay aklınızla bin yaşayın; az kaldı unutacaktım! Çapraz Cezmi hayallerine kanatlanacağı o kanatsız, boyalı kuşu Münire’yle el ele yerin dibine uçuşlarından tastamam beş ay, on bir gün evvel yukarı mahallede terk edilmiş, virane bir evin, bakımsızlıktan dağa dönmüş bahçesinde üzeri yarı boyuna kadar dallarla, çalı çırpıyla örtülmüş buldu. Gözleri yuvalarından oynadı ve hemen oracıkta daha direksiyon simidini iki eliyle kavrar kavramaz yapıverdi hesabını kitabını, soluğu Ferruh Usta’nın tamirhanesinde aldı. İki ay her sabah, sabah ezanından evvel varıp kapıda bekledi ama Ferruh Usta ta ki çırağı Artiz Zeynel’in işi, bir zilli zarifenin sıcak koynu uğruna kırdığı ve kendisinin, Kız Selim’le işret âleminde geceyi güne iliklediğinden yere eğilip kepenk kilitlerini açmayı gözüne kestiremediği o sabaha kadar Cezmi’yi görmezden geldi. Derken gel zaman git zaman İngiliz anahtarını ve bütün numaralarıyla alengirli takım taklavatın feriştahının adı sanıyla beraber ele alınışının maksadını çözen Cezmi, kırk gece boyu ışıldağının ferini gün ışığı soldurana değin “kanatsız boyalı

24


kuşunun” tepesinde sabahladı ve sabahları tamirhanenin yolunu tuttu. Kırk birinci gün, Murat’ı her gören kırk bir kere maşallah çekerdi doğrusu ancak Ferruh Usta olsa gören, muhakkak fren balatalarına bir el atar dahası zaten cebine harçlık koymayı şimdiden kafasına koyduğu Cezmi’ye Artiz Zeynel’in tulumunu kuşatırdı. Fakat ma-

,,,

lum, öyle olmadı Eğer sola kıraydı Cezmi boyalı kuşun dümenini tıpkı hesap ettiği gibi, belki de

,,,

şimdi öyle olacaktı ancak sağa kırdı gerçi sola da kıraydı Menkul Baba Hazretleri, dolu dizgin ebedi ikametgahında huzuruna ziyan, üzerine çullanmaya gelen dört tekerli o gavur icadını, kaldırım süpürgesi gibisinden tepesinden aşırmak maksadıyla kuvvetli nefesiyle kanatlandıracak ve Altınboynuz’un boz bulanık sularına gömecekti ama buna lüzum kalmadı ve bu sayede de Cezmi, Münire’nin sıcacık, küçücük eli avuçlarında erirken yüzünde asılı tebessümden pek daha samimisini bakışlarına da bulaştırmayı başararak ömründe ilk defa mutluluğun manasını kavrayacaktı. Bütün bu anlattıklarımı siz okuduğunuzda, Zındık Derviş Yokuşu’nun adının ve kırmızı sacdan tabelasının, Çapraz Cezmi Yokuşu olarak değiştirilmesinden seneler sonrası olduğunu, dünyaya ilk bakışınızda bu işte bir terslik olduğunu fark edip de kahkahayı koyuvereceğinize zırıltıyı bastığınızı hatırlayıp şimdi hiç değilse düzünden gördüğünüz bu tersliğe şükür ve de inat, yüzünüzde manidar bir tebessümle nispet çekseniz de feleğe; mutluluğun birdenbire, mutsuzluğun zamanla kazanıldığını deyivereyim üçler yediler kırklar aşkına: Hu!

29 Ocak “Etfal”

“Play and pray, pray and play” Miles Davis

25


OTOPORTREDİR.

REHA YÜNLÜEL

“Allah senden razı olsun Zizek efendi...” Hakan Arslanbenzer Mahfil, Sayı:1,Ocak 2008

26


“ …karşı olduğum o ‘geniş mezhepli’ katmanların çürük çarık değer yargılarını ve uydurma akıl yürütmelerini sergileyeceğim.(Bu yaz da çok şeyler öğrendim ben. Boyayı biraz kazımak, ipliklerini pazara çıkarmak istiyorum.) Şimdi ben biraz dar bir geçitteyim ama geleceğin tarihine (etimde kanımda duyarak hem de) inanırım. Sana yazdığım eski mektuplarda bu toplumun bir insan ilişkileri içre olmadığını dilimin döndüğünce anlatmaya çalışırken hiç öznel ve duygusal davranmamıştım…”

* Ece Ayhan, Poelitika Hazırlayan: Eren Barış

* OrtaDünya Yayıncılık Kızılırmak Sok. 35/9 Kızılay Ankara ortadunyayayincilik@gmail.com

27


KÜNYE NİYETİNEDİR

P.A.T! (Puşt Ahali Tarifesi) Zafer Yalçınpınar tarafından yayıma hazırlanmaktadır: Görsel düzenleme, katılımcılarla ilişkiler, düzelti, eşgüdüm, tanıtım, dağıtım, mücadele ve ortalama zekâyı bertaraf etmek gibi tüm bağlayıcı hamallıkları –bendeniz- Zafer Yalçınpınar üstlenmektedir. P.A.T!'ta yayımlanmasını istediğiniz yaratılarınızı zaferyal@gmail.com adresine -konu satırına "PAT içindir" ibaresini ekleyerek- gönderebilirsiniz. P.A.T! birincil ortam olarak interneti seçmiştir. Maddi ve manevi kâr amacı gütmez, dirsek teması umursamaz ve yalansızdır. İşbu derginin PDF dosyası biçimini istediğiniz ortamda, istediğiniz “insan”larla paylaşabilir, istediğiniz bağlantılarla(linklerle) çeşitli “insan”lara sunabilirsiniz. P.A.T!, Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun bir türevidir. Puşt Ahali’nin e-posta grubuna, gruptaki tartışma ve paylaşım geçmişine http://groups.google.com/group/pustahali/topics?hl=tr adresinden ulaşabilir ve hatta gruba üye de olabilirsiniz. (Puşt Ahali’nin şiarları Ek-1’de yer almaktadır. Onları sezmeniz faydalı olacaktır.) Altıncı tarifede görüşmek üzere…

28


EK-1: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun Şiarları 1/ nasıl yalnız bırakır adamı bir meydan? aradan biri bağırdı: puşt ahali! - Enis Akın 2/"hiç birbirine çarpan kuş gördün mü havada. ama insanoğluna gelince üstelik yerde neler olduğunu biliyorsun?" - Ece Ayhan 3/Hemen anlaşılmayabilirsin, göze alacaksın. Çoğunluk her zaman başlangıçta yanılabilir, sonradan ayıyorlar sanki. Yan yan değil de doğru doğru yürüyen bir yengece bakarak, "sarhoş galiba" diyebiliyorlar. (…) İki şey bir arada olacak; sancak ve davul. Eğer tek davul olursa sünnet düğünü var sanırlar. Ama sancak da varsa, isyan, ayaklanmadır o. Bin yıllık Anadolu geleneğidir bu. - Ece Ayhan 4/Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman... Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak. - Oruç Aruoba 5/İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yerinden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.(…)Bir sabah, işe giden kalabalık, şehrin en büyük alanında yaya kaldırımının bir noktasında ikiye ayrılıyor, yere bakarak, ama hızını hiç eksiltmeyerek yürüyor, biraz ileride yeniden bir araya geliyordu.O noktada biri vardı; yerde yatan, ölü mü, yaralı mı, içkili mi olduğu, kazaya uğrayıp mı buraya atıldığı anlaşılamayan biri… Yüzükoyun yatıyordu. Bir küçücük çocuğun öfkelenerek yere attığı bir bez bebeği andıran bu adamın kollarıyla bacakları bir tuhaf duruyordu. Eklemleri, köşeleri çoğalmış gibi. Uzun süre kimse yanaşmadı bu adama. - Bilge Karasu 6/Kış geçende bu leylek gendini dışarı verdi. Uçuy, evliğini onarıy. Süslüy. Bekliy ki gendinin eşisi gelecek. Biliy. Ha bugün geldi. Ha yarın gelecaktır. Gözü semadadır. Keyiflidir ki nasıl anlamam. İşte ağalar. Bugünden bir gün idi. Hamogil ocak yakmıştı ki sabah ekmeğini yapalar. Ocak alev alev yanıydı. Yalımlar göğe çıkıydı ki, gökten bu leylek geldi, gendini ataş üstüne bıraktı. Koştular bunu ataştan aldılar. Kurtuldu, bir daha bıraktı gendini ataş üstüne, tüyleri yanıydı zaten. Öldü getti. Göz açıp kapata kadar. Evin içinde bir telaş yürüdü. Herkes birbirisine soruyordu ki, ne olmuştur. Ne olmuştur ki bu leylek gendini ataşa bırakmıştır. O sıra damdan Hamo’nun sesi gelmiştir. Demiştir ki, ben biliyem. Gelin görün sizde bilin. Koşmuş bakmışızdır ki, yuvada iki leylek oturuy. Anlamışızdır, demişizdir ki, insan da beyle değil midir lo, beyledir. - Tuğrul Çakar 7/HER doğruyu söylemeğe gelmezmiş, bir takım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekirmiş… Peki ama bir doğruyu söylememek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek gene sürmesine bırakmağa hakkımız var mıdır? Bazı yalanlar kutsalmış onlara dokunmağa gelmezmiş… Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına artık inanmıyoruz demektir; bunun için “kutsal yalan” sözü bir şeyin hem köşeli, hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. (…) Bir takım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik düşüncesinin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilebilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!... Öyledir kişioğlu: kendisi için ille de bir takım ayrıcalıklar ister. “Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur” diyen kimse, öğrendiği, anladığı doğrulara lâyık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu… Ancak kendini düşünür, kendini büyük görmek için yol arar. Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalanı yayıyoruz demektir. – Nurullah Ataç

29


“ İt ür ür , ker v an y ür ür .”

iletişmek için;

Zafer Yalçınpınar zaferyal@gmail.com http://zaferyal.kuzeyyildizi.com

P.A.T! 5.tarife Mart 2008 “bayiinizden isteyemezsiniz”

30


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.