Pat8

Page 1

. SAKAR . ALIŞIR . EZBİDERLİ . TURGUT . . AKYIL . SCORZA . YALÇINPINAR . YÜCEL . . KARAVİN . GUZEL . ALTUNÇ . KRANİOTİS .


2


iç in dekiler

2

Editörden…

4 ONUR AKYIL DAVUT YÜCEL 6 Hadi Bana Bir Elma MANUEL SCORZA 7 Kambur Remi’nin Dilekçesi 8 FERRUH ALIŞIR Açıklar Asfalt 10 ERKAN EZBİDERLİ ENGİN TURGUT Trompetçi 11 DAVUT YÜCEL 12 Karıncalar Şiiri İki Şiir 12 DİMİTRİS KRANİOTİS Sıradan Bir Ölüm Değil Bu 13 HÜSNİYE SAKAR Ön 14 ZAFER YALÇINPINAR İki Heykel 15 AYŞE ECE ALTUNÇ JULİO CORTAZAR 16 “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” Ece Ayhan Okum-Ak 18 M. ŞEHMUS GÜZEL (Ç)yALın~TI 20 JANSET KARAVİN Otoportre 22 24 KÜNYE EK-1 25 “P.A. Şiarları” Söyleşi

3


Onur AKYIL * SÖYLEŞİ Onur Akyıl’ın “Vietnam Mektubu” adlı ilk şiir kitabı Şubat 2008’de yayımlandı. Kendisiyle “Vietnam Mektubu” üzerine söyleştik.

Zafer Yalçınpınar: “Vietnam Mektubu” adıyla bütünlemek istediğin nedir? Vietnam Mektubu’nu diğer mektuplardan ayıran nedir? Onur Akyıl: Ben hayatın içinde Kim Phuc gibi koşmaktayım; çıplak. Dolayısıyla bunun sorumlularıyla aramda asla kapanmayacak bir ‘mesele’ var. Giderek kişiselleşen bir şey ama bu. Böyle olması da normal aslında. Çünkü; nihayetinde bir yönsüzlük belirmeye başlıyor; yönsüzlük parçalanmaya dönüşüyor sonra. İnsan kendinde binlerce ölü veriyor. Tarihin ya da onun içinden bir gerçekliğin kitaba adını vermesi de buradan geliyor olabilir. Acının ya da acının değerlendirilmesinin, tartılmasının herhangi bir ölçütü yok. Bu ölçümün belirsizliği her şeyi birbirinden farklı kılan. Mektuplar, savaşlar, inançlar böyle ayrışıyor. ‘Vietnam Mektubu’ böylece kendini, ilk anlamından sıyırıp ağır bir küfre dönüşüyor. Başka bir hayat, bambaşka acılardan kendini kurmaya çalışıyor; uzakta bazen, bazen tam ortasında. Bütünlenen bir şey yok aslında; göndermesi olan bütün kadar dağınık bir şey var ortada. Z.Y.: Kitaptaki özgeçmişinde “Vietnam Mektubu”nu kendisine karşı oluşturmuştur.” şeklindeki bir ifadeyle karşılaşıyoruz. İnsanın kendisine “karşı” şiir yazması, bunlardan da bir mektup ya da kitap oluşturması hangi yüzleşmelerin sonucudur? O.A.: Ben onların içinde yaşadığım için onların değerleri daha önemli. Onların değerleri de her birinin tek başınalığını görmeyi beceremiyor. Tek başınalığa yöneldiğinde ise yalnızca kendine karşı durmaya başlıyorsun. Yazan herkes, aslında yalnızca kendine karşı yazıyor. Yıkılmak istenen tek şey kendilik hali. En çok neye karşı çıkıyorsa birisi yazdıklarında, en çok içindeki gerçeğe karşı çıkıyor. Ben bir faşistim belki, içimdeki faşiste karşı koymaya çalışıyorum. Z.Y.: Kitap boyunca okuyucuya eşlik eden bir “ses” var. Bu “ses”in şiirsel niteliklerinden bahseder misin? O.A.: Eylemlerin sesleri bellidir aslında; insan eylemlerinin insanca olmayan sesleri. Güzelin ve çirkinin ortaklaştığı yer. Narin ve kaba; hep iç içe. Sesi bağlayan şiirde bu belki de; tercih etme hakkında gizli şairin. Tartışılmıştır hep, tartışılacaktır da; sözcükler kullanılırlar mı, seçilirler mi? Ses sözcüğün sonucu çünkü. Ama bunun dışında, tıpkı yukarıda da söylediğim gibi, kendilik haline saldırıda bir akışkanlık oluşuyor. Böylece yazan olarak ‘kaba’ olanı narinmiş gibi algılayabiliyorsun. Çünkü ‘yıkım’ gerçekleşiyor. Şairlerle arandaki ortak paydaya da yol veriyorsun böylece. Z.Y.: Özel bir soru sormak istiyorum; “Puşt Ahali” denince aklına neler, kimler geliyor? O.A.: Ben kendimi Puşt Ahali’nin içinde görüyorum. Çünkü hangimizin puşt olduğu hangimizin ahaliden olduğu bilinebilecek bir şey değil. İnsanlara bakarken nerde olduklarına değil de ne olduklarına baktığımızda hem puşt hem de ahali olmaktan sıyrılırız diye düşünüyorum. Kazık yemedim mi; çok. Ne gelir elimizden insan olmaktan başka...

4


Z.Y.: Son senelerde “iktidar” ile şiir/şairler arasında eskisinden daha yoğun bir etkileşim, iktidardan ya da statüko arzusundan şiire ve şairlere doğru garip bir maniple girişimi olduğunu düşünüyorum. Editörler bu etkinin oluşmasında koordinatör olarak görev alıyorlar; misal “sistemin içinde olmadan sistemle savaşamazsın…” gibi lakırdılar edenler ve devlet köşklerindeki özel yemeklere katılan şairler var. Şairlerin bazıları bu etkiyi, bu koordinasyonu açık açık kabul ediyor veya boyun eğiyor, bazıları da reddediyor… Ben Vietnam Mektubu’nun bir red olduğunu düşünüyorum. İlk kitabını yayımlamış bir şair olarak, günümüz edebiyat ve şiir ortamı hakkında neler düşünüyorsun? O.A.: İnsan ciddiye aldığı her şeyi tehlike olarak da algılar; olumlu ya da olumsuz olsun. Sözünü ettiğin ve lakırdı dediğin şey Marksist bir tavır aslında; lakırdı demek zor. Ama kim, nerde, nasıl kullanıyor; değişir mi, değişir. İçinde olmadan direnemeyiz diye sağ bir partiye üye olmamız mı lazım? Hayır. Ama onlar bunu öyle algılıyorlar. Başka seçenekleri yok çünkü. Şimdi söyledikleri bu ve benzeri şeyleri, her daim yaşayarak kodlasalardı başka şeylerden bahsediyor olurduk. Davet meselesine gelince, davete icabet etmek edep gereğidir. Çağrıldığın yere gideceksin; gittiler. Günümüz şiir ortamı vesaire gibi tanımlamalara katılmadığımı da bilmeni isterim; hepimiz aynı gün başka bir çağı ve o yaşadığımız başka çağa uygun aklı tercih ediyoruz. Günümüz şiir ortamı demek, günleri ve akılları ortak olanların işine gelen bir açılımdır. Ahaliyi yüceltmenin gereği yok. Z.Y.: “Sistemin içinde olmadan sistemle savaşamazsın.” demek, günümüz koşullarına bakıldığında Marksist değil de Fetullahçı bir söylemdir bence... Herneyse... Aslında, şu “icabet edilen davet” meselesine geri dönelim; devlet köşkündeki yemeğe davet edilen sen olsaydın, gider miydin? Ya da meseleyi tersine çevirelim, onlar seni değil de sen onları evine çağırsaydın, devlet erkanı senin düzenlediğin yemeğe -icabet edip- katılır mıydı sence? O.A.: Kim kimi nereye çağıracağını iyi bilir. Buna kimse bir şey diyemez. Bize kimseyi çağırmam ben, gelinecek bir yerde değilim. Hem zaten iki kedim var, kız olan da hamile. Z.Y.: Kitabında “Maveraünnehir içime dökülür” demişsin... Bu tarihi cevabın beni çok etkiledi. Peki, “maveraünnehir nerden başlar?” O.A.: Yokuş aşağı bisikletle inen çocukların arkasından koşuyordum; sanırım orda başlar...

vietnam mektubu 10 sabaha vurma telaşıyla taşındı silah davrandım ölmeye annemden utandım korkuyu tanırım delikanlı havaların yoldaşıdır hali derviş bilir payı çoktur insanın tazeliğinde yuh olsun kırılmış dala diye geçen günlerde yüzüne tükürür insanın; yok öyle değil kavgamız sırrını yitirmiştir; fidan asılmıştır dala bak ne diyorum kefilim işte en utanmış halime etrafım ilk sarıldığında ilk yemin bozumuna varmadan dalmadan çiçekleri ve kudretli hayvanların arasına ‘nar’a küskünlüğü taşıyandım ben çıktınız geldiniz vurgunuzda yapayalnız gömüldük durgunluğa son yüzüm de kirlendi beklemekten göğün kuşağı çekildi içimden diyorum durdum da ağaçlara kimi anlattım bunca yaradan sonra kimse inanmaz avcı olduğuma

5


Davut

YÜCEL * HADİ BANA BİR ELMA

saçların uzadı saçların uzadı sevgilim bunu ilk defa söylüyorum bunu ilk bilmiyorum akşam çok . sevgilim şeyler söylüyorum çok şey seni . sevgilim zaman yok duymuyorsun duymuyorsun beni dinlemiyorsun

6


Manuel

SCORZA * KAMBUR REMİ’NİN DİLEKÇESİNİN EKSİK METNİ VE METNİN NEDEN EKSİK KALDIĞIDIR.

(Çeviren: Müntekim Ökmen)

1. Açıkça anlaşıldığına göre, sayın başkanı bulunduğunuz baskın birliği, Chinche’ye yeni bir mezarlık inşa etmek üzere yola çıkmış bulunmaktadır. 2. Yüksek korumanız altındaki askerler, bu gibi durumlarda, yokluk ve açlık gibi sudan bahanelerle başkaldıran komünerolara, ulusal gülmece ve tuzak kitabımız olan anayasamızın yüzbinbirinci maddesi gereğince, hapishane olarak mezarlığı gösterir. 3. Yukarıdaki madde gereğince, ya da aşağıdaki, hangisi olduğunu bilmiyorum, gözlüklerimi unutmuşum, zaten ha o olmuş ha öbürü, önemli değil… Heh, evet işte o madde gereğince baskın birliğinin elindeki mezarlık ayaklanan köylüleri barındıramayacak kadar küçük olursa, birlik komutanı yeni bir yer, özellikle, sonradan ellerini yıkayabileceği bir dere kıyısı seçer ve yeni mezarlığı oraya açar; Bu kamu girişiminde arsa belediye tarafından, ölüler de ordu tarafından temin edilecektir. 4. Chinche’nin zaten bir mezarlığı vardır, kapısız bir mezarlık ama bu. 5. Chinche peyzajı böyle önemli bir kamu kuruluşu için anayasanın öngördüğü koşullardan hiçbirine sahip olmamakla… (…) “Kim bu adam?” Remi eğildi, yerden bir taş aldı. “Kim olursa olsun,” dedi teğmen. “Ateş!” Bir makineli tıkırdadı. O zaman açığa çıktı ancak, Remi’nin nasıl bir onulmaz hastalığın acısını çektiği. Mermiler kafatasının üstünü alıp götürmüştü. Kafatasının içinde beyin yerine bir sardunya duruyordu.

(Not: Yukarıdaki fragman Manuel Scorza’nın, Can Yayınları tarafından yayımlanan/türkçeleştirilen “Toprak Acısı” adlı kitabından alınmıştır.)

7


Ferruh

ALIŞIR * AÇIKLAR

Daha yeni bir hayatı aldın daha yeni bir hayatın içinden meydanında indiğin o çarşıduvarları kusar ellerine bakarsın ortada peşin ödeyerek bıraktığın hayatın bir denizi istersin dokumak için yosunla geç vakitte alacaktın ölü balıklardan sana bıraktığım devrini gözleri mat ve ölü kasa içinde beklerken seni ölen balıklar götürüyorsun bir kış rüyası dokurdun bir boncuk iriliğinde mavi giymeden gitmezdin yaşlı kahve köşelerinde beklemezdin asla bir ikindi bir ikiydi artık en zor sözlerini söyledin geç vakitte aldın ölü balıkları dokunmadın ellerinle cama biliyorum bir yalak kenarında suyu dinledin şimdi Hiçbir acı sürtünerek gitmeyecek poyraz ruhsuz sen ruhsuz

8


şimdi ölü balıklar geçiyor düşünden bir deniz hafifliği esiyor saçlarında paltonda eski yırtık O siyah karede bulduğun saçları kime versen itiyor kim tarar bir çocuğun rüyasını bir ses gibi titredin bir ıslık gibi çaldın rıhtımın mendireğini o sularda hakikat vardı o sularda biraz isyan gerçekti diri yazıklamadın elindeki yüzüğü suya atarken baktığın derinlikleri silinmiş bataklığın sevgilindi bilmeden derinde kalmış düşünü yaralıyor şimdi rüzgar ağzında kalıyor gece kokluyorlar almadan balıkları bu ince düşünceler terketti bizi şimdi kabataş lar etrafımda bir adacık olmuş biraz sallansa gidecek yola biraz irkilse yolalacak liman bir sinağrit inceliğinde dolaşacak tüm oltalarını bir sabah bir akşam burada herşey boktan güzelse yok olalım esinde bulduğum yabancıyı kovmadan geçerse o gemi bineceğim içimdeki yolculuklara bir sahte deli gibi dolaşıyorum bir çan sesi gibi tiz ama herşeye uzak bir liman varmayınca anlayamıyor deniz uzunca bekliyorum kırılacak gövdemi eğiliyor evler meydan da sayıklıyor adını şimdi plaklar kılıç balığı gibi günler eğiliyor balıklar eğerlenirse söz derinlere gider ustam

9


Erkan

EZBİDERLİ * ASFALT

evi kara kaplumbağa sırtında –kapkarabelirsiz bir gölge gibiler kulaklarımda kelimeler yorgundur, zehirlemekten hışırdamaktan cümleler yorgundur kılçıksız bir anı tam -apansız, fotoğrafsızsürerken elini iç kanamalı bir yaralıya öyle; evet öyle düşer izmarit ağzıma dilime cıvık kıvrımları sesin, koyu bir zift içip çoktan kaybetmiş etini ezen kelepçesinin teneke anahtarını; ve esnemiş karton üç kağıtlar çoktan; çoktan emilmiş hap dil altında; ve keserle çoktan çekilmiş çivi yani, gece ormana süzülen bir leylek gibi dalsız, budaksız ve yapraksız bir ağacın kalp atışlarında güp, güp, güp! ölmekteyim içinde bu sessizliğin yalpalamaktayım yani alkol denizlerinde boğulmuş yarı baygın yatmaktayım kıyıda bir hayat öpücüğü için kürdan bacaklı piliç budundan kül bastı kebap! çoktan sağırlaştırmış gönlü; ve ses: avuçları pamuk seyirciler gibi kifayetsiz ve kırılmış gururu çoktan; çoktan ağlamışız gülmüşüz; ve sol bir elle çoktan atılmış servis ayaları sarı bir çift göz üstünde –sapsarıkumdan bir şato gibiler kulaklarımda zambaklar yorgundur, zehirlemekten hışırdamaktan jelatinler yorgundur şimşeksiz bir gök tam –yıldızsız, bulutsuzyağarken yağmurunu çimento bir yüze öyle; evet öyle düşer giyotin ağzıma dilime.

10


Engin

TURGUT * TROMPETÇİ

11


Dimitris P.

KRANİOTİS * İKİ ŞİİR (Çeviren: Bahar Mucuk Demirtaş)

Νοητή γραµµή

Hayali Çizgi

Καπνοί από τσιγάρα και κούπες γεµάτες καφέ, δίπλα στη νοητή γραµµή, που η δίνη των λέξεων ακουµπά και γνέφει τραυµατισµένη τη σιωπή µου.

Sigara dumanı ve kahve dolu kupalar, yanı başında hayali çizginin, kelimelerin girdabının yaslanıp başını eğdiği, yaralı, sessizliğime.

Ψευδαισθήσεις

Yanılsamalar

Βουβές ρυτίδες στο µέτωπό µας τα σύνορα της ιστορίας, ρίχνουν κλεµµένες µατιές σε στίχους του Οµήρου. Ψευδαισθήσεις γεµάτες ενοχές λυτρώνουν τραυµατισµένους ψίθυρους, που έγιναν αντίλαλοι σε φωτισµένες σπηλιές ανόητων κι αθώων.

Sessiz kırışıklıklar alnımızda tarihin sınırları, imalı bakışlar atmış Homer'in dizelerine. Suçluluk dolu yanılsamalar kurtarır aptalların ve masumların aydınlık mağaralarında yankılara dönüşen yaralı fısıltıları.

Dimitris P. Kraniotis: Yunan şair ve doktor. 1966’da Stomio’da doğdu. Larissa’da yaşamaktadır. Dört şiir kitabı yayınlandı: “İzler” (1985), “Kilden Yüzler” (1992), “Hayali Çizgi” (2005) ve “Kumullar” (2007). Şiirleri pek çok dile çevrildi ve çeşitli ödüllere layık görüldü.

12


Hüsniye

SAKAR * SIRADAN BİR ÖLÜM DEĞİL BU

uzun uzun gider gelirim yollarından ayak bastığın toprağı sevmek için düşüveririm, nefesini saklayan denizin mavi çığlığına ve büyütüp dururum içimde korkunçgüzelliğini ölümün onurla tutarım bu cesareti !! Temmuz 2007

13


Zafer

YALÇINPINAR * ÖN

masaya sandalyeye sığmaz bizim meydansız* oturduğunda tüm ışıklar mecburen söner ve önünden bir “ahali” geçer ellerinde dondurmalarıyla yokuş aşağı oy verenler çok iyi bilirler işin aslı ve önü basittir: atından inenler masaların ucuna binerler

19 Nisan 2008

*

Bkz: Merdiven , Ağaç ve Meydansız ( http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/s43.html )

14


Ayşe Ece

ALTUNÇ * İKİ HEYKEL

“Ruh Emici”

Not: Yukarıda fotoğrafı bulunan heykeller, Ayşe Ece Altunç’un KargART’da gerçekleştirdiği “Beleşarap” adlı kişisel sergisinde yer almıştır.

15


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

Julio

CORTÁZAR

Arjantin'in en büyük yazarlarından biri olan Cortázar, 1914'te Brüksel'de doğdu. Arjantin'de eğitim gördü. 1938'de “Presencia” adlı şiir kitabı yayımlandı. Üniversitede öğretim görevlisiyken Peron yönetimine karşı girişilen eyleme katılınca hapse girdi, daha sonra üniversiteden ayrıldı. İlk kısa öykü kitabı “Bestiario” 1951'de yayımlandı. UNESCO'da çevirmen olarak çalışmak üzere Paris'e yerleşti, en ünlü kitaplarını da bu kentte yazdı. Öykülerinde fantastik öğelere yer veren, gerçek dünyayla olağandışı yaşantıları iç içe geçiren Cortázar'ın edebiyat dışında ilgilendiği şeyler arasında mitoloji, antropoloji, psikoloji, boks, sinema ve fotoğrafçılık da vardır. Julio Cortázar 1984 yılında Paris'te öldü. (Kaynak: Vikipedi)

16


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

“Julio Cortázar ve Gabriel Garcia Marquez” (Not: Tüm fotoğraflar, Sara Facio’nun “Julio Cortázar” adlı fotoğraf albümünden alınmıştır. Sara Facio, La Azotea, 2004, Arjantin Bakısı)

17


M. Şehmus

GÜZEL * ECE AYHAN OKUM-AK

Ece Ayhan şairdir ve Türkçeyi fena halde sarsar :Allak bullak eder « dili ». Yazım kurallarının en belalısını bile çekip alır, ağzını burnunu kırar. Örneğin İstanbul’u küçük (i) ile başlatır. Akdeniz’i de küçük (a) ile. Ve daha neler: Şairdir. Niye öyle yazdığı da sorulamaz. Sorulmaz. Ama kendisi bir söyleşisinde açıklar : « Düşünsel yönden karşı olmak da yetmez » der : « O’nun dilini de kullanmayacaksın. » Çünkü kırarak kullandığın dil artık « O’nun dili » değildir. « O’nun dili » olmaktan çıkmıştır artık. Benim anladııım budur. O’nun dilini kullanırsan (kullanmak zorunda/durumunda kalırsan) eğer KIRMALISIN. KIRACAKSIN. Ece Ayhan’ın yaptığı gibi. Ece Ayhan şairdir şair olmasına. Ve buna kimsenin bir itirazı da yoktur aslında. (Sıkıysa itiraz edin bakalım !) Olamaz da.Ama sadece şair de değildir. Çünkü serde biraz tarihçilik ve feylesofluk ta vardır icabında. « Tarihle aklını bozmuştur » besbelli : İki de bir « Tarihten geliyoruz. İnsanlarız. » deyip durması boşuna mı ? Veya « Doğu » ile aklımızı karıştırması : Buyurun dinleyelim : « Ne yapalım. Batı’ya fazla giden Doğu’ya düşer aksi de geçerlidir bunun. Hele Alaska ile Kamçakka arasında bir Bering Boğazı var, birdenbire salıdan pazartesiye geçiyorsun ! » Bu mesele O’nun Yort Savul isimli yapıtının değişik sayfalarına yansımıştır. Ama buradaki alıntı daha sonraki bir tarihte Cihat Burak ile yaptığı bir söyleşinin gazete sayfalarındaki sarımtırak izlerinden kalandır. (Kedisever Cihat Burak ile Ece’nin birbirini bulması da bir rastlantı değildir. Ve bunun da « tarihi » nedenleri mutlaka kazınmalıdır : Araştırılmalıdır anlamında. Başka şey « aranmasın » bu lafta. Tamam mı ?) Ece’nin zaten gazete ve dergi sayfalarında kalmış söyleşileri, unutulmasın diye olmalı, kendisiyle yapılan konuşmalar, dalga geçmeler karşılıklı ve özellikle İlhan Berk’le (Nisan 1984’te « 1984 açıklarında Türk yazını » başlıklı dizi-söyleşileri örneğin Cumhuriyet’te neşr-edilmiştir nitekim), tartışmalar, denemeler hep yayınlanır. Yayınlanmalıdır. Çünkü, ancak böylelikle Ece Ayhan’ı ve şiirini, tarihçiliğini ve felsefesini öğrenmek olasıdır. Yoksa sınıfta çakarız. Hiç şakası yok. Örneğin Başıbozuk Günceler’ini okumalıyız. (Mazeret kabul edilmez!) Bu yapıt 1993’te yayınlandı. Veya Dipyazıları isimli olanlarını. Değişik tarihlerde, değişik dipyazıları yayınladı. 1980’erin başında, tamı tamına 1982 Mart’ından itibaren yazılanlardır. Ece Ayhan tarihcidir. Kendine özgü tarihçidir. Ve işte tam sırasıdır tadımlık bir örnek : « Olamaz » başlıklı şiirindendir :

18


« 1- Üç şubat.Saray’ın arkalarında bir yerlerde, daha Süleymaniye Camisi çıkılmamıştır : Sinan kalfalarıyla dolaşıyormuş. 2- Çıraklar ölçüyorlar. Boğaziçi açık, Haliç koyu gözüküyor. Eminönü’nde yelkenli direklerine dolanmış takalar, çektirirler. » (Nasıl ?) SEN GEL SÜLEYMANİYE « CAMİSİ »NDEN SÖZ ET : KANUNİ’DEN TEK HARF KOYMA VE ANMA, YERİNE SİNAN, KALFA VE ÇIRAKLARINI AN : OLACAK ŞEY Mİ BU ? İşte Ece Ayhan’in tarihçiliği budur : Bu « bürokrat tarihcilerin », bu bürokrat « bilim » kadın ve adamlarının cirit attığı Dersaadet’te. Eski (Ve henüz tamamıyla eskimemiş ve/veya eskitilememiş) Osmanlı İmparatorluğu’nun eski başkentinde: Akıllara zarar. Yineliyorum: ŞAİR VE TARİHCİDİR ECE AYHAN. VE BİRAZ DA FEYLESOFTUR İCABINDA. İşte örneği : « Pera Palas’ın arkasında » başlıklı düz yazısında yazar : « Benim bildiğim, silgiler silerken silinirler de. İnsanın kendisini silmesi ise bana çok dokunurdu, dokunuyor. » (Şimdi daha iyi fark ediyorum : Buradaki « dokunuyordu »yu okunuyordu diye de anlamak mümkün.) Veya BAKMAK konusunda yazdıklarını okuyalım isterseniz : « İlk gün : Gümüşlük’te » başlıklı yeni dipyazılarından aktarıyorum : « Gözlerle, yüzle bakmak ne denli kolaydır, hemen herkes öyle bakar, hatta baktıkları da belli değildir…Ben gözlerimle de bakıyorum, ama zihnimle de bakıyorum, özellikle zihinlerimle. Sözgelimi insanın eşyaları yerleştirişinde bile bir anlam yok mudur açıklayıcı ? Eşyaları delip geçerek ‘insan insana varmak’ için başka ne yapılabilirdir ? Neden gözlerimi ben hiç kırpmıyorum, kırpmam : bunun üzerinde bir düşünülsün isterdim, istiyorum. (Evet işte aynen böyle ve bize bakmak konusunda yeni bir konsept sunuyor/öneriyor.) İşte böyle : Ece Ayhan ille bizi düşün-meye yöneltiyor, yöneltir : Her şeyin hazırlop sunulduğu, her şeyin hazır birer « ilaç » gibi alındığı günümüzde : O bize « Bir dakika burada bir mola verelim /düş-ünelim » diyor. Teşekkür Ece. Bin teşekkür : Felsefenin diyelim iki yüz kadar (şaka değil gerçekten iki yüz kadar ) tanımından biri de NASIL DÜŞÜN-MEK değil midir ? Bildiğimizi, her gün farkına vardığımızı sandığımız davranışları, şeyleri ve diğerlerini BİR DE BÖYLE DÜŞÜNMEK eylemi değil midir Felsefe ?: Gördüklerimizi anladığımızdan emin misiniz ? Ben emin değilim : Ne bizzat gördüklerimzi anladığımızdan. Ne de hele bize gösterilenleri. Hele hele televizlonlar aracılığıyla gösterilenleri. TELE-VİZYON, ismi üstünde, zaten UZAKTAN-GÖSTERMEK değil mi ? Uzaktan gösterilirken de…Ha ? Aslında bugün yaratılan yeni tür aletlerle görüntüler her türlü manipülasyona açık bir biçimde çarpıtılabildikten sonra. Çarpıtılabiliyor. Bunu başka bir gün konuşuruz. Yine Ece Ayhan ile birlikte. Filozof, aynı zamanda, dinleyenini, okuyanını/okuyucusunu DÜŞÜNMEYE TEŞVİK EDENDİR. (Bu makale Fi tarihinde, haydi tahminen kesine yakın tarihini söyleyeyim: 1996’ının bir ayının bir gününde, Almanya’da neşredilen Özgür Politika’da okuyucuya sunuldu. Burada ikinci kez sunuluyor. Parantez içindeki eklemeler bugün bu metni bilgSARAYIMA yazarken kendi kendilerine yazıldılar :Eller yukarı ! Tamam teslim. ) (Parantez içinde bir not daha düşmem gerekiyor : Ece Ayhan’la 1982 yazında Gümüşlük’te tanıştım. Şiirlerini lokum gibi yuttuğum ve Mülkiyeli olmak nedeniyle ağabeyim kabul ettiğim Ece ile hemen dost olduk. Lale Müldür ve kardeşi Uğur da yanımızdaydı. Ayın şavkı denize vururken biz de rakı şişesine ve (ç)akıl-taşlarına vurduk. İyi arkadaşlığımız daha sonra benim Paris’e « ışınlanmamdan » sonra da sürdü. Ece’nin gönderdiği birkaç mektubum var : Onları ve Ece’ye ilişkin bir makalem daha var onu da yakında sunacağım.) (Bu işin sonu yok: Son bir dipnot daha var: 1947 doğumlu olmam hesabıyla P.A.T!’a PAT! diye düşmeme sakın « dinozorların baskınına uğruyoruz » tepkisi göstermeyin. Pek rica ederim : Geçerken bir selam verelim dedik. Başka bir niyetim varsa… Bu konuda daha ayrıntılı bilgi isteyenlerin « müdüriyete » başvurmalarını rica ederim vesselam. )

19


“ABİDİN DİNO” M. Şehmus Güzel “İkiletmezdi. Kapıyı çalar çalmaz açardı Abidin. Daha açmadan ‘geldim, geldim!’ sesleri arasında. Beklendiğinizi anlatmak için. Girerken, ilk kez gördükleri de dahil, herkesi kırk yıllık arkadaşı gibi karşılardı. Hemen eşitlik sağlansın, aradaki buz dağları, olası buz dağları, bir anda eriyip gitsin diye. Abidin Dino işte böyle bir can arkadaştı... Onunla dostluğumuz, 1980’li yılların ilk yarısında, haftada bir, on beş günde bir, ev atölyesinde ziyaretlerimle, düzenli bir biçim aldı... Abidin’le dünya kadar şey konuştum; 1789 Fransa Burjuva Devrimi’nden, Paris metrosuna, işçi grevlerinden, Türkiye’den en son haberlere, yakında yapacağı resim sergisinden yeni çıkan kitaplara, her konuda, her alanda… Arkadaşlar, anılardaki arkadaşlar eksik olmazlardı. En başta ve elbette Nâzım Hikmet. Sonra Yaşar Kemal. Adanalı yıllardan İstanbul’a, oradan Parislere uzanan otuz iki kısım tekmili birden maceralarıyla.... Sohbetlerimizde Osmanlı’ya, Türkiye’nin 1930’lu yıllarına “uzanmalar” konuştuklarımıza ayrı bir tad katarlar, ayrı bir koku taşırlardı. O zaman ‘davetliler’ arasında Pierre Loti’yi, Ostrorog ailesinin bütün fertlerini ve misafirlerini, Georges Simenon’u, Fikret Muallâ’yı ve diğerlerini bulabilirdik... Abidin’den çok şey öğrendim. 23 Mart 1913’te İstanbul’da doğdu. 7 Aralık 1993’te Paris’te aramızdan ayrıldı. 80 yıllık ömrüne çok şey sığdırdı. 20. yüzyılın en önemli tanıklarından biriydi... Ressamdır, heykeltıraştır, gazetecidir, karikatüristtir, yazardır ve saati gelince de şairdir Abidin. Birçok arkadaşının yapıtlarını Fransızcaya kazandıran bir çevirmendir de... Resimleri hat sanatının, rüya dünyası ile kendi düşüncelerinin, düşünce dünyasının karışımıdır. Gerçekle yaşananın, dünyadan ve kendisinden gelenlerin gösterimidir... Yaşamın bütün belalarını tattı, yaşamın güzelliklerini es geçmeden. Hiçbir şeyi ihmal etmedi. Güzel yaşadı Abidin. Hiç ölmeyecekmiş gibi... Abidin biraz da hepimizin öğretmenidir. Onunla dünya kadar sohbetimden, söyleşilerimden, izlenimlerimden ve değişik kaynaklardan, Abidin Dino için yazılanlardan, oluşturduklarımı sizinle paylaşmak istiyorum. Hem Abidin’i bir kez daha ve hep beraber anabilmek için, hem de ona bir arkadaşlık armağanı sunabilmek arzusuyla. Anılara saygı gerek çünkü. Anılar uçup gitmesinler. Uçup gitmeden önce iz bıraksınlar bir yere: İşte buraya, bu kitaba...”

KağıtHane Binası, Hamidiye mahallesi Soğuksu Cad. No : 3/1 Kağıthane – İSTANBUL T : 0212 294 65 55 e-mail: canadol@kitapyayinevi.com

http://www.kitapyayinevi.com

20


Janset

KARAVİN * (Ç)yALın~TI

yalınayak çaldığımmıştı ötegün bu zaman kipi senden hani sen ve ben yalınayakmıştıkken “Yalınayak şiirimsiymiştirdi”

1 Ekim, Etfal

21


OTOPORTREDİR.

"(...)Buradaki kalabalığı görünce sevindim açıkçası. İstanbul, kültür-sanat merkezi denir ama, etkinliklerde genelde bu kadar insan bir araya gelmiyor. İlginç bir şey anlatayım size... Letonyalı şairlerin katıldığı bir etkinlik yaptık TÜYAP Kitap Fuarı'nda. Letonya'dan şairler geldi, içlerinde aynı zamanda müzisyen olan bir bayan da vardı. Türk şairlerden bestelediği şarkıları seslendirecekti. Ben dedim ki, büyük ilgi olacak... Etkinliği 15 dakika geciktirmeme karşın salonda kaç kişi vardı biliyor musunuz... Hiç kimse yoktu! Yönetim kurulumuzda ikinci başkan olan Mustafa Köz, Letonyalılara ayıp olmasın diye fuar alanından insanlar topladı geldi de mahcup olmadık." Ali Enver Ercan

Not: Yukarıdaki alıntı, DüşLE Edebiyat Dergisi’nin düzenlediği bir panelde “Edebiyat Dergiciliği” konusunda konuşmacı olan Ali Enver Ercan’ın konuşmasının giriş sözleridir. DüşLE Edebiyat Dergisi, 79. sayısında Ali Enver Ercan’ın konuşmasından parçalı bir metin yayımlamıştır ve yukarıdaki paragraf, söz konusu metinden alınmıştır.

22


“ …karşı olduğum o ‘geniş mezhepli’ katmanların çürük çarık değer yargılarını ve uydurma akıl yürütmelerini sergileyeceğim.(Bu yaz da çok şeyler öğrendim ben. Boyayı biraz kazımak, ipliklerini pazara çıkarmak istiyorum.) Şimdi ben biraz dar bir geçitteyim ama geleceğin tarihine (etimde kanımda duyarak hem de) inanırım. Sana yazdığım eski mektuplarda bu toplumun bir insan ilişkileri içre olmadığını dilimin döndüğünce anlatmaya çalışırken hiç öznel ve duygusal davranmamıştım…”

* Ece Ayhan, Poelitika Hazırlayan: Eren Barış

* OrtaDünya Yayıncılık Kızılırmak Sok. 35/9 Kızılay Ankara ortadunyayayincilik@gmail.com

23


KÜNYE NİYETİNEDİR

P.A.T! (Puşt Ahali Tarifesi) Zafer Yalçınpınar tarafından yayıma hazırlanmaktadır: Görsel düzenleme, katılımcılarla ilişkiler, düzelti, eşgüdüm, tanıtım, dağıtım, mücadele ve ortalama zekâyı bertaraf etmek gibi tüm bağlayıcı hamallıkları –bendeniz- Zafer Yalçınpınar üstlenmektedir. P.A.T!'ta yayımlanmasını istediğiniz yaratılarınızı zaferyal@gmail.com adresine -konu satırına "PAT içindir" ibaresini ekleyerek- gönderebilirsiniz. P.A.T! birincil ortam olarak interneti seçmiştir. Maddi ve manevi kâr amacı gütmez, dirsek teması umursamaz ve yalansızdır. İşbu derginin PDF dosyası biçimini istediğiniz ortamda, istediğiniz “insan”larla paylaşabilir, istediğiniz bağlantılarla(linklerle) çeşitli “insan”lara sunabilirsiniz. P.A.T!, Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun bir türevidir. Puşt Ahali’nin e-posta grubuna, gruptaki tartışma ve paylaşım geçmişine http://groups.google.com/group/pustahali/topics?hl=tr adresinden ulaşabilir ve hatta gruba üye de olabilirsiniz. (Puşt Ahali’nin şiarları Ek-1’de yer almaktadır. Onları okumanız ve sezmeniz faydalı olacaktır.) Dokuzuncu tarife Eylül ayında yayımlanacak. Dokuzuncu tarifede görüşmek üzere…

Dipnot: P.A.T!’ın eski sayılarını http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/pat2.html adresinden PDF dosyası biçeminde indirebilirsiniz.

24


EK-1: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun Şiarları 1/ nasıl yalnız bırakır adamı bir meydan? aradan biri bağırdı: puşt ahali! - Enis Akın 2/"hiç birbirine çarpan kuş gördün mü havada. ama insanoğluna gelince üstelik yerde neler olduğunu biliyorsun?" - Ece Ayhan 3/Hemen anlaşılmayabilirsin, göze alacaksın. Çoğunluk her zaman başlangıçta yanılabilir, sonradan ayıyorlar sanki. Yan yan değil de doğru doğru yürüyen bir yengece bakarak, "sarhoş galiba" diyebiliyorlar. (…) İki şey bir arada olacak; sancak ve davul. Eğer tek davul olursa sünnet düğünü var sanırlar. Ama sancak da varsa, isyan, ayaklanmadır o. Bin yıllık Anadolu geleneğidir bu. - Ece Ayhan 4/Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman... Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak. - Oruç Aruoba 5/İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yerinden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.(…)Bir sabah, işe giden kalabalık, şehrin en büyük alanında yaya kaldırımının bir noktasında ikiye ayrılıyor, yere bakarak, ama hızını hiç eksiltmeyerek yürüyor, biraz ileride yeniden bir araya geliyordu.O noktada biri vardı; yerde yatan, ölü mü, yaralı mı, içkili mi olduğu, kazaya uğrayıp mı buraya atıldığı anlaşılamayan biri… Yüzükoyun yatıyordu. Bir küçücük çocuğun öfkelenerek yere attığı bir bez bebeği andıran bu adamın kollarıyla bacakları bir tuhaf duruyordu. Eklemleri, köşeleri çoğalmış gibi. Uzun süre kimse yanaşmadı bu adama. - Bilge Karasu 6/Kış geçende bu leylek gendini dışarı verdi. Uçuy, evliğini onarıy. Süslüy. Bekliy ki gendinin eşisi gelecek. Biliy. Ha bugün geldi. Ha yarın gelecaktır. Gözü semadadır. Keyiflidir ki nasıl anlamam. İşte ağalar. Bugünden bir gün idi. Hamogil ocak yakmıştı ki sabah ekmeğini yapalar. Ocak alev alev yanıydı. Yalımlar göğe çıkıydı ki, gökten bu leylek geldi, gendini ataş üstüne bıraktı. Koştular bunu ataştan aldılar. Kurtuldu, bir daha bıraktı gendini ataş üstüne, tüyleri yanıydı zaten. Öldü getti. Göz açıp kapata kadar. Evin içinde bir telaş yürüdü. Herkes birbirisine soruyordu ki, ne olmuştur. Ne olmuştur ki bu leylek gendini ataşa bırakmıştır. O sıra damdan Hamo’nun sesi gelmiştir. Demiştir ki, ben biliyem. Gelin görün sizde bilin. Koşmuş bakmışızdır ki, yuvada iki leylek oturuy. Anlamışızdır, demişizdir ki, insan da beyle değil midir lo, beyledir. - Tuğrul Çakar 7/HER doğruyu söylemeğe gelmezmiş, bir takım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekirmiş… Peki ama bir doğruyu söylememek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek gene sürmesine bırakmağa hakkımız var mıdır? Bazı yalanlar kutsalmış onlara dokunmağa gelmezmiş… Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına artık inanmıyoruz demektir; bunun için “kutsal yalan” sözü bir şeyin hem köşeli, hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. (…) Bir takım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik düşüncesinin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilebilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!... Öyledir kişioğlu: kendisi için ille de bir takım ayrıcalıklar ister. “Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur” diyen kimse, öğrendiği, anladığı doğrulara lâyık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu… Ancak kendini düşünür, kendini büyük görmek için yol arar. Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalanı yayıyoruz demektir. – Nurullah Ataç

25


“Eşek ho şaft a n n e a nl ar.. .”

iletişmek için;

Zafer Yalçınpınar zaferyal@gmail.com http://zaferyal.kuzeyyildizi.com

P.A.T! 8.tarife Haziran-Temmuz-Ağustos 2008

“bayiinizden isteyemezsiniz”

26


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.