Pat9

Page 1

. SAKAR . ARTAUD . EZBİDERLİ . BORGES . . YILDIZ . ARUOBA . YALÇINPINAR . . KARAVİN . GÜZEL . ASAN .


2


iç in dekiler

2 Editörden… Söyleşi 4 MALONE FANZİN JORGE LUİS BORGES 6 Üç Şiir ORUÇ ARUOBA 7 Dünyayı Kurtarmak 8 ANTONIN ARTAUD Bütün Yazılanlar Çöptür Uçuruma Serenat11 ERKAN EZBİDERLİ GÜRHAN YILDIZ İki Resim 13 UYGAR ASAN 14 İki Fotoğraf Ellerimin Sokaklarında 15 HÜSNİYE SAKAR Yakup’un Merdiveni 16 ZAFER YALÇINPINAR DUVAR 18 “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” SANAT ÇEVRESİ 19 “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” TROMPET SOLO 20 “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” M. ŞEHMUS GÜZEL 21 Ece Ayhan: Dil-kıran-a-dam. Düş-kıran değil Guher26 JANSET KARAVİN Otoportre 30 31 KÜNYE EK-1 32 “P.A. Şiarları”

3


Malone FANZİN * SÖYLEŞİ

Zafer Yalçınpınar: Bugün, şekil ve sicil(yasa) şartlarını bir kenara bırakıp içerik değeri ile tuşe (temas) açısından meseleye yaklaştığımızda, “dergi”, “kalburüstü dergi” ve “fanzin” ayrımının iyice bulanıklaştığını görüyoruz. Örneğin artık “kalburüstü dergi” söyleminin sahici ve bütünsel olmadığı aşikâr… Buna karşın “kalburüstü fanzin” diye bir söylemde bulunursak çok daha sıkı, sivil ve sahici bir mertebeye ulaşırız. “Malone” üst başlığıyla meydana getirdiğin oluşumu “fanzin” olarak ifade etmenin amacı ve geçmişi nedir? Uygar Asan: özgürlüğüne düşkün her fanzin deleuze’cü anlamda eylem üzerinden geçen bir kaçış çizgisidir, her tür iktidarın pürtüklü zemininden, merkeze çağıran aygıt(lar)dan, ele avuca gelmez bir kaygan zemine doğru. Z.Y.: Malone Fanzin’in içeriğinden, çeviri anlayışından ve deneyselliğe olan ilgisinden bahseder misin? Hangi deneysel unsurları ortaya çıkarmak amacıyla, ne tür yazılar ve şiirler yer alıyor Malone’da? U.A.: malone düzyazı ve şiire paralel, resimden heykele, mimariden fotoğrafa belli bir çıtayı tutturmuş her tür görsel çalışmaya açık bir fanzin. malone’ca bu aslında ve kabaca şu demektir: rothko’nun resmi bonnefoy kadar ya da bir richard serra heykeli robbe-grillet kadar önemlidir ve-ya her webern bestesi açıkca sıkı bir şiirdir. insanı başka dünyalara havale etmeyen arayışların ve anlayışların, iktidar üretmeyen sancıların, kaçış çizgilerinin özgür çocuğu olsun isterim malone’un. her tür yazılı ve görsel dil bu olanaklarıyla yerini alabilir malone´da.

4

Z.Y.: Fanzinin logosu ve ismi çok hoşuma gidiyor… Bu balığın özellikleri nelerdir? Malone logosu ile isminin düz veya yan anlamlarını açıklar mısın? U.A.: Teşekkür ederim. malone bir gün öleceğini bilir. ama elinde değildir işte, öyküler kurmaktan alamaz kendini. her geçen gün sanırım biraz daha anlıyorum, beckett ne olup bittiğini çok iyi biliyordu. Kafka, kimse bilmiyor sabrın anlamını demişti günlüğünde. sabır umuttur diyen de bloch’du sanırım. malone´dan ve yılan balığından ben sabrı öğrenmeye çalışıyorum. rotalar, haritalar, yolalışlar da extrası. Z.Y.: Malone’un “Heiddegger” ve “Kafka” özel sayılarından yola çıkarak soruyorum; bu çeşit çalışmalar, seçkiler hazırlarken, sanat tarihindeki isimlerin ya da akımların bugüne kadar bize sunulan karmaşık kavramsal altyapısından çok farklı -belki de basit, doğrudan- taraflarıyla karşılaştın mı hiç? U.A.: her sanat tarihi çalışması öznel bir yan taşır. ama bu öznelliğin hep kadınların zararına işlemesi çok düşündürücü. örneğin ana çalışmalardan biri kabul edilen ´sanatın öyküsü´nde kaç kadın sanatçı vardır. marcel duchamp tamam da ya kardeşi suzanne duchamp gibi... bir de öz eleştiri vereyim, ne yazık ki pozitif ayrımcı bir bakış taşıdığı halde malone bu sorununu aşamamaktadır. Z.Y.: Önümüzdeki özel sayılarda kimler ya da hangi akımlar yer alacak?


U.A.: gelecek sayılardan biri için, 5-6 kelimeye kadar azalabilmiş ´çok kısa öyküler´ konusun(d)a çalışmaya çalışıyorum. diğerleri sürpriz olsun. Z.Y.: P.A.T!’ı nasıl buluyorsun, beğeniyor musun? U.A.: deleuze’yen eylem dolu kaçış çizgisi yaklaşımımı tekrarlamayayım. P.A.T.´ın ömrü uzun olsun. ufukta ne sürprizler var bilmek isterdim doğrusu. Z.Y.: Son olarak, kendimi tutamayıp, palazlanan “edebiyat kâhyaları” hakkındaki düşüncelerini soracağım: Ne/nasıl olacak bu boğuk sesli adamlar ile onların önünde esas duruşa geçen mutat zevatların sonu? Diyorum ki, bir korsan gemisi ne zaman girdi ya da girecek körfeze?

5

U.A.: kudret yeğinliklerimizle oynayıp daha üst bir bireylikten insanı alıkoyacak her çatal anda kayıptayız. örneğin blonchot’yu anlamak için çaba göstermek ve o hizada metinler yaratmak nasıl mümkündür sorusuna cevap aramak daha değerli bir uğraş değil mi. tarih zaman zaman gecikse de özgünlüğün ve derinliğin hakkını herzaman teslim eder. bir göz her zaman çıkar. örneğin salieri değil de mozart ya da blyenbergh değil de spinoza nasıl diyebiliriz ki başka türlü. spinoza, erdemin birinci temeli aklın kılavuzluğunda kendi varlığını sakınmaktır demişti. kısaca, işimize bakalım derim ben, hem sonra tarih sormaz mı ´iyi de sen ne yaptın kardeşim´ diye. ben tarihten korkarım… korsan gemisi konusuna gelirsem, izzet yasar’ın ölü kitap’ı körfezde durmuş bize bakıyor gibi gelir bana, hem de 25 yıldır.


Jorge Luis

BORGES * ÜÇ ŞİİR (Çeviren: Gülin Dalaman)

ÖNEMSİZ BİR ŞAİR Amaç unutuştur. Daha erken vardım ben.

RETİRO ÇİFTLİKEVİ Zaman, taşsız bir satranç oynar avluda.Bir dal çıtırtısı yırtar geceyi. Uzaklarda vadi düş ve toz fersahlarını saçar etrafa. Gölgelerimizin her ikisiyle öykünürüz bunu böylece yaz dediklerine öbür gölgelerin: Heraklit, Guatama. TANKA VI Düştü sayılmaz kanımı taşıyanlar savaşta. Biri var heceleri sayan bomboş gecede.

6


Oruç

ARUOBA * DÜNYAYI KURTARMAK

Sevgili hocam İoanna Kuçuradi'nin bir ideali vardır: "Felsefe yoluyla dünyayı kurtarmak". "Değiştirmek, düzeltmek, düzenlemek" demiyorum; çünkü Marx'ın savladığının tersine, hemen bütün filozoflar dünyanın şu ya da bu biçimde değişmesini gerektiğini; kendi düşüncelerinin de bu değiştirme işinde etkili olabileceğini düşünmüşlerdir. "Toptan kurtarmak" ise ancak bir-ikisinin (Platon, Marx) kafalarına taktıkları, sonunda boşa çıkmış bir hayaldir. Felsefe hiçbir şeyi kurtaramaz. Felsefenin dünyada gördüğü ve ortaya koyduğu düşünceler yoluyla karşı çıktığı bozukluklar -yanlışlıklar, haksızlıklar, değersizliklerinsanların bile bile yaptıkları şeylerdir; insanlar da felsefenin ince dolayımlarının sonuçlarını öğrenir öğrenmez ne kadar "kaka çocuklar" olduklarını bilinçlendirip, yaptıklarından vazgeçmezler. Örneğin insan hakları birkaç yüzyıldır, hem de uluslararası hukukta, işlenmiş ve ortaya konmuştur; bu sırada ortaya çıkmış herhangi bir diktatörün "ben insan hakkı minsan hakkı dinlemem, insanlara istediğimi yaparım" dediği işitilmiş midir? İnsan haklarını en iyi bilenler işkencecilerdir; doktor raporlarını çok dikkatle hesaba katarak yaparlar işkencelerini; yakayı ele verirlerse de, bilgisizliklerinden değil, beceriksizliklerindendir. Felsefe 2500 yıldır yapılıyor; dünyayı kurtarabilseydi, şimdiye dek çoktan kurtarmış olurdu. Ama, gene de, ben yanılıyor olabilirim: Bu satırları Çarşamba günü daha kongre bitmemişken yazıyorum; Radikal okurları, bu satırları okurken, yani Pazar günü itibarıyla, dünyayı kurtarılmış bulabilirler.

(Not: Yukarıdaki yazı 17 Ağustos 2003 tarihli Radikal Gazetesi’nden alınmıştır.)

7


Antonin

ARTAUD * BÜTÜN YAZILANLAR ÇÖPTÜR (Çeviren: Dr. Erdoğan Kul)

Aklından geçenlerin bir bölümünü dile getirmeye çalışan şu zıpçıktılar, domuzdurlar. Tüm bir edebiyat sahnesi bir domuz ahırıdır, özellikle bugün. Şu, zihinlerinde referans noktaları bulunanların tümü, kafalarının belli bir yerinde demek istiyorum, beyinlerinin iyi lokalize edilmiş bölgelerinde, şu, diline hâkim olanların tümü, şu, kendileri için sözcüklerin anlamı olanların tümü, şu, sözleri anlam taşıyanların tümü, şu, kendileri için düşünce akımlarının ve ruhun daha üst düzeyleri bulunanların tümü, şu, zamanların ruhunu temsil edenlerin tümü, ve bu düşünce akımlarını adlandıranlar, kılı kırk yaran endüstrilerini ve zihinlerinin her yana yaydığı mekanik gıcırdamaları düşünüyorum, - domuzdurlar. Şu, kendileri için ancak belli başlı sözcükler ve belli başlı varolma biçimleri bir anlam ifade edenler, şu, dört dörtlük ve net kimseler, şu, kendileri açısından duygular sınıflandırılabilir olanlar ve gülünç sınıflandırmalarının kimi noktaları üzerinde tartışmalar yürütenler, şu, hâlâ “terimler”e inananlar, şu, çağın kokuşan ideolojilerini irdeleyenler, şu, karıları pek zekice tartışanlar, kendiliğinden çok zarif konuşan ve çağın ideolojileri üzerine kafa yoran hanımefendiler, şu, aklın bir yönlendirmesine iman edenler, şu, keçiyollarını izleyenler, şu, isim düşenler, şu, kitaplar salık verenler, - en kötüsüdür domuzların. Sen tamamen önemsizsin, genç adam! Hayır, sakallı eleştirmenlerdir benim üzerinde durduğum. Ve henüz söyledim sana: çalışmalar değil, dil değil, sözcükler değil, hiçbir şey değil. İyi bir sinirölçerden başka bir şey değil: Anlaşılmaz bir durma noktası zihinde, her şeyin orta yerindeki doğru. Ve bu “her şey”i adlandırmamı bekleme, onun kaça ayrıldığından ve ağırlığından söz etmemi sana,

8


sakın bana onu tartıştırabileceğini düşünmeyesin, ve tartışırken kendimi unutarak, ayırdına varmaksızın, bu yüzden başlayacağımı DÜŞÜNMEYE -onun aydınlığa kavuşturulacağını sanmayasın, yaşayacağını, tüm iyi cilalanmış anlamlarla binlerce sözcükte kendini süsleyip püsleyeceğini, tüm ayrımlarla, ve sanma sakın onun çok duyarlı ve içe işleyen düşüncenin tüm nüanslarını açıklayabileceğini, tüm biçimlerini.Ah, hiçbir zaman adlandırılamıyor böylesi durumlar, bu seçkin konumları ruhun, ah, aklın bu molaları, ah, benim saatlerimin besini bu küçücük başarısızlıklar, ah, olgularla çalkalanan bu güruh -hep aynı sözcükleri kullanıyorum ve gerçekten düşüncemde pek ilerlemiş görünmüyorum, ama doğrusu sizden daha ilerideyim, sakallı eşekler, münasip domuzlar, sahte dünyanın efendileri, portre muşambaları, dizi dizi yazarlar, temel bilgiler, davar yetiştiriciler, böcekbilimciler, benim konuşmama dadanan vebalar.Size natıkamı yitirdiğimi söyledim, ama sizin hâlâ konuşmakta diretmeniz için bir neden teşkil etmez bu. On yıl içinde, bugün sizin yapmakta olduklarınızın aynısını yapacak olanlarca anlaşılacağım yeterince. Sonra gayserim bilinecek, buz ada’m görülecek, zehrimi sulandıran giz öğrenilecek, ifşa olacak ruhumun oyunları benim. Sonra her tel saçım, aklımın bütün damarları gömülecek kirece, sonra Ortaçağ hayvan öykülerim algılanacak ve bir şapka olacak gizemli havam benim. Görecekler sonra taşların buharının eklemlerini ve imgelemimin ağaç biçimli buketleri billurlaşacak sözcüklerde, sonra göktaşlarının düştüğünü görecekler, görecekler ipleri, sonra anlayacaklar bir geometriyi uzaysız, öğrenecekler ne anlama gelir aklın düzeni, ve nasıl aklımı yitirdim, anlayacaklar. Aklımın neden burada olmadığını anlayacaklar sonra, görecekler tüm dillerin hızla kuruduğunu, tüm zihinlerin suyunun çekildiğini, ağızlardaki dillerin pörsüdüğünü, insan yüzleri dümdüz olacak ve sanki sıcak hava deliğince soğurulmuş gibi havası kaçacak, ve bu yağlayıcı zar sürdürecek havada yüzmesini, bu yağlayıcı acımasız zar, bu iki kat daha yoğun, çokkatlı zarı sayısız yarığın, bu melankoli ve bu batıcı zar, ama çok duyarlı, çok kendine özgü, hem çarpma ve bölmede hem de yarıkların, duyguların, hapların ve zehirli sulamaların bir çakımıyla geri dönmekte çok yetenekli, sonra tüm bunlar evetlenecek, ve gerek kalmayacak daha fazla konuşmama benim.

SONUÇ - Peki, neydi amacı bu radyo konuşmasının, Bay Artaud? - Öncelikle, resmen onaylanmış ve benimsenmiş belirli toplumsal müstehcenlikleri kınamak: 1. henüz doğmamış ve bir yüz yıl içinde yahut daha uzun bir zaman sonra doğacak ceninlerin yapay döllenmesi için çocuklar tarafından bağışlanan bu çocuksu sperm boşalımı. 2. Kolomb öncesi Kızılderili kabilelerinin aşağılanmasına yol açan savaşsever eski Amerikan emperyalizminin, Kızılderili kıtasının her noktasını işgal eden bu aynı Amerikan halkında yeniden doğuşunu kınamak. 3.- Çok tuhaf şeyler söylüyorsunuz Bay Artaud. 4.- Evet, tuhaf şeyler söylüyorum, bizi inandırdıklarının aksine,

Kolomb öncesi Kızılderililerin tuhaf bir biçimde uygar insanlar olduğunu ve gerçekte salt vahşet ilkesine dayalı bir uygarlık biçimini bildiklerini.

9


5.- Ya vahşetin tam olarak ne anlama geldiğini biliyor musunuz? 6.- Pat diye mi, hayır, bilmiyorum. 7.- Vahşet, kan sayesinde ve kan akana dek tanrının, o bilinçsiz insan hayvanlığının hayvanca rastlantısının kökünü kazımaktır, her nerde görülürse. 8.- İnsan, dizginlenmediğinde, erotik bir hayvandır, esinli bir ürperti taşır içinde, bir tür nabız atışı ki sayısız hayvan üretir: eski kabilelerin genellikle tanrıya atfettikleri biçimler. Bu oluşturdu ruh diye bilinen şeyi. İşte, Amerikan Kızılderililerinden kaynaklanan bu ruh, bugün dünyanın her yerinde, yalnızca hastalıklı ve bulaşıcı gücünü vurguladığı bilimsellik pozlarıyla kendini yeniden ortaya koymakta, apaçık durumu ahlaksızlığın, ama yıkımlarla üreyip çoğalan bir ahlaksızlık, çünkü, isterseniz gülün bana, mikroplar diye bilinen şey tanrıdır, ve biliyor musunuz, Amerikalılar ve Ruslar neyi kullanarak yapıyorlar atomlarını? Tanrı mikroplarını kullanarak. - Sabukluyorsunuz, Bay Artaud. Delisiniz. - Sabuklamıyorum. Deli değilim. Size, yeni bir tanrı düşüncesini yürürlüğe koymak için mikropları yeniden icat ettiklerini söylüyorum. Tanrı üretmenin yeni bir yolunu buldular ve mikrobik zehirleyiciliği içinde ele geçirdiler onu. Bu çivilemektir yüreklere onu, insanların en sevdikleri yere onu, sağlıksız cinsellik kisvesi altında, insanlığı, şimdi yaptığı gibi çıldırtmaktan ve tetanozlamaktan haz duyduğu anlarda edindiği hastalıklı vahşetin uğursuz görünümüyle. Evrensel olarak uzaya yaydığı sahte görünümlerle onu boğmak için saflığın ve benimki gibi temiz kalabilmiş bir bilincin ruhunu kullanıyor ve bu yüzden Artaud le Mômo’nun halüsinasyondan yakınan bir kişi görünümüne bürünebiliyor. - Ne demek istiyorsunuz, Bay Artaud? - Demek istiyorum ki, ilk ve son olarak, bu maymunun işini bitirmenin yolunu buldum ve gerçi kimse tanrıya inanmıyorsa da artık, gitgide insana iman etmede herkes. Demek, insanı iğdiş etmeye karar vermemiz gerekmektedir tam da şimdi. - Nasıl yani? Nasıl yani? Nerden bakılırsa bakılsın, siz bir delisiniz, deli gömleği çoktan hazır bir deli. - Onu, son kez olmak üzere, anatomisini yeniden oluşturmak için otopsi masasına yatırarak. Anatomisini yeniden oluşturmak için, diyorum. İnsan hasta, çünkü kötü inşa edilmiş. Çırılçıplak soymaya karar vermeliyiz insanı, onu ölümcül bir biçimde kaşındıran mikroskobik hayvancığı kazıyıp çıkarmak için, tanrıyı ve tanrıyla birlikte organlarını. Çünkü isterseniz beni bağlayabilirsiniz, ama bir organdan daha işe yaramaz bir şey yoktur. Organsız bir beden yaptığınızda onu, bütün otomatik tepkilerinden kurtarır ve yeniden inşa edersiniz gerçek özgürlüğü için. Sonra yine tersyüz dans etmeyi öğreteceksiniz insana dans salonlarının taşkınlığındaki gibi ve bu “tersyüz” onun asıl mekânı olacak.

10


Erkan

EZBİDERLİ * UÇURUMA SERENAT

- do çatma tüfekler gibi kaşların gece sabah dikenli yolum yordamım gibi saçlarına göz yaşlarım düşmüş anne, namazlardan dualara hilkat garibesi cismim düşmüş, ağlama! - re hanımlar beyler, şahlar ağalar paşalar! faslın en tatlı yerinde masadan kalkmak da bir iş! çünkü, şuruplar keser öksürüğü tek bir aspirin yeter motivasyon için çadırdayım mesela, tentesi organik bir çadırda bu haşere kimin için? bu toprak, bu sıcak? - tarih kelimesini attım şiirden ama tarih bunu elbet yazacak! katırina katanova ve beni ve 17. aç susuz günlerimizi ve gaz doğal olarak uçmuştur! – ki son kez kullanışım – tarih, izmaritsiz bir imgeyle yazacaktır bunu! - mi napoliten ve rulo maneviyatlar eşeysizdir köşesinde di mi kolyenin? yanakta balçık balçıktır yağmur sakalın kenarına bulanmış bir yağdır – ki yağıp gitmiştir çoktan kayarken ölümün ensesinden doğru - mermer bir kaydırak olup kuyruk sokumundan aşağı, ta aşağı aşağılık bir rüyanın tam da dibine ezbere söylenmiş şiirler ve kan! –

11


- fa şaraptan tatlı sözler biliyorum sirkeden keskin deyişler; ah! tezimde yalınayak yürüyen teori; biçimini tırtıklı bir çakıyla yontuğum nasırlı kelimelerim haykırın! hep bir ağızdan, nerede olduğunu yel değirmenlerinin, alkışlarla! - sol zillerle kardeşlerim, isyankar davullarla bir bodrum katının en derininde çıldırın! küfünde, pasında, kirli çarşaflarında ki elbet uzatacaktır güneş saçını sakalını elbet toplayacaktır tasını tarağını dolunay! yürüyün kardeşlerim! aslanlı yolda aslan sütü içmiş bir aslan gibi yürüyün! peşinden bir mıknatıs çeker lastiği taştan bir cam paramparça olur ve barutlar patlar ıslak ateşte kükreyin, kükreyin, kükreyin! neyi ve kimi bekliyorsunuz ve niçin? haydi! bolonez ve karo maneviyatlar kardeşlerim! eşeysizdir çünkü köşesinde bilekliğin - lâ kumarbaz bir aşığın kör kayalıklarında rakı içiyor, votkalı bira kusuyorum bunu günlerdir yapıyorum ve günlerce de yapacağım mâlum; kabuğumu kırdım dişlerimle; göbekte gözleri pörtlek kurt babama benziyordu ki, yoktu hiçbir suçu! - si ispirtolu kalemlerle kıpkırmızı bu başlık hipodromda bir geri, iki ileri, ritimsiz bir yeniçeri atıdır ki at: ahengi bozmak içindir imzadan önceyse denizleri düşünüyorum dalgaları mesela, sonra rengi, kokuyu - ki bir kokuyu düşleyecek kadar nesnesiz somut bir soyutum şimdi! - ve şemsiyeler keser suyumu, çalar ışığımı gözlükler kaybolmuş sızılar içinde, donunda tam gönlün eh ne kadarım peki? hamarat bir kadının elindeki hamur kadar mı? yoksa bir gözleme kadar mı? - do! orantı maddededir, seste orman yangını tizler, esler ve kolpacı, torbacı, hırsız tüm o esrarkeş renk çiçekleriyle ah rüzgarlarıyla! ki bu, kanunudur doğanın, da ben, kanunsuzum be annem...

12


Gürhan

YILDIZ * İKİ RESİM

13


Uygar

ASAN * İKİ FOTOĞRAF

14


Hüsniye

SAKAR * ELLERİMİN SOKAKLARINDA

I uzakta bir gemi karanlık içi düşümdeki denize alıyorum güneş doğuyor II yolun ucunda yenileniyor sevgili hayat büyüyor avucumdaki çocuk durup sevişiyoruz III ve ellerimin sokaklarında giysisi değişiyor acının yaşasın yeryüzü… 24 Haziran 2008

15


Zafer

YALÇINPINAR * YAKUP’UN MERDİVENİ

bu merdivenin ineni çıkanı çok onları izliyor Yakup [balkondan] onlarla birlikte aklı gider gelir: boşluk sellerinden bahseder “kel şarkıcı” evinde tek taraflı bir çiçek çerçeveli köşeli duvarda asılı duruyor susku gibi örneğin saçları gür bir besteci notaların arasına boşluk koyar kel şarkıcının sayfayı çevirebilmesi için: -susyüzüne yeni kızaklarında yeni kepenkler indi elsiz ayaksız umumi bir şehirde kel şarkıcılar sayfaları çevirdi abanarak bir masanın dördüncü köşesine mülklerinin hesabını mühürleriyle tuttular çünkü umumi helalara bile yazacak bir şey bulamıyorlar varsa yoksa mühür bu merdivenin ineni çıkanı çok Yakup da orada [balkonunda] onlarla birlikte aklı gider gelir

26 Temmuz 2008

16


AÇILDI!

www.kargamecmua.org 17


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

Kadıköy Reks Sineması’nın yan duvarı… Fotoğrafta görülen yazılar, şablonlar ve imzalar Temmuz 2008 itibariyle temizlenmiş, duvar ile kapı yeniden boyanmış ve bakışsız (düz, bön) haline geri döndürülmüş...

18


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

19


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

Not: Yukarıdaki kupür Gergedan Dergisi’nin “lobut” adlı bölümünden alınmıştır.

20


M. Şehmus

GÜZEL * ECE AYHAN : DİL-KIRAN-A-DAM. DÜŞ-KIRAN DEĞİL

Ece Ayhan’ı okumak zordur. Hadi okuduk diyelim, anlamak ta zorlanabiliriz bu kez. Filozof, tarihçi, toplumbilimci ve ek olarak şairdir. Bu « ek olarak » meselesine birazdan Ece ile birlikte yeniden döneceğim. Ama en güzeli Ece’yi okumak ve şiirinin tadına varmaktır. Ve işte mesele de burada zaten : Tadına varılınca şiiri şiir olmaktan çıkıyor bir içim su oluyor. Bizzat O’nun deyişiyle çünkü « Gramafon kağıdı gibi açılır » şiiri… Ece Ayhan Türkiye’nin en gizemli ve en önemli şairlerinden biridir. Kendine özgüdür. Bir benzeri henüz yok. Çıkmadı. Ama bu çıkmayacak anlamına hiç gelmez. Hele « Eceistan » nam şiir, felsefe, tarih ve toplumbilim dünyasında. Hele Puşt Ahali Taifesi yaşadıkça/varoldukça. Bununla birlikte Ece Ayhan Çağlar layık olduğu ölçüde/derecede tanınıyor mu ? Sanmıyorum. Belki son zamanlarda 1980 öncesine oranla biraz daha tanınsa bile. Bu elbette Ece Ayhan’ın meselesi değil. Bizim meselemiz. Bakın şimdi Ece deyince, O’nunla ortak an(ı)larımız akın ediyorlar ! Akın ! Bunların bir bölümünü sizlerle paylaşmazsam olmayacak. Bir yaz dinlencesinde tanıştık. 1982 yazında. Haziran mı yoksa temmuz mu ? Bodrum’un, bilirsiniz, o küçük ve şirin, o şirin ve sakin ( o günlerdeki halidir) Gümüşlük isimli ayaklarını Akdeniz’de, yoksa Ege mi demeli, yıkayan ve güneşinde yüzünü kurulayan küçümen köyünde. Nasıl tanıştık Ece Ayhan ile ? Ayrıntısını şimdi anımsayamıyorum. Ama tanıştık işte, iki çay bardağı, iki kadeh, iki dize arasında ve bir şiir içinde. Bir akşam üzeriydi. Bundan eminim. Geçikmiş bir tanışıklıktı elbette. Ama tam zamanında da sayılabilirdi icabında. Ece ülkesinde. Ne de olsa ikimiz de Mekteb-i Mülkiye-yi Şahane’den değil miydik son analizde ? Lafın gelişi işte. Çünkü Mülkiye’nin nemenem bir « mektep » olduğunu bizlerden çokkkk önce Ece Ayhan ve « arkadaşları » ortaya çıkarıvermişlerdi. Çokkkktan beri. Kaymakamlık (Ece bizzat kaymakamlık yaptı, işin püf noktalarını icraattan bilir, ayrıntılar burada önemsizdir. Ama bu işi fazla uzatmadı, hani tadında bıraktı denir ya öyle işte), valilik (Ece saklasın ! Ece’yi saklasın !!), maliye müfettişliği ve maliye memurlukları ve içişleri bakanlığı teşkilatındaki değişik kademelerdeki küçük ve büyük memurluklar, yani kardeşlerim teşkilat içinde polislik, komiserlik, emniyet müdürlüğü veya daha « mektepten » itibaren « devlet ajanlığı » (sıkı ve sahici devrimcileri/ilericileri, kravat takmayanları, saçlarını uzatanları, favorilerini kesmeyenleri, sakal bırakanları ve « kızlarla çıkanları » kim « amirlerine » iletecek ha ? Soru-yorum işte ! Verin bakalım yanıtlarını ! Haydi kolaysa verin yanıtlarını şimdi. Mehmet sen de konuş evladım. Haydi konuş !) ve daha neler de neler memurluklarını, her türlü « mülki amirlikleri » tek tek her birini ve tümünü elleriyle ve kimi kez ayaklarıyla tepip özgürlüklerini seçenler yani : Ece Ayhan, Sezai Karakoç (Hemşerimdir ve bundan da ayrıca övünürüm : Artık bu kadarcık kişisel bir övüncüme

21


itiraz edilmez umarım), Cemal Süreya. Evet bu üç Mülkiyeli ve üç şair işin « farkındaydılar ». Nitekim Cemal Süreya emekli olduktan ve memurluk havasından artık iyice kurtulduktan sonra bir makalesinde Mülkiye’nin bu düzende ne anlama geldiği konusunda « Üç kişi bunun farkındaydı » diye not düşer. Ve her biri « zaten imkan bulur bulmaz » hemen uzaklaştı Mülkiye’den. Mülkiye’deki iyi dostlarını, iyi öğretim üyelerini de unutmadan asla. Onlar, yani biraz önce adlarını andığım « üçlü » çünkü « farkındaydılar ». Yineliyorum : Boşuna Ece Ayhan « Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük » demez. Ve sonra ekler : « Ben haklılığın inadını taşıyorum. » Taşı-yorum ! Evet dostlar, bu taş değildir, sıkı ve sahici bir sözdür. İsterseniz taş ta olabilir : Kaldırım taşı gibi örneğin… Ece Ayhan 1980’lerin başında Bodrum ve Gümüşlük arasında mekik dokuyordu. Yollara sözçükler döküyordu. Saçıyordu dört bir yanına şiirlerini. Kolay değil şiir yazmak Ece’de. Sözlerini damıtıyor, güneşe seriyor , kuruluyor ve sonra örüyordu tek tek… Kışları Bodrum. Yazları Gümüşlük. İkisi arasında ne var ?: Birkaç kilometrecik. Ali Rıza’nın dolmuşu nasıl dolardı : Ece ile. Ece’nin sözleriyle, şiiriyle. Hepsi içinde. Yazları Gümüşlük’te evet. Ve Ece’nin sayesinde ayın şavkı denize vurup gümüşe çevirirken ortalığı, biz denizden aya ve yıldızlara doğru yükselen gümüş yoldan ilerleyebiliyorduk. Altından köprüler geçiyor. Lavanta kokularından dağları aşıyor ve bir türlü kendi kendimizi bulamıyorduk. Biz neredeydik ? Sorularımızı soruyorduk ama cevap alamıyorduk. Zor zamanlarda yolculuklar da zordur. Zaman nerede ? Varlık ne oldu ? Bir « Hiç » mi ? Bir « Bütün » mü ? Bir an veya başka bir an Ali Rıza’nın « mekânına » varıp kızıl çaylar, demli, tavşan kanı (tavşanlar kaçışırdı Tavşan Adası’ndan : Hemen karşımızda !), eşliğinde veya rakılı bir sofrada, artık anına ve durumuna bağlı bunlar, sohbete otururduk. Söz-leşirdik. Koyulaştırırdık. Şair Lale Müldür hep sessiz ama dikkatli ve cana yakın. Vaktini bilir ve açtı mı ağzını susardı herkes. Derya deniz bu kardeşlerim. Ne çok yapmak istediği vardı Lale’nin. Ne çok. Kardeşi Uğur ve arkadaşlarıyla. Ali Nesin de mi oradaydı ? Fizik. Kimya. Aritmetik. Çarpı. Artı. Topla ama asla bölme ve çıkarma ! Bu sohbetlerde kahkahaların en canlısını Akdeniz’de sabah horozları öterken duymak olasıydı. Tavşan Adası’nda tavşanlar yine ve hep kaçarlardı. Dünyanın en korkak ve en hafızası sıfır varlıkları da bunlar olmalı. Bir de güvercinler mutlaka. Ama ne iyi ki o saatte güvercinler takla atmıyorlardı henüz (!) Pes ! Geriye kalan ve o saatte hala uyanık olan varlıklar mutluydular. Şiir ve şakalarla. Portakal ve limon kokuları sarardı ortalığı. Güneşin doğuşu Doğu’dandır. Bu kaçınılmaz. Tamam ama Gümüşlük’te solunuzdaki Tepe’nin arkasından aniden sökün edince yine de şaşırırdınız. Önce sarı sonra kıpkırmızı renkler kaplar ortalığı. Gözleriniz kamaşmaz. Çünkü bütün ışıklar ve bütün renkler tanıdıktır. Geçmiş yıllardan gelen bir tanışıklıktır bu. Renkler ışıkları severler. Işıklar yaşamı. Ve yaşam kahkahalarımıza katılır kendinden geçerken sabah uykusunda. Ama daha önce pencereden denizin git-gellerini gel-gitlerini seyretmek te şart : İşte tam o anda Tavşan A-d-a-sı tam pencerenize çıkar, Tavşanlar adayı alttan ve üstten ama bilhassa alttan paramparça ederken… Bu minik Ada’ya yürüyerek gidebilirsiniz. Bir-iki-üç adımda. Ama orada yürürken tavşanları ezmemek lazım yine de korkaklara açımak da mümkün : Tavşan kaynar her kayanın, her bitkinin, her ağaççığın dibinde çünkü… O günlerde Ece Ayhan Yort Savul’u hazırlıyordu. Biz Ece’yi dinliyorduk. Bizimle birlikte güneş, gece ve tavşanlar da…Ece’yi dinleyen tavşanlar bile yürüyüşe hazırlanıyorlardı sabah ezanlarında. Kahvaltıda vazgeçiyorlar, öğlen olmadan « in »lerine in-iyorlardı inim inim inleyerek : Korkaklar çünkü gösteri ve yürüyüşe katıl(a)mazlar… Zaman akıp geçiyordu ama bizden habersiz. Biz de ondan habersiz.. Sonra ayrılık saati bizim için çaldı. Ve biz ayrıldık. Her dinlencenin güneş batışı farklı oluyor. Gümüşlük’ten Bodrum’a, oradan Ankara’ya geldim. Sonra oradan da ayrıldım. Paris’e geldim. Ve kaldım. Ece ile mektuplaşmaya başladık. Ve bu bir süre sürdü… « Kardeşim Şehmus » diye başlayan 6 Ekim 1982 tarihli mektubunda Ece Ayhan şunları yazıyor : « 4 Ekim pazartesinden (Önce « paratesinden » yazıvermiş. Sonra çizmiş ve pazartesi yapmış. MŞG) bu yana biz burada üç-beş kişi kaldık. Herkes gittti, dinlence bitmişti, bayram da. Ama ‘sarı-yaz’ (Böyle yazan Ece’dir. MŞG) sürüyor, hemen hemen her gün denize giriyoruz yine (Yanılmıyorsam Lale Müldür ve birkaç dost daha Ece ile birlikte tatilin tadını bir zaman daha sürdürdüler. MŞG), pek rüzgar da yok. Kısacası iyi bir ortamdayız. Çalışmaya başladım. ‘Yalnız Kardeşçe’ adı altında bir düz yazılar (Önce « düyazlar » yazmış. MŞG) konuşmalar. (Bu yıl beş-altı konuşma çıkmıştı çeşitli yerlerde, bunları derledim, şimdi biraz açıyorum, o da Adam da çıkar.) Yine ( (havada asılı bir nesnellik yoktur ama) nesnel bakışlarlı (Aynen. MŞG) olacaktır olabildiğince. Bir insan toplumunda yaşamıyoruz tüyler ürpetici gerçeği yazık ki gerçektir. Bu toplumu herhangi birkaç açıdan eleştirmek te değildir bu : Karamsarlık, ruhsarlık filan da hiç yok bu işte.

22


Yeni çıkan kitabım ‘Çok Eski Adıyladır »ı sana (yani bana. MŞG) gönderemiyorum, çünkü hepsini burada dağıttım arkadaşlara. ( …) En yalın anlamda kendi kanatlarımla uçmak istiyorum. (…) Sen dış görünüşe bakma, gerçek anlamıyla Gümüşlük’e tutunmak istiyorum., yazmaya tutunmak istiyorum. Dize biçiminde şiirlere de başladım yavaş yavaş. Günlük de tutuyorum, Mart’ta (Aynen. MŞG) bir defter almıştım. İyice de okuyorum. Bir yere de kıpırdamayacağım buradan. (…) Ankara her anlamda karmakarışıkmış. Ünsal Oskay’a, Ümit Hassan’a benim selamlarımı söylersin, Sina Akşin’e ve Mete tuncay’a da…(Onlardan yararlanıyorum bugünlerde). Bana sen Ümit Hassan’ın kitabı ile Kazgan’ı gönderecektin, bulabilirsen doğallıkla. Hoşçakal Şehmus, selamlar sevgiler sana. » İşte böyle : Ece Ayhan o günlerde yaptıklarını, okuduklarını ve hemen gelecekteki yayınlarını aktarıyor : Kendine has uslubuyla. Ece’nin sözünü ettiği Yalnız Kardeşçe Adam Yayınlarından değil, Eskişehir’de o sırada kitap çıkarmak gibi son derece cesur ve sevimli bir işe girişen Evrin Sanat Galerisi Yayınlarınca okuyuculara sunuldu. 1985’te… Yort Savul ‘a gelince, bu şirin şiir kitabı 1982’de Adam Yayınları tarafından çıkarıldı. İkinci baskısıydı kitabın. Ve Ece Ayhan’ın daha önce yayınlanmış şu dört yapıtını kapsıyor : Kınar Hanımın Denizleri (1959) Bakışsız Bir Kedi Kara (1965) Ortadoksluklar (1968) Devlet ve Tabiat ( 1975) Gelin şimdi bu kitaptan kimi parçayı birlikte okuyalım : « Açıl Doğu açıl ! Açıl dağarcığım Açıl Arapların at koşturmaları açıl ! » (s. 30) Birkaç sayfa ötede (s.53-54) « Dipyazılar »dan birinde bu konuya yeniden dönüyor ve ekliyor: « Evet, açıl Doğu açıl ! Doğu açılsın, Doğu açılacak elbette. Ama yeni bir Akdenizli der ki, hem yeni ayana hem yeni divanilere, Doğuya doğru fazla giden,cografya yüzünden, Batıya düşer. Tersi de geçerlidir bunun. » İşte jeostratejik bir yapı-lan-ma için kısa ve kalıcı ders-ler. Ama asla kapı-lanma değil ! Akdeniz akşamlarına ayarlı. Aynı metinde ve hemen sonra yapıştırır Ece Ayhan : « Irmaklar tersine akıtıldığı sabah, ayaklar baş olacak, başlar ayak, hangi kaynaklara gidileceğini biliyor halk ». İşte bunun için Ece bugünlerde yaşıyor olmalıydı. Ama bize bu kadarı da yeter : Evet şair ve şiiri yeter bize. İşte bu kadar : Elbette anlayana. Bakana ve yanbakana. Bunları döktürdükten sonra bir parçaçık da kendisini (mi ?) anlatıyor şu satırlarında : «Türüyor sözçükler anzarottan. »(s. 79) « Bir haşhaş, yolcusunu taşımaya hazır. » (s. 98) « unuttun beni mavisinden bir yelkenliye binmiştir. (…) « Saçlarını uzatmıştır, yalnızlığı sevcer. »(s. 100) « Ey kullanılmayan bahçe kapıları ! Sarmaşıklar ! Yıkımlar getiriyorlar imparatorluğa. Yangınlar. Uğulduyorsunuz kışın ey yapraklarından dökülen kadınlar ! » (s.102) « Kimse birbirini anmasın ! Geçerken belirli bir denizi. » (s. 105) Biz burada Ece’yi anıyoruz. Ayaklarımız karada. Tepemizde gün-eş ! Geçilen denizleri arkamızda bıraktık. Yeni dünyalara göç etmeden önce. Ece’yle mutlaka bu yolculuk. Saçlarımızı sıfıra vurduracak ve yalnızlığa elveda diyeceğiz ! Bu kesin ! Ece’nin 1956’da yazdığını dinlemenin tam zamanıdır : « Açın pencereleri açın akdeniz’de sabah oluyor (…) Akdeniz akdeniz’de çay içerken yaratılıyor ». Dikkatinizi çekmiştir mutlaka küçük harflerle büyük harfler yer değiştirirler Eceistan’da. Tam o sırada olanlar oldu ve 1958’de tarihle dalga geçiyorken yakayı ele verdi Ece ! İşte ispatı : « çarşılar grevsiz deli olurmuş yalnızlık işte. » (s. 133). Veya şöyle bir laf eder toplumsal ve siyasi açılardan alışılmamış : Madem ki 1958’deyiz : « İstanbul orospuları sendikasının

23


böğründe meşrutiyetten saklı. » (s. 135). O günlerde, o zamanlarda grev gibi, sendika gibi sözcükler « cezalıdırlar » oysa. Ama Ece Ayhan şiirinde zuhur ederler ve « iyi saatte olsunlar » bile şaşarlar bu işe : « Şiirde grev ve sendika nas’olur yavu ? » Ece şiirinde bal gibi olur. Çünkü, daha önce de yazdım, Ece sadece şair değildir ki. Hatta kendisini dinleyecek olursak bakın neler diyor bu konuda bize : « Ben aslında şair falan değilim. Yanlış meslekle ugraşıyorum. Ben etikciyim. İnsana yaklaşma denemeleri bakımından şiir bana yetmiyor. Benim kaynaklarımın geliştiği yer şiir değil. Şiirden gelmiyorum ben. Araç olarak kullanıyorum.Yanlış mesleği seçmişim. Şerif Mardin, İsmail Beşikçi, İdris Küçükömer gibi bir bilimadamı olmayı çok isterdim. Çok zor olduğunu biliyorum ama. (…) Benim merakım başka bir şey. İnsan ilişkileri… Mülkiyet… Mülkiyetin türevleri. (…) Beni en çok sinirlendiren, en çok karşı olduğum, ölünceye kadar, toprağın altına girinceye kadar karşı olacağım şey, iktidar kavramıdır. (…) Gerçek nereye gidiyor onun peşindeyim. « Ece Ayhan bunları bir söyleşisinde/konuşmasında/söz-leşisinde anlattı. Bu söyleşinin tamamını Tunca Arslan yaptı. Ve meraklılarına 5 Mayıs 1991 tarihli İkibine Doğru dergisine bakmalarını öneriyorum (s. 48-50). Evet Ece Ayhan aslında hem filozof, hem şair, hem tarihcidir. Toplumbilimci tarafından. İsterseniz toplumbilimci eğilimli diyelim. Buyurun kararı siz veriniz : « Bizim tarih sahte. Yalanla örülmüş. Yalan çirkin bir şey.(…) » Bir örnek daha : « Türkiye’de ilk defa insana insan pisliği yedirilmesi olayı, 1925 yılında İsmet İnönü zamanında (İsmet İnönü o sırada başbakan. MŞG) olmuştur. Aynı şimdilerde Yeşilyurt’ta olduğu gibi. (…) Ben Türkiye şiirine, tarihine müdahalede bulunuyorum. Ve bugüne de. Benim bütün derdim bugün aslında. En güzel gün bugündür bana göre. Geçmişe özlemim hiç yoktur. » Başka bir yerde ise aynen şunları söylüyor : « ‘Tarihten geliyoruz. İnsanlarız. Kendimizle buluşmaya gidiyoruz’ denebilir mi resimde ? » Veya şuna ne demeli ? : « Yahu İstanbul bu yahu neden birdenbire İstanbul bu. » (s. 124) Veya şu : « Babasını bir göl olarak atırlıyor.. » (s. 120).. İşte filozof Ece Ayhan merhaba ! Peki kimlere güveniyor Ece Ayhan bu dünyada ve « öbüründe » ? İşte yanıtı : « Hal ve gidişi sıfır olanlara. Çanakkaleli Melahat’a, değişik dil kullananlara ve ‘farkında olanlara’ ». Yani bu ne demek bu ? Ece Ayhan konuşuyor : « Düşünsel yönden karşı olmak ta yetmez. Onun dilini de kullanmayacaksın. » İşte dil-kır-an-a-dam-a ulaştık. Bu kadarı bize yeter. Ama Ece’de fazlası bile var : « Ben haklılığın inadını taşıyorum » bandrolu ile çünkü Ece Ayhan her gösteri ve yürüyüşte ve her başkaldırıda yanı başımızda. Daha ne olsun kardeşlerim ? « Dürüstlük deyince benim aklıma Osmanlı’da mabeyinci Fahri Bey, Cumhuriyet’te de İsmail Beşikçi gelir. » diyor bu adam. Sadece dil kırmakla yetinmiyor yani. Şimdilik burada bitiriyor söyleceklerini. Ama hemen söylemeliyim : Ece Ayhan’a ilişkin anlatacaklarımı bitirmiş değilim. Ece Ayhan da söyleyeceklerini henüz bitirmiş değil : « Patronum yok, beni patronuma şikayet edemiyorlar » diyen Ece bizi bekliyor. Yanında kimler yok ki : Ece sesleniyor : « Çanakkaleli Melahat (elbette. Ve hiç kaçmaz ! MŞG), Batı Müzigi konserine giden madam Katina, kardeşi Madam Atina, mitoloji bilen orospular…Kısacası, -Missouri zırhlısı da yakında 1946’da geliyordu- cumhuriyette fuhuşun en ünlü günleri yaşanıyordu. Sabahları okulun bahçesinde olup bitenlerden konuşurduk. Kendisine tombala oyununda ‘çinko’ çıkan orospu : Tatar Necla. Bir gece önce, mahallenin orospularından olarak benimsenmiş Kadıköylü Nesrin’in, kendisi ‘mezarlık orospuları’ndan olmadığı hade Edirnekapı mezarlıklarından kaçırılmıştır. Taksilere doluşarak mezarlık mezarlık dolaşmamızı bu yüzden uykusuzluğumuzu anlatırdık. Sonra da nedensiz haydi hürya helalara dalardık ! » Şimdi bunun devamı bile var, ama çocukları ve küçük yaştakileri lütfen ekran önünden pardon pardon sayfalarımızdan uzak-(t)-laş-tırınız lütfen. Çünkü burada aynen aktarmak zorundayım : Yoksa Ece eksik kalır. Aynen aktarıyorum : Ece’dir konuşan/yazan : « İlk otuzbirimi, orta birde, Jues Verne’in Aya Seyahat romanını okurken çekmiştim. Ondan sonra zaten dersten çıkış zili çalar çalmaz kendiliğinden helaya koşuyorsun! » Yani neler oluyor burada böyle Zafer? Yanisi şu : Ece Ayhan aramızda kardeşim. Sahiden. Ve sıkı bir biçimde. « Metalar dünyası büyüdükçe insanlar dünyası küçülür » diyen Marx Amca’dan sonra Bilm-ECE’mizi çözmek mümkün mü acaba ? Bana kalırsa mümkün. Ama bunun için dil-kıran-a-damla birlikte DÜŞ KIRAN DEĞİL DÜŞ KURAN ADAMI DA YARDIMA ÇAĞIRMAMIZ LAZIM. BİR DAHAKİ SEFERE ARTIK.

24


“ABİDİN DİNO” M. Şehmus Güzel “İkiletmezdi. Kapıyı çalar çalmaz açardı Abidin. Daha açmadan ‘geldim, geldim!’ sesleri arasında. Beklendiğinizi anlatmak için. Girerken, ilk kez gördükleri de dahil, herkesi kırk yıllık arkadaşı gibi karşılardı. Hemen eşitlik sağlansın, aradaki buz dağları, olası buz dağları, bir anda eriyip gitsin diye. Abidin Dino işte böyle bir can arkadaştı... Onunla dostluğumuz, 1980’li yılların ilk yarısında, haftada bir, on beş günde bir, ev atölyesinde ziyaretlerimle, düzenli bir biçim aldı... Abidin’le dünya kadar şey konuştum; 1789 Fransa Burjuva Devrimi’nden, Paris metrosuna, işçi grevlerinden, Türkiye’den en son haberlere, yakında yapacağı resim sergisinden yeni çıkan kitaplara, her konuda, her alanda… Arkadaşlar, anılardaki arkadaşlar eksik olmazlardı. En başta ve elbette Nâzım Hikmet. Sonra Yaşar Kemal. Adanalı yıllardan İstanbul’a, oradan Parislere uzanan otuz iki kısım tekmili birden maceralarıyla.... Sohbetlerimizde Osmanlı’ya, Türkiye’nin 1930’lu yıllarına “uzanmalar” konuştuklarımıza ayrı bir tad katarlar, ayrı bir koku taşırlardı. O zaman ‘davetliler’ arasında Pierre Loti’yi, Ostrorog ailesinin bütün fertlerini ve misafirlerini, Georges Simenon’u, Fikret Muallâ’yı ve diğerlerini bulabilirdik... Abidin’den çok şey öğrendim. 23 Mart 1913’te İstanbul’da doğdu. 7 Aralık 1993’te Paris’te aramızdan ayrıldı. 80 yıllık ömrüne çok şey sığdırdı. 20. yüzyılın en önemli tanıklarından biriydi... Ressamdır, heykeltıraştır, gazetecidir, karikatüristtir, yazardır ve saati gelince de şairdir Abidin. Birçok arkadaşının yapıtlarını Fransızcaya kazandıran bir çevirmendir de... Resimleri hat sanatının, rüya dünyası ile kendi düşüncelerinin, düşünce dünyasının karışımıdır. Gerçekle yaşananın, dünyadan ve kendisinden gelenlerin gösterimidir... Yaşamın bütün belalarını tattı, yaşamın güzelliklerini es geçmeden. Hiçbir şeyi ihmal etmedi. Güzel yaşadı Abidin. Hiç ölmeyecekmiş gibi... Abidin biraz da hepimizin öğretmenidir. Onunla dünya kadar sohbetimden, söyleşilerimden, izlenimlerimden ve değişik kaynaklardan, Abidin Dino için yazılanlardan, oluşturduklarımı sizinle paylaşmak istiyorum. Hem Abidin’i bir kez daha ve hep beraber anabilmek için, hem de ona bir arkadaşlık armağanı sunabilmek arzusuyla. Anılara saygı gerek çünkü. Anılar uçup gitmesinler. Uçup gitmeden önce iz bıraksınlar bir yere: İşte buraya, bu kitaba...”

KağıtHane Binası, Hamidiye mahallesi Soğuksu Cad. No : 3/1 Kağıthane – İSTANBUL T : 0212 294 65 55 e-mail: canadol@kitapyayinevi.com

http://www.kitapyayinevi.com

25


Janset

KARAVİN * GUHER*

“Bir yıldız nasıl yaşarsa hep kendini yakarak”

Burada zamanın hükmü son bulur. Zaman burada, bu sefilliğin, bağsızlığın ve ölümcül değişmezliğin sessizliğinin ortasında müptezelleşir, ezilir ve gün ve gece dönümlerine, mevsimlere, çağlara yenik düşerek süngüsünü biricik galip, varlığın ve yokluğun kutsayıcısı toprağın böğrüne saplayıp intiharını kusursuzlaştırır. Bu otlak, dağ taş tepe ve gök ve toprak, şimdiliğinde göründüğü gibi gece-gündüz iki sıfata, dört mevsim dört renge kuşanıp durup çağlar boyu akarak sonsuz geçmişten, sonu bilinmeyen geleceğine, geleceksizliğine soyunur. Burada insanın, insan olmanın, insanca bir duygunun yahut düşünüşün zaman değin bile değeri yoktur. Burada varlık, varoluşunun bedensel ve zihinsel kanıtlarını kadim zamansızlık efsununa ilikleyip, insancıllığının her bakımdan yitimine sebep olacak bu ağıyı bile isteye yutarak, kana kana içerek yok olmaktan kurtulabilir ancak. Üstü başı perişan, yırtık sökük, rengârenk hırkaları bu cehennem sıcağında bile sırtlarında, yalınayak ve pek çoğunun karınları tıka basa doluymuş gibi şiş, esmer ama kirden, tozdan mı yoksa yaradılışlarından mı muamma onlarca çocuk, kuru toprakta koşturup oyunlar oynuyorlar. Sesleri, haykırışları, gamsız kahkahaları hemen önlerinde uzanan, insanda uçsuz bucaksız, dipsiz bir sarımtırak derya hissi uyandıran ve rüzgârın tereddüdünde yalpalarla raks eden otlağı aşarak sisler arasından başını göğün yedinci katına uzatmış, mağrur Ağrı’da yankılanıyor. Küçük Ağrı, ağabeyi Büyük Ağrı’nın omzuna dayanmış mutluluklarındaki bağsızlığa öykünüyor çocukların. İleride, çok ileride belli belirsiz bir nokta gibi bir doru, otlakta, ara sıra yelesini savurup başını göğe dikerek yağız cüssesiyle deliksiz, çivit göğün kızıl süsü oluyor. Çocukların arkasında uzanan tepeciğin eğimli yüzeyinde Ağrı’ya duyduğu korkuyla karışık derin saygıyla toprakla birleşmiş, gövdelerini ona gömerek bir daha asla bulundukları yerden koparılamayacaklarına duyacakları güvenle harçlanmış mağaramsı, taş oyuklardan ibaret, damsız, donuk ve dağınık evcik öbeklerinin sefilliği. Ve onları kutsayan tek bir kireç beyazı kazık minare düşün; yere iş olsun diye saplanışının zamana eğriliği, ayakta zor duruşunun ezi* ‘Galatıaşk’ ~ Şemsiye Baba Hazretleri, Guher)

26


yeti. Taşlık arazide, çoraklıktan ancak iki insan boyu yükselebilmiş tahta direkler arasında sarkmış teller medeniyetin alâmetifarikası ve kimileyin iş görmeseler, gökteki kandillere devretseler de vazifeyi muhtar medarıiftiharını: “Medeniyet getirmişim size Angaralardan, sinsi garadavarlar be hoo! Medeni nedir bildin?” diyerek kurtarırdı vaziyeti. Mağara evlerin kıyısında daha derince ve genişçe bir oyuğun el yordamı betonlanmış avlucuğunda, tahta iskemle masa tepesinde tünemiş ifadesiz, en az toprak, hiç yoktan bu doğa kadar katılaşmış âdeta çamura bulanarak kabuk bağlamış zifir suratlı, katır tırnaklı elleri ince belli çay bardaklarını kavramış, renksiz, kişiliksiz, gerçekte olmayan giysileriyle ve yüzlerini daha da kişiliksizleştiren birörnek balta kesmez bıyıklarıyla erkekler var. Kadınlar nerede? İşte Zozan Karı. Evin avlusundaki direği baston ediyor bükük beline. Başındaki beyaz yemeniden taşan bozarmış saçları yapak yapak dağılıyor rüzgârda ve sırtındaki şeytan kırmızı yelekten tanıyor onu köylü fersah fersah uzaklardan. Tam bu demde Allah’ın günü, ikindiden akşama kadar orada dikilip, Çoban Yıldızı alacayı deldi mi, akşam yeli insanı dürttü mü, işte elifi elifine o demde küçük Seydo’nun tepeden yana keçileri önüne kattığı görülene dek bekler. Görülüp de ne ola? Seydo bir zılgıt basar ha şimdi, bastı mıydı Zozan Karı, mucizeler bekleyip durduğu ömrünün çilesini ve gurbete giden oğulları Behram ile Bahman’ı düşünmeyi bırakır ve şöyle ilenmeye başlar Seydo’dan yana dönüp direğin etrafınca: “Heçbiri heeeeç biri bizle galmaz, burada durmazdır. Aha bu kütük gibin, aha şu dağ gibin, şu ot, bu toprak, bu gök gibin bir başımıza geberesiyik!” Kahveden üç beş baş devrilir o yana bazı, bazı kulak asan da olmaz ama o ilenmeyi sürüdür: “De hey bire sopu guruyası”, Seydo’yu gösterir boştaki eliyle, “…De ha bu bilem gidecak vakıt dolan da, bu bilem!” Sonra kahveden yana bir bakış bakar, iyiden iyiye köpürüp siniri: “Vay anam gavatın dölleri, vay babam puştogulleri!” diye başlar sövmeye. Seydo, keçileri evin yanı başındaki ağıla sürer sonra ıslık çala çala ve bu ıslığın oynak ama bir o kadar da hüzünlü tınısında Zozan Karı durulur, tutunduğu direğe iyice yaslanır yere yığılacakmışçasına. Gözleri yaşarır ama bunu bir tek o bilir, kimse görmez. Kimse görmeden gene, çatlak derisi nasırlarla dolmuş taşmış kınalı parmaklarıyla koca elini üstündeki kat kat fistanın altına, koynuna sokuverip az kurcalar; iki fotoğraf bulur çıkarır oradan. Terden biraz sararmış, birinin ucu yanık iki fotoğraf. Biri Behram’ın biri Bahman’ın. Behram, elinde bir tam otomatik silahla, asker kepinin gölgesi kalın, çatık kaşları altında gizlenen kara gözlerini hepten görünmez etmiş ama bu Behram. Bahman’ın da elinde bir keleş var ama Behram’ın fotoğrafındaki gibi dağlar taşlar, gök görünmüyor arkasında; onun arkasında kan kırmızı bir ‘bez parçası’ asılı ve üzerinde parlak bir güneşin içinde kızıl bir yıldız var. Behram’ın tıraşı sinekkaydı, yanakları şiş şiş ve kızarmış, kendisinden emin, ne yaptığını bilen adamların, artık çocuk olmayan ‘çocukadamların’ gururu var bir kayanın üzerine bastığı bacağıyla duruşunda. Peki ya Bahman? Bahman nasıldır şimdileyin? Fotoğrafta sanki yüzü biraz sararmış gibi, yanakları çökmüş, bakışları sert, kaşları çatılı ve diyor ki: “Evet, buradayım! Buradayım ve ne için burada olduğumu biliyorum!” Ama gel gör ki, uzamış pos bıyığı altında bıçakla açılamayacakmışçasına keskin bir çizgi olmuş ağzı bir açılabilse, dile gelse, kim bilir,,, Bir gün gelecekler biliyor Zozan Karı, hepsi bir gün gelecek. Belki Behram’ın gidişi gibi bir şafak vakti şu, az önlerindeki taşlık yolda eski püskü, kırık bozuk bir otobüs duracak toz toprak içinden beliriverecekler, belki de Bahman’ın gidişindeki gibi bir alaca vakti, yukarılardan, tepeden aşağı vuracaklar sarmaş dolaş iki kardeş, kardeş gibi, kardeş kardeş,, gülümseyecekler,,, Ama gelecekler, gelmemezlik edemezler, gelmeliler,, dönecekler,,, Zozan Karı avluda ilenir, Seydo keçileri ağıla doluştururken tek göz odalı damda Rojda yanında analıkları Perihan’la onun yanında kuması Sidar bir de onun kumasının kuması Mina bir cam kenarında onu izler, Seydo’nun yolunu gözler ve babası Niyazi, bıyıklarını burup durup onu süzüp düşünür. Seydo’yu da kaptırmamak lazımdır gurbete. Bütün köylünün de dediği gibi Zozan Karı’nın içine cin girmiştir elbet ki; bunca ilenmesi, hem de kalksa dövse sövse, ağıla kapasa da, aç koysa da durmadan ilenmesi, anlaşılmaz bir sürü laf ede dura kıyamet tellallığına soyunması başka neden olacak ki? Ama hakkı da yok değil hani: Ha Angara’ya asker etmişsin ha dağa kaçırmışsın fark etmez; bir giden pir gider, bir daha geri gelmez Zozan Karı’nın dediği gibi. Ne yapmalı ne etmeli Seydo’yu da kaptırmamalı işte! Eh ya ne yapmalı? Gitti danıştı Niyazi Şeyh’e, Şeyh Şarevan’a gitti, sakalına yüz sürdü, aman dedi, çare dilendi. O, mübarek adamdır, dedi, gitti. Şeyhi onu kabul etti huzura, dinledi derdini az, yarıda kesti lafını. Elini kaldırıp havaya gözlerini yumdu. Hafif yan döner gibi oldu sedirin üzerinde; bağdaş kurduğu dizinin birini aşağıya sarkıtıp sakalını sıvazladı. Akça pakça, upuzun sakalını. “Evereceyik!” dedi. “Evereceyik başka çara yoktur.” Gözleri fal taşı gibi açıldı Niyazi’nin. Gerçi kız baş göz edilecek yaşa çoktan geldiydi; geçen kış on üçünü bitirdiydi ama ne köyde ne civarda başlığı sayıp kucağına dökecek kimsecikler kalmamıştı ki. “Sen düşünme artıh” dedi Seyh Şerevan: “Bizzat biz bulacayık siğe güveyiği, guher edeceyik…” Şaşkın Niyazi sorar gibi tekrarladı: “Guher” “He ya berdel gerek amma sen de mutlah unutmayacaksan bunu, bilirim

27


hörmette gusur etmeyacahsan. Şimdi de get, gızı bize getir perşenbeye. Hele biz bir görek sonrası Allah böyüh Celle Celalühû Azze Vecelle”, sonra mırıl da mırıl mırıldanıp dururken elinin tersiyle kovaladı el etek öpmekle meşgul Niyazi’yi. Bugün günlerden çarşambadır; yarın kuşluktan tezi yok varılıp gidilecek Şeyh Şerevan’a, çıkılacak huzura. Madem berdeldir, Şeyh de işi devralmıştır ve sözü sözdür o halde gidilecek, yüz sürülecek mübareğe. Perihan, Sidar, Mina… Kaç yaşları hiçbiri bilmez. Ne kendileri bilir ne başkaları ama bakarsan herhalde Perihan bir yüzyılı çoktan devirmiştir, Sidar yetmişinde vardır yüzündeki o sert, derin yarıklar gibi uzanan çizgilerle ve Mina, Mina kendisinden ufakmış dedilerdi babası alırken. Kim dediydi? Mina pek sevimli ama hep yorgun hep bitkin. Her işe o koşar, döşeğe o düşer: Rojda’nın anası Perihan artık doğuramaz demişti beşinci düşükten sonra kasabada gittikleri doktor ve Sidar, Bahman’ı senesi dolmadan Behram’ı ve üç kış ertesi Seydo’yu doğurduktan sonra bir daha gebe kalmamıştı. Zozan Karı’nın yaşı mı? O kadimdir: O hepsinden evvel vardı, Rojda’dan, Mina’dan, Sidar’dan, Perihan’dan hatta Niyazi’den bile evvel hatta belki de bu dam kurulmazdan evvel, bu gök kurulmazdan, şu dağ gelip yerine kurulmazdan evvelden vardı. Onun çilesi Âdem yaratılmazdan evvel vardı; o Âdem’den değil Âdem ondan oldu! Gel zaman git zaman, eğril büğrül doğrul zaman,, zaman olup varır günler geceye geceler güne döner durur, sen de beş ben diyeyim on gün ha geçer ha geçecek olur. Şeyh Şerevan’a gidilir gelinir. Şeyh Şerevan’ın bulduğu namzedin ağası Niyazi’ye, analıkları kumaları dama gelir ziyarete. Tatlılar yenilir içilir, kahveler pişer, höpürdetilir. Seydo’ya Fidan, Rojda’ya Ferzan gösterilir. Rojda’ya der ki anası Perihan: “Berdel gidecaksen. Aha bu da gocandır, de get gonuşun”, itekledi sırtından. Sırtından. Tıpkı babasının onu Şeyh Şerevan’ın huzuruna iteklediği gibi. İçi kalktı bir an Rojda’nın. Karanlık odada yapayalnız kaldıkları, kocamışlıktan kemikleşmiş elleriyle, gittikçe daha da titrek okşamaları geçti içinden Şeyh Şerevan’ın; hırsından, utancından, çaresizliğinden irkildi gene. Ferzan karanlık gözlerinin ta içine baktı, gülümsedi. Eğdiği başını çenesinden kavrayıp hafifçe, ürkütmek istemezce, tereddütle kaldırıp sordu: “Yüzünü çevirmeyen yüzümden, gözünü kaçırmayan hele gözümden: Soracagım vardır sana.” Rojda, bu titreyen, şefkatli sesi duyunca, Şeyh Şerevan’ın sesindeki kösnüden uzaklığı fark edince bakışlarını çevirdi sahibine: “Sor hele”, dedi. Ferzan gülümsedi gene, gene kaytan bıyığının altından bembeyaz parıldadı dişleri ve kalın, biçimli dudaklarının girdiği hal onu birden güvenilir kılıyordu. “Bak…” dedi, “Gözel gızsın Allah var!” Rojda içinde bir kıpırdanma hissetti; göğsünden içeride sanki bir yılan kımıldanır gibiydi. Bozardı gene kaçırasıydı gözlerini Ferzan lafa devam etti: “Gözelsin ama benim sevdigim başkadır. Sana da soracagım sevdigin vardır?” Rojda “Var!” diye haykıracak oldu. Bir kıyıntı oldu içinde. Seydo’nun, ellerini avucuna toplayan elleri, gözlerinin tirşesi ezip geçti ruhunu. “Anlamışam”, dedi Ferzan feraha çıkmış gibi ve yüzündeki gülümseyiş bu kez yere göğe bulaştı âdeta, coşkunlaşarak: “Ben gidecem buralardan. Gaçıracam Zeyno’mu! Madem sevdiğin vardır, madem başkasındadır göynün var get!” O günün gecesine Rojda’yı uyku tutmadı. Yattığı döşekten Tanrı’nın oracığa bir iple sarkıttığı, içine ışıyan ayı, meleklerin iplerini sıkı sıkıya kavradıkları yıldızları seyre daldı, hayallere durdu. Seydo’yla evlendiklerini gördü gündüşünde. Başını yana çevirip anasının, Sidar’ın, babasının ve Mina’nın üzerinden ta öte duvarın kenarında uzanmış Seydo’ya bakmaya yeltendi. Odayı, bulanık ışığıyla saran Tanrı’nın kandilinde bir çift göz parlayınca ürktü evvel sonra dikkatle baktı kaşlarını çatıp. Seydo hafif doğrulmuş, döşekte oturmuş onu izliyordu. Rojda’nın uyanık olduğunu anlayınca el kol etti, ayağa kalkıp kapıya yürüdü hırsız adım. Kapıyı az aralayınca bir beyaz kesik düşüp, yarısın yarı aydınlattı Seydo’yu. Başını kapıdan dışarı yana sallayıp gene çağırdı Rojda’yı. Korkudan titreyerek de olsa doğruldu ve uykunun ağır beşiğinde salınan güzel Mina’ya, babasının sırtından doğru soluk alış verişine, Sidar’a ve anasına baktı. Doğrulup kalktı. Hırkasına uzanıp üzerine geçirerek yemenisine boğdu karanlık saçlarını. Saçlarında yıldızlar parladı. Kapıya doğru bir adım, bir adım daha derken bir iki adım. Peşi sıra saçlarından düşler damladı… Avluya dar atınca kendini Seydo’nun o bildik ama kısık ıslığını işitip dama bakınca gördü onu. Bacaklarını aşağıya sallamış, avuçlarıyla arkasına dayanmış oturuyordu Seydo. Hemen yamaca koşup dama, Seydo’nun yanına vardı; oturup ilişti. Hava keskin soğuk, ciğerlerini yakıyor Rojda’nın aldığı her soluk. Seydo’nun güzel başı yıldızlara dikik: “Rojda…” dedi dua ederce. Sesi Rojda’dan da daha çok üşümüş, titrek ve donuk. “Burada galamayık artık. Bana başkasını alacaklar, seni başkasıyla baş göz edecekler… Gidek!” Gittiler,,, bir zaman daha oracıkta, damda oturup bacaklarını aşağıya sarkıttılar ve Rojda başını Seydo’nun omzuna bırakıverdiğinde yemenisi sıyrılıp arkaya doğru karanlık saçlarını dağıtan tan yelinde uçtu; onlardan evvel yola düştü ve saçlarında düşlerden fallar tuttu Küçük Ağrı ağabeyinin omzuna koyup başını onun gibi.

28


Şehrikebir’de ve Jurnalci Sokak’ta, büyük, demir kapısının hemen dibinde bir ‘sokak uyuyucusu’ kuyruğunu kıvırıp bacaklarının arasına almış, şehir artık kadın parfümü, ter ve alkol ve sidik ve kösnü kokmaya yüz vermiş,, günlerden gene ve her daim inadına ve anlayana çarşambaymışmış ( ken

PAT! Bir andır, bir anlık parlamasıdır yıldızın yaşamla ölüm arasındaki ince dağılış işte böyle. Bir yıldız gibi yaşamalıdır insan sırf bu yüzden, bir yıldız gibi yanarak yaşayana ne mutlu! Bir parmak tetiğe basar, kurşun namludan tetiklenmiştir artık; geri dönüş yoktur,, eti burgulanarak parçalar ve delip deriyi hatta kemikleri kırarak geçip gider içinden,,, bir mermi, ceset gibi ruhu da delip geçebilir mi Rojda? Bir mermi aşkı öldürebilir mi? Seni öldürmese faraza bu mermi; etini ceset edemese de sade Seydo’ya duyduğun aşkı vursa sen daha yaşamak diler misin öylesine yanmadan, parıldamadan gökte, meleklerin sarkıttığı bir ipin ucunda; kendini astığın ip olmaz mı o aynı ip senin yerine Seydo’yu vursalardı şuracıkta? O zaman öl Rojda! Son bir kez yan Rojda! Birçokları gibi bin defa öleceğine bir defa öl Rojda!

Müjgân diyebilir ki sen kimsin ve gökyüzünde olabilir bir delik toplu iğne başı kadar düşünürsün iğne elinde kuyunun dibinde düşünür durursun gökyüzü neden mavidir gel gör ki ne dese susarsın nihayetinde dört kere mavidir gözleri müjgân'ın -17 Haziran 'Kulekapısı'

29


KARŞILAŞTIRMALI OTOPORTREDİR.

(…) Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün önce büyük tarihçi Halil İnalcık ve değerli kültür adamı Talat Halman’ı, hemen sonra da bizleri Çankaya Köşkü’nde ağırlama konusundaki davetini, gerçek sanatçı ve entelektüel kimliklerin uzun bir süredir değersizleştirilmiş ve horlanmış olan itibarlarının iadesine ilişkin sembolik bir anlam taşıdığını düşünerek kabul ettim. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu daveti kabul etmenin, sanatçının ve yazarın itibarının iadesi adına yapılmış olmasının, dar bir idrakin bağnazlaştırdığı bir kısım ham ervah okuryazar tarafından budalaca eleştirileceğini de hesaba katmadan! Üstelik benim, Çankaya Köşkü’nde oturan kim olursa olsun, o makama saygım vardır ve zaten, protokol gereği, Cumhurbaşkanı’nın davetlerini reddetmek âdetten değildir. HİLMİ YAVUZ Zaman Gazetesi’ndeki yazısından…

Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in kabul resmi davetiyesi. Hemen verilen telefon numarasını arayarak gelemeyeceğimi belirttim. Milliyet ve Sabah gazetesinden aradılar. Katılacak mıyım? Hayır! Gerekçesini aynen şöyle açıkladım: “Bir sürü neden var, sanata karşı tavır, insan hakları sorunu, 12 Eylül’le gelen siyasal değerler, insan değerleri. En hafifini söyleyeyim, Türk Dil Kurumu üyesiydim; Kurum’u kapattıran kişinin selamını almam.” (…) Evren’in sanata karşı tavrını iki olayla özetleyebilirim. Devlet Resim ve Heykel Sergisi’nden, hiçbir yetkisi olmadığı halde, resim kaldırtmıştır, bir. Picasso’yla alay etmiş ve “ben otursam onun gibi on tanesini hemen yaparım” diyebilmiştir, iki. Kenan Evren entelektüeli fazla aşağıladı ülkemizde. Böyle bir tavrın yasa koyucularından biri oldu. CEMAL SÜREYA Günler, YKY, 2. baskı, 2002, s. 415-416

30


KÜNYE NİYETİNEDİR

P.A.T! (Puşt Ahali Tarifesi) Zafer Yalçınpınar tarafından yayıma hazırlanmaktadır: Görsel düzenleme, katılımcılarla ilişkiler, düzelti, eşgüdüm, tanıtım, dağıtım, mücadele ve ortalama zekâyı bertaraf etmek gibi tüm bağlayıcı hamallıkları –bendeniz- Zafer Yalçınpınar üstlenmektedir. P.A.T!'ta yayımlanmasını istediğiniz yaratılarınızı zaferyal@gmail.com adresine -konu satırına "PAT içindir" ibaresini ekleyerek- gönderebilirsiniz. P.A.T! birincil ortam olarak interneti seçmiştir. Maddi ve manevi kâr amacı gütmez, dirsek teması umursamaz ve yalansızdır. İşbu derginin PDF dosyası biçimini istediğiniz ortamda, istediğiniz “insan”larla paylaşabilir, istediğiniz bağlantılarla(linklerle) çeşitli “insan”lara sunabilirsiniz. P.A.T!, Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun bir türevidir. Puşt Ahali’nin e-posta grubuna, gruptaki tartışma ve paylaşım geçmişine http://groups.google.com/group/pustahali/topics?hl=tr adresinden ulaşabilir ve hatta gruba üye de olabilirsiniz. (Puşt Ahali’nin şiarları Ek-1’de yer almaktadır. Onları okumanız ve sezmeniz faydalı olacaktır.) Onuncu sayıda görüşmek üzere...

Dipnot: P.A.T!’ın eski sayılarını http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/pat2.html adresinden PDF dosyası biçeminde indirebilirsiniz.

31


EK-1: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun Şiarları 1/ nasıl yalnız bırakır adamı bir meydan? aradan biri bağırdı: puşt ahali! - Enis Akın 2/"hiç birbirine çarpan kuş gördün mü havada. ama insanoğluna gelince üstelik yerde neler olduğunu biliyorsun?" - Ece Ayhan 3/Hemen anlaşılmayabilirsin, göze alacaksın. Çoğunluk her zaman başlangıçta yanılabilir, sonradan ayıyorlar sanki. Yan yan değil de doğru doğru yürüyen bir yengece bakarak, "sarhoş galiba" diyebiliyorlar. (…) İki şey bir arada olacak; sancak ve davul. Eğer tek davul olursa sünnet düğünü var sanırlar. Ama sancak da varsa, isyan, ayaklanmadır o. Bin yıllık Anadolu geleneğidir bu. - Ece Ayhan 4/Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman... Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak. - Oruç Aruoba 5/İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yerinden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.(…)Bir sabah, işe giden kalabalık, şehrin en büyük alanında yaya kaldırımının bir noktasında ikiye ayrılıyor, yere bakarak, ama hızını hiç eksiltmeyerek yürüyor, biraz ileride yeniden bir araya geliyordu.O noktada biri vardı; yerde yatan, ölü mü, yaralı mı, içkili mi olduğu, kazaya uğrayıp mı buraya atıldığı anlaşılamayan biri… Yüzükoyun yatıyordu. Bir küçücük çocuğun öfkelenerek yere attığı bir bez bebeği andıran bu adamın kollarıyla bacakları bir tuhaf duruyordu. Eklemleri, köşeleri çoğalmış gibi. Uzun süre kimse yanaşmadı bu adama. - Bilge Karasu 6/Kış geçende bu leylek gendini dışarı verdi. Uçuy, evliğini onarıy. Süslüy. Bekliy ki gendinin eşisi gelecek. Biliy. Ha bugün geldi. Ha yarın gelecaktır. Gözü semadadır. Keyiflidir ki nasıl anlamam. İşte ağalar. Bugünden bir gün idi. Hamogil ocak yakmıştı ki sabah ekmeğini yapalar. Ocak alev alev yanıydı. Yalımlar göğe çıkıydı ki, gökten bu leylek geldi, gendini ataş üstüne bıraktı. Koştular bunu ataştan aldılar. Kurtuldu, bir daha bıraktı gendini ataş üstüne, tüyleri yanıydı zaten. Öldü getti. Göz açıp kapata kadar. Evin içinde bir telaş yürüdü. Herkes birbirisine soruyordu ki, ne olmuştur. Ne olmuştur ki bu leylek gendini ataşa bırakmıştır. O sıra damdan Hamo’nun sesi gelmiştir. Demiştir ki, ben biliyem. Gelin görün sizde bilin. Koşmuş bakmışızdır ki, yuvada iki leylek oturuy. Anlamışızdır, demişizdir ki, insan da beyle değil midir lo, beyledir. - Tuğrul Çakar 7/HER doğruyu söylemeğe gelmezmiş, bir takım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekirmiş… Peki ama bir doğruyu söylememek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek gene sürmesine bırakmağa hakkımız var mıdır? Bazı yalanlar kutsalmış onlara dokunmağa gelmezmiş… Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına artık inanmıyoruz demektir; bunun için “kutsal yalan” sözü bir şeyin hem köşeli, hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. (…) Bir takım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik düşüncesinin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilebilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!... Öyledir kişioğlu: kendisi için ille de bir takım ayrıcalıklar ister. “Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur” diyen kimse, öğrendiği, anladığı doğrulara lâyık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu… Ancak kendini düşünür, kendini büyük görmek için yol arar. Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalanı yayıyoruz demektir. – Nurullah Ataç

32


“ Duv ar s aat l er i gi bi a hma kt ı l ar ”

iletişmek için;

Zafer Yalçınpınar zaferyal@gmail.com http://zaferyal.kuzeyyildizi.com

P.A.T! 9.tarife Eylül 2008

“bayiinizden isteyemezsiniz”

33


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.