Kırmızı Donlu Adam

Page 1

!

KIRMIZI DONLU ADAM A. R. GREEN


Suite 321, North Circular Road, London NW10 7PN T: +44(0)20 8963 0336 F: +44(0)20 8961 6593 E: feedback@onereason.info Çeviri: Ahmet Faruk ADIGÜZEL ahmetfaaruk@yahoo.com

www.onereason.info


YOLCULUK BAŞLIYOR

3

1. Bölüm

YOLCULUK BAŞLIYOR Eminim bu hoşunuza gitmeyecek, belki de hiç ama hiç. Bu kitap bir çoğumuzun konuşmak istemediği bir sürü şeyden bahsediyor. Ölüm gibi! Evet doğru, ölüm… Ölüm, hesap günü, cehennem ateşi ve cennet (yoksa vadedilmiş mükafat mı?), hayatın anlamı, ve tabi ki en büyük soru; gerçekten bir tanrı var mı, yoksa tüm bunlar bir aldanmadan mı ibaret? Sadece tüm gücünüzle düşünmemeye çalıştığınız şeyler… Peki tüm bunların kırmızı iç çamaşırlı adamla ne alakası var? Sizinle bir yolculuğa çıkmak istiyorum. Sadece uzun değil, yol boyunca ilginç ve ürkütücü şeylerle, mantıklı gelse bile inanmak bile istemeyeceğiniz şeylerle karşılaşacağımız bir yolculuğa. Bazılarınız şimdiden korkmaya başladı bile, bazılarınız bu kitabı bırakıp bitirmeyecek, ve bazılarınız iğretiyle burunlarını kaldıracaklar ve bu çok acıklı olacak. Çünkü gelmiş geçmiş tüm hayatınızdaki en önemli şeyi kaçırmış olacaksınız! Bazılarınız olacak ki kitabın tamamını okuyup, belki de burada yazanları doğru bulup bununla ilgili hiç bir şey yapmayacaklar. Ki bu gerçekten çok kötü ve üzücü… Size bundan hoşlanmayacağınızı söylemiştim. Ama bir yerlerde, bazılarınız bunu yarı yolda bırakmayacak ve sonuna kadar götürecek. Az ya da çok düşüneceksiniz, ve hayatınızla ilgili mükemmel bir karar alacaksınız, mantığın kaçınılmaz sonucunu kabul edeceksiniz. (En azından zihinsel olarak) Derin bir nefes alıp sizi mükemmel yollarla değiştiren bir anlaşma yapacaksınız. Ve bunu yaptığınızda her şey daha mantıklı hale gelecek. Evet, bu kadar yaygara yeter, haydi gerçeklerle yüzleşelim. “Mantık ve


4

YOLCULUK BAŞLIYOR

sağduyu” aracımıza atlayın ve bu yolculuğa başlayalım. Üzerinde kırmızı iç çamaşırla bir adam kapınızı çalsa ve doğalgaz saatini okumaya geldiğini söylese ne yapardınız? Evet, ciddiyim. Ne yapardınız? Aslında ne yaptığınızın, bu adamla ve iddia ettiği şeyle ilgili kanınıza ulaşırken izlediğiniz süreç ve kullandığınız mantıksal bağlantılar kadar önemi yok. Söylediklerine inanıp evinize girmesine izin mi verirdiniz? Sadece “inançlı olarak”? Yoksa durum hakkında durup bir düşünür, sorular sorar ve mantık mı yürütürdünüz? Eminim ikincisi diyeceksiniz. “Kaybol burdan, serseri!” bile demiş olsanız bunu; kırmızı iç çamaşırlı adam hakkında bir kanıya varabilmek için nedenselliği, mantığı ve sağduyuyu kullanarak yapmış olacaksınız. Hayatımızdaki bir çok şeyde bu bağlantıları kullandığımız gibi. Şimdi, devam etmeden önce sizinle bir konuda anlaşmamız gerekiyor. Eğer bu konuda anlaşamazsak daha fazla okumanızın bir manası yok. Şu anda yaşıyor olduğumuz dünyanın gerçek olduğu, ve sizin, benim ve etrafımızdaki herşeyin gerçekten var olduğu, bunların bilgisayar illüzyonu bir dünyanın ürünü ya da içinde olduğunuz bir çeşit rüya olmadığı konusunda anlaşmamız gerekiyor. Şu anda biliyorum ki size bunu gerçekten kanıtlayamam, ve etrafımızda gördüğümüz herşey bir rüya ya da illüzyon olması imkanı da mevcuttur. Ama bunun bize ne faydası olur? Eğer BUNU düşünürsek, hiçbir şey hakkında mantıksal bir çıkarım yapamayız. Ve bunu kabul etsek bile, mantığımızı bunu anlamlandırmak için kullanırdık. Bu da bizi gördüklerimizin -bir şekilde- gerçek olduğunu kaçınılmaz olarak kabul etmek zorunda bırakırdı. Eğer bu konuda benimle aynı fikirdeyseniz; yani dünyanın gerçek olması, gördüğümüz, kokladığımız, dokunduğumuz, duyduğumuz ve tattığımız şeylerin gerçek olması ve duyularımızın beynimize bilgi göndermesi ve bizim neler olup bittiğini anlamak ve anlamlandırmak için aklımızı kullandığımız konusunda; bu anlamlandırma sürecini bu hayat, dünya, evren ve diğer herşey için kullanabiliriz. Şimdi “evrenseller” diyebileceğimiz bazı hususlar var çünkü bildiğimiz kadarıyla herkes bu hususlarda hemfikir. Aslında bu şeyler çok temel, bizi


YOLCULUK BAŞLIYOR

5

insan yapan şeylerin parçaları. Bir insan bunları kabul etmese muhtemelen delirdiğini düşüneceğimiz şeyler. Mesela “bir şeyin parçası, bütünden daha azdır” evrensel bir fikirdir. Tüm insanoğlu için duyusal bir ifadedir. Bu yüzden “sağduyu” deriz. Bir açıklama gerektirmediği çok açıktır. Buraya kadar anlaşamadığımız bir nokta var mı? Pekala. Başka bir örnek… “Birşey hiçlikten gelemez”. Peki ya “düzensizlikten düzen oluşamaz” nasıl? İnsanoğlunun toplam hayat tecrübesinde bizi birşeyin hiçlikten geldiğine veya düzensizlikten rasgele bir şekilde düzen doğurduğuna inandırabilecek ne vardır? Evet doğru! Hiçbir şey. Aslında devamlı bir şekilde tecrübe ettiğimiz; düzenin, şeklin ve sistemin olduğu yerde bu düzeni, şekli ve sistemi oluşturulmaya zorlayan bir etken vardır. Sistemler ne kadar karmaşık, kompleks ve düzenliyse, şekiller ne kadar fonksiyonel ise bu yapının arkasındaki zeka da o derece büyüktür. Öyleyse elimizde dünya üzerine mantık yürütmek için iki gerçeklik bulunmakta; evren ve hayat. Evrensel insanoğlu tecrübesi bir sisteme, kanuna ve düzene göre hareket eden bir şey bulduğumuzda, bazı şeylerin bu sistem, kanun ve düzenleri oluşturduğunu söyler. Bu yüzden bir arkeolog bir çömlek parçası bulduğunda bunun, kendisinin hiç görmediği insanlar tarafından yapılmış olduğu konusunda emin olabilir. Bunun, dünyanın bazı hareketleri ile, güneşin ve doğal orman ateşinin bu çömleği oluşturmak için bir şekilde bir araya gelmesi ile değil, tasarlanarak oluşturulduğunu bilir. Belki de bu olmuş olabilir. Ama hiç de olası değil. Esas olarak bir insan ne kadar bu çömleği inceler ve ayrıntılarını görürse, bu ihtimal o kadar kuvvetsiz görünecek ve bu nesnenin bir amaç için tasarlandığından o kadar emin olacaktır (eğer ilk aşamada bundan şüpheye düştülerse tabi ki). Bir de çoğumuzun sürekli kullandığı bir şeyle; cep telefonuyla ilgili bir örnek verelim. Cep telefonunuz bazı temel materyallerden oluşmaktadır. Plastik, cam, çip için silikon, ve bazı kıymetli metaller. Plastik petrol ile elde edilir, cam ve silikon da kumdan. Öyleyse temel olarak elinizde tuttuğunuz şey petrol ve kumdan ibaret. Şimdi size Arabistan çölünde yürürken kumların üzerinde öylece duran bir telefon bulduğumu söylesem… Milyarlarca yıllık rasgele olaylar sonucu oluşmuş bir ürün? Rüzgar esmiş, güneş ışığı vurmuş,


6

YOLCULUK BAŞLIYOR

yağmur yağmış, yıldırım düşmüş, üzerine petrol fışkırmış, deve çiğnemiş ve milyonlarca yıl sonunda cep telefonu kendisini şekillendirmiş. Ve doğal olarak bunu ben buluyorum, ara tuşuna basıyorum… ¨Merhaba Anne!¨ Sizce böyle bir şeyin doğal süreçlerden geçerek kendisini rasgele oluşturmasına bir ihtimal var mıdır? Çoğumuz bunu mantıksal bir açıklama olarak kabul edemeyiz. Peki böyle bir açıklamayı içinde bulunduğunumuz evren ve içindeki hayat için nasıl kabul edebiliyoruz? Evrimi bir süreç olarak kabul etsek bile, yaşamın yanlızca tesadüfi olaylar sonucu oluştuğu ve evrildiği düşüncesini mantıksal bir açıklama olarak kabul etmek zor olacaktır. En basit insan hücresi bile bir cep telefonundan çok daha fazla karmaşıktır! Evrim teorisi en azından bunun nasıl oluştuğunu açıklama girişiminde buluyor, fakat evrenin rasgele olaylar sonucu oluşması düşüncesinin kıyaslanabilir bir antitezi olamaz. Ve ayrıca evreni biçimlendiren kanunlar, sistemler ve şekiller biyolojik hayatı biçimlendirenlerden çok daha karmaşıktır! Dünyamızı ve güneş sistemini ele alalım. Dünya kendi etrafında her 24 saatte bir tur döner. Dünyayı çok yavaş bir şekilde dönerken hayal edin. Mesela bir gün ya da bir gece 24 saat yerine 30-40 yıl uzunluğunda olsun. Dünyanın bir yüzü güneş ışığına maruz kalırken diğeri de aynı müddette karanlığa gömülü olacaktı. Böylece dünyayı yüzeyinde farklı bölgeler aşırı ısınmış ve aşırı soğumuş olacak. Veya güneşe (kozmolojik olarak) kademeli bir şekilde daha yakın ya da daha uzak olsaydık, dünya çok sıcak ya da çok soğuk olacaktı. Veyahut atmosferdeki hava, oksijen, karbondioksit ve nitrojen gazlarının doğru oranlardaki karışımı olmasaydı, ya da güneş radyasyonunun zararlı etkilerini filtreleyecek bir ozon tabakası olmasaydı, bu ideal şartlar olmadan bir yaşam formunun oluşabilmesinden bahsetmek de zor olacaktı. Evrenin oluşumunu açıklayan Big Bang (Büyük Patlama) teorisine de baktığımızda bir kimse çıkıp sorabilir ¨Patlamalar ne zamandan beri karmaşık ve dengeli sistemleri, kompleks yapıları oluşturabiliyor?” diye. Bununla birlikte bu teori bazılarının büyük patlama ve evrenin oluşumunun nasıl olduğu hakkında önerdikleri şeydir. Ve biri de bunun çok basit bir yaklaşım olduğu, sadece öyle kabul edildiği, bilimin de evreni oluşturan


YOLCULUK BAŞLIYOR

7

kanunların o derece hassas olmasa yaşamın var olamayacağı derecede çok hassas ayarlanmış olduğunu kabul ettiği cevabını verebilir. Bu hassas düzen, doğanın sabitleri denilen birkaç tane olan kanunda kendini göstermektedir. Biz yine de bunlardan sadece çokça bilinen dört tanesi üzerine odaklanalım; yüksek nükleer kuvvet, alçak nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvet ve yer çekimi. Bunlardan iki tanesi, yüksek ve alçak elektromanyetik kuvvetler, tüm yaşamın temeli olan karbon elementinin üretiminden sorumludur. Bu güçler üç helyum atomunu eriterek bu füzyonun karbon oluşumunu sağlamasına olanak verecek bir enerji dengeleri derecesi oluşturmak için işbirliği yaparlar. Normal şartlarda bu iki enerji birbiriyle uyum sağlayamayacağından ve bundan dolayı helyum atomları füzyonu oluşturup karbona dönüşmeden önce parçalanacağından üç helyum atomunun çarpışıp bir karbon elementi oluşturması imkansız bir olaydır. Fakat bu enerjilerin olağanüstü durumunun statik olarak devam ettiği bir hal meydana gelirse bu süreç çok daha hızlı meydana gelir. Yüksek ya da alçak elektromanyetik kuvvetlerin her hangi birindeki küçük bir değişiklik enerji derecesinde değişime ve bu da büyük oranda az karbon üretimine ve sonuçta yaşam barındaramaz bir evrene sebebiyet verebilir. Aynı şekilde yerçekimini de bir düşünün. Milyarlarca yıl önce, Big Bag’den sonra evrendeki madde rasgele yayıldı. Hiç bir gezegen, galaksi ya da yıldız yoktu. Sadece karanlık hükümsüz bir boşlukta yüzen atomlar. Evren genişlemeye başlayınca, çekim kuvvetleri atomları o kadar nazikçe birbirine çekti ki sonunda yıldızlar ve galaksiler oluştu. Burada önemli olan bu çekim kuvvetinin tam anlamıyla olması gerektiği kadar olmasıdır. Eğer çekim kuvveti biraz az olsa atomlar geniş bir şekilde yayılır ve asla yıldız, gezegen ve galaksiler içinde toplanamazlardı. Aynı şekilde biraz fazla olsa atomlar birbirlerini tek bir karmaşanın içine çekerler ve Büyük Patlama yalnızca Büyük Çatırtı olarak sonuçlanırdı. Yıldızların oluşumu için çekim kuvveti tam olarak doğru derecede olmalıdır. Peki nedir bu “doğru derece”? Kendi ağırlığınızın milyarda bir gram daha hafif ya da ağır olduğunu düşünün! İşte bu fark evrendeki bahsediyor olduğumuz hassasiyet payıdır. Bu miktardaki bir fark hiç bir galaksinin, yıldızın, gezegenin ya da yaşamın var olmasına imkan bırakmazdı. Bir kaç kilo kaybetmek kolay gözüküyor değil mi? Evrenin kendi varlığını sürdürmek için kendisini tesadüfler sonucunda ideal şartlara getirebilmesinin karşısında akıllı, eğitimli insanların sağlıklı


8

YOLCULUK BAŞLIYOR

yaşam adına bir kaç kilo verememeleri gerçekten çok enteresan! Hepsi bu değil! Bir de evrenin Big Bang’den sonraki genişleme oranlarına yakından bakalım. Eğer evrenin genişleme oranı daha yüksek olsaydı ve erken evren daha hızlı genişlemiş olsaydı, madde o kadar yayılmış olacaktı ki çekim kuvvetleri asla maddeyi yıldızlara ve galaksilere toplayamayacaktı. Eğer bu oran yavaş olsaydı çekim kuvveti maddeyi bir kara deliğe toplayacaktı. Eğer evrenin Big Bang’den bir saniye sonraki genişleme oranı trilyonda bir daha yavaş olsaydı evren bugünkü boyutuna oluşmadan tekrar toplanıp yok olurdu. Sonuç olarak, genişleme oranı tam anlamıyla doğru idi. Böylece evrende yıldızlar oluşabildi. Bu hassas ayarın bir başka örneği de evrendeki yoğunluktur. Yaşam şartları sağlayan bir ortamın sağlanabilmesi için evrenin yoğunluğu mükemmel derecede hassas bir genel düzeyde olmalıdır. Yani yoğunluk noktası o derece hassas olmalıdır ki bir parçadaki 1015 (% 0.0000000000001) bir değişim, yaşam belirtilerinin oluşmasından çok çok önce evrende büyük bir çökmeye ya da dağılmaya sebep verebilir. Ya da o kadar hızlı bir genişleme olur ki bu da hiçbir yıldızın, galaksinin veya yaşam formunun oluşmasına imkan vermez. Çöldeki telefonumuzu hatırladınız mı? Evrenin bilinçli bir şekilde, akıllıca yapılmış bir tasarım ile oluştuğu sonucuna varmak daha mantıklı değil mi? Tüm bunlardan sonra seçeneklerimiz neler? Evren gerçekten hiçlikten mi geldi? Eğer hiçlikten geldiğini kabul ediyorsak neden bu hiçlikten gelme teorisini hayattaki tüm diğer şeylere de uygulayamıyoruz? Belki de kırmızı iç çamaşırlı adam rasgele bir şekilde oluşuverdi. Kendi kendini yaratmış olabilir mi? Bunu sadece evren olarak adlandırdığımız yıldız ve galaksiler kümeleriyle arasında ilişki kurarak, evrenin de kendini oluşturabilmesi için gerekli olan tasarım ve sistematiği kendi kendine oluşturduğunu söylemeye çalışmıyoruz. Kesinlikle bu zeka ve istem


YOLCULUK BAŞLIYOR

9

gerektirir? Eğer sağduyu ve nedensellik noktası sonuç olarak bizi aklın ve iradeye dayalı tasarımın var olduğu sonucuna götürüyorsa, nedenselliğin üzerinden diğer hangi sonuçlara varabiliriz? Pekala herhangi bir kimsenin de bundan çıkarabileceği sonuç; bu aklın ve idareyle oluşmuş tasarımın kaynağının doğasının, evrenin ondan yaratılmış olduğu doğadan farklı olduğudur. Neden? Çünkü eğer aynı olsalardı, elimizde olan şey aynı olan şeylerin daha fazlası olacaktı. Örneğin daha fazla yaratılmış varlık. “Peki onu ne yarattı?”. Cevap: Kesinlikle daha akıllı ve istem sahibi bir varlık. Aynı soruyu bunun için de sorabiliriz. “Peki onu ne yarattı?”. Bu böyle sürer ve zekanın arkasındaki zekalar içinde kayboluruz. Yaratıcıyı yaratan yaratıcıyı yaratan yaratıcıyı yaratan yaratıcı diye sonsuza kadar gider. Böyle birşeyin olamayacağını açıklayan iyi bir neden var, ve bu da bir örnekle en iyi şekilde açıklanabilir. Hedefine kitlenmiş ve telsiz aracılığıyla komutanından emir bekleyen bir keskin nişancı düşünün. Bununla birlikte komutanı telsizden nişancıya beklemesini, bir üst yetkiliden izin beklendiğini söylüyor. Ve o komutan da kendi üstünden izin çıkmasını bekliyor ve bu böyle gidiyor. Eğer bu böyle giderse sizce keskin nişancı atışını yapabilecek midir? Tabi ki hayır! Bir üstü kendi üstünden emir beklerken o da bekleyecektir. Emirlerin çıktığı, daha üstü olmayan bir makam olmalıdır. Örneğimiz, yaratıcıyı yaratan yaratıcı… olabileceği fikrinde neden bir mantıksal akış olduğunu gözler önüne sermekte. Sonsuza kadar giden yaratıcıyı yaratan yaratıcılarımız olamaz. Eğer olursa, keskin nişancının hiç ateş edemeyeceği gibi, yaratılış da hiç bir zaman vuku bulamaz. Fakat yaratılış gerçekleşmiş durumda. Burada. Öyleyse nedenselliğin sonsuz bir şekilde birbirini takip etmesi tezini burada mantıksız bir yaratılış tezi olarak


10

YOLCULUK BAŞLIYOR

çöpe atabiliriz. Peki alternatif nedir? Alternatif “ilk neden”dir. Nedeni olmayan neden! Evrenin, yaşamın ve herşeyin arkasında olan zeka ve istem gücünün yaratılmış olan varlıklardan farklı bir doğaya sahip olması gerektiği sonucuna varırız. Ve gördüğümüz gibi bu sonuca varmamızı zorlayan nedenler var. Yani eğer yaratılmış olan muhtaç ise, Yaratıcı kendine yeten olmalıdır. Ve eğer yaratılmış olan geçici ise, Yaratıcı sonsuz olmalıdır. Ve eğer yaratılmış olan uzay ve zamanla sınırlı ise, Yaratıcı uzayın ve zamanın ötesinde olmalıdır. Yaratılmış olan yaygın, sıradan, genel ise Yaratıcı eşsiz olmalıdır. Nedensonuç ilişkisi içinde şuraya varırız ki, sadece tek bir eşsiz, sonsuz, kendine yeten, uzay ve zaman sınırı olmayan varlık olabilir, ki birden fazla olursa zaten tüm bu özelliklerle çelişmiş olur. Nasıl olur da iki ya da üç tane sonsuz varlık ya da uzay ve zaman sınırı olmayan iki varlık var olabilir ki? İşte bu yüzden Tek Bir, Eşsiz, Sonsuz ve Kendine Yeten bir Yaratıcı’ya inanmak çok daha mantıklıdır. Sağduyu ve nedensellik kolayca ya da kaçınılmaz bir şekilde bizi evrenin insan aklını aşan, özü itibariyle bildiğimiz hiçbir şeye benzemeyen bir varlık tarafından yaratıldığı sonucuna götürmektedir. Bu, doğal olarak, neden-sonuç ilişkisi içerisinde yaratıcı hakkında daha fazla bilgi sahibi olmamızı zor hale getirmektedir, ki bu da bir çok insanın bu noktada durmasının sebebidir. Fakat bizim yolculuğumuz burada bitmiyor. Hatta bir çok açıdan yeni başlıyor. Hala bir çok sorulmamış sorumuz, bir sürü çözülmemiş konumuz mevcut.


CEVAPLANMAMIŞ SORULAR

11

2. Bölüm

CEVAPLANMAMIŞ SORULAR Neden dünyada acı var? Eğer bir Yaratıcı varsa, neden bu Yaratıcı kötü şeylerin olmasına izin veriyor? Hayatın amacı nedir? Neden buradayız ve tüm bu şeylerin amacı ne, ve nereye gidiyoruz? Ölümden sonra hayat var mı? Bu Yaratıcı hakkında daha fazla bilgi edinmenin bir yolu mevcut mu? Sahip olduğumuz her ihtiyacı karşılayacak fiziksel ve duygusal olguları yarattığına bakarak bu evreni yaratmış olan Yaratıcı’nın, yarattığı maddeler hakkında da bize biraz yol göstereceğini ummak herhalde şaşırtıcı ya da sıradışı olmazdı. Açlık hissediyoruz, besleyici gıdalara ihtiyacımız var, ve tüm ihtiyacımız olan besin maddeleri önümüzde. Susuyoruz; içecekler var, giyinmemiz gerekli; farklı şartlara karşı korunmamızı sağlayacak kıyafetler var, vb. Aynı zamanda arkadaşlık, sevgi ve desteğe ihtiyacımız var. Bunları karşılamak için de anne-babamız, ailelerimiz var ve sosyal çevreler içinde yaşıyoruz. Tüm bu ihtiyaçlara cevap verecek şeyleri yaratanın, bahsettiğimiz derin, zor ve önemli konularda da bize yol göstereceğini düşünmek mantıklı bir şey. Bizim en önemli varoluş nedenimizi açıkladığı içindir ki, bu açıdan bu derin sorular fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarımızdan daha da önemli hale


12

CEVAPLANMAMIŞ SORULAR

gelir. Tecrübelerimiz göstermiştir ki, insanoğlu hem bireysel, hem de toplumsal olarak belirgin, tatmin edici bir hedefi olmadığında, derin bir şekilde tatminsizlik, mutsuzluk, ve bunalım içine gömülüyor. Yani neden burada olduğumuzu, nereye gidiyor olduğumuzu ve tüm bu varlığın varoluş amacının ne olduğunu bilmek bizim için yemek, içmek ve cinsel ilişki kadar önemli. Bu sorulara verilecek bir çok muhtemel cevap mevcut. Ve bu konuda insan aklının ürettiği sayısız fikirlere bakarsak, bu kafa karıştırıcı soruların cevabını bulmak için neden-sonuç ilişkisinin en iyi yol olmadığını görürüz. Çünkü bizim istediğimiz sadece cevaplar değil; doğru cevaplar. Buradaki problemimiz de şudur ki bu alanda mantık, neden-sonuç ilişkisi pek de iş görmez. Örnek olarak birinin sizi bir binaya götürdüğünü düşünün. Binanın kapalı olan ön kapısı önünde duruyorsunuz ve o kişi size soruyor: “Bu kapının arkasında, binanın içinde ne var?¨. Mantık dahilinde ne kadar bilgi sahibi olabilirsiniz? Bazı şeyler tahmin edebilirsiniz, belki içeride masaların, sandalyelerin, lambaların, muslukların olacağı gibi. Ama yanılıyor da olabilirsiniz. Binanın içi tamamen boş ya da tamamen dolu olabilir. Veya neredeyse boş… Peki nasıl bilebilirsiniz, bu kapının arkası hakkında nasıl kesin bir bilgiye ulaşabilirsiniz? Elbette içeri girip kendi gözünüzle görebilirsiniz, ama ya bu mümkün değilse? Bu durumda içerisi hakkında nasıl bilgi sahibi olabilirsiniz? Bir ihtimal, daha önce içeride bulunmuş birinin size anlatması olabilir. En azından daha önce içeriye girmiş birini tanıyan biri size bilgi verebilir. Buradaki sorumuz da şu: “Bu insana nasıl güvenebilirim? Doğru söylediğinden nasıl emin olabilirim?” Bu durum hayatın amacının ne olduğu, neden acının olduğu, ölümden sonra tekrar hayat olup olmadığı gibi büyük sorularla aynı durumdur… Kapının arkasında ne var? Gizli, görülmemiş ve bilinmeyen bir şey. Mantık burada açıklayıcı bir cevap getiremez. Bu durum hakkındaki inanmamıza dair bir sezgi veya sadece “öyle hissediyor olmak” da bi işe yaramaz. Yanlızca, güvenmemiz için iyi bir nedenimiz olan bir kişi bize bilgi verirse


CEVAPLANMAMIŞ SORULAR

13

ancak belli bir derecede kesin bilgi sahibi olabiliriz. Elbette hala mantığa ihtiyacımız var. Buradaki problemimiz mantığın direkt bir bilgi kaynağı olarak işimize yaramamasıdır. Kime güveneceğimize karar verebilmek için yine mantığa ihtiyacımız var. Tekrar kırmızı iç çamaşırlı adama geri döndük. Neden bu adamın iddiasına inanmalı, ya da neden onu reddetmeliyim? Dinler genellikle çok spesifik bir iddiada bulunurlar. Bu iddia da kendilerinde Yaratıcı’dan gelen bir mesaj olduğudur ve genellikle bu mesaj sadece o dine özeldir. Yani bu bir çeşit “Ben doğru söylüyorum, diğer herkesin söylediği yalan!” durumudur. Şuna dikkat edelim ki bu iddia mantık çerçevesinden bakıldığında bu iddia ve iddianın içinde bulunduğu yapının kendisi problemlidir. Eğer bu yüce akıl sahibi Yaratıcı bize bir mesaj göndermeye karar verdiyse bunun kararlı, değişken olmayan bir mesaj olması mantıklı olandır. Buna göre, farklı dinler birbiriyle çelişen farklı iddialarda bulunduğundan dolayı da hepsi birden doğru olamaz! Burada sıkıntı veren şey de hangisine inanacağımıza karar vermemiz, eğer içlerinden biri doğruysa tabi. Doğalgaz saatini okumak için bir değil de yedi tane adam geldiğini düşünün. Herşeyi yitirmiş değiliz.Görüyorsunuz kapımızın önünde duran bu insanlara bakarken, aynı mantıksal süreçlere başvurarak hangisinin doğalgaz saatini okumaya yetkisi olduğuna kolayca karar verebiliriz. Örneğin bu yetkili kişi bize bir çeşit kimlik gösterebilir, ve üzerinde doğalgaz faturalarını ödediğiniz şirketin logosu olan bir iş kıyafeti mesela. Ve muhtemelen elinde saati okumaya yarayan bir cihaz. Aynı şekilde doğru olan dini yanlış olandan ayırmak için de bazı yollar var. Bu konunun duygusal ve hissi bir konu olmasından dolayı, seçim yaparken bazen devreye soktuğumuz uygunsuz yönelimlerimizin yansımalarını çıkarmak için biraz zaman ayırmak sanırım uygun olacaktır. Bu yönelimler “Hangisi bana daha yakın ve benim milliyetime daha uygun?” gibi birşey olabilir. Bu soruyu evinize doğalgaz saati okumaya gelmiş birkaç adam için kendinize sorar mıydınız? İşin aslı her renk ve ırktan suç işleyen insanlar çıkmaktadır, aynı şekilde saat okuyucu da.


14

CEVAPLANMAMIŞ SORULAR

Peki ya “Dur, hangisinin gerçek olduğunu bir hissetmeye çalışayım. Sadece doğru hissettiğime tam olarak inanacağım” nasıl? Bence hiç iyi değil. Peki… “Eğer benim doğalgaz okuyucu olduğuma inanırsan sonsuza kadar bedava doğalgaz kullanabilirsin!” gibi bir teklif yapana karşı tepkiniz ne olurdu? Kışkırtıcı, fakat olası değil. Ya da tek yapmak gereken sadece bazen babanın evinin kapısını çalıp doğalgaz saati okumaya gelen adama benzeyen birini seçmektir (baban evinde hiç doğalgaz kullanmamış olmasına rağmen… ha!). Peki ya içlerinde en akıllısı ve en zengini gibi görünen? O da değil! Buradaki esas noktamız konu din olduğunda bazı genel fikirlerden kurtulmamız gerektiğidir. Örneğin sırf atalarınız o dine uydu diye, daha tanıdık diye bir dini takip etmeniz. Veya büyüklerinizi çok sevdiğinizin için, veya onların hata yapmış olduklarına ihtimal vermediğiniz için! Eminim hepiniz -çok fazla olmasa da- bir çok şeyi anne-babanızdan farklı yapıyorsunuz. Peki o konularda ebeveynleriniz hatalı olabiliyorlar da, neden din konusunda hata yapmış olamıyorlar? Açıkçası ebeveynlerinizin ve atalarınızın inandığı dinin doğru olduğu varsayımına götürecek hiç bir mantıksal zorlayıcı neden bulunmamakta. Aynı şekilde hiçbir güvenilir yargılama olmaksızın bu miras dine “sadece inanıp” iman edivermek de hiçbir şekilde mantıklı değil. Ve bir kişi nasıl bir mantık yürüterek gerçek dinin kendisini zengin edecek din olduğuna, veya körü körüne bir şeye inanmanın ona sonsuz hayat getireceğine kanaat getirebilir? Elbette din seçimi yaparken olumlu bir kanıya varabilmenin en büyük etkenlerinden biri bu dine önceden geçmiş, yeni hayatını yaşayan ve bununla mutlu olan bir kimsedir! Bu fikir aslında mantıklı, çünkü buna dayanarak seçtiğin dinin gerçek bir din olması gerektiği mantıklı gözüküyor. Ama buradaki problem de bir çok dindeki bir çok kimsenin kendi dini tecrübelerine dayanarak aynı iddialarda bulunmaları. Görünen o ki dindar olmak için yaratılmışız. Bu bizim doğamızda var. Eğer belli bir dini takip etmiyorsak kısa bir zaman sonra yenisini icat ediyoruz! Demek ki herhangi


CEVAPLANMAMIŞ SORULAR

15

bir dine inanmak bizi hiçbirine inanmamaktan daha daha mutlu ediyor. Buna göre tekrar belirtiyorum, sadece kendi dininizin sizin hayatınızı değiştirdiği iddiası inandığınız dinin doğru olduğu noktasında bir kriter olamaz. Çünkü bu yeterli bir kriter olsa diğer dinler de diğer insanların hayatlarını değiştirdiğinden onlar da doğru olmalıdır. Esasen, biri hiç bir tanrıya inanmama kararı almış olan bir kimse bile daha önceden bir dini takip ettiği ama şimdi bunu bıraktığı, ve şu anda daha mutlu ve özgür olduğu iddiasında bulunabilir! Yani kısacası herkes aynı iddiada bulunabilir. Birinin inancı onun için doğruysa diğerinin ki de diğerine doğru gelecektir. Sözün özü bunların hepsi sadece iddiadır. Kanıtlanmaları gerekir. Buna göre gerçek dinin, (eğer varsa tabi!) bir kimliği olmalıdır. Kaynağının Yaratıcı’dan geldiğine inanabileceğimiz bir şeye dayanarak ve o şey aracılığıyla belirlenmiş sınırları olmalıdır. Peki bu durumda ne tür bir sorgulama yapabiliriz?


16

ÖĞRETİLERİN SORGULANMASI

3. Bölüm

ÖĞRETİLERİN SORGULANMASI İlk ve muhtemelen en iyi ve en tatmin edici sorgulama, yakında bize sadece bir kaç seçenek bırakacak. Yaratıcı hakkında ne söylüyorlar? Hangi dinin öğretisi, doğası, yaratılmışlardan farklı olan Tek, Eşsiz bir Yaratıcı’dan bahsediyor. Tek, Sonsuz, Kendine Yeten, İnsanüstü bir Yaratıcı’dan? Tüm dinler belli bir derecede genel ahlaki değer verdiği ve buna teşvik ettiğindendir ki benim buradaki niyetim kesinlikle çeşitli dinleri eleştirip, alay etmek olamaz. Hepsinin kendi güçlü ve zayıf yanları mevcut. Bunun ötesindeki buradaki amaç sadece tüm dinleri bu basit, evrensel olarak anlaşılabilir kriter ışığında değerlendirmektir. Bu kriterin ışığında, belki de tartışmaya yol açacak ama, değerlendireceğimiz sadece üç din bulunuyor; Yahudilik, Zerdüştlük ve İslam. Hristiyanlar kendi dinlerinin de bu değerlendirme içinde bulunmaya hakları olduğunu iddia edebilir, ama en azından normal Hristiyan inancı noktasından bakacak olursak, Hristiyanlığı buna dahil ettiğimizde Tek Yaratıcı inancını bu ya da öteki şekilde deforme eden her inancı bu değerlendirmeye katmamız gerekir. Mesela; Hinduizm’de genel olarak panteistik bir Tanrı konsepti vardır. Herşeyin Tanrı olduğu düşüncesidir bu. Evren, dünya, ay, yıldızlar, ağaçlar, hayvanlar ve biz. Herşey Tanrı. Böyle bir iddiayı mantıksal olarak anlamamız ve yargılamamız nasıl


ÖĞRETİLERİN SORGULANMASI

17

mümkün olabilir? Eğer “Tanrı” ile kastettiğimiz Yaratıcı ise, yaratılmış olan Yaratıcı’yı yaratmıştır demektir bu. Aynı şekilde yaratılmış da Yaratıcıdır. Bu fikir sonlu bir evren düzenini nasıl açıklayabilir ve bu fikri destekleyecek hangi rasyonel kanıt mevcuttur? Bu; evrenin kendini yarattığını söylemektir. Peki kendisi zaten orada olmasaydı kendini nasıl yaratacaktı? Aynı şekilde biz evrene düzenleme ve sistematikleştirme yetilerini atfedemeyiz. Bu onun özelliği, bir niteliği değildir. Evren yıldız ve galaksilerden oluşmuştur ve bu yapılar kendi içlerinde birer Yaratıcı’ya muhtaçlardır. Bireysel olarak onları organize eden bir tasarımcıya ihtiyaçları oldukları gibi küme ve çoğul olarak düzenlerini gerçekleştiren bir idareye de ihtiyaç duyarlar! İhtiyaç sahibi şeyler topluluğu Kendine Yeten bir yapıya bürünemez. Bir ülke dolusu aç insan topluluğu bir araya geldiğinde kendini beslemeye tek tek o ülke bireylerinden daha muktedir değildir! Hristiyanlıkta da aynı problem mevcuttur. Elbette bir çok Hristiyan benim daha önce belirttiğim şekilde Yaratıcı’nın varlığı hakkında bazı argümanlar belirtecektir. Ama sonunda İsa’nın; sınırlı, sonu olan, muhtaç bir varlığın Tanrı olduğunu iddia edecektir. Buradaki problem çok açık. Mantıksal olarak hangi şey aynı anda tamamen karşıt iki şey birden olabilir? Nasıl sonu olan bir şey aynı anda sonsuz da olabilir? Nasıl bir şey aynı anda muhtaç ve kendine yeten, sonsuz ve geçici, genel ve eşsiz, bir ve çok olabilir? Bu bir dairenin kareye dönüştüğünü, ama aynı anda daire olarak kalmaya devam ettiğini söylemek gibidir. Bir kimse dairenin çizgilerine güç uygulanarak onun kareye dönüşmesini anlayabilir. Ama elbette bu vuku bulduğunda artık o şekil daire olmayı bırakır. Veya bir kimse daireyi kareye, kareyi de daireye dönüştürebilir. Ama o şekil aynı anda kare ve daire olamaz. Bu apaçık bir imkansızlıktır. Yani bu asla ispat edilemez bir iddiadır. Buradaki en büyük problem bu fikrin ilk başta bahsettiğimiz Yaratıcının varlığı hakkındaki mantıklı argümanlarla çelişmesidir. Eğer herhangi bir fani, muhtaç varlık Yaratıcı olabiliyorsa, bir diğeri neden olamıyor? Ya diğeri? Peki ya diğeri?.. Böyle bir inancı örneğin panteizm karşısında mantıksal olarak nasıl savunabilirsiniz? Bu durumda aldığımız cevap genellikle “Tanrı her şeyi yapabilir” oluyor. Bu, tabi ki, Tanrı hakkında bir iddiadır. Ve tanrı hakkındaki iddiaların


18

ÖĞRETİLERİN SORGULANMASI

da diğer herşey gibi kanıtlanması gerekir. Bu aynı zamanda endişe verici problemlerle yüklü bir ifadedir. Bunun karşısında biri şu sorabilir örneğin; “Tanrı kendi varlığını durdurabilir mi?” ya da “Tanrı kötü bir şey yapabilir mi?”. Böyle sorular karşısında genellikle iki olası cevap vardır. Hristiyanların daha önce Tanrı’nın her şeyi yapabileceğine dair olan ifadesiyle çelişen “Hayır, yapamaz” cevabı, ve “Evet, eğer istese yapabilir. Ama tanrı kötü bir şey yapmaz çünkü Tanrı’nın doğası iyidir” cevabı. Peki neden Tanrı iyi olmaktan vazgeçmiyor, iyi olma sıfatının gerçekliği devam ediyor da bu diğer özellikleri için mümkün olmuyor? Aynı kriter Tanrı’nın “Tek, Sonsuz ve Kendine Yeten” niteliklerine de uygulanabilir. Nasıl ki iyi Tanrı’nın doğasında kötü bir şey yapmak yoksa, aynı zamanda Sonsuz ve Kendine Yeten niteliklerini taşıyan Tanrı’nın fani ve muhtaç durumda olması da doğasında yoktur. Buna göre, apaçık bir imkansızlık olduğu için, Yaratıcı’nın yaratılmış bir mahluk haline gelmesi, ve Yaratıcı olmaya devam etmesi iddiası, asla ispatı mümkün olmayan bir iddiadır. Ve bu kural Yaratıcı hakkında benzer iddialarda bulunan her dine uygulanabilir. Bu kural Yaratıcı’nın reenkarne olup başka bir yaratılmış varlıkta varlığını sürdürdüğü gibi benzer iddialarda bulunan Hindu ve pagan inanışlarını da dolayısıyla eler. Bazı Hristiyanlar İsa (as)’a Tanrı olarak değil Tanrı’nın oğlu olarak inandıklarını iddia edebilirler. Buradaki problem de “Tanrı’nın oğlu”ndan kastın ne olduğudur. Bir insanın oğlu aynı annesi ve babası gibi yine insandır. Peki Tanrı’nın oğlu da Tanrı mıdır? Eğer öyleyse yine başa döner ve daha önce belirttiğimiz problemle karşılaşırız. Oğul da bir cinsel ilişki ürünüdür. Peki Tanrı cinsel ilişkide mi bulunmuştur? Açıkcası bu tip bir düşünce şu ana kadar bahsettiğimiz, yaratılmışlara benzemeyen Tanrı konsepti ile çelişmektedir. Pekala, diyelim ki Tanrı bir şekilde İsa’yı evlat edindi. Bu da mantıklı değil çünkü ancak kendin gibi bir varlığı evlat edinebilirsin. Eğer bir kimsenin Flappy adında bir balığı olsa ve “Bu benim oğlum” dese kimse bunu ciddiye almaz. Bu hayvanı oğlun kadar sevebilirsin, seninle beraber yemek yiyebilir, evinde onun için bir oda tahsis edebilirsin ve hatta bazı evlat edinme belgelerin bile olabilir. Ama balık balıktır, sen de bir insan. Ne bu iki şey birbirine benzer ne de Yaratıcı evrendeki herhangi bir şeye. Aslında


ÖĞRETİLERİN SORGULANMASI

19

biz niteliklerimiz itibariyle Yaratıcı olmaktan ziyade balık olmaya daha yakın varlıklarız. Aynı balıklar gibi sınırlı, fani ve muhtacız. Fakat Yaratıcı sonsuzdur ve kendine yeter. Asıl olarak Yaratıcı, ister gerçek anlamda olsun, ister mecazi, sembolik anlamda olsun, bir oğul sahibi olmaktan çok uzak olmalıdır. Bu durumda da tek istisna vardır ki o da belki metaforik olarak anne-babalarımızın da -aynı Tanrı’nın yaptığı gibi- bize bakması, yol göstermesi, bizimle ilgilenmesi olabilir. Ama bu Tanrı’nın bir özelliğinin -sınırlı bir miktarda da olsa- insanoğlunda bulunması durumu da sadece tek bir insanoğluna değil tüm insanlara özgü bir durumdur. Budizm için de şu söyleyebiliriz ki Tanrı’nın kısa ve net bir açıklaması yoktur. Ki bu da Budizm’i bir dinden çok hayat felsefesi yapar. Sonuçta da Budizm’i ele alırken konuları müstakil olarak ele almak gerekmektedir. Yani yaşam amacı, acı çekmedeki sebep, ve ölümden sonraki hayat hakkındaki büyük bilinmezlik gibi konular insanoğlunun açıklama getirdiği konulardır, Tanrı’nın değil. Bizim ihtiyacımız olan şey ise bilinmezlikleri yaratmış olan, bu bilinmezlikleri bilen Yaratıcı’dan gelen açıklayıcı, kesin bir bilgi. Bunun dışındaki herşey spekülasyondan ibarettir. Diğer bazı kimselerin dile getireceği başka dinler de vardır. Mesela Sihizm -en azından direkt olarak- ilahi köklerden geldiği iddiasında bulunmaması hasebiyle Budizm’e benzeyen bir dindir. Sihizm’in kurucusu Guru Nanak, Hinduizm ve İslam’ın en iyi olduğunu düşündüğü kısımlarını alıp, bunları birbiriyle karıştırıp şekillendirerek kendi öğretisini oluşturmuştur. Ki bu, iki seçenek karşısında kaldığımızda bir çoğumuzun yapmaya yelteneceği bir davranıştır. Fakat burda mantıksal bir problem var. Eğer Yaratıcı’dan gelmiş bir vahiy ve mesajın varlığını kabul ediyorsak, nasıl olur da O’nun rehberliğini bırakıp başka bir şeyi takip edebilir ya da nasıl bunu başka bir şeyle karıştırmaya cür’et edebiliriz? Eğer tabi ki Yaratıcı’nın bizden istediği bunu karıştırmamız değilse bu geçerli. Fakat bu iddia da yersizdir çünkü bir kimse böyle bir şeyi ancak Hindu öğretileri dahilinde iddia edebilir. Örneğin İslam ya da Yahudilik çerçevesinde bu mümkün değildir. “Bir din; yaratılmışlara benzemeyen ve farklı olan Yaratıcı’nın tek, eşsiz, sonsuz ve kendine yeter oluşunu anlayabileceğimiz mantıksal bir temel ile uyuşuyor mu?” sorusu ile bir dinin Yaratıcı’dan geldiği iddiasının geçerli olup olmadığı konusundaki sorgulamamızın ilkini yapmış bulunuyoruz.


20

ÖĞRETİLERİN SORGULANMASI

Peki bu testi geçenlere sorgulama yapıp listeyi kısaltabileceğimiz başka kriterler var mı?


EVRENSELLİK SORGULAMASI

21

4. Bölüm

EVRENSELLİK SORGULAMASI Evet, bir dinin kimliğinin geçerli olup olmadığını görebilmek için uygulayabileceğimiz bir kaç test daha var. Bunlardan biri kendi içinde bir mantığı olan evrensellik olgusudur. Bununla anlatılmak istenen Yaratıcı’dan gelen mesajın herkes için olması gerektiği. İnsanoğlu olarak genelde hepimizin Yaratıcı’nın varlığının nedenlerini anlayacak mantıksal kapasitemiz olduğunu, ve hepimizin yaşam, ölüm, evren ve herşey hakkında derin ve temel sorular sorduğunu göz önünde bulundurursak Yaratıcı’nın yol göstermek için sadece bir grup insanı seçmesi ve geri kalanları bırakması düşüncesi mantıksız olacaktır. Elbette Yaratıcı’nın bu üstün mesaja uyacak ve bunu diğer insanlara taşıyacak bir grubu seçmek için çok iyi nedenleri olabilir. Aynı şekilde bu ilahi mesajı tek tek insanlara iletmektense bunu iletmek için seçkin bir insanı seçmek için iyi nedenleri olması gibi. Eğer öyle olsa bu durum şu soruları doğurur; “Eğer biz o özel seçilmiş gruptan değilsek ne yapmamız gerekiyor? Ne olacak bize?”. Ve sonuçta herşey anlamsızlaşır. Bu demek olur ki bir insanın her anlamda ihtiyacı olan herşeyi sağlayan yaratıcı, onun daha büyük ihtiyaç hissettiği psikolojik, zihinsel ve ruhsal ihtiyaçlarına cevap vermemektedir. Ki bu cevap bizim büyük sorularımızın cevabı! Bu büyük ölçüde Yahudilik’i eler. Yahudilik eğer Yahudi bir anneden doğduysanız mükemmeldir, doğmadıysanız o kadar da mükemmel değil. Pek çoğumuz bir şekilde kendi ülkemizin, ırkımızın, ailemizin, şehrimizin veya tuttuğumuz futbol takımının en iyisi olduğunu (en azından günün birinde en iyi olacağını) düşünüyorsak da, çoğumuz belli bir ırktan ya da aileden dünyaya gelmedikçe öldüğünde cennetteki sonsuz mutluluğa


22

EVRENSELLİK SORGULAMASI

ulaşmak için hiçbir şansı olmadığı, ve Yaratıcı’nın ilahi vahyinin sadece o ırk için olduğu görüşünü kabul etmekte oldukça zorlanacaktır. Bu görüş doğru bile olsaydı çoğumuz nasılsa bunu inkar edecektik! Yahudiliğin mantıksız olarak nitelendirilebileceği bazı diğer nedenler de var, ama şu an bunun zamanı değil. Evet... Şu anda burada kısa bir mola için durmamız gerekiyor. Bundan hoşlanmayacağın hakkında başta seni uyarmıştım! Belki de bu mantıksal yaklaşımın sonuçlarının, hayatındaki arzularının ve yapmak istediğini düşündüğün şeylerin aksine kararlar almana yönlendirebileceği hususunda seni biraz daha fazla uyarmalıydım. Belki de doğrulardan nefret edebileceğin konusunda seni uyarmalıydım. Ve eğer hayatının iyi gittiğini, bir şekilde her istediğine sahip olduğunu düşünen bir insan isen… O halde seni bu durumun çok da uzun sürmeyeceğini gösteren pek çok sebep olduğu konusunda uyarabilirim. Ama o tip bir insansan zaten bunu pek dikkate almayacaksın. Öyleyse işte geliyor… UYARI! Takip eden yazılar sadece gerçekten önyargıyı bir kenara bırakmaya, biraz derin düşünmeye ve en mantıklı sonucu takip etmeye hazır olan kişiler içindir. Şu ana kadar işler kolaydı. Takip eden bölümlerde sıra yapmanız gereken seçim ve almanız gereken kararlara gelince biraz daha zorlanacaksınız. Sizi bu yoldan vazgeçirmeye çalışmıyorum. Gerçekten yapmak istediğim bu değil, çünkü sonunda harcadığınız emeğe değecek. Hayatınızda hiç çok çalışıp, elde ettiğinize değen bir şey oldu mu? Burada sizi yönlendiriyor olduğum sonuçlara uymak için biraz çaba sarfetmeniz gerekecek. Aslında bunlardan bazıları için gerçekten ciddi bir çaba gerekecek. Buradaki çaba göstermekten kastım fiziksel bir çaba değil, hatta çok fazla düşünme anlamında zihinsel bir çaba da değil. Eğer sonuçlarınıza ulaşmak için mantık ve sağduyuyu araç olarak kabul ettiyseniz, ve eğer en mantıklı seçeneği kendiniz için almaya hazırsanız sizi ilgilendiren kısım sadece


EVRENSELLİK SORGULAMASI

23

bu. Memnun olacağınızı umuyorum. Bazılarınız olmayacak. Bunları okuyan bazılarınızın belki de yazan herşeyi kabul edecek fakat şu ana kadar yaşamış olduğu şekilde yaşamaya devam edecek… Ya da en azından bunu deneyecek. Deneyecek diyorum çünkü artık daha önce yaşadığınız gibi yaşayamayacaksınız. Tecrübeyle sabittir. Takip eden yazılar sizi bazı sonuçlara ulaştıracak ki bu sonuçlar bazılarınız için şok edici gerçekler olabilir. Diğerleri şimdiden şüpheye düşmüş olabilirler. Kesin olan bir şey varsa o da gerçeği bildiğinizde hayatınızın asla önceki gibi olamayacağıdır. Bu gerçek hep sizinle birlikte olacak. Ne kadar güçlü kaçarsanız kaçın, kendinizden kaçmayı başaramazsınız. UYARINIZI ALDINIZ! Bıraktığımız yerden devam edebiliriz… Bu da bizi kalan iki seçenekle başbaşa bırakıyor. Zerdüştlük ve İslam. İslamın Zerdüştlük’e karşı artılarının olmasının bir kaç sebebi var. İlk olarak İslam herkes için olan evrensel bir din olduğunu iddia ediyor. Bazı insanların düşündüğünün aksine ve bazı İslam takipçilerinin davranışlarının aksine İslam bir Arap, Pakistanlı ya da Hint dini değildir. İslam Arap, Afrikalı ve Eskimolular için olduğu kadar İngilizce konuşan insanlar içindir de. İlginçtir ki “İslam” kelimesi Arapça bir kelimedir ve Yaratıcı’ya “bağlanma” ya da “teslim olma” manasına gelen açıklayıcı bir terimdir. Böylece bir Müslüman da Yaratıcı’nın vahyine itaat etmeyi ve bunu takip etmeyi kabul eden, buna teslim olan kişiye verilen isim oluyor. İslam aynı zamanda bu Tek, Eşsiz ve İnsanüstü Tanrı’ya inanmayı ve buyruğuna uymayı öğütleyen mesajının, Yaratıcının Peygamber ya da Elçi denilen seçilmiş özel insanlar tarafından hep insanoğluna iletilegelmiş mesaj olduğunu da iddia ediyor. Bu dinin ismi, belirli bir kişiye ya da yere özgü değil. Yahudilik (Yahuda), Hristiyanlık (Christ-İsa), Budizm (Buda), Hinduizm (Hindistan), Zerdüştlük (Zerdüşt),.. Tüm bunlar bir kişiye ya da bir yere atfen verilmiş isimlerdir. Yani örneğin, eğer bir kimse çok uzak bir yerde yaşadıysa, bu kimsenin ismi İsa olan, Tanrı ve aynı zamanda Tanrı’nın oğlu olan, insanların işlediği günahlar için ölen adamın varlığının bilgisine zihninde mantık yürüterek ya da tecrübe ile ulaşma imkanı yoktur. Bunu


24

EVRENSELLİK SORGULAMASI

asla mantıkla bağdaştıramazsınız. Birinin size bunu anlatması gerekir. İslam’da böyle bir durum yoktur. İslam’daki temel düşünce O’nun gösterdiği yolu izlememiz gereken Tek Bir Eşsiz Yaratıcı olduğudur ki bu düşünceye herkes dünyanın heryerinde varabilir. Bir temel düşünce olarak İslam’ın Tek Bir Tanrı’ya teslim olunması manasına gelmesi gerçekten evrenseldir.


KARAKTER SORGULAMASI

25

5. Bölüm

KARAKTER SORGULAMASI Uygulanabilecek bazı diğer sorgulamalar da vardır. Bunlardan ilki bu iddiada bulunan kişinin karakteri ile ilgili yapılması gereken sorgulamadır. Eğer Yaratıcı’dan mesaj getirdiğini iddia eden kişi doğruluk, dürüstlük, samimiyet gibi özellikleriyle tanınıyor ve bu özellikleri gösteriyorsa Yaratıcı’dan aldığı mesajlar hakkında doğru söylediğini de kabul etmek daha kolay olacaktır. Elbette bu düşünceye bu kişinin sadece yanılsamalar görmüş olduğu şeklinde bir yanıt verilebilir. Bu Elçiler yalan söylemiyor, normalde oldukları gibi dürüst ve doğru konuşuyor, söyledikleri şeylere kendileri inanıyor olabilirler. Ama onların bu tecrübeleri zihinsel bir dalalet ya da halüsinasyon olabilir. Durumun bu olmadığını nasıl anlayacağız? Kesinlikle hiçbirimiz bir sahtekar tarafından bir yerlere götürülüp kandırılmak ve sonunda çılgın birini takip eden biri konumuna düşmek istemeyiz. Elbette iyi bir sahtekar sizin onu samimi ve dürüst zannetmeniz için gücünün yettiği herşeyi yapacaktır. Sahip olduğu şeyi size doğru gibi gösterecek, ve genelde gerçek olması mümkün olmayacak kadar güzel vaadlerle sizi kışkırtmaya çalışacaktır. Buradaki problemimiz de şudur ki kolayca baştaki durumumuza düşebiliriz. Tüm dinlerdeki karakterler oldukça güvenilir tipler gibi görünebilir. Fakat bizim buradaki konumuz iddiayı yapan kişilerin kendileri değil. Konumuz Musa, Krishna, Buda, Zerdüşt, İsa, Muhammed (sav) ya da Guru Nanak’ın kendilerinin bizim kapımızı çalmaları değil. Burada konumuz bu elçileri temsil ettiklerini söyleyen insanlar. Elimizde bu elçiler hakkında söylenmiş ve yazılmış sözler var. Yani bu karakterleri incelemeden önce yapmamız gereken şey onları


26

KARAKTER SORGULAMASI

anlatan insanların o elçilerin söylediğini iddia ettikleri şeyler karşısında onların gerçekten ne söyledikleri hakkında nasıl bilgi sahibi olacağımız. İşte bu yüzden kutsal kitabın orijinalliği konusu çok önemlidir. Zerdüştlükle ilgili problem Zerdüştün öğretilerinden hemen hiçbir şeyin bugüne ulaşmamış olmasıdır. Ayin ve ritüelleri kalmıştır, ve telojisinin bazı temel fikirleri. Ama öğretisini açıklayan tüm sözleri hemen hemen yok olmuştur. İncilin orijinalliği ile ilgili problemler de dürüst olan Hristiyan ve Yahudi alimlerine bile aşikardır. İşte bu kısım Kur’an-ı Kerim’in, İslam dininin kutsal kitabının gerçekten muhteşem olduğu kısımdır. Kur’an-ı Kerim’deki yazıların orijinalliği konusunda sadece çok küçük noktaların orijinalliğinin belirlenmesinde ihtilaf vardır. Öyle ki, bir kişi dünyanın her hangi bir yerindeki camideki bir Kur’an’ı ve Muhammed (sav)’in vefatından 30 yıl sonraki Kur’an’ı alabilir ve bu ikisi arasında bulacağı fark yazım stilinin değişikliğinden oluşan çizgisel farklılıklar ve okumayı kolaylaştırıcı yardımcı işaretlerden başka bir şey olmayacak. 1400 yaşındaki bir yazı için bu gerçekten dikkat çekici. Sadece yazılı metnin korunmasıyla alakalı değil, Kur’an’ın sözel olarak aktarımıyla alakalı da mükemmel bir tarihi var. Müslümanlar diğer kutsal kitapların değiştiğini ama (sözleri Kur’an olan) Yaratıcı’nın onu korumaya söz verdiğini, çünkü bunun insanlık için Yaratıcı’dan gelen son vahiy olduğunu ve buna dayanarak Muhammed (sav)’in son elçi olduğunu iddia ediyorlar. Müslümanların kendileri birer insanoğlu olmaları ve bu yüzden hataya düşebilir olmalarıyla beraber, ki bu kişiler bu özellikleriyle şahsen dinin gerçek yüzünü temsil etmemektedirler, Kur’an ve Peygamber (sav)’in öğretilerinin örnekleri insanların Tanrı’nın vahyinin ne olduğunu gerçekten öğrenebilmeleri için el değmemiş olarak bize ulaşmıştır. Bu Müslümanların iddia ettikleri şeyler. Ama İslam’la ilgili hiç problem yok mu? Demek istediğim şu ki, nasıl olur da uygar ve özgür bir dünyada, ya da herhangi bir yerde, hangi kimsenin 1400 yaşında bir dini takip etmesi beklenebilir ki? Bu, kadınlara ikinci sınıf vatandaş gibi davranmak gibi görünüyor (ama özgür modern dünyada kadınlara aynı iş için hala daha az maaş veriliyor, düzenli olarak cinsel obje olarak kullanılıyorlar, cinsel ve fiziksel istismardan dehşet verici oranlarda acı çekiyorlar, ve anne ve eş


KARAKTER SORGULAMASI

27

olarak saygı görmeleri neredeyse imaksız. Ama en azından uygar dünya da kadınların eşit olması gerektiğini iddia ediyoruz). Demek istediğim şu ki Kur’an size eşinizi bazı durumlarda darp etmenizi söylüyor! Erkeklerin dört eşe kadar evlenebileceğini ve sayısız cariyeye sahip olabileceğini. Onlar için güzel. Ve onlar mirastan kadının iki katı alıyorlar. Kadının şahitliği de erkeğin şahitliğinin yarısı sayılıyor! Ve sonra bir de şu cihad işi var, ve tüm şu terörizm ve “nerede bulursanız kafirle savaşın ve öldürün” mevzuları. Peki ya hırsızlık yapanın elini kesme, dinden döneni ve zina yapanı öldürme (nasıl oluyorsa hep öldürülen kadın oluyor?), homoseksüellere ölüm, içki içeni kırbaçla dövme, ve hatta yol hırsızlarını çarmıha germe gibi barbarca görünen kanunlara ne demeli? Kur’an da aynı diğer kutsal kitaplar gibi çelişkiler,belirsiz terimler ve yoruma açık birçok ifadeler barındırmıyor mu? Kur’an en azından bir açıdan diğer tüm kutsal kitaplardan tartışmasız olarak farklıdır ki bu da onun ortografik olarak orijinalliğinin korunmuş olması. Ve tekrar belirtiyorum, insanların islamla olan sıkıntılarının kaçı, gerçekten bugünkü Müslümanlar’ın davranışlarının aksini gösteren Kur’an ve Peygamber (sav)’in öğretileriyle uyuşmaktadır? Gelin buna duygusal değil de mantıklı bir şekilde bakalım. Kur’an’ın bizim alışkın olduğumuz gelenek ve normlara zıt bazı kesin şeyler söylemesi bunun Yaratıcı’dan gelmediği anlamına mı gelir? Gerçekte söz konusu dinlerden hiçbirinin neden orijinal kutsal kökenini değiştirdiği hususunda hiç bir mantıklı sebep yoktur. Peki ya bunlardan biri “modern” dünya ile uyumlu gibi gözükmezse? Belki de Yaratıcı moderniteden ya da herhangi bir insan yapımı ideolojiden hoşlanmıyor. Asıl durumun bu olduğunu söylemiyorum, sadece tekrar Kur’an’ın Yaratıcı’dan geldiği iddiasını reddedebilmek için bunun geçerli, mantıksal bir sebep olamayacağı noktasını kanıtlıyorum. Bu bakımdan hemen hemen her din, modern dünyanın bütününe yakınını ifade eden pür haz ve materyalizme


28

KARAKTER SORGULAMASI

dayalı yaşam tarzının doğruluğunu sorgulamada İslam gibi davranır. Herhangi bir kutsal kitabı ya da yazıyı sadece içindeki ahlaki değerler ve kanunlara dayanarak yargılamadaki problem şudur ki ahlaki değerler ve kanunların kendileri evrensel olmaktan uzak kavramlardır. Örneğin bir kültürde ağır bir ceza olarak görülen kanun hükmü diğer bir kültürde hafif kalabilir. Mesela sınırlı bir toplumdaki sayıda eş sahibi olma kuralı, kadınların sosyal güvencelerinin sağlanması açısından sınırsız eş sahibi olma uygulaması yapan bir toplum tarafından mantıksız bir sınırlama olarak görülebilir. Böyle bir toplum için tek eşlilik delilik gibi görünür, özellikle de kendi sosyal güvencelerini sağlamak için çok eşlilikten fayda bulan kadınlar için. Kendini şekillendiren “modern, özgür dünya”nın bir çok şey ile ilgili ahlaki ve etik değerlerinin değişimi sabit bir şeydir. On yıl önce kötü olan şeyler bu gün iyi kabul edilebilmektedir, aynı şekilde tam tersi de olabilmekte. Buna rağmen “özgür dünya” düzeninin bazı konuşmacıları kendi ahlaki değerlerini sanki ilahi bir vahiy gibi dayatmaya çalışıyorlar, ki tabi ki bu değerler ilahi şeyler değildir. Aslında doğru olan bunun aksidir. Buradaki nokta, insanların en büyük problemlerinin, onların İslam’ı yargılaya geldikleri kriterin aslında geçerli bir kriter olmayışıdır. Mantıksal olarak eğer bir kimse bir kitabın kutsal bir kaynağı olduğu kanısına tatmin edici deliller aracılığı ile ulaşıyorsa Yaratıcı’nın onun için en iyisini bildiğini kabul etmesi gerekir. Bu olmadıkça, insanların gerçekte kendileri için daha iyi ve daha faydalı olan kanun ve etik değerleri bırakıp kendilerini daha rahat hissedeceklerini seçmeleri, ya da -ellerinde otorite ve kontrol bulunan- bazı insanların kendilerini güç sahibi olarak tutacak bir ahlaki değerler sistemi icat etmeleri daha olasıdır! Gerçek şu ki bizim sevmediğimiz ve bizim için iyi olan bir çok şey mevcuttur, ve sevdiğimiz bir çok şey de bizim için kötü ve zararlıdır. Yani bu İslam ve modern hayatın uyuşmazlığı diye adlandırılan şeyi bir kenara bırakmamız gerekiyor (belki de başka bir kırmızı iç çamaşırlı adam gibi!). Evet, şimdi sıra şu ana kadar olan en acı ilacı içmemize geldi. Bazılarımız için belki de en zor gerçek olabilecek sadece Kur’an’ın Yaratıcı’dan gelen muhtemel vahiy olduğunu ve Muhammed (sav)’in Peygamber olduğunu kabul etmek. En azından önyargımızı bir kenara bırakıp Kur’an’ın iddialarının lehinde, ortaya koyduğu mantıklı argümanları açık bir şekilde


KARAKTER SORGULAMASI

29

sorgulamalıyız. Bahsettiklerimizden sonra zaten bu iddiaların lehinde olan bir kaç şey var. Haydi tekrar gözden geçirelim. İlk olarak, Kur’an’ın Yaratıcı hakkında bize öğrettikleri herhangi bir insanın herhangi bir yerde mantıksal düşünce ile de ulaşabileceği yargılar. Mesela “Yaratılmışlara benzemeyen sadece tek bir Tanrı vardır”. Kur’an’da bu fikri öne süren bir çok ayet vardır. Örneğin: “De ki: O, Allah’tır, bir tektir, Her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir, O’ndan çocuk olmamıştır, Kendisi de doğmamıştır,Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.” (Kur’an-ı Kerim, İhlas Suresi, 112/1-4. ayetler) Bazı insanlar Kur’an da “Hüve” (tekil 3. şahıs erkek zamiri) kullanımını sorguluyor. Bu Yaratıcı’nın erkek olduğu anlamına mı geliyor? Bu ayetlere göre Yaratıcı hiçbir şeye benzemiyor. Bu sadece Arapça’da, bir çok diğer dillerde olduğu gibi, dilin orijinalinde sadece kadın ve erkek zamirlerin bulunuşu, nötr bir zamir bulunmayışından kaynaklanıyor. İngilizce de bile cansız 3. tekil zamiri olan “it” kelimesi bile Tanrı’dan bahsederken kullanılması uygun olmayan bir seçim. “Huve” zamiri sadece Kur’an’ın kullandığı bir erkek-kadın zamir terim seçimi, bu Tanrı’nın erkek olduğunu ima etmez veya erkek olması gerektiğini göstermez. İslam’ın lehinde olan ikinci şey de kutsal yazının hayret verici bir şekilde korunmuş olması. Bu korunmanın tarihi bile kendi başına üzerinde araştırmalar yapılması gereken bir alan ama lafı uzatmamak adına sadece bazı alimlerin bu konudaki yorumlarını aktaracağım. Örneğin: Doğubilimci Richard Burton bugün sahip olduğumuz Kur’an’ın Peygamber (sav) tarafından onaylanmış hali olarak bize ulaştığını “Bugün elimizde bulunan Kur’an Muhammed (sav)’in mushafıdır” sözleriyle yazıyor. Kenneth Cragg Kur’an’ın vahyolunduğu günden bugüne gelişini “bu zaman aralığında hiç bir boşluk olmayan bir sadakatle aktarılmıştır” sözleriyle tanımlıyor. Schwally, “Geschichte des Qorans” adlı kitabında “Vahyin değişik parçalarını incelediğimizde, kutsal yazının Peygamber (sav)’in çağında olduğu şekliyle bugüne ulaştığından emin oluruz” sözlerini sarfediyor. Kur’an’ın orijinalliği konusunda tatmin olmuş görünüyorlar.


30

KARAKTER SORGULAMASI

Durup farketmemiz gereken üçüncü nokta İslam mesajının evrensel olduğunu iddia etmesi, ve iddia ettiği gibi bu mesajın ırk ve statüden bağımsız bir şekilde herkes için olduğudur. Ve Yaratıcı’nın hiç bir insanın rengine, ırkına, ailesine, sahip olduğu şeylere veya statüsüne değil, kalbinin temizlğine, iyiliğine ve yaptığı güzel davranışlara kıymet verdiğinin altı çizilir. Buna rağmen Kur’an günlük okunacak bir yazı değildir. Belirli bir tema, konu ve olaylar düzeninde olmadığı için anlaşılması gerçekten zor olabilir. Kendini çokça tekrar eder ve başka bir dilin en iyi tercümesiyle bile karşılaştırıldığında az kelime ile çok şey ifade etmede eşsizdir. Yani O’nu anlamak için düşünmeye zorlanırsınız, ve düşünmek Kur’an’ın bize bir çok kez öğütlediği bir aktivitedir. Buna karşın temel mesaj çok açıktır. Tüm yarattıklarına karşı, özellikle de ona inanan ve mütevazi olan kullarına karşı çok merhametli ve şevkatli olan sadece Tek Bir Tanrı vardır. Cehalet içinde olan ve inkar edenler için de cezası şiddetlidir. Yaşam bir sınavdır, ve öldüğümüzde ve bizim de bildiğimiz gibi evrenin sonu geldiğinde bizim fiziksel olarak tekrar yaratılacağımız, hesaba çekilerek sonsuz bir mutlulukla ödüllendirilecek veya sonsuz bir işkence ile cezalandırılacak olduğumuz bir gün gelecektir. İşin başında size hoşlanmayacağınız şeyler olacağından bahsetmiştim… Ölüm ve cehennem ateşi gibi! Ve yine söylüyorum, sırf bir şeyden hoşlanmıyor olmamız o şeyin gerçek ya da doğru olmadığını göstermez. Peki Kur’an’ın yeryüzünün ve göklerin Yaratıcı’sından geldiği iddiasını kabul etmemize yardım edebilecek başka delil var mı?.. Kur’an’ın kendi içerisinde bir çeşit yalan testi bulunmaktadır. Aslında bu test Yaratıcı’dan geldiği iddiasında bulunan her çeşit kitaba uygulanabilir: “Hâlâ Kur’an’ı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı.” (Kur’an-ı Kerim, Nisa Suresi, 4/82. ayet) Eğer bir kitap herşeyin yaratıcısından geliyorsa, bu eşsiz varlığın belki de insan idrakinin anlayamayacağı kadar zeki ve üstün olduğu sonucuna


KARAKTER SORGULAMASI

31

varmak oldukça mantıklıdır. Ve bu herşeyin Yaratıcısı’nın evrenin ve dünyanın genel, temel işleyiş kanunlarını ve tarihteki olayları bilmesi gerektiğini düşünmemiz normal olacaktır. Kur’an hakkında hayret verici olan şey, sadece içinde hiç bir çelişkinin bulunmaması değil, insan gücünü aşan tarihi, dini, felsefi, hukuki ve doğa kanunlarıyla alakalı beyanlarda bulunmasına rağmen içinde bir çelişkinin bulunmamasıdır. Kur’an’ın bir diğer dikkate değer özelliği de bugün hala Arap dili edebiyatının en mükemmel eseri olarak durmasıdır. Aslında Kur’an, içlerinde edebiyat ustalarının, muhteşem şairlerin bulunduğu Araplara, kendisiyle kıyaslanabilecek bir sure getiremeyecekleri noktasında meydan okumaktadır. Kur’an’ın en kısa suresi sadece üç ayetten oluşmakta! Şairlerin günümüzün popstarları gibi ilgi gördüğü Arabistan’ın o çağında Muhammed (sav) ne Kur’an’dan önce ne de Kur’an vayolunduktan sonra şiirle alakalı herhangi bir yetenek göstermemiştir. Aslında O (sav)’in sözleri tamamen farklı bir cümle yapısı ve edebi şekildedir. O derece ki Kur’an ayetlerinden kolayca ayırt edilebilir. O devrin bir çok ünlü hatip ve şairleri Kur’an’ı müşahede ettikten sonra bunun ne Muhammed (sav) ne de başka bir insanoğlu tarafından yazılamayacağını belirttiler. Bir çok insan sadece Kur’an tilaveti dinleyip bundan etkilenerek müslüman oldu. Onlar için bu, Kur’an’ın ilahi bir kaynaktan geldiğinin kanıtıydı. Elbette bunun idraki bugün bizim için zor olabilir. Ama bu tarihi bi gerçek olarak elimizde. Burada şu soru elimizde kalıyor: “Nasıl olur da şiirsel bir yeteneği olmayan bir insan, Arap edebiyetinin en büyük eserlerinin verildiği bir çağda, günümüze kadar tüm Arap edebiyatının en muhteşem eseri olarak gelecek bir edebi ürün ortaya koyabilir? Modern dünya şartları altında buna benzer bir kıyaslama yapacak olursak bu; hiç bir bilimsel eğitim almamış cahil bir kişinin hatasız, mükemmel bir fizik teorisi ortaya koyması gibidir! Muhammed (sav) o devrin Arabistan’ındaki bir çok insan gibi, okuma ve yazma bilmiyordu. Bu çeşit bilgilere ulaşmasını mümkün kılacak hiç bir imkan yoktu. Esasen bu gerçek, tarih boyunca Kur’an’ın Yaratıcı’dan gelmiş olma ihtimalini kabul etmeyi reddeden düşmanlarının da aklının almadığı noktadır. Bazı Hristiyan spekülatörler Muhammed (sav)’in sapkınlığa düşmüş Hristiyan bir rahip olarak Arabistan’a gittiğini ve orda


32

KARAKTER SORGULAMASI

bulunduğunu, diğer bazıları da bu ayetleri bazı karşıt görüşlü rahiplerden öğrendiğini öne sürecek kadar ileri gitmişlerdir! Buna karşın, Muhammed (sav)’in hayatının tarihi bilgileri hakkındaki herkesin ulaşabileceği edebi eserlerin mevcut olmasına bakılırsa, o çağdaki hiç kimse bu karakteri dini yaydığı 23 yıl boyunca tanıyamamıştır ve nasıl olmuş da bu süre boyunca kendini gizlemeyi başarabilmiştir? Bir başka iddia da Kur’an’ın yazılmış, haşa Muhammed (sav)’in de yalancı olduğu, ki bu iddia da derin problemler barındırmakta. Çünkü Muhammed (sav) hakkında yapılacak en küçük araştırmada hayatı boyunca gösterdiği doğruluk ve dürüstlüğün bilgisine ulaşmak mümkün. O (sav), karşımızda hiç bir şekilde bir sahtekar profili çizmiyor. Bu sebeple diğer bazı kişiler de O’nun aklını yitirmiş ve varolmayan şeyler gören bir kimse olduğu iddiasında bulundular. “Madem yalan söylemeyen birisi, kendisinin peygamber olduğuna inanmış olmalı ve kendi inandığı şeye insanları davet ediyor” dediler. Bu iddia da kesinlikle Kur’an içindeki açıklanamaz gizemlilikteki müthiş genişlikte bilgiler yığını ile çelişmekte tabi ki. Görüyorsunuz bir kimse aynı zamanda hem aklını yitirmiş hem de yalancı olamaz. Eğer peygamber olduğunuzu düşünür ve Tanrı’dan size vahiy geldiğine gerçekten inanırsanız, insanlar Muhammed (sav)’e geldikleri gibi zor sorular somak için size geldiklerinde ortadan kaybolup en yakındaki alime ya da rahibe cevabı aramak için koşmazsınız. Şundan eminsinizdir ki Tanrı size anlatacaktır. Kur’an’daki inanılmaz bilgi derecesi ve Muhammed (sav)’in doğruluk ve dürüstlük fenomenini açıklayabilecek en mantklı seçenek, O’nun, kendisinin de iddia ettiği gibi Tanrı’nın Elçisi olduğudur. Bu kanının yanlızca kendisi bile elimizdeki bilgiler için akla yatkın bir fikir sunuyor. Çünkü bu bilgi Yaratıcı’dan geliyor ve kendi kendisini zaten ispatlıyor. Peygamber Muhammed (sav)’ın samimiyet, doğruluk ve prensipli davranışlar sahibi olması, kendisinin ilahi bir vahiy aldığı konusunda bir şüphede olmaması ve iddia ettiği gibi olmasıyla zaten bu ispatlanıyor.


KUSURSUZ BİLGİ DERECESİ

33

6. Bölüm

KUSURSUZ BİLGİ DERECESİ Şimdi bazılarınız “kusursuz bilgi derecesi”nden kastımın ne olduğunu düşünüyor olmalısınız. Ve esasen Kur’andaki bilgileri anlatmak için başlı başına ciltler tutacak kadar çok yazmamız gerekir, ve bunu yaptığınızda buna yorum getirecek daha çok ciltler ve bu yorumlara yorum getirecek daha bile çok kitaplar yazılacaktır! Eğer daha derinlemesine okumayı arzu ederseniz bu kitabın sonunda tavsiye edeceğimiz bazı kitap ve web sitesi adresleri bulabilirsiniz. Ben sadece kendi bulduğum, hayranlık uyandırıcı ve tatmin edici bir kaç noktayı sizlerle paylaşacağım. Birincisi tarih ile alakalı. Bir çok Hristiyan, Muhammed (sav)’i İncil’i kopyalayıp kullanmakla suçlamıştır, ki bu bir çok açıdan aptalca bir iddiadır. İlk olarak o çağda Arapça bir İncil mevcut değildi. Mevcut olsaydı bile Muhammed (sav) okuma-yazma bilmiyordu ve bunu okuyamayacaktı. İncil’de ve Kur’an’da adı geçen bir çok aynı kişiler var. Bunun sebebi de bahsi geçen bu kişilerin çoğunluğunun Tanrı’nın elçileri ve peygamberleri olmasıdır. Yaratıcı’dan gelen son vahiy olarak Kur’an, ilerleyen zamanlarda Kur’an’da, o’nu okuyacak olan insanlara örnek teşkil etmesi, ilham vermesi ve motive etmesi bakımından önceki elçilerin hayatlarını kıssa olarak anlatılmıştır. Araplar İbrahim (as)’ı, oğlu İsmail soyundan geldikleri için ataları olarak görmektedirler. Buna göre Arabistan’a gelen Kur’an’ın İbrahim (as)’dan bahsetmesi sürpriz olamaz. Hatta İncil’deki terimlerden bazılarında İsmail (as) soyundan geldikleri için Araplar’dan İsmaili diye bahsedilmektedir. Buna rağmen Kur’an’da ilginç olan ve açıklaması zor olan Musa (as) hakkında çok fazla bilgi bulunmasıdır. Bunun da en basit açıklaması da Muhammed (sav)’in karşılaştığı zorluk ve mücadelelerin Musa (as)’ın daha önce karşılaştıklarıyla benzerlik göstermesidir. Bu


34

KUSURSUZ BİLGİ DERECESİ

yüzden de Musa (as)’ın tecrübelerinin son Peygamber’e yol göstermesi için bu hikayeler Kur’an’da anlatılmıştır. Kur’an’daki bu hikayelerle ilgili iki tane, muhteşem, küçük ama çok şey anlatan detay paylaşmak istiyorum. İlk olarak; (Yakup (as)’ın oğlu) Yusuf (as)’ın hikayesinin Kur’anda nasıl ifade edildiği çok ilginçtir. Kur’an Yusuf (as)’ın karşılaştığu Mısır hükümdarını “Firavun” olarak adlandırmaz. Sadece “Mısır Kralı” der. Fakat Musa (as)’ın hikayesini anlatırkan “Firavun” olarak bahseder. İncil iki hikayede de hükümdardan “Firavun” diye bahseder. Yusuf (as)’ın tarihin hangi zamanında yaşadığını belirlemeden kimsenin düşünemeyeceği bir problemdir bu. Ki O’nun zamanında Mısır’a hükmeden hanedan Sami ırkından olan Hyko ailesiydi ve onlar Mısır yerlilerinin kendi hükümdarlarına hükmettiği gibi hükümdar için “Firavun” terimini kullanmıyorlardı. Musa (as) zamanındaki Mısır hükümdarı bir Mısır yerlisiydi ve Hykos’un yerini almıştı ve İsrailoğulları’na zulmetmeye başlamıştı. Eğer Muhammed (sav) bu bilgileri İncil’den kopyaladıysa, nasıl oldu İncil’deki bu tarihi hatayı da kopyalamadı? Peki ya bu kadar kesinlik taşıyan bir bilgiyi nasıl edindi? Muhammed (sav)’in zamanında içinde Mısır Uygarlığı bölümü olan hiç bir üniversite yoktu. Hiyeroglif yazılarını okuma bilimi O’ndan yüzyıllarca önce yok olup gitmişti. Ve O’ndan 1000 yıl sonra, Rosetta Taşı’nın keşfine kadar da bilinemeyecekti. Bu; ikinci vereceğimiz örneği daha da ilginç hale getiriyor. Kur’an Musa (as)’ın Firavuna gidip onu imana davet etmesini anlatır… Evet… Hemen hemen bildiğiniz şey. Firavun göklerin üstündeki bu görülmemiş Tanrı hakkında sorular sormaya başlar. O anda Firavun kendisini tanrı olarak görüyordu, aslında sihir yoluyla tanrılara hükmedebildiğini düşünüyordu. Firavun Musa (as)’ı dinledikten sonra adamlarından birine döner ve: “Firavun dedi ki: “Ey Hâmân! Bana yüksek bir kule yap, belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Mûsâ’nın ilâhını görürüm (!) Çünkü ben, onun yalancı olduğuna inanıyorum.” Böylece Firavun’a yaptığı kötü iş süslü gösterildi ve doğru yoldan saptırıldı. Firavun’un tuzağı, tamamen sonuçsuz kaldı.”


KUSURSUZ BİLGİ DERECESİ

35

(Kur’an-ı Kerim, Mü’min Suresi, 40/ 36-37. ayetler) Haman hakkında, Muhammed (sav)’in bunu da İncil’den kopyalayıp herşeyi karıştırdığı da dahil bir çok iddialar yapılagelmiştir. Kendi içinde tartışmalı bir kitap olan Esher’in kitabındaki İncil’de bir Haman karakteri vardır. Kitapta bu karakter sonraki bir zamanda Pers İmparatorlu’nda Ahasuerus mahkemesindeki bir çeşit yöneticidir. Bununla birlikte Pers İmparatorluğu’nda böyle bir şahsın yaşamış olduğuna dair hiç bir tarihi kayıt yoktur. İncil alimleri de Haman’ı Elam tanrısı Humman, veya muhtemelen meşhur manasına gelen Persli Hamayun, ya da Pers ismi Owanes’in farklı bir şekildeki hali olarak tanımlamış, açıklamışlardır. Buna karşın bizim elimizde Eski Mısır Uygarlığında yaşamış, bu duruma mükemmel şekilde uyan ve karşıt tezlerle resmen dalga geçen bir Haman karakteri mevcut. Dr. Maurice Bucaille Eski Mısır Bilimi açısından “Haman” ismini araştıran ilk insanlardan biridir. Kur’an’ın Musa (as) çağında yaşamış olan bir Haman’dan bahsetmesinden kuşkulanarak hiyeroglif (eski Mısır yazıları) bilimindeki bir uzmandan bu isim ile ilgili bilgi almanın yapılacak en doğru hareket olacağına kadar verir. Dr. Bucaille tanınmış bir Fransız Eski Mısır Bilimcisi ile yapmış oldukları müşahedeleri şu şekilde anlatır: “Kur’an’daki Yansımalar (Reflexions sur le Coran) kitabımda, 12 yıl önce yapmış olduğum ve beni kendi alanındaki bilgisine ek olarak Arapça’yı da iyi şekilde bilen bir uzmana yönlendiren araştırmadan bahsettim. Fransa’nın en ünlü Mısır bilimcilerinden olan bu uzman, bu konuda beni doyurucu ve tatmin edici cevaplar verdi. Ona Kur’an’da yazdığı şekliyle kopyalamış olduğum “Haman” kelimesini gösterdim ve bu yazıyı miladi 7. yüzyılda yazılmış bir metinden aldığımı, yazının da Mısır tarihindeki bir kişiyle bağlantısı olduğunu söyledim. O uzman bana normalde olsa bu terimin hiyerogliflerdeki bildiği bir ismin başka alfabeyle yazılmış hali olduğunu söyleyebileceğini, ama şüphesiz bir şekilde, milattan sonra 7. yüzyılda böyle bir hiyeroglif kelimenin bulunduğu bir yazının yazılamayacağını, çünkü hiyeroglifleri okuma biliminin 7.


36

KUSURSUZ BİLGİ DERECESİ

yüzyıla kadar tamamen yok olduğunun bilimsel olarak sabit olduğunu söyledi. Bu isim hakkındaki kanısını doğrulamak için Ranke tarafından yazılmış Yeni Krallığın Kişisel İsimler Sözlüğü’ne başvurmamı önerdi. Bu sözlüğe bakınca “Haman” isminin aynı onun yazdığı şekli ile hiyerogliflerde yazıldığını gördüm, ve ayrıca Alman alfabesi ile de yazılmıştı. O uzman tarafından varsayılan bilgileri bilimsel olarak keşfetmiştim. Dahası, Haman’ın o sözlükteki manasını okuyunca afallamıştım: “Haman: Taş ocaklarındaki çalışanların yöneticisi”. Tam anlamıyla Firavun’un yapı mimarına emir verdiğinden bahseden Kur’an ayetinde anlatıldığı gibi. O sözlüğün Haman’ın anlamını gösteren sayfasının bir fotokopisi ile o uzmanın yanına gidip bunu ve Kur’an’daki Haman isminin geçtiği ayeti ona gösterdiğimde resmen dilini yutmuştu. Sözlüğün yazarı Ranke, kaynakçada 1906’da Mısır bilimci Walter Wreszinki tarafından yazılmış bir kitabı göstermiş. Bu kitapta Avusturya, Viyana Hof-Müzesinde bulunan bir kitabe taşına Haman adının kazınmış olduğu yazıyor. Bundan yıllar sonra, bu kitabe taşındaki hiyeroglifleri okuma imkanı elime geçtiğinde isme eklenen tanımlayıcı bir sözcük gördüm ve bu sözcük ile Haman karakterinin öneminin belirtildiğine ve Firavuna yakın bir konumda olduğu bilgisine ulaştım.” İşte “kusursuz bilgi derecesi”nden kastettiğim şey bu! Eğer Tanrı’dan edinmediyse Muhammed (sav) bu derece bir bilgiyi nasıl bir kaynaktan edindi? Dahası da var. Sadece 1400 yıl öncesini ve o zamandaki bilgi derecesini bir düşünün. Belki de çok yaygın olan cahillik derecesi demeliyim eğer modern dünya ile karşılaştıracak olursak. Elbette bazı ilim adamları ve felsefeciler bazı muhteşem keşifler yaptılar, hatta dünyanın çevresinin uzunluğu hakkında tahminde bile bulundular. Ama bununla birlikte bir çok şeyi de yanlış


KUSURSUZ BİLGİ DERECESİ

37

yaptılar. Efsaneler ve mitolojik şeyler de epeyce boldu o sıralar. Kur’an’ı okurken o evrenin yaratılışından ya da fiziksel dünyadan bahseden efsane ve mitolojilerden hiç birine rastlayamazsınız. Evet Yaratıcı tarafından, imanlı olanın imanını artırmak, inkarcıları da şaşkına çevirmek için gerçekleştirilmiş mucize ve şaşılacak şeyler mevcuttur ama diğer taraftan dünya ve evren hakkında yapılan açıklamaların tamamı hatırı sayılır derecede moderndir. Normal olarak Kur’an’ın kendi çağının efsane ve mitolojisini yansıtmasını beklersiniz. Muhammed (sav) kendi zamanının tüm bilgisini toplamış ve efsane ve mitolojileri çıkarmış dense bile bu iddia geriye kalan Kur’an’daki değişmez bilgiler yığınını açıklamaya yetmeyecektir. Şu iki ayet Kur’an’ın evreni ve yaratılışını anlattığı ayetlere örnek verilebilir. “İnkar edenler, göklerle yer bitişikken, bizim onları ayırdığımızı ve diri olan her şeyi sudan meydana getirdiğimizi görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?” (Kur’an-ı Kerim, Enbiya Suresi, 21/ 30. ayet) Hiç Big Bang’i ve evrenin tek bir noktadan, çok yüksek yoğunlukta konsantre bi madde ve enerji topundan oluştuğunu hiç duydunuz mu? Kitabın başlarında bahsetmiştik, hatırladınız mı? Evet, yetmiş yıl kadar önce keşfettiğimiz bu bilgi sanırım Kur’an’da mevcut ve doğru bir şekilde yer alıyor. Peki ya bu nasıl: “Göğü kendi ellerimizle biz kurduk ve biz (onu) elbette genişleticiyiz.” (Kur’an-ı Kerim, Zariyat Suresi, 51/ 47. ayet) Einstein kendi teorilerini oluştururken bilim adamları konseyinin düşüncesi evrenin sabit olduğu, ve o güne kadar da sabit olarak geldiği şeklindeydi. Fakat bilimsel araştırmalar gösterdi ki bu doğru değildir. Gerçek şu ki galaksiler belirli bir orandaki hızda birbirlerinden uzaklaşmaktadır. Yani diğer bir deyişle evren genişlemektedir. İlginç olmasından da öte, böyle bilgiler nasıl olur da 1400 yaşındaki bir kitabın içinde bulunabilir? Bilim oldukça değişken bir arkadaştır. Bir zamanlar tüm bilim adamlarının ittifak ettiği şeyler başka bir zamanda gözlem ve deneylerle çelişerek reddediliyor ve geçerliliğini yitiriyor. Belki de bu yüzden bir kitabı sadece


38

KUSURSUZ BİLGİ DERECESİ

getirdiği bilimsel verilerle yargılamak doğru değil. Buna rağmen, elimizde hala gözlemlenmesi ve sınanması gereken bir şekilde gerçeklik taşıyan bazı şeyler kalıyor. Bunlardan bir tanesi insanoğlunun embriyo olarak gelişimi. Ceninin belirli dönemleri geçerek gelişimi fikri gerçekten yakın bir zamanda keşfedilmiştir. Antik ve eski modern uygarlıklarda bugün aptalca bulduğumuz bir çok teori vardı bu konu ile ilgili. Örneğin, 18. yüzyılda yaygın bir şekilde kabul edilen üstün teorilerden bir tanesi preformasyon teorisidir. Bu teoride hayvanların spermde daha önceden şekillenmiş olarak bulunduklarını savunur. Bu iddiayı desteklemek için o devirdeki ilkel sayılabilecek mikroskoplarla yapılmış gözlemleri de kullanmışlardır. Gözümle görmeden inanmam diyenlere de bir bakın! Aristo, adet kanamasının sperm yardımı ile pıhtılaşarak cenini meydana getirdiğini düşünmüştür. Bugün açık seçik belirtilmiş bu biyolojik durum 19. yüzyılın sonlarına kadar bilinmiyordu. Fakat 1400 yıl önce Kur’an’da şöyle anlatılıyor: “Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alakayı, bir parçacık et haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik. Yapıp-yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.” (Kur’an-ı Kerim, Mü’minun Suresi, 23/ 12-14. ayetler) “...yaratılışı belli belirsiz canlı bir et parçasından yarattık”: ve Hac suresi 5. ayette deniyor ki “Ey insanlar! Ölümden sonra diriliş konusunda herhangi bir şüphe içindeyseniz (düşünün ki) hiç şüphesiz biz sizi topraktan, sonra az bir sudan (meniden), sonra bir “alaka”dan, sonra da yaratılışı belli belirsiz canlı bir et parçasından yarattık ki size (kudretimizi) apaçık anlatalım…” Kanada’daki Toronto Üniversitesinde Anatomi Fakültesi bölüm başkanı ve Gelişen İnsanoğlu (Developing Human) adlı kitabın yazarı Profesör Keith Moore, ki kendisi dünyanın önde gelen embriyologlarından olarak biliniyor, bu ayetler ve konuyla ilgili doğruluğu tescil edilmiş hadisler hakkında şu sözleri söylüyor: “19. yüzyıla kadar insanın anne karnındaki gelişim dönemlerini öğrenmemizi sağlayacak hiç bir şey bilinmiyordu. Alfabetik


KUSURSUZ BİLGİ DERECESİ

39

sembollere dayanan bir insan embriyolarının evrelere ayrılması sistemi 19. yüzyılın sonlarına doğru geliştirildi. 20. yüzyıl boyunca, embriyonun gelişiminin 23 aşamasını göstermek için rakamlar kullanıldı. Bu sistemin takibi çok da kolay değildi ve bu yüzden şekilsel özelliklere dayalı bir evrelere ayırma sistemi daha kullanışlı olacaktı. Son yıllarda Kur’an çalışmalarının ışığında gelişen embriyonun evreleri için hareketlerdeki ve şekildeki değişimleri kolayca anlaşılabilir kılan bir evrelere ayırma sistemi geliştirilmiştir. Bu sistem Tanrı tarafından gönderilmiş olan ve Cebrail aracılığı ile Muhammed (sav) Peygamber’e ulaşmış olan terimleri kullanmaktadır… Bana çok açık geliyor ki bu ifadeler Muhammed (sav)’e Tanrı tarafından gönderilmiştir çünkü bu bilginin hemen hemen tamamı geçtiğimiz yüzyıllara kadar henüz keşfedilmemiş bilgilerdi. Bu bana kanıtlıyor ki Muhammed (sav) Tanrı’nın bir elçisidir.” ABD, Philedelphia, Thomas Jefferson Üniversitesi’nden, Daniel Baugh Enstitüsü’nün yöneticisi, anatomi fakültesinde bölüm başkanı ve profesör olan Marshall Jonson şöyle söylüyor: “Bir bilim insanı olarak ben sadece nitelikli bir şekilde görebildiğim şeylerle ilgilenirim. Embriyoloji ve gelişim biyolojisini anlayabilirim; bana Kur’an’dan tercüme edilen kelimeleri anlayabilirim. Eğer kendimi o çağdaki bir insan yerine koyarsam, bugün ne yaptığıma ve neleri tanımladığıma bakarak söyleyebilirim ki bunları o çağda tanımlayamazdım. Bir birey olarak Muhammed’in kendi kendine değil, ancak bir yerlerden aldığı bilgilerle buna ulaştığını reddetmek için hiç bir kanıt görmüyorum. Buna göre O’nun söyledikleri ile ilgili ilahi müdahele konsepti ile de çelişen hiç bir şey görümüyorum.” Kur’an’daki bir başka ilginç açıklama da dağlar hakkında: “Biz yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık yapmadık mı?” (Kur’an-ı Kerim, Nebe Suresi, 78/ 6-7. ayetler) Bugün biliyoruz ki dağların yeraltında derin kökleri mevcuttur ve bu kökler sayesinde yeryüzündeki yüksekliklerine ulaşabilirler. Buna göre dağları en iyi tanımlayan benzetme yere çakılmış bir kamadır. Çünkü yere çakılmış bir kamanın büyük bir kısmı yerin altında kalır. Dağların büyük kısmının yerin altında olduğunu iddia eden bu teori 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya atılmıştı.


40

KUSURSUZ BİLGİ DERECESİ

Dağlar yerin sallanmasını önledikleri için aynı zamanda yerkabuğunun sabitlenmesinde de büyük rol oynarlar. “Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağları, yolunuzu bulmanız için de ırmakları ve yolları yarattı.” (Kur’an-ı Kerim, Nahl Suresi, 15. ayet) Bu ayete paralel olarak modern tabaka tektoniği teorisi de dağların yerkabuğunu sabitleyici olarak çalışan bir yapıları olduğunu ifade etmekte. Bu, dağların dünyanın sabitleyici rolü olduğu bilgisi 1960’lardan sonra tabaka tektoniği çalışması çerçevesinde anlaşılabilmiştir! Kur’an doğa hakkında bir çok şey ifade eder ve derin düşünmeye ve tefekkür etmeye yönlendiri. Zeki olanlar anlayacaktır ki bu olgular hep Yaratıcı’nın gücünü ve ilahi zekasını gösteren işaretlerdir ve bunlar hiç bir amaç uğruna, veya eğlence için değil, aksine derin ve asil bir amaç uğruna yaratılmış şeylerdir. Kur’an sadece bilimsel bilgiler değil işaretler içeren bir kitaptır. Yaratıcı’nın evrenin temeli, embriyonun anne karnındaki gelişim evreleri ve dağların kökleri olduğunu bilmesi şaşılacak bir şey değildir. Fakat Muhammed (sav)’in Kur’an’da bu şeylerden nasıl olup da bahsedebildiğini anlamak, kendisi iddia ettiği gibi, O’nun peygamber olduğunu kabul etmeden imkansız olacaktır. Görünen o ki, bunu kabul etmek, mantıklı, samimi bir insan için yapılabilecek en doğru şeydir.


KİTABIN ÖĞRETİSİ

41

7. Bölüm

KİTABIN ÖĞRETİSİ Peki Kur’an’ın temel öğretileri nelerdir? Kabul etmeniz gereken ilk şey eşsiz ve hiçbir şeye benzemeyen sadece Tek Bir Tanrı olduğu ve hiçbir şeyin de Tanrı gibi olamayacağı. Tanrı Tek ve Yanlızdır, Anne babası ya da rakibi yoktur. Sadece O’na ibadet etmemiz ve sadece O’ndan yardım beklememiz gerekmekte. Nasıl ibadet edeceğimizi ve nasıl dua edeceğimizi, ve nasıl Tanrı’nın gösterdiği yolu takip edeceğimizi Muhammed (sav) bize öğretiyor. Kur’an belirtiyor ki Tanrı’nın insanlara gönderdiği tüm elçi ve peygamberleri insanoğludur. Çünkü onlar sadece bu mesajı iletmiyorlar, yaşayışlaryla da bu mesajın nasıl hayata geçirileceğinin canlı, pratik bir örneğini teşkil ediyorlar. İşte bu mantıklı. Eğer bir insan yapabiliyorsa, en azından teorik olarak, geri kalanlarımız da yapabilir! Eğer hepimize gelen peygamber melek olsaydı o zaman onun melek olduğu, onun için bu ibadetleri yapmanın kolay olduğu, onun meleki bir yapısının olduğu fakat bizim bunları o kadar kolay yapamayacağımız gibi bir sürü bahane üretiyor olacaktık. Kur’an bize der ki hayat bir sınavdır. Bu yüzden acı ve zevk, hastalık ve sağlık, zenginlik ve fakirlik, iyi ve kötü, gece ve gündüz, karanlık ve aydınlık vardır. Bir şeyi zıttı aracılığı ile biliriz. Kötü olan şeyi görmeden iyinin kıymetini nasıl bilebiliriz? Hasta olmadığımızda ne sıklıkta sağlığın ne kadar iyi birşey olduğunu düşünüyoruz? Yapılacak olan sınav bizim kendimizin gerçeklik sınavıdır. Gerçeği mi kabul edeceğiz yoksa arzularımızın peşinden mi gideceğiz? Yaratıcı’ya kulluk mu edeceğiz, isyan mı? Tanrı bize yol göstermiş ve özgür irade vermiştir. Aklımızı bu gösterilen yolu anlamak


42

KİTABIN ÖĞRETİSİ

ve takip etmek için kullanmalıyız. Eğer hata yaparsak, ki insan olduğumuz için bu engellenemez bir şeydir, şunu bilmemiz gerekir ki Yaratıcı’nın gösterdiği yolu aradığımız, tövbe ettiğimiz ve kendimizi daha iyiye doğru değiştirmek için çok çaba gösterdiğimiz müddetçe Yaratıcı da bizi affetmeye devam edecektir. Aslında İslam tam da bu kendi sınırlı varlığımızın ve Yaratıcı’nın büyük ve sınırsız oluşunun farkında olmayla ilgilidir. İşte bu yüzden insanoğlu Yaratıcı’sına karşı teslim olmalı ve onun istediklerine itaat etmelidir. İşte İslam’ın manası budur. Varoluşumuzun sebebi, karmaşık bir akla sahip oluşumuzun amacı, ve mantığı kullanabilme yeteneği, anlamak ve yapacağımız her şeyi Yaratıcı’yı memnun edecek bir yolla yapmaktır. Bize gösterilen rehberlik sayesinde bunu nasıl yapacağımızı biliyoruz. En verimli şekilde hayatımızı sürdürmemize ve bunda ayaklarımızın sabit olmasına yardım etmek için, Yaratıcı düzenli aralıklarla yapmamız gereken ibadetler belirleyerek bunları hayatımızın ayrılmaz bir parçası olacak şekilde düzenlemiştir. Kendisi buna ihtiyacı olduğu için değil, hiç de değil! Tanrı’nın hiç bir şeye ihtiyacı yoktur ve o tamamen kendisine yetendir. Bu; zihnimiz ve ruhumuzun Tanrı’ya ibadet ile beslenmek üzere tasarlandığı içindir. İşte bu yüzden (İslam’a uyan) bir Müslüman’ın yapması gereken en önemli davranış, gündüz ve gece günün belli saatlerinde yapılması gereken, belirli bir şekilde yapılan ibadetlerdir. Gün içinde yapılması gereken günlük rutin beş ibadet bulunmakta. Bu ibadeti anlayışla ve samimiyetle yapmak kendimizi iyiye doğru değiştirmenin anahtarıdır. Doğru bir şekilde yapıldığı zaman bu hayatınızı değiştiren bir ritüel haline gelir. Bir diğer gerekli şey de daha az varlığa sahip olan ve ihtiyaç sahibi olan insanlara maddi yardımda bulunmak. Tanrı’yı hoşnut edecek bir hayattaki en önemli davranışlardan birisi de diğer insanlara karşı nazik ve yardımsever olmaktır. Doğru söylemek ve yalandan uzak durmak, sözünde durmak, emanete hıyanet etmemek, kendi ailenin ve hatta kendi aleyhinde bile her zaman adil olmak iman etmiş bir kimsenin karakteristik özellikleridir. Özellikle yaşlılık zamanlarında anne-babaya saygılı ve itaatkar olmak,


KİTABIN ÖĞRETİSİ

43

komşuya iyi davranmak, iyiyi emredip kötülüktek sakındırmak İslam’ın temel erdemlerindendir. Bunlar İslam’ın ve Müslüman olmanın temellerini oluşturur. Hayat gerçekten kısa, ve gerçekten çok yakında hepimiz öleceğiz. Ve ölüm bir son olmayacak. Gerçeği reddedip isyankar olmayı seçenler için orada müthiç bir ızdırap olacak. Bu onların yaptığı bir seçim. Gerçek açık seçik önlerindeydi, ama onlar inkarı seçtiler. Bunun için berbat bir son onları beklemekte; cehennem ateşi. Orada insanlar tamamen yanmış, kavrulmuş hale gelecekler fakat ölmeyecekler. Sonsuz bir acı içinde olacaklar. İyi olanlar ve Tanrı’ya itaat ile hayatlarını geçirmiş olanlar cennette sonsuza kadar hem fiziksel hem de ruhsal pür zevk ve mutluluk içinde yaşayacaklar. Hiçbir nefret, kızgınlık ya da kıskançlık duygusu olmayacak Sadece barış ve mutluluk, hem fiziksel hem de ruhsal. Ne güzel bir mekan! Bu gerçekten Yaratıcı’nın bizi davet ettiği yer; cenneti. İslamı kabul etmek devam eden hayatınızda hiç bir sınava tabi tutulmayacağınız, hiç bir zorluk yaşamayacağınız anlamına gelmiyor. Esasen Yaratıcı sadece inandığımızı söyleyip, sınavdan geçirilmeden bırakılmayacağımızı belirtiyor. Tanrı’nın gösterdiği yolu takip etmek bize bu sınavlarla nasıl başa çıkacağımızı öğretiyor ve zorluk kolaylığa, eziyet zevke, üzüntü neşeye dönüşüyor ve karmaşa yerini anlaşılırlığa bırakıyor. Bunu bilmek ve buna uymak kalbe gerçek bir huzur getiriyor. Bu noktada İslam gerçekten barış getiriyor. Sadece savaşın zıttı olan barış değil; içe işleyen, derin bir barış duygusu.


44

YOLCULUĞUN SONU

8. Bölüm

YOLCULUĞUN SONU İşte geldik. Yolculuğumuzun sonuna yaklaştık ve kara da göründü. Yapılacak sadece tek bir şey kaldı! Şimdi kapıyı açıp Yaratıcı’dan gelen mesajın hayatınızı yönlendirmesine izin vermek. Evet biraz farklı görünebilir ve yapmanız gereken şeyler muhtemelen yapmaya alışkın olduğunuz şeyler deği. Ve muhtemelen ailenizin ve arkadaşlarınızın hakkınızda neler söyleyecekleri hakkında endişe ediyorsunuz! Pekala hiç bir şey söylemeden bu kitabı vererek “Bunu oku” deyip geçip gidebilirsiniz! Daha önce de söylediğim gibi, zor olan kısım bunun ne kadar da mantıklı olduğunu anlayamamak. Gerçekten bunu anlayabilmek en zor kısım! Aslında dürüst olmak gerekirse o kadar da zor değil. Sadece bunu sizin yaratıcınız sizden istediği için yaptığınız kararını alarak başlayın! Daha sonra neden yardım istemeyesiniz. Evet! Daha sonra herşeyin yaratıcısından, sadece ondan, başkası ya da başka bir şey aracılığıyla değil, direkt Yaratıcı’dan doğru olanı yapmanız için yardım etmesini isteyin ve bunu samimi bir kalple yapın. Evet! Nasıl hissediyorsunuz?


YOLCULUĞUN SONU

45

Eğer hissetmenizi umduğum gibi hissediyorsanız yapmanız gereken sadece şu adımları izlemek. Sadece: “Şahadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed (sav) onun kulu ve elçisidir” (teknik olarak bu sizi müslüman yapar). Ayrıca arapçasını da söyleyebilirsiniz: “Eşhedü ella ilahe illallah, ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasuluh”. Bir Müslümanın yapması gereken beş vakit namazı öğrenmeniz gerekiyor. Bunu yapmak için, ve diğer her türlü yardım için “Muslim Now” ile irtibata geçebilirsiniz (www.muslimnow.org). Şu anda hepinizin ilgilenmeniz gereken şey sadece bu aslında. Allah’ın selamı ve iyiliği her zaman üzerinize olsun.


Suite 321, North Circular Road, London NW10 7PN T: +44(0)20 8963 0336 F: +44(0)20 8961 6593 E: feedback@onereason.info Çeviri: Ahmet Faruk ADIGÜZEL ahmetfaaruk@yahoo.com

www.onereason.info TÜM HAKLARI SAKLIDIR. ONE REASON © 2012


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.