İğneyi aydınlıkta değil

Page 1

1

Çuvaldızı aydınlıkta değil, samanlıkta arayacaksın! Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi

Her çıkmazımıza esprili olarak bir yol bulunmasını sağlamış Nasrettin Hoca fıkraları, sadece dönemini değil, günümüzü de içine alan zenginliktedir. Hoca bir gün bahçede yere eğilmiş bir şeyler arar gibi yapıyormuş. Hocayı görenler: -Hayrola Hoca ne arıyorsun? -Çuvaldızı kaybettim onu arıyorum. -Hoca bahçede çuvaldızla ne yapıyordun Allah Aşkına? -Esasında çuvaldızı bahçede değil, samanlıkta kaybettim. -İyi de niye samanlıkta aramıyorsun? -Vallah, orası çok karanlık. Türkiye’de son birkaç ayda inanılmaz olaylar cereyan ediyor. Doğruluğunu ya da yanlışlığını akşam sabah tartışıyoruz. Herkes görüşüne göre bir düşünce ya da fikir ileriye sürüyor. Bunların hepsinin ayrı ayrı ele alınıp bir sonuç çıkarılması mümkün. Eğer bütün bunlar bağımsız ve özgür iradesi ile karar verebilecek mahkemelere sunulursa, önemli bir kısmının ortaya çıkması beklenir. Bağlı yargının bağımsız karar vermesi de doğal olarak beklenemez. Esasında Türk Yargısı yargılanıyor. Bu aşamada bu konuda fikir beyan etmeyi doğru bulmuyorum.


2

Ancak bu kargaşalıkta bulunması gereken çuvaldız, olması gereken yerde aranmıyor. Esas Türkiye’nin başını derde sokacak ve geleceğimizi karartacak da bu saptırma ya da doğru tanı koyamamakta yatmaktadır. Şu ana kadar çeşitli adlar ile –doğru bulsak da bulmasak da- bugüne kadar önemli yerlerde bulunan çok sayıda yönetici, bilim adamı, yazar, gazeteci, asker gözaltına alındı ve çoğu da önemli ceza isteği ile mahkemelere sevk edilmiş durumda. Bunlar suçlu da olabilir suçsuz da. Bu yazıda mahkemenin yerine geçip karar verme gibi bir role soyunmayacağız. Ülkesini, yaşadığı toprakları, milli bütünlüğü, bağımsızlığı ilke edinmiş aklı başında herkesin tüylerini diken diken edecek bir husus var ki, hiç kimse -geleceğimiz için son derece önemli olan- bu gerçeğin üzerine gitmiyor ya da gidemiyor. Bu da savcıların dava açmasına yol açan kanıtlar ve bu kanıtların savcılığa servis edildiği kuruluş ya da yerler. Bütün art niyetlerimizden arınmış olarak olaylara bir daha kuş bakışı bakalım. Sonuncudan başlayalım. Yani Balyoz Davasından. Bir gazete, 5000 sayfalık deliller klasörünü, belli ki gayet düzenli olarak tanzim edilmiş olarak, el arabası ile İstanbul Beşiktaş Savcılığına teslim ediyor. Daha önce bir o kadar sayfadan oluşmuş, Kafes Planı Belgelerini, ondan önce de binlerce sayfadan oluşmuş önce Ergenekon Plan belgelerini, Sarıkız Operasyon belgelerini, Ayışığı, Çarşaf ve Sakal Eylem Operasyon belgelerini, daha önce Ümraniye, daha önce Deniz Kuvvetleri Komutanının özel notlarını, şu anda bizim bilmediğimiz daha nice bilgi, belge ve kayıtların emniyete servisi, yeni kurulmuş olan ve önemli bir arşivi olması beklenmeyen, hükümetten çeşitli adlar ile teşvik almış bir gazete tarafından gerçekleştirilmesi üzerinde önemle durulması


3

gereken bir husustur. Bunu göz ardı edenler, dikkate almayanlar bu ülkenin temeline konan bombayı görmemezlikten gelenlerdir. Belgeler belli ki inanılmaz ayrıntıları içermektedir. Devletin en üst yönetiminden en önemsiz kişilere kadar ses kayıtlarının, görüntülü çekimlerin, ıslak imzalı en gizli belgelerin, makbuzların, ordunun en önemli en gizli belgelerinin (ses ve görüntülü kayıtları ile birlikte), gelmişgeçmiş en gizli planların, hatta en çok korunduğu düşünülen bizatihi NATO’nun

genel

karargâhında

Genel

Kurmay

Başkanımızın

konuşmasının günü gününe servis edilmesi inanılır şey değildir. Türkiye’deki savcıların tümünü tam yetkili olarak bu işe ayırmış olsaydık bile, bu kadar belgeyi toplayacakları kuşkuludur. Türk güvenlik güçlerinin başaramayacağı bir başarı ve titizlikle gelmiş geçmiş tüm gizli ya da açık belgelerin elde edilmesi, eğer varsa, birçok düzmece senaryoya ait belgelerin düzenlenmesi, ancak, her biri ülkemiz için farklı açılardan ürkütücü olan aşağıdaki yollarla sağlanabilirdi. İşte Türk Güvenlik güçlerinin araştırması gereken en öncelikli husus da budur. Ancak, belli ki, böyle bir girişim, karanlıkta çuvaldız aramaya benzediği, risk taşıdığı ve zor olduğu için, çuvaldız, söylenen bir söze ya da bir telefon konuşmasına ya da miadı dolmuş bir merminin bulunmasına ya da geçmişi tartışmalı olan bir insanla birlikte yemek yiyen birinin aranmasına ve sorgulanmasına yönelerek, daha kolay ve görünen bir alanda aranmaya çalışılmaktadır. Türkiye’deki darbelerin ve muhtıraların arkasında başka bir ülkenin parmağı olduğu ya da desteklendiği, artık, kamplaşmış siyasilerin her kesimi tarafından bile benimsendiğine göre, çuvaldızı niye bahçede arıyoruz. Bizi samanlığa götürecek yol belli olmuştur. Belgeleri servis yapan yerler, bizi cerahatin kaynağına da götürebilir. Diyelim ki bugün tutuklanan insanlar suçlu bulunsa ve gerekli cezayı alsalar dahi, bu


4

sorunlarımızın sonu olmayacaktır; çünkü samanlıktaki hala orada olacaktır; yeni plan ve komplolarla, değişik maskeleri takarak yine karşımıza çıkacaktır; son yarım yüzyıldır çıktıkları gibi. Eğer belgeleri savcılığa taşıyan el arabasının izini sürdürebilirsek, emin olun, bu yol bizi güvenlik

güçlerimizin

içine

sızmış

olabilecek

işbirlikçilerine

de,

emperyalist güçlerin borazancılığına ve işbirlikçiliğine soyunmuş aydın taslaklarına ve yazarlarına da, satılmış ve işbirlikçi basına da ve kişiliksiz bilim adamlarına da götürecektir. Yani ancak o zaman gerçek düşmanı – bir numarayı- tanıma ve bu bataklığı kurutma olanağına kavuşabileceğiz. Belgelerin elde ediliş biçiminin aydınlatılması, yeni bir bakış açısıyla kurmayı herkesin arzuladığı, kusuru en aza indirilmiş bir devlet yönetiminin temelini oluşturacaktır. Ayrıca bugüne kadar başımıza örülen çorapların kaynağı da iyice belirlenmiş olacaktır. Bu belgeler birkaç senelik bir deneyimi olan bir yayın organı tarafından; ancak şu koşullarda elde edilebilir ya da bu yayın organına ulaştırılabilir. Gelin bu olasılıkları birlikte değerlendirelim. 1. Bütün bu bilgiler gaipten gelmiştir. Buna belli ki bir partinin mensuplarının bir kısmı hariç hiç kimse inanmaz. Yasa karşısında geçerliliği de bulunmamaktadır. 2.

Bugün kadar göz bebeğimiz olarak bildiğimiz, her zaman güvendiğimiz ordu meğer bizim bildiğimiz ordu değilmiş; içinden göçmüş; planlarını, en gizli belgelerini, en ince noktasına kadar her türlü bilgiyi ordu düşmanlığı yapanlara servis eden bir kadroyu bağrında barındırıyormuş. Dünyanın sayılı orduları içinde sayılan bu ordu, meğer kendi güvenliğini bile koruyacak durumda değilmiş. Esasında bu ülkenin bir çocuğu olarak bu şıkkın (varsayımın) gerçek olmamasını en istiyorum. Çünkü bir ordu için en aşağılatıcı, en onur kırıcı ve en tehlikelisi kendi içinde hainleri barındırması ve


5

ordunun da bu hainleri bulup temizleyememesidir. Ordunun yanlış düşünmesi ya da hata yapması ülkeyi tehlikeye düşürecek ya da başka bir ülkeye pazarlayacak boyutlara ulaşmamış ise, her kademedeki

mensubunun

sorgusuz-sualsiz

ordunun

genel

politikasına uyum göstermesi o ordunun başarısının ve gücünün simgesidir. Hangi kademede olursa olsun, ordunun amacı ve içeriği ne olursa olsun (o günkü yönetime uygun düşsün ya da düşmesin) bir planını ya da belgesini emir almaksızın dışarıya sızdırma hainlik olarak bilinir. Böyle bir durumda, ordunun her kademesini ilgilendiren planların çarşaf çarşaf servis edilmesi bunun basit bireysel bir girişim değil, ordu içinde konaçlanmış bir ihanet ağının olduğunu gösterir. Bu kadronun en kritik dönemlerde kimlere servis yapacağını kimse tahmin edemez (tahmin eder de…). 3. Uzun yıllardır belirli bir cemaatin devletin en önemli yerlerine sızma girişimi olduğunu, bizzat cemaat liderinin kasetlerinden de izledik. Cemaatin sakin, kimseyi kuşkulandırmayacak bir şekilde bu kuruluşlara insan yerleştirmeyi amaçladığını uzun yıllardır biliyoruz. Ordu mensuplarının da bunu uygulamaları ile bildikleri ve titiz davrandıkları bilinmektedir. Demek ki ordu kendini gereği gibi koruyamadı ve her kademeye (kim bilir belki Kurmay Başkanına kadar) önemli kişileri yerleştirdiler ve kendilerine yakın bir iktidar ile birlikte servise başladılar. Böyle bir durum söz konusu ise, bu cemaatin, mükemmel örgütlenme ve planlı hedefe yürüme başarısı tarihe geçecektir. Bu cemaat sadece bizim bağrımızdan çıkmış bağımsız planları olan bir topluluk ise, zamanla düzeltmemiz söz konusu olabilir. Eğer arkasına özellikle Ortadoğu ve Müslüman ülkelerde kirli planları olan emperyalist güçleri almış bir cemaat ise


6

Türkiye’nin ve bu coğrafyanın yaşayacağı daha çok acı olaya tanık olacaksınız demektir. Hem de geç değil, bu yazıyı 20 yaşında okuyanlar, ilk çocuklarına Ergenekon Destanını değil, Ergenekon Davasını gözyaşları ile anlatacaklardır. Basından verilen bilgilere göre, emniyette ve yargıda, böyle bir

yapılanmanın

uzantıları

açıkça

görülmektedir.

Cemaat

soruşturmalarının örtbas edilmesi ya da aramaların önceden emniyetçe uyarılması, cemaat davalarının bir kısmının zaman aşımına uğratılması, birçok olayın görmemezlikten gelinmesi örgütlenmenin çok kişinin tahmininden daha gelişmiş olduğunu göstermektedir. 4. Ancak bu kadar ayrıntılı, bu kadar büyük ve çok kişiyi ilgilendiren; en önemlisi de ordunun en mahrem bilgilerini çarşaf çarşaf meydanlara serecek bilgiyi elde etmeyi, görünürde Amerika Birleşik Devletlerinin (CIA) ve İsrail’in istihbarat

örgütü (MOSSAD)

başarabilir. Genel Kurmay Başkanımızın NATO karargâhında Türk subaylarına yapmış olduğu konuşmayı virgülü virgülüne sesli olarak servis yapabilecek örgüt ancak bunlar görünüyor. Eğer bunu bir Türk subayı yapmışsa, külliyen ölmüşüz demektir. Bu seçenekler arasında en güçlü görüneni de bu şık görünmektedir. Çünkü hangi adla dava açılmış olursa olsun, suçlanan kişilerin hemen hepsinin orta özelliği Amerika’ya mesafeli durmaları ve bölge üzerinde yapılan planlara (BOP gibi, ya da Irak ya da İran politikalarına) daha temkinli yanaşan insanlar olmalarıdır. Atatürkçü olmalarını söylemeleri de caba… Bu sonuncu şıkkın, cemaat-yayın organı-CIA ve MOSSAD kompleksi olma olasılığı da bulunmaktadır.


7

Darbelerle kirletilmiş Cumhuriyet tarihimizden bir kesit 25 Şubat 2010 tarihinde saat 00. 40’da 1970 yıllarının ünlü içişleri bakanı Hasan Fehmi Güneş (zamanında çok kirli cinayetler işlenmişti) ile İstanbul Barosu başkanlarından yine mesleğinde ünlü avukat Turgut Kazan, “Karşı Görüş” adlı programda bir söyleşi yaptılar. Bu söyleşide önemli cinayet ve kirli ilişkilere görevi gereği müdahil olan Hasan Fehmi Güneş’in

açıklamaları

şu

günlerde

yaşadığımız

şaşkınlık

veren

gelişmelerin yanıtını içinde barındırıyor. Hasan Fehmi Güneş ve birçok üst yönetici, hayırlı olmayan (1980 darbesinden önce) bir şeyler döndüğünü hissediyorlar; ancak tam ne olduğunu anlayamıyorlarmış. İçişlerden sorumlu bakan işin aslını öğrenmek için istihbarat birimlerine başvuruyor; ancak kendisine hiçbir bilgi verilmiyor. Bunun üzerine yetkili başkana (galiba MİT başkanı olan generale): Ben devletin en önemli kişisi olarak bilgi alamıyorum deyince, başkan ben de alamıyorum diyor. Hasan Fehmi Güneş, bunun nedenini de bu söyleşide açıkladı. Türk hükümetleri Amerika Birleşik Devletleri ile yaptıkları bir anlaşma gereği, Türk yetkililer tarafından toplanan istihbaratın ilk olarak Amerika Birleşik Devletlerine verilmesi gerekiyormuş (konuşmanın gelişinden anlaşıldığı kadarıyla, ABD’de istediği bilgileri bizimkilere veriyormuş). O dönemde İçişleri Bakanlığının (daha doğrusu doğrudan bakanlığa bağlı) Türkiye çapında tüm istihbaratını çoğu uzman kişilerden oluşmayan 162 kişi yürütüyormuş. Demek ki bugün servis edilen belgelerin çok daha gerilere giden bir geçmişi varmış.

Düşman hatayı affetmez Genel Kurmay başkanımız, 24.02.20010 tarihinde yüksek rütbeli subaylarla gerçekleştirdiği toplantı sonunda yaptığı açıklamada “Durum


8

ciddi” demiştir. Belki çoğu kişi –haklı olarak- bunu son gözaltına alınmalardan ya da tutuklanmalardan dolayı yaptığını düşünür; ancak benim burada kullanılan ciddi kelimesine yüklediğim anlam çok daha ürkütücü olacaktır. Bir ordunun en çok güvenilen özelliği gizliliği ve kimsenin ulaşamayacağı planlarıdır. Ancak gelin görün ki, bir orduda en çok dikkat edilecek parola ve işaret uygulamaları (tarzı tasvip edilmese bile) teri soğumadan, listeler halinde basına ve herkese servis ediliyor. Bu parola bir patlayıcı ya da nükleer bir deponun işareti ya da parolası olsaydı ne olurdu? Parolasını bile koruyamayan bir ordunun törenlerde büyük bir gururla taşıdığı şapkasını geleceği için önüne koyup düşünmesi gerekir diye düşünüyorum. Ciddi olan durum budur. Çuvaldızı doğru yerde ararsak, bir türlü içeriğini öğrenemediğimiz iki özel konuşmayı da aydınlığa kavuşturmuş olacağız. 1. Deniz Baykal’ın Tayip Erdoğan’la İstanbul’da gizlice baş başa görüşmesi sonucu, Deniz Baykal’ın Tayip Erdoğan’ın siyasi yolundaki taşları temizlemesinin nedenini öğrenebiliriz. (Ek-1). Ayrıca

11.04.2010

tarihinde

Başbakan

Tayip

Erdoğan

Amerika’ya hareket ederken Anayasa değişikliği ile ilgili olarak verdiği demeçte “Baykal aklınca Şark kurnazlığı yapıyor”. Gerektiğinde biz daha alasını yaparız demesi ne anlama geliyor? Yani Baykal’ı daha önce olduğu gibi kazdığı kuyuya her zaman düşüreceğini mi ima ediyor. 2. Görünüşü ve ilk açıklamaları ile başlangıçta heybetli bir komutan izlenimi veren bir zamanların Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın Dolmabahçe’de Tayip Erdoğan ile yapmış olduğu

baş

başa

gizli

görüşmeden

munisleşmesini öğrenmiş olacağız.

sonra

inanılmaz


9

Eğer çuvaldızı doğru yerde ararsanız, her iki gizli görüşmede, bugün Cumhuriyet Savcılıklarına kanıt ve belge servis yapanların, bu görüşmelerde

de,

burnundan

kıl

aldırmayanların

önüne

içeriğini

bilmediğimiz dosyaları koyup koymadıkları açığa çıkarılabilir. Yargıya intikal etmiş ve –beğenelim ya da beğenmeyelim- epeyi bir mesafe

alınmış

bir

hukuksal

süreçte,

25.02.2010

tarihinde

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül başkanlığında, Çankaya’da Başbakan Tayip Erdoğan ve Genel Kurmay başkanı Orgeneral İlker Başbuğ arasında yapılan zirvede, Başbakanın ve Genel Kurmay Başkanının koltuklarının altında kalın çantalarla toplantıya girmesi de doğrusu bir hukuk devleti için düşündürücüdür. Bu çantalarda herkesin bildiği belgeler ya da bilgiler olmayacağına göre –insanın içine kuşku girerse bazen aşırı düşünerek şu yargılara da varabiliyor- kim bilir şantaj içerikli belgeler de bulunabilir, bu çantalarda, halkın bilmediği; ancak bu yetkililere verilmiş çok özel bilgiler de bulunabilir; yargı devam ederken herkesin elinde bulunan belgeleri yargıya teslim etmesi gereken bir süreçte sadece iki üst düzey yöneticinin elinde bulunan, yargıdan saklanmış belgeler de olabilir; bu yazıda özellikle üzerinde durduğumuz samanlıktaki büyük ağabeyin servis ettiği bilgiler de olabilir. Neresinden bakarsanız bakın ürkütücü görünüyor… Bir sırrı saklayarak adalete zarar vermektense, adalet uğruna zarar görmeyi tercih ederim. Beethoven

Durumu biraz daha eşiştirdiğinizde bu servis mekanizmasının olmaması gereken birçok yere (güvenliğe ve yargıya) ulaştığını endişeyle görüyoruz. Örneğin, sorgusu sürmekte olan bazı üst düzey yöneticilere uygulanacak (tutuklama ya da serbest bırakılma gibi) işlem, kuşkulu sorgu odasında iken, görsel basında, daha da ürkütücüsü devletin resmi televizyonlarında ilan edilmekte. Birçok üst düzey komutanın evinin


10

aranacağı, yine aynı şekilde devletin resmi televizyonlarında, büyük bir olasılıkla bu karar henüz kâğıda dökülmeden ve evi aranacakların haberi olmadan yine bu basın organlarında ‘kutlanacak habercilik’ sıfatıyla ilan edilmektedir. Bazı yazılı basın organları sanki savcıların düşüncelerini okuyorlarmış gibi olacaklar konusunda neredeyse virgülü virgülüne isabetli tahminlerde bulunarak yorumlar yapıyorlar. 10.03.2010 tarihinde bir zamanların en önde gelen basın kuruluşlarının sahibi Dinç Bilgin şöyle bir açıklama yapıyor: Bizim basın organlarımıza ve başka bir basın gücü olan Doğan grubuna – muhtemelen kökü dışarıda olan- aynı kaynaktan servisler yapılıyordu. Örneğin 28 Şubat olayının tetiklenmesini sağlayan Aczimendi haber ve görüntüleri bu merkezlerden sağlanmıştı. Aynı tarihte, Muğla’dan askeri bir birlikten yola çıkarak Ankara Gölbaşında bulunan Özel Kuvvetlere içinde el bombası bulunan bir aracın geldiğini, araç daha garnizonu terk etmeden bildiren ve bunu devletin televizyonu olar TRT’yi de servis yapan teşkilatın bilinmesi ülkemiz açısından yaşamsal önem taşıyor. Çünkü verilen bilgi de bombaların üzerinde seri numaraları olmadığını ve Özel Kuvvetlerde seri numaraları basılacağını (bunlar sahte numara olacağı için bir yerlerde yasal olmayan biçimde kullanılacağı da algılattırılıyor) bildiriyor. Askeri yetkililer ise bunun doğru olmadığını seri numaralı olan normal bir sevk olduğunu açıkladı. Yani servis, hem emniyeti hem devletin basın organını elinde oynatıyor. Bugün bana dünya görüşleri doğrultusunda servis yapanlar, kuşkunuz olmasın, yarın çıkarları olduğu zaman, olabilecek her yere de servis yapacak kesimlerdir. Ben de bu nedenle yazımın ana konusunu oluşturan

önerime

Operasyonu.

Diğer

bir

isim

takma

operasyonlar

gereğini nasıl

duydum:

darbecilerin

Çuvaldız maskelerini


11

düşürmeye yönelik yapıldığı ileri sürülüyorsa; Çuvaldız Operasyon’da bu ülkenin düşmanlarını, hainlerini ortaya çıkarmak için yapılmalıdır. Yapılması gereken Çuvaldız Operasyonu, bu ülkenin geleceği açısından son derece önemli olacaktır. Örneğin bu ülkeye girdiği söylenen –içişleri bakanı tarafından bile yeri ve görevi bilinmediği beyan edilen- Amerikalı 35 (bizim bilmediklerimizler hariç) özel istihbarat görevlisinin yerlerini, görevlerini ve yaptıkları işleri öğrenme bakımından da gerekli olabilir. Daha açık bir anlatımla, hükümetlerimizin bugüne kadar aldıkları kararların hangilerinin bizim hür ya da milli irademizle hangilerinin samanlıktakilerin talimatı ile alındığını öğrenme bakımından çok önemli olacaktır. Haksızlığa sapıp bütün insanların seni izlemeleri yerine, adaletli davranıp tek başına kalmak daha iyidir. Mahatma Gandhi

Çeşitli adlar altında yapılmış olan ve birçok kişinin gözaltına alınması ile süren operasyonların –doğru yapılıyor ya da yanlış yapılıyor yorumuna girmeden- çuvaldızı samanlıkta arama yerine kasıtlı olarak aydınlığa kaydırma ile ilinti olduğunu düşünmemek mümkün değil. Samanlığı

karıştırırsanız,

düştüğümüz

birçok

belanın

yanı

sıra,

bakarsınız yaşadığımız bunca darbe ve muhtıranın arkasındaki gücü açığa çıkarmış olursunuz. Belki de en önemlisi bir zamanlar oynadığımız “tavşan kaç, tazı tut” oyununun uluslar arası versiyonunu öğrenmiş oluruz. Planı yapan da planı sorgulayan da aynı merkezin üyeleri olmaması için bir neden yok. Bu, sadece Türkiye’nin değil, mazlum birçok ülkenin gözünün açılması olacağından –olası- planların ustası buna izin vermeyecektir.


12

Genel Kurmay başkanı galiba tuzağa düştü Genel Kurmay bu tuzağa düştü ya da düşürüldü. Ordunun beğenseniz de beğenmeseniz de, ahlaki olsa da olmasa da her durum için planlama yapma zorunluluğu vardır. Ordunun her zaman, belirli bir durum ortada olsa da olmasa da, hayali de olsa plan yapması bu mesleğin bir gerekliliğidir. Uygulamaya geçince yasal sorumluluk da başlamış olur. Geçmediği sürece de harp oyunu olarak kalır. Olaya böyle bakınca: Örneğin ordunun çelik kasalarında, birinci ordu baş kaldırırsa, cumhuriyeti yıkmaya kalkışırsa, üçüncü orduyu nasıl etkisiz hali getirmeliyim diye planları olmalıdır (ikinci ordu için de üçüncü ordu için de dördüncü ordu için de). Nitekim birinci ordu komutanı Orgeneral Ergin Saygun Paşa ya da bilmem ne sahil komutanı korgeneral bilmem kim, terör örgütünün (askeriyede terör olamayacağı için darbeci cuntanın üyesi olmalıdır) mensubu olarak askeri bir başkaldırmaya başlasaydı; ordunun buna çare bulması ve etkisiz kılması için bir planı olmalıydı. Eğer siz ordunun planlama dairesine girer ve ortada fol yok yumurta yokken böyle bir planı savcılarınızla ele geçirmiş olsaydınız, halka şunu söyleyebilirdiniz: Ordu birinci orduyu ya da deniz kuvvetlerini yok etmek için hazırlık yapmış. Sıradan bir vatandaşın buna inanmaması için bir neden de yok. Esasında çok kişinin tutuklanmasına ve gözaltına alınmasına neden olan Balyoz Operasyonuna esas oluşturan Balyoz Planının nasıl şekillendiğini

bir

emekli

tuğgeneral

bakın

nasıl

anlattı:

Star

Televizyonunda 28.02.2010’da saat 1400’de “Her Açıdan” adlı programda, emekli General Haldun Solmaztür (kendisi galiba aynı zamanda plan yapıcı ve istihbaratçı bir subaymış): 2000’li yılların başında Türk Ordusunun Irak’a girme olasılığı ortaya çıkınca, Trakya dahil birçok yerden askeri birliklerimizi güneye kaydırmaya başladık. Böylece,


13

özellikle İstanbul’un ABD düşmanı fanatik dincilerin ve Türkiye karşıtı bölücülerin

kışkırtmalarına

ve

eylemlerine

açık

hale

geleceğini

düşünerek, harp oyunu şeklinde bu kışkırtma, eylem ve kalkışmalar önleyebilmek için çeşitli senaryolar hazırlandı. Bunlardan biri de çarpıtılmış şekliyle İstanbul’daki bu dinci kesimi önleme senaryosu olabilir. Eğer emekli tuğgeneralin anlattıkları doğruysa bunun vebalini kim yüklenebilir. Bu gerçeği bilmeyen halk karşısında Genel Kurmay Başkanı (ya da başkanlığı) çok vahim bir hata yaparak ordunun planlarını tartışmaya açtı ve aklınca savunmaya geçti. Böylece Genel Kurmay Başkanlığı çuvaldız arama işleminin olması gereken yerde değil aydınlıkta yapılmasına onay vererek tuzağa düştü. Bu didiklemenin önünü artık kimse alamaz. Ordu, Genel Kurmay Başkanının yapmış olduğu tarihi hatanın bedelini ödeyecek gibi görünüyor. Osmanlı kurulalıdan bu yana, özellikle 1923’den bu yana zaman zaman gizli zaman zaman açık devam eden Türk (bu cümleden Müslüman) düşmanlığı çuvalın başa geçirilmesi ile –anlayanlar için- gün ışığına çıkmıştır. Ama hala çuvaldız bulunamamıştır. Türk güvenlik güçleri ve aydınları, yazarları, çizerleri, çuvalla ilgilenmekte; çuvaldızı da güneş altında aramaktadır. Bizi aydınlığa götürecek, dostumuzu ve düşmanımızı anlayacak yol, çuvaldızı, olması gereken yerde aramadır. Belgeleri düzenleyip, servis yapanlar, bizi gerçeğe ve kaynağa götürecektir. Türk güvenlik güçlerinden ve yargısından bu tarihi izlemeyi yapmasını bekliyoruz. Düzenimiz ve ülkelerle ilişkimiz bu izlemeye bağlı görünüyor… Sorunun doğrudan üzerine yürüyemeyip, kenarından dolaşanlar Esas sorunun yerine yalancı sorunlar yaratanlar hain değillerse, hastadırlar…


14

Prof. Dr. Ali Demirsoy Hacettepe Üniversitesi

Ek-1 Zülfü Livaneli´nin köşe yazısı Deniz Bey, o fotoğrafı çıkarıp bakmanın zamanı geldi! Seçimler öncesi CHP’ye zarar vermemek için bildiğim birçok konuyu içime gömerek sustum, bundan sonra da bu parti ve liderine ilişkin hiçbir şey yazmayacağım. Çünkü bir faydası olacağına inanmıyorum. Ama bu konudaki son yazımda size bir tanıklığımı aktarmak zorundayım. Bunu bir borç olarak görüyorum: Deniz Bey lütfen hatırlayın: 19 Aralık 2002 tarihinde karlı bir Ankara gününün akşamında Mehmet Sevigen’in evindeydik. Ben Cumhurbaşkanı ile görüşmeden geliyordum. Abdullah Gül Başbakandı, Tayyip Erdoğan’ın ise Meclis’e girme umudu kalmamıştı. Cumhurbaşkanı Sezer bir gün önce, Tayyip Erdoğan’ın “milletvekili olmadan başbakan olma” önerisini reddetmişti. Türkiye’nin kaderi o akşam o evde değişti, çünkü siz “Tayyip Erdoğan başbakan olacak!” diye tutturdunuz. Sizi “Çok tehlikeli bir oyun bu!” diye uyaran parti dışından önemli şahsiyetlere kızdınız, “Hayır!” dediniz “İki ay dayanamaz. Göreceksiniz iki ay dayanamaz.” Sizin bu iddianıza karşılık ben ne dedim: “Erdoğan herhangi bir kişi değil, bütün tarikatların birleşerek Erbakan’ın yerine seçtiği siyasetçi; arkasında Amerika, Avrupa desteği de var. Program Türkiye’yi ılımlı İslam cumhuriyeti yapma programı. Sizin dediğiniz gibi iki ayda gitmeyecek; tam tersine, bu odada bulunan herkesin siyasi hayatını bitirecek.” İki ay dayanamaz iddianızı, “görüşleri gereği IMF ile anlaşma yapmaz, ekonomiyi zora sokar ve dayanamazlar.” tezine oturttunuz. Ama bunların hepsi bahaneydi çünkü siz iki partili rejimin işinize yaradığını anlamış ve seçim sonuçlarına sevinmiştiniz. Çünkü size ana muhalefet partisi lideri olmak ve soldaki rakiplerinizi yok etmek yetiyordu. Bu iş birliğini daha sonra da sürdürdünüz. O zaman ben sizin Tayyip Erdoğan’la seçim öncesinde Beylerbeyi’nde gizlice buluştuğunuzu ve bir anlaşma yaptığınızı bilmiyordum.

Bu

gecenin tanıkları var: Önder Sav, Eşref Erdem, Mehmet Sevigen, Bülent Tanla, Yaşar Nuri Öztürk. Belki bazıları sizden korkar ve tanıklık etmez ama bir kısmı da bu sözlerin doğru olduğunu açıklar. Yani tanıklar var. Ötekiler de söylemese bile içten içe bunun doğru olduğunu bilir. Siz de bilirsiniz. Tartışmanın sonunda dediniz ki: “Bu gece birbirimizin fotoğrafını çektik. İki ay sonra çıkarıp bakalım. Ama rötuş yapmadan. Hangimiz haklı çıkmışız?”


15 Şimdi, 2007 seçimlerinin ardından o fotoğrafı cebinizden çıkarıp bakın Deniz Bey. Meclis grubunda “Erdoğan’ı başbakan yapıyor diyorlar. Evet yapıyorum. bas bas bağırmanıza değdi mi?

Ve düşünün;

Var mı itirazı olan!” diye

Erdoğan’ la Beylerbeyi ’nde gizlice buluşmaya ve size oy veren

milyonları hiçe sayarak gizli anlaşmalar yapmanıza değdi mi? (Deniz Bey, biliyorsunuz ki bu gizli buluşmanın da tanığı var.) Başbakan olmak, elbette Erdoğan’ın demokratik hakkıdır. Ama bunun için olağanüstü çaba harcamak CHP’nin birinci görevi değildir. Üstelik dokunulmazlık kaldırılmadan. Bir milletvekilinin mazbatasını iptal ettirip, Anayasa’yı değiştirip, grubu baskı altına alıp, Siirt seçimlerini es geçip Erdoğan’ı meclise sokmak ve dokunulmazlık zırhına kavuşturmak için verdiğiniz canhıraş çabanın yüzde birini partiniz için verseydiniz sonuç bambaşka olurdu. Türkiye’nin kaderini değiştirdiniz.

Size o gün söylediğim gibi,

Deniz Bey; sözlerimde en ufak bir çarpıtma varsa çıkıp söyleyin.

“Öyle değildi. Böyle konuşmadık.” deyin. Genel Sekreterinizin ve en yakınlarınızın tanık olduğu bu konuşmayı inkâr edin. Ya da başınızı önünüze eğin ve tarihin hakkınızda vereceği yargıyı düşünün. Deniz Bey; çok ağır şeyler yazdığımın farkındayım. O akşamki tartışmaya kadar bir dostluğumuz vardı, bunları yazmak istemezdim. Ama hem duruma doğru teşhis koyamamanız, hem de aşırı derecede inatçı olma huyunuz yüzünden hepimizi tehlikeye attınız. Tayyip Erdoğan’ın yüzde 34 oyla meclisin üçte ikisini ele geçirmesinin manivelası oldunuz.

Daha önce Refah Partisi’nin belediyeleri ele

geçirmesi de sizin oyları bölmeniz sayesinde gerçekleşmişti.. Tayyip Erdoğan’ların ve yine çok yakın dostunuz olan Melih Gökçek’lerin en büyük şansı sizdiniz. CHP’nin ise en büyük şanssızlığı oldunuz. Bu ülkenin sola şiddetle ihtiyaç duyduğu bir dönemde, bütün uyarılarımıza rağmen partiyi sağa çekmekte, Kürtlerden, Alevilerden, solculardan ayırmakta ısrarlı oldunuz. Erdal İnönü, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın, Fikri Sağlar, Ercan Karakaş, Mehmet Moğultay, Seyfi Oktay, Celal Doğan ve daha birçok sosyal demokratla el ele tutuşup halkın karşısına çıkmanız gerekirken; eski MHP’lileri, eski ANAP’lıları, idamla yargılanmış sağcı militanları parti vitrinine çıkarmakta ısrar ettiniz. Size defalarca “Bir şeyin aslı varken kopyasına kimse bakmaz!” dememize rağmen, sol politikaları değil, MHP çizgisini tercih ettiniz.

Sağcıları ve sekreterinizi Meclis’e sokarken, İsmet Paşa’nın Avrupa

Konseyi’nde komisyon başkanı olma başarısını gösteren torunu Gülsün Bilgehan’ı Meclis dışında bıraktınız.

İnanın ki bunları yazarken samimi olarak üzülüyorum. Keşke haklı çıkmasaydım, keşke

sizin tahminleriniz doğrulansaydı diyorum ama durum ortada. Yazık oldu Deniz Bey, hem size, hem partinize, hem de size inanan temiz yürekli sosyal demokratlara. Artık bundan sonra istifa etseniz de bir etmeseniz de. Bad-el harab-ül Basra !

Sunuş Yazısı


16

Sevgili Kardeşlerim Son zamanlarda ülkemizde yaşanan olaylar bizim geleceğimizi tamamen değiştirecek aşamaya gelmiştir. Eğer doğru yolu izlersek bu yol bizi ışığa çıkaracaktır; eğer her zaman olduğu gibi sorunun üzerine yürümez, çevresinden dolaşırsak, bugüne kadar neler yaşadıksa, önümüzdeki günler daha ağırını yaşayacağız demektir. Bu yolu birlikte yorumlayalım…


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.