İnsan soyunun en son kazandiği duygu utanmadir

Page 1

1

İNSAN SOYUNUN EN SON KAZANDIĞI DUYGU UTANMADIR Prof. Dr. Ali Demirsoy, 11.01.2014 Evrim bilimi bize doğanın ve canlıların işletim sistemini öğretir. Ne zaman, nasıl, neden, ne için sorularının yanıtını bu yolla öğrenebiliriz. Canlıların yaklaşık 3,9 milyarlık yol haritasında bazı yapıların, işleyişlerin ve duyuların ne zaman ortaya çıktığını ve hangi yolları izlediğini öğrenebiliriz. Bu gözlemin en ilginç yönü, yolda ilk geliştirdiğimiz ya da bulduğumuz bir yapı, işleyiş ve duyuyu, yolun en sonunda; en sonunda bulduklarımızı da en önce terk etmemizdir. Bununla ilgili birkaç örneği yazının içinde vereceğiz. Eldeki bilgiler ilk oluşan ilkel bir hücreli canlılarda, dış ortam ile iç ortam arasındaki madde derişim (konsantrasyon) farkını dengede tutabilmek için ozmos düzeneğinin geliştiğini göstermektedir. Böylelikle, öncelikle suyun, daha sonra diğer anyon ve katyonların ve diğer maddelerin belirli bir dengede tutulması sağlanmıştır. Demek ki canlının ilk kazanmış olduğu fizyolojik işleyiş ozmostur. Bu nedenle, daha etkin anestetik maddeler bulunmadan yapılan ameliyatlarda (eter gibi) çok önemli evrimsel gözlemler yapılmıştır:

NARKOZ İLE EVRİMSEL GERÇEKLERİN AÇIKLANMASI Narkoz, canlıyı öldürmeden belirli duyuların uyuşturulması anlamında kullanılır. Beynin her bölgesi narkoz maddelerine farklı tepki gösterir. En tipik ve eski narkoz, eterli bayıltmadır. Bir insan bu maddeyle bayıltılırken değişik davranış evreleri gösterir. Kural olarak beynimizde en son gelişmiş merkezler ve bölgeler, daha eski olanlara göre, narkoz maddelerine ve diğer tehlikelere karşı daha dayanıksızdır. Teknik bir aygıtın geliştirilmesiyle birlikte bozulma olasılığının artması gibi. Bir narkoz seansında, ilk olarak şuur (bilinç) yitirilir. Çünkü bilinç beynin en son ve en karmaşık evrimsel aşamasıdır. Dolayısıyla narkoz maddesine en az


2

dayanıklıdır. Bilinçten sonra yitirilen ikinci duygu, korku ve kendini savunma duygusudur. Dolayısıyla bu tip bayıltmalarda bilincini yitiren hasta ilk olarak çırpınmaya, yırtınmaya ve bağırmaya başlardı. Narkozun bu evresine 'Eksitasyon Evresi' denir ve bu nedenle narkoz başlamadan önce, hasta, ellerinden ve kollarından sıkıca bağlanırdı. Hasta bilincini yitirdiği için kendi cinnetinden ve durumundan habersiz haldedir. İlk evrede büyük beyin, yani beynimizin en üst tabakası uyuşturulmuştur; dolayısıyla bilincimizi yitirmişizdir. Bunun üzerine daha alttaki beyin tabakası, yani beyin kökü "lüzum üzerine" komutayı eline almıştır. Beyin kökü, beynin eski kısımlarındandır; balıklarda ve sürüngenlerde de gelişmiştir. Büyük beyne göre daha eski ve daha az karmaşık olduğu için, karşı koyma gücü daha fazladır. Bu bölge içerisinde içgüdü ve kalıtsal tepkimelerin merkezi bulunur. Çevrenin uyarmalarına karşı otomatik olarak cevap verilmesi sağlanır. İnsanda bu içgüdü ve otomatik tepkimeler, büyük beynin süzgecinden geçtikten sonra ortaya çıkar. Kalıtsal tepkimeler bazı hallerde büyük beynin yargılaması sonucu baskı altında tutulabilir. Örneğin vücudumuzu kurtarmak için çok kızgın bir demir parçasını elimizi yitirme pahasına uzaklaştırmamız gibi. Eksitasyon evresinde büyük beynin yargılayıcı-süzücü özelliği kalktığı için, beyin kökü tamamen kalıtsal özelliklerini göstermeye başlar. Bu nedenle artan narkoz zehrinden kurtulmak için kendiliğinden çırpınma, kaçma ve bağırma hareketleri ortaya çıkar. Hasta bu hareketlerin hiçbirini bilinçli yapmaz. Doğal olarak bu durumda ameliyat yapılamazdı. Dolayısıyla anestezist narkoz maddesini vermeye devam ederdi. Eter miktarı kanda gittikçe yükselerek belirli bir düzeye ulaştığında, beyin kökü de uyuşarak içgüdü ve refleksleri durdurdu. Hasta yeniden sakinleşir ve kasları gevşerdi. Ameliyat bu evrede başlardı. Anestezi uzmanının becerisi, ameliyat boyunca hastayı daha fazla uyuşturmadan bu evrede devamlı tutmaktı. Büyük beyin ve beyin kökü bu son evrede tamamen uyuşuktur. Fakat beyin kökümüzün en eski kısmı (en alttaki kısmı) hâlâ uyuşmamıştır. Bu bölgede dolaşım sistemiyle, solunum sistemiyle, sıcaklık düzenlemeleriyle ve bazı madde dönüşümleriyle ilgili yaşamsal öneme sahip otomatik düzenleyici merkezler bulunur. Bu merkezler bireyin biyolojik olarak canlılığını sürdürmesini sağlarlar. Diğer beyin bölgelerine göre çok daha dayanıklıdırlar. Bu nedenle bir bireyi öldürmeden bayıltmak mümkündür. Bugün ameliyatlarda çok daha etkin narkoz maddeleri kullanıldığı için, eksitasyon (çırpınma) evresi hemen hemen hiç görülmez. Kullanılan ilacın terapatik (therapeutik) genişliğinin fazla olmasına dikkat edilir; yani yaşamsal merkezleri uyuşturmadan, acı ve bilinç merkezleri hızla uyuşturulabilmektedir. Narkoza göre beynin gösterdiği tepki ile yapısı arasında bir ilişki kurulursa en karmaşık ve en yeni kısmının üstte, en kaba ve en eski kısmının da altta olduğu görülür. En içte temel yaşamsal işlevleri düzenleyen merkezlerin bulunduğunu söylemiştik. Bu merkezler uzun evrimsel gelişim süreci içerisinde dış çevrenin etkisinden koparak iç çevrenin etkisi altına girmiştir.


3

En eski merkez olarak tanımlanan vücuttaki su miktarını düzenleyen ve kontrol eden merkez, böbreğin süzdüğü sıvının yoğunluğunu, dokulardaki su miktarını, ter salgılamasını ve susuzluk duygusuyla ortaya çıkan su alınmasını düzenler, denetler. Yine aynı tabakada vücut sıcaklığını düzenleyen merkez bulunur. Bu merkez sıcakkanlıların, çevrenin sıcaklık değişimlerinden etkilenmemesini sağlar ve dolayısıyla madde değişiminin sabit hızla yürütülmesi sağlanır. Bu, aynı zamanda çevrenin etkisinden büyük ölçüde kurtularak kendi başına hareket etmeyi ve bireysel bilincin (benliğin) ve abstrak düşünebilmenin ortaya çıkmasını sağlar. Bu merkeze ısı gözü de denir. Karın kısmının sıcaklığına göre düzenleyici mekanizmayı çalıştırır. Eğer fazladan ısınırsak, su içeriz ve terleme suretiyle ısı kaybını sağlarız. Burada su miktarını düzenleyen merkez ile ısı düzenleyen merkezin, diğer işlevlerde de olduğu gibi bir sıraya göre ya da eşgüdümlü olarak çalışması gereklidir. Isındığımızda yüzümüz kızarır; çünkü derideki kılcal damarlar genişletilerek vücudumuzun iç tarafındaki fazla ısının, kan aracılığıyla yüzeye taşınarak bir radyatörde olduğu gibi soğutulması sağlanır. Soğukta renk uçuklaşır ve titreme başlar. Merkez, vücudun dışındaki damarları büzerek ısının yitirilmesini önlerken bir taraftan da kas hareketlerini hızlandırarak ısının artırılmasını sağlar. Dolayısıyla ek besine gereksinmemiz olur; bu sefer de başka bir merkez “açlık duygusunu veren merkez” devreye girer. Soğukta daha çok acıkmamızın nedeni budur. Keza bu beyin katmanında, tepe gözden (ilkel omurgalıların bir kısmında görülen; bugün yaşayanlarda da kalıntısı görülün kafatasının üstündeki bir açıklıkta bulunan ışın ölçer almaç) değişerek bez özelliği kazanmış epifiz bulunur. Epifizin salgıları, bazı sinyalleri dışarıdan alsa da, çoğunluk dış ortama bağımlı olmadan, vücudun gelişmesi için zaman düzenlenmesini sağlar. Sonuncu bölgenin üzerinde de beyin kökünün üst kısmı "büyük gangliyon kökleri" ve "talamus" bulunur. Milyonlarca sinir hücresinin bir araya gelmesiyle, bir zamanlar öğrenilen işlevlerin, bir çeşit bilgisayar merkezini oluşturur. Kaba bir tanımlama ile beynin bu kısmı, geçmiş atalarımızın deneyimlerinin programlandığı ve depolandığı bir yerdir. Bu program, dış uyarılar sonucu belirli davranış şekillerinin ortaya çıkmasını sağlar. Örneğin, düşmanca bir bakış ve tavra ya da karşı eşeyden bir bireyin yaptığı kura, ilgili hormonları salgılayacak programı (daha önce hazırlanmış programı) devreye sokmakla yanıt verilir ve bu da belirli davranış şekillerinin ortaya çıkmasına neden olur. Daha önce, narkoz sırasında hastanın bilinçsiz olarak kendini savunması ve kaçma hareketinde bulunması gibi. Buna çoğunluk içgüdü denir. Geçmişte kazanılmış reflekslerin bir dizi halinde peş peşe devreye sokulmasıyla kendini gösterir. Düşünmeden –akla danışılmadan- yapılan hareketlerin (davranışların) hemen hepsi bu tiptir. Son zamanlarda yöneticilerimizin, ani olarak ortaya çıkan olaylar karşısındaki konuşma ve davranışına baktığımda, öğrenilmiş davranışlardan öte, içgüdüsel davranış şeklini görüyorum. Bilinçsiz ya da sadece reflekslerle yönetilen bir koruma içgüdüsü gibi…


4

Biz evrimsel yolda yürümeye devam edersek. Bu yolda ozmostan sonra kazanılan en önemli duyu, açlık duyusudur. Canlıların tümünde en etkin duyudur. Ölüm korkusunun bile bu duyudan yaklaşık 1,5 milyar yıl sonra ortaya çıktığı varsayılmaktadır. Bu nedenle bir insanı tehdit ederken seni öldürürüm sözünden çok daha etkili olanı seni işinden atar, çoluğunla çocuğunla aç bırakırım tehdididir. Elimizdeki bilgiler, bir insanın embriyosunun gelişmesi sırasında, organ düzeyinde fizyolojik işlev olarak iş görmeye başlayan ikinci yapı, iki damarın yan yana gelip bir nabız gibi atmaya başlayarak daha sonra kalbi meydana getirmeleridir. Yani bizde ilk iş gören organ dolaşımın pompasını sağlayan “kalp”tir. Yolun başında kazandığımız ilk organ olduğu için yolun en sonunda onu bırakırız. Bu nedenle bir insanın ölümünü ilan etmek için, kalbi durdu ve çalışmıyor diyerek kesin sonucu açıklarız. Diğer organların işlev görmesi ve devre dışı kalması, yine gelişme ve yaşam sürecinin içindeki bir sıraya ve protokole göre olur. İlk akla gelen önemli duyu organlarımızın kazanılıp, terk edilmesinde de aynı protokol işler. Örneğin tat ve koku en son, görme ondan biraz daha önce, işitme ise en erken terk edilir ya da zayıflar. Çünkü bunların ortaya çıkışında da aynı sıra söz konusudur. Tatma en eski, işitme ise en yeni fiziki duyu yapımızdır. Organ işlevi olarak en son kazandığımız yapı ise eşeysel organlarımızdır (onları ancak ergenlikte kullanmaya başlarız). Bu nedenle ilerleyen yaşlarda kural olarak en erken bırakılan organımız da eşeysel işlevlerimiz olur. Dünyadaki canlıların tümü bu evrimsel kurala bağlıdır. Hepsinde şekli farklı olsa bile mantığı aynı olan bir yapı ve işlev görülür.

İnsani duyular ortaya çıkıyor


5

Bundan 7,5 milyon yıl önce, ayağa kalkan bir canlı grubunda o güne kadar

hiçbir

canlıda

görülmeyen

duyular

belirmeye

başladı.

Sosyologların, psikologların ve antropologların insanı insan yapan değerler olarak sunduğu bu yeni duyu ağı, çoğumuzun bildiği, aramızdaki ilişkileri düzenlemeyi ve doğal koşulların egemenliğinden kısmen de olsa kurtulmamızı sağlayan değerler olarak yapımıza katıldı. Bunlardan birkaçını verelim. Merak: Neden sonuç ilişkisini araştırmaya bağlı olarak bir şeyin neden, niçin, nasıl oluştuğunu araştırmadır. Galiba kazandığımız ilk insani duyu olmalıdır. Bilimsel gelişme bu duyudan kaynaklanmıştır. Yalnız insana özgüdür. Karaborsa: Gözde bir nesneyi, fırsat bulduğunda gereksinmesinden çok biriktirip, onu, gerek duyana yüksek bir karşılıkla vermedir. Kaynak oluşturmaya

yaramıştır. Sanatın ve bilimin gelişmesine –kaynak

sağlayarak- katkısı olduğuna inanılır. Yalnız insanlarda görülür. Empati (duygudaşlık): Belki en son kazandığımız duyulardan biridir. Başkasının duyuları ile düşünebilmedir. Başkasının acısını ve sevincini içinde hissedip, onu anlayabilmedir. Sosyal yaşamı sağlamıştır. Yalnız insanlarda görülür. Utanma: Herhalde en son ortaya çıkan duyumuz olmalı. Utanma, hiçbir ceza korkusu olmadan, herhangi bir baskı nedeniyle yapılmayan, alınıp satılamadan, bir insanın iç dünyasının güzelliğini, insani değerlerini yansıtan en önemli duyudur denebilir. Yasa korkusu olmadan, baskı olmadan, bir çıkar için yapılmadığından dolayı en asil duygu olarak bilinir. Hayvanlarda utanma duyusu yoktur. Sadece insana özgüdür. Diğer duyuları eser halinde diğer canlılarda görebilmemize karşın, utanma ile ilgili hayvanlarda hiçbir duyunun oluşmadığı bilinmektedir.


6

Bu evrimsel sıralamaya göre, insan soyunda en son kazanılmış, en değerli, en saygın, olmaz ise olmaz, insanı insan yapan, her şeyin üstünde olan şey utanma duyusudur. Bu nedenle hiçbir yasal, dinsel ya da zorlayıcı bir kural göstermeden bir insanın, insani değerlerinden uzaklaşmasını, utanmaz, ar damarı çatlamış, yüzsüz, tükürsen yağmur yağıyor gibi kelimelerle tarifleriz. Bu sözlerin aslında o kişiye yasal bir yaptırımı yoktur; sadece toplum içindeki düzeyini ve o kişinin ahlak ve tıynet yapısını ortaya koymak için söylenir. Bu durumda bir kişinin en çok önem vereceği, dikkat edeceği şey, utandıracak bir şey yapmamadır. Hata düzeltilebiliyor, ancak utanmazlık düzeltilemiyor.

Pekâlâ, insan soyu utanmayı nasıl öğrendi ya da öğrendi ve yitirdi? Utanma

yasal

zapturapt

içine

alınmamış

ahlak

kuralarının

bütünüdür. Dünyanın değişik bölgelerinde belirli farklılıklar olsa bile herkesin her dönemde önem verdiği değerler olduğu açıktır. Yalancılık, hırsızlık, ahlaksızlık, rüşvet, düzenbazlık hangi din olursa olsun hangi ırk olursa olsun hangi coğrafya olursa olsun, hangi kültür olursa olsun utanç verici eylemler olarak tanımlanmıştır. Bu açıdan bakıldığında “ne güzel benim dinim, benim kültürüm, benim geleneğim ya da milletim ya da ırkım yalancılığı, dolandırıcılığı, ahlaksızlığı,

düzenbazlığı,

rüşveti

yasaklamıştır”

sözü

anlamsızlaşmaktadır. Çünkü bunları kutsayan bir din, ırk ya da kültür yoktur. O zaman iki şeye bakmamız gerekir. Bir, kişinin herhangi bir dine, ırka, kültüre, millete mensup olup olmamasına bakmadan, onun evrensel değerleri taşıyıp taşımadığına bakmalıyız. O zaman o kişi hakkında gerekli notu verebiliriz.


7

İki, bir milletin, kültürün, ırkın ve en önemlisi dinin mensuplarının bu ahlaki yapıları ne ölçüde gösterip göstermediğine bakarak, onların ırkçılıktan, kültüründen ve dininden gelen kusurları anlayabiliriz. Eğer bir kültürün ya da dinin mensupları (ırkına, coğrafyasına bakılmaksızın) her yerde ahlaken çökük durumda ise insani değerlerimizin en önemli koşullarından biri olan merak duygusu ile onu araştırmamız gerekir. İslam coğrafyasını cesaretle tarafsız gözle incelememiz gerekiyor. Artık “her şey en mükemmel de biz yanlış uyguladığımız için böyle oluyor” safsatasından kurtulmamız gerekiyor. Bin küsur yıl doğruyu bulamayan toplumların masaya yatırılma zamanı geldi. Aslında bunun için son aylarda ülkemizde yaşanan akıl almaz olaylar, bunun kibriti olabilir. Bu coğrafyanın güzide insanları! Bir yerden doğru düşünmeye başlayalım; geç kalıyoruz; yarın hiçbir şansımız olmayabilir. İlk olarak utanmaz insanları tanıyarak yola çıkmalıyız.

Laikliği hala anlamadınız ise, hiçbir zaman anlayamayacaksınız Sarhoş olarak takdim edilen Atatürk, laikliğe en çok önem verdiği için anayasamızın ilk maddelerinden biri bu oldu. Sokak satıcılığından gelen yöneticiler bunu anlayamadıkları için bunu din düşmanlığı olarak anlayıp, halka da öyle anlattılar. Bugün bu ülkenin önemli bir kısmı hala laikliği dinsizlik olarak bilir. Hâlbuki Atatürk’ün laikliği getirmesindeki en önemli amacı, dini söylemlerle başa gelen insanlar rüşvete, hırsızlığa, yalana, dolana bulaştıklarında mensup oldukları dinin ya da inanç sisteminin zarar görmesini önlemeydi. Yani dini korumak için laikliği getirmişti. Nitekim öyle de oldu; batının gazeteleri, öncelikle Fransa’nın en yüksek tirajlı gazetesi Le Mond, 2013’ün sonlarında bir sayısında, İslamiyet yolsuzluk, rüşvet, yalan, talan demektir diye başlık attı. 58 İslam ülkesinin hiç birinden “gık” çıkmadı. Çünkü hepsi yalanın, talanın,


8

rüşvetin, ahlaksızlığın bataklığı içinde debeleniyor. En az ülkemiz için bunun bir rastlantı ve münferit bir olay olduğunu düşünsek de, dini söylemlerle yola çıkmış Demokrat Parti (Menderes ve yandaşlarının), Doğru Yol Partisi (Demirel, Çiller ve çevresinin), Refah, Milli Görüş ve Selamet Partisinin (Erbakan ve çevresinin), Milli Hareket Partisinin (Türkeş’in çocuklarının

miras kavgalarından anlıyoruz),

Anavatan

Partisinin (Özal, Yılmaz ve çevrelerinin), Adalet ve Kalkınma Partisinin (Erdoğan ve çevresinin) doğru ya da yanlış (birkaçı hariç soruşturma açılmadığı için gerçeği bilemiyoruz) hepsinin az ya da çok bu suçlarla damgalanmasını basit bir rastlantı ile açıklayamıyoruz. Bizim istediğimiz çok zor bir şey değil, bugün dünyanın uygar ülkelerinde hatta dün yamyamlık yapan ülkelerde bile uygulanan erdemli davranışı

göstermeleridir.

Eğer

bir

suçlama

varsa,

yetkinizi

soruşturmanın sonunu kadar bırakır, adaletin tarafsız işlemesini sağlarsınız. Savcı taraflı ise, mahkemeleriniz var, mahkemeleriniz taraflı ise Yargıtayınız var, Yargıtayınız taraflı ise Anayasa Mahkemeniz var, Anayasa Mahkemeniz taraflı ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi var. Diyelim ki, yetkilerini yeniden düzenlediğiniz savcı ve mahkemelere, bileşimini

yeniden

oluşturduğunuz

Yüksek

Yargı

organlarına

güvenmiyorsunuz, sizinle hiçbir alışverişi olmayan Avrupa İnsan Hakları mahkemesi eminim ki sizin hakkınızı yedirmeyecek, önemli bir tazminat almanızı da sağlayacaktır. Mahkemelerce aklanmayan hiçbir insan ve makam,

temiz

sayılmaz.

Bunu,

değiştirilen

yasalarla

ya

da

yönetmeliklerle sağlamak da olanaksızdır. Dini söyleme devam etmek için önce insan önünde aklanacaksınız. Ahrette aklanmayı öne sürenler, kural olarak dini istismar eden ve bu dine en büyük zararı veren melunlardır.


9

Bütün bunların yaptığı çok büyük bir yıkım oluşuyor ki, bunun molozlarını bu ülke çok zor kaldırır. Sırasıyla: Kolluk kuvvetlerine, mahkemelere, adalete, yasalara olan güven yitirilmiştir (bizzat bu kurumları korumakla yükümlü olanların ağzından). Çalanın yanında kar kalacağına olan inanç güçlenmiştir. “Bal tutan parmağını yalar” sözcüğünün tam anlamıyla uygulamaya geçtiğine inanılmıştır. Yetkililer atını dağdan aşırır (soruşturmadan kurtulmak için yasa ve yönetmelikler çıkarılanlar), çaresizler (Silivridekiler) düz yolda yolunu şaşırır. Daha önce ara ara söylenmiş olan “demokrasi bizim için amaç değil araçtır, zamanı gelince bu trenden inilir” sözünün ne anlama geldiği, adaletin kılıcı birilerine yaklaştığında, alelacele değiştirilen ya da değiştirilmeye çalışılan yasa ve yönetmeliklerle çok net anlaşılmaya başlanmıştır. Yöneticilerimizin aklının, bir sorun ya da bir mekanizma kendilerine uzandığı ya da dokunduğu zaman, en iyi çalıştığı anlaşılmıştır. Birçok kişinin açıklamasına, uyarmasına karşın ıvır zıvır ek maddelerle süslenmiş anayasa değiştirme paketinin halka sunulduğu zaman, yöneticilerimizin HSYK ve Yüksek Yargı organlarının yapısının yeniden

tasarlanmasının

demokrasinin

temel

unsuru

olduğunu

meydanlarda bağıra bağıra halka anlatmalarından kısa bir süre sonra, adaletin mızrağı yakınlarının gırtlağına yanaşınca feryat figan etmelerinin ve çeşitli çağdışı tanımlarla ve arkasına sığındıkları güya yeniden demokrasi tarifi çarpıtmalarıyla aynı kurumları düzeltmeye kalkışmaları belli ki en son kazandığımız duyunun yitirildiğini göstermektedir. Demek ki bizi yönetenlerin aklı, boyunlarına mızrak değdiği zaman çalışmaya başlıyormuş. 17 Aralıktan önce, bu kurumlar, savcıların yetkileri, yüksek mahkemelerin bileşimi için söylediğiniz övücü sözler hala kulaklarımızda. Kişisel olarak ben bu tutarsızlıkları dinlemekten utanıyorum. Bunları söyleyenlerin, bu mantığa sahip olanların, yüzümüze baka baka yalan


10

söyleyenlerin ve bugün söylediklerini yarın inkâr edenlerin, benden farklı kimyasal bileşime, farklı moleküllerden oluşmuş yapıya ve bizi oluşturan güçlerin farklı olduğuna, en önemlisi adı bir olsa da farklı bir inanç sisteminden (siz ona din deyin) geldiğimize inanmaya başladım. Bir zamanlar savcısı olduğunu söylediği ve toz kondurmadığı mahkemelerin bu gün suçsuz insanları mahkûm ettiğini Malezya’dan bu yana dönerek söyleyen bir başbakanın etik değerlerini masaya yatırma zamanı geldi demiyorum, geçti diyorum. Bu sözler 17 Aralıktan önce söylenmeliydi. Bir başbakan, yönetiminin 11’ci yılında ben bu ülkenin kolluk güçlerine ve mahkemelerine güvenmiyorum diyorsa ve bu makamların daha önce tabii olduğu yasaları tüm itirazlara karşın değiştirmiş ve anayasal bir düzenleme de çıkarmışsa, yani bu güçleri kendi isteği doğrultusunda yeniden düzenlemişse, daha son yolsuzluk mızrağı çuvala giremeyip de çuvalı delip bu yönetimin boğazına dayanmışsa, bu yöneticilerin kalkıp bu kurumlardan şikâyet etme hakkının olduğunu düşünmüyorum. 17 Aralığa kadar birlikte iş gördüğünüz (daha doğru bir söyleyişle iş çevirdiğiniz) bu güçler, bir gecede mi satıldılar, ahlakları, namusları, doğrulukları ve bilinen tüm değerleri bir günde mi değişti ki, siz 17 Aralık soruşturmasından sonra onlarca savcıya soruşturmadan el çektirdiniz, yerlerini değiştirdiğiniz, yüzlerce kolluk amirini bulunduğu yerden uzaklaştırdınız, yetkilerini aldınız, binlerce polisin yerini değiştirdiniz? Doğrusu yüreğinde bir nebze Allah korkusu kalmış yandaşların bile buna inanacağını düşünemiyorum. Olsa olsa size bulunduğunuz yer gereği çıkar sağlamaya devam eden kesimler her koşulda destek olacaklardır. Çünkü onların dini para, ahlaki değeri de olsa olsa ayakkabı kutuları içindeki paralardır. Kasalarda ise ne bulunduğunu (belki yönetimin bir kısmı biliyordur) ben de dâhil halkımız hala merak etmeye devam ediyor. Doğrusu insanı insan yapan


11

önemli özelliklerden biri olduğunu söylediğimiz duyuya istinaden siz o kasalarda ne bulunduğunu merak etmiyor musunuz? Eğer bu kasalarda sağa sola yardım paraları saklanıyorsa, doğrusu bu halkın sırtı yere gelmez; eğer rüşvet parası ise sırtı yerden kalkmaz. Televizyonlarda gördüğümüzde tiksindiğimiz insanları hala ortalıkta konuşurken görmek doğrusu acı veriyor. Herhalde tiksintimiz artmasın diye yeni atanan savcı ve kolluk güçleri, soruşturma konusu olan ve tutuklama kararı çıkan insanları yakalamak istemiyorlar. Mantık dersinin orta eğitimden neden kaldırıldığını şimdi daha iyi anlıyorum. O zamanlar bize saçma sapan gelen bazı önermeleri bugün yaşıyoruz. Örneğin A, B’nin nedeni, B, C’nin nedeni ise, C, A’nın nedenlerinden biridir. Yöneticilerimiz kalkıp ilk olarak –alelacele- şöyle bir yönetmelik çıkardılar: Bir soruşturma yapılacağı zaman, ilk olarak soruşturma yapılacak kişiye, doğrudan ya da dolaylı olarak haber verilecek;

bu durumda soruşturulan izin verirse bu soruşturma

yürütülmeye devam edilecek. Korkarım ki bu uygulamalardan sonra batı gazetelerinde şöyle bir haber daha çıkacak: Müslüman geçinen yönetimlerde etik değerlerden öte mantıklı düşünme sorunları da bulunmaktadır. Anadolu’da bu tip insanlara söyle denir “yüzüne öküz gönü mi geçirdin”? Önemli son not: Türkiye’de uzun zamandır dini örgütlenmelerin olduğu bilinmektedir. Aydın, gerçek demokrat, dünyadan haberi olan ve özellikle Kemalist düşünceyi anlayabilmiş olanlar sürekli yönetimleri uyardılar. Her defasında dinsizlikle, dini değerlere aykırı hareket etmekle suçlandılar.

Dini

örgütlenmeleri

gösterdiler.

Yönetimlerin

demokrasinin

başındakiler,

Allah

bir

gereği

cemaatleri

ve

olarak onun

hocalarını (hoca efendimizi) başımızdan eksik etmesin diye sayla sümük ağlayarak bu halka sevdirdiler. Çünkü onların aracılığıyla toplumun


12

büyük bir kısmını güdebileceklerini, gerektiğinde blok olarak oylarını alabileceklerini biliyorlardır (tersinin de olabileceğini anlayacak kadar akıllı olmamaları nedeniyle). Bu nedenle de desteklediler, göz yumdular. Ancak İslam dini diğer semavi dinlerden farklı olarak devlet dinidir. Diğer dinlerde faiz, miras, medeni hukuk maddeleri bulunmazken, bizim dinimizde bir devleti idare edecek hukuksal düzenlemelerin önemli bir kısmı bulunmaktadır. Dolayısıyla kendini güçlü hissettiği bir zamanda devlete talip olma doğasında bulunmaktadır. İslam ülkelerine bakınız, istisnasız hemen hepsi ya dini kurallarla yönetiliyorlar ya da belirli bir dini görüşün (mezheplerin) uzantısı olarak iktidarda bulunuyorlar. Büyük Atatürk bu nedenle dünya ve din işlerini birbirinden ayırdı. Bu tehlikeyi sezinlemişti. Ancak Menderes ile başlayan din sömürüsü sağ iktidarlarca beslendi ve bu güne geldi. Başbakanımız bile, “ne istediler ise verdik, zamanımızda 9 kat büyüdüler” dedikleri bir dini cemaat doğal olarak iktidarı ele geçmek istiyor. Belli ki devletin bütün kurumlarına sızmış, kadrosunu yetiştirmiş, eğitim dünyasını başarılı bir şekilde ele geçirmiş, kendi bankasını, basın örgütünü kurmuş, iç desteğini sağlamış ve dış desteği olduğu da söylenen cemaat, ortaklığı burada noktalamış. Cemaatle gelen cemaatle gideceğe benziyor. Bu aşamadan sonra böyle bir örgütü çete olarak görmeniz komik oluyor… Hükümet yetkilileri sürekli dış ve iç destekli komplodan dem vuruyor. Bu ülkede Türkiye’ye (bu kelimeden hükümetimizin uygulamaları sonucu artık çoğu insan hoşlanmasa da) komplo kurulmuş olunmasından kuşkusu olan hiç kimse yok. Ancak hükümetimiz bu komplonun şimdi olduğunu düşünüyor, ulusalcılar ise bu komplonun 2001 yılında, hiçbir önemli sıfatı olmayan bir yöneticimizin, Beyaz Saray’a kırmızı halı üzerinde girdiğinde, bu günkü Cumhurbaşkanımızın imzaladığı iki sayfalık gizli anlaşmanın yapıldığı gün kurulduğunu düşünüyor. Türkiye


13

üzerinde bir komplo kurulduğu artık her kesimce biliniyor. Bu komplonun bir parçası olan ya da böyle bir ortağı olan bir hükümetin birden devrim niteliğinde değişikliklere kalkması pek kolay olmayacağa benziyor. Çünkü ordunun en mahrem yerlerine aracılığınızla giren, o söylediğiniz dış gücün isteklerine karşı çıkan şerefli, milliyetçi, asil subayları ağır cezalara çarptıran, köşe başlarına aracılığınızla kendi yandaşlarını yerleştiren bir güçle karşı karşıyasınız. Tabiri caiz ise devlet içinde devletle karşı karşıyasınız. Bu komplonun hiç kurulmaması gerekiyordu, kuranlara müsamaha edilmemesi gerekiyordu, bu komplonun parçası olmamak gerekiyordu, bu komploya destek sağlayan cemaatlerle kol kola gezmemek gerekiyordu. Ama, oldu. Temizlenmeli mi kesinlikle temizlenmeli, önce, din ile devlet işleri birbirinden ayrılmalı. Cemaat (ler) gerekirse kendi dünyasına döndürülmeli. Bunun, laikliği içine sindiremeyen partiler için zor olacağını biliyoruz; çünkü varlıkları bugüne kadar din sömürüsü ile şekillenmiştir; türban, cami, hac, kurban, olur olmaz yerde söylenen Allah, Billâh, Maşallah kelimelerinin toplumları uyuşturan haplara dönüşmüş olduğunu yaşadığımız son olaylarla daha iyi anlamaya başladık. İnanan bir insan yalan söyler mi, rüşvet yer mi, rüşvet yiyene göz yumar mı, yetkisini kötüye kullanır mı, günahsız insanların mahkûm edilerek sürünmesine göz yumar mı, ya da o tezgâhın içinde olur mu, hukuku, adaleti ayaklar altına alır mı? Bugünkü yöneticilerimizin tabiriyle paralel devlet ortadan kaldırılmalı (ancak alışkanlığınızı bırakamadığınız için doğuda bir başka paralel devlet hızla yeşeriyor ve yerleşiyor; onu da yakında tüm çıplaklığıyla göreceğiz). Bu bayrak altında yaşamak isteyenler, her ne kadar andımız kaldırıldı ise de ortak ülkümüz ile birlikte yaşamaya devam etmeyi arzu edenler, bu topraklarda yaşayanları Türk kimliği ile benimseyenler, bu


14

komplonun ve paralel devletin ortadan kaldırılmasını ya da etkisiz hale getirilmesini en çok arzu etmektedirler. Kuşkunuz olmasın böyle bir girişimde gerçek Atatürkçüler ve Türk ulusunun aydınlık yüzü (öbür yüzü çıkar için zaten hep yanınızda) sizinle birlikte olacaktır. Ancak sapla samanı birbirine karıştırarak, komployu, Türk tarihinin en büyük yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet gibi yüz kızartıcı suçlarla suçlanan evlatlarınız ve yakınlarınız için açılmış olan soruşturmalardan ya da yargılanmalardan bir kurtuluş yolu olarak görüyorsanız, bu millete yapacağınız en büyük kötülük bu olacaktır. Önce siyaseten değil, adalet önünde hukuken temize çıkmalısınız. Kirli elle temiz operasyon yapılamaz. Size göre sarhoş marhoş, anlayacağınızı pek düşünmüyorum; ama yine Yüce Atatürk’ü (ve Nutkunu) bir daha okuyun derim. Orada sadece Türkiye’nin değil, tüm İslam coğrafyasının kurtuluşunu, nasıl saygınlığa kavuşacağını, insan olmanın yolunu ve erdemini öğrenebileceksiniz.

Değerli Kardeşim Günlük çarpıklıkları gündeme getirme gına getirdi. Bu yazıda istedim ki, duyularımızın evrimi ile bir giriş yapıp, daha sonra bu süreci gündeme kadar uzatarak, “Utanma” duyusunun ne zaman ortaya çıktığını, insanı insan yapan değer olarak ne anlama geldiğini anlatayım. Bunun için en güzel

örnekleri

umuyorum. Saygılarımla

son

günlerde

yaşıyoruz.

Keyifle

okuyacağınızı


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.