Analitik düşünme

Page 1

1

Analitik Düşünce Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi Magna Carta1 ile başlayıp, Fransız Devrimi 2 ile geliştirilen ve zamanımızda

da

yaygınlaştırılan

demokrasi,

özgürlük

ve

laiklik

kavramları ile insan soyunun tarihinde, ilk defa bir insanın diğer insan üzerindeki yasal tahakkümü (baskısı) kaldırılıyor ve bir insanın yasal haklarının kısıtlanması, bir zümreden ya da kişiden alınarak toplumun ortak

yönetimi

olan

devletle

veriliyordu.

İnsan,

insan

oluyor,

özgürleşiyordu. Hâlbuki Magna Carta ve Fransız Devrimi’nden önce de insanlık tarihinin en önemli unsuru, yani dinler mevcuttu. Akşam sabah kalkıp, insan sevgisinin, adalettin, hakkın, hukukun kaynağı olarak gösterdiğini söylediğimiz dinler ve bu dinlerin Tanrı tarafından insanlara armağanı olarak sunulduğunu söylediği kutsal kitaplar ne diyor? Tevrat’a bakıyorsunuz, köleliği neredeyse toplumun bir değeri olarak gösteriyor; İncil’e bakıyorsunuz kölelik var; Kuran’a bakıyorsunuz kölelikle ilgili ayetler var. İnsan, Tanrıdan daha insaflı ya da daha ileri görüşlü mü ki, kutsal kitaplarda değil de insanın kitaplarında ilk defa özgürlüğü tattık? Ancak, dogmatiklerin her zaman savunacakları bir ifade şekli vardır. Toplumların ayağına pranga olan tarz da bu ifade şeklidir. Böyle bir çıkmaz karşısında söze: Amma diye başlarlar. Amma, sözcüğü, laçkalığın, bilim dışılığın, gerçekleri gizlemenin ve anti analitik düşüncenin giriş ifadesidir. Arkasından gelen sözcükler zaten olayı ve düşünceyi sulandırmak için gelen sözlerdir. Çoğunluk, o dönemde öyleydi, o dönemin koşullarını düşünmek gerekir gibi bir bahane bulunur ve hiçbir çıkış yolu bulunmadığı zaman da “Takdiri İlahi” sözcükleriyle bu analitik düşüncenin bitirilmesi için nokta konur. Hiç kimse kalkıp


2

diyemiyor ki, zavallı bir insanın gördüklerini Yüce Tanrı yıllar önce göremedi mi? Bunca kuluna –hiç suçu yokken- işkence çektirdi. Özünde bu itikada sıkı sıkıya bağlı olan toplumlar, bilinçaltında hala biat yerine göre kölelik kültürünü sürdürmektedir. Köleliğin en çok kutsandığı din Museviliktir ve onun kutsal kitabı Tevrat’tır. Yahudiler, genetik olarak aynı insan ırklarından gelmezler. Esas Yahudiler Sudan kökenlidir ve sayıları çok azdır. Dünyadaki diğer Yahudiler farklı ırklardandır ve büyük bir kısmının da Türk kökenli olma olasılığı vardır. Her ırktan Musevi olan vardır. Ancak, dikkat edin, dünyada birbirine en sıkı şekilde (politik ve çıkar açısından) bağlı olan topluluk Musevilerdir. Şöyle bir yargıya sosyal olaylarla ilgilenen herkesin katılacağı açıktır: Dünya’da en iyi eğitilmiş cemaat Musevilerdir. Çoğu birkaç dil bilir; birkaç üniversite bitirir ve çoğu bulunduğu kurumda en yetkili görevi yürütür. Bugün dünyanın hiçbir milleti Musevi Cemaati kadar iyi eğitilmiş değildir. Böyle bir topluluğun dünyanın en insancıl, en değerli topluluğu olması beklenir. Üstelik 2.500 yıllık sürgün ve cefa çekme serüvenleri olan; ilk olarak İngiltere’den, sonra Fransa’dan ve daha sonra da İspanya’dan kovulan ve 1940’lı yıllarda da 6 milyon insanını gaz fırınlarında yitiren bir cemaatin, empati (duygudaşlık)yi ve insan sevgisini en çok geliştirmesi beklenir. Öyle mi? Bu kadar iyi eğitilmiş ve bu denli cefa çekmiş bir cemaatin

(milletin

diyemiyorum;

çünkü

aynı

genetik

soydan

gelmemişlerdir; birbirlerine inançları ile bağlanmışlardır) para kazanmak için her yolu mubah saymasını, geleceğini garantiye almak için çoluk çocuk demeden herkesi en acımasız silahları kullanarak öldürmesini neye bağlayacaksınız? Belli ki bir eksiklik ya da yanlış giden bir şey var. Dogmanızdan arınarak bu eksikliği analiz etmeye var mısınız? Kendinize güvenemiyorsanız, benim kemikleşmiş bir inancım var, onu yitirmek istemiyorum derseniz, okumayı burada kesiniz ve “Köle İzora” dizisini


3

izlemeye kaldığınız yerden devam ediniz. İlk olarak çevreyi değil, kendinizi tanımak için dogmalarınızın üzerindeki yorganı kaldırmaya ne dersiniz? Belli ki bir şeyler çarpık gidiyor; nedenini öğrenmek istiyor musunuz? Bunun için günlük yaşamımızdan bir kesit verdikten sonra, yıllarca süren ve son yılda da en kanlı olaylara tanık olan Filistin (Hamas)-İsrail çatışmasını dogma penceresinden bakarak analitik bir incelemeye ne dersiniz? Bakalım! İlk olarak günlük yaşamımızdan bir kesit.

Benimki ile ötekini birbirine karıştırma Anadolu insanı bir şeyi çok iyi öğrendi bir şeyi de hiç öğrenemedi. Kendi tapusundaki ya da elindeki malına sahip çıkmayı, korumayı çok iyi öğrendi. Ancak dolaylı olarak ortak olduğu malları korumayı hiç öğrenemedi. Örneğin, evinde halısının üzerine bir çöp bırakıldığında dünyayı ayağa kaldıranlar, birkaç adım ötede sokakta çekirdeği çıtlayıp kabuğunu yollara dökmeyi ya da çocuk bezini arabasının camından asfaltın ortasına fırlatmayı fütursuzca yapabilmektedir. Ancak temiz ve düzenli bir ortamda temiz ve düzenli adam yetiştirirsiniz. Bir yere bir duvar örülüyor, aradan 24 saat geçmeden, ya bir partinin ya da parti başkanının ya o anda yönetimde olan birini ya bir sevgilinin en çok da bir futbol takımının adının akan boyalarla çirkin bir şekilde yazıldığını görüyorsunuz. Kamuya açık olup da duvarına (üniversiteler de dâhil) slogan ya da benzer şeyler yazılmamış bir yer göremiyorsunuz.

Bu,

her

şeyden

önce

insana,

vatandaşına,

mahallelisine ve hatta kendine saygısızlıktır. Bu satırların yazarı bile, çocukluğunda, arkadaşları ile telgraf direklerindeki fincanları kırma ve yeni dikilen trafik işaretlerini tahrip


4

etmek için toplu tahribatlara katılmıştır. Niye? Tapusu benim olmayan benim olmadığına inandırıldığımız için… Toplum, kendisinin değil de başkasının tapusunda olan bir malın üzerinde, dolaylı da olsa 70 milyonda bir hak sahibi olduğunun bilincinde değil. Ülkemizdeki tüm varlıklar şu ya da bu şekilde yasal olarak birilerinin üzerinde görülse de, geniş zaman dilimi içerisinde ona bu ülkenin nüfusu oranında ortak olduğunun bilincinde değildir. Böyle bir varlığın getirisinden er ya da geç kendisinin de yararlanacağının farkında değildir. Ancak dinde paylaşılacak bir mal olmadığı zaman insanlar bir araya geliyor; topyekûn hareket ediyor. Ancak, dini çıkar için kullanma başlayınca o zaman senin-benim malım (oyum ya da yolunacak kazım misali) bölünmeler ortaya çıkıyor; mezhepler doğuyor. Ne yazı ki, geleneğimiz ve öğreti biçimimiz, sadece “benim olanları koruma” bilincini aşılamıştır. Niye? Çünkü analitik düşünceye geçememiştir de ondan…

Geleceğimizi etkileyecek gelişme: Filistin’deki kavgaya taraf olma İsrail 2009’un başında Gazze’ye saldırdı ve yakın tarihimizin en acımasız katliamını yaptı. Çoluk çocuk, kadın, yaşlı demeden bomba yağdırdı; bu zavallı insanlara yardım edilmesini büyük ölçüde önledi. Hiçbir ülkenin parlamentosundan ve Birleşmiş Milletlerin Güvenlik Konseyinden tek bir kınama bile çıkmadı. Çoğu Müslüman olan onlarca milyon insan sokaklara döküldü, İsrail Bayrağını ve Başbakanları Olmert’in fotoğraflarını yaktı; İsrail elçiliklerine ve konsolosluklarına saldırdılar. Birkaç milyonluk İsrail hiç oralı olmadı, ne istediyse onu yaptı; 300 milyonluk Arapları ve 1.5 milyar Müslümanı karşısına alarak, herkesin gözünün içine baka baka katliamını yaptı. Kendisi için terörist olanları öldürmesini diyelim ki anladı; çoluk çocuk,


5

kadın ve yaşlıların suçları neydi. Her şeye kadir olan yüce ve kutsal bir varlığın insani bir terimle gözü önünde böyle bir katliamı haklı olarak lanetledik; ama neden analitik bir yoruma tabii tutmadık. Yetmedi,

İsrail

Gazze’ye

ambargosunu

sürdürdü.

Bırakalım

olmazsa da olur niteliğindeki malları, en yaşamsal öneme sahip malzemelerin girişine bile ambargo uyguladı. Bu ambargoya Arap dünyasının en güçlü ve saygın ülkesi olan Mısır tüm etkinliğiyle ve kararlığıyla katıldı (06.06.2010 tarihinde itibaren ne kadar süreceği bilinmeyen zaman dilimi için kamuoyundan gelen baskı nedeniyle gevşetmesini bir yana bırakırsak). Gazze’nin nefes alabileceği tek kapıyı (Refah Kapısını) sonuna kadar kapattı. Haziran 2010’un ilk haftasında belli ki Türkiye’nin başını çektiği, ismi cismi çok iyi bilinmeyen (Hamas ile ilişkili olduğu varsayılan dinci bir örgüt olduğu çoğu çevrelerce bilinen) ve uluslar arası kuruluşlar tarafından niyetleri ve statüleri onaylanmamış bazı yardım kuruluşlarının organizasyonu ile bir yardım konvoyu Gazze’ye hareket etti. Gemilerde önceden kimliği İsrail’e verilmemiş, vize almamış, kim oldukları bilinmeyen 600 kadar insanın olduğu bildiriliyor. İsrail, bu gemilerin izinsiz olarak gireme durumunda askeri müdahalede bulunacağını açık açık deklere ediyor ve sonuçta bir anlamda amiral gemisi kimliği taşıyan ve son çıkışını Türk limanından yapan (buna rağmen gemideki kişilerin sayısı ve niteliği uzun zaman karanlıkta kalması yadırganan) Mavi Marmaris gemisine hücum ederek birkaç on sayıda insanı öldürüyor ve onun iki katı kadar insanı da yaralıyor. Özünde bu gemi Komodor adalarına kayıtlı olmasını karşın Türk gemisi (çünkü saldırı olduğunda Türk bayrağı çekilmiş durumda, yani Türk yasalarının geçerli olduğu bir konumda), son çıkış noktası Türkiye, içindekilerin çok önemli bir kısmı yabancı ülke uyruğuna geçmiş olsa bile Türk ve Müslüman kökenli ve en


6

önemlisi açıkça olmasa bile böyle bir hareketin patronu ve destekleyicisi şu andaki Türk Hükümeti. Saldırılan gemide devletin resmi yayın organı olan TRT’nin çok sayıda elamanının bulunması bile, bu organizasyonun ardında Türk Devletinin hami olarak bulunduğunu çağrıştırmaktadır. Yani yapılan saldırı Türk milletine yapılmış bir saldırı niteliği taşıyor. Ne gariptir ki, ölenler (Müslüman olan da olmayan da) fetva verme yetkisi olmayan Başbakanımız tarafından Cihad ve Gaza yapmıştır gerekçeleri ile gazi ve şehit ilan ediliyor. Cihad, dini yayma için yapılan seferlere verilen ad olduğu için, o zaman bu yardım konvoyunun amacı yardım olmaktan, bizzat başbakanımız tarafından çıkarılıp cihad (yani dini savaş) niteliğini büründürülüyor ve Müslüman olmayan ülkelerden de yardım bekleniyor. Bu oyuna ancak bizim fanatikler kanar. Müslüman olmayan ülkelerin bu tuzağa düşecek kadar aptal olduklarını zannetmiyorum. İsrail’in uyarısına karşın, Komodor bandırasına kayıtlı olmasına karşın, açık denizlerde ait olduğu bandıranın bayrağını çekmesi gerekirken, benim onayım olmadan Türk bayrağı çekerek, provakasyona zemin hazırlayan ve bunca adamı bir anlamda cepheye sürüp ölümlerine ve yaralanmalarına neden olan sözüm ona yardım kuruluşları ilk olarak yargı sandalyelerine oturtulmalı. Güvenlik kuvvetlerinin haricinde hiç kimse –özellikle oy toplayacağım diye- birilerini cepheye sürme hakkına sahip değildir. Mülakatlar sırasında İsrail’in kendini mazur göstermek için kullanabileceği sözler de söyleniyor: Çocuğuyla harekete katılan bir bayan İsrail askerlerini görünce gaz ve oksijen maskelerimizi taktık (insan merak ediyor yardım gemisinde gaz maskeleri ne arıyor diye); hareketin lideri ise sefere çıkmadan önce gazamız mübarek olsun (sanki savaşa giriyorlarmış ya da girmişler gibi) diyor ve İsrailliler gemiye çıkınca onlarla savaştık, 10 İsrail komandosunun silahını alıp, denize attık gibi askeri hareketi çağrıştıran laflar ediliyor. Herhalde bir


7

telefon görüşmesinden dolayı önemli yerlerde bulunan insanların peşine düşen Türk Adaleti, bu ölümlü olaya suskun kalmayacaktır. Alışılagelen hamasi nutuk ve kabadayı söylemlerinin yanı sıra, yine alışılagelen, parmak ve el kol işaretli mitingler ve bayrak yakmalarla “güya” bu zorbalık kınanıyor. Tehditlerin bini bir paraya gidiyor. Türkiye cumhuriyet tarihinin en ağır darbesini yemek zorunda kalıyor. Müslüman ülkeler önemli hiçbir adım atmıyor; sadece sokakta başıboş gezenlerin başbakanımıza dizdikleri övgüler ekranlara yansıyor. Türkiye’deki fanatik dinciler bitti, şimdi Araplara oynamaya çalışılıyor. Irak, Afganistan, Sudan, Çeçenistan’daki zulmü kınamak yürek ister. Kanı yerde kalmayacak sözü yalama edildiği için kimse artık bu söylemleri ciddiye almıyor. Her gün şehit gömen bir ülkenin tehdidini kimse ciddiye almayacaktır. Bu gidişle, Türkiye içte ve dıştaki ölülerinin törenlerine bakanlar düzeyinde katılmanın zor olduğunu anlayarak, belki “Baş Sağlığı Dileme Bakanlığı” diye yeni bir bakanlık kurarak daha etkin bir yara sarma politikası uygulayabilir. Analitik düşünce, akılla, beceriyle, binlerce namenin içinde doğruyu bulabilmenin adıdır. Bir buçuk milyon Müslüman, bilmem ne milletinin bireyleri, Türk milletinin büyük bir kısmı bağırsa ve telin etse bile, bu doğruyu buluyorsunuz, doğru yoldasınız anlamına gelmez. Dünyanın güneşin çevresinde dönüp dönmediğini sorgulayan bir ankette halkın %99’u dönmüyor derse, bu, doğruyu bulduk anlamına gelmez ve gerçeği değiştirmez. Nitekim Galileo Galilei de fikrini açıkladığında sadece ona 3 kişi inanmıştı. Devletlerin politikasında alınacak kararlar özellikle duygusal düşünmeye alıştırılmış halkın bağrışmaları ile olursa, başınız dertten kurtulmaz. Bu devletin dünyanın her tarafında bilinen saygın bir yardım kurumu var: KIZILAY. Eğer Türkiye ve hükümet yardım edecekse bu


8

kurum aracılığıyla bu yardımı sorunsuz gerçekleştirebilirdi. Diğer ülkelerin de yardım kuruluşları var. Ancak bildiğimiz kadarıyla Türkiye’nin dışında hiçbir ülke böyle herhangi bir yardım kuruluşuna destek vermemiş. Hükümetin her şeyi bırakıp da –hakkında çok değişik şaibeler olduğu söylenen- bir yardım kuruluşunun hamiliğine soyunması, Deniz Feneri gibi sicili bozuk bir diğer yardım kuruluşu ile olan ilişkilerinden dolayı zaten sicili bozuk bir hükümetin niyetinin dikkatli bir şekilde analiz edilmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Bu analizi ellerinde çeşit çeşit bayrak taşıyarak ortalıkta dolaşan, çeşitli beklentileri ve çıkarları olan, her şeyi oy avcılığına bağlamış, içte başka dışta başka davranan, sinsi emelleri olan insanlar değil, cumhuriyetin nasıl kurulduğunu ve nasıl korunması gerekeceğini bilen insanların yapması; yapmayla kalmayıp açık açık dile getirmesi gerekir. İyi bir devlet adamı ya da başarılı bir yönetici analitik düşünen insanları çevresine toplayan, onlardan fikir alan ve bu kadar vaveylanın içinde doğruyu ayırt ederek ona kulak veren insandır. Bu yazı da bu amaçla kaleme alınmıştır. Eski berbere tıraş olmak isteyenlere, halk nerede toplanırsa doğru oradadır, bir ülkenin yönlendirilmesinde adamın niteliği değil sayısı önemlidir diyenlere söyleyecek bir şey yok… İsterseniz gelin –geleceğinizi ve geçmişinizi de anlayabilmek içinsizinle analitik bir yorumlamaya girelim:

Bilinen gözlemler: 1. Kutsal

kitabımız

Kur’an’ın

Maide

süresinde,

“Yahudilerle

ve

Hıristiyanlarla dost olmayın” diye çok açık bir ayet vardır. Demek ki Allah, Müslümanlara daha çok değer veriyor.


9

2. Allah mazlumun yanındadır, zalimin karşısındadır diye birçok yerde vurgu vardır. 3. Bir besmele, tekbir, kelime-i şahadet getirme ve dini vecibeleri eksiksiz yapma Allahın ihsanını ve korumasını sağlar. Bu nedenle 100 milyonlarca Müslüman, Gazze katliamını lanetlemek ve önlemek için, Allahın vaat ettiği himayeyi sağlamak için, dini duaları en kalpten seslendirerek sokaklara döküldüler. 4. Hiçbir yerden yardım gelmedi; hatta kendi dindaşlarından bile ve binlerce insan “Allahım Allahım” yakarışları ile en kötü şekilde fosfor bombaları ile çocukları kucaklarında öldüler. Mavi Marmaris gemisi delik deşik edildi. Kana bulandı. 5. Hamas, kurulacak devletin şeriat devleti olacağını deklere etmiş durumda. Yani, Hamas, Allahın buyurduğu düzende bir devlet kurmak istiyor.

Bu,

Kuran’ın

uygulanabileceği

en

önemli

girişim

olarak

değerlendiriliyor. 6. Hamas, Müslüman dininin en doğru şekli olduğuna inanılan (Türkiye’nin de büyük bir kısmı bu fikirde) Sünni inanca sahip olduğunu beyan etmiş durumda. 7. Hamas, Allahın kılıcı olduğunu ve Müslüman (Sünni) inancı dünyaya egemen kılacağını beyan etmiş durumda. 8. Kuran’daki ve dini söylemdeki “Dünyadaki Müslümanlar kardeştir” ibaresine karşın, Arapların ve Müslümanların en önemli lideri Mısır bile Gazze’ye aynı katılıkta yıllarca ambargo uyguluyor. 9. Yardım gemileri olarak tanıtılan gemilere yapılan hukuk dışı saldırılar hiçbir Müslüman ülke tarafından ciddi ve sonuç doğuracak şekilde kınanmıyor; ya da caydırıcı olabilecek önemlere başvurulmuyor.


10

10. Yaptığı hukuka aykırı, insanlık dışı olsa bile, İsrail, dediğini yapan bir ülke olarak hafızalara kazınıyor ve ciddi bir ülke olma kimliğini sürdürüyor. 11. Yaklaşık bir buçuk milyon Müslüman, Türkiye’nin hükümet yetkililerinin söylemleri ile yapacakları uygulamaların arasındaki ciddiyeti beklemeye koyuluyor. Her zamanki hayal kırıklığını bir daha yaşamak istemiyorlar. 12. Duygusallıktan uzak, bilimsel verilere göre düşünce beyan eden dünyanın saygın strateji kurumları, askeri işbirliğine önemli destek sağladığı söylenen, Türk devletinin istihbaratının bir kısmını sağlayan, borç batağında kıvranan ekonomisine destek sağlayan uluslar arası finans çevresindeki 500 önemli kuruluşun 300’nü elinde bulunduran, Türkiye’nin –yine yönetimimizin hataları nedeniyle- korkulu rüyası haline dönüştürülen

Ermeni

sözde

soykırımının

Amerika

meclislerinden

geçmesini, geçerse de önlenmesini sağlayan Yahudi Lobisini ve İsrail’in koruyucusu Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere başta olmak üzere önemli batı ülkelerini nasıl karşısına alacağını merak ediyorlar. Türkiye tarım ülkesi olmaya devam ediyor. Tohum ihtiyacının %60’nı (yıllık bir milyar dolar) İsrail, geri kalanını Amerika Birleşik Devletleri ve Hollanda sağlıyor. Türkiye bu tohumlarla halkının karnını doyurduktan sonra yaklaşık 2010 yılı itibariyle 1,5 milyar dolarlık da bu tohumlara dayalı ihracat yapıyor. Tohum ıslahı zaman (bazen onlarca yıl) ister, bilgi ister, sabır ister. Bugün başlasanız, sonuçlarını birkaç on yılda alırsınız. Kaldı ki horozlanan hükümetimiz, 2009 yılında yerli tohumların ekilmesi hatta şu ya da bu şekilde kullanılmasını yasaklayan yasa da çıkarmış bulunmaktadır. Buna bir biyolog olarak “İsrail’in çıkarlarını koruma yasası” adını vermiş bulunuyorum. Bilinenlerin bir kısmı bunlar. Ancak, İsrail ve Türkiye arasında kamuya açıklanmamış birçok yasanın (özellikle güvenlik

açısından)

bulunduğu

da

birçok

çevre

tarafından

dile


11

getirilmektedir. Kasımpaşa’da geçerli olan söylemlerin dünya politikasına nasıl uygulanacağını herkes merakla bekliyor.

Analitik yaklaşımla çıkarılabilecek yorumlar. 1. Tanrı, Kur’andaki amir ayetine rağmen, Müslümanları sevmiyor. 2. Tanrı, Müslümanların yakarışlarına kulaklarını tıkıyor 3. Tanrı, bana dua edin, tekbir getirin, kelimei şaadet getirin demesine karşın, bu sözcükleri duymazlıktan geliyor 4. Tanrı duymuyor 5. Tanrıya yapılan dua ve saygının, dünyadaki durumumuza hiçbir katkısı olmuyor 6. Tanrı dünya işlerine hiçbir suretle karışmıyor. Onları kendi kaderine terk etmiş durumda; bu nedenle Tanrıya yakarışın bu dünyadaki işlere hiçbir yararı olmuyor. Bugüne kadar dua et ki işlerin iyi gide öğretisi tümüyle yanıltmaya yönelik oluyor 7. Tanrının Müslümanları itibarlı müminler olarak gösteren ayetlerin ve hadislerin bu durumda geçerliliği olmuyor. 8. Dini kitaplarda yazılı olanların hiç biri Tanrısal bir buyruğu taşımıyor; çünkü sonucu görülmüyor. 9. Tanrının en muteber müminleri Musevilerdir; en acımasız katliamlarına bile göz yumuyor. 10. Tanrı diye bir şey olmadığı için, bu yakarışların hiçbir etkisi olmuyor. 11. Din işlerini ön plana alanların ve mucizeye inanların sonu felaketle sonlanıyor.


12

12. Tanrı şu dinden bu dinden diye insanları ayırmıyor; bilimi kim yanına almış ise, Tanrı’da onun yanında yer alıyor. Bakın 6 geminin de telsizleri, içindekilerin cep telefonları, uydu haberleşmeleri bir iki dakika içinde denizin ortasında bloke edildi. Koca Türkiye, gemilerine ve bu 600 kişiden hiç birine bağlanamadı. Eğer analitik bir kafa yapınız varsa, yukarıdaki şıkları bir bir gözden geçirin, her şıkkın doğru olma olasılığı var; yok diyorsanız –hayal kurmadan- kendi şıkkınızı ekleyin. Belki merak etmiş olabilirsiniz. Niye bu konuyu dini uygulama ve öğelerle birleştiriyor diye. Çünkü dogmaya saplanmışlar, eğitimi, statüsü, mevkisi, ırkı, dini, mezhebi ne olursa olsun analitik düşünemiyor da onun için (İsrail’in kurtulamamasının nedeni de budur).

Analitik düşüncede söylenenler ve düşünülenler yapılır; hayal ve duygusallık yoktur Gazze’deki insanların durumu içler acısıdır. Yapılanların onaylanacak bir tarafı yoktur. Ancak analitik düşünmeye devam edersek. Şöyle bir senaryoyu da kurgulamamız gerekebilir. Diyelim ki bizim sürekli aleyhimizde olan, hatta uluslar arası bir toplantıda cumhurbaşkanımızı azarlamış bir başbakanı olan bir ülkenin desteğinde, dünya kamuoyunca çok da itibar görmemiş hatta bazı şaibeli işlere karıştığı söylenen bazı yardım kuruluşlarının aracılığıyla, içinde insani yardım malzemesi olduğu söylenen 6 gemi, bizim uyarılarımıza karşın, İzmir ya da İskenderun limanına yanaşarak bu yardım malzemesini hiçbir denetime sokmadan, gemilerdeki 600 kadar kişiyle birlikte, uzun yıllardır silahlı mücadele yapan bir gruba ulaştıracağı söyleniyor. Böyle bir durumda Türkiye nasıl davranacaktı? Nasıl davranmalıdır? Dinimizde bile kendine yapılmasını


13

istemediğin şeyi başkasından isteme diye bir meal vardır. Bu nedenle Amerika Birleşik Devletlerinin, dışişleri bakanımızın bütün çapalarına karşın, “bu yardım İsrail Devleti aracılığıyla olması ve gereken yollarla yapılmalıdır; terörle boğuşan bir ülkenin yapacağı başka bir yol yoktur” şeklindeki açıklaması duygusallıkla gerçekleri birbirinden ayırmanın yolunu göstermektedir. Kaldı ki Türkiye bunları en acı şekilde yaşayan bir ülkedir. Ülkemizdeki hava alanlarından kalkan stratejik ortaklarımıza ait uçaklar, yardım malzemesi götürüyoruz diyerek dağdaki teröristlere silah attıkları birçok yerde yazıldı, görüntülendi. Siz düştüğünüz bataklığın ve gafletin farkına varamamış olabilirsiniz; ancak başka bir ülkenin ciddi bir devlet anlayışı göstererek, geleceği için, olası tehlikeyi önceden gidermesini de görmemezlikten gelemezsiniz. Kaldı ki, önceden uyarısını yapmış, askeri müdahale edeceğini beyan etmiş bir devleti suçlamadan önce, hiçbir önlem almadan –bile bile- vatandaşlarını tehlikeye süren bir hükümetin önce kendisini yargılaması gerekir. Hayranlık duyduğunuz batı dünyası hatta dünyadaki ülkelerin hemen tümü devletlerini korumak için her şeyi yapabilecek düşüncede olduklarını; bunun için insan haklarını bile göz ardı ettiklerini öğrenmiş olmamız gerekir (batının en saygın ülkelerinin Irak’taki ve Afganistan’daki yıllar süren mezalimini niye görmemezlikten geliyorsunuz). Amerika, bırakın yanaşan gemiyi, olabilecek tehlikeyi 10.000

kilometre

uzaktan

algıladığını

söyleyerek

halka

bomba

yağdırırken, silahlanıyor yalanı ile Irak yöneticilerin darağacına çekerken, silahlanacak diye İran’a müdahale planlarını açıklarken neredeydiniz? Analitik düşünce bunu gerektirir. Eğer böyle bir alışkanlık edinmemiş iseniz, bu gafların biri biter öbürsü başlar… Cezasını da halkınız çeker… Kaldı ki dünyada Birleşmiş Milletler kararı ile kurulmuş tek ülke İsrail devletidir. Diğer ülkeler kurulduktan sonra Birleşmiş Milletlere üye olmak


14

için başvurmuşlardır. Birleşmiş Milletler kararı ile güvenliği karar altını alınmış tik ülke yine İsrail’dir Bu karar “İsrail Devleti’nin güvenliği her koşulda sağlanacaktır” şeklindedir. Bu da dolaylı olarak İsrail’e 12 mil değil dünyanın her yerinde güvenlik gerekçesiyle operasyon yapma hakkını vermiştir. Bu nenle Arjantin’de, Sudan’da, Irak’ta operasyon yapmıştır ve hiçbir kınama uyarısı da almamıştır. Birleşmiş Milletler (başkanlık açıklaması da aynı yönde olmasına karşın) 2010 tarihi itibariyle İsrail’i kınamak için yapılan 117 başvurunun hiçbirini karara bağlayamamıştır. İsrail, bu güne kadar Birleşmiş Milletlerden hiçbir kınama kararı almamıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu’nun iki asıl üyesi Birleşik Amerika ve İngiltere, İsrail’in gerçek stratejik ortağıdır (bizimki uyduruğudur) ve hiçbir koşulda, haksız olsalar bile bu ülkeler tarafından yalnız bırakılamazlar. Hükümetimizin uluslar arası kuruluşlara kınama için başvurusu “göreceksiniz” her zamanki gibi akim kalacaktır. Türkiye önlemler alacağını, hesabını soracaklarını meydanlarda bağırarak siyaset yapmaktadır. Analitik düşünmeyi öğrenmişlere bunlar sivrisinek vızıltısı gelir. İsrail’in 1000’e yakın atom bombasına sahip olduğu bilinmektedir. Kullanmaktan çekinmeyeceği de açıktır. Türkiye’nin önemli bir silah gereksinimini İsrail sağlamaktadır. Ortalıkta, son zamanlarda izlerini silmeye çalıştığımız Yüce Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” sloganı ile bütün bunlara yanaşmak da gerçekçi değildir. Atatürk, bütün bunların güçle ve edinilmiş kuvvetlerle olacağını biliyordu. Bu nedenle bu sloganı söylerken, Kırıkkale Silah Fabrikalarını, Kayseri Uçak Fabrikasının da temelini atıyordu. Çünkü bu sloganı ancak kendinde mevcut olan güçle sağlayabileceğini biliyordu. Bu hamasi nutukları ancak başında serpuşlarla ortalıkta dolaşanlar yutar. Dünyanın gerçek stratejik dört ülkesi (Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Avustralya ve İsrail) askeri bir operasyonun kaderini çizer. İngiltere haklı


15

nedenlere dayalı olsa bile horozlanan koskoca Arjantin’i 8.000 km uzaktan bir iki gün içerisinde tümüyle çökertti. Bu desteği kim sağladı Amerika… Efelenmekle bu işler olmuyor. Geçmişte, Araplar ve Afrikalılar için Peygamberlerden sonra en büyük insan olarak bilinen Abdul Nasır da İsrail’e efelenmişti. Irak, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus, Fas ve Cezayir’in asker ve silah yardımıyla katıldıkları Suriye, Ürdün ve Sovyetlerin modern silahları ile donatılmış Mısır’ın bizzat 5 Haziran 1967’de başlayan bir savaşta 6 gün içinde bu üç ülkeyi tümüyle çökertti. O günün dünyanın en modern uçakları olarak bilinen 300 Mig uçağını Mısır’da hiç biri havalanmadan tümüyle tahrip etti; binlerce tankını ve içindeki askeri Sina çölüne gömdü. Kudüs’ün diğer yarısını ve Ürdün’ün bir kısmını, Suriye’nin Golan tepelerini işgal etti. Bir ülkenin askerinin ihtiyaçlarını ve istihbaratını dayandırdığı bir ülkeye sataşması kadar aptalca

bir

şey

olamaz.

Bence

ağzımızın

payını

almayalım,

Kasımpaşa’da ya da Kasımpaşa ağzıyla konuşmakla yetinelim derim… Hamas Örgütü, çok koyu Sünni bir anlayışa sahiptir ve kuracağı devletin temellerini de Sünni-Şeri kurallara göre kuracağını beyan etmiş durumdadır. Ancak, Sünni ve şeri yasalarla idare edilen Suudi Arabistan ve Mısır, bu katliama hiç tepki göstermiyor. Hatta Mısır’da Hamas lehine gösteri

yapanların

tutuklanarak

cezalandırılacağına

ilişkin

yasa

çıkarılıyor. Diğer Sünni Arap ülkelerin hiç birinden ses çıkmıyor. Hatta tam bir İsrail düşmanı olan İran bile tümüyle sessiz kalıyor. Daha da ötesi, aynı milletten aynı dinden olan, bir devletin iki parçası olan El Fetih bile İsrail’i bu nedenle kınamıyor. Bütün bu anti laik ülkeler şer-i kanunları uygulayacağını beyan eden Hamas’ı değil, laik sistemi getireceğini beyan eden El Fetih Örgütünü destekliyor. Pekâlâ, Hamas’ı destekleyen Allahın kulu bir İslam ülkesi yok mu? Var. İslam dünyasının tek laik ülkesi


16

olarak bilinen Türkiye. Acaba Müslüman ülkelerin tümünde insani değerler yitirilmiş de sadece bizde mi kalmış dersiniz? Yoksa “arkadaşını söyle ben sana kim olduğunu söyleyeyim” atasözünün tam yeri burası mı? Acaba şu anda Türk yöneticilerinin kafasında bizim bilmediğimiz özlem duyulan bir devlet yönetimi şekli mi bulunuyor? Bize batı dünyasında lobileriyle her zaman siyasi olarak destek olduğu, askeri teknoloji aktardığı söylenen İsrail’i başka hangi nedenle karşımıza almaya

cesaret

edebilirdik?

Kaldı

ki

Orta

Doğu

politikalarının

tezgâhlandığı iğrenç planın eş başkanı bizim başbakanımızmış (bu arada aklıma gelmişken söyleyeyim Yalova’nın vilayet olması iyi oldu). İsrail insanları katlediliyor teranesi ile konuşmaya girmeye çalışırsanız, gülünç olursunuz; çünkü Irak’taki milyonlarca insanın katliamına zemin hazırlayan, destek sağlayan ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. Niye parlamentonuzdan bu güne kadar bir kınama çıkaramadınız diye sorarlar. Kaldı ki bu katliama ortak olacak sonuçlar doğuracağı bilinen, Irak’a asker gönderme yasasının meclisten çıkması için çalışan bir hükümetin sicili de temiz sayılmaz. Kin ve nefretten kurtularak iyilik yapmaya çalışanlar tarihe geçen iyi insanlardır.

Ama

yine

de,

Birinci

Dünya

Savaşında

İngilizlerle,

Fransızlarla, İtalyanlarla işbirliği yaparak on binlerce askerimizin çölün kumlarına gömülmesine neden olan, Beka ve Şeria Vadisi yoluyla geriye çekilmeye çalışan askerlerimizi satan, onlarca elçimizi öldüren kanlı terör örgütü ASALA’yı A’dan Z’ye eğiten, 1980 yıllarda Beka ve Şeria Vadisinde terörist başı Abdullah Öcalan ve arkadaşlarına, sağda ve soldaki fraksiyonların hepsine Türk Devletine karşı askeri eğitim veren, koruyan, yıllarca bağrında saklayan; Kıbrıs davasında hiçbir zaman bize destek

vermeyen

Filistin

Örgütü

ve

onun

öncüleri

analitik

düşüncesizliklerinin bedelini ödemektedirler. Analitik düşünceye dayalı


17

olmadan alınan bir kararın acısı, belli ki yıllar geçse de ortaya çıkıyor. Dilerim ki Türk hükümetleri duygusal söylemlerden kaçınarak ve kararlar almaktan kaçınarak, bedelini bu millet ödetmek zorunda kalmaz… Eğitimin ve dinin insanı doğru yola soktuğuna ilişkin uygulamalarla yıllardır insanlar güdülmüştü. Al sana en eğitilmiş toplum. Al sana en dindar toplum; öyle ki yaşamlarının her evresinde, her yapılan işte dini eğilimlerin ve figürlerin eşlik ettiği bir yaşam tarzı. En eğitilmiş birini bile cumartesi günleri teknik bir cihaza el sürdüremezsiniz. En iyi eğitilmiş biri bile ağlama duvarının dibinde elinde bir kitapçık saatlerce sallanmaktan geri kalmaz. En gelişmişi bile en önemli toplantıda başına kep takar (bizim turban gibi). Hiç taviz vermez. Bu inancın doğru olup olmadığını bir an bile tartışmaya açmaz; imanı bütündür. İşte bu nedenle empati (duygudaşlık)yi geliştiremez; insanı sevemez; doğru yolu bulamaz; özgür düşünemez. Biz onlara benzemeyiz gibi bir ifadeyle kendimizi kurtarmaya çalışırsak hata yaparız. Kuran temel dünya görüşü bakımından Tevrat’ın içeriğine sahiptir. İnsana bakış tarzı aynıdır. Daha sonraki iki dinin de temelini oluşturur. Tutuculuk ve koyu iman her ikisinde de aynıdır. Taviz söz konusu değildir. Birisi 2.500 yıldan beri; diğeri 1.400 yıldan beri tartışmaya

açılmamıştır;

açılamamıştır;

dolayısı

ile

radikallikten

(köktencilikten) kurtulamamıştır. Ancak Müslümanların eğitimi yok ya da çok zayıf olduğu için tırnakları yer tutmamaktadır; bu nedenle bugün mazlum rolünü oynamaktadır. Aynı hamurdan pişen bu topluluklardan biri olan Müslümanlar da teknik olanaklara kavuşursa ve aynı iman bütünlüğü ile devam ederlerse; hiç kuşkunuz olmasın bu coğrafya tarihinde hiç görülmeyecek şekilde kana bulanacaktır. Bu didişme sadece Museviler ile Müslümanlar arasında olmayacaktır. Bu didişme bizatihi Müslümanların kendi aralarında da –en kanlı şekilde- olacaktır.


18

Dünyada ikinci bir Musevi devleti olmadığı için Museviler arasında bir bütünlük görülmektedir. İkinci bir Musevi devlet olsaydı; bu öngörümüz kanıtlanabilirdi. Dogma –karşıt bir düşman bulamadığı sürece- kendi içinde didişme demektir. Hıristiyanlık bu bağnazlığı 1.500 yıl yaşamış ve sununda kısmen de olsa inanç sistemini tartışmaya açmıştır, kısmi olarak özgürleşmiştir; ancak seçmiş olduğu ekonomik model, yani vahşi kapitalizm, bu sefer başka bir sömürü düzenini gündeme getirmiştir. Kitabında kölelik olan cemaatlerin hiç birinden insan sevgisi ve empati (duygudaşlık) bekleyemezsiniz. Bu nedenle Ortadoğu’nun işi gelecekte de çok zor görülüyor.

Analitik düşünce eksikliği bize özgü değil! Kan akıtan ve kan akıtana seyirci kalan herkesin ortak hastalığıdır İsrail-Batının Çifte Standardı 04.01.2009 tarihinde İsrail, Gazze’ye saldırdı ve birkaç hafta içinde öldürdüğü insan, çoğu kadın ve çocuk olmak üzere 1000’e, yaraladığı insan sayısı 3.000’e ulaştı; evlerini yerle bir etti; alt yapılarını tümüyle tahrip etti; çok sınırlı bir şekilde tıbbi ve insani yardıma izin verdi. Bu katliamı görenlerin açıklamaları ilginç oldu. Amerika başkanı Bush, barışın sağlanması için Hamas’a (yani ölenlere) baskı yapılması için dünya devletlerine çağrıda bulundu. AB dönem başkanı Çek Cumhuriyeti yetkilisi, İsrail’i meşru müdafaa yaptığı için kınamayacağını beyan etti. Türkiye ve İslam Ülkeleri, her gün ölenler için gıyabi cenaze namazı kıldı, İsrail bayrağı yaktı, tekbir getirdi, kelimei şahadet getirdi. Hükümetimiz ne yaptı. Bu saldırılar başlamadan 3 gün önce İsrail Başbakanı Olmert Türkiye’ye geldi, başbakanımız Tayip Erdoğan ile 5


19

saat görüştü; Türkiye’nin öneminden, dostluktan vs bahsederek ayrıldı. Üç gün sonra Gazze’ye saldırdı ve 1.5 milyon insanı perişan etti. Olmert, Tel Aviv’de bir basın toplantısında, yapacaklarını daha önce Tayip ve Mısır’a açıkladığını beyan etti. Böyle bir saldırı ön hazırlık olmadan yapılamazdı. Tayip Erdoğan Olmert’in açıklamasından önce benim kesinlikle böyle bir saldırıdan haberim yok diye beyanat verdi. Birinden biri yalan söylüyor, belli. Diyelim ki gerçekten söylemedi; bu Türkiye için gerçekten hoş bir durum değil. Çünkü başbakanımla 5 saat görüş, ona bir şey söyleme, daha sonra da dalga geçer gibi Gazze’ye saldır. Bu Türkiye’yi

hafife

alma

demektir.

Diyelim

ki

söyledi.

O

zaman

başbakanımız hemen diplomatik atağa geçerek Gazze halkını kurtarmak için elinden geleni yapmalıydı. Ne mi yaptık? Saldırı başladı, yüzlerce insan öldü. Üst düzey yöneticilerimiz köpürdüler, astılar, kestiler. Hızlarını alamadılar, batı uşağı olan çoğu Arap komşu ülkelerin yöneticilerini ziyarete gittiler; sanki saldıranlar onlarmış gibi, Anadolu özdeyişi ile “kendi kendilerine gelin güveyi oldular”. Bir de başbakanımız bu girişimleri yaparken (sonradan güvenlik nedeniyle denerek sudan bir mazeret bulundu), birkaç milyon nüfuslu İsrail, koskoca Türkiye’nin başbakanını galiba gümrük kapısında hiçbir açıklama yapmadan 40 dakika bekletmiş. Daha sonra Amerika dışişleri bakanı ya da yetkilisi “İsrail Sorunu ile ilgili” bölgedeki irili ufaklı ülkelerin hepsini arayarak fikir alış verişinde bulundu; tek danışmadığı ülke bizim ülkenin yöneticileri olmuş. Bunu da iki şekilde yorumlamak mümkün: Ya bizi ciddiye almıyorlar ya da bizim ne diyeceğimizi biliyorlar. Koca “Atatürk” Türkiye’si nelere muhatap olmaya başladın…

Prof. Dr. Ali Demirsoy


20

Hacettepe Üniversitesi

Sayın Kardeşim Hem

geçmişte

yaşadığımız

yaşadığımız

olumsuzlukların

olumsuzlukların hem

de

hem

gelecekte

günümüzde

yaşayacağımız

olumsuzlukların kökünde analitik düşünce yoksunluğu bulunmaktadır. Eğer analitik düşünme yetisini yeterince kazanamamışsanız, doğru ile yanlışı ayırma güçlüğü yaşar; çok defa da doğrularınızı yanlışlarınızın üzerine oturtursunuz. Karşınızdakini gerçek yüzüyle tanımakta başarılı olamazsınız. Hep hata yapar, sonunda da hep kaybedersiniz… Zamanınız varsa son birkaç yılı birlikte analiz edelim…

İlgi duyanların okuması için: 1) Magna Carta


21

Vikipedi, özgür ansiklopedi

Magna Carta. Bildirgenin İngiltere kralı John tarafından imzalanmış orijinali kaybolsa da dört kopyası varlığını sürdürmüştür. Resimdeki, arşivlerce saklanmış olan, 1225 yılında kral III. Henry tarafından yaptırılmış nüshasıdır. Magna

Carta

(Latince

"Büyük

Sözleşme")

veya

Magna

Carta

Libertatum (Latince "Büyük Özgürlükler Sözleşmesi") 1215 yılında imzalanmış bir İngiliz belgesidir. Günümüzdeki anayasal düzene ulaşana kadar yaşanılan tarihi sürecin en önemli basamaklarından birisidir. Aslen, Papa III. Innocent, Kral John ve baronları arasında, kralın yetkileri hususunu

karara

bağlamak

amacıyla

imzalanmıştır.

Kralın

bazı

yetkilerinden feragat etmesini, kanunlara uygun davranmasını ve hukukun kralın arzu ve isteklerinden daha üstün olduğunu kabul etmesini zorunlu kılıyordu. Vatandaşların özgürlüklerini belirlemekten çok, toplum güçleri arasında bir denge kuran Magna Carta, kralın sonsuz olan yetkilerini din adamları ve halk adına sınırlamıştır. Magna Carta’nın 39. maddesinde yer alan; “Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı


22

ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır” hükmü, vatandaşların hakları ve özgürlükleri açısından çok önemli kurallar getirmiş olup, hukukun üstünlüğü ilkesinin birçok ülkede yerleşmesine neden olmuştur.

Magna Carta Libertatum Yasaları [değiştir] magna carta nın 39. maddesinde yer alan"özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak veya hapsedilmeyecek mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak veya kanun dışı ilan edilmeyecek veya

sürgün

edilmeyecek

veya

hangi

şekilde

olursa

zarara

uğratılmayacaktır"demiştir. 1. Her şeyden önce, Enesin önünde diz çöktük ve bizim ve varislerimiz için İngiliz Kilisesinin sonsuza dek özgür olduğunu, haklarına eksiksiz bir şekilde, özgürlüklerine de kısıtlanmadan sahip olması gerektiğini bu sözleşme ile teyit ettik. İngiliz Kilisesi için çok önemli ve gerekli görülen seçim özgürlüğünü, baronlarla aramızda çıkan ihtilaftan önce, tamamen kendi irademize dayanarak kabul etmemizden ve efendimiz Papa III. Innocent

tarafından

da

tasdiklerini

aradığımız

bu

sözleşmeyi

onaylamamızdan doğacak her şeyin, aynen korunmasını diliyoruz. Bu sözleşmeye biz uyacağız; varislerimizin de sonsuza kadar samimiyetle bu sözleşmeye uyacaklardır. Aşağıda sıralanan tüm özgürlüklere bizim ve varislerimizin sahip olmasını ve olmaya devam etmesini krallığımızın bütün özgür insanlarına kabul ettirdik. Bu bizim ve varislerimiz tarafından onlara ve onların varislerine de kabul ettirilmiş sayılmalıdır.


23

12. Krallığımızda, ülkemizin Genel Meclisinin izni olmadıkça zorla, askerlik hizmeti karşılığı olarak vergi ya da yardım parası alınamaz. Fiziksel varlığımızın diyet verilerek esaretten kurtarılması, en yaşlı oğlumuzun şövalyeliğe kabul töreni veya en büyük kızımızın ilk evliliği durumları bunun dışındadır. Bu üç amaç için makul bir yardım talep edilebilir. Londra kentinin yardım paraları da benzer bir biçimde ayarlanacaktır. 13.

Londra

kenti,

eskiden

sahip

olduğu tüm

özgürlüklerini

ve

geleneklerini hem karada hem de denizde koruyacaktır. Ayrıca, tüm kentlerin, arazilerin, çiftliklerin ve limanların da kendi ayrıcalıklarını korumalarını istiyor ve onlara bu hakkı bahşediyoruz. 14. Eğer yukarıda bahsedilen o üç durumun dışında yardım parasının ya da askerlik yapmama karşılığında alınacak verginin miktarını belirlemek sözkonusu olursa, Krallığımızın Genel Meclisinin toplanması amacıyla, en az 40 gün önceden olması koşuluyla, belirli bir gün ve yerde toplanabilmeleri için, tüm başpiskoposları, piskoposları, manastır enes başrahiplerini,

kontları

ve

büyük

baronları

mühürlü

mektuplarla

çağıracağız. Ayrıca, en yüksek mevkideki tüm kişileri şerifler ve görevli memurlarımız

vasıtasıyla

toplantı

için

çağıracağız.

Tüm

çağrı

mektuplarında toplantının enes gerekçesini de açıklayacağız. Ve böylece başarıyla yerine getirilen bir çağrıdan sonra, sözkonusu olan iş, çağrılanların tümü gelmemiş olsa bile, sadece katılanlardan oluşan meclis tarafından kararlaştırılan günde yerine getirilecektir. 16. Enes, asilzadelerin enes ücreti için ya da diğer herhangi bir kiralık arazi için gerekli olandan daha fazla hizmet vermeye zorlanamaz. 20. Özgür bir enes suçun derecesine göre küçük bir suç için yalnızca para cezasına çarptırılabilir. Büyük çaplı bir suç, suçun büyüklüğüne göre para cezasına çarptırılabilir ve bir tüccar da enes


24

malları korunarak aynı şekilde cezalandırılabilir. Aynı şekilde, bir cani, eğer bizim merhametimize mazhar olursa, para cezasına çarptırılabilir.... 38. Bundan böyle hiçbir hakim her hangi bir kimseyi ilgili olayda doğru ve güvenilir deliller ortaya koymadan dava edemez. 39. Kendi zümresinden olanlar ya da ülkenin ilgili yasalarına uygun olarak verilen bir karar olmadıkça hiçbir özgür kişi tutuklanamaz, hapse atılamaz, mal ve mülkü elinden alınamaz, sürgüne yollanamaz ya da herhangi bir biçimde kötü muameleye maruz bırakılamaz. 40. Kimseye hakkı ya da adaleti satmayacağız, menetmeyeceğiz ya da geciktirmeyeceğiz. 41. Bütün tüccarlar, kadim ve yerleşmiş geleneklere tabi olmak koşuluyla bütün kötü vergilerden muaf olarak alışveriş yapmak amacıyla kara veya deniz yoluyla emniyetli bir şekilde İngiltere'nin dışına çıkabilirler, İngiltere'ye girebilirler, İngiltere'de oyalanabilirler ya da transit geçiş yapabilirler. Bu olanakları bize karşı savaşan bir ülkenin tüccarları olma durumu hariç savaş zamanında da güvence altındadır. Bize karşı savaşan ülkenin tüccarları savaşın başlangıcında ülkemizde bulunurlarsa biz ya da baş yargıcımız, bize karşı savaşan ülkedeki tüccarlarımızın nasıl muamele gördüklerini tamamıyla öğrenene değin, mallarına ve canlarına zarar vermeksizin, gözaltına alınacaklar ve eğer bizim tüccarlarımız orada bir zarar görmemişlerse onlar da ülkemizde emniyet içinde olacaklardır. 45. Krallığın yasalarını bilmeyen ve bu yasalara tümüyle uyacağına kanaat getirmediğimiz kişileri hakim, vali, şerif ya da sınırlı yetkili hakim olarak atamayacağız.


25

51. Atlı ve silahlı olarak ülkemize zarar vermek için gelmiş olan tüm yabancı kökenli şövalyeleri, okçuları, kiralık askerleri ve vasalleri barış sağlanır sağlanmaz sınırdışı edeceğiz. 61. Krallığımızda eskiden beri varolan koşulların daha iyi bir hale getirmek, baronlarla aramızda mevcut olan ihtilafın en hayırlı bir biçimde sonuçlandırmak ve Tanrı'nın rızasını kazanmak için yukarıda sayılan maddeleri onayladıktan sonra, şimdi de kapsamlı ve sürekli bir istikrardan

yararlansınlar

diye

aşağıdaki

güvenceyi

veriyoruz.

Krallığımızın sınırları içerisinde bulunan baronlar kendi aralarından diledikleri 25 kişiyi seçecekler ve bu 25 kişi tüm güçleriyle, halihazırdaki bu fermanla kendilerine bağışladığımız ve teyit ettiğimiz barışı ve özgürlükleri uygulayacaklar, bunlara uyacaklar ve karşı tarafın da uymasını sağlayacaklardır. Bu şu şekilde olacaktır: Eğer biz ya da başyargıcımız veya memurlarımız ya da emrimizdeki herhangi bir kimse, herhangi bir durumda, herhangi birine karşı suç işler, güvenlik ve barış kararlarından herhangi birini ihlal ederse ve eğer bu hareket adı geçen 25 barondan sadece dördü tarafından öğrenilirse, bunlar bize gelerek veya yurtdışında isek başyargıcımıza giderek, işlenen suçu bildirecekler ve

bu

haksızlığı

hiçbir

gecikme

olmaksızın

gidermemizi

talep

edeceklerdir. Bu hatayı, biz ya da yurtdışında isek başyargıcımız düzeltmezse, dört baron olayı geri kalan 21 baronun önüne götürecek ve bütün ülkeyi de arkalarına alarak , kalelerimizin, topraklarımızın ve mülkümüzün elimizden alınması yoluyla, olay kendi isteklerine uygun bir biçimde yeniden yoluna girene dek, bize uygun bir biçimde baskı yapacaklar, haciz uygulayacaklar ve ellerinden başka ne geliyorsa onu yapacaklardır. Ama bu arada bizim, kraliçenin ve çocuklarımızın şahısları dokunulmadan korunacaktır. Ve eğer bir değişiklik yapılırsa daha önceden söz konusu olan uygulamaya uygun bir şekilde yapılacaktır...


26

63. Bundan dolayı, İngiliz kilisesinin özgür olacağını, ülkemizdeki tebaanın belirtilen bütün yerlerde ve bütün konularda yukarıda bahsedilen bütün özgürlüklere, haklara ve imtiyazlara hem kendileri için hem de varisleri için tam olarak ve serbest bir biçimde sahip olmalarına karar verdik. Ayrıca hem kendi adımıza hem de baronların adına, yukarıda bahsedilen bütün hükümlere her hangi bir kötü niyet olmaksızın iyi niyetle uyulacağı üzerine yemin edildi. Saltanatımızın on yedinci yılında, Haziranın on beşinci gününde Windsor ve Stanes arasındaki düzlükte tarafımıza tevdi edildi.

Vikipedi, özgür ansiklopedi 2) Fransız Devrimi veya Fransız İhtilali (1789-1799), Fransa'daki mutlak monarşinin devrilip, yerine cumhuriyetin kurulması ve Roma Katolik Kilisesi'nin ciddi reformlara gitmeye zorlanmasıdır. Avrupa ve Batı dünyası tarihinde bir dönüm noktasıdır. Devrim Öncesi [değiştir] Fransa, Kuzey Amerika’daki tüm kolonilerini 1763 tarihinde, Yedi Yıl Savaşları

sonunda

imzalanan

Paris

Antlaşması

ile

İngiltere’ye

kaptırmıştı. İngiltere, Yedi Yıl Savaşları’nın mali yükünü, yeni vergilerle kolonilerden

çıkartmaya

kalkışınca;

bu

durum

Kuzey

Amerika

kolonilerinde huzursuzluk yaratmıştı. 1774 yılında Onüç Koloni'nin başlattığı Amerikan Bağımsızlık Savaşı 1776 yılında bağımsızlık ilanıyla sürmüştü. Fransa ise bu çatışmalara büyük boyutlarda mali destek vererek dolaylı olarak katılmıştır. Bu savaş harcamaları ve giderek artan saray masrafları dolayısıyla Fransız monarşisi de mali yönden tükenmişti.


27

1789 yılında 16. Louis, soyluları toplayıp toprak mülkiyeti üzerinden vergi alınmasını istediğinde; soylular, parlamentonun toplanmasını istediler. 1614 yılından beri toplanmamış olan parlamento, soylular, din adamları ve halktan seçilen üç kamaradan oluşuyordu. Parlamentonun toplanması, toplumsal yapıdaki çelişkilerin de ortaya çıkmasına neden oldu. Bir yanda soyluların ve din adamlarının ayrıcalıklı durumu diğer yanda da burjuvazi ve halktan temsilcilerin arasında parlamentoda ciddi sorunlar ortaya çıktı. 18. yüzyılın başlarından beri Fransa dış ticaretinin kat kat artması, varlıklı bir burjuvazi oluşturmuştu. Bu sınıflar, artık sahip oldukları ekonomik güce karşılık gelecek bir politik güç istiyorlardı. Feodal yapının ve monarşinin kaçınılmaz sonucu olan sosyoekonomik sınırlamaların kaldırılmasından yanaydılar. Parlamentonun toplanmasıyla orta sınıftan halk, özellikle varlıklı sınıflar, monarşiye karşı savaş açtılar. Bir anayasayla monarşinin yetkilerinin sınırlandırılmasını, iç gümrük duvarlarının kaldırılarak iç ticaretin serbestleştirilmesi, vergilerin yeniden düzenlenmesi ve yönetimde daha fazla hak elde etme talebinde bulundular. Kuşkusuz bu talepleri 16. Louis kabul etmedi. Orta sınıf, peşine diğer halktan

unsurları

da

katarak

14

Temmuz

1789

günü

Bastille

hapishanesine saldırdı. Hapishane ele geçirilip mahkûmlar salındı. Fransız Devrimi 1789-1815 yılları arasında beş farklı dönem yaşayarak devam etti. Ayrıca

Fransız

Devrimi'nde

rol

oynayanlar

adlandırılırlardı. Meşrutiyet Devri (1789-1792) [değiştir]

'JACQUES'

olarak


28

Bastille Hapishanesi'ne hücum, 14 Temmuz 1789 Bu genel ayaklanmanın ardından 1791 yılında bir kurucu meclis toplandı ve bir İnsan ve Yurtdaş Hakları Bildirisi yayınladı. Ardından da ulusal egemenliğe dayanan bir anayasa hazırlayarak monarşinin yetkilerini sınırlandırdı. Bu anayasa, halk tarafından seçilecek bir parlamentonun yasama ve yürütme yetkilerini kralla paylaşmasını öngörmekteydi. Kanunları hazırlamak, bütçeyi tasdik etmek ve hükümetin icraatını kontrol

etmek

görevleri

meclise

verildi.

Ayrıca

"İnsan

Hukuku

Beyannamesinin esasları uygulamaya konuldu. “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”nin uygulamaya konulması ve bir halk meclisinin yürütme erkini ele alması, Fransa’da feodal kurumları yıktı. Zaten halk yığınlarındaki soylulara karşı gelişen öfke, pek çok soylunun topraklarını bırakarak diğer Avrupa ülkelerine kaçmalarına yol açtı. Fransa’daki tüm bu gelişmeler, tüm Avrupa açısından çok önemli sonuçlar doğuracak, sadece gelecek yılların değil, yüzyılların da içsel dinamiklerini kökten değiştirecekti. Avrupa’da

herkes,

feodal

sınırlamalardan

kurtulan

bir

Fransa

ekonomisinin büyük bir gelişme göstereceğini, bunu ise Fransa’yı, uluslararası ticaret alanında rekabet edilmesi çok zor bir güç haline


29

getireceğini öngörebiliyordu. Üstelik böylesi bir ekonomik büyümenin, eskisinden çok daha güçlü bir Fransız askeri gücünü besleyebilecek durumda olması, kuvvetle muhtemeldi. Öte yandan Fransa’da ortaya çıkan, insan haklarından, eşitlikten ve özgürlükten yana bu düşünce hareketinin tüm Avrupa’ya yayılması, mevcut monarşilerin geleceğini tehdit etmesi de, kaçınılmazdı. Başlarda burjuvazi, kralı ve liberal görüşlü soyluları safına çekerek Fransa’nın toplumsal ve ekonomik yapısında, her üç tarafın da çıkarlarına olan düzenlemeleri yapmak hesabındaydı. Ama böylesi müttefikler bulamadı karşısında. 16. Louis, yetkilerinin sınırlanmasına razı olmamakta direndi. Ayrıca o tarihlerde Fransa’da liberal aristokratlar yoktu, hepsi tutucuydu ve eski düzenin geri gelmesini istiyorlardı. Bu durumda hem kral hem de soylular, Habsburg hanedanından imparator II. Leopold’e güveniyorlardı. II. Leopold, 1791 yılında, diğer Avrupa devletlerince de desteklenecek olursa, Fransa Devrimine karşı askeri güç kullanılabileceğini duyurdu. II. Leopold, aynı zamanda Fransa kraliçesi Mari Antoniette’nin kardeşiydi. Kralın mutlakıyet idaresini yeniden kurmak için içerde isyan çıkartması, dışarıda ise Fransa'nın düşmanlarıyla işbirliğine gitmesi sonucu, 1792'de cumhuriyet ilan edildi. Fransız devrimi dünyada cumhuriyetini ilan etmek isteyen bir çok ülkeye örnek olmuştur. Cumhuriyet Devri (1792-1795) [değiştir]


30

Giyotin: Sadece 1793 ile 1794 yılları arasında (Jakoben devrimci diktatörlüğü) 18000 ile 40000 arasında kişi idam edildi Cumhuriyet yönetimi milli birliği sağladı ve dış tehdidi etkisiz hale getirdi. 1793'te dış güçlerle ittifak yaptığı için kral idam edildi. 1793-1794 yılları arasında kalan bu döneme Terör Dönemi de denmektedir. Cumhuriyet esaslarına göre yeni bir anayasa hazırlandı. Fakat yasanın gerekleri yeterince ve ağırlaşan şartlar sebebiyle tatbik edilemedi. Zamanla ekonomik durumları normale dönen ve mali açıdan güçlenen halk temsilcileri, parlamentoda çoğunluk sağladılar ve ağır tedbirlerin kaldırılmasını istediler. Böylece 1795'te muhafazakâr "Direktuvar" idaresi yapıldı. Bu dönemde icra kuvveti Beşyüzler ve İhtiyarlar Meclisi tarafından seçilecek beş direktuvara bırakıldı. Yasama yetkisi Beşyüzler Meclisi'ne verildi. Milli hâkimiyet esaslarının kullanılması cumhuriyet dönemine göre daha azaltıldı. Millet Meclisi seçimlerine katılmak zengin olmayı gerektirdi. Sonuçta: Devlet yönetimi güçleşti; meclisler arasındaki


31

düşmanlık duyguları arttı; ordu, meclis kavgalarına ve siyasete girdi. Neticede konsüllük idaresine geçilmesine karar verildi. Fransız Devrimin Sonuçları [değiştir] İhtilâlin Sonuçları •

Yıkılmaz diye düşünülen, hatta egemenlik hakkını Tanrı'dan aldığı iddia edilen mutlak krallıkların yıkılabileceği ortaya çıktı.

İlkel şekli Yunan şehir devletlerinde, gelişmiş şekli İngiltere ve ABD'de görülen demokrasi, Kıta Avrupası'nda da gelişmeye başladı ve Batı medeniyetinin vazgeçilmez unsurlarından biri haline geldi.

Egemenliğin halka ait olduğu kabul edildi.

Milliyetçilik ilkesi, siyasi bir karakter kazanarak, çok uluslu devletlerin parçalanmasında etkili oldu.

Eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleri yaygınlaşmaya başladı.

Şahsi güçlere, zekâya ve girişim yeteneğine ortam hazırladı.

Fransız İhtilâli, sonuçları bakımından evrensel olduğundan Yeniçağ'ın sonu, Yakınçağ'ın başlangıcı kabul edildi.

Dağınık halde bulunan milletler, siyasi birliklerini kurmaya başladılar.

İnsan Hakları Bildirisi, Fransızlar tarafından dünya çapında bir bildiriye dönüştürüldü.

Fransız İhtilâli'nin yaydığı fikirlere karşı İhtilâl Savaşları (1792-1815) başladı. Önce Fransa ile Avusturya ve Prusya arasında başlayan bu savaşlara İngiltere ve Rusya'da katıldılar. Savaşlar Napolyon'un yenilgisiyle sonuçlandı. Viyana Kongresi ile Avrupa'nın siyasi durumu yeniden düzenlenmiştir (1815). Konsüllük Devri (1799-1804) [değiştir]


32

1799'da konsüllük idaresi kuruldu. Bu idarede beş direktuvarın yetkileri üç konsüle devredildi ve tüm yetkiler biriinci konsülde toplandı. Birinci konsül de General Napolyon Bonapart oldu. Bu idare 1804 yılına kadar devam etti. Bundan sonra imparatorluk idaresi başladı.... İmparatorluk İdaresi (1804-1815) [değiştir] Konsüllük döneminde büyük zaferler kazanılmış, ziraat, ticaret ve sanayi gelişmiş, fakat buna karşılık millet meclisi etkinliğini kaybederek devrim hedefinden uzaklaşmıştı. Ülke tekrar ferdi otorite ile yönetilmeye başlanmıştı. Bu durum ve General Bonapart'ın İmparatorluk idaresi 1815 yılına kadar devam etti. Fransız Devriminin Etkileri ve Sonuçları 'Fransız ihtilali, ulusal bilinçlenmenin ve yönetim karşıtı tepkilerin nasıl ortaya konulabileceğinin en başarılı ve kanlı örneklerinden biridir. Bu yönüyle, kendinden sonraki devrimlere de esin kaynağı olmuştur ve hâlâ olmaktadır. Fransız Devrimi, Yeni Çağı bitiren, Yakın Çağı başlatan olay olarak kabul edilir. Çünkü bu devrim sonucunda tüm dünyada milliyetçilik kavramı önem kazanmaya başladı. Ezilen halklar haklarını aramayı öğrendiler. Halkların yönetim üzerindeki güçlerini fark etmesi, Fransa'da monarşik rejimin yıkılıp, yerine cumhuriyetin kurulmasına neden oldu. Roma Katolik Kilisesini de ciddi reformlar yapmak zorunda bıraktı. Milliyetçik akımının yayılması, gücünü emperyalist rejimden alan imparatorlukların aleyhine oldu; imparatorluk çatısı altındaki farklı milletlere

mensup

halklar

ayaklanmaya

başladılar.

Bu

durum,

imparatorlukları bölmeye çalışan kesimlerin de işine geldi, isyan eden halkları provoke ettiler. Bunun sonucunda da imparatorluklar zayıflamaya ve parçalanmaya başladılar. Rusya'daki Dekabrist Ayaklanması'nın (26 Aralık

1825)

nedenleri

arasında

Fransız

Devriminin

etkileri

de

sayılmaktadır. Fransız devrimi, sonuçları ve ideolojisiyle, Yakın Çağ


33

dünya savaşlarına -I. Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşı- yön verdi ve bugünün dünyasının oluşmasında da son derece etkili oldu. Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi [değiştir] Ana madde: İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi 28 Ağustos 1789'da Fransız Devriminden sonra, Fransız Ulusal Meclisi tarafından, Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi kabul ve beyan olundu. Bildirge; insanların eşit doğduğunu ve eşit yaşamaları gerektiğini, insanların zulme karşı direnme hakkı olduğunu, her türlü egemenliğin esasının millete dayalı olduğunu ve mutlak egemenliğin bir kişi ya da grubun elinde bulunamayacağını, devleti idare edenlerin esas olarak millete karşı sorumlu olduğunu, hiç kimsenin dini ve sosyal inançları yüzünden kınanamayacağını ortaya koyuyordu..


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.