Anayasa değişikliğinin ardında kayan oylar

Page 1

1

Tarihimizdeki bir partinin yol haritası… Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi

Anayasa değişikliği referandumda ortaya çıkan önemli bir gerçek oldu. Sonuçlara bakılarak MHP tabanının kaydığı, hatta bazı aşırı yorumlamalarda bu partinin bittiği-tükendiği ifade ediliyor. Böyle bir yoruma girenler aşağıdaki sonuçlardan örnekler veriyorlar. Örneğin:

MHP’nin kalesi olarak bilinen birkaç ilden örnekler

MHP’nin son seçimde aldığı oy %

CHP’nin son seçimde aldığı oy %

Anayasa referandumunda çıkan “hayır” oylarının %

MHP’nin gerçek tabanının yüzdesi

Erzurum

21

3

12

12-3 = 9

Aksaray

27

8

25

25-8 = 17

Yozgat

30

7

23

23-7 = 16

Amasya

19

22

39

39-22 = 17

Osmaniye Bahçeli’nin doğduğu şehir

42

12-

48

48-12 = 36

Buradaki hesap basittir. CHP’nin oyları referandumdaki hayır oylarından çıkarılırsa, gerçek milliyetçi MHP’lilerin oyları çıkar, geriye kalan da dinciliği Türkçülüğü birbirine karıştırmış, 1970’lerin kendini saklamış;

aslında

geçmişte

zorluklar

nedeniyle

MHP’nin

içinde

konuşlanmış AKP zihniyetindeki insanlardır. Örneğin Erzurum’da MHP’lilerin oy oranı 21 değil, 12-8 = %4, Aksaray’da 27.3 değil, 25-8 = 17; Osmaniye’de bile 42.1 değil, 48-12.15 = 35.85’dir. Yani oylar gerçek yerlerine dönmeye başlamışlardır. Dolayısıyla AKP’nin oylarını

toplam

yanılacaktır.

oyların

%40’ı

gibi

algılayanlar

yanılmıştır;


2

Burada kişiler özgür iradelerini kullanmıştır yaklaşımı da inandırıcı değildir. Çünkü aynı yöntemle yani verilen talimatlara göre hareket eden bir kitleye sahip bir diğer partinin boykot çağırısına hedef iller neredeyse tümüyle uyarak, katılım oranını 4-5 ilde yüzde %30’lara düşürmüştür. Benzer yöntemle idare edilen MHP partisinin bugüne kadar emanet olan kesimi böyle bir talimata uyma gereğini artık duymadığı için oy dağılımı gerçek oranlarına oturmuştur. MHP, belki ilk defa gerçek tabanıyla tanıştı. Ümmetçi ve Osmanlı yanlı tavrını sürdürmeye, batının oyununa alet olmaya devam ederse (artık daha yetenekli alet olmayı becerenler türediği için) yakında o kesimi de yitirmiş olacaktır. Evet oyu veren şu kesimleri kendi açılarından baktıklarında suçlayamıyoruz. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Cumhuriyete hep

muhalif

hatta

palazlandıranlar

düşman

suçludur);

olanlar hedeflerine

(onlar

belliydi;

varmak

için

onları evetçi

yönetimin hazırlamayı taahhüt ettiği yeni anayasa ile ülkenin bir kısmına egemen olmak isteyen ya da ülkenin yönetimine farklı bir anlayışla ortak olmak isteyen –kendini farklı bir millet gibi algılamaya alıştırılan kesim; 12 Eylül 1980 darbesinde suçsuz yere işkence çeken ve darbecilerden hesap sorulmasını yıllardır bekleyen (bekleye dursunlar!!!)

bir zamanların sağ ve sol

sempatizanları (en çok da bu son iki kesimin evet yaklaşımı şaşkınlık

yaratmıştır).

Bunların

önceliği

belli

ki

Türkiye

Cumhuriyetinin önümüzdeki yıllardaki esenliği ile ilgili değil; kendi hesaplaşmaları ile ilgilidir. Dini söylemlere geçildiğinde BBP’nin de MHP’nin de, hatta belirli oranlarda DYP’nin ve ANAP’ın tabanının da AKP’ye yöneleceği


3

açıktır. Geçmişte, 1970’li yıllarda AKP’nin selefi (öncüsü) olan partilere kaymamasının nedeni irticaya duyulan nefretten ve devletin egemen güçlerinin eliyle tehdit edilmesindendi. Bugünkü AKP zihniyetindeki kesim o gün milliyetçi-tutucu olarak tanınan partilere

sığınmakta

buldular

çareyi.

1970’in

Milli

Eğitim

Bakanlığını düşünün, daha sonra milletvekili olan Ayvaz Gökdemir, çeşitli tehdit araçlarını da kullanarak Milli Eğitim Bakanlığında o gün milliyetçi-mukaddesatçı olarak bilinen kesimin haricinde kimsenin sesinin çıkmasına izin vermiyordu. Esasında beslediği kesim, bugünkü gerçek milliyetçi duyguları taşıyan MHP’lilerin ateş püskürdüğü kesimdi. MHP’nin bugün yitirdiği taban o günün besleme çocuklarıdır. Kendine şırınga edilmiş İslami değerleri daha iyi yaygınlaştıran ve ön plana geçiren bir parti ya da hükümet ortaya çıkmışsa, sığınmış olduğu partiyi ne yapsın bu kesim… O nedenle MHP’nin gerçek profili bu referandumla ortayı çıkmıştır. Dincilerin hiç tahammül edemeyeceği kesim milliyetçi kesimdir; çünkü ümmetçiliğe ters düşür. Bu nedenle topun ağzında zannetmeyin ki, sol partiler ya da CHP vardır; topun ağzında MHP’nin gerçek milliyetçi kesimi bulunmaktadır. Pekâlâ, MHP bunu hak etti mi? Gelin biraz geriye dönerek olayları sırasıyla gözden geçirelim. Türkiye’deki

milliyetçiliğin

devletten

ayrı

bir

örgüt

şeklinde

yapılanması, eldeki bilgilere göre, 1940’ların ortasında Alpaslan Türkeş’in de bulunduğu bir grup tarafından başlatılır. Kımız içer, kahramanlık türküleri söylerlerdi. Turancı olarak da bilinirlerdi. Yaklaşık 1967 yılına kadar da bu tavırlarını sürdürdüler. Koyu bir Türkçüydüler. İsrail devleti kurulma aşamasındaydı ve Orta Doğuda kendilerinden nefret etmeyen güçlü bir devletin desteğine ihtiyaçları vardı. Buna


4

İsrail’in kurulmasına destek verenlerin (yani bugünkü sözde stratejik ortaklarımızın) de ihtiyacı vardı. Bu Türkiye’den başkası olamazdı. Ancak İsrail ve ona büyük destek verecek devlet batı kapitalizminin Orta Doğudaki çıkarlarının da bekçisi olacaklardı; ancak mazlumların ve sömürü düzeninin düşmanı olduğunu söyleyen komünist Sovyetler Birliği önemli bir engel olarak görülüyordu.

Türkiye’nin

sol

yapılanması,

sömürgeci

vahşi

kapitalizmi ve dolayısıyla İsrail için tehdit olabilirdi. Bu nedenle kendi iç dinamikleri ile kalkınmayı hedefleyen Türkiye’nin sol bir rejime kayması ve emperyalist ülkelerin yörüngesinden çıkması kabul edilemezdi. Böyle bir kalkınma modelini “Köy Enstitüleri” ile yerleştirmeye çalışan Tonguç ve özellikle batının klasikleri ile önemli ders kitaplarını Türkçeye çevirterek yaygınlaştırmaya çalışan Hasan Ali Yücel başta olmak üzere, o günün geleceği gören ve gerekli önlemleri öneren aydınları, Orta Asya’daki kardeşlerimiz üzerinde baskı uygulayan, özellikle dini ret eden rejimin yani komünist sistemin yandaşı gibi gösterilerek etkisiz hale getirilmeliydi. Bu görevi ileride aşırı eylemlere de kayacak sağ kesim yüklendi. Dağa taşa Gomünist Hasan Ali Yücel ve Tonguç yazıldı.

Gelişmekte

olan

ya

da

geri

kalmış

ülkelerin

sanayileşmesini baltalamak için en ekonomik kara taşıma aracı olan

demiryollarının

Türkiye’deki aracıdır”

yapımını

yandaşlarına

dedirtmeye

önlemek

amacıyla,

Amerika;

“demiryolları

komünist

sistemin

başladı.

Sayısız

bakan,

başbakan,

cumhurbaşkanı ve sözüm ona yazarlar bu sloganı 21’ci yüzyıla kadar tekrarlayıp durdular; halkın kafasını yıkadılar. 10 Kasım 1938 tarihinden sonraki, özellikle 1950’den sonraki iktidarlar bu tuzağa iyici düştüler, düşürüldüler. 1950’li yıllarda Demokrat Parti’nin de


5

sağında yer alan Mareşal Fevzi Çakmak (Nazım Hikmet’i de içeri tıktıran ve 12 yıl hapislerde süründüren; daha sonra İsmet İnönü tarafından uzaklaştırılan) ve daha sonra Osman Bölükbaşı’nın liderliğini yaptığı 1948 kuruluş tarihli Millet Partisi dini duyguları kaşımaya çalıştıysa da başaramadı; 1954 yılında laikliğe ağır hücum yaptığı gerekçesiyle kapatıldı. Ancak burada eğitilmişlerin bir kısmı daha sonraki Cumhuriyet Köyle Millet Partisi (1969) ve Milliyetçi Hareket Partisinin nüvesini oluşturdu. 1967 yılı, yani Arap-İsrail Savaşı dönüm noktası oldu. İsrail 6 gün içinde Arapların en güçlü üç devletini yerle bir etti. Bu savaş ile İsrail bir şeyi kanıtladı ve anladı. Artık Orta Doğuda destek alacağı çok güçlü bir devlete gereksinme kalmamıştı. Hatta Müslüman kimlikli böyle bir devlet İsrail için tehlike de olabilirdi. İşte bu noktada Alpaslan Türkeş ve çevresinin o bilinen marşları bırakarak tekbir getirdiğini, kımız yerine zemzem içtiğine şahit oluyoruz. İsrail ve onun yandaşları hem Türkiye’yi hem de Alpaslan Türkeş’i ve çevresini gözden çıkarmıştı. Başka bir misyona yönlendirmeliydiler. Ancak tutucu-mukaddesatçı bir yapı, diğer tüm İslam ülkelerinin yolunu kestiği gibi, Türkiye’nin de yolunu kesebilirdi. 1970’li yıllar bu zihniyetteki kişilerin devlete egemen olduğu bir süreçti, yukarıda değindiğimiz Gaziantep milletvekili olacak, daha sonra da devlet bakanı olacak Komando lakabıyla da anılan Ayvaz Gökdemir

Milliyetçi

Cephe

Hükümetleri

döneminde

Milli

Eğitim

Bakanlığında milliyetçi yetiştiriyorum diye tutucu-dinci bir kesimin yetiştirilmesi için gerekli zemini hazırladı. O günkü MHP’lilerin en önemli görevi kendi yanlış tanımları ile solcu ilan etme ve o solcuları dövmekti. Daha da acısı, tarihin her döneminde Osmanlıyı ve daha sonra Genç Türkiye Cumhuriyetini şu ya da bu şekilde tutsak etmek


6

isteyen batının egemen güçleri ki, bizim siyasi literatürümüzde emperyalistler olarak bilinirler, MHP’yi uzun süre tetikçi olarak kullandılar. MHP’liler ya da komandalar ya da ülkücüler olarak bilinen bu kesimin vurucu güçleri, “Emperyalistler defolun, emperyalistler go home, emperyalistler kahrolsun” gibi slogan atan gençleri, dövdüler yaraladılar hatta öldürdüler. İşleri güçleri emperyalistlere karşı slogan atan insanları bertaraf etmeydi. Hep merak etmişimdir: Acaba o günün gençleri “emperyalistler buyurun

ülkemize

gelin”

deselerdi,

kendini

milliyetçi

diye

tanımlayan bu kesim, bu gençlerin boynuna mı sarılacaktı? Emperyalistlere tepki koyanlara neden karşı çıktıklarını en az bugün kendi kendilerine sormaları gerekir diye düşünüyorum. Geldiğimiz noktada, emperyalistlerin bu sağ-milliyetçi kesimi tetikçi olarak kullanarak, yollarını açtıklarını göstermektedir. İstenen oldu. Emperyalistler bankalarıyla, şirketleriyle, alışveriş merkezleriyle, satın aldıkları fabrikalarla ve kendilerine sonsuz bağlılık gösteren yöneticilerle, her şeyleriyle ülkemizi yerleşti. “Emperyalistler defolun” diyen gerçek milliyetçileri susturan bu kesim artık kına yakabilir; görevlerini yerine getirdiler… Sıranın kendilerine geldiğini acı bir şekilde yakında öğrenecekler… Bugün düşündüğümüzde o günün MHP tabanının sol ve solcular ile ilgili herhangi bir fikrinin olmadığını açıkça görüyoruz. On küsur yıl çalıştığım Erzurum Atatürk Üniversitesinde oruç tutmayan, cuma namazına

gitmeyen,

uygulanan

dinin

aksak

taraflarını

dile

getirenler bu kesim tarafından komünist ya da solcu olarak tanımlandı. Komünistliğin üretim araçlarının ve ekonominin farklı bir tarzda yönetildiğini bilen belki de tek bir kişi yoktu. Zaman zaman da bu nedenle komünistlere ölüm diye şehir üniversiteye


7

saldırıyordu. Ben ve tanıdığım birçok öğretim elemanı - ki bunların hemen hemen hiç birinin komünistlikle hatta solculukla herhangi bir ilişkileri olmadığı gibi, yaşamları boyunca gerçek bir komünisti bile tanımadıklarını hatta öyle bir insanın elini sıkmadıklarını da söyleyebilirim; kimsenin böyle bir eğilimi yoktu- kızıl komünist ya da solcu damgası ile dışlandılar. Sonunda da birçoğu Atatürk Üniversitesini terk etmek zorunda kaldı. Erzurum’da yaşanan şöyle bir olay bile bu mantığı anlatmaya yeterlidir: Erzurum’da 1970’li yıllarda içki veren birkaç lokantası vardı. Yeşilyurt

Lokantası hem yemekleri hem de servisi ile gözde

lokantalardan biriydi. İçki servisi de yaparda; galiba o zamanlarda ramazanda da iftardan sonra içki servisine izin verirdi. Bunu duyan halk bir gün bu lokantaya saldırıp çamını çerçevesini kırarken, oradan geçmekte olan ehramlı bir kadın, lokantanın hemen yanında bulunan ve her düşünceden gence hizmet veren Hemşin Pastanesinin sahibi, kendi dükkânına da taş atmasınlar diye kapının önünü çıkınca, ehramlı kadın Hemşin Lokantasının sahibine soruyor: Kadın: -Dadaş bunlar ne yapi? -Komünistler rakı içiler; onun için bacı… Kadın: Demek ki en baş gominist benim herif, her akşam raki içi… Esasında bugün AKP’ye kaymış o günkü MHP tabanı, Atatürk İlkelerini duymaktan nefret ediyordu. Bu camiadan yakasında Atatürk rozeti taşıyan pek az kişiyi tanıdım. Hatta o gün bu hareket içinde konuşlanmış olan daha sonraki yıllarda –zamanı gelincedinci partilere kaymış olanlar, bana, Atatürk’ü aşağılayan, Türkiye


8

Cumhuriyetinin ilk Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı), Moskova ve Lozan müzakerelerinin delegasyonunda yer almış Rıza Nur’un” Hayat ve Hatıratım” adlı 3 cilt kitabı okumam için 2 günlüğüne verdiler. Biraz zaman isteyince de bu kitabı olabildiğince çok kişiye okutmaları gerektiğini ifade ettiler… Hayat ve Hatıratım olarak bilinen 3 ciltlik kitabın birincisi kendi yaşamını ve analarını, ikincisinde İnönü ile ilgili anılarını son cildinde ise Atatürk ile ilgili anılarını anlatır. Atatürk hakkında inanılmaz hakaretler ve ithamlar vardır. Yakın zamana kadar ikinci şef olarak bilinen İnönü’yü Kürt, Orbay’ı Çeçen, Atatürk’ü Alman işbirlikçisi olarak tanımladığı gibi, Atatürk’ün ailesi ve kendisi ile son derece çirkin iddialar ileri sürüyordu. Rıza Nur, anılarını 1935 yılında, British Museum'a 1960 yılına kadar yayımlanmamak kaydıyla gönderir. 1968 tarihinde Altındağ Yayınları tarafından mikrofilm olarak getirilen "Hayat ve Hatıratım" toplatılmasına karşın, kurumsal olmasa da, değindiğimiz zihniyet tarafından bir çeşit el altından dağıtıldı. Vikipedia’ya göre Rıza Nur Türk Milliyetçiliği düşüncesinin referans isimlerinden biridir.

Yol ayarımı Cumhuriyetle

hiçbir

zaman

barışık

olmayan

dini

açıdan

köktencilerin dinci-milliyetçi kesimden ayrılarak kendilerini gösterme zamanı gelmişti. Böylece Türkiye’nin ilk dinci-mukaddesatçı partisi kuruldu. Kendilerini ortada zanneden ya da sağcı olarak nitelendiren o zamanın egemen partilerinin liderleri gerici kesime göz kırpmasına karşın, tehlikenin farkına varan Cumhuriyet Başsavcıları ilk olarak bu dinci partiyi ve bu partiden köken alan daha sonra çeşitli adlarla sahneye çıkan partileri kapattılar.


9

Ancak gelişmekte olan tehlikeyi gören –hiçbir zaman komünizm ile bağlantıları teyit edilmemiş- çok sayıda aydın vardı. Bugün yaşadığımız olumsuzlukları o gün gören, sol cenahtan sayılan çok sayıda aydın (Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Taner Kışlalı, Bedrettin Cömert, Abdi İpekçi, Bedri Karafakioğlu, Cavit Orhan Tütengil, Kemal Türkler, Çetin Emeç) ve onlarcası teker teker öldürüldüler. Zamanın en yetkili ve gözde yöneticisi, bunları öldürenleri araştırma yerine, sadece: Bana “Sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz” diyerek sorumluluktan kaçtı. Geçen bunca zamanda fazla bir şey de değişmedi. Bu ülkenin bütünlüğü için her gün ölen birçok gencimiz için “kanları yerde kalmayacak” sloganını geliştirdik. Hâlbuki kanları buharlaştı bile. Anıları için de “şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganıyla yetindik. Bölünme ve ayrışmanın tohumları çoktan atılmıştı; yeşermesini Türk aydınlarını öldüren, öldürülmelerini teşvik eden, hedef gösteren, baskı altına alan, emperyalist dünya güdümlü güçler başlatmıştı; şimdi yerini kaba kuvvetten çok, çok daha becerikli yöntemler kullanan ve işbirliğine çok daha açık bir kesime bırakıyor. Oy yitirilmesinin nedeni bu… Bu öldürülen aydınların ne o gün ne da bugün başka bir ülke ile ya da ülke dışındaki bir akım ile organik bağı olduğu tespit edilemedi. Ortak tarafları emperyalist ülkelerin oyununu önceden görmeleriydi ve tepki göstermeleriydi. Hiç biri Amerika başkanının oval ofisinde ya da başka bir ülkenin lideriyle içeriği halkımıza açıklanmayan baş başa görüşme yapmadı. Ayaklarına kırmızı halılar serilmedi. Hiç biri gücünü Türkiye’deki yıkıcılığın her zaman hamisi olan ülkeler tarafından özenle korunan cemaatlere, derneklere ya da vakıflara dayandırmadı. Her


10

toplantıda bölücülüğü ısıtıp ısıtıp önümüze koyan ülkelerin liderleriyle kol kola olmadı; onlardan talimat almadı; tüm dertleri ayaklarının üstünde duran bir Türkiye özlemiydi. Hepsi gerçek Türk Milliyetçisiydiler. 1967 yılında Amerika 6. Filosunun Türkiye’yi ziyareti, birçok genç tarafından 1969’yılına kadar, Türkiye’nin emperyalist güçlerin etkinliği altına gireceği öngörüsüyle şiddetle protesto edildi; bu protestoyu yapan gençler o günkü işbirlikçiler ve daha sonra Türk güvenlik güçlerince kıstırılarak öldürüldü ve daha sonra bağımsız Türkiye diye bağıran gençler ya asıldı ya da işkence gördü. O gün Türk polis teşkilatının içerisinde solcu kesimi de barındırmasıyla birlikte, teşkilata egemen olar kesimin milliyetçi-mukaddesatçı görüşte olduğu ve daha çok o günkü partinin militanlarından oluştuğu çok yazıldı ve söylendi (daha sonra bu örgütlenmenin yüzyılın sonuna doğru nasıl F tipi teşkilata dönüştüğü, bizzat olaylara tanık olan emniyet müdürleri tarafından kitap haline getirilmiş bulunmaktadır). Ne yazık ki tam bağımsız Türkiye diye bağıranların bu malum çevre tarafından solcu ya da komünist ilan edilmesi Türkiye’nin talihsizliği olmuştur. Kimlerin yaptıklarını ya da

bu

tuzakları

kimlerin

nasıl

hazırladığını

araştırırsanız

(araştırmaya gerek yok biliniyor) laik Türkiye Cumhuriyetine hazırlanan aşağılık tuzağı öğrenmiş olursunuz. Kim bilir o tuzağı hazırlayanları

bugün

yönetimin

en

kritik

noktalarında

bulabilirsiniz… O dönemde ben milliyetçiyim diyen zihniyetin, örneğin Alevileri dışlamasını anlamak mümkün değildi. Çünkü Alevilerin önemli bir kesimi Türkmen’di, yani neredeyse saf Türk’tü. Kaldık ki öğündüğümüz


11

16 Türk devletinin kurucuları da Alevi zihniyetinden gelenlerdi. Ben Türk milliyetçisiyim diye ortaya çıkanların Türklere karşı durması anlaşılır bir durum değildi. Zaman geçince anlaşıldı (o dönemde gerçek Türk Milliyetçileri zaten anlamıştı). MHP aracılığıyla esasında ümmetçilerin özellikle de Nur Cemaatinin önündeki direniş temizlenmeye çalışılmıştı. MHP, polis teşkilatına o gün (1970’lerde) kendi kayırırcılıkları

ile

soktukları

M

teşkilatlanması

diye

bilinen

polislerin yaptıkları yürüyüşlerde neden tekbir getirdiklerini, bu gün o teşkilatın F tipine dönüştüğünü gördükten sonra anladılar. Kullanılmışlardı… Devreye Atatürkçü görünen, gerici 1980 darbecileri sokuldu ve yaklaşık 10-12 yıl boyunca Türkiye tarihine damgasını vurmuş belirli bir cemaate üye olan yetkili bir kişi, darbeyi izleyen birkaç gün içinde Amerika Elçisi’nin talimatı ile egemen kılınarak gerçek dincilerin yeşermesine zemin hazırlandı. Kürtçülük, özerk bölgeler, merkezi idareye son, federasyon, başkanlık, özelleştirme gibi alışık olmadığımız

sözleri

bu

yetkiliden

duymaya

başladık.

Yadırgayanlara da: “Alışırlar alışırlar” diyerek gelecekte olacakları üstü kapalı anlatmaya başlamıştı. Böyle bir yapılanmanın ümmetçi bir

parti

içinde

yürütmesi

hala

tehlikeli

olabilirdi.

Çünkü

ümmetçiliği savunan parti (ya da partiler) hala tehdit altındaydı; çünkü Atatürkçü güçler etkinliğini sürdürüyordu. En iyisi gelecekte ümmetçiliği savunan yeni bir partinin içindeki kadroları bu liberal görünümlü partinin içinde yetiştirmekti. Öyle de oldu. Yeni harekete

destek

sağlayacak

yazarçizer,

güya

aydın

olarak

tanımlanan kesim de 1960’ların ortasından bu yana sinsi sinsi hazırlanıyordu. Kemikleşmiş dinci, tutucu yazarçizer kadro bir taraftan işlevlerine devam ederken; zamanı geldiğinde etkinlikle


12

kullanılabilmek için sol (hatta komünist) görünüşlü başka bir kadro aynı amaçla hazırlanıyordu. Hatta babadan oğullara geçecek bir miras ile… Bu dönek kesimin gerçek yüzünü gösterebilmesi ve – genel kanaat, okyanus ötesinde hazırlanan- planın yürürlüğe konabilmesi için bunların etkinlikle boy göstereceği uygun yayın organlarının hazırlanması gerekecekti. Bunun için devlet desteği ile ya da çeşitli baskı, şantaj ve bildiğimiz ya da bilmediğimiz birçok yollarla Türkiye basını ele geçirilerek bu kişilerin ayaklarının altına serildi. Sıra zehrin akıtılmasına gelmişti… Türkiye’nin elinin kolunun, Türk hukukunun üstündeki bir organ tarafından bağlanması gerekirdi. Bunun adı da ne zaman gireceğimiz (bana göre hiçbir zaman) Avrupa Birliği oldu ve ticari işlevlerimiz de -daha sonra kabul edilse de- tahkim mahkemelerince bizim dışımızdaki organlara devredildi. Büyük damarları kesme zamanı gelmişti. DSP, ANAP ve MHP koalisyonunda, bugünkü ekonomik gelişmelere

temel

oluşturacak

önemli

yasalar

çıkarılıp

ilk

aşamadaki zorlukları atlatıldıktan sonra, yani Türkiye’nin yolu tam inişe düştüğü bir anda, koalisyon ortağı MHP, durup dururken Bursa’da erken seçim istedi. Hâlbuki MHP’nin bugünkü başkanlık sistemi bu partinin tarihinde ilk defa içinde barındırdığı dincilerin bu ülkeye ve partisine yarardan çok zarar getirdiğinin farkına varmış ve belirli ölçüde tavrını koymuş bir yönetimdi. Galiba pusuya düşürüldü… Zaman ve gelişmeler gerçek kimliğini saklayan zihniyet için çok uygun seyrediyordu. Çünkü Cumhuriyetin partisi olarak kurulmuş ve kendini Cumhuriyetin bekçisi gibi gören parti, elini kolunu sallamadan Atatürk’ün mirasını kolay yoldan yemeye alışmıştı; kemikleşmiş oyunu


13

almayla yetiniyordu. Aydınlanma için, Atatürk İlkelerini yerleştirme için hiçbir organizasyona girişmemiş, kısa vadeli çıkarlarının peşinde yuvarlanarak zor şer bu günlere gelmişti. Yapabildikleri tek şey, -kendileri için- zor günlerde Türk Bayrağı ve Atatürk Posterleri alarak Anıtkabirde yürüyüşler yapmak oluyordu. Bu parti laik Türkiye Cumhuriyetinin tehdit olarak gördüğü kadroların yetişmesine önayak da olmuştu. 1970 yıllarında Bülent Ecevit başbakan iken imam hatipler yasada okul olarak geçiyordu; yani sadece bir mesleğe uzman adam yetiştirme okulları olarak… Bülent Ecevit’in önüne bu okullar lise olmalıdır diye – daha sonra planın bir parçası olacaklar tarafından- bir evrak konuyor. Ecevit çevresine ve bir bilene sormadan danışmadan, tutucu kesime hoş görünsün diye İmam Hatip Okullarını İmam Hatip Liseleri olarak değiştiriyor. Böylece İmam Hatiplilerin üniversiteye başvuru hakkı doğmuş oldu. Daha sonra amaca uygun kullanılacak savcı, yargıç, kaymakam, vali ve bürokratlar bu yolla yetiştirildi. Bülent Ecevit bununla da yetinmiyor, çok sayıda imam hatip lisesini açıyor, açtırıyor; olanların kapasitesini de genişletiyor. Bunun sonucu olarak malum zihniyetin kadro yetiştirme planının da yolu böylece açılmış oldu… Laik Cumhuriyeti içine bir türlü içine sindiremeyen kesim, büyük bir olasılıkla dış destekli yönlendirmeler ile çok planlı, akıllıca girişimlerle kadrolarını yetiştiriyor ve önemli yerlere gelmesi için her türlü yolu deniyor; yerine göre büyük özverilerde bulunuyor. Atatürkçülerin bitaraf edilmesi ve amaca giden yolun temizlenmesi için yasal suç oluşturacak sert girişimlerde bulunmalarına da gerek görmüyorlar. Çünkü o iş –birileri tarafından- MHP’nin sertlik yanlısı kesimine zaten ihale edilmişti.


14

Türbanı simge yaparak tartışmayı başlatan kesim, özünde Doğru Yol Partisini de, Anavatan Partisini de, Milliyetçi Hareket Partisini de ve hatta Cumhuriyet Halk Partisini de tuzağa düşürdü. Bu partiler başlangıçta tepki gösterseler de, sonunda Atatürk İlkeleri olarak bilinen cumhuriyetin ilkelerini bırakıp, -kısa vadeli çıkarları içintürban bir haktır, bu öğrenciler üniversiteye girebilirler, kamusal alanda dolaşabilirler ve buna benzer malum sloganlara sahip çıkmaya başladı. Halk amiyane bir tabirle bu takiyeyi yemedi. DYP, ANAP ve şimdi de MHP’nin geleneksel tutucu-dinci tabanı sahtesini bırakarak aslını tercih etmeye başladı; bu nedenle ilk iki parti seçim barajını bile geçemedi. MHP, gerek 1970’li yıllarda Milliyetçi Cephe olarak bilinen iktidarlar döneminde gerekse DSPANAP-MHP koalisyonu döneminde yandaşlarına önemli olanaklar sağladığı (devlet içinde kadrolaştığı) için belirli bir kesimi yanında tutmuştu. Ancak emanetçi olarak tuttuğu bu kesime artık devlet olanakları ile verebileceği bir şey kalmadığı için asıl sahiplerine dönmelerini

engelleyemedi.

Böylece

anayasa

değişikliği

oylamasında dramatik bir şekilde oyları düştü. Seçim barajını geçip geçemeyeceği tartışmaları başladı… Çarşaflılara rozet takmayla laçkalığını belgeleyen CHP, türban sorununu ben çözerim, türbanlı öğrencilerin üniversitede serbestçe okumasını ben sağlarım demeye başladı… AKP partisinin dışındaki partiler,

eşlerinin

başına

türban

takmadan

halkın

önüne

çıkarmayan, uluslar arası toplantılara bile bu örtünme biçimiyle çıkaran kesimin bu sorunu –kendi açılarından- çoktan çözmüş olduğunu görmemekte ısrar ediyorlar. Yöneticileri CHP’ye AKP ile aynı ya da benzer görünümü vermeye kalkışırlarsa, aynı ilkeleri savunduklarını söylerlerse, AKP’nin sorun olarak gördüğü bazı


15

dayatmaları Laik Türkiye Cumhuriyetinin olmaz ise olmaz ilkeleri ile çeliştiğini göz ardı etmeye devam ederlerse, onlara zaman içinde ancak nal toplamak düşecektir… Esasında CHP ve MHP tarihi bir hata daha işlemiştir; bunun bedelini

de

birlikte

ödeyeceğiz.

Kürsüye

çıktıklarında

anayasa

değişikliği referandumunda evet çıkarsa bu ülke bölünür diye bangır bangır bağıracaklarına, mecliste Türkiye’nin geleceğini yok edeceğini düşündüklerinde böyle bir anayasa değişiklik gündeme geldiğini ve AKP’nin bunu hayat mamat meselesi yaptıklarını gördüklerinde, böyle bir görüşmeyi sayıları itibariyle önleyemeyecekleri için, çok sevdiklerini söyledikleri ülkeleri için bir fedakârlığa girerek Büyük Millet Meclisi’nden toptan istifa ederek, görüşmeleri bloke edeceklerdi. Halka da böylece bu değişikliğin ülkemiz için önemini öğretmiş olacaklardı… Bu fedakarlığa giremeyenlerin muhakkak kendilerince bir açıklamaları olacaktır, en başında şunu söyleyecekler: Böyle yaparsak AKP daha fazla oyla gelecektir (28 Şubat’ta ve diğer muhtıralarda olduğu gibi). Böyle bir durum bir daha gündeme gelirse yine aynı şeyi

yapacaklardı.

Milletvekili

olanaklarını

kullanmaktan

vazgeçemedikleri sürece köklü tepki gösteremeyecekler ve halka da durumun vahametini anlatamayacaklardır. Böyle bir durumda, AKP, büyük bir olasılıkla bu partilerden farklı şekilde davranacak biçimde organize olduğu için başarılı olmaktadır. Batı,

bir

ülkenin

tutucu

bir

rejimle

idare

edildiğinde

güdümlenmesinin ve güdülmesinin daha kaloy olacağını Orta Doğu ülkeleriyle olan ilişkilerinden öğrenmişti. Dolayısıyla geçmişte çıkarlarını gözeterek açık ya da kapalı olarak Türkiye’deki tutucu partilere destek sağlayan batılı dostlarımız (!), yaklaşık son 10 yıldan bu heveslerinden


16

vazgeçtiler. Çünkü Milli Nizam Partisi ile kurulan ve renkten renge bürünerek günümüzde Saadet Partisi ile temsil edilen parti, geçmişte tutucu, hatta anayasa hükümlerine göre gerici olarak tanımlanmışsa da katıksız bir Amerikan muhibbanı (sıkı dostu) hiçbir zaman olmadılar. MHP’de, geçmişte, dolaylı olarak ABD’nin Türkiye’deki eli kolu, özellikle de komünist olarak damgalananların temizlenmesinde aracı olarak kullanıldıysa da, batının bir türlü hazmedemediği ve hep korkulu rüya olarak gördüğü Atatürk Milliyetçiliğine inanmış insanları bünyesinde bulundurduğu için hiçbir zaman bu partiyi daimi kadrosuna almamıştı. Stratejik

dostlarımızın

beklediği gün gelmişti.

Sıkı

dostluk

kuracakları (!) bir parti kurulmuştu. Bu iki partiden ellerini ayaklarını tümüyle çekme zamanı gelmişti. O nedenle bu iki partinin oy toplama bakımından işleri zor… ABD ile galiba 1954 yılında ünlü başvekilimiz Adnan Menderes yönetiminde

yapılan

istihbarat

değiş

tokuşu

anlaşmasına

dayanarak, komünistlere karşı gıdım gıdım verilen istihbarat bilgileri, Orta Doğunun çehresini değiştirecek yeni bir düzenin kurulmasına tepki gösterecek bu sefer Atatürkçü, aydın, sömürü karşıtı, ulusalcılara karşı kullanılmak üzere oluk gibi aktarılmalıydı. Bir savcının hedef kişiyi soruşturmaya başladığı anda, yandaş basın

olarak

adlandırılan

kesimdeki

satılmış

yazarlarının

çizerlerinin aynen bir faks geçer gibi, televizyonlarda, sanki soruşturma odasında oturuyormuş gibi açıklamaya girişmeleri, ayrıntıları vermeleri ve soruşturmanın haklılığını savunmaları hayra alamet değildir…


17

Ayağa kalkma zamanı gelmişti O güne kadar birçok badire atlatmış gerçek müminlerin partisinin kendini gösterme zamanı gelmişti. Öyle de oldu. Beklenilmeyen, bana göre ilk defa seçime giren bir parti için ezici bir çoğunlukla, AKP, oyların %48’ini alarak mecliste çoğunluğu ele geçirdi. Ancak büyük yetkilerle donatılmış eskiden kalma o günün Cumhurbaşkanı, hala eski berbere tıraş oluyordu; yani Atatürk ilkelerini ödünsüz sürdürme eğilimindeydi. Bu öngörülen planları altüst ediyordu. Cumhurbaşkanının görev süresi bitti; yeni bir cumhurbaşkanının seçilmesi gerekiyordu. Halkın her kesiminin benimseyeceği

bir

cumhurbaşkanı

birçok

bakımdan

yararlı

olacaktı. Ancak eski partisindeki yolsuzluklardan dolayı (bu partinin başkanının yolsuzluk nedeniyle yediği hapis ve para cezası ile işlenen suçun sabit olmasına karşın) aynı partide ikinci yetkili olarak çalışmış ve bu nedenle yargı önünde ağır suçlama dosyası bulunan bir kişi, üstünlüğü eli geçirmiş bu parti tarafından cumhurbaşkanlığına aday gösterilmişti. Üstünlüğü elde tutan partinin sayısal gücü cumhurbaşkanını tek başına seçmeye (daha doğrusu meclisi toplamaya) yeterli değildi. 1946 yılından bu yana görevini şu ya da bu şekilde aksatmadan yerine getiren zihniyet, en son görevini de yapmalıydı. Beklenilen desteği verdi. MHP’nin desteği ile cumhurbaşkanı seçildi. Böylece yıllardır planlanan ideal kadro kuruldu. İstenilene

kavuşulmuştur.

Böyle

bir

tabloda

geçmişteki

eylemlerine devam edecek tutucu-ülkücü-milliyetçi- MHP’ye yer kalmamış

gibi

gözükmektedir.

Çünkü

en

etkili

güç

olan

tutuculuğun gerçek sahibi belli olmuştur; hem de çok daha


18

organize ve güçlü –dış- ilişkilere sahip olarak. Polis teşkilatında da emanetçilerin yerini asıllarının alma zamanı geldi; F tipinin bu teşkilata nasıl egemen olduğu bizzat bir emniyet

müdürü

tarafından kitap haline getirildi. Artık emanetçinin sonu gelmiştir. Referandum sonuçları bunu açık açık göstermektir. Ancak sis aralandığı için, MHP de gerçeği görüyor olmalıdır. Bugüne kadar bilerek

ya

da

bilmeyerek

bu

ülkenin

aydınlarının,

gerçek

Atatürkçülerin, laik Türkiye’nin yoluna tıkamada araç olarak kullanılan MHP, ilk defa bu referandum ile yıllarca sinsi sinsi taşımış

olduğu

safradan

kurtulmuş

gözükmektedir.

Gelişen

olaylara bakıldığında, Türkiye’nin bugüne kadar olmadığı kadar, Atatürk ilkelerini benimsemiş, laik cumhuriyete sahip çıkan bir MHP’ye gereksinmesi doğmuştur. Esasında MHP teşkilatında Atatürk ilkelerini benimsemiş kesim bunun epeyi bir zamandır bunun farkına varmıştı. Ülkücülerin bu kesimi, bir zamanlar kanlı bıçaklı olduğu ulusalcılarla, bu cümleden bir zamanlar düşman ilan ettiği Türkiye İşçi Partisi yöneticileri ile kol kola gezmeye başladı. Ama gerçeği ve emperyalistlerce düşürüldükleri tuzağı anlamakta çok geç kaldılar; yine de zararın neresinden dönülürse kardır. Bundan

böyle

milliyetçiliğe,

bu

laik

partinin

yapabileceği

cumhuriyete,

yani

tek

Atatürk

şey

gerçek

milliyetçiliğine

sarılmaktır; eğer geriye böyle bir kitle kalmış ise… Prof. Dr. Ali Demirsoy

Sayın Kardeşim Önemli günler yaşadık, çok daha önemlilerini yaşayacağa benziyoruz. Ancak geçmişi doğru yorumlayamazsak gelecek için de doğru tanıyı


19

koyamayız. Önümüzdeki günlerde yaşayacağımız ilginç gelişmelerin kökünün 10 Kasım 1938’de çimlenmeye bırakılan ve benim de mensup olduğum kuşağın çıkarcı, vurdumduymaz, gününü gün etmeye alışmış, ilgisiz, bilgisiz, aymaz yapısından yararlanarak nasıl serpildiğinin öyküsünü ve bu olumsuz gelişmelerde rol alan baş aktörleri, orta yaşlı iseniz hatırlamak genç iseniz öğrenmek için okuyunuz derim... Saygılarımla


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.