Bu ülkenin neresine kim elini kollayarak gider düzeltilmiş

Page 1

1

Bu ülkenin neresine kim elini kollayarak gider? Prof. Dr. Ali Demirsoy

Yöneticilerimiz sık sık siyasi rakiplerine, Hakkâri’ye, Batman’a ya da doğudaki bir ile git de seni göreyim diyerek bir çeşit onları halkın gözünde aşağılamaya çalışıyor. Aslında bu ifade dahi birilerinin yönetiminin zafiyetini ve şu anda düştüğümüz durumu göstermektedir. Bilindiği gibi herkesin anayasaya göre seyahat özgürlüğü vardır ve bu özgürlüğü

sağlama

ise

o

anda

yönetimde

bulunan

yetkililerin

sorumluluğudur. Bunu halktan biri söylese dinler geçersiniz. Ancak yasaları uygulama ve anayasanın amir hükümlerini yerine getirmekle sorumlu olan yetkili ve sorumlu bir kişi bunu söylüyorsa, en azından anayasal bir suç işliyor demektir. Hiç birimizin onaylamadığı, bugünkü yönetimin ve muhaliflerin akşam sabah aşağıladığı, aynı zamanda o gün alkış tutup da bugün ağzından zehir akıttıkları 12 Eylül 1980 Darbesinde, vatandaşların ve yöneticilerin de bugünkü gibi bir vilayetten öbür vilayete elini kolunu sallayarak gidebilmesi mümkün değildi. Karslı Erzurum’dan, Erzurumlu Kars’tan, Tuncelili Elazığ’dan, Elazığlı, Tunceli’den geçemiyordu; başta doğu illeri olmak üzere birçok il mayın tarlası gibiydi. Bizzat benim Erzurum plakalı olan arabam kaç ilde bu nedenle boydan boya çizildi, aynaları ve silecekleri kırıldı, lastikleri şişlendi. O günü lanetleyenlerin bugün aynı şeyi siyasi bir silah olarak kullanmaları, hem de en demokratik ülke diye diye, doğrusu Türk demokrasisinin aynası gibi görünmektedir. Bana yapıldığı zaman faşizm, baskıcı rejim ya da yönetim; karşımdakine yapıldığında düzeni ve demokrasiyi koruma oluyor…


2

İş belli ki birçok çevreye göre çok daha demokratik aşamalara ulaşmak üzere; sadece muhalifler değil, artık basında çıkan haberlere göre birçok ilimizde kolluk kuvvetleri de elini kolunu artık sallayarak ortalıkta dolaşamıyormuş; devletin bayrağı (başka bayraklara bu kısıtlama yokmuş) resmi yerler de dâhil hiçbir yerde asılamıyormuş. Milisler denetim yapıyorlarmış. İyice demokratikleşmişiz de haberimiz yok…

Bir yere gidemiyorsanız, orayı yitiriyorsunuz demektir Belli ki Türkiye’nin bir yanı bir tarafa, öbür yanı da başka bir tarafa gidiyor. Yetkililer de Karadenizli hemşerimin oynadığı rolü oynuyor. Belki duymamışsınızdır, bir de ben anlatayım: Karadenizli hemşerimiz Ankara’dan trenle İstanbul’a gidiyormuş; Eskişehir’de tren biraz uzun durduğu için inmiş, bir haşhaşlı çörek almış yanına da bir ayran; etrafa bakarak yerken; tren de hareket edip uzaklaşmış. Ancak Eskişehir aksi yönde giden trenlerin karşılaştığı (telaki) yer olduğu için, İstanbul yönünden gelip de Ankara’ya gitmekte olun başka bir tren hemşerimizin treninin hemen arkasında duruyormuş. Karadenizli hemşerimiz, treni kendisininki sanarak içeri dalıp, kendi kompartımanına denk gelen yere girip oturuyor. Ancak kompartımanda oturanlar daha öncekilere benzemiyor. Bir süre gidiyorlar ve Karadenizli hemşerim karşısındakilere dönerek: - Hemşerim nereden gelip nereye gidiyorsunuz? Biri İstanbul’dan gelip Ankara’ya

öbürsü İstanbul’dan gelip

Kayseri’ye, bir diğeri Erzurum’a ve öbürsü Kars’a gittiğini söyleyince, Karadenizli hemşerim:


3

- Görüyor musunuz, tekniği, uygarlığı (bizim söylemimizde demokrasiyi), trenin bir yarısı İstanbul’a diğer yarısı Ankara’ya gidiyor; medeniyet (bizim söylemimizde demokrasi) dediğin demek ki buymuş. Türkiye’nin durumu ve yönetim anlayışı da böyle görünüyor. Aslında son birkaç yılda çok ilginç gelişmeler, talepler ve konuşmalar oluyor. Birileri hiçbir kurala ve yasaya bağlı olmadan bir şeyler istiyor, bir diğeri de açılım ve demokrasi diye bir şeylere göz yumuyor. İsterseniz söz Karadeniz’den açılmışken, Rizeli iki kardeşin miras (Türkiye’nin mirasını kast etmedim!!!) bölme öyküsünü anlatalım. İki kardeş atalarından kalan mirası bölmeye kalkışıyorlar. Aslında büyük kardeş yaşı itibariyle de olmalı ki, çok daha emek vererek bu mal birikimine çok daha fazla katkı sağlamış. Küçük kardeş herhalde birilerinden akıl ya da destek almış olmalı ki, masaya oturduklarında, büyük kardeşe: - Dağdaki tarla senin olsun, kıyıdaki benim; dağdakinin havası iyidir; kıyıdakileri sinek dolu; bu nedenle kıyıdakini ben alayım. Büyük kardeş: - Uyyy, öp beni… Küçük kardeş devam ediyor: - Aşağıdaki babamızın köşkü fare dolu, havası basık, damı akıyor. En iyisi onu ben alayım. Yayladaki çatmayı sen al; kazıklar üzerine oturduğu için fare de çıkamaz; altı boş olduğu için eser, serindir. Büyük kardeş: - Uyyy, öp beni… Küçük kardeş devam ediyor:


4

- Fındık, çay ve mısır tarlaları benim olsun. Onlara her sene ilaç atmak, bakmak ister; yayla da senin olsun ferah ferah keçi otlatırsın. Ağabey: - Uyyy, öp beni… Bu istekler böyle devam ederken, konuşmalara tanık olan oradaki biri ağabeye yanaşarak: - Uşağım niye uyy uyy öp beni diyorsun? - S…lirken öpülmeyi çok severim. Açılım ve demokrasi velvelesi arasında birileri her gün bir şey istiyor; bu devleti üniter bir yapıda tutmaya yemin etmiş bir yönetici kesimi de, duymazlıktan gelerek, çadır çadır dolaşarak “Mursi ve Esad” hikâyesi anlatıyor. Bu ülkede inancı, kendini ait olduğu toplum bakımından farklı gören herkesin eşit hakka sahip olması gerekiyordu; olanaklardan aynı şekilde yararlanmalıydı. Doğrusunu isterseniz bunu tam anlamıyla başaramadık; sadece kitaplarda yazılı kaldı. Bu nedenle talepte bulunanlar birçok bakımdan haklı olabilirler. Ancak şu anda üniter yapıya yemin etmiş ve bunu yıllar boyu yaşatmaya çalışmış bir ülke için bu miras davası basit bir bölünme davası olamaz. Üstelik de bu devletin kurulmasında hiçbir katkısı olmayan bu günkü yöneticilerimizin iki dudağının arasından çıkacak sözlerle hiç olmaz… Eğer illa ki kadim haktan yola çıkıyorsak, kendini Bizans’ın uzantısı olarak ilan eden Yunanlılarla, Ermenilerle, bir yerlerde Gürcülerle, hatta Araplarla masaya oturmak ve taleplerini ciddiye almak zorunda kalabiliriz. Durum çoğumuzun düşündüğünden daha karmaşık ve vahim olabilir. Çünkü bir ülkenin bir yanında konuştuğumuzu, öbür tarafında dile


5

getirmeye

cesaret

edemiyorsak,

bunu

yapmaya

kalkışanları

koruyamıyorsak, hatta git de görelim diye korkutmaya kalkışıyorsak, bu üniter yapı bu insanların elinde hasara uğramış demektir. Bu da anayasal bir suç olmalı… Üniter devlet ve yerleşik demokrasi, her kesimdeki her görüşteki insanın, korkusuz bir şekilde elini kolunu sallayarak, herhangi bir güvenlik önlemine gerek duyulmadan, istediği yerde istediği zamanda gidebilmesi ve düşüncesini çekinmeden açıklayabilmesi demektir. Bunun böyle olmadığı, her ne kadar muhaliflerine söylüyorsa da bizzat başbakanımız tarafından, “git de göreyim”, sözüyle duyuruluyor. Unutmamak gerekiyor ki, bugün muhaliflerin gidemediği yere, yarın bu nutukları atan yöneticiler de gidemeyebilir. İşte o zaman Çanakkale Dumlu, Sarıkamış, Kafkaslar, Galiçya, Akabe körfezinde yatanların kemikleri sızlar… Büyük bir şansımız var. Bu trenin her iki tarafında oturan insanlar ölülerini hala aynı mezarlığa gömüyor; kız alıp veriyor; birbirlerinin türküsünü söylüyor; aynı oyunları oynuyorlar. Aslında büyük bir kısmımız aynı yöne gitmek aynı hedefe ulaşmak istiyoruz. Bütün kışkırtmalara karşın, ülkemizdeki insanların büyük bir kısmı yine de birlikte yaşamak istiyor. Çocuklara

dikkat

ettiniz

mi,

bir

çocuk

bahçesinde

farklı

toplumlardan gelen çocuklar birkaç dakika içinde tek vücut olurlar. Çünkü onlarda katılaşmış ırk ve din kavramları henüz gelişmemiştir. Bu nedenle dünyanın neresinde olursa olsun, bir siyasetçi sürekli dinden ya da ırktan, ırkçı milliyetçilikten dem vuruyorsa orada insanların huzura kavuşması söz konusu olmamıştır; olmayacaktır da. Dini eğitimi ve ırkçılıkla ilgili söylemleri ne kadar genç kitleye indirmişseniz, çatışmaların dozu o kadar yükselecektir; toplumlar arasındaki kırılganlık o denli


6

artacaktır demektir. Bunun için kâhin olmaya gerek yok; bu dünyada bu yüzden batağa batmış onlarca ülkeyi izlemek yeterlidir. Gücün dinden ve ırkçılıktan alan hiçbir siyaset tarafsız olamaz, adil davranamaz; dolayısıyla özlenen demokrasiyi yerleştiremez. Çünkü taraftır…

Bu siyasi söylem tarzı, özlediğimiz tarz değil… Ancak siyasi kültür yoksunu olan ülkemizde ağız dalaşları o denli kırıcı ve saygısız bir tarza bürünmüştür ki, bunun yasalara ya da adabı muaşeret kurallarına uyup uymamasına artık kimse bakmıyor. Sadece, hayretle, endişeyle izliyor. Ancak bu konuşmaların en bilinmeyen yıkıcı tarafı, en çok izlenen saatlerde, yandaş basının marifetmiş gibi bu konuşmaları

tekrar

tekrar

vermesidir.

Böylece

tuttukları

liderin

muhaliflerini sözle şapa oturttuğu izlenimi yarattığına inanmalarıdır. Ancak yaptıkları en büyük kötülük, kuşkusuz en etkili eğitim aracı olan görsel basının, yetişmekte olan bu ülkenin masum gençlerine kavga, saygısızlık, adap dışı konuşma, bir konuyu analiz etme yerine saldırganlıkla bastırmayı yani kavga üslubunu aşılamış olmalarıdır. Yabancı ülke deneyimi olanların, “ülkemizdeki insanlar niye bu kadar gergin, kavgacı, tahammülsüz?” sorularının yanıtı da verilmiş olur. Ancak ne hikmetse şu soruyu hiç kimse şu andaki yöneticilere sormayı akıl edemiyor. Muhalefetteki partiler sürekli kendilerine bir suçlama olarak sorulan bu soruya kem küm ederek yanıt veriyor; can alıcı noktaya bir türlü parmak basmayı akıl edemiyorlar. Akıl ediyor olsalardı, muhalefette de olmazdılar ya… Ey yönetici! Hakkâri, Bitlis, Van, Muş, Diyarbakır’ı malum nedenlerle anlarım; bir mazeret bulabilirim. Yönetimdekilerin oraya gittikleri zaman küçük bir ülkenin ordusu kadar güvenlik güçlerinin eşlik


7

ettiğini biliyoruz; güvenlik zafiyetinde de bakanların bakkal dükkânlarına sığınarak kurtulduğunu. Bu iller belli ki kritik iller. Ancak bir ülkenin gözbebeği olarak bilinen, en akıllı, bilgili, aydın, dünyadan haberi olan, tartışma üslubunu doğal olarak geliştirdiği varsayılan hem de Türkiye’nin en gözde Üniversitelerine, örneğin ODTÜ, Ankara Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Ege Üniversitesi’ne bir ordu eşlik etmeden elinizi kolunuzu sallayarak gelip konuşabiliyor musunuz? Vazgeçtik konuşmadan yeni bir yapının açılışını yapabiliyor musunuz ya da haberli olarak ziyaret edebiliyor musunuz? Bunu başardığınız zaman bu ülke demokrasiyi özümsemiş bir ülke olmuş demektir; iftar sofralarında yapılan demokrasi tanımları ve övünmeleri, sadece demokrasi kültürünü içselleştirmemiş olanların sırtını sıvazlamadan öteye geçemeyecektir. İşte bu duruma illa ki bir ad takma gereğini duyarsanız, konuşmaların ve nutukların çoğu çadırda geçtiği için, buna “Çadır Demokrasisi” diyebiliriz…

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Değerli Kardeşim Son günlerdeki istekler, söylemler, nutuklar ürkütücü olmaya başlamıştır. Ülke içinde herkesin elini kolunu sallayarak her yere gidip düşüncesini açıklama olanağı kalmamış; yemin edilen üniter yapının üstüne “açılım ve demokrasi” örtüsü ile kara bulutlar çökmeye başlamıştır. Herkes birbirine bu işin sonu ne olacak diye sormaya başlamıştır. Belli ki bu coğrafya birçok olaya gebe; iyimser olanlar sadece tezgâhın içinde olanlar. Bu yazıyı okuyanlardan bazıları keşke yanıldığımı söylese…


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.