DERSHANE SORUNUNU NASIL ÇÖZERSİNİZ? Prof. Dr. Ali Demirsoy
Kasım 2013’de hükümet sözcüsünün inkâr etmesi, başbakanın da “hayır” ben söyledim demesiyle başlayan tartışma alevlendikçe alevlendi, hatta kıtalararası hedeflere kadar uzandı, bu ülkenin geleceği için yeni yol haritaları çizilmeye başlandı, bir zamanların kol kola gezen fikirdaşların yolları ayrılır gibi göründü, gizli gizli elde edilmiş belgeler ortalığa saçılmaya başladı. Birçoğuna göre dershane tartışması yıllarca şişmekte olan yarayı patlattı, cerahat akmaya başladı. Belli ki bu işin altında bilinenin dışında birçok plan ve tezgâh var. Ancak bir gerçek daha var: Bu da bu ülkede neredeyse yarım asırdır süregelen bir dershane gerçeğinin olması. Hizmet etmiştir etmemiştir tartışması artık geride kaldı. Şu anda bu ülkenin en büyük işletmelerinden ya da sektörlerinden biri olmuştur. Yüz binlerce insan bu sektörden ekmek yemekte, milyonlarca genç bu sektörün tezgâhından geçti ve geçmekte. Uygar ve sosyal bir ülkede böyle bir kurum olmalı mıdır sorusuna yanıt, “kesinlikle, hayır, olmamalıdır” deneceğini umuyorum. Eğitim dünyasının literatüründe, bir ülkede yaygın olarak para ile ders verme ya da dershanecilik diye bir kurum yoktur; olmaması da gerekir. Geçmişte diploma, devlette kadrolu iyi bir iş bulma demek olduğu için, hemen hemen herkes, elindeki olanaklarla çocuğunun bir diploma sahibi olmasını istiyordu. Belirli bir süre öyle de oldu. Daha sonra okullaşma oranı artıp, devletteki kadro olanakları sınırlanmaya başlayınca, bu sefer gündeme kaliteli eğitim gereksinmesi geldi ve aileler çocuklarını daha iyi bir üniversitede ve tercih edilen bir meslekte eğitebilmek için ellerini cebe attılar ve bu talepten dershaneler doğdu. Çünkü üniversiteye girmek için var olan eğitim sistemi yeterli bulunmuyordu. Yarışma kızıştıkça, dershaneler de “test sınavını kazandırabilmek için” kişinin davranış ve
ruhsal gelişimini dikkate almadan, piyasadan pay almak için her yolu denemeye başladılar. Sonuçta hiç kimsenin mutlu olmadığı, sürekli tenkit ettiği; ancak zorunlu olarak bulaştığı bir ucube eğitim dünyası kurulmuş oldu. Uzlaşma kültürü olmadığı için özellikle tartışma başlayınca herkes kendi açısından, çıkarından bakarak yorum yapmaya başladı. Aslında yıllardır sinsi sinsi seyreden cerahat torbası patlama aşamasına gelmişti. Faturanın bugünkü hükümete çıkarılması haksızlık olur. Aslında Türkiye bu enfeksiyonu 1945 yılında (hatta daha önce) kapmıştı. Dar olanaklarla, üretken, sebatlı, becerikli, ülke gerçeği ile tanışmış ve o gerçeğin gereklerini yerine getirmek için yönlendirilmiş, kendi başına ayakta kalabilen, kendi olanakları ile üretebilen, sorun çözmeye yönelik eğitim almış, çok yönlü gençleri yetiştirmek üzere ülkemize özgü, bugün birçok ülke ve eğitim kurumu tarafından takdir edilen ve taklit edilmeye çalışılan Köy Enstitülerini ortadan kaldıran zihniyetle bu virüsü kapmıştı. Model Türk modeliydi ve tarihten gelen ve var olan sorunları çözmeye yönelikti. Şu ya da bu nedenle, özellikle toprak ağaları, bilinçli gençliğin kendileri için tehdit olacağını düşünerek, halkın duyarlı olduğu din ve komünizm
araçlarını
kullandırarak,
okulların
kötülenmesine
ve
yıpranmasına neden oldular ve sonunda ağlara yakın duran 1950’li yılların hükümeti tarafından tümüyle ortadan kaldırıldılar. Batı işbirlikçiliğine sıcak bakan ve batı hayranlığının arttığı bir dönem başlamıştı. Eğitim modeli de oradan alınmalıydı. Öğretmen okulları açıldı ve gerçekten öğretmenliği meslek edinmeyi isteyen çok başarılı öğretmenler yetiştirildi. Bu okullar da şu ya da bu nedenle (yine aynı zihniyetle) yıpratıldı. Bu arada okullaşma oranı artınca yeni arayışlara girişildi. Yüksek Öğretmen okulları kuruldu. Çok başarılı öğretmenler yetiştirildi. Bu okullara da siyasi çekişmeler bulaştırıldı ve
onlar da kapatıldı. En kötü seçim yapıldı. Batıdan Eğitim Fakülteleri modeli alındı. Daha önce eğitim enstitüleri adı altında öğretmen yetiştiren kurumlar ortadan kaldırıldı ve bir kısmı eğitim fakültelerine dönüştürüldü; neredeyse her üniversiteye bir eğitim fakültesi açıldı. Türkiye eğitim dünyasının kırılma noktalarından biri eğitim fakültelerinin kuruluşudur. Kuş desen kuş değil, deve desen deve değil. Fizik, kimya, matematik, biyoloji dersleri fen fakültelerinde ve sosyal bilimlere ait dersler edebiyat fakültelerinde daha kapsamlı ve doğru dürüst verilirken, eğitim fakültelerinde bu işleri akademik olarak yapmaya çalışan kadro türedi. Herkes öğretmen olma ya da öğretmen yetiştirme değil, bilim adamı olma peşine düştü. Öğretmenlik ruhu burada büyük ölçüde irtifa yitirdi. Zamanla da etkisi dalga dalga orta eğitime yayıldı. Bu fakültelerde okuyan
öğrencilere
neden
burayı
tercih
ettiği
sorulduğunda,
duraksamadan, “devlette iş bulma daha kolay olduğu için” yanıtı verirler. Benim amacım öğretmen olmak idi diyen hemen hemen hiç kimseye rastlayamıyorsunuz. Öğretmenlik adanmaktır, amaçtır ve bir sevdadır. Eğitimle ilgili konular belki bir eğitim fakültesi içinde ele alınmalıydı. Ancak batının fiyakalı bölüm adları ile bu alan da çeşitlendirildikçe çeşitlendirildi.
Sonuçta
ayrıntıya
girilmeden,
sevdalı
öğretmenler
yetiştireyim derken, kendini fenci, tarihçi, coğrafyacı, matematikçi, biyolog, kimyacı, fizikçi olarak gören, eğitim diplomalı öğretmenler piyasaya sürüldü. Meslek derslerine atanamayınca, çoğu da özel ruh dünyası ve davranış modeli isteyen sınıf öğretmenliğine razı oldu. Aslında orta eğitim bilgi yüklenen yerler olmayıp, yorum ve davranışların biçimlendirildiği yerler olmalıydı; öyle olmadı, bilgi yüklenen yerlere dönüştürüldü. 1962 yılından önce öğrenciler üniversitelere ayrı ayrı başvuruyor; mülakata alınıyorlar ve duruma göre sınava giriyorlar; kazandıkları
takdirde o üniversitede öğrencilik hakkını alıyorlardı. Yani üniversiteler kendi sınavlarını yapıyorlardı. Bu aşamaya gelmiş öğrenci sayısı az, çocukları okutma bilinci ve olanağı fazla olmadığı için mevcut kapasite yeterli gibi görünüyordu. Dışarıda kalan hemen hemen olmuyordu. Ancak sınav üniversite öğretim elemanları tarafından yapıldığı için ahbap-çavuş ilişkisi sürüyor, torpilin önü hiçbir zaman alınamıyordu. Sonunda 1962 yılında ilk olarak Ankara’da Ankara Üniversitesinde merkezi sınav ve test tekniği ile öğrenci alınmaya başladı ve daha sonra, 1974 yılında, Türkiye çapında merkezi sınavın yapılmasından sorumlu olan ÜSYM kuruldu, 1981 yılında da bu kurum ÖSYM kurumuna dönüştürüldü. ÖSYM’nin çok başarılı bir şekilde yakın zamana kadar görevini sürdürmesi, bu kurumun ilk başkanı olan ve ölümüne kadar da başkanlığını
sürdüren
Prof.
Dr.
Altan
Günalp’ın
çalışkanlığının,
zekiliğinin, organizasyon yeteneğinin, özellikle yandaş olmamasının büyük katkısı olmuştur. Çok yakın zamana kadar her hangi bir sorun yaşamadan, Türkiye’nin en güvenilir kurumu olmuştur. Bu son süreçte öğrenci sayısı mevcut üniversite kapasitesini çok aştığı, buna karşın orta eğitimde öğretmen ve öğrenci kalitesi gelişmelere ayak uydurarak atılım yapamadığı için, üniversite kapısına dayanan öğrencinin kalitesinde de oransal olarak düşmeler meydana geldi. Okullara verilen destek hiçbir zaman yeterli olmadı ve okulların bir kısmı sadece öğrenciyi meşgul eden kurumlara dönüştü. İnsanlar, çıkar yol olarak çocuklarının bu sınavı kazanabilmeleri için okul dışında çözüm aramaya giriştiler. Çözüm de “hazır bekleyenlerce” en iyi şekilde yerine getirilmeye başlandı. Aileler sağılacak ineklere, öğrenciler koşturulacak atlara, kurslar da “haklı olarak” ticarethanelere dönüştü.
Sonunda
devlet
okulu-öğrenci-dershane-üniversite
giriş
sınavları Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri haline dönüştü. Herkes kendi açısından haklıydı. Bu yapılanmanın son derece kazançlı bir iş olduğunun farkına varan cemaatler (ya da bir cemaat) bu sektörü yurtiçinde ve yurtdışında tüm gücüyle destekledi; önemli yatırımlar yaptı. En önemlisi bir taşla iki kuş vurmaya başlamışlardı. Bu kurslardan önemli gelir elde ediyorlardı. İkincisi kendi dünya görüşünde olan gençler yetiştiriyor ve bu gençleri devletin önemli yerlerine yerleştiriyorlardı. Bu ikisinin birleşmesi ile güçlü bir siyasi baskı gücü elde edilmiş oldu. Bir kümeste iki horoz ötmeye başlamıştı. Zaman, işin doğası gereği, horozlardan birinin ibiğinin didiklenmesi ile sonuçlanacağını gösterecektir. Dershanelerin birden bire gündeme sokulması, haklı bir nedene dayansa da; birçok kesime göre birçok kesimin pasifleştirildiği bu süreçte, farklı bir gücün varlığı yine belirli bir kesim için (özellikle yasal olarak yönetimde bulunanlar için) tehdit olarak algılanmaya başlanmasındandır. Dershaneler, özel dersler, özel okullar, daha doğrusu devlet okulları dışındaki okullar, Türk ailesinin sırtında belki de dünyanın pek az ülkesinde karşılaşılacak ağırlıkta bir yük oluşturmuştur. Sosyal bir devlette böyle bir yükü halkın sırtına yıkmanın doğru olamayacağını söyleyebiliriz. Karşımızda okumak isteyen büyük bir kitle, çocuklarını okutmak için istekli olan; ancak gücü olmayan geniş bir aile yapısı, yetersiz okul ve öğretim elamanı sayısı, zaman zaman yetersiz öğretmen (orta eğitimdeki biyoloji öğretmenlerinin %45’i biyoloji okutulan bir bölümden mezun olmamış); bir yanda da ülkenin gelirine göre çok pahalı sayılan özel okullar; üniversiteye girebilmek için, özellikle iş bulup da karnını doyuracak bir bölümden mezun olabilmek için kazanılması gereken bir sınav var. Ömrü boyunca bir defa tiyatroya gitmeyen, bir defa güzel bir
lokantada yemek yemeyen,herhangi bir tatile bir defa gitmemiş, üstüne ucuzluk
satışların
dışında
elbise
almayan
aileler,
dişlerinden
tırnaklarından biriktirdikleri birkaç kuruşu; gerektiğinde gelecek için sakladıkları varlıklarını bu yola yatırmaya başladılar. Bu, anayasasında sosyal devlettir yazılı bir devlet için utanç verici bir görüntüdür. Bu süreç, sadece bir para meselesi olmaktan çıkmış, ruhsal bir çöküntüye de dönüşmüştür. Çocuk yılda 360, haftada 7 gün okulda ve (ya da) dershanededir. Ana baba çocuğun peşindedir; kurslarıyla yatıp kurslarıyla kalkarlar. Günler kâbuslarla doludur. Çocuğun gülmesine bile izin verilmediği durumlar yaşanır. Çocukla birlikte aile de ruhsal çöküntü içindedir. Bütün bu yaşananlar geleceğin mutsuz, endişeli ve güvensiz kuşağını
yetiştirmektedir.
Yarışma
içinde
olan,
bir
önde
olma
takıntısından, başkasından daha fazla hakka ve yetkiye sahip olma güdüsünden kurtulamayan bir kuşak doğmuştur. Birinin buna dur demesi gerekirdi; ama nasıl ve ne zaman?
NASIL DÜZELTEBİLİRİZ?
Herkesin ve devletin bu konuda değişik görüşleri olduğu söylenebilir. Ancak öyle bir konu ki, doluya koysan almıyor, boşa koysan dolmuyor. İşin içinde devasa sayıda bir gençlik, yetersiz bütçe ve elaman; bir tarafta özel derse ve dershaneciliğe bel bağlamış yüz binlerce insan ve aileleri; en azından bir kısmı yetersiz olan devlet okulları; kazanılması gereken bir sınav var. Bu devletin anayasası sosyal bir devlet olma maddesini hala koruyorsa, gençlerimizi iyi yetiştirmek istiyorsak, eğitim için servet harcamadan kaçınmak istiyorsak ve gençlere eşit koşullarda bir yarışma hakkı vermek istiyorsak “herkesin itiraz etmeyeceği akla gelen ilk yol”, okulların yurt çapında –ek derse ve dershanelere gerek göstermeyecek
düzeyde- kalitesinin düzeltilmesi ve eğitim düzeyinin geliştirilmesidir. Bu, söylemesi kolay; ancak uygulaması mali nedenlerle çok kolay olmayan bir yoldur. Yakın bir zamanda böyle bir yapılanmanın mali nedenlerle olamayacağını hepimiz biliyoruz. Yaklaşık 16 milyon orta eğitim çağında öğrencisi olan ve milli geliri sınırlı olan bir ülkenin başarılı olması hemen hemen olanaksızdır. Hayal görmememiz gerekiyor.
Ancak ikinci bir yol daha var: Türkiye’de yaklaşık 180 kadar üniversite var. Üniversitelere belirli bir kaynak aktarılarak, bir görev daha verilmelidir. Bu 1960’lı yıllarda uygulanan, örneğin FKB (örneğin fizik-kimya-biyoloji) ön lisansı gibi bir eğitimdir. Liseyi bitiren öğrenciler istediği üniversiteye hiçbir koşul olmadan yazılabilir. Ancak belirli bir ders paketinden birini tercih etmek kaydıyla. Örneğin tıp, eczacılık, veteriner, ziraat, diş hekimliği, biyoloji, su ürünleri ve biyolojiyle ilgili benzer fakülteleri ya da bölümleri okuyacaklar FKB (fizik, kimya ve biyolojiye) paketine; mühendislik ve matematikle ilgili bölüm ya da fakülteleri okuyacaklar FKM (fizik, kimya ve matematik) paketine; edebiyatın herhangi bir dalını okuyacaklar ETS (örneğin edebiyat, tarih ve sosyoloji) paketine, dil eğitimi okuyacaklar D (dil) paketine; ekonomi okuyacaklar EMT (örneğin ekonomi, matematik, ticaret) paketine yazılabilirler. Bir kişi ancak bir paket seçebilir. Bu öğrenciler bir yıl boyunca haftada 6 ya da 7 gün, sabahtan akşama kadar (en fazla haftada bir gün tatil vermek kaydıyla; böylece dershanelere gitmesi önlenecek) üniversitede eğitim görecek. Bu dersler üniversite hocaları tarafından verilebileceği gibi, dışarıdan görevlendirme ile olabilir ve –mevcut sorunu da çözebilmek için- çoğunlukla da dershanelerde belirli bir süre çalışmış olanlar arasından sınavla alınanlar
da olabilir. Üniversiteler her eğitim yılının başında, her lisan eğitimi için belirli bir kontenjan ilan eder. Eğitim yılının sonunda sınavlardan belirli bir puanı tutturan o üniversitenin uygun bölümüne kaydını yaptırır. Sınavlar sınav salonun çıkış kapısının önüne konan optik okuyucuyla hemen orada okunur; aldığı puan öğrenciye belge olarak verilir; bu puan aynı anda üniversitenin merkezi veri tabanına ve YÖK’ün veri tabanına girer (böylece puanlarla oynama ithamları da ortadan kalkar). A üniversitesinde alınan bir puan o üniversitenin mimarlık bölümüne yetmiyorsa, başka bir üniversitenin mimarlık puanını tutuyorsa, başka bir üniversiteye başvuru hakkı da saklı tutulur. Bir kişinin bu kursları bir defa tekrarlama hakkı olabilir. İkinci defa ödeyeceği harç iki kat olur. Ya da bunun karşılığında belirli bir harç alınır. Bu sınavlardan lisans eğitimi için yeterli puan alamayan; ancak belirli bir puanı tutturmuş olan örneğin sorulan soruların %70’ini yapanlar, pedagojik formasyonları ve eğitim ile birkaç ek dersi almak kaydıyla, ilk ve orta eğitime öğretmen olabilir. Böylece öğretmen sorununu da çözmüş oluruz. İlk 1000 ya da 2000 öğrencinin arasına girmiş olanlara (her eğitim paketinden) bedelsiz eğitim, yurtta kalma olanağı, yiyecek yardımı, burs ya da kredi olanağı tanınır. Bu öğrenciler temel bilimleri ve edebiyatın temel branşlarını seçmeleri halinde yüksek lisans ve doktora yapma için destek garantisi verilir ve öğretim üyesi yetiştirme programı çerçevesinde bu insanlara üniversitelerde akademisyen olmak için ayrıcalıklı bir konum belirlenir. Böylece çalışkan ve oransal olarak daha zeki olma olasılığı yüksek olan insanlardan bir öğretim üyesi kadrosu da yetiştirilmiş olur. Bilimsel atılımlara ve yaratıcılığa önemli bir zemin oluşturulmuş olur. Burada ilk aşamada yapmamız gereken, üniversitelerin bu eğitim sürecini, ayrı bir ön okul gibi düşünerek, üniversite eğitiminden farklı bir
şekilde düzenleme olacak ve mali olarak karşılaşacağımız en büyük soru da bu öğrencilerin okutulabileceği büyük dersliklerin yaratılması olabilir. Birçok üniversitenin konferans salonları ilk aşamada bu gereksinmenin bir kısmını karşılayabilir. Özel bir televizyon kanalı ile bu eğitime ayrıca destek sağlanırken; bazı üniversiteler daha gelişmiş üniversitelerin derslerinden tele-ders sistemi ile yararlanabilir. Bu sistemi diğer tüm sistemlerden farklı kılacak bir yönü olacaktır. Aslında biz giriş sınavlarını yaptığımızda her ne kadar çocuğun bilgisini ölçüyorsak da, özünde, büyük ölçüde o çocuğun ailesinin, çevresinin, yetiştiği okulun olanaklarını ölçüyoruz. Parasal durumu iyi olan ve eğitim düzeyi yüksek olan, olanakları iyi bir okulda okumuş, iyi bir çevrede yetişmiş bir çocuğun ilke olarak bilgi düzeyi yüksek olmaktadır. Çünkü ek desteklerle (iyi bir dershane, özel hocalarla ve özel okullarla) sahip olduğu bilginin düzeyi yükseltildiği için seçilebilmektedirler. Bu durumda çocuğun yeteneği ve bilgi düzeyi seçiliyor gibi görünse de, aslında seçilen büyük ölçüde o çocuğun ailesinin ve çevresinin sahip olduğu olanaklardır. Burada önerilen sistemle bir seçmeye gidilirse ve üniversitelerin hemen hepsinde bu ön lisans paketlerinin içerikleri hemen hemen aynı tutulursa, sonuçta seçilen öğrencinin ailesinin ve çevresinin olanakları olmaktan çıkar, bizzat öğrencinin kendi yeteneği ve sığası seçilmiş olur. Çünkü sistemin mantığı şöyle kurulmuş olur: Aynı şeyden, aynı zaman diliminde, aynı koşullarda, kim ne kadar ve nasıl anlıyor? Kişinin gerçek yeteneğini ve becerisini de böylece çok daha doğru olarak seçmiş olursunuz. Bildiğim kadarıyla dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir doğru ve adil bir seçim uygulanmıyor. Eğer batı hayranlığından kendimizi kurtarabilir, onlar ne yapıyorsa bizde aynısını yapmalıyız saplantısından
kurtulabilir ve bu sistemi uygularsak dünyada “adil ve kişinin yetenek ve becerisini” en doğru seçen sistemin ilk kurucusu biz oluruz. Böylece, ÖSYM üzerindeki yük azaltıldığı gibi, dershaneler tarihe karışır, çalışanların önemli bir kısmına bir defaya mahsus olsa da iş olanağı yaratılmış, özel dersler alma isteği en aza indirilmiş; öğrencilerin bu eğitim sonunda aynı çizgiden yarışmaya başlaması sağlanmış; orta öğretimdeki öğretmen açığı önemli ölçüde kapatılmış ve öğretim üyesi yetiştirme projesi de başarılı bir şekilde yürütülmüş olur. Prof. Dr. Ali Demirsoy 07.12.2013
Değerli Kardeşim Türkiye eğitimi sorunlarla dolu. Dershane tartışması da bir yaranın deşilmesi olmuştur. Herkesin bir çıkarı ve bakış açısı vardır. Ancak taraflar zarar görmeden ya da en az zararla bu yaranın kapanması ve yeni bir yapılanma istiyorsak bu yazıyı okuyun derim. Kim bilir belki kangren olmuş bir sorunu basit olarak çözmek olası…