1
DURDUĞUNUZ YERİ BİLEMEZSENİZ, GİDECEĞİNİZ YERİ ÇIKARAMAZSINIZ
Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi, 06.04.2008
Dünya biyolojik yapısı ve kültürü açısından farklı grupların evrimleştiği bir mekândır. Biyolojik evrimin yönlenmesinde insanoğlunun yapabileceği bir katkı ya da müdahale olmamıştır. Kültürel evrimde de son birkaç yüzyıl hariç insanoğlunun yapabileceği fazla bir şey yoktu. Bu nedenle, her coğrafyada kendine özgü davranış, düşünüş ve inanç sistemleri gelişti. Bunları tarihin bir mirası olarak korumalıyız; saygı duymalıyız. Ancak, ne yazık ki, bu uygarlıkların çoğunda, maraz diyebileceğimiz bir sahiplenme ya da ego gelişti. Benim düşüncem, benim tarzım, benim inancım, benim davranışım en iyidir ve diğerlerine de örnek olmalıdır. Bu yaşam ve düşünce tarzımı yaygınlaştırma da benim boynumun borcudur. İşte bu maraz, daha ağır bir tanımla aşağılık davranış biçimi, özellikle din dogmatizmi ile birleşince, dünyayı kan gölüne çevirdi. Dünya savaş tarihine bakın, hemen çoğunda, dinler arasında, olmadı mezhepler arasında, olmadı aynı mezhebin kolları arasında, olmadı aynı kola sahip kişilerin iktidarı ele geçirme ihtiraslarına bağlı nedenlerle ortaya çıktığını göreceksiniz. Hem de en kanlısından. Son
yüzyılda,
bu
nedenlere
dayalı
savaşlar
kanlı-bıçaklı
görünümünden büyük ölçüde arınmış görünüyor. Ancak kültürler arasındaki ayırım gizliden gizliye hep sürüyor. Önümüzdeki
yıllarda
bu
kültürlerin
bir
kısmı
arasındaki
sürtüşmelerin, küreselleşme, turizm faaliyetleri, ziyaretlerin artmasına
2
bağlı olarak daha da azalması bekleniyor. Ancak, acaba tüm kültürler bu uygarlaşmadan ve uzlaşmadan nasibini yeterince alacak mı? Bu soru ve bunun yanıtı bizim için son derece önemli görünüyor. Burada kültürden ne anladığımızın açılımı önemlidir. Bazı kültürlerin birbirleriyle uyuşmaları kolay oluyor, bazılarında ise çok sancılı oluyor, bazılarında ise mümkün olamıyor. Bu uyuşmazlığın temel nedeni ne olabilir? İlk olarak bunu bellememiz gerekecektir. Dinler, üzerinde konuşulamayan, yanlışlığı ya da doğruluğunun kanıtlanmasına
izin
verilmeyen,
içerisindeki
öğelerin
birçoğunun
yanlışlığı doğrudan ya da dolaylı yollardan defalarca kanıtlansa dahi, özünün doğru olduğuna körü körüne inanılan bir olgudur. Hâlbuki bilim, binlerce yıl doğru olduğuna inanılmış ve uygulanmış, toplumun her kesimince benimsenmiş öngörülerini ve kurallarını bile, bir öğesinin yanlışlığı kanıtlandı diye, tümüyle silebilen (hatta bu hipotezleri kuranlar tarafından bile) bir düşünce tarzıdır. Bugüne kadar dininin yanlışlara oturduğunu savunan ya da kabul eden bir toplum olmamıştır; o yanlışlara hep geçiştirici bir kulp bulunmuştur; çoğunluk da hatanın dinden değil kişilerin yanlış anlamasından ya da yanlış uygulamadan kaynaklandığı ileri sürülmüştür. Orta Çağın bitimini simgeleyen Hıristiyan dinindeki reform bile, dine karşı koyuş olarak değil, ruhban sınıfa bir tepki olarak ortaya çıkmış ve Batının kısmen de olsa uygarlaşmasını sağlamıştır. Çünkü en azından dini sömüren bu zümre kısmen de olsa zayıflatılmıştır. Demokrasinin olmaz ise olmaz ilkelerinden olan laikliğin kavram olarak başladığı tarih olarak bilinen Fransız Devriminde, bu dönüşüm, on binlerce papazın giyotine gönderilmesi ile başarılabilmiştir. Müslümanlıkta hiçbir zaman –Hıristiyanlıktaki gibi ya da Fransız Devriminde olduğu gibi geniş- reform olmamıştır. Olması da zor görünmektedir. Çünkü harfinin bile değişmeden Tanrı tarafından
3
indirildiğine inanılan bir kutsal kitabımız vardır. O halde bir tarafta Tanrı tarafından insanoğlunun tüm faaliyetlerini düzenleyen, ayrıntıya girmiş bir kutsal kitap, bir tarafta da her gelişim ya da yenilik karşısında değiştirilen, insanoğlu tarafından yapılan bir hukuk sistemi bulunmaktadır. Dindar iseniz, tercihiniz olamaz, kutsal bilinenleri uygulamanız zorunludur. Müslüman ülkelerin ve belki Katoliklerin değişmez kaderi bu değişmezlik üzerine oturmuştur. Ancak, öbür taraftan, evrim bilimi, değişmeyen tüm canlıların er ya da geç ortadan kalktığına ilişkin birçok örnek sunmaktadır. Gel gelelim ki, kökten dinciler, dünyanın her yerinde evrim bilimini şiddetle reddetmektedirler; hatta bizim ülkemizde olduğu gibi savaş bile açmış durumdalar. Bir tarafta koşulları ve buna bağlı olarak sonuçları değişen bir dünya, öbür taraftan ise mutlak düzenin bir parçası olan değişmez bir kurallar dizisine bağlı dünya “durağan dünya” düzeni vardır. İkisi birbirinin tam karşıtıdır. Ancak, ne şiş yansın ne kebap yansın tarzındaki düşüncelerle, hem kendini hem toplumu kandıran, bilimden yoksun sözde bilim adamları, biriyle öbürsünü açıklamak için binbir maskaralık yapmaktan geri kalmamaktadırlar. Hâlbuki din bilimsel gerçekleri açıklayamaz; bilim ise dini yaklaşımları benimseyemez. Müslümanlığın ilk dönemlerinde büyük bir şans yakalanmıştı; bir taraftan Ön Asya uygarlıklarının (Antik Yunan gibi), öbür taraftan Mısır Uygarlığının üzerine bina edilebilecek yeni bir oluşum söz konusuydu. Bu zaman diliminde Batıdan alınacak fazla bir şey yoktu; çünkü bağnaz Hıristiyanlık uygulaması tüm bilimsel kafaları ve bilimsel düşünceleri silip süpürüyordu. Hıristiyanlığa göre daha özgür ve daha rahat bir ortam sunan Müslümanlığın bu döneminde, bilim adamları, eski (antik) bilgilere ulaşma şansları da olduğu için, dünya bilimine ve felsefesine önemli katkılar yaptılar. Bu nedenle bilim Kâbe’de ve Medine’de değil, Halep’te, Mısır’da, Endülüs’te gelişti; çünkü dogmatiklikten arınmış antik dönemin
4
bilimsel düşünce tarzını temel alıyordu; esinlendikleri kaynaklar bu dönemin kaynaklarıydı. Bu süreç fazla sürmedi. Gazali (1058-1111 ) ve bugüne kadar çeşitli kisvelere bürünerek günümüze kadar uzanan artçıları, aklı dinin denetim ve gözetimine sokunca, felsefe ve bilim ihmal edilmiş, gericilik başlamıştı. En iyisi benim dinim dedikleri için, diğer uygarlıklarla olan bilimsel alışveriş tümüyle kesildi ve kendi içine kapanık bir toplum yapısına dönüştü. Bugün Diyanet İşlerinin kitap satış yerlerinde kitapları peynir ekmek gibi
satılan
İmam
Gazali
bakın
neler
diyor
(Hasan
Özsan,
12.03.2008’den): ‘Hem bu filozofları (Eski Yunan), hem de onların İslam filozofları arasında İbni Sina ve Farabi gibi yandaşlarını imansızlar olarak kabul etmeliyiz. (…) Örneğin bir parça pamuğun ateşte yanmasını ele alalım. İnançsız akılcı felsefeciler, pamuğu yakanın ateş olduğunu iddia edeceklerdir. Bunu reddediyor ve şöyle diyoruz: Pamuğu yakan ateş değildir. (…) pamuğu yakan Allah’tır…’ Her şey Allah’tandır; kul sadece aracıdır. Benzeri şeyler anayasamızca bugün zorunlu kılınan “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” derslerinde anlatılıyor mu? Aynısı olmasa da benzeri anlatılıyor. Gazali ayrıca bilimin Allah’a olan inancı zayıflatarak inananların içine kuşku sokacağını öne sürmüştür. Bu yüzden, imanı zayıflatan felsefecileri ‘rezil rüsva’ etmeyi kendine görev edinmişti. Gerçekten de İslam bilginlerinin o tarihten sonra ‘rezil rüsva’ edilmeye başlandığı görülmektedir. Bir daha bilim ve felsefe alanında herhangi bir İslam bilim adamının ismine rastlanılmayacaktır. 1980 yılından bu yana gittikçe dozu artan tartışmalara bakılırsa, İmam Gazali’nin düşüncelerinin yeniden hortlatıldığı ve bu düşüncelerin
5
eğitim kurumlarımıza ve müfredatına sokulmaya çalışıldığı anlaşılacaktır. Giyimiyle kuşamıyla, gizlenmeye çalışılsa da zaman zaman ağızdan kaçan sözlerle, örneğin “bir Müslüman hem Müslüman hem laik olamaz; çocuk yaparsanız Allah onun rızkını da verir; her ihmalde sonra, Allah’ın takdiri” gibi sözlerle özünde İmamı Gazali –bir çeşit- geri getirilmeye çalışılıyor. Bu anlayışla orta eğitimde verilecek Din Kültürü ve Ahlak derslerinin çocuklarımıza fayda yerine zarar getireceği açıktır. Nitekim 1980’den bu yana, yani ‘Din Kültürü ve Ahlak dersleri”nin okutulmaya başladığı tarihten bu yana, insanlarımızdaki saygısızlığın, vefasızlığın, anarşinin,
ahlaksızlığın,
bilim
dışılığın
ve
sürtüşmenin,
tahammülsüzlüğün bu kadar artmasını neye bağlayacaksınız? Cumhurbaşkanımız Demirel de bir ara gündeme getirdi; sonra –belki de çekindiği için- dindeki reform önerisini geri çekti. İslam’da reform tartışmaları zaman zaman gündeme gelir; görünürde bu reformu yapacak ülke yok; çünkü ben Müslüman’ım diyen ülkelerin hemen hepsinde dine dayalı anarşi gittikçe artarak sürmekte. Kısmi bir rötuşlama, o da dinin üzerinde yapılan bir rötuşlama değil; dine dayalı kurumlar üzerinde (tekke ve zaviyeler gibi) bir rötuşlama sadece Genç Türkiye Cumhuriyeti tarafından yapılmıştır. Aslında dinde reforma gerek yok. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan Millet kasabasının binlerce yıl önceki hoşgörüsüne ve düşünce tarzına geri dönülse bile istenen olumlu sonuç alınabilir. Kültürün kaba bir tanımına geri dönersek: Kişinin, giyimi, kuşamı, yeme içme tarzı, eğlenme tarzı, başka kültür ve insanlarla ilişki tarzı, sanat tarzı, kadın erkek ilişkisi, yapı tarzı, aile yapısı, şehircilik anlayışı ve başka birçok davranış biçiminin tümü olarak alınabilir. Bu fark ancak evrensel eğitim ve bilimle büyük ölçüde giderilebilir; ırkçı ve dine dayalı söylemlerle de derinleştirilir.
6
Bu durumda, özellikle 1.5 milyar inananı bulunan Müslümanlar ile ötekiler arasında derin bir uçurum görünmektedir. Uygarlık bir arada yaşamanın da adıdır. Bir toplum ilk olarak kendi içersinde uyumlu ve uzlaşıcı olmalıdır. Sosyal ve ekonomik konulara bakış açısının farklı olması beklenen bir olgudur; bu konularda toplumun tekdüze olması beklenemez. Ancak, herkesin tartışmasız Allah’a ve onun Peygamberine inandığı bir sistemde uzlaşmanın ve hoşgörünün bir türlü sağlanamamış olması ilginçtir. Örneğin, Ankara’nın doğuya çıkış kapısı üzerinde yer alan Mamak ilçesinin Araplar Köyü’nde, Cuma akşamları bazı bakanların ve milletvekillerinin bile katıldığı, aynı tarikata ait üstü cami, altı herhalde zikir için kullanılan bir salonu olan birbirinden birkaç metre uzakta kurulmuş görüş itibariyle birbirinden farklı (birine giden öbürsüne gitmiyormuş) birçok dergâhın (bir anlamda ibadethanenin) olmasını hangi toplumsal uzlaşma ile açıklayacaksınız? Aynı Tanrıya ve aynı peygambere inanan bu toplum (birçoğu da öğretim görmüş), başşehrin göbeğinde bile yan yana gelemezken, peygamberi ve diğer tüm dini vecibeleri, yaşam görüşleri temelde farklı olan başka toplumlarla nasıl bir araya gelerek huzur içinde yaşayacaklar? Yaşam tarzımız ve dünyayı algılayışımız arasında çok derin farklılıklar var; ilk olarak bunu anlayalım. İleride iyice hayal kırıklığına uğramamak için bazı gerçekleri görmemiz gerekecektir. Biz Müslümanlar diğer uygarlıktaki insanlardan dünya görüşü açısından çok farklıyız. Bu açıdan baktığımızda Müslümanlar ile ötekilerin arasında günlük yaşamı derinden etkileyecek aşağıdaki farkları ilk aşamada herkes görebilecektir: Bir topluluk düşünün ki, karşı cinsini, yani bayanlarını, ahlaki nedenler ileri sürerek (bu durumda ötekilerinin dişileri ahlaksızlığa yatkın görülüyor) bezlerin içine sarıyor, eğitimine hoşgörüyle bakmıyor, herhangi bir erkekle el sıkışmasını önlüyor, erkeklerle aynı yerde
7
alışveriş yapmasına, aynı araçla seyahat etmesine, aynı mekânda yemek yemesine sıcak bakmıyor; erkekleri sakal ve badem bıyık bırakan, kravat ve modern şapka giymekten kaçınan; aynı şeyleri içmeyen ve içenleri günahkâr sayan; aynı mekânlarda bulunmayı sakıncalı sayan; haftanın aynı günlerinde tatil yapmayan; aynı takvimi ve saat dilimini kullanmayan; tatil anlayışı tümüyle farklı olan; kutsal kitabında başka dindeki insanların dininden caydırılması için cihat çağrısı yapılan ve bu cihadı her Müslüman’a farz kılınan; sokaklarda inanç adına hayvan katliamı yapılan; Hıristiyanlarla ve Musevilerle dost olmayın diye kutsal kitabında ayet ve buyruk bulunan; bilimsel bulguları reddederek mitolojiden Kutsal Kitaba girmiş olanları doğru olarak sunan; uygar dünyanın gelişmesinin lokomotif olarak görülen en önemli iki sanat dalını -resmi ve heykeli- yasaklayan; Hz. Muhammed’in bizzat Kâbe’de geçmişi günümüze bağlayan heykelleri kırarak başlattığı uygulamayı 1500 yıl boyunca Müslümanlığın yayıldığı her yerde uygulayan, hatta 2000 yılında bile, dinimize aykırıdır diye dünyanın en büyük Buda heykellerini (Afganistan’da) top ateşine tutarak darmadağın eden; laik olduğunu anayasasına koymuş bir Müslüman ülkede bile, yani Türkiye’de, aynı dinden olmasına karşın farklı bakış açısı olduğu için insanlarını toplu olarak katleden (Sivas’ta yakan, Maraş ve Çorum’da kılıçtan geçiren); dindeki bazı aksaklıkları dile getiren değerli bilim adamlarını, yazarları, düşünürleri en kötü şekilde katleden (Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun vd.) ya da tehdit ederek yurtdışına kaçıran (Muazez İlmiye Çığ, İlhan Arsel gibi); İran’da ve birkaç diğer ülkede hala kadınları sokakta recim adı altında taşlayarak öldüren, suçluları sokaklarda vinçlere asan; suçlu olduğu söylenen bakire kızları idam etmeden önce hapishanelerdeki katil ve hırsızların önüne atarak kızlık zarını izale ettirmek suretiyle cennete girmesini önleyen (İran’da olduğu gibi), son 15 yılda aynı dinden
8
olmasına karşın dinin gereklerini yerine getirmedi diye 100.000 kişinin kafasını testere ve kılıç ile kesen (Cezayir’de olduğu gibi) bir toplumu, bunları yasaklayan başka toplumlar neden içine alsın? Bu kültür farklı bir kültür. Elhamdülillah Müslüman’ım diyen böyle bir kültürün, kendini, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına bırakması kadar saçma bir uygulama olamaz. Eğer girmiş iseniz, bu kararlara diretme hakkınız da olamaz. Bu mahkeme günlük yaşamlarını ortak değerlere dayandırmayı benimseyen topluluklarının hukuk işlerini yürütmek için kurulmuştur. Beğenseniz de beğenmeseniz de sizinkinden farklı olan belirlenmiş ilkeleri vardır. Yukarıda saydığımız, Müslüman ülkelerin bugün birçoğunu uyguladığı dünya işleri, bu mahkemenin kuruluşuna katılan ülkelerin iğrenerek izlediği davranışlardır. Bu mahkemeye türban ile ilgili başvurular yapıldı ve insan haklarının izlenmesinden sorumlu bu mahkeme, üstü kapalı olarak “insan diye nitelendirilen bir varlığın türban hakkı diye bir hakkının olmadığı yargısıyla” başvurunun anlamsızlığı tescil edildi. Hatta bir ülkenin Cumhurbaşkanı olan bir zatın eşine bile bu hak verilmedi (mahkemeden çekilmeseydi böyle bir karar çıkacaktı). Esasında dikkatle izlendiğinde mahkemenin kararı –evrensel değerler açısından- tartışılabilir bir nitelik taşıyor. Çünkü üstü kapalı olarak türbanlıları insan yerine koymuyor ve insan olmayanların da hakkının olamayacağını dolaylı olarak dile getiriyor. Bu mahkemeye gidenler hem dinlerine hem ülkelerine en büyük saygısızlığı yapmışlardır. Batıda belirli süre yaşamışlar çok iyi bilecekler (bu satırların yazarı bizzat yaşamıştır), Batı uygarlığı, ilkel bulduğu Müslüman uygarlığını aralarında görmek istemiyor. Hatta daha önce zaman zaman ortaya çıkan,
günümüzde
de
sık
sık
tanık
olduğumuz
Türklerin
ve
9
Müslümanların evlerini kundaklama eylemleri bu ilkel davranışın bir ürünüdür. 2008 yılının başından bu yana yirmiden fazla Türk evi kundaklanmasına
karşın
kamuoyları
hemen
hemen
hiçbir
tepki
göstermedi. 1990 yılından bu yana kundaklama ile ölen insan sayısı 120 kişiden fazla olmasına karşın, Türk Hükümeti galiba dışişlerinde bir zamanlar
görevli
bulunan
Rıza
Tümen
ve
Gündüz
Aktan’ın
başvurularından başka itirazda bulunan da olmadı; Türkiye yuttu oturdu. Almanya’da nesli tükenmekte olan milletlerin bile dilini Almanya’da öğretme hakkı verilirken, 2007 yılında Türk dilinin Alman okullarında okutulması yasaklandı; Türkiye’nin yine ciddi bir itirazı olmadı. Niye kendinizi aşağılayarak sizinkinden farklı bu uygarlığın içine girmeye çalışıyorsunuz? En iyi dinin ve buna ilişkin en gelişmiş uygarlığın bizimki olduğunu
savunduğunuza
göre,
bir
“Müslüman
İnsan
Hakları
Mahkemesi” kurup, o mahkemenin kararlarını uygulamak daha onurlu olmaz mı? Nedir bu ahlaksızlık, yalakalık, aşağılık, döneklik, kişiliksizlik; kendi kültürünüze sahip çıkın!!! Niye, aşağılana aşağılana Batı uygarlığına yamanmaya çalışıyorsunuz? Sizin herkese örnek olacak bir dininiz var? Yoksa kuşkunuz mu var? Akşam sabah oturup kalkıp, İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını tenkit ediyor, batı uygarlığına ateş püskürüyoruz. Niye? Bu adamlarının kendi uygarlıklarını temel aldıkları belirli ilkeleri var, bu mahkeme ile o ilkeleri denetliyorlar. Sizin mantığınız, davranışınız, yemeden içmeye, giymeye kadar her şeyiniz farklı olduğuna göre, nedir sizin bu mahkeme kapılarındaki kuyruk sallamanız? Kendi mahkemenizi kurun ve kendi yüce uygarlığınıza göre vatandaşlarınızı yargılayın, değerlendirin; beğenmediğiniz bir uygarlığın kıstaslarına göre, yüce Müslüman ümmetini yargılamanız bir ahlaksızlık değil mi? Kendine değer vermeyen insanların başkalarından saygı beklemesi doğru mu? Batı uygarlığını her
10
fırsatta sapkınlık olarak gören Prof. Dr. Necmettin Erbakan, bir zamanların Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, kendisine destek bulabilmek için ülkesini şikâyet etmeyi de göze alarak bu mahkemeye başvurdu; sonuçta Batı uygarlığının adalet kapısı suratına vuruldu. Başkaları da başvurdu; aynı sonucu aldılar. Utandılar mı? Utanma da bir evrimsel basamaktır. Bu mahkeme 03.04.2008 tarihinde Türkiye’nin başının belası olan PKK terör örgütünün AB terör örgütü listesinden çıkarılması için karar verdi. Anlamıyor musunuz? Tüm kurumları ile Türkiye’yi dışlamak istiyorlar. Türkiye hakkını hiçbir platformda ciddi olarak savunamıyor. Niye? Çünkü Çin ve Hindistan’dan sonra en çok göç veren ülke; başbakanının talimatı ile hiçbir alt yapı hazırlanmadan çocuk doğurmayı marifet zanneden bir zihniyet, dünya uygarlığına olsa olsa ancak amele yetiştirebilir. Bilim toplumuna geçmiş olan bir dünyada da amele uygarlığının yeri neresi olursa, sizin yeriniz de orası olmaya başlar. Bu yüce milleti bu hale getirenleri ve bu yüce milletin bağnazlık bataklığına batıran zihniyeti lanetliyoruz… Batı uygarlığı, kendi yolunu çizmiş ve yürüyor. Bu nedenle, hiç gördünüz mü, bir Hollandalı ya da Danimarkalı ya da Alman, Tahran Üniversitesi’nde bayan öğrencilerin başı örtülü olduğu için okuyamıyor diye şikâyet ettiğini ya da yasal yollara başvurduğunu? Hiç gördünüz mü, Batı uygarlığından bir ülkenin öğrencisi, Müslüman uygarlığının egemen olduğu bir ülkede eğitilmek için başvurduğunu ya da böyle bir ülkede yaşamak için can attığını. Batının böyle bir derdi yok. Beğenmediği ve ahlaksız olarak nitelendirdiği batı uygarlığına –yasa dışı yollarla- ulaşmak için gün geçmiyor ki ülkesinden kaçan Müslümanların teknelerde boğulma öykülerine şahit olmayalım. Batı, bana bulaşma da ne yaparsan yap diyor. Seni caddelerimde ve sokaklarımda görmek istemiyorum
11
diyor.
Eğer
senin
uygarlığına
saygı
duyarsam
bu
sefer
ben
vatandaşlarımı sana, ülkenize gönderirim diyor. Bulaşan, sürekli şikâyet eden, aman dileyen biziz; aşağılanan, onuru ayaklar altına atıla atıla… Ne hallere düştük, Yüce Atatürk hiçbir ülkeye nasip olmayan, özel davetle Birleşmiş Milletler’e üye olmaya davet edilirken, bu ülkenin 70-80 yıl sonraki cumhurbaşkanları ve başbakanları kıytırık bir birliğe gireceğim diye kapılarda bekletiliyor. Ciğeri beş para etmez sözcüleri akşam sabah bize talimatlar veriyor. Kahrolmamak mümkün değil… Müslüman
ülkelerin
egemen
olduğu
bazı
ülkelerdeki
eğitim
merkezlerinde yabancılar bulunuyor mu? Bulunuyor. Özellikle Mısır’da El-Azhar Üniversitesi’nde, Malezya’daki İslam felsefesi ile kurulmuş üniversitelerde. Buralarda, çoğunluk, daha sonra Batı dünyasının köprübaşını oluşturacak akımları önleyecek ya da Batı uygarlığına geçmeyi önleyecek özel kişiler eğitilmektedir ve bu kişiler, uygun zamanlarda kendi ülkelerinde önemli yerlere getirilerek, Batı dünyasının Müslüman ülkelerde en çok ihtiyaç duyduğu petrol ve maden kaynaklarını en iyi şekilde sömürecek işbirliğinin gerçekleşmesini sağlayacaklardır. 1980 darbesini izleyen yıllarda, Suudi Arabistan’ın –El Rabıta olarak bilinen- parası ile çeşitli yerlerde eğitilen kişilerin, bugün hangi kritik yerlerde bulunduğunun araştırılması ilginç sonuçlar verebilir. İşin garibi bu
kişiler
Suudi
Arabistan’ın
çıkarlarını
değil,
Arap
petrolünü
sömürenlerin çıkarlarının bekçisi olarak görev yapıyor olmalarıdır. Koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin, büyük bir imparatorluğun devamı olan bir Cumhuriyetin Başbakanının ve Cumhurbaşkanının bir otel odasında, geçmişte bir ilimiz olan ve on binlerce Türk askerini İngilizlere destek olsun, Arap ülkelerini sömürge yapsın diye hunhar bir şekilde arkadan vuran bir ailenin mensubunun yanında, hiçbir geleneğe ve devlet
12
onuruna uymayacak şekilde ziyaret ederek, her iki yanında yer almalarını nasıl açıklarsınız; nasıl benimseyebilirsiniz? Bir toplumun başkalarından saygı bekleyebilmesi için ilk olarak kendine saygısı olması gerekir. 1960’lı yılları izleyen yaklaşık 25 yıl boyunca, yani Türkiye’nin turizme yönelmeye karar verdiği yıllarda, her yerde, duvarlarda, ilan tahtalarında şu ifadeler yazılıydı, basında hep şu sözcükler yazılıyordu: “tuvaletleri temiz tutun, turistlere ayıp oluyor”. Bir toplumu bu kadar aşağılayan bir ifade olabilir mi? Neyse ki, son zamanlarda Türklerin de temiz tuvalete layık olduğu anlaşılınca bu tip yazılar gündemden kalktı. Ancak Türkiye kebap, rakı ve dansözler ülkesi olarak tanınmaktan bir türlü kurtulamadı. Bu arada başka aptallıklar gittikçe güçlenerek gündeme girdi: Avrupa’ya ya da Batı dünyasına yamanabilmek için, yöneticilerimizin sürekli sakız gibi çiğnedikleri bazı ifadelerden birkaçını vermemiz gerekiyor. “NATO bizsiz yapamaz, çünkü dünyanın üçüncü en kalabalık ordusuna sahibiz” (ne yazık ki yapamıyor da, Kore’de, Sudan’ı işgalde, Afganistan’ı işgalde; Lübnan’da, Bosna’da, yarın belki İran’da hep biz varız; kendi irademizle değil, birilerinin isteğiyle) diyoruz. “Avrupa bizsiz yapamaz; çünkü nüfusu yaşlandı, onların hizmetini, ayak işlerini görecek genç nüfusa ihtiyaç var, o da bizde” diyoruz (en niteliksiz işleri yapmak için işçi istediklerinde de zil çalıp oynuyoruz). “Avrupa bize muhtaç, çünkü 70 milyon nüfusumuzla büyük bir pazarız” diyoruz (bizi her şeye muhtaç bir müşteri olarak görmelerini öneriyoruz). “Batı ve Avrupa bize muhtaç; çünkü üç kıtanın geçiş yerinde bulunuyoruz” diyerek, toplumsal yapımızı değil coğrafik konumumuzu koz olarak kullanmaya kalkışıyoruz. Son 60 yılın yöneticilerinin Batı dünyasına karşı kullandıkları koz niteliğindeki ifadeler bunlar ve hepsi de –uygar bir toplum için- gurur duyulacak özellikler değil. Ne zaman ki, yöneticilerimiz kalkıp da kürsülerde, ey Batı, buraya
13
bak, beni içine almakla, sanatına sanat, müziğine müzik, bilimine bilim, felsefene
felsefe,
edebiyatına
edebiyat,
demokrasine
demokrasi,
insanlığına insanlık eklenecek, benim sana verebileceğim şeyler ancak nitelikli toplumların verebilecekleri cinsten şeyler olacak demeye başlarsa, bizim başbakanlarımız ve dışişleri bakanlarımız, yabancılar acaba bizim için ne karar verecek diye uçakların içinde alesta-hazır beklemez, onlarınki bekler. Saygınlık “başkalarından talep edilemeyecek kadar”, özde bulunması gereken bir özelliktir. Türkiye bombeli (bir tarafı içbükey öbür tarafı dışbükey) aynaya bakmaktan artık vazgeçmeli, bir taraftan baktığınızda kendinizi dev aynasında görüyorsunuz, öbür tarafından baktığınızda da kendinizi cüce görüyorsunuz. Biz düz aynaya, gerçeği gösteren aynaya bakmaya artık alışmalıyız. Bu aynaya baktığımızda yerimizi ve konumumuzu doğru olarak belirleyebiliriz; o zaman da nereye (kadar) gideceğimizi doğru olarak saptayabiliriz. Sadece
düz
aynaya
bakmak
da
yetmiyor;
bu
görüntüyü
iyi
değerlendirecek bilgi ve yeteneğe de sahip olmak gerekiyor. Evrensel bilgi ve donanıma sahip olmayan yöneticilerin bu görüntüyü doğru değerlendirmesi de olanaksız görünüyor. Biraz zamanınız varsa, biraz siyasi tarihle ilgileniyorsanız, 10 Kasım 1938’den sonra yönetici olarak gelip geçenleri bu açıdan bir değerlendirmeye alın; eminim çok çarpıcı, şaşırtıcı sonuçlara ulaşacaksınız. Türkiye çok yakın bir tarihte tercihini koymak zorundadır. Belirli bir kültürle iç içe ya da yan yana yaşamak istiyorsanız, alışkanlıklarınızı ve bugüne kadar kültür olarak benimsediğiniz bazı değerlerinizi yeniden gözden geçirmelisiniz. Bu, asla, öz kültürünüzden vazgeçin anlamınada söylenmemiştir; bu, evrensel bilimsel görüşe ve yaklaşıma taban tabana zıt olan ve toplumu derinden etkileyen düşünce tarzınızı gözden geçirmeniz anlamına kullanılmıştır. Bugün sizin önemli değerler olarak
14
benimsediğiniz
davranış
biçimleri
(çoğu
da
dinsel
inançlardan
kaynaklanmaktadır) birlikte yaşamak için can attığınız uygarlıkların asla benimseyecekleri davranış biçimleri olarak görülmüyorlar. Birinden fedakârlık yapmanız gerekiyor. İkisinin bir arada yürümeyeceği – siyasetçilerin ve sözüm ona aydın geçinen entel takımının aksi söylemlerine karşın- açık açık görülüyor. Bugün davranışları nedeniyle aynı apartmanda bile yaşamaktan çekindiğimiz, aynı sofrada yemek yemekten
kaçındığımız
ve
bir
arada
bulunmaktan
huzursuzluk
duyduğumuz, belirli bir dünya görüşüne ve davranışa sahip vatandaş kesimimizi,
Avrupalıların
Oksfort
Street’te
ya
da
Şanzelize’de
ağırlamasını bekliyoruz. Bu, birilerinin kör rolünü oynadığını gösteriyor. Geçmişteki bir yöneticimizin dediği gibi, “Türkler doğuya doğru hızla yol alan bir gemide batıya koşan topluluktur”. Ya geminin gittiği yere gider; İslam ülkelerinin bulunduğu topluluğun içinde çırpınmaya devam edersiniz ya geminin rotasını 180 derece çevirir farklı bir uygarlığa doğru yol almaya başlarsınız (bu, Avrupa’nın bir zamanlar yaptığı Rönesans’a eşdeğer bir değişiklik olacaktır; Atatürk yapmaya çalıştı; ancak gericilik yeniden hortladığına göre demek ki yeterince gereğini yapamamış) ya da yanaşmakta
olduğumuz
geminin
ucundan
düşerek
sulara
gark
olursunuz. Tercihinizi koymak için fazla süreniz kaldığı da söylenemez… Türkiye, bir tarafta gerici, dogmatik, çağ dışı; öbür tarafta eğitilmiş, ancak Batı dünyasına satılmış, kendi benliğini korumaktan aciz, kendine entel lakabını takmış, kendi uygarlığının gelişmesi için hiçbir zorluğun altına girmemiş, kendi kültürüne yabancı, sürekli tenkit eden; ancak hiçbir önemli girişime önayak olmayan başka bir işe yaramaz gurubun arasında, iki değirmen taşının arasındaki buğday gibi un ufak ediliyor. Bu aşınmayı önleyecek tek çıkış yolu, iyi incelendiğinde ve zamanımıza uygulandığında, güncelleştirilmiş Atatürkçü düşünce görülüyor. Kronik
15
Türkiye düşmanlarının ağız birliği etmişçesine akşam sabah Atatürk düşmanlığını körüklemeleri, bu konudaki her eyleme destek sağlamaları ve onları Türkiye’de demokrasi havarileri olarak görmeleri bu nedenledir. Gerçeği
öğrenemeyenler
bulamaz. Tercih sizindir… Prof. Dr. Ali Demirsoy 27.03.2008
ve
görmek
istemeyenler,
doğruyu