1
PARTİ KAPATMA DEMOKRASİYE DARBE Mİ? Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi, 15.03.2008
14.03.2008 tarihinde Yargıtay Başsavcısı, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) laikliğe aykırı eylemleri nedeniyle, kapatma önerisi ile Anayasa Mahkemesi’ne dava açtığını beyan etti. Haber
gündeme
bomba
gibi
düştü.
Gerçi,
Türkiye
parti
kapatmalarına -yasal ya da darbeler yolu ile- yabancı olan bir ülke değildir (1930’lu yıllardan itibaren, Serbest Fırka’dan tutun, 12 Eylül Darbesi’nde tüm partileri kapsayan bir olağan dışı kapatmanın dışında, bugünkü AKP partinin kapatılması girişimine de bir çeşit zemin hazırlayan gerici eylemleri nedeniyle Millî Nizam, Refah, Saadet, Fazilet, ve devamı…). Cumhuriyet döneminde 26 parti kapatılmış; ancak bunların çoğu olağandışı askeri darbeler sırasında olduğu için, hukuki bir işlem olarak görülemez. Hukuki süreçle kapatılan 8 parti olmuş; bunun 4’ü bölücülükten, 4’ü de gericilikten dolayı kapatılmış. İlk olarak kendimize şu soruyu soralım. Bu partiler kapatılmasaydı Türkiye çok daha uygar bir yerde mi olacaktı? Buna evet diyebilecek pek az
adam
olduğunu
söyleyebiliriz.
1980
yıllarında
Türkiye’yi
yeteneksizlikleri nedeniyle uçuruma sürüklemiş siyasi partilerin liderlerini tekrar siyasi arenaya çıkarmasaydık daha iyi olur muydu sorusuna, eminim ki, çoğumuz daha iyi olacaktı diye yanıt verecektir. Türkeş’i, Demirel’i, Ecevit’i, Baykal’ı, Erbakan’ı, Gül’ü, Arınç’ı ve niceleri, geçmişin hırçınlığını ve siyasi pisliğini yeniden gündeme taşıdı. Bir şeyi artık kavramamız gerekiyor: Yasalar ve ilkeler, demokrasinin dayanağı olan oy gücünün de üstünde olan bir erktir. Bu nedenle bir parti çoğunluğu ele geçirse de halk beni destekliyor diye istediğini yapamaz; gündemdeki
2
yasaların öngördüğü ve o devletin kuruluş ilkelerinin dayandığı rotayı izlemek zorundadır. Bu nedenle bir savcı, yetkisi gereği, örneğin 16 milyon
kişinin
oyunu
geçersiz
kılabilecek
güce
sahiptir.
Galiba
demokrasiyi içine sindirmiş her ülkede de uygulama böyle… Sözüm ona aydınlar, halk iradesinin yanında olduğunu söyleyenler, demokrasi sözcüğünü sakız gibi çiğneyip, tadını bugüne kadar alamamış olanlar artık bu gerçeği anlamalıdırlar. Demokrasi, alınıp satılan bir kitleyi arkasına alarak kabadayı ağzıyla konuşup, tüm kurumları göz ardı eden, onlara hakaret eden, varoluş nedenlerini hedeflerine ulaşmak için araç olarak görenlerin değil, erdemli insanların egemen olduğu, belirli kuralların herkesi bağladığı bir rejimin adıdır. Tabii ki demokratik bir ülkede parti kapatma davasının açılması kadar demokrasiyi inciten bir girişim olamaz. Ancak bunun ayıbı, yargıya değil, geçmişten ders almayarak cumhuriyetin kuruluş ilkelerini kemire kemire yıpratan, yasaları hiçe sayan partilerin bizzat kendileri olmalıdır. Gün yok ki, görsel basında, Türkiye Cumhuriyeti’nin olmaz ise olmaz ilkesini ihlal eden bir haber duymamış olalım. Burada bir şeyi daha vurgulamak gerekir: “Cumhuriyeti korumak” ekmek, kömür karşılığı oyunu satan güruhun değil, yüzde kaç oy alırsa, yasalara aykırı davrandığı zaman, onun önünü kesme yetkisi olan makamların, yani cumhuriyet savcılarının görevidir. Yasalarımız bu hakkı onlara vermiştir. Bunun için sonucu görmesi de gerekmiyor, çünkü akıl ve bilim, sonuçları önceden görüp önlemini almanın adıdır. Uzmanların beyanlarına göre Anayasamız böyle bir tehlikenin sezinlenmesi halinde Cumhuriyet Başsavcısına harekete geçme yetkisi ve görevini yüklemiştir. Ne olursa olsun, ne yaparsa yapsın, belirli bir oy yüzdesine ulaşmış bir partinin artık dokunulmaz olduğu hiçbir yerde yazılı değildir. Birçok yetkili “%48 oy almış bir parti kapatılır mı?” diye bilgiç bilgiç
3
açıklamalarda bulunmaktadırlar. Hukuktan ve demokrasiden nasibini almamış bu kesim, bu söylemiyle, belirli bir oranın altında oy alan partiler kapatılabiliri kastetmektedirler. Demokrasi çoğunluğun belirli haklara değil, azınlığın da aynı haklara sahip olduğu bir rejimdir. Ayrıca yorumu sayılara döktüğünüzde, karşınıza şu çelişki de çıkar; 1982 Anayasası %92 oyla kabul edildi ve bu anayasa, parti kapatılmayla ilgili olarak Cumhuriyet Başsavcısının iddialarını içeren suçlamaları esas kabul eder. Yani oy oranı karar vermede çok önemli ise, Cumhuriyet Başsavcımız bu oranı göz önüne alarak halkın arzusunu dile getirmiştir. Hiç kimse, Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından öne sürülen iddiaların uydurma ya da Anayasa’da öngörülen suçlamalarla ilgisi olmadığını ileri sürmüyor; en fazla bu iddiaların parti kapatmaya kadar gidecek ölçülerde olmadığını ileri sürerek Başsavcıyı suçluyor. Böyle bir durumda iddiaların ne ölçüde doğru ve ne ölçüde kapsamlı olduğuna “izin verin de” Anayasa Mahkemesi karar versin. Normalde hiç kimsenin elinde, iktidarın anayasaya saygısını ve uyumunu gözlemekle görevlendirilmiş ve böyle bir yetkiyle donatılmış Cumhuriyet Başsavcının elinde bulunan kanıttan daha fazlasına sahip değildir. Bütün bunları hiç umursamayan hükümetin Başbakan
Yardımcısının
16.03.2008
tarihinde,
pazarcı
ağzıyla
“Avuçlarını Yalarlar” gibi bir ifadeyle hukuku, anayasal kurumları ve bir devletin temel işleyişini hafife alan açıklaması tehlikenin ne boyutlarda olduğunu göstermiş olmalıdır… Bu yetmiyormuş gibi, hükümetin Batıdaki yandaşlarının, başlamış hukuksal sürece müdahale sayılacak ve Türk Hukukçusuna hakaret dolu sözlerine tepki göstermemesi ve hatta bu hakaretleri bir destek ifadesi olarak halka sunması da ayrı bir ayıp olarak görülmelidir (suç diyemiyorum; çünkü ancak bir hukukçu bunun suç olup olmadığına karar verebilir). Savcının böyle bir dava açtığı açıklandıktan 15 dakika sonra, Batıdaki dostlarımız (özellikle AKP’nin büyük dostları) savcının iddianamesinin tek kelimesini görmeden, savcı saçmalıyor gibi
4
ifadeler kullanmaya başladılar. İddianamenin içeriğini bilmiyorsunuz ki, alelacele korumaya girişiyorsunuz. Ya iddianamede, hükümetin El Kaide’ye el altından yardım ettiği belgelerle saptanmış olsaydı ne diyecektiniz? Türkiye’deki hükümettin, bir anlamda ortaklarınınn (eş başkanlarının da diyebiliriz) -ne olursa olsun- Batıdaki bazı ülkelerin çıkarlarına zerre kadar zarar vermeyeceklerinden eminler. Avusturya’da halkın oylarıyla seçilmiş bir partiyi –söz birliğiyle- bırakın yargılamayı, hakkı olan hükümete bile yanaştırmadılar. Halkın oylarıyla, parti olarak değil, kişi olarak seçilmiş başkan Nixon’ın yargı kararıyla alaşağı edilmesine, bırakın muhalefet partileri, kendi partisi bile tek bir kelimeyle itiraz etmemişti; edememişti. Etmemişti, çünkü yasalar buna cevaz veriyordu; edememişti, çünkü yasayla verilen her karara uymanın bir uygarlık ve devlet ahlakı olduğunu herkes biliyordu. Çünkü Amerika, her şeye rağmen, yargıyı ve yargı kararlarını ulu orta tenkit eden, aşağılayan ve duruma göre hemen yasa değiştirmeye girişecek ilkellikte bir devlet anlayışına sahip değildi. Her ne kadar demokrasi sözcüğünü belirli ülkeler için ağızlarından hiç bırakmayan Batıdaki stratejik ortaklarımız (?), kendi ülkelerinde (İspanya’da, Belçika’da Almanya’da vd. Avrupa ülkelerinde) benzer söylemleri ve eylemleri nedeniyle kapatılmalarına seslerini çıkarmazken, Türkiye’dekilerin çok daha keskin söylem ve eylemlerine karşı yapılan yasal girişimleri, çok çirkin ve ağır bir şekilde eleştirmektedirler. Batı da şunu çok iyi biliyor ve kendi ülkelerinde gereğini yerine getiriyor. Ancak, Türkiye’de satılacak liman, maden, su kaynağı, kıyı ve fabrika kaldığı sürece ve Orta Doğu’da son sınırlar çizileceği ve İran’ın yıkılacağı güne kadar, Batı, Türk Demokrasisinin kurtuluş ya da koruma çabalarını görmemezlikten gelmeye devam edecektir; amacına hizmet edecek herkese tüm değerlerini unutarak destek verecektir. Artık milletimiz bir şeyi anlamış olmalıdır (%48’ini kast etmiyorum); Batıdan,
5
özellikle Yunanistan’dan, Güney Kıbrıs Devleti’nden, Demokratik Toplum Partisi’nden (DTP) neye övgü geliyor ise, o Türkiye için bir kaybın habercisi demektir; neye karşı çıkılıyorsa o girişim Türkiye’nin çıkarına demektir. Cumhuriyet Başsavcısının iddianamesine ekleyip eklemediğini bilemiyoruz; ancak üst düzey yöneticilerimizin –basındaki bilgilere göreözellikle ABD ve AB ile gizli kapaklı, Millet Meclisi denetiminden uzak, Türkiye’nin geleceği ile çok yakından ilgili yaptıkları anlaşmaların hepsi sadece parti kapatılmasıyla kalacak gibi değil, yüce divanlık gibi görünmektedir. Bir parti ırkı ve dini alet ederek siyaset yürütürse, o partinin egemen olduğu bir ülkede demokrasi yerleşemez. Çünkü uygar ülkelerde demokrasi, insanların zaman içinde bilinçle yargılarını değiştirerek yeni seçenekleri aramalarının da adıdır. Körü körüne bir fikre ve akıma saplanmazlar. Ancak ırkçı ve dini söylemlerle yola çıkmış bir parti bir kere arkasına bir kitleyi almış ise, bu kitlenin artık bilinçli hareket etmesi söz konusu değildir; çünkü dogmaya saplanmıştır. Ne yaparsanız yapın hangi örneği gösterirseniz gösterin bu kesimin sadece bir doğrusu vardır ve bu doğru bildiği yol da hemen her zaman çıkmaz bir yoldur. İşte, yasaların bazı makamları (bizde Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay Başsavcılığı) partiler üstünde yetkilendirmesi bu gerekçe ile ortaya çıkmıştır. Demokrasiyi yıkmak kolaydır, kurmak ise uzun yıllar ve gerçek bir eğitim ister. Çoğu hukukçu olan parti sözcülerinin ve önde gelenlerinin çok çirkin sözlerle bu makamlara dil uzatmaları ve sanki böyle bir yetki ve görevleri yokmuş gibi davranmaları esas hukuk devletinin sonunu getirecektir. Bunun örnekleri var mı? Var. Dini esasları benimsemiş hiçbir İslam ülkesi demokrasiye geçemedi. Atom bombası yapma aşamasına gelmiş İran bile, en gerici yönetimden kurtulamıyor. Irkçı anlayışla yola
6
çıkan bir zamanların Yugoslavya’sı paramparça oldu. Çünkü ırkçı ve dinci toplumlar– ne yaparsanız yapın, hangi kanıtları önlerine sererseniz serin- fikrini değiştirmez, dediğim dedik, öttürdüğüm düdük der. Dünyada demokrasinin ve uygarlığın iki düşmanı gericilik ve ırkçılıktır. Tek anladıkları kaba kuvvettir; kaba kuvvet de her zaman demokrasiye ters düşen bir anlayıştır. İşte Türkiye’nin ve birçok ülkenin (bunlara Avrupa ülkelerinin bir kısmı da dâhildir) demokrasiyi korumadaki çıkmazı ya da ikilemi bundan kaynaklanmaktadır. Tartışmalara ve açıklamalara bakarsanız, partilerin kapatılması ile ilgili herhangi bir yasamız yokmuş izlenimine kapılır ve Yargıtay Başsavcılığını keyfi davranıyor diye suçlayabilirsiniz. Hiç kimse –eğer savcılık iddianamesinde yazılanlar doğruysa- bütün bunlara göz yumarak dava açmayan bir savcının ileride düştüğü yasal sorumluluğu gündeme getirmiyor. Eğer kendinizden emin iseniz –yeni uygulamalar ile yasamanın bağımsız hale getirildiğini ileri sürdüğünüze göre- neden bu kadar tepki gösteriyorsunuz? Mahkemeye çıkın, yasal olarak aklanın ve alnınız açık olarak görevinize devam edin. Türkiye halkı ve siyasi partileri bir şeyi artık anlamalıdırlar: İsterse %99 oy alın, Türkiye’nin kuruluş ilkelerine aykırı hareket eden her parti ya da adı ne olursa olsun bir kuruluş, yasayla görevlendirilmiş kurumların denetimi altındadır. Bir sürü parti yetkilisi ve sözüm ona düşünür, yazar, parti kapatılması girişimini akıllarınca kınıyor. Bu kesimin demokrasiden haberi yok. Demokrasi, çoğunluğun aklına ne gelirse gelsin istediğini yapmanın adı değildir, bunu zaten çöl kabileleri yapıyor, demokrasi ne kadar oy alırsanız alın, arkanıza kimi alırsanız alın, belirli yasal kurallara uymanın ve azınlığın hakkını çoğunluğa karşı koruma yasal gücünün bulunduğu ortamın adıdır. Bu yasal gücü, gelişmeyi engelleyen, devlet ve millet düşmanı olarak gösteren, beyan
7
eden herkes, cumhuriyet ve demokrasi düşmanıdır ve hak ettiği cezayı görmelidir. Cumhuriyet Başsavcısının neleri mesnet göstererek davayı açtığını –ayrıntılarıyla-
bilemiyoruz;
bağımsız
Anayasa
Mahkemesi’nin
hepimizden daha doğru yargıya varacağından kimsenin kuşkusu olamaz. Bu
mahkemenin
düşürmeyen
kararları
ülkelerin
geçmişte
de
temsilcilerinden
–demokrasiyi
dilinden
oluşmuş-İnsan
Hakları
Mahkemesi’nde bir çeşit oy birliğiyle onanmıştır. Diyelim ki bazı partiler kapatıldı. Türkiye bundan zarar görür mü? Görür. Demokrasisi geri adım atar. Savcının basından izlediğimiz kadarıyla ileri sürdüğü hususlar doğru ise ve görmezlikten gelerek bu partiler kapatılmaz ise ne olur. Demokrasi bir daha ayağa kalkmamak üzere mezara gömülebilir. İki kötü arasında, eskilerin deyimi ile ehvenişeri (daha az kötü olanı) seçme olayına tanık oluyoruz. Bir hükümet yargı kararlarını kınamayı ve her olayda yargıyı kendinden menkul bir şekilde açıklamayı alışkanlık haline getirmiş ise ya demokrasinin ya da o partinin sonu gelecek demektir. Buradaki “ya” kelimesi hem bu hem o anlamına gelmemektedir; birinden biri demektir. Eğer
siz
yasaları
uymayacağını
(bizzat
beyan
bir
etmeye;
bakanımız eski
meclis
Danıştay’ın başkanımız
kararlarına Yargıtay
Başsavacısını kin ve garezle dolmuş biri olarak tanıtmaya başlamışsa) ve devletin kuruluş ilkelerini (laiklik amacımız değil şimdilik uymak zorunda olduğumuz bir yaptırımdır mahiyetinde defalarca açıklama yapılmışsa) amiyane bir tabirle sallamayan böyle bir partinin sonunun getirilmesini
istemiyorsanız,
o zaman demokrasinin sonlanmasını
onaylıyorsunuz demektir. Türkiye’yi bölmek için yola çıktığı söylenen ve bu nedenle de Anayasa Mahkemesi’nde kapatılması için dava açılan (her nedense bu
8
partinin kapatılması için açılan davaya hiçbir parti ve makam itiraz etmedi) DTP’nin en çok oy aldığı; herkesin bir tarikatı, şeyhi, aşireti olan ve uygarlığı, dünya bilimine 4.000 yıl önce yaşamış Urartulardan bile daha az katkısı olan Siirt, Batman ve Urfa’da kürsüye çıkarak, Cumhuriyet Başsavcısına meydan okumanın, olsa olsa aptalları kandıracak bir taktik olduğu bilinmelidir. Bir dilim ekmek almak için kamyonların arkasında birbirini ezen bu insanların yargısı mı Yüce Türk Adliyesini ve Türk Demokrasisini yönlendirecek. Arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim… Türkiye parti kapatma serüvenini defalarca yaşadı. Nedenleri de defalarca
açıklandı.
Hepsi
yasal
bir
gerekçeye
dayandırılarak
gerçekleştirildi. Bu yasalar hala geçerli olduğuna göre, uygulamaların da sürmesi kaçınılmaz görünüyor. Aymazlığı ve anlayamazlığı anlatabilmek için Türkçede yüz yıllardır söylene gelen çok güzel bir atasözü vardır: Bir eşek bile en fazla üç defa çukura düşer.
Prof. Dr. Ali Demirsoy 15.03.2008