1
SONUNDA TENCERE YUVARLANDI KAPAĞINI BULDU Prof. Dr. Ali Demirsoy
Bir zamanlar (1971-1979) Afrika’da Uganda’da İdi Amin denen bir devlet başkanı uzun süre bu ülkeye egemen olmuştu. İdi Amin gazetelerden hiç düşmemişti; 100.00-500.000 insanı katlettiği yazıldı. Bazı önemli İngilizleri tutsak almıştı. Bunları serbest bırakmak için İngiliz Elçiliğinin 4 önemli kişisinin omuzlarında taşıyacağı bir taht ile kendisini taşıma kaydıyla serbest bırakacağını ilan etmişti. Öyle de yapıldı. Bazı batılı iş adamlarına yelpazesini sallatmış. Ancak İdi Amin’in en unutulmaz olayı bir bakanını ya da çok sayıda rakibini yemesinin gündeme düşmesiydi. Dünya ortaya atılmış buluna (İdi Amin bu haberi hiçbir zaman yalanlamamış) bu yamyamlığa hayret etmişti. Bende çok derinizler bırakmış olmalı ki yıllar sonra bu ülkede biyolojik araştırmalar yapan ve bu ülkeyi iyi tanıyan bir meslektaşıma bu durumu sormuştum. Bana: Bunda şaşılacak ne var ki? Bu insanları başa getirenler yamyam. Bir kabilenin himayesine girmeden bir yerden bir yere gitmeye kalkışırsanız, yolda yenebilirsiniz. Aslında dünyanın dört bir tarafını dolaşmış ve çalışmış olan bu meslektaşım bazı ülkelerden başka örnekler vermeye başladı. Bir dizi ülke saydı. Ben de bölük pörçük bilgimle o ülkelerin yöneticileri de çalıp çırpan takımındanmış dedim. Meslektaşım gülümsedi. Bak! Ali, ben bu ülkelerin çoğunda gıda dağıtımına yardımcı olmak için Birleşmiş Milletler tarafından görevlendirilmiştim; bir ikisinde de şirketim ya da ticari ilişkim oldu. Rüşvetsiz hiçbir işi zamanında yaptıramadım. A’dan Z’ye rüşvet, görevi kötüye kullanma, yetkiden gelir elde etme, adam kayırma, çıkar sağlamanın her türlüsüne tanık oldum. Görebildiğim kadarıyla bu ülkelerde hırsız hırsızı seçiyor.
2
Hepsi için belki söyleyemem; ancak bu ülkelerden bazılarının demokrasiye geçmesi ve çağdaş yönetim kurması için Belçika ve bazı Avrupa ülkeleri ciddi niyetleri ve çabaları oldu. Başaramadılar. Sözlerine şöyle devam etti: Güney Amerika ülkelerinin, Afrika’nın, Ortadoğu ülkelerinin, gerçek demokrasiye geçeceğine ve çağdaş yönetimi kuracağına inanmıyorum. Türkiye için fikrini sorduğumda, rakısından bir yudum aldı ve sadece gülümsedi; ancak “Sen benim hep dostum olacaksın arkadaş” demeyle yetindi. Bu coğrafya çok lider ve yönetim gördü. Düşenlerin düşüşleri birer insanlık dramı olarak kayıtlara geçti; bu liderlerin yabancı ülkelerdeki banka kayıtlarını ise ancak bir kısmı su üzerine çıkarılabildi. Ortak tarafları ise bu yönetimlerde en büyük payı en baştaki almak kaydıyla yetkiye göre rüşvet ve çalıntının paylaşılması. Başka ortak tarafları da var: Lider ulufe dağıttığı ve gücü (yasa dışı da olsa) sürüdüğü sürece bu ülkelerin halkının liderlerini yargılamasız ve tartışmasız desteklemeleri; düştüğünde ise çiğnemeleri oluyor. Dikkat ettim Belçikalı meslektaşım gelmiş geçmiş ve halan işbaşında olan bu liderlere kızmıyor. Onun şaşkınlığı, bu ülkelerin halkının kısa vadeli çıkarcılığı ve günü birlik yaşamayı yaşam stratejisi olarak benimsemiş olması. Anladığım kadarıyla bu meslektaşım uzun süreli iç içe yaşadığı bu ülkelerden umudunu kesmiş. Bu konuda uzun süre fikir alışverişlerimiz oldu. Sonunda tek bir oğlu vardı ve oğluna bir Türk kızını gelin olarak aldı. Ondan öğrendiği bir Türk Atasözünü bu konuşmalar sırasında ağzından hiç düşürmedi:
Tencere yuvarlanır kapağını
bulurmuş. Bu ülkelerin yöneticilerini niye suçlayarak sorumluluğu üzerimizden atmaya çalışıyoruz? Halkın tıyneti ne ise yöneticinin ki de o olacaktır.
3
Bu konuda birçok insan gibi ben de kafa yordum. Çoğu araştırıcının vardığı sonuca ben de ulaştım. Bir insanı çağdaş ve uygar bir insan haline dönüştürmeniz onlarca yıl alıyor ve büyük emek istiyor. Günübirlik yaşayacak insanlar için o günü kurtarma yetiyor. Ancak bir insanı yetiştirmekle toplumu düzeltemiyorsunuz ki; havuzda bir damla oluyor. Bu nedenle çok iyi bir eğitim ve öğretim sistemi uygulasanız da bir topluluğun çağdaş bir yapıya dönüşmesi yüzlerce yıl alıyor. Kesiksiz emek isteyen bir çaba. Kaldı ki zaman zaman bu süreç kesintiye uğradığında neredeyse her şeye yeniden başlamak zorunda kalınıyor. Eğer bu toplumlarda din istismarı varsa ve yöneticilerin din tüccarlığı geçerli akçe ise özlediğiniz çağdaşlığa ulaşmanız zor. Gel gelelim ki bu toplumlar çağdaşlığı zenginlik olarak algıladıkları için ne kadar yüksek bina yapılırsa ne kadar alışveriş merkezi açılırsa (AVM olarak adlandırılan) ne kadar bölünmüş yol yapılırsa o kadar çağdaş olduklarını düşünürler. Kuşkusuz bütün bunların çağdaş yaşamda önemli yeri ve etkisi vardır. Bu açıdan bakıldığında Körfez Ülkeleri ve Suudi Arabistan en çağdaş ülkeler içinde yer almalıdır. Ancak çağdaşlığın ruhunu başka eylemler belirler. Yöneticiler açtıkları fabrika, AVM, otel, havaalanı vb.’nin yanı sıra, açtıkları heykel sergileri, tiyatrolar, resim sergileri, izledikleri konser, tiyatro, opera, bale, evrensel müzik
sunumları
vb.
sanatsal
işlevler
ile
ruhsal
zenginliklerini
kazanabiliyorlar ve dolaylı olarak da yönettikleri hala yansıtıyorlar. Bütün bunlar sığ topluluklarda eften püften işler gibi gözüküyor. Bu yargıya başka birini gözleyerek değil bizzat yaşayarak ulaştım. Heykeli günah bildik, kırdık; resmi, günah bildik yırttık; bir çalgı aletini çalmayı hafiflik olarak gördük. İçimizden birileri Vivaldi, Şopen, Betofen dinlerken içimizden alaylı alaylı güldük; radyoda klasik batı müziği diye anons yapılınca, ninemiz, dedemiz (aslında hepimiz) bu ne delü densüz
4
(deli-densiz) müziktir diye kapattık. Anadolu’da dolaştığımda çeşmelerin üzerinde büyük bir olasılıkla yapıldığı tarihi ve yapan kişiyi belirten ya da özlü bir sözü resmetmiş -Arap harfleri ile yazılmış ya da yeni Türkçe harfleri ile yazılmış tüm levhaların varsa heykelciklerin varsa figürlerintaşlarla un ufak edildiğine tanık oldum. Öğretisi gereği heykele putperestlik olarak baktık ve heykel bahçesi olarak bilinen bu coğrafyanın değerlerini ya başkasına bağışladık ya da kaçmasına kayıtsız kaldık; kalanları da kırdık. Belli ki uygar dünyanın olmazsa olmazlarını kültürümüzün tersi bildik. Cumhuriyet aydınları olarak geçinenlerin anlayamadıkları “Aslında olmayan bir şeyin kısa sürede gerçekleşmesi için beklentilerinin” doğru olmadığıydı. Birilerinin zorlaması ya da uygar görünmek için bunların bir kısmını şu ya da bu izlemeye başladım, herhalde 40 yaşlarıma bastığımda daha önce hiç algılayamadığım derecede bu sanat dallarından zevk almaya başladım. Benim yaşadığım dünyanın dışında başka dünyalar olduğunu, benim
kültürümün yanında
insanı
yüceltebilecek
başka kültürler
olduğunun farkına vardım; en önemlisi “en iyi benimki” saplantımın eridiğini gördüm. Benim değerlerimin dışında tanımam gereken ve hatta hangi yaşta olursa olsun ödünç almam gereken çok şeyin olduğunun farkına vardım.
Bütün bunlardan sonra şapkamı
önüme koyup
düşünmeye başladım: Acaba “evrensel bir insan olmuş muyum” diye. Belli ki bunların ancak belirli bir kısmına ulaşabilmişim; o da yalınkat olarak. Çıkardığım sonuç da şu oldu: Demek ki uygar olma kolay bir süreç değil. Ne kadar eğitilirseniz eğitilin, ana ve babanızdan, çevrenizden aldığınız ilk eğitim, istenen sonuca ulaşmanızı önemli ölçüde geciktiriyor. Eğer bunu toplum ölçeğine yansıtırsak, tüm gerekler yerine getirilse bile, bu süreç yüz yıllar alıyor. Bir toplum bilimsel düşünmeyi ve yargılamayı; sanatta yaratıcılığı, demokrasiyi, evrensel
5
değerleri
tanımayı,
toplumsal
uzlaşı
kültürünü
kazanmayı
kolay
öğrenemiyor, yüzyıllar alıyor. Uzun bir kargaşalığın ardından Birinci Dünya Savaşında beyin ve kas gücünün önemli bir kısmını yitirmiş, yurdu harabeye dönmüş, ekonomisi dibe vurmuş bir imparatorluktan doğan genç cumhuriyet birkaç vatansever insanın hayalindeki uygarlık düzeyine bir an önce ulaşmak için her yolu denemeye ve her türlü önlemi almaya başladılar (bunların bir kısmını bugünkü zihniyet despotizm ve baskıcı sistem olarak adlandırsa bile). Önce girmeyi düşündüğümüz toplum içinde sırıtmasın diye giyim kuşamla işe başladılar. Edebiyat dünyasına kendi diliyle katkıda bulunsun diye dil devrimine giriştiler. Dil Kurumunu; geçmişimizi incelesinler diye Tarih Kurumunu kurdular. Üzerimizdeki toprakların tapusunu alabilmek için bu topraklarda yaşamış olan kültürlere sahip çıkmaya ve bu kültürleri inceleyecek bölümler kurmaya başladılar (böylece, Hititoloji, Sümeroloji vd.). Evrensel müzik öğretisi için konservatuarlar kurdular. Resim ve heykel müzeleri açıldı; bununla ilgili eğitim veren bölümler açıldı. O günün yöneticileri örnek olsun ve halkı teşvik etsin diye bunlarla ilgili sunumlarda ve toplantılarda boy gösterdiler. Eğitimde bu konulara ağırlık verilmesi amaçlandı (özellikle Köy Enstitülerinde). Arsa oyunları, kara paranın aklanması, plansız ve çevreye önem vermeyen girişimler yatırımların önünü açabilir; ancak bu kadar
kısa
sürede
ve
yolla
uygar
dünyanın
davranış
biçimini
içselleştiremezdi. Belki de farkına varmışlardı. Bu nedenle Devrim Yasaları oldukça güçlü yaptırımlarla korunmaya alınmıştı. Hatta Anayasanın ilk üç maddesinin katılığı da bundan kaynaklanıyor olabilirdi. Ancak dünyanın en dayanıklı ve güçlü madeni olan çeliği bile göze görünmeyen bakteriler ve mantarlar, olmaz ise belirli belirsiz nem, kemirebilir ve çürütebilirdi.
6
Devrim yasaları da süngü ile belirli bir süre korunsa bile, dogmanın bitmez tükenmez çabası, sinsi ve fırsatçı taktiği ile kemirildi. İlk ısırıklar sinsi sinsi 1945’lerde başladı; 1950’de ezanın Türkçe okutulması ile bayrak sallama başladı. Çelik bir yerinden paslanmaya başladı mı açık ya da gizli kemirme başlamış demektir; artık hayır etmez. Devrim Yasalarını korumakla yükümlü kuruluş ve kişiler de yeteneksizliklerinin ve çıkarcılıklarının yüzünden bu sürece dolaylı katkıda bulundular. 1982 Yüksek Öğretim Yasası Devrim Yasalarının böğrüne saplanmış bir hançer oldu. Çünkü halkı aydınlatacak, düşünen ve konuşma zorunda olanların ağzı kapatılmıştı. Çürüme başlamıştı; altınla zorla kaplanmaya çalışılan çürümüş yapı bütün çıplaklığı ile yeniden ortaya çıktı; toplum aslına dönmüştü. Aslında bir şeyi anlayamamışız. Ülke insanımın yeni kurulan cumhuriyetle hesaplaşması varmış. Bu hesaplaşma 1950’li yıllarda su yüzüne çıkarıldı ve gittikçe alttan alttan beslenerek belirli bir yere getirildi. Bu nedenle ben Atatürk Devrimlerinin bekçisiyim diyen partiler hiçbir dönemde doğru dürüst hükümet olamadılar. Son günlerde gelinen noktalarda yöneticileri suçlamanın çok anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bu insanlar, bu kesimin deyimiyle “Allahı var” açık açık “demokrasi bir araçtır, gerekli istasyona gelindiğinde inilir, laikli dinsizliktir, yasalar ile çelişen durumlarda ulemanın verdiği icazet geçerlidir, 10 Ağustos 2014 yeni bir Türkiye Cumhuriyetinin başlangıcı olacaktır, bir önceki cumhuriyet camileri kapattı, kuranı yasakladı, yasaları iki sarhoş yaptı, 10 Kasım insanların sap gibi durmak zorunda olduğu kutlamalardır ve buna benzer” söyleyerek, Osmanlıyı yere göğe koymuyor, referanslarını dine dayıyor, Türk Bayrağının kışkırtmaya neden oluyor diye olması gereken yerlerde kullanımını kısıtlıyor, Milli Marşımızın birçok ilde söylenmemesine kayıtsız kalıyor, ben başkanlık
7
sisteminin hasretini çektim, tamamen yeni bir Türkiye kurulması gerektiğini ve bunu yapacağını tekrar tekrar söylediler. Atatürk Devrimlerinin yürürlükte olduğu Cumhuriyeti kullanım süresi dolmuş, köhnemiş, demokrasi karşıtı bir cumhuriyet olarak sundular. Halk bunu onayladı. 1950’de siyasi olarak başlatılan bu süreç amacına ulaştı. Seksen yıl bunca çabalara karşın değişemeyip eski berberine tıraş olmayı yeğlemesi halkın kendi açısından zaferi denebilir. Ancak doğada hiçbir şey karşılıksız olmuyor; her zaman “er ya da geç” ödenmesi gereken bir bedeli oluyor. Osmanlı ve halkı bu bedeli ödedi, Saddam ve halkı ödedi, Mısır, Libya, Suriye, İran, Gürcistan, Ukrayna, Bulgaristan ve daha onlarca ülkenin lideri ve halkı bu bedeli ödedi. Biz “bilinçsiz olarak” hep bu ülkelerin liderlerini suçladık; ucu bize de dokunur diye halklarına toz kondurmadık. Irak’ta 1950’li yıllarda genç kralı sokakta halkı sürükleyerek parçalarken, İran’da Humeyni’yi milyonlarca insan hava alanında karşılarken rahmet olsun Annenem “demek ki eşek ahırından at çıkmıyor” diyordu. İlk kurulan genç Cumhuriyet de bu bedeli binlerce insanın kanı, hayatı; sermaye biriktirmek için yaptığı zorunlu tasarruflarla (nereden bilebilirdi daha sonra gelenlerin har vurup harman çevireceklerini), uygarlaşmak ve eğitilmek için geleneklerinin bir kısmı ile çelişmek zorunda kalarak ödedi. Bu gün İslam ülkeleri arasında ayrıcalı bir yere sahipsek bunu bu yöneticilere borçluyuz. Her yeni yapılanmanın ödenmesi gereken bir bedeli olur. Yeni Türkiye Cumhuriyeti (buna birçok yazarın ve insanın özlemle beklediği ikinci cumhuriyet de diyebiliriz) de şu ya da bu dönüşümün bedelini ödeyebilir; biraz zaman alacak…
Doğru eğitim olmayan yerde uzun süreli gelişme olamaz
8
Görünürde gelişen ancak sosyal olarak geriye giden bin manzara ile karşı karşıyayız. Gün geçmiyor ki bir kadın eşi tarafından öldürülmesin, gün geçmiyor ki bir kadın intihar etmesin, haberler çocuk yaşında evlendirilen ve sokak ortasında dövülen, bıçaklanan, yüzüne kezzap atılan kadınların acı öyküsüyle örülü. Dolandırma, kurallara saygısızlık, çalma, çırpma, rüşvet, görevi kötüye kullanma, yandaşı koruma, köşeyi dönme, toplumu etnik ve inanç bakımından bin bir parçaya bölme yaşantımızın bir parçası oldu. “Niye biz?” diye insan sormaktan geçemiyor. Galiba bir kenarından yanıtını da buldum: Sovyetler dağıldıktan sonra büyük bir ekonomik ve sosyal çalkantının içine düştüler. O sıralarda şu anda kaynağına anımsayamadığım bir yazı okudum. Rusya’da bu kriz döneminde bile adam başına kitap harcaması 65 dolar, Türkiye’de ise 60 küsur sentmiş (doların kuruşu). Bu 60 sent de ya
namaz başına ya
peygamberlerin hayatına ya
Battal Gazi
destanlarına ya bin bir çeşidi yapılmakta olan sınavların soru kitapçıklarına ya da yayıncı ve eğitimci işbirliği ile öğrenciler alması için dayatılan kitaplar olmalıydı. Bütün bunları masanın üzerine konunca, aslında
pazıl
(parçalı
bilmece)
tamamlanmış
oluyor.
Tablo
tamamlandığında, elinde deney tüpü, mikroskobu ya da teleskopu olan birisi değil; önde malum kişilerin portreleri, arka planda ise siluet halinde çağdışı giysisi, elinde tespihi, başında takkesi, altında şalvarı olan bir resim çıkıyor. Demokrasi, özgürlük, uygarlık, hukuku saygı bunun neresinde diye baktığınızda da sizi bir yerden bir yere sorunsuz götüren yolu bulmanız istenen bilmecelerdeki durumla karşılaşıyorsunuz. Bu bilmecelerde yanlış yola girdiğinizi hemen anlayamazsınız. Çok defa bu bilmecelerde sizi en yanlış yere götürecek yol, başlangıç noktasında en öne ya da gözünüzün önüne gelecek biçimde tasarlanır. Çıkmaz bir yola girdiğinizi çok geç anlarsınız. Bu coğrafyanın ülkeleri uzun yıllardır yanlış yola girmişlerdir. Çünkü bu zihniyette gelişme (çünkü gelişme ile
9
kalkınma arasındaki çarpıcı farkı aydın geçinenleri bile bilmez) sadece yol, kat, mal, para, ticaret, ne olursa olsun gemiyi yürütme olarak bilinir ve en önemlisi düşünme ve yaratma gücü dogmalarla paslandırılmıştır. Karaya çıkmaları –eğer başka bir Atatürk bulamazlarsa- mümkün değildir. Son zamanlarda bir paralel yapının varlığı ortaya atıldı. Ancak başka bir paralel yapı başından, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana vardı. Birinin yönü batıya diğerinin yönü Mekke’ye (son zamanlarda Gazze oldu) doğruydu. Devrim Yasalarının kanunlarla korunması ve daha doğrusu süngü gücü ile korunması zayıflatınca, esas paralel yapının varlığı ve birbirine ters yönü ortaya çıktı. Bu paralel yapının bileşenlerinin hamuru ve teknesi tamamen farklıydı. Gündemde olan paralel yapı aynı memeden süt emenlerin, aynı deliğe işeyenlerin kardeş kavgasıdır.
Son yıllarda heykel, resim, fotoğraf sergilerini gezerken; bale, opera, tiyatro sunumlarını izlerken kimleri gördünüz? Son 12 yıl içinde, yöneticilerimin bir heykel, resim, fotoğraf sergisini açmasını; evrimsel bir mantık içinde düzenlenmiş bir müzenin kurdelesini kesmesini; tiyatro, opera, bale gösterilerinin suarelerinde görünmelerini; klasik müzik konserlerinin müdavimi olmalarını çok isterdim. Daha başka şeyleri de düşünmeye başlayınca karşıma karanlık bir tablo çıktı. Ötelediğimiz, dışladığımız kültürü içine sindirenler yaklaşık 15.000 çeşit hastalığı (haksızlık etmeyelim Behçet hastalığını da bir Türk bulmuştur) ve onların birçoğunun da çaresini bulmuş; ülkemizde yaşayan 10.000 kadar bitkiyi, 60.000 kadar hayvanı gelip arayıp, toplayıp, teşhis edip, bilimsel adını koyanlar; şu anda ülkemizde de bulunan taşların adını koyanlar nedense bu Vivaldi dinleyen, heykel yapan, duvarlarına
10
tablo asan insanların arasından çıkmış. Bütün bunları bulanların arkasında bir yabancının adı bunmaktadır. Bu coğrafyadaki ülkelerin ve İslam
ülkelerinin
tümünde
durum
daha
da
kötüdür.
Türkiye
Cumhuriyetinin uzağı gören ilk yöneticilerinin yönlendirmesi ile yetişen genç kuşaklar bu evrensel birikime katkılarda bulunmaya başlamıştır. Ancak gerçeği görmek gerekir. Bu ülkede Vivaldi sevenler ile sevmeyenler 1950’den bu yana ayrılmaya başladı ve gittikçe artan bir ivme ile bu ayırım güçlendirildi. Hiç kimse din-iman-millet sloganını dilinden düşürmeyen iki önemli parti başkanın edindikleri altınları nasıl biriktirdiğini sorgulamadı (bu para ve altınları da aileleri parayı bölüşemediklerinden anladık). Yabancı bankalarda parası olan yöneticilerimizi baş tacı yaptık; namuslu olanları da halk düşmanı ilan ettik. Bir toplum çıkarı için ortalıktaki ahlaksızlığı, soygunu,
çıkarcılığı,
yandaşlığı,
evrensel
değerlerin
ayakaltına
alınmasını, hukukun çiğnenmesini görmezlikten gelmeye başlamış ise (tencere) yuvarlanmaya başlamış demektir. Pisliğin etrafa hemen saçılmaması için ona bir kapak gerekir. Sonunda batı değerlerini bu ülkeye
sokmaya
çalışanlar
sarhoş
olarak
nitelendirildi
ve
bu
nitelendirmeyi yapanlar da bu ülkenin oylarıyla en yüksek yerlere getirildi. Aslında bunda şaşılacak bir şey yok. Bir zamanlar halkımızın çok büyük bir kısmının nefessiz izlediği Popstar yarışmasına katılan bıçaklamadan aranan bir katile jüri üyesinin birinin itirazına ve isyanına karşın, halkın, yarışmanın en yüksek oyunu ona vermesi sosyolojik bir yansımasının ta kendisidir. Türkiye’nin en değerli gazetecilerinden biri olarak bilinen Abdi İpekçi’yi öldüren, Hıristiyan dünyasının en kutsal kişisi olarak bilinen Papayı öldürmek kastıyla ağır yaralayan Mehmet Ağca hapisten kilometrelerce dizilmiş Mercedes araba konvoyu ile çıkarıldı ve omuzlarda “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganları ile evine getirildi.
11
Acaba milletvekili adayı yapılsaydı seçilir miydi? Bunun yanıtını da Siz verin… Dahası var. Türkiye’ye kedimi bile vermem diyerek birçok bölücüye arka çıkan Mesut Barzani, Diyarbakır’da mahşeri bir kalabalık tarafından “Türkiye seninle gurur duyuyor” diyerek karşılandı. Bunları gördükten ve duyduktan sonra, “acaba bende mi çarpık bir algılama sorunu var?” diye düşünüyorum. Diyelim ki yukarıdaki örneklerden ilkini gününü gün etmek isteyen laylomcu, ikincisini Ülkücü takımı, üçüncüsünü de malum kesim alkışladı. “Bu ülkede başka görüşü olan insan yok mu?” diye düşünebilirsiniz. Aslında seçim sonuçları, bir kısmı aşağıdaki eylemleri yapanları onaylamasa da daha büyük bir kitlenin var olduğunu göstermektedir. Fikirlerini ve inançlarını beğenmedikleri insanları bilinen en vahşi yöntemlerle (işkenceyle, domuz bağıyla) öldüren ve ölüleri mezar evleri denen kendi oturdukları evler de dâhil odaların altına gömen, bu yolla en az 188 kişiyi öldürdükleri saptanmış olan ve yargılanarak ömür boyu hapse mahkûm edilmiş olan, hükümetimizin adil (!) bir yasa kararıyla serbest bıraktırdığı ve yurt dışına kaçmaya olanak sağladığı Hizbullah Örgütünün üyelerini, hapishane kapısında mahşeri bir kalabalık karşıladı, davul zurna ve tekbirler eşliğinde halaylar çekildi ve gururlandığımıza ilişkin yukarıdaki sözlere benzer nutuklar atıldı, atılan sloganlar yeri göğü inletti. 2007 yılında Zonguldak’ta nutuk atan başbakanımız, üstüne basarak ve tekrarlayarak “Karaelmas Üniversitesini kim kurdu? Kim kurdu? Biz kurduk biz” derken, içlerinde her gün kuruluş tarihinin de yazıldığı üniversitenin ana giriş kapısından geçen Karaelmas Üniversitesi öğrencilerinin ve öğretim elemanlarının da bulunduğu on binlerce insan “Zonguldak seninle gurur duyuyor” diye meydanları inletiyordu. Ancak Karaelmas üniversitesi 1992 yılında kurulmuştu… Memleketin hali bu…
12
Yine de bir değerlendirme hatası yapmayalım diye ilköğretimdeki bir matematik yöntemini kullanalım derim. Bir hesap yaptırdıktan sonra bir de sağlamasını yaptırırlardı. Örneğin 3 + 5 = 8’in doğru olup olmadığını öğrenebilmek için 8’den 5’i ya da 3’ü çıkartırlardı. “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganı bunun için iyi bir araç olabilir. Geriye doğru epeyi bir cumhurbaşkanına doğru gidersek, yasalara tümüyle bağlı, geçmişinde hiçbir yamuk olmayan, cumhurbaşkanlığı sırasında hiçbir kuşkulu hediyeyi kabul etmeyen, oğlunu, kızını devletin sade bir memuru olarak çalıştıran,
oğlunun
düğününü
mütevazı
bir
toplulukla
yaptığı
cumhurbaşkanlığı köşkünün mutfağını kullanmayan, o gün köşkün elektrik parasını bile cebinden ödeyen, cumhuriyetin değerlerini korumak için son yarım yüzyılın muhalefet partilerinin bile yapamadığı kadar direnen, rezil yandaş basının tüm çabalarına karşın geçmişinde ve cumhurbaşkanlığı sırasında rüşvet, yolsuzluk, ahlaksızlık, yandaşlık, toplum içinde ayrıcalık yaptığı, yakınlarına çıkar sağladığı ve görevi kötüye
kullandığı
görülmeyen;
kırmızı
ışıkta
duran,
kimseyi
aşağılamayan, ülkenin parasını kendi parasından bile itinalı kullanan Sayın Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’i, doğrusunu söylemek gerekirse, bu halk hiç sevmedi, bir defa bile “Türkiye seninle gururu duyuyor” demedi. Çünkü Ahmet Necdet Sezer bu tencereye büyük gelmişti. Dileriz bugün gurur duyduğumuz şeyler yarın utancımız olmaz. Geçmişte – o zaman- gurur duyduğunu söylediğimiz insanların özellikle dış politikada bugün utancını yaşıyoruz. Halkımın demokrasi, hukuk, adalet, ahlak, değer anlayışı farklı. Gurur duyduğu nitelikler demek ki birçok insanın anlayacağı dili kapsamıyor. Birçok ülkede yönetimdekilerin karşılıksız aldığı bir tiyatro bileti, karşılıksız yaptıkları bir tatil ya da küçük bir rüşvet ya da görevi kötüye
13
kullanma ile ilgili çıkarılan bir söylenti bile o kişinin bulunduğu konumdan ayrılmasına neden olurken, bu coğrafyada “her nedense” övünç vesilesi oluyor. Bu nedenle de “bu ülkenin bir vatandaşı olarak” karşılaştığımız seçim sonuçlarına şaşmamamız gerekiyor… Aslında ipuçları aranırsa geçmişte onları bulabiliriz… Belki çoğunuzun aklına bu güne kadar şu soru gelmemiş olabilir: Birçok
ülkede
bulunmaktadır.
savaştık; Birçok
savaştığımız
ülkenin
yabancı
her
yerde
ülkelerde
şehitliklerimiz (ya
da
kendi
ülkelerinde) şehitlikleri vardır. Kurtuluş Savaşı sırasında, öncesinde Türkiye’de savaşan birçok ülkenin neden ne burada ne de kendi ülkelerinde bizimle yaptıkları savaşlarla ilgili şehitliği yok. Acaba hiç askerleri ölmedi mi? Yoksa ölenler kendi milletlerinden değil miydi? Çanakkale’de Anzak Şehitliği var; çünkü orada Anzaklar öldü. Ancak Fransızlar Güney’de, İtalyanlar Batıda; daha önce Ruslar Doğuda savaştılar ve uygun bir tampo ile geri çekildiler. Ne hikmetse hiçbirinin şehitliği yok!!! İnsanın aklına şeytanca bir soru geliyor; belki bu soru şu ana kadar anlam veremediğimiz bazı kararların ve sonuçların arkasında yatan nedeni ve mantığı anlamaya yardımcı olabilir: Ölen yabancı asker yoktuysa, genç cumhuriyete ve onun öncülerine karşı savaşanlar kimdi? Bir ara batı gazetelerinin birinde –doğruysa- şöyle bir yazı çıktığı söylenir: Bizim askeri gemilerimiz oraya sadece askeri mühimmat, asker elbisesi ve üniforma götürdü.
Vivaldi dinleme sadece bir müzik kültürü değildir Aslında bütün bu anlatılanlar sadece bir Vivaldi dinleme işi değildir. Yeniliği benimseme, benimsedikten sonra da geliştirme olayıdır. Bu nedenle matbaa 150, bisiklet 100 yıl sonra bu ülkeye girebildi. Çok da haksızlık etmek istemiyorum, yeni çıkan cep telefonlarını, İstanbul
14
Boğazının yanında dizi dizi duran dört çekerli arabaları en erken ve en çok alan yine biziz. Bunları kullanmakla bu teknolojinin sahibi olduğumuzu sanıyoruz. Emin olun bunlar da Vivaldi dinlemezler. Gerçekçi olmamız gerekiyor kısa sürede ekonomide görülen dikkat çekici gelişmelerin lokomotifini bu satışlar hazırlamıştır. Dünyada elindeki malları satarak gelişmeye çalışan nadir ülkelerden biri biz olmalıyız. Ancak satışların ibret verici süreçlerini halkımız izleme gereğini duymuyor. Onlar belli ki ceplerine girecek günübirlik paranın ve çıkarın peşindeler. Örneğin milli içkimiz olarak övündüğümüz rakı fabrikalarını ve en değerli yerdeki arsalarını 292 milyon dolara birine sattık (bu satışın çok karlı olduğu malum çevrelerce günlerce yazıldı). Alan kişi kısa bir süre sonra Amerikalılara 810 milyon dolara, Amerikalılar da kısa bir süre 2.1 milyar dolara bu tesisleri İngilizlere sattılar. Neyse ki ülke çeşitli ürünleri yetiştirecek bir iklim kuşağında bulunuyor; hala satılabilecek madenlerimiz, kıyılarımız; cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana bin bir özveriyle oluşturduğumuz sanayi tesisleri ve onların satılabilecek değerli arsaları hala bulunmaktadır. Bu demektir ki çeşitli adlarla bile olsa bu yönetim biçimi göstermelik demokrasi ile epeyi bir süre daha devam edecek. Bir süre daha rahat ve lüks içinde yaşayabiliriz…
Demokrasiden ne anlıyoruz? Bu yazıda siyasete girmek istemezdim; ama yine de yeri geldiği için söylemeden geçmek istemiyorum. Rektörlerimizi üniversitemizin öğretim üyeleri, cumhurbaşkanımızı da halk seçiyor. Böyle bir demokrasiye söz etmek gerçekten ruh bozukluğu anlamına gelir. Ancak biraz daha ayrıntılı düşündüğümüzde buna demokrasi demenin ruh sorunu olmasa bile akıl
15
eksikliği olabilir diye düşünüyor insan. Üniversiteler seçim yapıyor, 6 kişiyi oylarıyla seçiyor ve YÖK’e gönderiyor; onlar kendi içinde yeniden bir düzenleme yapıyor (buna yandaş düzenlemesi diyelim); o listeyi 3 kişiye düşürerek Cumhurbaşkanlığına gönderiyor; Cumhurbaşkanı da kendine göre seçimini yapıyor (yandaşını seçiyor). Bazen YÖK’e 6. sırada giden rektör oluyor. Öğretim üyeleri de rektörümüzü seçiyoruz diye gerilerek geziniyor. İnsan düşünmeden edemiyor: Biraz onur olsa kimse sandığa gitmez. Cumhurbaşkanımızı da halk seçiyor. Seçiyor mu? Seçiyor. Ben gittim ve adayıma mührü bastım. Ancak seçtim mi? Bakalım: Milletvekilleri adaylarını partinin başkanı seçiyor, istediğini istediği sıraya oturtuyor. Başkanın karşısında oy kullanma kural olarak olanaksız. Partiler adaylarını
belirlerken,
aslında
başkanlarının
adayını
onaylıyorlar.
Sonuçta mecliste kaç partinin grubu varsa biz onların başkanlarının adaylarını, daha doğrusu başkanlarını oyluyoruz. Eğer bir parti ülke çapında çoğunluktaysa, cumhurbaşkanı da o partinin adamı olacaktır. Aslında cumhurbaşkanını tek bir kişi seçiyor. Mecliste milletvekillerinin seçmesi ile böyle bir usulle halkın seçmesi arasında “çok farklı durumları bir tarafa bırakırsak” hiçbir fark olmayacaktır. Demokratik görünmek hoşumuza gidiyor olmalı…
Şansızlığımız neydi? Ülkemin şansızlığı bir tarafı halka diğer tarafı geleceğin toplumunun vasıflarına monte olmuş yöneticilerinin bulunmuyor olması. Böylece lokomotif görevi yaparak toplumdan kopmadan; ama onu sürükleyerek daha aydınlık günlere taşıma şansını yakalamış olacaktık. Eğer bir toplum kendi kabuğunu kırmış ve evrensel değerlere ulaşmış ise yöneticisini “sosyal olarak” kendini bir adım daha ileri götürecek birini
16
arar. Bu nedenle yönetimi talip olanın gelmişine geçmişine, aile ilişkilerine, ailesinin ve kendinin ahlak yapısına, eğitimine, geçmişte suçunun olup olmamasına, yetkinlik olarak bilinen bütün vasıflarına bakarak oyunu kullanır. Ancak bunun yanı sıra dogmanın çukurunda debelleşen herkes kendi beceriksizliğini, çapsızlığını yerine göre pisliğini temizlemek için bir kapak arar. Bunun en uygun yolu ise kendine benzeyen yöneticileri seçmedir. İşte kadim meslektaşım bunu kast etmiş olmalı. Tencere yuvarlanır kapağını bulur.
Değerli Kardeşim Yönetici seçme toplumsal bir değerdir. Her seçim aslında toplumun yapısını belirlemede önemli kıstasları ortaya koyması bakımından önemlidir. Bir toplum kendine benzemeyen birini seçemez. Kendine benzemeyen yöneticiler ancak devrimlerle ya da darbelerle gelir. Ülkemiz her türlüsünü yaşadı. Belki okuduğunuzda kendinizden bir şeyler de bulacaksınız… Saygılarımla