1
Yalnızlaşan İnsan Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi, 08.12.2008
Canılar evrimleşmeye ilkel örneklerden anladığımız kadarıyla bireysel başladılar; yani her birey kendi başının çaresine bakmak zorundaydı. Belki bireysel evrimleşme mekanizması milyarlarca yıl sürdü. Bir gün birlikten güç doğar olgusu canlılar tarafından keşfedildi. Bunun için bir bireyin diğerini üremenin dışında, daha yakın tanıması için özel duyu organları gelişti. İlk olarak koklama, daha sonra değme, sırasıyla işitme ve görme duyuları bu birlikteliğe katkı sağlamaya başladı. Birlikte olmanın çeşitli yararları oldu. Başlangıçta birlikte korunma, birlikte avlanma ile karşılıkla yardımlaşma olurken, daha sonra bu ilişki çok daha karmaşık duygulara dönüştü. Balıkların bir kısmı, geyikler, maymunlar, sığırgiller, birlikte yaşadıkları zaman kendilerini daha güçlü olarak güvenceye alırlar. Böylece sürü oluşumu canlılar dünyasına girdi. Belki birlikten güç doğar olgusuyla yola çıkan birlikte olma duygusu, o kadar güçlü hale geldi ki, birey bunu mutluluğunun ve zevk almanın temel bir öğesi olarak kullanmaya başladı. Bu nedenle, bir çocuk, ilk olarak anasını koklama ve temas ile daha sonra kendi türünden birine temas etme ile mutlu olmaya başladı.
Temas
özellikle
memelilerde
çok
önemlidir,
birbirlerine
yanaştıkça, değdikçe, kendilerini güvencede hisseder, mutlu olurlar; bireysel yaşayışta ruhsal yapıları bozulur. Çocuklar analarına yanaştıkça mutlu olurlar. Gençler şu ya da bu şekilde gruplar oluşturduklarında mutlu olurlar. Erginler kahve ve benzeri yerlerde bir araya gelince mutlu olurlar. Bu yakınlaşmaya daha çok ihtiyaç duyanlar, dernekler kurarlar, cemaatler oluştururlar. Mitinglerde
2
insanlar bir araya gelince mutlu olurlar; bir amaç için çok daha güçlü bir şekilde bir araya gelirler; bunun için büyük meydanlar yaparlar. Ne yazık ki ülkemizde bunun farkına varılamadığı için, yürüyüşlerimiz, uyduruk meydanlarda ve caddelerde yapılır; bu nedenle toplumsal bilinci de yeterince pekiştiremiyoruz. Tarihin derinliklerine indiğimizde, insanların, bir zamanlar toplayıcıavcı birlikler halinde dolaştıklarını görüyoruz. Bu evredeki insan topluluklarının sosyal düzeyi ve birlikteliği, ortak savunma, birlikte avlanma ve üreme birliğinin ötesine geçmediğini görürüz. Kültürel ve sanatsal atılımlar yok denecek derece az olmalıdır (bu döneme ait kalıntı olmadığı için bu yargıya varabiliriz). Bundan yaklaşık 10-12 bin yıl önce küresel bir ısınma (buzul arası döneme kaydığı için) ile insan topluluklarının dünyanın üç önemli bölgesinde
büyük
su
havzalarına
toplanmak
zorunda
kaldığını
görüyoruz. Bu dönemde dünyanın hemen her bölgesinde yoğunluğu birbirinden kısmen farklı da olsa insanların olduğu bilinmektedir. Ancak, kuraklık nedeniyle su havzalarına yığılmaya başlayan insanların birbirleriyle teması, bu kuraklığı yaşamayan topluluklara (örneğin bugünkü tropik bölgelerdeki) göre çok daha fazla olduğu için, sosyal etkileşim olağan üstü arttı. Sosyal etkileşim, önce güçlü bir iletişim aracı olan lisanın gelişmesini, daha sonra, bireylerin ilişkilerini belirleyecek kuralları ve dolayısıyla uygarlığa giden en önemli iki bileşeni insan soyuna soktu. Böylece, Amerika Kıtası’nın orta kısmında İnka, Aztek vd uygarlıkların,
Uzakdoğu’da
Sarı
Irmağın
Uzakdoğu
ve
Pencap
Bölgesi’nde Hint uygarlıklarının doğmasına neden oldu. Dicle ve Fırat Nehirlerinin arasındaki Mezopotamya ve Nil Nehrinin güzergahı, ise özellikle
semavi
dinlerin
ve
Ortadoğu
Kültürü
olarak
da
adlandırabileceğimiz uygarlıkların beşiği oldu. Bugün dünyayı derinden etkileyen uygarlıkların bu bölgelerden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Tüm
3
bu uygarlıkların gelişmesi insanın insanla teması ve iletişimi ile yani insanın insana duygularını, acılarını, düşüncelerini, edindiği tüm fiziki ve ruhsal duyularını, edindiği deneyimleri aktarması ile oluştu. Uygarlığa giden yol toplumsal yaşama bilinci ile ortaya çıktı. Toplumsal yaşama, birçok kuralı, sınırlamayı, yasayı da birlikte getirerek insanoğlunun sosyal evrimleşmesinde hızla üst basamaklara tırmanmasına zemin hazırladı. Öyle ki, bu toplumsal bilinç, onu, korunmak için taş atarken, 10.000 yılda füze atar duruma getirdi. Evrimleşmede bu kadar kısa bir süre içinde bu denli aşama yapmış bir mekanizmanın ortaya çıktığı bilinmiyor. Sanat, müzik, spor, yerleşim hep bu toplumsal etkileşime dayanarak gelişti. Ancak
teknolojinin
bizi
getirdiği
şu
noktadaki
gözlemler,
milyonlarca yıldır bin bir emekle elde ettiğimiz toplumsal etkileşim bağlarının hızla çözüldüğüne işaret etmektedir. Yeni bir dünya düzeni kuruluyor. İyi mi olacak kötü mü olacak? Zaman gösterecek. Bildiğimiz bir şey var, bugüne kadar bu duyularla ve duygularla yaşamış olan insanların, bu yeni düzene taşınması halinde, mutsuz olacaklarıdır. Teknolojinin getirdiği mekanik ilişkiler ve çok daha dar anlamda bireysellik hangi sonuçları doğurabilir? İsterseniz, bugün 40-50 yaşındaki insanların bile rahatlıkla hatırlayabileceği kısa tarihimizden bazı örnekler vererek, bu hızlı değişimi açıklamaya çalışalım. Eskiden iş bitiminde su doldurmak için ya da su doldurma bahanesiyle çeşme başlarına toplanan çoğu gençler, Anadolu’nun türkü, mani ve şiir edebiyatını yarattı. Kızlar oğlanlar çeşme başlarında birbirlerine türküler yaktı. İçerisinde çeşme geçen yüzlerce şarkı, türkü ve mani, her eve bir çeşme ile tarihe karıştı… Karanlık basmadan bir sofra bezinin üzerine yerleştirilmiş bir sofra tahtasının üzerine konmuş bir tabağın etrafında insanlar dizilir, sosyal etkileşimle birlikte, yemek yenirdi. Yemek için düşünceler söylenir; şükür için büyüklerin eşliğinde dualar okunurdu.
4
Karanlık basınca, bir gaz lambasının ya da idare lambasının çevresinde, çoğu büyük aile tipi olan aile (bireyler) toplanırdı. Tek bir mekânda lamba yanardı. İnsanlar bir çeşit zorunlu olarak bu lambanın çevresinde halka oluştururdu. Kızlar, gelinler, nakış, oya yapar, daha yaşlılar çorap, kazak örerdi. Erkekler bitmez tükenmez askerlik öykülerini anlatır; yaşlı bayanlar ise her zaman ilgiyle dinlenen masallarını sıralardı. Günün meseleleri, ailenin sorunları hep burada görüşülürdü. Lamba sadece ışık değil o aileye sevgi de saçardı. Şimdi her odada bir lamba, her odada bir insan, aynı mekânı paylaşan, ancak aynı duyguları soluyamayan… Büyük aile tipi bizi ruhsal olarak rahatlatıyordu. Hiç kimse işimden olursam aç kalacağım; sakatlanırsam sürüneceğim korkusunu bu günkü kadar şiddetli yaşamazdı; çünkü kendisine bakacak ve kucak açacak bir ailesinin hep yanında olacağından emindi. Ayrılma sadece fiziki olarak rahatlık sağladı. Büyük aile tipinde, çoğunluk çocuklar da ruhsal olarak gelişimlerini sağlıklı sürdürdüler. Çünkü her an başlarını koyacak bir kucak, kendileriyle –en içten duygularla- ilgilenen dedeler ve nineler vardı. Geçmişinize bir bakın, belki yaşınız yarım yüzyılı geçmiş olmasına karşın, dedelerinizin ve ninelerinizin o sıcak ilgisini unutabildiniz mi? Yakın zamana kadar hatta 1970’lerin başına kadar telefon çok az ailede bulunuyordu. Bir kişi birini görmek istiyorsa, kalkıp evine gidiyordu ya da bir yerde (çoğunluk kahvede) buluşup karşılıklı konuşuyorlardı. Bu zamana kadar insanlar yüz yüze görüşüyorlardı. Bugün yüz yüze bakarak iletişimin, bırakın insanı, Primatlar (maymunlar) için bile sosyal bir gereksinme olduğunu artık bilim dünyası biliyor. Böylece akrabalık, hısımlık, arkadaşlık, dostluk bağları güçleniyor, birinin diğeri için özveride bulunma isteği ve şansı artıyordu. Bu da yetmedi, 2000’li yıllarda çok yaygın olarak kullanıma giren cep telefonu, bu kopukluğu daha da artırdı;
5
insanlar elektronik bir cihazdan çıkan yarısı budanmış ses bantlarından oluşan ruhsuz bir iletişime mahkûm olmuştu… Duyguların çizgilere işlendiği, bazen gözyaşıyla süslenmiş, yıllarca sandıklarda saklanan mektuplar yok artık; aynı anda yüzlerce, binlerce kişiye ulaştırılabilen, kişiye özel olmaktan çıkmış, ruhsuz iletilerle günümüzü doldurduk. Keşke bu elektronik mektubu okuyan biri, sesimdeki
duyguyu,
gözlerimdeki
ışıltıyı,
yüzümdeki
mimikleri
görebilseydi. Yazanın ve okuyanın duygusuzlaştığı yeni bir dünya… Bir köye bir mektup geldiğinde herkesin haberi olur; mektup gelen eve üşüşülür, mektup tekrar tekrar okunur; hele bir de bir fotoğraf çıkarsa, herkesin ekleyeceği bir yorumu olurdu. Sevinçler ve tasalar bu mektubun ya da fotoğrafın başında paylaşılırdı. Ekim ve tarım işleri bittiğinde, yani son güzde, köylerde bazen sabit bir yerde bazen ev ev değişen sıralı köy odaları kurulur; herkes yemeğini yedikten sonra bu odaya gider bir taraftan çay ve sarma sigarasını içerken bir taraftan da çerçiler (gezgin tuhafiyeciler ya da hırdavatçılar da diyebiliriz) tarafından satılan Battal Gazi, Köroğlu, Zaloğlu Rüstem, Hayber Geçidi, Keloğlan gibi destanımsı şeyler okunur varsa tarih kitapları üzerinde tartışılır ya da yeni gelen bir gazete üzerinde yorumlar yapılır; hükümetler kurulur ve yıkılır, yasalar çıkarılır; anayasalar yapılırdı. Herkes bu toplumun bir bireyi olduğunu hisseder ve bu toplumun esenliği için kendince kafa yorardı. Kömürlü trenlere yola çıkmadan çok önce kömür atılarak yakılırdı “buna istim üzerinde tutma” denirdi. Kolu çekince de hareket ederdi. Bütün bunlar o dönemlerde halkı milli bütünlük ve vatan sevgisi için istim üzerinde tutmaydı. Kol çekilince de herkes düşünmeden ülkesi ve toplumu için yola koyulurdu. Bugün ne kadar dürtersen dürt, kendi çıkarının dışında bir adım attırmamamızın kökünde de bu yatıyor… Bireycilik… Yalnızlaşan insan davranışı…
6
İnsan, özellikle yaşamının iki evresinde yakınlarının sıcak ilgisine hep gerek duyar: Çocuklukta ve yaşlılıkta. Gel gelelim ki, çocuk yapma yaşında ana ve babanın bitmez tükenmez meşgalesi, koşuşturması ve zihninin arka planında, sürekli, bir sonraki gün oynayacağı senoryaların ve rollerin hazırlığı vardır. Sabahtan çocuğu öpmeye fırsat bulamadan evden çıkar; akşam bir koşuşturma ile eve girerler. Bütün kaygılarından arınmış olarak çocuklarını kucaklayamazlar; bu arada bir sonraki gün çalıştıkları yerde söz karışabilmek için seyretmeleri gereken en azından bir de dizileri vardır. Çocuk, ana ve baba ile değil, bakıcı kadın ve meşguliyet için alınmış bir sürü anlamlı anlamsız oyuncaklarla baş başadır; yalnızdır. Erginlikte ise kalabalık içinde zaten yalnızdır. İnsanın yakınının sıcak ilgisine gerek duyduğu yaşlılık evresinde ise, çocuklarının meşguliyeti ve bazı ailevi sorunlar nedeniyle, başını zor şer soktuğu evinde ya da bir düşkünler evinde, zaman zaman kapının önünden geçerken hatırını soran komşuları ya da bakıcıları ile baş başadır. Bayramda, seyranda çocuklarının onlara ayıracakları zaman yoktur; çünkü bir yerlerde sözüm ona bayram tatilini geçirmek için uzaklardadırlar; en iyisi bayram sabahı bir telefon beklemektir. Bayram, çocukların sevindirildiği, yaşlıların hatırlandığı özel bir tatildir; ucuz bulunan bir otelin-motelin bir köşesinde geçirilen ya da birbirini tanımayan bir sürü insanla turistlik gezi yapılarak harcanan bir zaman değildir. Çocuklarımıza iç dünyalarının sağlıklı gelişmesi için özellikle evimizde zaman ayırmalıyız. Daha sonra yalnız çıkacakları yolculuklarına başlamadan önce sizi dört gözle bekleyen yaşlı akrabalarınıza da… Ne olur yani, bir bayramda ya da özel bir günde, biraz zaman ayırıp ailenizin yaşlı bir bireyi ile bir altmış altı oynasanız; elini öpseniz, boynuna
sarılsanız;
varlığınızın,
onların
geçmişteki
özverileriyle
oluştuğunu hissettirseniz. Unutmayın, insanın her an temas edip de hissedemediği en önemli şey havadır; ancak yokluğunda onun varlığını
7
hissedebilir. Bilir misiniz? Bir insanın anası ve babası da, kaç yaşınızda olursanız olun, hava gibidir. Eğer yeterince insani duygulara sahipseniz, onları yitirdiğinizde, nefesinizin daraldığını hissedeceksiniz. Ne olur, çocuklarınız alıp, sakin bir derenin yanında, ıslık çalarak, sulara taş atarak, yer yer paçaları çelmeleyip sulara girerek, doğanın güzelliğini ve ruhunuzun sıcaklığını ona aktarsanız. Bir çocuğun küçük ve sıcak elinden tutup, bir türkü eşliğinde, bir derenin yanında yürümek kadar ne güzel olabilir? Doğaya ve doğallığa yabancılaşan, özünde kendine yabancılaşıyor. Sevgi çok özel bir servettir; ne kadar harcarsanız harcayın sermayesi sizde kalır; üstelik harcandıkça artan bir servet… Yeter ki bir defa onu keşf edin ve kullanmaya başlayın…
1970-1980’li yıllarda Amerika’nın gözde komedyenlerinden George Carlin’in yazılarından da esinlenerek şunları söyleyebiliriz: Daha yüksek binalarımız; ama güdükleşmiş sabrımız var. Daha geniş otoyollarımız; ama daha dar bakış açılarımız var. Daha çok harcıyoruz; ama daha az şeye sahibiz. Daha fazla satın alıyoruz; ama daha az hoşnut kalıyoruz. Daha büyük evlerimiz; ama daha küçük ailelerimiz var. Daha çok ev gereçlerimiz; ama daha az zamanımız var. Daha çok eğitimimiz; ama daha az sağduyumuz var Daha fazla bilgimiz; ama daha az bilgeliğimiz var. Daha çok uzmanımız; ama gittikçe artan sorunlarımız var. Daha çok ilacımız; ama daha az sağlığımız var. Daha çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz, çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz, çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz, çok az okuyor çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz. Daha büyük işler yaptık; ama daha iyi işler yapamadık. Daha büyük işler yaptık; ama daha iyi işler yapamadık.
8 Daha çok yazıyoruz; ama daha az öğreniyoruz. Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz. Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha çok kopya çıkarmak için daha güçlü bilgisayarlar yaptık; ama git gide iletişim yeteneğimizi yitirdik. Mal varlıklarımızı çoğalttık; ama özellikle insani değerlerimizi azalttık. Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz. Geçimimizi sağlamayı öğrendik; ama ustaca yaşam kurmayı öğrenemedik. Yaşamımıza yıllar kattık; ama yıllara yaşam katamadık. Aya gidip gelmeyi öğrendik; ama yeni komşumuza hoş geldin demek için caddenin karşısına geçmekten erindik. Dış uzayı fethettik; ama iç dünyamızı edemedik. Havayı temizledik; ama ruhumuzu kirlettik. Atoma hükmettik; ama önyargılarımıza edemedik. Konuşmayı öğrendik; ama beklemeyi (dinlemeyi) öğrenemedik. Zaman, artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanı oldu. Günümüz artık iki maaşın girdiği; ama boşanmaların daha çok olduğu; daha süslü evlerin; ama dağılmış yuvaların olduğu günler oldu. Bugünler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir. Vitrinlerde her şeyin sergilendiği; kalplerimizde hiçbir şeyin olmadığı bir zaman oldu.
Uygarlığın başlangıcında, bir insan neredeyse her işi yapıyordu. Zaman içinde uygarlığın gelişmesine bağlı olarak çalışma alanları çeşitlenmesine karşın, yine de bir kişi her iş konusunda bir miktar da olsa bilgi sahibiydi. Dolayısıyla söyleneni anlıyor; kendi deneyimini de kullanarak söze karışabiliyordu. Böylece sosyal iletişim kanalları zaman zaman kısıtlansa da hep açık kalıyordu. Özellikle temel bilimlerdeki ve buna bağlı olarak mühendisliklerdeki son 100 yıl içindeki atılımlar, insanı yalnızlığa itti. Bir boya ya da bir tava almaya gidiyorsunuz, önünüze nitelikleri birbirinden farklı 100 çeşit boya, bilmem kaç çeşit tava
9
koyuyorlar. Bir kişinin bırakın çeşitli konularda fikir sahibi olmasını, kendi çalışma alanı ile bile gelişmeleri izlemesi olanaksız hale geldi. Eğer bir de temel bilimlerde yeterince eğitilmemişseniz, çevremizi bir ağ gibi saran
elektronik
dünyasına
yabancı
iseniz,
artık,
ne
söyleneni
anlayabiliyorsunuz ne de söze karışabiliyorsunuz. Bir tarafta şaşkın şaşkın,
neler
olup
bittiğini
anlamaya
çalışıyorsunuz;
bunu
da
beceremediğiniz için anlar gibi davranmaya başlıyorsunuz. Bu çembere girmiş bir adam, artık, bu gelişmelerle yoğrulmuş çevre ile ilişkileri kopmuş, tam anlamıyla yalnız kalmıştır. Sosyal ilişki kurabileceği tek topluluk, düşünmeden, yargılamadan kendini içine alan cemaatler olmuştur. Ancak cemaatler yalnızlığını kısmen giderse de, bu ilişki, yine de ayakta kalabilmek için çevresindeki aynı işi yapanlarla gireceği yarışmayı önlemeye yetmemeye başladı. Çünkü eskiden bir insan birçok işe talipken, bugün bir işe birçok insan talip. Yani kişi bu yaşam yolunda kendi gücünü, bilgisini, yeteneğini (geri kalmış ülkelerde torpilini) kullanarak yol alabiliyor. Eğer bu donanım yoksa ne sosyal ilişki kurabiliyor ne de ekonomik olarak ayakta kalabiliyor. Çıkarı dogmaya kaymakta bularak, yalnızlığını giderdiğini zannediyor. Dogmayı çıkarı için kullananların da avı oluyor.
TEK BAŞINALIK Ben tek başına ne yapabilirim Diye düşündü biri Ve hiç bir şey yapmamaya karar verdi Ben tek başına ne yapabilirim Diye düşündü bir öteki Ve yalnızlığının kuytuluğuna çekildi Ben tek başına ne yapabilirim Diye düşündü bir üçüncü
10
Ve tek başına düşünmeyi sürdürdü Ben tek başına ne yapabilirim Diye düşündü yüz binler Ve tek başınalıklarını sürdürdüler Ben tek başına ne yapabilirim Diye düşündü milyonlar Milyonlarcaydılar Ve tek başınaydılar Bu arada birileri Onlar adına Karar vermekteydi Tek başına olduklarını sananlar Topluca ortadan kaldırıldılar ATAOL BEHRAMOĞLU
Daha önce de benzer durumlar yaşanmış mıydı? Daha hafif olarak evet. Ancak, çok yakın zamanlara kadar yaşatılan büyük aile tipi, bu çaresizliği ve yalnızlığı gideriyordu. Böyle bir ortamda, bebekten dedeye ve nineye kadar herkes kendini bir çeşit güvencede hissediyordu. Bugün insan yapa yalınız. Karısına, kocasına ve çocuklarına bile güvenemiyor. Gelecekte hangi zorluklarla karşılaşacağını düşünüyor ya da (yaşlı ve düşkün) bir başkasında gözlüyor; bu güvensizlik kişiyi daha da egoist olmaya itiyor. Egoizm, çevreyle olan bağlantılarını daha da zayıflatıyor. Sonuçta kişinin hiç kimseye sevgisi, güveni ve saygısı kalmıyor; içine kapandıkça kapanıyor. Sonunda ya içine kapanık, her şeye kötümser bakan bir kişiliğe ya da kimseye saygısı olmayan, çıkarcı, çıkarı için her şeyi mubah bir kimliğe bürünüyor. Bütün bu yazılanları sınamak isterseniz, fazla uzağa gitmenize gerek olmayabilir. Ailenizden, oturduğunuz apartman komşularınızdan, mahallenizde oturan insanlarla olan ilişkinizden, yaşadığınız şehirdeki
11
insanlarla ilişkinizden, çalıştığınız yerdeki insanlarla olan ilişkilerinizden ders çıkarmanız mümkün olabilir. Tanıdığınız binlerce insandan kaçı sizin için –bırakın masallarda anlatılan fedakârlıkları- beklediğiniz, umduğunuz bir özveriyi yapacak durumda; siz kaç kişi için bu özveriyi gösterecek durumdasınız. Sizi –sorunlarınızı- kaç kişi can kulağıyla dinliyor dikkat ettiniz mi? Ailenizde kaç kişi sizi sonuna kadar dinleyebiliyor? Hani bilgisayarda önemli bir işlemi devreye sokar, bu arada zaman geçsin diye bir taraftan da oyun oynamaya başlarsınız ya, işte sizi dinleyenlerde dikkat edin, bunların esas yoğunlaştıkları noktalar sizin sorunlarınız değil, arka planda uğraşı alanına göre kazanma, kazık atma, kazıktan kurtulma, bu kalabalığın içinde hasarsız yol alma planlarını ve yollarını düşünme olduğunu göreceksiniz. Öyle görünüyor ki, vahşi kapitalizm sürdüğü, küresel ekonomi ile herkesin birer atmacaya döndüğü bir dünyada, dizinizin dibine oturup, elinizi elinin içine alıp, gözlerini gözlerinize dikmiş, duygusal olarak sizinle bütünleşen insanın sıcaklığını artık bulamayacaksınız. Böyle bir ya da bu yolla ekonomik gelişmenin bedeli yalnızlaşmadır. Alışın!!! İnsan sadece iki yerde yalnızdır; doğarken ve ölürken. Bu iki durumun arasında yaşanan bir yalnızlık, insanı insan yapan değerler açısından doğaya aykırıdır. Bu nedenle çocuklarımıza bırakabileceğimiz en önemli miras, her zaman arkasında durabilecek bireylerden oluşmuş bir aile yapısı; onu tehlikelerden koruyacak, gelişmesine destek olan bir arkadaş ve meslek çevresi olacaktır. Unutmayın, insanoğlunun gelecekteki en değerli özelliğinin sevgiyi verebilmesi, verileni de alabilmesi olacaktır. Bir dostun cihana bedel olduğunu, ancak onu yitirdiğiniz zaman anlayabilirsiniz. Dostları Olmalı İnsanın
12
Dostları olmalı insanın, Aynen gemilerin limanları gibi Zaman zaman uğradığın Yükünü boşalttığın Dalgalar dininceye kadar beklediğin koynunda Sonra açık denizlere uğurlamalı seni, Geri döneceğin günü bekleme umuduyla Bazen rüzgâra o açmalı yelkenini Yanağına konan bir öpücüğün coşkusuyla Halatlarını çözmeli Seni çok ama çok özlemeli Dostları olmalı insanın, Ermiş, bilge, hayatı ezbere okuyabilen Düşünmediklerini düşündüren Seni bir cambaz ipinde güvenle tutabilen Gerektiğinde senin için ateşi yutabilen Yolunu ısıtan ustan olmalı, Şekillendirmeyi öğretmeli hayatın çömleğini Sana verebilmeli soğuk bir kış gününde Üzerindeki tek gömleğini Oğuzkan Bölükbaşı
Bu satırların yazarı, bu tufanda, kendini dünyanın en mutlu insanı olarak görüyor; çünkü yaşamı boyunca çevresindekiler –hak edip etmediğine bakmadan- özellikle en zor günlerinde çevresinde bir sevgi yumağı, bir sevgi kozası ördüler. Bu kozanın içinden yeniden bir hayatın süzülerek çıkmasına, kurudu diye bakılan bir kökün yeniden yeşermesine olanak sağladılar. Beni yalnız bırakmayanlar bir insanın yapması gereken erdemi gösterdiler. Dilerim bana gösterdikleri dostluğu ve hoşgörüyü katlarıyla başkalarından görmenin mutluluğunu yaşarlar… Prof. Dr. Ali Demirsoy
13
Yine de yalnızlığa ve geleceğe hazırlıklı olmalı insan; büyük şair Can Yücel böyle bir duyguyu şiirine yansıtmış. Yalnızlığa dayanırım da, bir başınalığa asla, Yaşlanmak hoş değil, duvarlara baka baka. Bir dost göz arayışıyla, Saat tıkırtısıyla... Korkmam geçinip gideriz biz mutlulukla, Ama; “Günün aydın, akşamın iyi olsun'' diyen biri olmalı. Bir telefon çalmalı ara sıra da olsa kulağımda. Yoksa, zor değil, hiç zor değil, Demli çayı bardakta karıştırıp, Bir başına yudumlamak doyasıya. Ama; ''Çaya kaç şeker alırsın?'' Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra... CAN YÜCEL