Yargılanan cinsellik havva anamızdan başlayan öykü 18 05 2008 ad

Page 1

1

YARGILANAN CİNSELLİK, HAVVA ANAMIZDAN BAŞLAYAN ÖYKÜ Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi, 30 Ağustos 2008

Bazı saatlerin de altında bulunan sarkaç, doğal güçlere karşı koymanın bir simgesidir. Dıştan güç-kuvvet uygulandığı sürüce, hele birileri tarafından kurulmuş bir zembereği varsa, sarkaç bir o yana bir bu yana sallanır ve bir türlü kararlı hale geçemez. Hâlbuki kendi haline bırakılsa, yer çekimine uyarak, doğal mecrasına oturarak düzenli bir konuma geçecektir. İnsanın cinselliği de iki aşırı güç tarafından tarih boyunca kurcalanarak, kurallara, birçok sapkınlığın ortaya çıkmasına neden oldu. Sarkacın bir yanında ne olduğunu görelim: Ahret, bilinen kitaplı dinlerin hepsinde, her şeyin yağdan kıl çeker gibi yürüyeceği, bu dünyada erişilemeyen tüm arzuların hemen yerine getirileceği, ölüm korkusunun olmadığı, dünyada bir türlü sahip olunamayan

saygınlığın kazanılacağı,

içte

kalan

isteklerin

emek

çekmeden kavuşulacağı kurulu bir düzen olduğu tariflenir. Bu kurulu düzen bir zaman Âdem ve Hava için vardı. Ancak, kurallara itirazsız uymak kaydıyla. Bu kurulu düzene (dünyada daha sonra ortaya çıkacak sömürü düzenine) karşı ilk hareket Şeytan'ın (İblis'in) Havva'yı kandırması ile başlamış. Havva, İblis'in sözüne uyarak, her şeyin iyi gittiği, Adem ve Havva’nın haricinde insanın olmadığı Cennet'te, Adem'e memnu (yasak) elmayı yedirince, o güne kadar göremedikleri edep yerlerini görmeye başlarlar. İlk eşeysel arzu böylece başlamış olur. Bu kurulu düzene karşı çıkmaydı;

dolayısıyla,

kurulu

düzene

karşı

çıkma

ile

Havva

özdeşleştirildiği için, kitaplı dinlerde (Musevilikte, Hıristiyanlıkta ve Müslümanlıkta) kadın aşağılanmıştır, düşman görülmüştür. Çünkü kurulu düzene karşı çıkma, sömürü düzeni kuranların en büyük korkusu


2

olmuştur. Kurulu düzene karşı çıkma, eşeysel arzunun ortaya çıkması ile başladığı için, bu dinlerde cinsellik –hep- bir günah olarak işlenmiştir. Bu eylem yani cinsellik sadece çocuk yapmanın bir aracı olarak görülmüştür; diğer yönleri günah ve çirkinlik olarak işlenmiştir. Tarih, bu günahları işleyenlerin hunhar öldürülme olayları ile kirletilmiştir. Kitaplı dinlerde, bizim oluş nedenimiz olan cinsellik, aşağılanır ve cezalandırılır. Bu cezalandırmanın ilk tanımlanmış yasal adımı sünnettir. Musa'nın bu öğretiyi kaptığı zaman (hatta bugün de) ve yerde (Mısır'da) kadınlar da klitorisi kesilmek suretiyle sünnet edilir; böylece ömür boyu cinsel ilişkiden zevk alınması önlenmiş olur. Bu topluluklarda çocuklar korkutulmak istendiğinde, senin pipini keserim, koparırım gibi laflar edilir. Böylece onun var oluş ve en ilkin duygusu üzerinde baskı kurularak, onda, derin korkular bilinçaltında işlenir. Bu korkular daha sonra çeşitli şekillerde doğal olmayan davranışlar şeklinde açığa çıkar. Bu korkuların tersini gösterebilmek için abartılı eşeysel organ büyüklükleri ve güçleri, günlük konuşmaların merkezini oluşturur. Kitaplı dinlerde, cinsi duygulara sahip olmadığına inanıldığı ve öyle empoze edildiği için, çocuklar günahsız ve masum varlıklar olarak nitelendirilir; cinsi ilişki deneyimi olmadan ölürse, doğrudan cennete gideceğine inanılır. Bu nedenle kitaplı dinlerde, özellikle mesleği din görevlisi olan kişilerin (Hıristiyanlık ve Museviliğin başlangıcında) cinsel ilişkileri kesin olarak yasaklanır. Böylece, bu ilişkileri bir defa tatmamış olanlara rahip ya da rahibe sıfatı verilir. Çünkü kirletilmemiştir. Ne zaman ki cinsi aktivitelere başlar, günah da onunla birlikte yazılmaya başlanır. Cinsel ilişki bu inanç sistemlerinde iğrençtir, utanılması gereken bir eylemdir; bu nedenle Tanrısal değerler verdiğimiz mitolojik ya da tarihsel kişiler böyle bir eylem sonucu dünyaya gelmemeliydiler. Onlar bu iğrenç ilişkinin ürünü olmamalıydılar. Yani, bakire bir anadan doğmuş


3

olmalıydılar; babaları olmamalıydı. Mitolojide babasız doğan Tanrısal özellik verilmiş birkaç örnek verilirse, mantık daha iyi açıklanmış olur. Mısır’ın ilk en büyük Güneş Tanrısı Horus, 25 Aralık’ta bakire IsisMeri’den dünyaya geldi. Firigya’nın Attis’i, 25 Aralık’ta bakire Nana’dan dünyaya geldi; Hindistan’ın Krişna’sı bakire Devaki’den dünyaya geldi. Yunanistan’ın Dionysus’u 25 Aralık’ta bir bakireden dünyaya geldi; Pers’li Mithra, 25 Aralık’ta bir bakireden doğdu. İsa, 25 Aralık’ta Beytüllahim’de bakire Meryem’den dünyaya geldi Hintlilerin Buda Sakia’sı Mısırlıların Zulis, (ya da Zhule), keza Osiris ve Orus’u İskandinav ülkelerinin Odin’i Yunanlıların Cadmus’u Mandaitlerin Hil ve Feta’sı Meksikalıların Gentaut ve Quexalcote’leri Sibylilerin Evrensel Kralları Formosa Adasının Ischy’si Xacaların Holy One’si Çinlilerin Fohi ve Tien’i Yunanlıların Adonis ve bakire İo’nun oğlu Romalıların Ixion ve Quirinus’ları Kafkasyalıların Prometheus’u Plato’nun Divine Öğretmeni Nepallilerin Jeo Bilingonezlerin Wittoba’sı Suriyelilerin Temmuz’u Trakyalıların Xamolxis’i Bonzeslerin Zoar’ı Assyrialıların Adad’ı


4

Siamlıların Deva Tat ve Sammonocadam’ları Simtosların Mikado’ları Ve diğerleri Bununla da yetinilmedi, karşımızdakileri aşağılamak için, öfkemizi dile getirmek için, bu kültürlerin ya da inançların hepsinde küfürlerin en ağırı sinkaflı (içinde s..., düzmek, düdüklemek, sokmak, basmak, geçirmek, koymak vb fiillerin geçtiği) küfürler oldu. Cinsi eylem iki kişi tarafından yapılan ve kural olarak da her iki tarafın zevk aldığı bir eylemdir. Gel gelelim ki, küfürlerin muhatabı hep dişidir. Küfürlerde dahi, erkek bireyin öç aldığı ve kadının aşağılandığı, kirlendiği açıkça görülür. Aptallar, siz mitolojideki bakireden doğan kişiler değilsiniz ki, siz, inancınız gereği

aşağıladığınız bu

cinsel

ilişkiden

doğan insanlarsınız ve

aşağıladığınız da bu cinsel ilişkiye –zevk duyarak- giren, sizi karnında taşıyan, emziren, bin bir fedakârlıkla büyüten saygın ananızdır. Neden bu saygın eşeyi aslı astarı olmayan bir mitolojiye kurban ettiniz (Orta Çağda yaktınız, kazığa geçirdiniz, işkence ettiniz), ediyorsunuz (toprağa gömüp taşlıyorsunuz, recm yapıyorsunuz, namus davası ile kızınız ya da kız kardeşiniz olsa dahi öldürüyorsunuz)? Çocuğun ilkin duygularından birinin, en önemlisinin, özünde, anladığımız anlamda eşeysel birleşme biçiminde değil, eşeysel duygu (libido) anlamında ilk defa çocuk ile ana arasında kurulduğunu keşfeden (ileri süren) Freud'a bu nedenle, özellikle bu çevrelerden büyük tepki gelmiştir. Freud, çocuğun ana karnından çıkar çıkmaz, ağız mukozası yolu ile anasının memesinden zevk aldığını, anasının tenine değmesinin ona bir çeşit zevk verdiğini, bunun tüm memeli türlerinde doğal bir davranış olduğunu ve birçok davranış biçiminin bu evreye dayandığını söyleyerek, çağdaş psiko-analiz biliminin temelini atar. O güne kadar bunlar cin-iblis-peri-melek gibi hayali aracılarla ve etmenlerle açıklanmaya


5

çalışılmıştı; bugün de –öğrenim görmüş cahillerin dört elle sarıldığı- akıllı tasarım ile açıklanmaya çalışılıyor. Bu dinlerde düzene boyun eğenler doğru dürüst insandır, iyi kullardır; hatta iyi kölelerdir; bu nedenle de inanç sistemlerinde kölelikle ilgili kurallar vardır. Âdem de başlangıçta Tanrısal düzene, kendine biçilmiş kaderine, düşünmeden, yargılamadan, yorumlamadan tam bir biat içerisinde boyun eğmişti; uslu, kaderci, iyi bir kuldu. Kitaplı dinlere göre, bu kulluğundan dolayı, gerçek, örnek bir insandı. Bu nedenle kitaplı dinlerin

yaygın

olduğu

kültürlerde,

insan,

erkeğe

verilen

adla

özleştirilmiştir. Örneğin İngilizce, "man" erkek demektir. İnsanlık da man olarak adlandırılır. Almancada da "der Man" erkek demektir; insanlık da "die Mänlichkeit" diye tanımlanır. Türkçede de adam erkeğe verilen addır. Adamlık da doğru dürüst insanın tanımıdır. Kadının, Havva'nın, hiç adı geçmez. Çünkü o doğu dürüst insanın değil, fitna-fücurluğun simgesidir. Bu nedenle her iki cümlenin başında Âdem’e atıf yapılarak insana kulluk yapması emredilir. Eşeyselliği tattırdığı için, kadının, Musevilikten başlayan acı kaderi, insanlık tarihinde bir yüz karasıdır. Musevilikte, Hıristiyanlıkta ve Müslümanlıkta, kadının aşağılanması bu nedenledir. Hâlbuki kitaplı dinlerin ortaya çıkmasına kadar, güzelliği, verimi, iyiliği temsil eden Tanrıların çoğu kadın figürleri şeklinde tariflenmişti. Kitaplı dinler ortaya çıkar çıkmaz, bu saygınlık ortadan kalkmıştır. Mekke'deki putların hemen hepsi Müslümanlıktan önce kadın simgeleriydi (büyük olasılıkla sadece Allah adını verdikleri tahtadan yapılmış en büyük put erkek figürünü temsil ediyordu). Bu nedenle, Mekke’de kitaplı dine geçilince, Tevrat'tın öngörüsüne uyularak, Hz. Muhammet tarafından, dişi putlar kırılarak ortadan kaldırıldı; erkek figürüyle temsil edilen Allah adlı put (çok çeşitli kaynaklardan Kabe’deki putlarla ilgili bilgi alabilirsiniz), yani erkek figürü, Tanrı yerine kondu. Anadolu’nun bereket tanrısı olarak


6

bilinen kadın Tanrı Kibela’nın (bugünkü sibel adı da oradan kaynaklanır) 7.000 yıllık egemenliği ve saygınlığı da böylece bitmiştir. Çok sayıdaki memeleri bereket ve saygınlığın ifadesi olarak yalnız taşlarda kaldı. Tanrı Artemis vd. kadın tanrıların sonu bu gelişim ile belirlendi. Cinsellik günah, kadın da aşağılık bir varlık olarak tanımlanınca, o güne kadar saygın bir yeri olan kadın, kitaplı dinlerin yaygın olduğu yerlerde, özellikle bin beş yüz yıl boyunca batı mezaliminde ezildi, cefa çekti; Müslüman kadınların çilesi ise birçok ülkede hala devam etmektedir. Bu ülkelerde zina yapan kadın taşlanır, erkeğin affedilmesi için ise binlerce neden bulunur. Çocuk ise en ilkin, en ilkel ve en değerli duygusu ile tehdit edilmiştir: Eşeysel

organları

ile.

Onu

ellemek,

göstermek

ve

konuşmak

yasaklanmıştır. Duyguları derinlere itilmiştir. Karmaşık bir kompleks haline dönüştürülmüştür. Bu nedenle kâbusları, çoğunluk ya bir kadınla temasta başarısız olması ya bir çatışma sırasında silahının ateş almaması ya da bir çatışma sırasında okunun ya da kılıcının kırılması gibi dolaylı olarak şuur altına itilmiş korkularla simgelenir (Psikiyatris Prof. Dr. Cengiz Güleç’le konuşmalarımızdan). Bir defa bu kompleks yerleşti mi onun hangi biçimlerde ortaya çıkacağını (tezahür edeceğini) artık kimse tam kestiremez. Önce karısından ve kızından kuşkulanır; karşı cinsleri çekici; ancak güvenilmez olarak görmeye başlar; bütün kadınlar onun için, açık açık söylemese de birer ahlaksızdır. Yeterince eğitilmemiş imamların, hocaların, Ortodoks ve Katolik papazlarının, şeri yasaları benimsemiş her türlü dini liderin, herkese potansiyel suçlu gibi bakması ve bakışlarının altında bu duyguyu hissettirmesi, hatta kadın cinsiyle tokalaşmamasının nedeni de bu komplekslerden kaynaklanır. Zaman zaman bu duyguları düşmanlık

derecesine

ulaşır.

İnsanlara

güveni

kalmaz;

sosyal

düzensizliklerin ve sapkınlıkların temelini oluşturan davranış biçimleri


7

sosyal yapıya bir kanser gibi yerleşir; hem de Tanrı ve kutsiyet adına yapılmış bir eylem olarak. Ancak, canlıların tümünün bu ilkel ve ilkin yapısı, ne yaparsanız yapın bastırılamaz; çünkü onun var oluş nedenidir. Bu nedenle, bu davranış ve bu libido ya renklerde ya figürlerde, giyimde kuşamda, istenmeyerek yapılan vücut hareketlerinde kendini gösterir. Hatta karşılaştığımız tüm sosyal aktivitelerde, sanatsal yapıtlarda, hatta ibadet biçimlerinde bile bu davranış biçimleri dolaylı ya da doğrudan ayrıntıda gizlenir ya da sergilenir. Sanatta bunu dile getiremeyenler, düşüncelerini ve eğilimlerini sözlü sanat dediğimiz fıkralara yansıtırlar. Açık fıkralar diye tanımladığımız fıkraların bu kadar çeşitli olması ve ilgi çekmesi de bu nedene dayanır. Doğrudan ilişkili olmadığı söylenmesine karşın, Musavilik-Masonluk öğretisinde kadının yerinin olmaması da (kadından masonun olmaması da) kitaplı dinlerin hangi kaynaklardan beslendiğinin açık bir nişanesidir. Kadının Hıristiyanlıkta papa, Müslümanlıkta imam, hoca, müezzin ve bilinen dini önderlerden hiç birinin olmaması da aynı mantıktan kaynaklanmaktadır. Kadın eksik etektir; kadın aklen maluldür. Canlılar dünyasında, yavrunun ebeveynine bağlı olduğu türlerde, kural olarak yavrular her zaman anaları tarafından eğitilir. Dolayısıyla yavrunun gelecekteki başarısı, kendini yetiştiren ananın yeteneği ile bire bir ilişkilidir. İnsan soyunda da bu böyledir. Çocuğu esas yetiştiren anadır. Sütü ile birlikte dilini, davranışını, hatta düşünce tarzını bir çeşit yavruya aktarır. Tarihte büyük katliamlarda bazı milletlerin ya da toplumların erkeklerinin tümü kılıçtan geçirilmesine karşın; geride kalan kadınlar yine de çocuklarını eskisi gibi yetiştirmeye devam etmişlerdir. Bu nedenle hiçbir akım, çocuklar ve analar tümüyle yok edilmediği sürece ortadan kaldırılamamıştır. Bunun da adı günümüzde sık sık kullanılan soy kırımdır. Sadece erkeklerin öldürüldüğü olaylar soy kırımın dışında


8

kalmış, katliam olarak adlandırılmıştır. Kültür, hemen her zaman analar ile kalıtılır. O halde kültürünüzü geliştirmek ya da değiştirmek istiyorsanız, bu eğitime

kadınlarla

başlamanız

gerekir.

Türkiye,

Cumhuriyet’in

kuruluşundan bu yana, askere aldığı çocuklarından dil bilmeyenlere asker ocağında dil öğretti, okuma yazma bilmeyenlere âli okullarında okuma yazma öğretti. Amaç, resmi dil olan Türkçeyi halkına öğretmekti. Sonuca ulaştı mı? İstenen düzeyde olmadı. Bugün Türkiye’de hala 5 milyon kişi Türkçe konuşamıyor. Herhalde okuma yazma bilmeyenlerin oranı daha da yüksek olmalı. Niye? Çünkü babaların eğitilmesi yeterli görüldü; analar eğitilemedi; cahillik anadan çocuklara geçti. Kitaplı dinlerde aşağılanan kadın, hep cahil nesillerin yetişmesine neden oldu. İnançlarında reform yapanlar bu mengeneden kurtulabildiler. Yapamayanlar ayaklar altında ezilmeye devam etmektedirler. Bağnaz dini inançların devam ettiği, kadının hala ikinci plana atıldığı hatta hiç kişilik kazanamadığı toplumlarda,

düşünür,

devlet

adamı,

sanatkâr,

bilim

adamı

yetişememesinin nedeni budur. Şapı kaynatmayla olur mu şeker, cinsini sevdiğim, cinsine çeker (Türk atasözü)

01.08.2008 Tarihinde Konya Taşkent beldesinde herkesin tatilde ya da okul dışı kendini geliştirme kurslarında olması gereken bir dönemde, 50 kadar henüz erginliğe ulaşmadığı söylenen kız çocuğumuz, Devletin resmi kuran kurslarına birkaç on metre uzaklıkta, dernek-ya da vakıf adı altındaki bir kuruluştu, yasa dışı (bu terim bir orta oyununu sözcüğü olmalıdır; çünkü Türkiye genelinde binlercesinin olduğu bilinen bu kuruluşların yasa dışı olması söz konusu olamaz; olsa olsa sıkışıldığında ortaya atılan bir geçiştirme tanımı olmalı) yatılı olarak eğitime alınan onlarca kız öğrencimizin, bir patlama sonucu 18’nin ölmesi ve diğerlerinin de çoğu ağır olmak üzere yaralanması, çok önemli bir planı gözler önüne


9

sermektedir. Bu kuruluşlar, dinimizi ya da imanımızı güçlendiren masum eğitim merkezleri değildir. Bu odaklar, burada idareci sıfatı altında bulunan birkaç kişinin bir araya gelerek kurmuş oldukları teşkilatlar da değildir. Bu kuruluşlar, dinimizi, ülkemizi ve geleceğimizi yıkmaya ant içmiş iç ve dış güçlerin çok zekice ve sabırla hazırlamış oldukları çok kapsamlı bir planın en can alıcı kısmıdır. Çünkü bir toplumu gütmek, belirli bir çıkmaza yönlendirmek ve özellikle bilim dışılığa itmek istiyorsanız,

ilk

yapacağınız

şey,

çocukları

eğiten

anaları

güdümlemenizdir. Taşkent bir başlangıç değildir, sona yaklaşıldığının işaretidir. Çünkü 1946-1950’li yıllarda çok sinsi bir şekilde başlatılan bu güdümleme, 1970’li yıllarda genişletildi, 1980’li yıllarda devlet desteğine mazhar oldu, 2000 yıllarda siyasi arenada boy göstermeye başladı (kurumların tümüne sızdı). Bu gün Anadolu’nun hangi köyüne, kasabasına, giderseniz gidin, bilim dünyasının gözde ülkelerinde eğitim dönemi dışında çeşitli becerilerini geliştirmek için kurslara gönderilen, geleceği yönlendirecek öğrencilerin aksine, başına bir şeyler bağlanmış, boynuna bir bez torba asılı, çoğunluğu erginliğe henüz ulaşmamış, yönlendirmeye hazır, çoğunluğu kız olan öğrencileri ne idüğü belirsiz mekânlarda, ne idiğü belirsiz (esasında amacı çok iyi bilinen) insanların yanında eğitime giderken görüyorsunuz. Bu Türkiye’nin, geniş anlamda ise İslam Dünyası’nın karanlıklara yürüyüşünün resmidir. Geleceği yönlendirecek kesimi elinde tutanlar, o toplumun geleceğini de avuçlarının içine almışlardır. Sonuçlarını görmek için uzun zaman beklemeniz gerekmiyor gibi görünüyor… Kadının kutsal sayıldığı, toplumsal işlevlere katıldığı, hatta tanrı olarak tanımlandığı dönemlerde Anadolu’daki o hayranlık veren sanatsal eserlere ve dünyaya damgasını veren düşünürlere bir bakın; bir de


10

kadının aşağılandığı son 2.000 yıla bir bakın; aradaki farkı gözlerinizle göreceksiniz. Kadının toplumun temel direği olduğunu kavrayanlar bunu istismar da edebilirler; eğer gerçekten insan sevgisi ile dolmuşlarsa, bu yolu kullanarak bulundukları toplumu uygarlıkta üst düzeylere de çıkarabilirler. Bu açıdan Türkiye’ye baktığımızda, kadının “başımızın tacı” sloganından başka hiçbir eylem üretemeyenler, kadını yönetimden, toplumsal etkinliklerden hep uzak tutmuşlardır. Sosyal etkileşimlere baktığımızda, çoğunluk eğitilmiş ve bu arada bir aile yaşamı kurmaya fırsatı bulamamış, kendini bir anlamda yalnız hisseden kadınların zaman geçirdikleri yerler olarak

karşımıza

çıkmaktadır.

Yani

gerçekte

ciddi

toplumsal

örgütlenmeler olarak değil, zorunlu bir araya gelinmiş yerler olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak son yarım yüzyılda birileri kadınların toplumsal yönlenmedeki etkinliğinin kavradıkları için, güçlerini bu kesime yönetmişlerdir. Çocukları olan, aile yapısına sahip kadınları –dinimizin buyruğunu yerine getirme sloganı ile- kendi ideolojileri yönünde eğitmeye başlamışlardır. Bu, toprağa tohum atma gibi bir verimli bir girişimdi. Zamanla –ana kökenli

yatırım- gelişti,

organizasyonun temelden

güçlenmesini sağladı ve en önemlisi bu kadınların yetiştirdiği çocuklar, sonunda

Türkiye’de

belirli

bir

ideolojinin

köklenmesine

ve

yaygınlaşmasına neden oldu. Türkiye ana kökenli bu ideolojiyi kolay kolay değiştiremeyecektir. Bırakın –normal süreçler içinde- değiştirmeyi, durduramayacaktır da; bu akım daha da güçlenerek gelişecektir. Hatta bu ideolojiyi tezgâha koyanları da -ılımlı bularak- yok edecek kimliklere bürünerek… Kız ve gelin iken, çevresi tarafından sürekli aşağılanan, köle muamelesi gören, “saçı uzu aklı kısa” insan yerine konan bu değerli varlıklarımız, sonunda “taştan yapılmadıkları için” karmaşık duygular içinde, kompleksler içinde, bir gün kaynana olurlar. Artık ezme ve


11

aşağılama sırası kendilerine gelmiştir. Aşağılayacakları ve ezecekleri bir objeye de kavuşmuşlardır; bunun dilimizdeki adı gelindir. Birileri bu gelinkaynana ilişkisini bilinçsiz bir şekilde uzaktan izler; bunların adı da çocuklardır. Bu eğitimden geçen bir çocuk, ilk olarak şunu öğrenir: Zayıf olduğu yerde köpekleşmenin, güçlü olduğu yerde de canavarlaşmanın bir yaşam tarzı olduğunu. Sonuçta, toplum, güçlünün zayıfı ezdiği bir yapıya dönüşür. Hafızanızı bir zorlayın ve bu yazıyı okudunuz ise, yazının altına, bizi doğuran, büyüten analarımızın, toplumumuzdaki kadınların aşağılanması ile ilgili ve gelin-kaynana ilişkilerini ortaya koyan atasözlerini ve özdeyişleri alt alta bir yazın! Önünüze çıkan dev dizi bakalım size ürkütecek mi? Sarkacın öbür yanı ise tam tersi bir durumu göstermektedir. Bu kadar

kıskaç

altına

alınmış

olan

cinsellik,

özellikle

dişi

eşeyi,

modernleşiyoruz, uygarlaşıyoruz sloganları ile tam bir ticari emtia haline dönüştürülmeye başlandı. Hiçbir yazılı ya da görsel basın aracımız yok ki, özellikle kadın vücudunu reklam amacı ile kullanmamış olsun. Kadının eşeyselliğinin bu kadar pespaye bir şekilde sergilendiği ya da tam tersi sadece bir kadın olması nedeniyle aşağılandığı bir ortamda, nasıl sağlıklı nesiller yetiştireceksiniz? Kadın, taşıdığı yumurta nedeniyle, yavruyu bire bir eğitecek kişi olması nedeniyle, gelecek kuşağı şekillendirecek en önemli –kutsaleşeydir. Bu kutsal eşeyin, beslenmeden tutun, yaşam ortamına, korunmasına, yaşayacağı çevresinin hijyenine kadar her türlü özenin gösterilmesi gerekir. Bunun için ilk olarak kitaplı dinlerin kadını aşağılayan, erkeği yücelten öğretilerinden arınması gerekecektir. Bu demek değildir ki, erkek ile kadın aynı şeylerdir. Her ikisi bir bütünün parçalarıdır. Biz erkek olarak artık bir şeyi anlamış olmamız gerekir: İnsan ya da adam dediğinizde sadece erkek anlaşılmamalı, erkek ve kadının birlikteliği anlaşılmalıdır; farklı görevleri yüklenmiş bir bütünün parçaları


12

oldukları anlaşılmalıdır. Bir kadının iffetinin korunması ve onunla ilgili düzenlemelerin yapılması sadece erkeğe verilmiş bir görev değildir. Toplumsal çarpıklıkları gidermenin yolunu bulmalıyız; komşunun kızıyla flört yapan oğlumuzu çapkınım diye sevip, övmeyi; kendi kızımızla flört eden komşunun oğlunu ahlaksız olarak değerlendirmeyi bırakmalıyız. Orospuluğun sadece kadınlara ait bir sıfat olmadığının bilincine varmalıyız… Eğitilmeyen, iş verilmeyen, ikinci plana atılan, hakkı yenen, geleneksel olarak bir çeşit köle olarak görülen bir kadının, kendinin ve çocuklarının karnını doyurmak için, çok zorda kalarak, kutsal cinsiyetini istismar etmesini sadece onun ayıbı olarak değil, toplumumuzun, bu cümleden olmak üzere kendimizin bir ayıbı olarak kabul edelim. Her kişinin kendi tercihi olabilir; cinselliği de kendi tasarrufunda olan bir olgudur; kimsenin bu açıdan başka birini sınırlama hatta cezalandırma hakkı olamaz. Ancak bu demek değildir ki, cinselliğin bir sömürme, istismar aracı olarak kullanılmasına kayıtsız kalacağız. Gelecek nesilleri ve özgürlüğünü kısıtlamadan bireyi koruyacak her türlü önlem, yalnız ve yalnız devlet tarafından alınmalı; aksi davranışlar gösterenlerin ancak yasalar tarafından yargılanmasına izin verilmeli; kişilerin bu konudaki baskıları, yargı ve infazları da önlenmelidir. Devletin en önemli görevi, ergenlik çağına ya da belirli bir yaşa kadar, yani bir çocuğu bilinçli olarak yetiştirebileceği çağa kadar, istismarlardan ve kötü yönlendirmelerden korunması olmalıdır. Daha sonraki yaşlarda kişi tercihini kullanabilmeli; ancak kişinin elinde olmayan nedenlerle sıkıntıya girdiğinde devlet yanında olabilmelidir. Namus, başka kişilerin himayesinde olmayacak kadar kutsal bir değerdir. Görüşleri doğal olarak farklı olması kaçınılmaz olan bireylerin, namus kavramına bakışları da farklı olacaktır. Böylece toplumda çok sayıda yargı ortaya çıkacaktır. Kimilerine göre çocuklarına ekmek sağlayabilmek için, her türlü riski alarak, bir komşumuzdan bize gelen kadın ve kızlar esasında bir azizedir; “açlık


13

insana her şeyi yaptırır” özdeyişini hatırlayamayanlar için ise kendini para ile satan adi fahişelerdir. Bırakalım, etki etmeyelim; sarkaç, yer çekimine yani doğal eğilimine, etkileşimine uygun olarak konumunu alsın ve bu kargaşalık ve huzursuzluk da son bulsun. Unutmamak gerekir ki cinsellik ne dini baskıların cenderesi altında yok edilmesi gereken bir günah unsurudur ne de uygarlık, serbestlik ya da doğallık sloganları eşliğinde bir mal gibi piyasaya sürülen bir emtiadır. Prof. Dr. Ali Demirsoy 30 Ağustos 2008


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.