1
Yedinci katı arayan adamlar… Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi Türkiye’de özellikle radyonun yaygınlaşmaya başladığı 1950’li yıllardan sonra yeni bir kültür gelişmişti: Radyoda tiyatro ya da arkası yarın programları. Çoğunluk dizi niteliğinde olan bu sunumlar özellikle yaşı ortanın üzerinde olan bayanlar tarafından büyük bir tutkuyla dinlenir ve oyunlardaki iyi ya da kötü karakterli oyuncular ile çevredeki kişiler arasında benzerlikler kurulurdu. Oyuncuların yerini sanki sanal olarak tanıdık insanlar alırdı. Radyoda arkası yarın ya da tiyatro başladı mı, çocukların önüne meşgul olabilecekleri –en çok sevdikleri- şeyler konur ya da kapı dışarı edilirlerdi. Elde örgü şişleri, radyonun başına toplanılır, oyunun akışına göre, belirli belirsiz nidalar yükselirdi. Allah belanı vere herif, boyun devrile, geberesin, vah vah, vah kuzum vah gibi oradaki oyuncuların çektikleri dertlere ortak olunur ya da yapılanlar bilinen sözcüklerle lanetlenirdi… Radyoda tiyatro ya da arkası yarınlar başlı başına bir kültürdü ve bu halkın gizli kalmış duygularına tercüman olması ve tepkilerini boşaltması bakımından önemli bir işlev görmekteydi. Görsel yayınlar (televizyon gibi) bu özdeşleşmeyi yetirince sağlayamıyor; çünkü izleyiciye hayal kurması için yeterince boş alan bırakmıyor. 1970’li yılların başında Erzurum Atatürk Üniversitesi lojmanlarında kalırken, iyi bir dinleyici ve iyi bir yorumcu olan anam, hemen hemen
2
hiçbir arkası yarın programını kaçırmazdı. Dinlemeyle kalmaz aynı zamanda yorum da yapardı. Bir gün akşam eve geldiğimde, galiba saat 22 sıralarında, radyoda tiyatro başladı. Sunucu:” İstekler üzerine 7. katı üçüncü defa- tekrar oynayacağız” diye sunum yaptı. Anam hemen gelip radyonun düğmesini kapatırken: “Bu radyoda tiyatro da adamı sıkıntıya sokmak için bire bir, her dinlediğimde sanki gırtlağıma bir şeyler basıyorlar” deyince, anama “sen git yat benim uykum yok bir de ben dinleyeyim” dedim… Bu dinleyeceğiniz görünürde sanki Franz(s) Kafka’nın romanındaki bir esintiyi vermekle birlikte, özünde çoğunuzunçoğumuzun öyküsüdür. Özlemle ve ümitlerle başladığımız; ancak yetinmekle bitirebildiğimiz bir yaşamın öyküsü… Bakımlı, yüzü gülen, geleceğe ümitle bakan, kafasında önemli hedefleri kurgulamış, kendisi ve çevresiyle barışık, içi coşku dolu bir delikanlı “veraset ilamı” çıkarmak için bir devlet dairesine geliyor ve bir iki danışmadan sonra önde bankı olan bir odaya yönlendiriliyor. Delikanlı, bir an önce işlerini bitirip önemli projelerini gerçekleştirebilmek için acele acele bankın arkasındaki memura ne istediğini anlatmaya çalışırken, memur: Nereden geliyorsun hemşerim diye soruyor. Delikanlı ayıp olması diye Erzincan’ın Kemaliye kasabasından diye yanıt veriyor. Memur: Oralar da ilginçmiş, bir türlü gidemedik, dutu da ünlüymüş, burada tanıdık birçok kasap da oralı. Sizin dut bahçeniz var mı? Delikanlı ayıp olmasın diye yetecek kadar var der? Memur bey benim işim acele şu bizim veraset ilamını nasıl halledeceğiz? Delikanlı çok yorulduk bir bardak çay içelim ondan sonra bakarız! Hasan oğlum çay getir! Çaylar içildikten sonra memur devamla, okuyor musun? Evet. Nerede? Fen fakültesinde. İyi iyi oku; sanki okuyanlar da iş buluyorlarmış gibi; ama yine de okumak iyidir. Memur bey bizim veraset ilamı… Oğlum çok yorulduk bir çay içelim de ondan sonra. Çaydan sonra, memur: Kirada mı oturuyorsunuz yoksa ev sizin mi? Kirada. İnşallah okula yakındır bu
3
devirde gidip gelmek hem zor hep de pahalı. Memur bey bizim veraset ilamı işi… Bir çay içelim de ondan sonra, çok yorulduk. Ama memur bey hiçbir iş yapmadık ki yorulalım. Konuştuk ya oğlum bu da bir iş değil mi? Konuyla ilgisi olmayan ipsiz sapsız epeyi bir konuşmadan sonra delikanlı tekrar bizim veraset ilamı diye sorunca, memur bey senin işin burada olmaz, senin işin yedinci katta halledilir diyerek onu bir yerlere yönlendirir… Delikanlı oradan çıkar, sora soruştura başka bir bloktaki bir odaya yönlenir ve oradaki memura durumu anlatır. Memur: Delikanlı sen ne diyorsun bu parti başkanlarının açıklamalarına, doğrusu ben hiç birine inanmıyorum; sürekli palavra atıp, bu ülkeyi çıkmaza sokuyorlar. Vallahi oyumu verecek bir parti bulamadım, her defasında oyumu verip sonra kendi kendime küfür ediyorum. Sen hangi partiye sıcak bakıyorsun? Vallahi memur bey benim parti ve siyasetle pek ilişkim yok, benim derdim doğru dürüst adam olmak, şu bizim veraset ilamını nasıl yapacağız? Bu memleketin parlamentosu, üniversitesi, devlet daireleri düzelmedikçe hiçbir şey olmaz veraset ilamı çıkarsan ne olur çıkarmasan ne olur? Okuyunca ne olmak istiyorsun? Yeminli mali danışman. Bu memlekette her kes yemin eder, yine de en çok yalanı ve hırsızlığı onlar yapar. İnşallah sen onlardan olmazsın. Olmayacağım, şu bizim veraset ilamı… Oğlum çok konuştuk bir çay içelim de ondan sonra; Hüseyin oğlum çay getir. Çaydan sonra benzer konuşmalar sürer. Delikanlı arada bir benim veraset ilamı derse de memur bildiğini anlatmaya devam eder. Birkaç benzer konuşmadan sonra delikanlı bizim veraset ilamı deyince, memur: Bir çay içelim de ondan sonra, çok yorulduk. Ama memur bey hiçbir iş yapmadık ki yorulalım. Konuştuk ya oğlum bu da bir iş değil mi? Sonunda bu memur da baklayı ağzından çıkarır: Senin işin ancak 7 katta halledilir.
4
Delikanlı oradan çıkar birkaç blok daha değiştirir, başka bir odaya girer, durumunu anlatır. Memur: Delikanlı sen de Beşiktaşlı gibi görünüyorsun, halktan biri gibi bir görünüşün var. Memur bey ben takım tutmam, benim acele işim var, veraset ilamı… Vallahi bunca para harcıyorlar yine de bir türlü şampiyon olamıyorlar, bazen o teknik yöneticiye verdikleri paralar haram olsun diyorum. Bizim burada işten anamız ağlıyor, herifin oğlu, topa şöyle vuracaksın diye ayda milyarlar alıyor. Delikanlı kafanı çalıştır, sen henüz gençsin kısa yoldan köşeyi dönecek bir iş bul, bizim gibi sürünme. Memur bey şu bizim veraset ilamı… Delikanlı çok yorulduk bir çay içelim de ondan sonra. Oğlum Ali bize çay getir. Fener yine bu sene şampiyonluğa yaklaşacak ancak diyorum ki son bir iki maçta yine onu Galatasaray’a kaptıracak. Sen ne diyorsun? Bu sene kim şampiyon olur? Memur bey ben maçla ilgilenmem, benim önemli projelerim var; önce şu bizim veraset ilamını halletmeliyim. Geçen günkü maçta Hakanı gördün mü? Memur bey veraset ilamı… Çok yorulduk bir çay içelim de ondan sonra. Ama memur bey hiçbir iş yapmadık ki yorulalım. Konuştuk ya oğlum bu da bir iş değil mi? Konuşmalar sürer ve sonunda memur, bak delikanlı senin işin burada olmaz, senin işin 7. katta halledilir… Delikanlı oradan çıkar, sayısını kendinin de artık hatırlayamadığı birçok bölmeye girer çıkar, belki konuları farklı olsa bile niteliği ve mantığı aynı olan birçok konuşmaya tanık olur. Her defasında zorla araya bizim veraset işimiz lafını sıkıştırsa da, karşıdan “çok yorulduk bir çay içelim de ondan sonra” geçiştirmesini alır ve herkes ağız birliği etmişçesine 7. kata yönlendirir. Delikanlı bir ara paniğe kapılır, koridorlarda koşmaya başlar, bir o odaya girer bir bu odaya, gelene geçene bir şeyler sorar, aşağı iner yukarıya çıkar, karanlık koridorlardan geçer… Bir ara bodrum katlarından birinde bir aynanın önünde kendine bakar; bir daha bakar, döner bir daha
5
bakar. Saçları kırlaşmış, yüzünde belirgin kırışıklıklar oluşmuş; gözlerinin ışığı sönmüş, yüzündeki gülümseme bir acıya dönüşmüş; neredeyse kendini tanıyamaz. Ben neredeyim diye bağırmaya ve çılgınlar gibi koşmaya başlar; paniğe kapılmıştır. Bana ne oldu, hedeflerim, projelerim, ümitlerim… Bir ara önüne bir güvenlik görevlisi çıkar. “Hemşerim bu binanın 7. katı nerededir, Allah aşkına?” diye sorar. Adam gayet sakin ve pişkin bir şekilde “bu binanın 7. katı yoktur; üstelik bu binanın çıkışı da yoktur” der. Delikanlı bunun üzerine iyice paniğe kapılır koşar, koşar, koşar… Bitkin düşer… Bir de bakar ki yıllarca önce girdiği ilk odaya gelmiş. Oradakilere ben pırıl pırıl bir gençtim, ümitlerim, güzelliklerle dolu hedeflerim, hayallerim vardı. Yıllarım geçti bu binanı içinde hiç kimse dosyamı açıp –bir defa olsun bile- bakmadı. Yaşlandım, yoruldum… Oradaki memur” beyefendi pekâlâ bu düzenin havasına alışmadın mı?” Ne havası ne alışması? Bak beyefendi burada bir memur bize ayak uyduramıyor, onun yerine geçmek ister misin? O memuru ne yapacaksınız? Sen ona karışma belki de aydınlık boşluğuna atarız. İyi de ben o adamın yaptığı işi bilmem ki, beni alıp ne yapacaksınız? Adamın da zaten yaptığı doğru dürüst bir iş yoktu, üstelik bizim tezgâhımıza da uymuyordu, tekerleğimize zaman zaman da olsa taş koyuyordu. Sen bir iş yapmayacaksın ki, uyumlu ol yeter... Bir zamanların ateşli idealist, ümit dolu, hevesli delikanlısı uysallaşmıştı “bundan sonra zaten benden ne olur ki?” diye düşünmeye başlamıştı. Aklına yattı, eski memuru bir bağırtıyla aydınlık boşluğuna attılar. Şimdi ben ne yapacağım diye sordu? Daktilo yazacaksın. İyi de ben daktilo yazmayı bilmem ki. Zaten yazmayacaksın. O senin maaş alman için önünde durması gereken bir alet olacak… İyi… Bir zamanların örnek insanı olmaya aday, yeni memur, kravatını düzeltir, saçını tarar, kendine çeki düzen verir ve banka oturur. Yıllarca önce kendisi gibi pırıl pırıl yüzü olan, geleceğe belli ki ümitle bakan,
6
hayallerle ve hedeflerle dolu olduğu duruşundan belli olan bir delikanlı, bu yeni memura yanaşır ve ona “bir veraset ilamı çıkaracağım” ne yapmalıyım diye sorunca. Yeni memur: “Çok yorulduk bir çay içelim de ondan sonra” der. Dönelim kendi gerçeğimize. Ailenize, çevrenize ve ülkenize bakın. Çocuklarımızı büyüyüp paşa olacaksın, doktor olacaksın, mühendis olacaksın, âlim olacaksın diye severiz. Çocuklara sorarız, büyüyünce ne olacaksın diye? Mühendis olacağım, avukat olacağım, pilot olacağım, öğretmen olacağım diye hedefler koyarlar. Ne olurlar? Asgari ücretle bir iş bile can atarlar. Bir insanın hedefleri böyle kolay niye aşınır? Niye yarı yolda pes ederler? İnsanı insan yapan değerlerini niye hızla yitirirler? Bunun nedeni biyolojik bir yatkınlıktır. Bakalım ne oluyor da bu insanlar böyle aşınıyor? Vücudun en çok enerji kullanan bir iki organından biri beynidir. Her iletilen mesaj, her uyarı enerji tüketimi demektir. Evrimsel süreç içerisinde enerji tasarrufuna yönelik yenilikler korunmuştur. Bunun konumuzla ilgili en önemli yönü, beynin davranışıdır. Beyin, çok fazla enerji
kullanma
eğiliminde
(heveslisi)
olmadığı
için,
beyin
içi
haberleşmeleri (impulsları) olabildiğince azaltan davranışlara yatkındır. Bunun en çarpıcı sonucu, beyni olan her canlı ve bu bağlamda insan alışkanlıklarını olabildiğince geliştirme ve koruma eğilimindedir. Biyolojide öğrenilmiş aynı hareketlerin yapılması beyin üzerindeki yükü önemli ölçüde azaltır. Düşünün! Araba kullanmayı öğrenirken vites, direksiyon, debriyaj ve fren arasında ne kadar eziyet çekiyordunuz? Ancak bir zaman sonra neredeyse beyne hemen hemen hiç danışmadan bu dört aygıt arasında mekik dokuyabildiniz. Beyin de enerji harcamadığı için rahat etti ve sizin bu alışkanlıklarınızı –hep- teşvik etti. Dolayısıyla insan soyu alışkanlıklarının esiri oldu. Alışkanlıklarının esiri olanlar, başlangıçta meraklı olsalar bile, bir zaman sonra 7. kattı aramaktan vazgeçenlerdir.
7
Bu kesimler kimdir? En başta –düşünmeden, yargılamadan, nedenini sormadan, getirisini götürüsünü hesaplamadan, belirli şeylere körü körüne inananlardır. İkinci kesim, bu illetten kurtulması için eğitilen; ancak yanlış eğitildikleri için belirli bilgilere sahip cahillerdir. Bu ikinci kesimi tarif etmeyle gerek yoktur. Türkiye üniversiteleri –özellikle 1982 yılından bu yana- bu tip adam yetiştirmek için hizmet vermektedir. Bir toplum ya da adam bu koridorlarda bir defa kendini yitirmeye başladı mı, başlangıçta bazı korku ve endişeleri olsa bile, bir zaman sonra duyarsızlıkları bir yaşam biçimi haline getirecektir. Kişi kendini geliştirme çabasını taşısa da önce ailesi, sonra okulu, daha sonra mahallesi, ülkesi ve yaşadığı kurum buna izin vermeyecektir. Başka bir ülkenin kültüründe benzeri var mı yok mu bilemem; ancak hepimizin bildiği bir atasözü bütün bunları özetlemektedir: Üzüm üzüme baka baka kararır. Şu anda toplumumuzun büyük bir kısmı bu durumdadır. Bu olumsuzlukları eğitimle düzeltmek gerekir. Gel gelelim ki – Köy Enstitüleri Modeli hariç- uygulanan eğitim modelleri sanki insanı tek yönlü yola sokmak için hazırlanmış. Eğer bir kişi kural olarak şu ya da bu şekilde kendi öğretim-eğitim konusu ile bir iş bulamamışsa, kolu kanadı kırık bir kuş gibi ortalıkta dolaşmaya başlar ya da 7. katı arayan adamın giriş kapısındaki işe razı olur. Bu şekilde cendereden geçmiş bir insan nasıl davranabilir? Bunun için âlim olmanıza gerek yok, her gün yüzlercisiyle karşılaşıyorsunuz. Bunlardan birkaçına değinelim. Her şeyden,
yaşamından,
çevresinden,
çalıştığı
insanlardan,
yöneticilerden, siyasilerden hatta ailesinden şikâyet eder. Sanki bir tek kendisi iyi, bütün bu insanlar kusur işliyormuş gibi. Konuşma arasında “yahu bu ülkenin insanları çalışmıyor tembel mi tembel” diye şikâyet
8
eder. Konuşmanın ilerleyen aşamalarında “vallaha kardeşim bizim işimiz iyi, akşama kadar masanın başında oturuyoruz” der. Bu ülkenin insanları kitap okumuyor diye ahkâm keser. Son 30 yılda okuduğu tek bir kitabın adını veremez. Yaşamı boyunca içinde birkaç edebi cümle yer almış tek bir mektup bile yazmamış olmasına karşın, sanat sözcüğünü ağzından düşürmez. Pahalı yabancı malları alıp, evini, bahçesini döşemeyi; son model lüks ve pahalı araba kullanmayı uygarlık zanneder. İçtiği meşrubatın şişesini parka savurur, arabasının penceresini açarak yediği yemişin poşetini yola bırakır; ancak bir yere oturduğunda çevreyi pis görürse, bu ülkenin insanları adam olmaz diye şikâyette bulunur. Turistlik gezilere katılır; bunu sağa sola caka atmak için yapar; bu nedenle gittiği yerlerdeki heykellerin altında çektirdiği resimleri gelene geçene gösterir. O ülkenin edebiyatı, bilimi, tarihi, sanatı ile hiç ilgilenmez. Gitmeden önce o ülkenin geçmişini, sanatını, önemli yerlerini ve benzer kültürel geçmişini okuyarak bilgi sahibi olmaz. Ülkesinde pahalı, gittiği ülkede ucuz olan mallar varsa onu alır; bir de gelene geçene göstermek için birkaç bibloyu masasının üzerine koymayı ihmal etmez… Beyin yolları körelmiş bir insanın yapacakları sınırlıdır. Bu insanlar karmaşık
şeyleri
anlayamazlar.
Anlayanların
yanında
kalmaktan
huzursuz olurlar. Çünkü beyin kendi ile yüzleşmektedir. Böyle bir beynin en korktuğu şey aynaya bakmaktır. En fazla şunu söyler: Bir daha bu dünyaya gelirsem… Esasında biz bu dünyaya her şeyi sonun kadar öğrenmek, bilmek, bu bilmenin mutluluğunu yaşamak için geliriz. Bulunduğumuz çevrenin güzelliğini görmek ve onu korumak için yaşarız. Görülmeden, bilinmeden geride bırakılan bir dünya yaşanmamış bir dünyadır. En uzun yaşayan
9
hayvanlardan birinin kaplumbağa olduğu söylenir. Ancak kafasını bir deliğe sokarak iki yıl orada geçirdiği de söylenir. Siz kafanızı bir deliğe sokarak yaşıyorsanız, buna yaşama mı diyeceksiniz; bunun adı bizim edebiyatımızda “Ömür tüketmedir”; çoğumuzun yaptığı da bu… Hindistan’da evcilleştirilen dev Aldabra kaplumbağası (Geochelone gigantes), 2006’da, Kalküta hayvanat bahçesinde öldüğünde 255 yaşındaydı. Mozart’tan ve Fransız Devrimi’nden önce dünyaya gelmişti; ancak gördüğü tek şey birkaç metrekarelik etrafı telle çevrili bir mekândı. Uzun yaşayabiliyordu, ancak ilk cinsi deneyim için bile 30 yıl beklemesi gerekiyor. O kaplumbağayı teller çevirmişti; ancak türdeşlerimizin büyük bir kısmını da görünmez teller olan dogma…
Bu döngüye girmiş yani beyinleri enerji kullanmaktan kaçınmayı yaşam tarzı haline getirmiş olanlar çoğunluk kendilerinin hiçbir katkısı olamayacak konulara ilgi duymaya başlarlar. Bunun başında özellikle futbol fanatikliği gelir. Sonuçlanmış bir maçın ardında saatlerce konuşurlar, kendilerine göre yorumlar yaparlar, kızarlar, bağırırlar, sevinç naraları atarlar. Çünkü bütün bu konuşmaları yapmak için özel bir bilgiye gerek yoktur, beynin çalışmasına da gerek yoktur. Bu konuda bir ordinaryüs profesör de ilkokul dördüncü sınıftan terk bir insan da aynı bilgiye ve yorumlama yetisine sahiptir. Eğer bir konuda konuşma yapılırken, birileri, sen dur bakalım, sen bundan anlamazsın; bu işi uzmanına bırak deniyorsa, o konu beyne enerji kullandıran bir konudur. Futbol, ayaküstü siyaset ve ayaküstü demokrasi tartışmalarında durum hep böyledir; enerji kullandırmaz. Bir grup insan hastalık derecesinde bilmece çözme merakındadır. İlk bakışta beyni çalıştırıyor gibi görünür. Ancak mantığını incelediğinizde alışkanlığın başka bir çeşidini görürsünüz. Örneğin güneş tanrısı dendiğinde RA’yı, bir renk denince AK’ı, bilmem ne dendiğinde hiç düşünmeden bilinen bir kelimeyi yazarsınız. Karşınıza hiç bilmediğiniz bir kelime ya da tanım çıkmış ise ve siz onu yerine yerleştiremediğiniz için bilmeceyi bir kenara fırlatmışsanız, benim beynim acaba çalışıyor mu çalışmıyor
mu
merakını
gidermenize
gerek
yoktur.
Beyniniz
10
çalışmıyordur.
Eğer,
böyle
bir
kelimeyi
sözlüklerden
aramaya
kalkışırsanız, bulmak için peşine düşerseniz, beyniniz hala kullanılabilir durumdadır; ancak siz onu yanlış ya da eksik kullanmaya devam ediyorsunuz demektir. İnsanlar yaşadıkça ihtiyarladıklarını sanırlar, hâlbuki yaşamadıkça ihtiyarlarlar. İskoçya atasözü
İnsanı yok eden tekdüzeliktir Bir günü diğer günden ayıran bir şeyiniz yoksa o gün yaşanmamış demektir. Ömür uzunluğu nüfus kâğıdında yazılı olan gün değil, farklı yaşanmış günlerdir. İsterseniz beni anlatan “Doğaperest” kitabındaki bir öyküyü bir daha burada verelim. Köyümüzde, kasabada nüfus memurluğu yapan çok değerli bir komşumuz vardı. Cumhuriyet gazetesi okur, hanımından çok çektiği söylenirdi. Halil amca, sabah 07’de kalkar, evinin kapısının önündeki taşın üzerinde bir sigara sararak içerdi; saat 9’a 15 kala, köy ile şehir arasında Baltataşı denen bir taşın üzerinde ikinci sigarasını sarar içerdi. İşine başladığında kolçaklarını ve yuvarlak gözlüklerini takar bir şeyler yazmaya başlardı. Ne yazdığını kimse bilmezdi, hep yazar gibi yapardı. Sessiz, efendi, kendi halinde biriydi. Odaya girip, “Halil Amca, benim şu işimi yapar mısın?” diye sorduğumda gözlüğünün altından masaya bakarken, üstünden de bana bakar gibi yapar ve “Ali bey senin işin de çok karışık, acaba nasıl yapsak?” derdi. Esasında, yapacağı iş, 40 yıldır yaptığı işti. Halil Amcayı incelediğimizde, akşam saat 5’de kolçaklarını çıkarır, masanın sağ gözüne koyar, etrafı toplar, her gün gittiği kahveye gider, aynı masaya oturur aynı insanla tavla oynamaya başlardı. Günün tek değişikliği, o gün gelen dübeşle düşeşin farkı olmalıydı…
11
Halil Amcamız hep dua ederdi: “Allah’ım beni Kâbe’de öldürmek nasip eyle” diye. Öyle de oldu. Kâbe’de 70 yaşında öldü. Bugün, onu görmek ve şu soruyu sormak isterdim; “Halil Amca, bana 70 yıllık ömrünü anlatır mısın?” Eminim Halil Amca, bu yetmiş yıllık yaşamını, ancak askere gittiği günü, evlendiği günü, eşinin ağaçtan düştüğü günü, babasının hacca gittiği günü ve belki birkaç özel günü daha anlatarak özetleyebilecekti. Yaşamını 10 farklı günden öte anlatamayacaktı. Özünde, Halil Amca yetmiş gün değil, sadece ve sadece 10 gün yaşamıştı. Hani tespih tanelerinin biri diğerine benzer, birbirinden ayırt edemezsiniz ya, Halil Amca’nın yaşamı da tespih taneleri gibi birbirinin aynı idi. Her yaşanan gün bir önceki ya da sonraki günün aynı. Yaşamın kalitesi bir günü diğerinden ayıran özelliğinin olmasıdır. Tespih tanelerinde yer yer imame dediğimiz daha büyükçe yapılı taneler gelir, burada ya duraksarız ya da farklı bir şeyler söyleriz. Yaşamın akışında da imameler vardır ve bu imamelerin sayısı yaşamın kalitesini belirler. Bir insanın tespihinde ne kadar çok imame var ise, o denli zengin yaşıyor demektir. Bu imameler ise, yaşamın ve ilişkilerin çeşitlenmesi ile ilgilidir. Tek boyutlu insan bu imameleri en az taşıyan insandır; ister bilim adamı olsun ister sanatkâr olsun, ne olursa olsun… Evliliğinin belirli bir yılına gelmiş insanlarda eşini aldatma yaygın bir davranış biçimidir. Konuşma sırasında bu şekildeki davranışları kınasak da, fırsatını bulunca çoğumuzun yaptığı bilinen bir gerçektir. Pekâlâ niye? Büyük emek ve özverilerle kurulmuş ve belirli bir yıla kadar yürütülmüş evlilikler kısa bir zevk için neden yıkılıyor? Bunu çoğu araştırıcı poligamiye (çok eşeylilik eğilimine) bağlarsa da, dikkatle izlendiğinde, bunun bir tekdüzelilik sorunu olduğu anlaşılır. Çünkü eşler yatakta kimin ne zaman ne yapacağını bilir; bunun için hayal kurmaya, beynini zorlamaya gerek yoktur; hatta bir zaman sonra beyni bu eylemler sırasında yarın yapacağı işleri bile düşünüp taşıyacak fırsatı bulur. Buna
12
rutin çiftleşme de diyebiliriz. Birçoğu için zevk olmaktan çıkmış görev halini almıştır; aynen bisiklete binmenin estetik algılanmasından arınıp, fazla enerjisini boşaltacak bir araç gibi kullanmaya kalkışma gibi… Ve bir gün, karşısındakinin davranışını tahmin edemediği bir fırsatı yakalarsa, onu anlayabilmek için bütün almaçlarını devreye sokarsa, yani enerji kullanımını en yüksek düzeye çıkarırsa, beyin, bu ilişkiden alacağı zevki de en üst düzeye çıkardığı için aldatmaya izin verir. Hâlbuki birlikte yaşayan insanlar, her şeye karşın, yaşamlarını çeşitlendirme ve zenginleştirme şansına sahiptirler. Akıllıca verilmiş, bilinçli bir eğitim, kişiye bu yetiyi kazandırır, çevresi ile olan zengin ilişkileri de bu çeşitlenmenin gücünü artırır. İçine kapanmış bir kişi ve ailenin yaşam zenginliği, çevresine ördüğü zırhta sonlanır. Burada en önemli husus, düzenli yaşama ile rutin yaşama arasındaki farkı anlamadır. Düzenli olarak belirli saate yatma, düzenli beslenme, düşünmeye gerek göstermeyen fizyolojik işlevlerin çoğunu yerine getirme düzenli bir yaşam modelini öngörür ve doğrusu da budur. Burada
kast
edilen
beynin
yaratıcı
gücünün
rutin
işletilmeye
sokulmasıdır. Hep aynı şeyleri düşünen insan hep aynı sonuçları alacaktır. Böyle bir körelmenin ilk aşaması “İnanmadır”. İnanma tanım olarak, anlamadan, karşılaştırmadan, neden-sonuç ilişkisine bakmadan, araştırmadan, tekrarlanabilir ve sınanabilir belirli kanıtlar elde etmeden bir şeyi kabul etmeye denir (dilimizde körü körüne inanma da denir). Kafamı çalıştırmayacağım, yeni yollar aramayacağım diyen her insanın kolaylıkla seçeceği bir davranış biçimidir. Özellikle bir şeyi anlamadan ezberleyen ve sürekli tekrar eden kitlelerde bu körelme çok daha belirgindir.
Bu
kesimin
seçtikleri
modeller
genellikle
tarihin
derinliklerindeki kişilerdir; eğer bu model yeterli gelmiyorsa yaşadığı zaman dilimindeki şeyhini, ağasını,
günün gözde sanatkârlarını,
oyuncuları, tuttuğu siyasi partinin liderini model almaya kalkışır. Bütün bu
13
taklit mekanizmasını sağlayan, bir şeye körü körüne inanmanın “dogmanın” ürünüdür. Bu kesim inandıklarını tartışmaya açmaz, açamaz; çünkü açtığı takdirde düşünmesi gerekecek, beyni enerji kullanmaya başlayacaktır. Ördüğü kozanın içinde mutludur. Birileri bu kozayı kaynar suya
soktuğunda
aklı
başına
gelir
diye
düşünüyorsanız
yine
yanılıyorsunuz; çünkü kozanın dışına çıkıp gerçek dünyayı görmemiştir ki aklı başına gelsin; başına geleni kader olarak nitelendirecektir. Ancak bazı meslek gruplarının inanma özgürlüğü yoktur: Bilim adamlarının, araştırıcıların ve sanatkârların. Kuşku bunların gıdasıdır. Beynini en çok kullanması gereken insanlardır. Rutin düşünen insanın yaratıcılığı yoktur ya da sınırlıdır; rutin düşünmenin gıdası ise inanmadır. Eğer kilisenin yağmur yağdırmak için melekler güğümlerle su taşırken, güğümlerin birbirine çarpmasıyla şimşekler çıkıyor düşüncesini yargılamaya kalkmasaydık, elektrik boşalmasının; yeterince Tanrıya hizmet etmediğimiz için felaketlerin bize reva görüldüğüne inansaydık, vebanın ve birçok mikrobik hastalığın nedenini bulamayacaktık; içki içildiği ve çıplak dolaşıldığı için deprem olduğuna inansaydık evimizin temelini sağlam yapmayı başaramayacaktık (hala bu kafada olanlar olduğu için felaketleri yaşıyoruz). Körelme sadece günlük yaşamı rutine sokmayla gerçekleşmiyor; esas körelme, özellikle toplumsal körelme, inanç ve gelenek adı altında, geçmişin katı kurallarına –yorumlamadan, tartışmadan, karşılaştırmadansıkı sıkıya bağlı kalmayla ortaya çıkıyor. Yüzlerce, binlerce yıl önceki koşullardaki gibi giyinmeyi, beslenmeyi, aile yaşamı kurmayı, bireyler arasındaki ilişkileri düzenlemeyi körü körüne benimsemiş iseniz ve bu hususlarda değişmeye hiç niyetiniz yoksa siz 7. kattaki adama çoktan dönmüşsünüz demektir. Bu kesimin en yıkıcı tarafı ise saplandığı bataklığı kurtuluş olarak görmesidir ve önermesidir.
14
Kendini gerçekleştirmek isteyen bir insanın yaşam felsefesi, olabildiğince çok ilişki kurma, dünyanın var olan nesnelerini, her kesimden
insan
kitlelerini
olabildiğince
tanıma
olmalıdır…
Bunu
başaranlar –başarılı- yaşam gücü kazanırlar, analitik düşünce güçlerini artırırlar. Birçoğumuz çok şey yaşadığı sanısına da kapılmıştır; bunun için de sık sık “benim başımdan da çok şey geçti” deriz. Özünde başından geçen şey, kendisinin küçük dünyasından başkasını ilgilendirmeyen, birine örnek olmayan, ders vermeyen, yeni bir bilgi kazandırmayan, işitildiğinde başka birine anlatılma duygusu yaratmayan, zorunlu olarak dinlenen, ceviz kabuğunu doldurmayan şeylerdir. Herkesin, her zaman yaşayabileceği türden şeyler. Ancak, bu tünele girmiş insanlar, bunun da farkında değildirler. Her gün yaşanabilecek her insanın yaşayabileceği türden şeyleri ballandıra ballandıra anlatmayı bir yaşam zenginliği olarak zannederler.
Bu
anlatımlar
bırakın
başka
birinin
yaşamını
zenginleştirmeyi, bilinçleştirmeyi, üstelik –dinlemek zorunda olduğu durumlarda- zaman yitirilmesinden başka bir şeye de yaramaz. İyi eğitilmiş bir insan ile kötü eğitilmiş insan arasındaki fark da bu anlatımlar sırasında ortaya çıkar. Eğitilmiş bir insan nerede, neyi, nasıl ve kime anlatacağını bilen insandır. Tekrar vurgulamamız gerekirse, çoğumuz, yaşama büyük ümitlerle başladık, başlıyoruz. Ancak, gerek sistem, gerekse, ortam, aile, kurum, birçok faktör, sonunda bizi 7. kattaki adam kimliğine büründürüyor. Silikleşiyoruz, işbirlikçi oluyoruz, hedeflediğimiz amaçlardan sapıp tali sorunlarla ilgilenmeye başlıyoruz; bu aşamaya gelmiş bir insan elden çıkmış, yok olmuştur. Biraz önceki nüfus memuruna dönmüştür. Uzun yaşayıp yaşamadığı da önemli değildir. Her türlü yönlendirmeye açıktır, korkaktır, güvenilmezdir, yanardönerdir…
15
Hedefimize ulaşmak için, muhakkak aracıya, torpile de gerek yoktur. Her insan amaçladığı hedefe ulaşma şansına sahiptir diye düşünüyorum. Ancak, sistem, bir yerlere aracısız gelinemeyeceği izlenimini yarattığı için, bazen bizi doğru yolda yürümekten alıkoyar. Yedinci katı arayan delikanlının yaptığı gibi inisiyatifi (önceliği) hep karşıya verir, savunmada kalırsanız, sonunda sizin amaçladığınız değil, size uygun görülen ya da size biçilen yola girersiniz. Yine Franz(s) Kafka’nın “Dava”sında benzerinin anlatıldığı bir öyküyü anımsayalım. Yine meraklı bir delikanlı, ilgisini çeken bir kapıdan içeri girmek için orada duran mübaşirden izin almaya kalkışır, mübaşir izin vermez. Delikanlı ona sigara ikram eder. Mübaşir bırakmaz. İkinci gün hediye olarak yiyecekler getirir. Mübaşir bırakmaz. Daha sonra elbiseler getirir. Mübaşir bırakmaz. Yılları böyle geçer. Yaşlanmıştır. Ayakları artık tutmaz durumdadır. Sürünerek son gücüyle kapının önüne gelir. Mübaşire: -
Yaşlandım. Ne olur, beni bırak, en azından kapının yanından bir
içeriye bakayım. -
Mübaşir:
-
“Bu kapı senin için açılmıştı, adam gibi gelip içeri giresin diye; sen
güvensiz bir şekilde doğru yolu değil, eğri yolu denedin. Bundan sonra bu kapının içindekilerin sana bir yararı yok. Ben kapıyı sonsuza kadar kapatıyorum” der. Birçoğumuz da insan olmanın değerini, kendi değerini bir türlü anlayamadıkları için yok olmuşlardır. Bu dünyaya gelen her insanın yapması gereken bir şeyler olduğunu, bunun da bizatihi kendi yaşam gücünden kaynak alınması gerektiğinin öğretilmesi gerekir. Bu gücü yitirmişler toplumun atıl, bir anlamda tortul katmanıdır. İçine girdiğinizde yavaş yavaş batarsınız; farkına da varamazsınız…
16
Bu kitabı okuyanlara 7. kattaki adam olmadan, ustaca bir yaşamın lezzetini tatmalarını diliyorum. Kişiyi bataklığa saplayan, yaşamındaki tekdüzeliktir… Prof. Dr. Ali Demirsoy
Sunuş yazısı Sevgili kardeşlerim, bir insanı zengin ve dolu dolu yaşatan, onun yaşam biçimidir. Bu biçimlemeyi kısmen bizim dışımızdaki koşullar yapar, kısmen de kendimiz. Yaşam tekdüzelikten arındırıldığı zaman zenginleşir. Ancak bunu çok az insan başarabiliyor. Bu yazıyı okuyacak zamanınız olursa, belki kendi yaşamınızı bir daha gözden geçirme fırsatını bulabilirsiniz; belki de bu yazıyı çocuklarınıza okutarak onların farklı bir pencereden bakmasını sağlayabilirsiniz. Zengin yaşanmış uzun ömür dileklerimle Bundan böyle yazı almak istemeyenler, bu adrese bilgi verirlerse, daha sonra rahatsız edilmeyeceklerdir.