Durak 2.Sayı-Çürüyen Akım:Postmodernizm

Page 1


SAYI:2 ARALIK 2016 Sahibi ve İmtiyaz Sahibi

EDİTÖRDEN

GAÜN Kültür Müdürlüğü Yazı İşleri Müdürü Kutluhan Tencan Genel Yayın Yönetmeni İlknur Burcu Keser Yazı Kurulu Ali Gazi Çiftçi Veysel Karani Zeren Ali Sarıkaya Deniz Bayraktar Hüseyin Alagöz Nagehan Erdal Melih Hergüner Nurdan Gürer Tasarım Hüseyin Alagöz İletişim m/GaunDurakDergisi f/GaunDurak t/GaunDurak

Herkese büyük bir merhaba! Ülkemizin ateşli günlerden geçtiği bugünlerde, dergimizin tekrar sizlerle buluşmasını daha anlamlı ve daha değerli buluyoruz. Savaş sadece top ve tüfekle gerçekleşmiyor. Düşünsel, sanatsal ve toplumsal tüm yönleri ile bir muharebe yürütülmekte. Küreselleşme adı altında milli değerlerimize, bilime, sanata topyekün bir saldırı söz konusu. Bu saldırıları cepheden göğüslüyor ve dergimizde de bu postmodern saldırılara karşı kalemlerimizi yontuyoruz. Kapak konumuz olan Çürüyen Akım: Postmodernizm ile gerçekliğin tarumar edilmesini, insan aklının nasıl esir edildiğini inceledik. Geçen sayıda olduğu gibi bu sayıda da tarihe mâl olmuş olan bir ütopyayı dergimize ekledik. Güneş Ülkesi’ ndeki dünyayı sizlere sunuyoruz. Değerli sanatçımız Gülsen Tuncer ile yaptığımız röportajda ise tiyatrodan, sinemaya, sinemadan; müziğe ve gençliğe dair her şeyi konuştuk. Bizlere olan katkılarından dolayı sözlerimiz kifayetsiz kalıyor. Kendilerine tekrar tekrar teşekkür ederiz. Durak ile kastımız; üniversite gençliğinin düşünsel sesi olmaktan ziyade üretmeyi paylaşmaktır. Üreterek mutlu olabiliriz. Paylaşarak, öğrenerek. Öğrendiklerimizi sistemli bir şekilde bir araca dönüştürerek, hiç görmediğimiz arkadaşlarımıza ulaşabiliriz. Bunun mutluluğunu yaşamak, pusulamızı belirleyenin her zaman bilim olması, bizleri daha da ileri taşıyacaktır. O yüzden sen de gel bilimin neferi ol diyoruz. Hepinize keyifli okumalar.


İÇİNDEKİLER

04 ‘‘ÇÜRÜYEN AKIM POSTMODERNIZM’’

21 ‘‘CUMHURIYET’IN AYDIN SANATÇISI GÜLSEN TUNCER ILE RÖPORTAJ’’

KUTLUHAN TENCAN

NAGEHAN ERDAL

10 ‘‘500 YILLIK BIR ÜTOPYA: GÜNES ÜLKESI’’

25 ‘‘GÜNCEL BILIM’

I.BURCU KESER - NURDAN GÜRER 14 ‘‘MECBURIYETLERDEN SANGHAY’A’’

ALI GAZI ÇIFTÇI 28 ‘‘1 FILM 2 KITAP’’

ALI SARIKAYA - VEYSEL ZEREN

MELIH HERGÜNER

18 ‘‘BIR GARIP ORHAN VELI’’

31

DENIZ BAYRAKTAR - HÜSEYIN ALAGÖZ

HEPİMİZ TÜRK POLİSİYİZ


KAPAK KUTLUHAN TENCAN - ARKEOLOJİ

Çürüyen Akım: Postmodernizm Emperyalizm = Postmodernizm Elbette ki yaşanılan çağların düşünsel sistemleri bulunmaktadır. Bu düşünsel akımlar o günkü dünya sisteminin çıkarına göre çalışmalar yapar ve sistemin toplumlar üzerindeki; sosyal, kültürel, sanatsal tüm faaliyetlerin de sistemin isteği doğrultusunda toplumları kalıplara sokar ve şekil verir. Bizlerde 2017’ye sayılı günler kala bir 21.yy insanlarıyız. Çağımız ise ‘’emperyalizm’’ çağı. Yani bir taraftan ezen milletler var; Amerika, İngiltere gibi, bir de ezilen ve gelişen milletler var; Türkiye, Suriye, Filistin, Irak, İran, Rusya, Hindistan ve Çin gibi.

Ezen ülkeler yani emperyalist devletler, sadece sömürmek istediği ülkelerin üzerine PKK, FETÖ veya IŞID gibi terör örgütlerini kullanarak ezilen milletleri, yani bizleri bölmüyorlar. Kültürümüzü, dilimizi, geleneklerimizi, yaşam biçimlerimizi, müziğimizi, edebiyatımızı, sanatımızı, sevgimizi ve aşkımızı dahi yozlaştırarak ve yabancılaştırarak bizlerin arasına kama sokuyor ve sonunda milli kimliğinden uzak, berduş nesiller yaratmak istiyor. Bunu bir de yetkili bir ağızdan dinleyelim yani, Türkiye AB Temsilcisi olan Karen

4


Fogg’un 26 Şubat 2001’de kendi takımından olan bir gazeteciye yazmış olduğu e-postaları. Ne diyor Karen Fogg : ‘’Türk Devletinin ve Tarihinin hakkından gelmek. Türk Gençliğini milli kimliğinden ve Atatürk’ten uzaklaştırarak devşirmek‘’bizim görevlerimiz diyor eski AB Temsilcisi. Sanırım her şey açık. O halde şimdi bu post modern dünyanın bizler üzerindeki etkisini ve kullanmış oldukları araçları incelemekte yarar var. Hangi Mutluluk? Postmodernizm; yüz yıllık emperyalist gerici kültürün yoğunlaşmış, katmerlenmiş olan biçimidir. Mafyalaşan, çürüyen kapitalizmin çöküş çağının kültür ve sanatıdır. Çürüyen bu sistemin akımı ise mutluluğu kendince tarif edecektir. Postmodernizm için gerçeklik yoktur. Gerçek sadece kelime oyunlarından ibarettir. Gerçekliği reddettiği için geleceği de inkar eder. Yaşanılan an vardır

5

sadece! Şişenin dibini görmek, yabancı maddelerle nirvanalara ulaşmak, gecelik aşklar yaşamak, toplumdan bireyi uzaklaştırarak bireyselleştirmek; bireyselleşen insanın umutsuzluğunu intiharla çözmek gibi fikirler empoze eder postmodernizm.Bazen postmodernizm için mutluluk, Twitter’da 140 karakterden ibarettir. Bazen, bugün hangi ‘’popüler’’ kafede kahve içtiğindir ya da bugün hangi nesneyi satın alarak kendini tatmin ettiğindir. Hiçbir şeyi beğenmeyip, her şeyi eleştirip sonrasında da hiçbir davranış sergilemeyip yan gelip yatmaktır mutluluk! En büyük mutluluklar ‘’bananecilik.’’ Ben mi kurtaracağımdır bu ülkeyi! Dünya yansın ben eğilip sigaramı yakarımdır, mutluluk! Umutsuzluğa , karamsarlığa dört elle sarılarak vah bize, ne kadar kötü durumdayız demektir, mutluluk! Evet bunlar postmodernizmin insanları bireyselleştirerek vadettiği mutluluk. Tabi bir de ‘’akıl tutulmasını’’ gördüğümüz kavram ve


araçlarda var.

ğiz. Fakat bizi sorumsuzlaştıran , tembelleştiren, yozlaştıran ve birbirimizle olan ilişkilerimizi yabancılaştıran ve buna da özgürlük zokası yutturan bu akımla mücadele etmek durumundayız.

Özgürlük ve Aşk Özgürlük

Özgürlük yalnızca istediğini yapmak değildir, aynı zamanda nasıl yapacağını , ne zaman yapacağını, neden yapacağını, neden yapmak gerektiğini ve bazen de neden yapmamak gerektiğini bilmeyi içerir(1) Özgürlük disipline olmaktır. Sabah kalktığında neyi, nasıl yapacağını bilmektir. Berduşluk değildir özgürlük. Sorumluluklarını bilmek, topluma karşı olan görevlerini yerine getirmek ve insanlığın daha ileriye gitmesi için çalışmaktır. Bundan gerisi ise lafı güzaftır sadece.

Felsefenin doğuşundan beri insanlık tartışmıştır bu kavramları, ki özgürlük deyince akan sular durur bizde. Özgürlük resimleri, simgeleri çizilir hemen. Özgürlüğü bilmeyen-

Aşk Postmodernizm için aşk; iki kişi arasında kapalı ilişkidir. İki kişi aşkta dünyadan kendini soyutlayarak, hazzın uyuşturucu etkisi ile yalnızca birbirleri için yaşar, dünyayı umursamaz. Aşk uyuşturur, insanı bencil kılar. Aşk artı seven eşittir dünya dedirtir.(2) lerdir bunlar. Halbuki sevmek yaratıcı bir etkinliktir. Aşk Küçük yaşlardan itibaren bizlere öğretilen keşfetmektir; dünyayı, kendini, yaratmış olduHollywod dedikleri filmlerde bunlar vardır. ‘‘Ben artık 18 yaşındayım, özgürüm hani ara- ğu sevginin erdemliliğini. Aşk sürekli bir devibam? Benim neden ayrı odam yok, neden gece nim, sürekli aranan ve yenilenen bir durumdur. Aşk insanı yeniden insan yapandır. Emekle kulüplerinde sabahlayamıyorumları’’ istemeyoğurulmuş bir başarıdır. Aşk irademiz dışındik mi, hayal etmedik mi gerçekten. da başımıza gelip bizi esir alan güç değildir. Her canımızın istediğini yapmayı öğütleHele hormon egemenliğine giren cinsel tatmin miyor muydu o içi boş aptal kutular? ‘’Sen hiç değildir. Böyle düşünülürse aşk putlaşır ve eğlenmene bak, bilim insanı olunca eline bedensel tapınca dönüşür. Bizler, sevgilideki ne kadar para geçecek. Sen bölümünü bitir, dünyayı seviyoruz. Sevgilideki özgürlüğü sedevlete sırtını yasla, tiyatro okumakla bir şey viyor ve onun özgürlüğü ile özgür oluyoruz. olunmaz. ‘’ Şüphesiz bu örnekleri ileride yine değinece-

6


Postmodern Sanat Genellikle kitapçıların çok satanlar ya da yeni çıkanlar arasındaki kitaplardır. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı, Elif Şafak’ın Havva’nın Üç Kız’ları, Ahmet Ümit’in Elveda Güzel Vatanımlar’ı gibi gibi… Bu yazarlar bireyselci oldukları için tarihleri yoktur, vatanları yoktur, yaşamış oldukları ülke için bir gelecekleri yoktur. Cumhuriyet’e onun modern-aydınlanmacı kurumlaşmasına karşı vatansızlığı, etnik kültürleri, tekil bireylerin sıradan sorunlarını, ilkel bayağı zevkleri, tutkuları yücelten içerikleri vardır sadece. Postmodern dergiler ise üretimsizliklerini o kadar yitirecek konuma geldiler ki vefat eden yazarlar ve şairler olmasa kapak yapacak konu bile bulamazlar. Kafa, Ot, KafkaOkur, Bavul gibi dergiler, ’’biri ölse de yazı konusu yapsak’’ der hale geldiler. Tüketimleri bile kanla oluyor artık! Yazı kurulu; ‘‘bu ay hangi ünlü öldü,’’ diyordur tahminimce! Pop müzikleri es geçmeden olmaz tabi hepsi birer büyük başyapıt nasıl olsa! Tamamıyla kullan-at şeklinde hazırlanan şarkılar ile bir bilinç yaratılmaya çalışılıyor. Anlık hazların, çürümüş zevklerin, pespayeleşen duyguların birer bayrak taşıyanı her şarkı. Ruhun esin yaratma kaynağı olan müzik böylelikle ruhun esir altına alınmasını sağlıyor.

7

Çözüm Birçoğumuzun yardımlaşma babında öğrenmiş olduğu hikayeler vardır. O meşhur hikayelerden biri de denizyıldızı hikayesidir. Büyük bir fırtınada tüm sahile denizyıldızları vurmuş. Yüzlerce değil, binlerce denizyıldızı! Fırtına sonrası, adamın birisi başlamış denizyıldızlarını toplamaya ve tek tek denize atmaya. Merak etmiş bir başkası ve adama yaklaşıp sormuş. ‘’Ne yapıyorsunuz?’’ ‘’Denizyıldızlarını denize atmaya çalışıyorum yoksa hepsi ölecek’’ İyi de! Demiş soruyu soran, ‘’ Binlercesi, yüzbinlercesi var sahilde. Hepsini kurtaramayacağınıza göre, bunu kurtarmışsınız ne fark eder?’’ Gülmüş adam ve elindeki denizyıldızlarını göstererek yanıt vermiş. ‘’Bunun için fark eder.’’ Burada asıl mesele bir denizyıldızı içinde olsa ona yardım etmenin erdemliliğinden bahsediyor gibi olabilir. Ama işin aslı hiç de öyle değil. Sistem bizlerin yüzbinlerce kişi arasından o adamın tutmuş olduğu denizyıldızı olmamızı istiyor. Yüzbinlercesi ölecek ama bu yüzbinler içerisinden birkaçı kurtulacak, sende bu birkaçı içerisindeki denizyıldızı olabilirsin. Herkesin gıpta(!) ile baktığı şık giyinimli, altında lüks arabası olan, evi bilmem hangi de-


nizi gören bir villada yaşayabilirsin ama sadece birkaçı! Peki diğer yüzbinlercesi ne olacak? Buna çare üreten, bunu sorgulayan kaç tane kitap görebiliyoruz o ‘’çok satanlarda!’’ Bizler aynaya baktığımızda kimi görüyoruz? Franz Kafka’nın Dönüşüm’ündeki hamamböceği aslında bu sistemde geçerli olan şey değil mi? Yalnızlığın güzelliğini, paylaşılmazlığını her fırsatta yansıtan postmodern dünyada yaşamaya devam edersek Kafka’daki gibi sabah kalktığımızda kendimizi bir hamamböceği olarak bulabiliriz! Yazımızın başlarında ifade ettiğimiz emperyalizmin bize dayattığı ve gençlik nezdinde de üzerimizde yapmış olduğu planları defetmek elbet mümkün. Cumhuriyeti’mize ve onun değerlerine sarılmak, vatanseverliğimizi fedakârlığımızla birleştirerek bu ülkenin gelecekleri olduğumuzu o AB temsilcilerine ilan etmek. Kararlılığımızı El-Bab’ta siperde olan Mehmetçiğimize, hendeklerde savaşan polisimize göstermek. Bilimi rehber edinerek, çağdaş medeniyetler seviyesini aşmak için aydınlanma değerlerini benimsemek. Üzerimizdeki o uyuşukluğu, tembelliği, bananeciliği, bireyciliği, köşe dönmeciliği reddederek toplumcu

bir anlayış ile bu çürümüşlüğe son vermek bizlerin elindedir. Yeter ki yapmak isteyelim ve yapmak için bilmek isteyelim. Çünkü bilmek yapmaktır. Kaynakça 1- Bertell Ollman, Sınavlarda Neler Yapmalı ve Dünyayı Nasıl Değiştirmeli?, Yordam Kitap1.Basım, İstanbul, Eylül 2015. 2- Bilim ve Ütopya, ‘‘Kaygı’’, Mart 2015, Sayı 249. 3- Yıldız Silier, Özgürlük Yanılsaması, Yordam Kitap, 4.Basım, İstanbul, Mart 2013.

8



İ.BURCU KESER - NURDAN CANSEL GÜRER SOSYOLOJİ - ENDÜSTRİ MÜHENDİSLİĞİ 500 YILLIK BİR ÜTOPYA: GÜNEŞ ÜLKESİ

“Ütopya” Kavramına Tarihsel Bir Bakış Ütopya kavramına etimolojik açıdan baktığımızda; hiçbir yer anlamındaki “outopia” sözcüğünden, hem de iyi bir yer anlamına gelen “eutopia” sözcüğünden türediğini söyleyebiliriz. Toplumbilimsel açıdan baktığımızda “ütopya” kavramının “olmayan yer”den “vaat edilen yer” olarak bir dönüşüme uğradığını da eklemeliyiz tabi ki. Ütopyaların 5 bin yıllık bir geçmişe sahip olduğunu düşünürsek bu kavramsal dönüşüm, toplumbilimsel açıdan oldukça normaldir. Toplumun sürekli devinim halinde olduğunu da göz önünde bulundurursak bu değişim gerekli ve yerindedir. Toplum, devrimlerle, geniş kitleleri etkileyen olaylarla yeniden şekillenir. Meselâ özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda ve sonrasında birçok tarihsel gelişme yaşanmıştır. Hümanizm, Rönesans, Reform ve ardından gelecek olan Aydınlanma çağı toplumu yeniden şekillendirmiş, topluma yeni kavramlar kazandırmış ve egemen sistemlerle mücadelede daha olumlu bir bakış açısı kazandırmıştır. Elbette bu olumlu bakış açısı ve

10

“toplumsal mutluluğun inşasının olabilirli ği” düşünceleri edebiyata, felsefeye ve birçok alana yansıyarak “ütopya” kavramının gelişiminde de kendini göstermiştir. Her ne kadar kavramsal olarak “ütopya”nın siyasal ve edebi bir sözcük olarak kabul görmesi Thomas More’la başlamış sayılsa da köken olarak insanın varoluşuyla eş değer bir sürece sahiptir. Ütopyalar zamanla “ideal toplum düzeni” tasvirinde kullanılmış, insanlığın karanlık zamanlarında bir umut ışığı olmuş, hatta mevcut sisteme karşı bir “başkaldırı manifestosu” niteliği taşımıştır. Öyle ki; dilimize bilimkurgu ve fantastik edebiyat alanında önemli eserler kazandırmış olan Bülent Somay, ütopyaları “Her devrimci dönemin baharında küllerinden yeniden doğan Zümrüdüanka kuşu”na benzetir. Somay’ın benzetmesi oldukça yerindedir; bu bağlamda ütopyalara “toplumsal mutluluğun inşasındaki umut ışığı”dır da diyebiliriz. Tomasso Campanella’nın yaşamını göz önünde bulundurduğumuzda ise onun da mevcut sisteme karşı düşünce ve fikirlere sahip bir düşünür olduğunu, toplum düzeninin nasıl olması gerektiğini tanımlamak için “Güneş Ülkesi” kitabını bir aktarım aracı olarak kullandığını gözlemleriz. Yani


Campanella’dan bugüne kalan, adını ölümsüzleştiren şey, şüphesiz ki, Güneş Ülkesi’nde dile getirdiği toplumsal bir düzen düşüncesidir. Tomasso Campanella’nın Yaşamı ve Fikirleri

sonucu yeniden tutuklandı. 1599 tarihindeki bu tutukluluğuyla 27 yıllık hapishane hayatı da başlamış oldu. Kendi verdiği bilgilere göre 50 farklı zindanda yatan ve yedi kez işkence gören Campanella, ağır işkenceler sonunda da hayata tutunmuş ve kendi ideal toplum düzenin anlattığı “Güneş Ülkesi”ni de hapishane yıllarında yazmıştır. Güneş ülkesi Campanella’nın günün birinde gerçekleşeceğini düşündüğü bir devlet düzenidir. Campanella, 1639 yılı 21 Mayıs gününde, sabahın erken saatlerinde ise dua ederken hayata veda etmiştir.

Campanella, 1568’de Stilo kasabasında dünyaya geldi. Küçük yaşlardayken üstün zekâsı ve okumaya olan aşırı tutkunluğuyla dikkatleri üstüne toplamıştı. İlerleyen yıllarda kendisi de bilgiye olan açlığını şu sözleriyle betimlemiştir: Güneş Ülkesi’ne Genel “Dünyanın bütün kitapBakış ları doyuramaz kafamın açlığını. Neler neler Oldukça sade bir dilde okumadım! Ama yine yazılan Güneş Ülkesi’nde, de kafamın açlığından Campanella’nın herhangi ölüyorum. Kavrayışım bir edebi kaygı gütmediği arttıkça, bilgim eksilioldukça belirgindir. Camyor…” Güneş Ülkesi panella, toplumun kurtuCampanella’nın günün birinde gerçekleşece- luşunun Güneş Ülkesi’nin toplumsal düzeğini düşündüğü bir devlet düzenidir. ninin yaşama geçirildiği takdirde mümkün 1583’te Dominik papazı aracılığıyla kutsal olacağını savunmuştur. Güneş Ülkesi’nde tarikatların doktrinine bağlanan Campanella, dayanışma bilinci ve topluma yararlı olma 1589’da Napoli’ye giderek, orada ilk kitaisteği vardır. Bunun bir sonucu olarak da bını yayımladı ve bu kitap San Domenico Güneş Ülkesinde özel mülkiyet yoktur, Manastırı’ndan büyük tepki aldı. 1593’te komünal bir yaşam vardır. Bu yönüyle sosise cinsel sapkınlıkla suçlandı ve tutuklandı. yalist düşünce ile paralellik göstermektedir. Materyalist görüşe sahip olmak ‘suç’laması Burada yaşayanlar çalışmayı bir yükümlüda eklenince daha karmaşık bir hal alsa da lük olarak görmezler. Zengin-fakir ayrımı sonrasında beraat etti. Campanella, hayalinolmadan herkes her türlü işte çalışır ve deki sınıfsız düzeni kurabilmek için, baskıcı bundan büyük zevk duyarlar. Parçalanmış İspanyol egemenliğinde, feodalitenin habir siyasi yapıda haksızlıkları, işkenceleri kimiyetindeki insanların isteklerine cevap gördükleri için merkezi bir devlet ve toplum verdi ve genel valiye karşı isyan girişimi düzenini benimsemişlerdir. Siyasal sınıflar örgütledi. İsyan haberinin ihbar edilmesi bakımından, baş yöneticileri rahiptir. Hem

11


dünyavi hem de ruhani işlerinin başında bu başrahip bulunur. Ona 3 yönetici eşlik eder; Güç, Bilgelik, Sevgi. Güneş Ülkesi’nde bireylerin çocukluktan itibaren yetiştirilmelerine önem vermiş, aile kurumunu devlete zarar vermeyecek biçimde oluşturmak istemiştir. Campanella bu şekilde böyle bir düzenin refah düzeni olacağını söylemiştir. Güneş Ülkesi’nde kadın ortaklığının olması onlar için ahlaki bir sakınca olarak görülmeyip tam tersine devletin mutluluğunun olmazsa olmazı biçiminde değerlendirilmektedir. Biçimsel açıdan baktığımızda eserin edebi yönden zayıf olduğunu da eklememiz gerekir. Güneş Ülkesi, son derece didaktik bir eser olmakla birlikte “Cenevizli Kaptan” ve “Büyük Üstat”ın diyaloglarından oluşur. Cenevizli Kaptan, Güneş Ülkesi’nde gördüğü düzeni “Büyük Üstat”a anlatmakta; “Büyük Üstat” ise duyduğu betimlemeler karşısında artan merakıyla Güneş Ülkesi’nin düzeni hakkında daha detaylı sorular sormaktadır. Yani Campanella kendi düşüncelerindeki “ideal toplum”un nasıl olması gerektiğini Cenevizli Kaptan’ın ağzından aktarmıştır. Eğitim, hukuk, eş seçimi, bilim, kamusal alan, din ve eğitime kadar birçok alanın nasıl olması gerektiğini betimleyen eser Cenevizli Kaptan’ın gemiye yetişmek üzere “Büyük Üstat” ile vedalaşmasıyla son bulur.

Bir Bilim ve Eğitim Üssü Olarak Güneş Ülkesi Güneş Ülkesi’nde en çok göze çarpan konuların başında eğitim gelir. Eğitime verilen ağırlık açısından şüphesiz Platon’un Devlet’inden sonra, eğitime en çok yer veren ütopyanın Tomasso Campenalla’nın Güneş Ülkesi olduğu söylenebilir. Onun yaşadığı dönem Katolik kilisesinin parçalandığı bir döneme rastlamaktadır. Bu sebeple Campanella, Aydınlanma düşüncesini ve bu doğrultuda bilimi, yapıtının merkezi haline getirmiş, eğitime fazlasıyla önem vermiştir. Güneş Ülkesi’nde çocukların eğitimine çok önem verilir. Kentteki her iş bir toplum görevi sayılır. Bu sebeptendir ki, çocukların yetenekleri ve eğilimleri üzerinde özenle durulur. Öğrenciler arasında devamlı bilimsel tartışma ve yarışmalar düzenlenir. Campanella, öğrencilerin her zaman gerçeklik ile bağlantı halinde olmalarını istemiştir. Buna bağlı olarak, büyük botanik, kimya, mineraloji, zooloji ve coğrafya müzeleri tasarlamıştır. Derslerin görsel olarak buralarda daha faydalı olacağını düşündüğü için bu müzelerde yapılmasını öngörmüştür. Kurumsal eğitimden çok pratik eğitim ön plandadır ve meslek seçimlerinde bireysel farklılıklarla yetenekler göz önünde bulundurulur. Ülkede yer alan duvarlarda matematik formüllerinden ve matematiğin genel kavramlarından coğrafi bilgilere,

12


uzay bilimlerinden mitolojik varlıklara kadar birçok öğe yer almaktadır. Güneş Ülkesi çocukları yedi yaşına bastıklarında duvardaki çizimler aracılığıyla matematiğin temel kavramlarını ve ardından da bütün doğa bilimlerini başlangıç düzeyinde öğrenirler. Sürekli olarak eğitici sohbetler eder, tartışır ve bilginin önemini kavramış olarak toplumsal düzende yer almaya başlarlar. Mutlak Bir Ütopyadan Söz Edilebilir mi? Campanella’nın ütopik devletinde destekleyeceğimiz birçok toplumsal düzen ve işleyişin yanı sıra kabul edemeyeceğimiz ve aslında çok da “ütopik” olmayan yer yer “baskıcı” kabul edebileceğimiz bir düzen de vardır. Örneğin, toplumsal cinsiyet konusunu ele alalım. Campanella’nın Güneş Ülkesi’nde kadın-erkek eşitliği olduğunu savunmak çok da mümkün değil. Eserde şöyle bir paragraf geçmektedir: “…Şayet eşleşme için öngörülen kadınlardan biri gebe kalmazsa, bir başka adamla birleştirilir, bu sefer de gebe kalmazsa orta malı olur. Bu durumda, bir anneye gösterilen saygı ona ne toplantılarda, ne tapınakta, ne de toplu yemekte gösterilir. Bunu, hiçbir kadın kendisini eğlence uğruna kısırlaştırmasın diye yapıyorlar.” Bu paragraf insana adeta “Kadınlara ütopyalarda da mı rahat yok?” dedirtiyor. Kendi bireysel kararlarıyla hareket edilmesi gereken çocuk sahibi olma konusundaki kural oldukça katıdır. Buna ek olarak; makyaj yapan, uzun gözükmek için topuklu ayakkabı giyen kadınların kesinlikle ölüm cezasına çarptırıldığını anlatan bir bölüm de vardır. Bu bakımdan Campanella’nın Ütopya’sının kadın hakları bakımından sınıfta kaldığını söylesek çok da yanlış bir değerlendirme olmaz. Tabii ki her yazı, her düşünce kendi çağına ve içinde bulunduğu topluma ve de toplumsal olaylar bağlamında ele alınmalıdır. Yüzlerce yıl önce yazılmış bir eserden bahsediyoruz, bu bakım-

13

dan kadın hakları konusunda günümüzdeki düşünceleri ve değerlendirmeleri bekleyemeyiz elbette ama Güneş Ülkesi’nde her ne kadar toplumsal eşitliğin önemi vurgulansa da kadınlar hakkındaki uygulamalar günümüz için düşündüğümüzde şiddetli tartışmalara ve eleştirilere açık olmakla birlikte Campanella’nın da bu konuda çağını aşamamış düşüncelerle ütopik bir sistem kurduğunu söyleyebiliriz. Lâkin bilim ve eğitim konusunu ele aldığımızda ise karşımıza günümüzden beş yüz yıl önce yazılmış olması şaşkınlık veren, çağını aşmış bir sistemle karşılaşırız. Elbette ütopyayı “ideal toplum düzeni” olarak ele aldığımızda bu toplumun nasıl kurulacağı, toplumsal düzenin nasıl işleyeceği gibi faktörler oldukça geniş bir alanı içermekle birlikte; tarihsel açıdan geniş kitleleri etkilemiş olayların, düşünce akımlarının da ütopyaları ve ütopik toplum işleyişini etkilediğini söyleyebiliriz. Bu bağlamda nasıl ki toplum bir devinime sahipse ütopyalar da bu devinim içindeki topluma göre değişebilir ve geliştirilebilir diyebiliriz. Campanella’nın Güneş Ülkesi ise eleştiriye ve tartışmaya açık yönlerinin bulunmasıyla birlikte özellikle eğitim ve bilim alanındaki sistemiyle çağını aşmış ve ideal bir toplum yapısının geliştirilmesi için örnek alınası bir düşüncenin ürünüdür.

Kaynakça

Campanella, Tomasso: Güneş Ülkesi, 1. bs., Çev. Sadık Usta, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005 Tandaçgüneş, Nilnur: Ütopya – Antikçağ’dan Günümüze “Mutluluk Vaadi”, 1. bs., Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2013 Usta, Sadık: “500. Yılında Thomas More ve Ütopya”, Bilim ve Ütopya Aylık Bilim, Kültür ve Politika Dergisi, N:259, Ocak 2016, s. 5-27


ALİ SARIKAYA - VEYSEL KARANİ ZEREN MAKİNE MÜHENDİSLİĞİ

TÜRKİYE’NİN MECBURİYETİ: ÜRETİM EKONOMİSİ

Sermaye, bir metalar toplamıdır ve bütün metalar gibi emek sonucu oluşmuştur. Günümüzde emek-sermaye ilişkilerinin iyi yönetilememesi sorunu tavan yapmış durumdadır. Emeğin değeri verilmemekle birlikte, sermaye yoksa üretim de yoktur anlayışı dayatılmaktadır. Oysa sermaye yokken de üretim vardı. İnsanoğlu hayatta kalabilmek için üretmek ve aynı zamanda onu plânlı bir şekilde tüketmek zorundaydı. Sınıflı toplumların ortaya çıkışı ile üretim-tüketim ilişkisinin ipleri sermayeyi elinde bulunduranların eline geçmiş ve günümüzde iflas etme sürecine girmiştir. Bu bağlamda iflas eden sistemi ayakta tutabilme adına emek yokmuş gibi davranılmaktadır. Oysa sermaye birikimini sağlayan şeyin emek olduğunu hatırlayacak olursak sermaye olmadığında da kendimizi çaresiz hissetmeyiz. Özelleştirme Sonucu Mafyalaşan Ekonomi Üretmeyenlerin veya üretiyormuş gibi yapanların üretenlerin mallarına el koyabilmesinin günümüzde iki temel koşulu vardır: Kuralsızlaştırma ve özelleştirme. Kuralsızlaştırma ve özelleştirme küresel mafyanın, ülkelere “reform” diye sattıkları en önemli araçlardır. Kuralsızlaştırma devletin etkinliğini ortadan kaldırır ve belli bir zümrenin halk üzerindeki etkinliğini arttırır yani mafyalaştırır. Mafyalaşmanın verdiği özgüven, emperyalist ülkelerin karşılıksız para(dolar) basmasının yolunu açmıştır. Karşılıksız basılan bu dolarla gelişmekte olan ülkelerin emeği ve mülkleri

gasp edilmektedir. Özeleştirmeler ile ülkelerdeki pazarları eline geçiren ülkelerin geçmişlerini satın alan tekelci sermaye, bu da yetmezmiş gibi borçlandırma yolu ile ülkelerin geleceğini de satın almaktadır. Küreselleşme adı altında ulusal pazarlarımızın kimler tarafından kullanıldığını görmek çok önemli bir husustur. Yolda giden otomobillerin markasını, bankaların isimlerini, yiyecek içecek sektörünü, samanın ve canlı hayvanın ithâl edilmesini göz önünde bulunduracak olursak ulusal pazarlarımızı uluslararası tekellere sonuna kadar açtığımızı söyleyebiliriz. Sömürünün Kaynağı Yurt dışından getirilen yabancı mallar daha rahat ve ucuz pazarlandığı için, ithalat artıyor, yerli sanayi ve zirai ürünlerin ihracatı azalıyor... Yabancı ülkeler ve uluslararası şirketler “son kullanma tarihi yaklaşmış ve ellerinde şişip kalmış” mallarını Türkiye’ye gönderiyor, böylelikle halkımız çok yönlü sömürülüyor... Milli ekonomi çökertiliyor... Bu sistemle, bir yandan Türkiye, yabancı tüketim mallarının ve lüks eşyanın bir nevi çöplüğü haline sokulurken, aynı zamanda yerli üretim duruyor, yatırım yapılamıyor, işsizlik sorunu da giderek artıyor... Diğer taraftan, ithalat için sürekli borçlanmak zorunda kalan ve yeniden borç alabilmek için IMF tuzağına daha fazla kapılan hükümetler; bu sefer bağımsızlığımızdan ve milli çıkarlarımızdan taviz vermeye, geleceğimiz ve güvenliğimizle ilgili haysiyet ve hassasiyetlerimiz-

14


den vazgeçmeye mecbur bırakılıyor!.. Kısacası Emperyalizm sömürüyü kalıcı kılmak için “Borç alan, buyruk almaya” da başlıyor! paranın ve sermayenin tanımını değiştirmiştir. ABD ve Avrupa 2008 yılından beri krizdedir. Kapitalizmde para, mal ve hizmet alıp satmak Kriz döneminde, Amerikan Merkez Bankası için kullanılan değişim aracıdır. Anormal ka4.5 trilyon dolar bastı. Buna karşılık Ameripitalizmde ise para da alınıp satılan bir metaya ka’da enflasyon sıfıra yakındır. 4.5 Trilyon dönüştürülmüştür. Dolar karşılıksız para basan bir ülkede neden Normal kapitalizmde fabrika kurmak için kreenflasyon olmaz? İşte bu sorunun cevabı södi alınırken, finans kapital düzeninde, tüketim

mürünün kaynağını ortaya çıkarmaktadır ama için kredi alınır oldu. Doları basıp bize satan çıkarı sisteme bağlı hiç kimse bunu açıklamaz. ülkeler fabrika ve teknoloji için bize kredi Çünkü karşılıksız basılan dolarlar Amerika’da vermezken, ya da pahalı verirken, tüketim için harcanmaz. Bizim gibi ülkelere faizle satılır. krediyi hemen vermektedir. Yaşadığımız ekonomik rejimin sürekli dalUlusal Güvenlik ve Üretim Ekonomisinin İlişkisi galanması ve krizlerle boğuşmasının sebebi borçlanma ekonomisidir. Sıcak para gelince Savunma sanayini NATO ve ABD’nin tabüyüme, borçlar çoğalıp ödeme zamanı gelinsallutundan kurtarmalı ihtiyaçlarımızı yerli ce küçülme olur. Sıcak paranın ülkeye girmesi kaynaklara yöneltmeliyiz. NATO ve ABD’ye ile zenginleşmesi gereken halk aksine durağan bağlılık savunma sanayinin gelişmemesine bir süreç yaşar borç ödeme zamanlarında ise sebep olmakta ve böylelikle de iç ve dış tehditfakirleşir. lere karşı zaaflar ortaya çıkarmaktadır. Bunun sonucu olarak da hem terörle mücadelede Üretimci Kapitalizm ve Tüketimci Kapitalizm istediğimiz silahlar bize satılmamakta hem de bizim bu alandaki gelişme çalışmalarımız en-

15


gellenmektedir. Çin’den alınmak istenen füze teknolojisinin hâlâ sürünmesi bunun en açık kanıtıdır. Türkiye’nin Çıkış Noktası ŞİÖ Son zamanlarda Şanghay İşbirliği Örgütü seçeneğinin dillendirmesi Türkiye’nin yeni rotasını göstermektedir. Bununla beraber Türkiye’nin ilk defa AB’den farklı bir rota düşünmekte olup, son yüzyıl boyunca ülke çapındaki birçok stratejilerini ve projelerini Avrupa Birliği’ne göre şekillendirmesine karşın, yönünü Asya’ya çevirmesinin radikal bir karar olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’nin Yeni Rotası ŞİÖ’yü Tanıyalım:

geçen yıl daha da genişlemekte ve güçlenmektedir. 2017 yılında Hindistan ve Pakistan’da bu örgüte katılacaktır ve İran’da gözcü devlet olarak yerini belli etmektedir. ŞİÖ’nün Faaliyetleri Şanghay İşbirliği Örgütü’nün daha etkin güce dönüşmesi ve AB içindeki çıkar farklılaşmalarının hafiflemesi Avrasya için olanakları geliştiriyor. Bu olanakları destekleyecek başta finans, enerji ve İpek Demiryolu gibi lojistik sektörlerine yönelik büyük kamusal yatırımlar var. Aynı zamanda Şanghay İşbirliği Örgütü terörizme karşı olarak Bölgesel Anti-Terörist Yapı (BAY) adı altında bir kurumu vardır. Kurum sadece 2005 yılı süresince 250 terör saldırısını engellemiş ve 400 kişilik bir arananlar listesi oluşturmuştur. 2009’da 99 terör saldırısının önü alınmıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere Şanghay İşbirliği Örgütü terörizme tamamen karşı olup, bu hususta doğru adımlar atmıştır.

ŞİÖ’nün Tarihsel Gelişimi ŞİÖ’nün tarihsel kökenleri Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde Çin-Sovyetler yakınlaşmasının başlangıcına denk gelen 1989 yılına kadar uzanır. Paylaşılan sınırları silahsızlandırmak ve karşılıklı Avrasya’nın Olanakları güven ortamını sağlamak için başlatılan göve Türkiye Gerçeği rüşmeler 24 Nisan 1990’da imzalanan bir antlaşma ile sonlandırılır. 22 ayrı görüşme Etnik ve mezhepsel kimlik siyasetinin gericigerçekleştiren ülkeler topluluğu 26 Nisan 1996 likle ilişkisi yüzyılımızda açıkça görülebiliyor. tarihinde Şanghay zirvesinde nihai antlaşmaya Bu siyasetin sonucu olan ve ABD tarafından varır ve bunun sonucunda; Rusya, Çin, Kazadesteklenen terör Avrupa’ya II. Dünya Sakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’dan oluşan vaşı’ndan sonra en büyük travmasını yaşatıŞanghay Beşlisi oluşturulur. yor. Eğer Avrupa teröre teslim olmayacaksa, Günümüzde Şanghay İşbirliği Örgütü her ŞİÖ’nün güçler kavramı (ayrılıkçılık, terörizm

16


ve aşırıcılığa karşı mücadele programı) tüm Avrasya için büyük olanaklar sunuyor. Avrasya İşbirliği’nde önemli başlıklardan biri anti-terörizm olacaktır. Bundan en büyük faydayı sağlayacak ve bu işbirliğine en büyük katkıyı yapacak ülkelerden biri hiç şüphesiz Türkiye’dir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ŞİÖ açıklaması ve ardından Şanghay Enerji Kulübü’nün 2017 başkanlığının Türkiye’ye verilmesi Türkiye’nin Avrasya’da üzerine düşen rolünü oynamaya hazır olduğunu ve Şanghay’ın da Türkiye’ye el uzattığını gösteriyor. Borç ekonomisinden kurtulmak ve üretim ekonomisine yönelmek, yurtta ve dünyada barış, yobazlığa karşı çağdaşlaşma ve demokrasi politikası Türkiye’nin Avrasya‘daki yerinin biricik garantisidir. Bundan sonra Türkiye’nin önünde Atatürk Devrimi rotasında mücadele etmek ve yerini sağlamlaştırma durmaktadır. Sonuç; Türkiye’nin Atlantik macerası 1945 yılında başladı ve 71 yılın sonunda gelinen nokta Türkiye’nin borç batağında boğulması olmuştur. Atlantik bize, özellikle 1980’den sonra, borçlanmayı dayattı. İkinci dayatması ise bölünmedir. Emperyalizm dünyanın dört bir yanında yenildiği gibi ülkemizde de 15 Temmuz gecesi, Amerika’nın “kara gücüm” dediği PKK/ PYD’nin hendek savaşında ve Fırat Kalkanı operasyonları ile yenilgiye uğratılmış ve uğratılmaya da devam edilmektedir. Türkiye’nin konumlanması gereken yer artık terör örgütlerini destekleyen ve Türkiye’yi

17

borçlandırma ekonomisine mahkum eden AB ve ABD olamaz. Türkiye’nin çıkış noktası teröre karşı tavır alan ve üretim ekonomisini benimsemiş olan ŞANGHAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ’dür.

Kaynak: http://www.ulusalkanal.com.tr/m/?id=4211&t=makale TEORİ Dergisi Aralık 2016 323. Sayı (Türkiye’nin rotası: Şanghay İşbirliği Örgütü) TEORİ Dergisi Haziran 2015 305. Sayı (Üretim ekonomisi)


DENİZ BAYRAKTAR - HÜSEYİN ALAGÖZ HEMŞİRELİK - ELEKTRONİK HABERLEŞME TEKNOLOJİSİ

BİR GARİP ORHAN VELİ

İlk zamanlar yalnız şiir değil, başka tarz yazılar da yazar ve bu çalışmalarının gelişmeDöneminde havai fişek misâli sarsmıştı sinde çok tesiri olan iki arkadaşından Oktay çevresini. Onun edebi manifestolarını, şiirRifat’ı yedinci sınıfta tanır. Melih Cevdet ile lerini ve polemiklerini üç sayfaya sığdırmak ise arkadaşlıkları bir sene sonra başlar. kimsenin becerebileceği bir şey değildir Orhan Veli’nin ölümünden önce yazdığı, ama aslında. Şiir; yani söz söyleme sanatının en yayınlamaya imkân bulamadığı ‘Aşk Resmigüzel örneklerini veren ve kendini kabul geçidi’ adlı şiirinde birçok kadından bahseettirmiş olan, ender bir şair, Türk edebiyatıder. nın en zeki, yenilikçi, toplumcu isimlerinden Bazılarının isimlerini sayar. Bunların bazısı biri olan Orhan Veli Kanık’tan bahsedeceğim doğru, bazısı hayalidir. ‘Aşk Resmigeçidi’ dilimin döndüğünce ama Orhan Veli’yi anla- adlı şiirinin son paragrafında: mak için alıp okumak lâzımdır. “Gelelim sonuncuya, 13 Nisan 1914 yılında İstanbul’da doğmuşHiçbirine bağlanmadım tur. Galatasaray Lisesi’ne başladığı dönemde Ona bağlandığım kadar. spora da büyük bir heves duymuştur. Orhan Sade kadın değil, insan. Veli bu dönemde hem mektepte hem de hafta Ne kibarlık budalası, tatillerinde Beykoz’daki evlerinin bahçesinde Ne malda mülkte gözü var. kendini futboldan ayıramaz olur. Hür olsak der, Daha ufak yaşta tarih, edebiyat kitapları Eşit olsak der. okur. Yaşına göre hayli ağır olan bu eserlerin de edebiyat hevesi üzerine bir tesiri olmuşo- İnsanları sevmesini bilir labilir. Yine bu yaşlarda yazı yazmaya başlar. Yaşamayı sevdiği kadar.”

18


Mısralarıyla anlattığı sevgili, onun gerçek ve şuurlu aşkının ifadesidir. Gelgelelim bir arayışın öncülüğünü yapmış olan garip akımının öncülüğünü yapanlar; Orhan Veli Kanık, Orhan Rifat Horozcu, Melih Cevdet Anday’dır. Cumhuriyet Dönemi Türk şiirinde yeni bir çığır açan Orhan Veli “Birinci Yeni” (Garipçiler) hareketinin en önemli ismidir. Orhan Veli: “O tarihlerden sonra bu iki arkadaşımla aynı meseleler üzerinde düşündük, konuştuk. Bu arkadaşlık okuldan sonra da devam etti. Şiir tarzlarımız arasındaki yakınlık da bu münasebetin yakınlığından olsa gerek. Lise 1933’de bitti. Birkaç sene Edebiyat Fakültesi’ne devam ettim. Felsefe okuyordum. Burayı bitiremedim. Bazı memuriyetlerde bulundum. Muallim muavinliği yaptım. PTT’de çalıştım. Tercüme bürosunda çalıştım.” der. 1941’de GARİP adlı şiir kitabı ve yazdığı ‘önsöz’de Türk şiirine yepyeni bir hava getirmek gerektiğini savunur. Orhan Veli’nin yazdığı önsözünde, “hece ölçüsü ve uyağın şiiri yozlaştırdığı ” savunuluyor, “şiirin insanın beş duyusuna değil; beynine seslenen bir söz sanatı olduğu” belirtiliyordu. Yani; şairaneliğe, edebi sanatlara, ölçü ve kafiyeye karşıdır. Türk şiirini yıpranmış kalıplardan, klişe sözlerden kurtarıp sokağa, gerçek hayata, yapmacıksız ve doğal bir söyleyişle

günlük yaşamın arasına taşımıştır.Yalın anlaşılır, halk diliyle esprili, nükteli ve realist tarzda şiirler yazmıştır Onda nükteli realizm ve lirizm vardır. “Yaprak” adlı edebiyat dergisini çıkarmış, La Fontaine’inkine benzer fabllar yazmıştır. Nasrettin Hoca fıkralarını nazma dönüştürmüştür. Fakat bu konu hakkındaki yazı ve yorumlara baktığımızda, yazılarda hakim olan düşünce Garip akımının şiirlerin işleyişine karşı çıktığı vurgusu üzerinedir. Hiçbir yorumda Orhan Veli’nin ciddi bir sınıf bilinci farkına varıp bunu şiire döktüğünü bulamayız Oysa Garip kitabının önsözünde Orhan Veli’de ciddi bir sınıf bililinci ve burjuvazi ile ondan önce feodaliteye ve dine bağladığı “egemen sınıf” eleştirisi görüyoruz. Muhtemelen kendi döneminde herkesin kullanma yasağı olan bazı kelimeler “sosyalizm, emekçi sınıf, işçi sınıfı gibi terimleri kullanmadan içindeki tüm çoşkuyu şiirlerine dökmüştür. En başta da dediğim gibi iki sayfaya sığamayacak bir şahıs olan Orhan Veli, Rumelihisarı’ndaki Aşiyan Mezarlığı’nda 17 Kasım 1950’de toprağa verildi. Ona ve namına yakışır bir şeyler yazmaya çalıştım dilimin döndüğünce diğer sayıda yine güzel insanlarla birlikte olmak dileğiyle… Hoşça kalın…

19


ELLERİ VAR ÖZGÜRLÜĞÜN Köpürerek koşuyordu atlarımız Durgun denize doğru. Bu uçuş, güvercindeki, Özgürlük sevinci mi ne! Öpüşmek yasaktı, bilir misiniz, Düşünmek yasak, İşgücünü savunmak yasak! Ürünü ayırmışlar ağacından, Tutturabildiğine, Satıyorlar pazarda; Emeğin dalları kırılmış, yerde. Işık kör edicidir, diyorlar, Özgürlük patlayıcı. Lambamızı bozan da, Özgürlüğe kundak sokan da onlar. Uzandık mı patlasın istiyorlar, Yaktık mı tutuşalım. Mayın tarlaları var, Karanlıkta duruyor ekmekle su. Elleri var özgürlüğün, Gözleri, ayakları; Silmek için kanlı teri, Bakmak için yarınlara, Eşitliğe doğru giden.

Ben kafes, sen sarmaşık; Dolan dolanabildiğin kadar! Özgürlük sevgisi bu, İnsan kapılmaya görsün bir kez; Bir urba ki eskimez, Bir düş ki gerçekten daha doğru. Yiğit sürücüleri tarihsel akışın, İşçiler, evren kovanının arıları; Bir kara somunun çevresinde döndükçe Dünyamıza özgürlük getiren kardeşler. O somunla doğrulur uykusundan akıl, Ağarır o somunla bitmeyen gecemiz; O güneşle bağımsızlığa erer kişi. Bu umut özgür olmanın kapısı; Mutlu günlere insanca aralık. Bu sevinç mutlu günlerin ışığı; Vurur üstümüze usulca ürkek. Gel yurdumun insanı görün artık, Özgürlüğün kapısında dal gibi; Ardında gökyüzü kardeşçe mavi!

OKTAY RIFAT


NAGEHAN ERDAL - GIDA MÜHENDİSLİĞİ

CUMHURİYET’İN AYDIN SANATÇISI GÜLSEN TUNCER İLE RÖPORTAJ “Sendikacılık yaptım. 70’li yıllarda maden işçilerinden grevin ne olduğunu öğrendim. Kendimin de işçi olduğunu öğrendim. Etrafımdaki arkadaşlar bunu duyduklarında tepki gösterdiler, “Ne yani biz işçi miyiz, amele miyiz?” diye. “Evet ben işçiyim, sigortalıyım...” Sanatçılar-aydınlar sınıfı ayrı, işçi sınıfı ayrı diye bir şey yok, hepimiz aynı kabın içerisindeyiz.” Kültürün, birikimin öncü aydınlarından biri olan Gülsen Tuncer’e ait yukarıdaki sözler. Tanırsınız, bilirsiniz, seversiniz, Hangi yaşta olursanız olun hayran kalırsınız. O, Cumhuriyeti taşır, milletini taşır, Atatürk’ü taşır. İnsanını sever, onların ruhunu taşır. 28 Ekim’de Atatürkçü Düşünce Topluluğu ile Düşünce ve Ütopya Topluluğunun ortak etkinliği kapsamında üniversitemizde “Cumhuriyet ve Sanat” konulu konferansta ağırladığımız saygıdeğer Gülsen Tuncer Hanımefendi ile sabırsızlıkla beklediğimiz röportajımızı gerçekleştirdik. -

21

Merhaba Gülsen Hanım, yakın zamanda Gaziantep Üniversitesi bünyesinde “Cumhuriyet ve Sanat” konulu bir konferans vermiştiniz. Üniversite gençliğine ışık tutacak bilgi dolu ve keyifli sohbetinizin ardından etkileri uzun süre devam etti. Biz de sevgili arkadaşlarımız adına hakkınızda merak edilenlerini sormak ve günümüz kültür-sanat alanındaki birikimlerinizden yararlanmak istedik. Öncelikle bize değerli vaktinizden ayırdığınız için teşekkürlerimizi sunuyoruz. Size yöneltmek istediğimiz ilk soru şu şekilde: Sanat hayatınıza nasıl başladınız? - Lise eğitimi için Tarhan Koleji’ne yazıldım ve İstanbul Belediye Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nü bitirdim. Şan eğitimi aldım. LCC okulunda iki yıl burslu olarak okudum. Sonra da profesyonel hayata geçtim.


-Üniversitede hangi sanatsal faaliyetlerin olması üniversite gençliğini daha da aydınlatır? -Gençlerin aldıkları eğitimin yanında hemen her sanat dalıyla ilgilenmeleri gerekir. Meselâ; müzik, tiyatro, sinema, mimari...Yani bir yapıya nasıl bakılır? Tarih boyunca yapılar nasıl oluşmuştur? Bizim coğrafyamızdaki yapılar nelerdir? Onun dışında müzikle ilgilenilmelidir. Hem ülkenin otantik müziği, hem klâsik müzik öğrenmemiz gerekiyor. Diğer ülkelerin de yerel müziklerine kulak verilmelidirler. Biz yabancı müzik olarak sadece Amerikan müzik dinliyoruz. Yani radyolarımızda olsun, konserlerimizde olsun hep Amerikan müziği. Üniversite gençliği olarak bir Fas müziği bilmiyoruz, bir Mısır müziğinden, Güney Amerika müziğinden haberimiz yok; geleneksel müziğimizle fazla ilişkimiz yok. Bunların yanı sıra ben gençlerin folklor ile ilgilenmelerini isterim, etnografi ile ilgilenmelerini isterim çünkü

folklor ile ilişki kurmak ülkemizin kültürel zenginliklerini de tanımayı getirir. Yine sanat dallarından heykel için konuşursak bundan kastım heykel yapmaya çalışmak değil, bir heykel nasıl incelenir? Nasıl yapılır? Dünyanın belli başlı heykel zenginlikleri nelerdir? Bizim ülkemizin geçmişte veya bugünkü heykeltıraşları kimlerdir? Şahsen bunların bilinmesini isterim. Bunun için de atölye çalışmaları yapılabilir, seminerler düzenlenebilir. -Pekî ülkemizde yaşanan son sanatsal faaliyetleri nasıl değerlendiriyorsunuz? - Genç kuşak son derece yetenekli. Bir şeyler yapmaya çok istekli. Ama olanakların, bizim yola çıktığımız zamandan daha kısıtlı olduğunu düşünüyorum. Örneğin; amatör tiyatro da yapsalar, profesyonel tiyatro da yapsalar sahne yok. Veyahut müzikle uğraşacaklar ama bununla ilgilenen kişilerle iletişim kurmaları çok zor. Bizim zamanımızda da olanaklar

22


kısıtlıydı ama bu denli değildi. Amatör olarak uğraşmaları için bile zamanları yok. Şehirler büyüdü, gençlerin çoğunluğu maddi açıdan zorluklar içinde. Buna rağmen bir şeyler ortaya çıkarmaya çalışıyorlar lâkin verdikleri emeğin karşılığını ne kadar alabiliyorlar? Bu sorunun da cevabı ortada. - Günümüzde dizi ve film sektörü hangi amaçla ilerliyor? - Şimdi bakın, dün olsun bugün olsun bunlar hep pahalı çıkan işler. Üretiyoruz ve tam karşılığını almamız gerekiyor. Tabi sinema için bunu söyleyemeyeceğim. Dizi ise reklam pazarlamak için yapılan bir iş. Hem fizikleri düzgün hem yetenekleri yüksek gençler orada burada savrulup gidiyorlar. Öbür taraftan baktığımızda insanlar bir oturuyorlar, üç-dört saatlerini bu dizilere veriyorlar. İki de bir reklam alıyorlar sonra da afyonlanmış gibi yatağa gidiyorlar. Baktığımız zaman bundan kültür ve birikim olarak ne kazanıyorlar? Çok az. Çalışanlar açısından da son derece güvensiz bir ortam. Günde 16-17 saat çalışma, sigortasız çalışma... Bakıyorsun bir genç çok parlak bir iş çıkarıyor ortaya ama bir dizi, iki dizi derken üçüncüsünde artık nasıl geçinecek? Sendika yok bir şey yok. Sendikaya üye olsan sana zaten iş vermezler. Yine sendikanın bir yaptırım gücü yok. Haliyle iş güvenliği olmazsa parlak bir şekilde yürümesi de mümkün değil. Gençler çok iyi filmler yapıyorlar ama bu filmlerin pazarlanması sorunu var, halka

gitmesi sorunu var. - Erkan Yücel geleneği hala devam ediyor mu? Traktör römorkunda köy köy dolaşıp tiyatro gösterileri yapmasını ele alacak olursak neler söylersiniz? - Erkan Yücel son derece yetenekli, son derece tiyatro bilgisi olan, usta-çırak ilişkisi içinde yetişmiş bir insandı. Bütün bunların dışında çok entelektüel bir insandı. 70’lerin o çok yüksek politik ortamında iş yapan bir insandı. Benim de tanımaktan büyük keyif aldığım bir değerdi. Dünya çapında bir sanatçıydı. Vefat etmeseydi çok farklı fraksiyonlarda insanlar olarak beraber yürüteceğimiz işler vardı. Bunlar cesaret isteyen projelerdi ve vefatından iki ay önce görüşmüştük. Plânlarımız vardı ama ömrü yetmedi. Biz de bir dönem bunun benzeri işler yaptık tabi. Meselâ İsa Çelik ile birlikte -o zaman dia çok yeniydi- Çanakkale bölgesindeki köylerde dia eşliğinde şiir gösterileri yapmıştık. Benim eşim Engin Ayça da 70’li yıllarda onlarla sokak tiyatrosu yapıyordu. Ama bugün sokak tiyatrosu yapan var mı, bilmiyorum. Bunları yapacak olanların amatör olduğunu düşünüp imkân sağlamıyor da olabilir. Ancak ben amatörlüğün “acemi” anlamına geldiğini düşünmüyorum. Amatör; bu işi sadece gönlünden koptuğu için yapan insandır, gönüllüdür. Bunun altını çizmemiz lâzım.

23


Hatta amatörlerin profesyonellerden daha farklı bir yanı vardır, o da şudur: Profesyonellerin cesaret edemediği, onların çizgilerini aşan şeyleri yapmaya yönelmeleri; daha önemli işlere imza atıyor olmaları onları bir adım daha ileri götürüyor. Yani amatörsün ama bir profesyonel kadar iyi ve parlak işler çıkarabilmektesin. - Gençlik tiyatrosu var mı peki? -Şimdi buna ben tamamen karşıyım. Gençlik tiyatrosu diye bir şey yoktur. Çocuk tiyatrosu vardır ve yaşlara göre hem yazım açısından hem de pedagojik farklılık gösterir. Çocuk tiyatrosundan sonra yetişkin tiyatrosu gelir Yani birey çocukluktan sonra genç olarak yetişkin kategorisindedir. Bir işte çalışabilir, askere gidebilir. Ayrıca genç olmaları, yetişkinlerin sunduğu oyunları sunamayacaklarını veya zekâlarının daha az olduğunu mu gösterir? Aksine birçok şey gençlikte denenir ve yapılır. Peki kaç yaşa kadar genç diyeceğiz bu insanlara? Çocukluk bittiği andan itibaren onlar artık bir yetişkindir, yetişkinlerin tiyatrosuna gideceklerdir. Ara bir sınıfın oluşturulması terminolojik olarak da yanlıştır. Böyle bir şeyi okulda da okumadım, tiyatro tarihinde de okumadım. Bunu yapmak gençleri kültürden uzaklaştırmadır. Şunu sormak gerekir: Shakespeare’nin Romeo ve Juliet’i gençler için yazılmış bir oyun mudur? Hayır.Romeo ve Juliet çok yüksek ve pratik bir örnektir. Baktığınız zaman bu karakterler de çok genç yaştadır. Şimdi genç tiyatrosu diyorsunuz iki üç tane oyun çıkarıyorlar. Böyle bir şey dünya tiyatrosunda bile yok. Sonuç olarak ben bunu gençleri küçümseyen bir tavır olarak adlandırıyorum ve reddediyorum.

- Efendim son olarak üniversite gençliğine neler önerirsiniz? - Şimdi üniversite gençliği çok okumalı ve yazmalı. Anılarını yazmalı, gittiği yerlerde izlenimlerini yazmalı, kültür aktivitelerden aklında kalanları yazmalı. Kâğıt kalem ilişkisini bırakmamalı. İnsanın aklı sayfa değiştirirken çalışır. Folklor, etnografi, uzay, tarih, müzik, mitoloji, başka ülkelerin kültürleri olmalı. Bulunduğu yerdeki müzeleri tanımalı. Müzeler aslında yaşam okullarıdır. Dün-bugün-yarın olarak kodlanmıştır yaşam. O atmosfer bize çok şey öğretir. Seyehat etmeliyiz. Önce ülkemizi sonra dünyayı gezmeliyiz. Çünkü belli bir yaş ve bağlılıklara erişince bu şansımızı kaybediyoruz. Şartları zorlamalı ve bunu yapmalıyız. Günlük politikayı takip etmeliyiz. Başkalarından duymak yerine başkalarına anlatacak konumda olmalıyız.

24


ALİ GAZİ ÇİFTÇİ - ELEKTRİK GÜNCEL BİLİM MAĞARA RESİMLERİNDEKİ İKİLİK DNA ANALİZLERİYLE ÇÖZÜLDÜ DNA analizlerine dayalı bir araştırma Avrupa’daki mağara resimleriyle ilgili bir gizeme açıklık getirdi. Avrupa’daki tarih öncesi mağara resimlerinde iki tip bizon görülüyor. Biri uzun boynuzlu ve iri horgüçlü diğeriyse kısa boynuzlu ve küçük horgüçlü. Birincisi 22.000 yıldan daha eski mağara resimlerinde daha yaygınken ikincisi ilk defa 17.000 yıl öncesine ait resimlerde görülmeye başlıyor. Yakın zamana kadar resimlerde iki ayrı bizon tipi bulunmasının resim stilindeki bir değişiklikten kaynaklandığı düşünülüyordu. Çünkü o dönemde Avrupa’daki tek bir bizon türünün, soyu tükenmiş olan step bizonunun yaşadığı sanılıyordu. Ancak tarih öncesine ait 64 bizon kalıntısındaki kemikler ve dişler üzerindeki DNA dizi analizleri bir başka türün varlığını ortaya çıkardı. Bulgulara göre bundan 120.000 yıldan fazla bir süre önce step bizonunun ile bugünkü sığırın atası olan bir türün çiftleşme sonucunda melez bir tür oluşmuştu. Bulgular mağara resimlerinde neden iki farklı bir bizon tipi bulunduğunu ve buzul çağından kalma bizon kemiklerinin neden ölçüler ve morfolojik açıdan homojen olmadığını açıklıyor. Bulgular ayrıca modern Avrupa bizonunun kökeniyle ilgili gizemin çözülmesine de katkı sağlıyor. Modern Avrupa bizonu, soyu step bizonundan gelen Amerika bizonunun genetik olarak farklı. Avusturalya’daki Adelaide Üniversitesi’nden Julian Soubreir ve ekibi, tarih öncesi bizon kalıntıları üzerindeki DNA analizleri sonunda Avrupa bizonunun soyunun merkez türden geldiğini gösterdi. Kaynak: Bilim ve Teknik Dergisi

25


BİLİM İNSANLARI GENÇ İNSANLARIN KANINI VEREREK YAŞLI FARELERİ GENÇLEŞTİRDİ Ürkütücü kocakarı masallarından çıkmış gibi dursa da, bilim insanları genç insan kanının yaşlı vücutlara verilmesinin gerçekten de bu bedenler üstünde dinçleştirici etkisi olduğunu buldu. Üstelik bu vücutlar insana ait olmak zorunda bile değil. Yapılan yeni çalışmada araştırmacılar bir grup genç (18 yaşında) sağlıklı insan katılımcıdan kan numunesi aldı ve bunları 12 aylık farelere verdi. 12 ay fare ömrü için orta yaşı geçmiş sayılıyor ve insan yollarıyla kabaca 50 yaşa denk düşüyor. Söz konusu farelere üç hafta boyunca haftada 2 kez insan kan plazması, yani kanın sıvı kısmı verildi. Bilim insanları, gençleştirici etkiye sahip olan unsurun kanın plazmasında olduğu görüşünde. Bir sonraki aşamada, biyofarmasötik ilaç şirketi Alkahest’ten bilim insanları kan nakli yapılan hayvanların davranışlarını, kan nakli yapılmamış üç aylık ve on iki aylık farelerden oluşan iki kontrol grubuyla karşılaştırdı. Taze kanın yaşlı farelerin yine genç fare gibi hareket etmesini sağladığı, kan verilen hayvanların tıpkı daha genç kontrol grubundakiler gibi açık havada koşup oynadığı görüldü. Dahası, kanıtlar hayvanların bellek gücünün

26

de iyileştiğini gösteriyor. Alkahest’in araştırmacılarından olan Sakura Minami, New Scientist’e yaptığı açıklamada “Gençleşme etkisi gördük.” dedi. Sinir bilimci ve Alkahest’den Karoly Nikolich CBS’e verdiği demeçte “Yaşlanmayla birlikte yüzlerce proteinin değiştiğini ilk defa keşfettik.” dedi. “Yaşlanan plazmada, irtibata ve hücre ölümüne yol açan proteinlerin artış gördük.” eklemesinde bulundu. Araştırmacılar bu proteinlerin ne olduğuna ilişkin açıklamaya ilişkin detaya girmedilerse de Minami’ye göre söz konusu proteinlerin sadece vücut dokularına etkilemekte kalmıyor, bazıları beyne kadar ulaşıyor. Araştırmanın potansiyel bir etkisi olsa da henüz bu etkiler sadece fareler üzerinde gösterildi. Yine de bu, genç kanın farelerden gençleştirici etkisini gösteren ilk çalışma değil. 2014de yürütülen bir dizi araştırmada yaşlı farelere genç farelerden kan nakli yapıldığında yaşlı hayvanların bilişsel becerilerinde ve gücünde artış görülmüştü. Alkahest’in araştırmacıları şimdi de genç insan plazmasının yaşlı insanlar üzerinde aynı etkisinde olup olmadığını araştırmak istiyor ve bunun içinde başlangıç ya da orta düzeyde Alzheimer hastası olan 18 kişinin katılımıyla Standardı Üniversitesi’de bir klinik deneye başladılar. Deneyler başarılı olursa ekip daha çok hastanın katılacağı daha fazla doz plazmasının verileceği daha büyük bir çalışma için kolları sıvayacak. Böylece, genç kanın uyardığı nörogrnesisin Alzheimer ve Parkinson gibi sinir dejerenesyonu hastalıklarında bilişsel gerilemeye yol açan iltihabı önleyip önlemeyeceği görülecek. Kaynak: Popular Science


EN TEMİZ ENERJİ: YAKIT PİLLERİ Günümüzde fosil yakıtlar hızla tükenirken benzin, dizel, kömür ve doğal gaz kullanımının yol açtığı küresel ısınma ile çevre kirliliği artıyor. Gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakmayı hedefleyen Avrupa Birliği ülkeleri; Türkiye, Çin ve ABD ile birlikte dünyanın en temiz teknolojilerinden biri olan yakıt pillerine odaklanıyor. Süngersi yapısında bulunan mikro gözeneklere güvenle edinilmiş hidrojen gazını oksijenle kontrollü bir şekilde yanan yakıt pilleri (hidrojen yakıt hücreleri) 1970’lerden bu yana uzay araçları ve denizaltılarda kullanılıyor; ancak günlük hayatta daha yeni yaygınlaşıyor. Asıl atılım Avrupa’dan geldi. Norveç ve Almanya’nın 2025-2030 yılları arasında fosil yakıt kullanan araçların satışının durdurulması için harekete geçmesiyle birlikte hem şebeke elektriği ile sarj olan hem de yakıt pilini kullanan hibrit araçların önü açılmış oldu. Avrupa Birliğinin Grafik Amiral Gemisi Projesi’ne Türkiyede’den katılan tek kurum olan Sabancı Üniversitesi, dünyanın en gelişmiş yakıt pilinin 2023 yılında kullanıma girmesi için çalışıyor. Dünyada çok sayıda alternatif temiz enerji kaynağı var. İçlerinde en gelecek vaat eden iki çözüm ise güneş enerjisi ve hidrojen yakıt hücreleridir. Eskiden hidrojen üretmek maliyeti bir süreçti; çünkü hidrojen bilinen en hafif element ve Dünya gezegeninin yerçekimi atmosferde büyük miktarda serbest hidrojen tutacak kadar güçlü değil. Zaten öyle olsaydı Dünya kayalık bir gezegen yerine, Jüpiter gibi bir gaz devi olurdu. Bununla birlikte dünyada uygun teknolojiye ulaşabilecek büyük bir hidrojen kaynağı

27

var: Okyanuslar. Sonuçta okyanuslar su içeriyor ve su molekülleri iki hidrojen atomuyla bir oksijen atomundan oluşuyor. Bunları ayrıştırarak serbest hidrojen ve oksijen üretebiliriz. Yakıt pilleri süngersi yapısına edinilen hidroje-

ni oksijenle yakarak enerji üretiyor. Bunun için de havadan oksijen çekmesi gerekiyor. Ancak atık olarak ne üretiyor biliyor musunuz? Su, sadece sıvı su. Geleceğin en temiz enerji kaynaklarından biri olarak gösterilen nükleer füzyon rektörleri bile karbondioksitten yüzde 60 daha etkili olan bir sera gazı olan su buharı üretecekler; ancak yakıt pilleri sadece su çıkarıyor. Kısacası yakıt pilleri, çalışırken hidrojen üretmek için parçaladığımız suyu gezegenimize geri kazandırıyor ve bu sırada açığa çıkan oksijeni de yanma döngüsü de kullanarak atmosferdeki oksijen miktarını koruyoruz. İklim çevrimi açısından kapalı ve dengeli bir sistemden söz ediyoruz. Kaynak: Popular Science


MELİH HERGÜNER - İNŞAAT MÜHENDİSLİĞİ 1 FİLM 2 KİTAP

DAĞ 2 Gişede başarı kazanan Dağ filminin ardından gelen devam filmi Dağ 2 filminde yine başrolleri Çağlar Ertuğrul ve Ufuk Bayraktar paylaşırken Alper Çağlar da filmin yönetmenliğini ve senaristliğini üstleniyor. Filmin konusu ise şöyle gelişmektedir: Oğuz ve Bekir’in askerlik süresi bitmeye yaklaşmıştır. Bu ikili, Özel Kuvvetler Komutanlığına başvurmak isterler. Fakat Bekir’in dizindeki sakatlık, Oğuz’un omzundaki sıkıntı yüzünden reddedilirler. Bu sırada birinci filmde şehit olan Yaşar Demir’in yakın arkadaşı Veysel Gökmusa konuşmaya tanık olur ve bu ikiliyi eğitimlere alır. İkili altı yıl boyunca çetin eğitimlerden geçerler, Bekir dizinden tedavi görür. 6 yıl sonra ise “Fırtına Getiren” Timi ile Irak’a operasyona giderler. Operasyon, IŞİD’ in esiri gazeteci Ceyda Balaban’ı kurtarmak üzerine kuruludur. Görev, Ceyda Balaban’ı Türkiye’ye geri götürmektedir. Fırtına Getiren Timi başarıyla Ceyda Balaban’ı kurtarır. Türkiye’ye dönüş yolunda ise 2 tane

28

Irak Türkünü IŞİD’in elinden kurtarıp yanlarına alırlar. Türkiye’ye dönüş yolunda bir gece köyde dinlenmek isterler. Bu köy, Türk köyü dür. Telsizden gelen istihbaratta bu köye IŞİD ‘in yağma yapacağı belirtilir. Yarbay Veysel Gökmusa, görevi gereği köyü bırakıp, Ceyda Balaban’ı Türkiye’ye ulaştırmak istese bile duygularına yenik düşer. Telsizde kararlaştırılan buluşma yerine köyün çocukları ve gazeteci Ceyda Balaban götürülür. Helikoptere onlar bindirilir ve Fırtına Getiren Timi köye geri döner. Amaçları köyü vatan toprağı gibi savunmaktır. “Son kale” adını verdikleri binaya sivilleri getirip güvene alırlar ve binanın üstüne bir Türk bayrağı çekerler. IŞİD ise yavaş yavaş köye yaklaşmaktadır. Köyde çetin bir savaş olacaktır. Ayrıca bu filmin bir diğer önemli noktası alt tarafta bulunan görselde, filmde çekilen bir sahnede yer alan piyade uzman onbaşı Yunus Emre Uçar’dan acı haber geldi. Çukurca’da çıkan çatışmada şehit olan Yunus Emre Uçar’dan geriye ise film setinde çekilmiş bir fotoğrafı kaldı.


Şu Sinema Dedikleri / Engin AYÇA Engin Ayça, yönetmenliğinin yanı sıra Türk sinemasının sorunlarına ilişkin her bir şeyi dert edinen, dert edinmekle de kalmayıp onu paylaşıma sokup bir dizi olumlu tartışmaların oluşmasını sağlayan bir sanatçı, dahası bir aydın duyarlılığı ve de duruşunu ortaya koyan bir sinema düşünürüdür. Bu çalışma; liyakate göre değerlendirme yöntem ve yaklaşımların pek rağbet görülmediği bir coğrafyada, Engin Ayça gibi çok yönlü, bir kültür adamının dert edindiği sinemaya yönelik oldukça geç kalınmış bir armağanıdır. Eleştiriler ve söyleşiler dışında, 1968 yılından günümüze kadar yazdığı bütün sinema yazılarının toplandığı Şu Sinema Dedikleri adlı kitap ARTSHOP Yayınevi tarafından basıldı ve dağıtıma sokuldu. Kitabın sunuş yazısını Burçak Evren yazdı. Edremit doğumlu Ayça, Galatasaray lisesini bitirdi, Roma’da Sinema Yönetmenliği eğitimi gördü. EISENSTE’ in ders notları ve Sinemanın 100 Yılı adlı kitapların çevirisini yaptı. Bez Bebek, Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu, Ölüler Altın Takmaz, Penceremdeki Sardunyalar ve SUNA adlı sinema filmlerini yönetti.

29


Yaban / Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU Ahmet Celâl, bir paşa oğludur. Yedek subay olarak katıldığı 1. Dünya Savaşı’nda bir kolunu kaybetmiştir. Daha otuz beş yaşına basmadan kendisi için her şeyin bittiğini hissetmektedir. İstanbul’a İngilizlerin girmesi üzerine oraya dönemez ve emir eri Mehmet Ali’nin çağrısına uyarak onun Orta Anadolu’nun Porsuk Çayı kıyısındaki köyüne gidip yerleşir. Köylü için Ahmet Celâl bir “Yaban”dır. Mustafa Kemal’in başlattığı Kurtuluş Savaşı’nı, Türk Ulusunun bağımsızlık davasını anlatmaya çalışır köylülere fakat kimse ona inanmaz. Ancak emir eri Mehmet Ali, annesi Zeynep Kadın, Mehmet Ali’nin kardeşi İsmail ve onun karısı Emine ile dostluk kurabilir. Köyün en zengin adamı ve ağası olan Salih Ağa, köyü ekonomik bakımdan sömürmektedir. Şeyh Yusuf ise din adamı maskesi altında köyü manevi yönden sömürmektedir. Devleti temsil eden muhtarın ise herhangi bir gücü yoktur. Köyün etkin ve güçlü olan iki tipi Ahmet Celâl’i engellemeye çalışırlar. Sakarya Savaşı’nın hemen öncesinde Yunan birliği köye girer. Direnenleri öldürür. Kendisi ile iş birliği yapan Salih Ağa ve Şeyh Yusuf’u bile aldatır, sömürür, herkese zulmeder. Sakarya bozgunundan sonra köye ikinci Yunan birliği gelir. Köyü talan ederler. İnanılmaz derecede acımasız davranırlar. Ahmet Celâl, emir eri Mehmet Ali’nin kardeşi İsmail’in karısı olan Emine’yi sever. Köy düşman çizmesi altında inlemektedir. Köylü, kaderine razı olmuştur. Ahmet Celâl ise, Türk askerlerinin geleceği umudunu taşımaktadır. Sonunda o da dayanamaz ve Emine ile birlikte kaçar. İkisi de yaralanırlar. Emine’nin yarası ağır olduğu için kaçacak durumda değildir. Ahmet Celâl, Emine’yi ve anılarını yazdığı defterini bırakarak tek başına bilmediği yollara bilmediği bir geleceğe doğru köyden uzaklaşır.

30



GaunDusunceVeUtopya

0507 590 5945

İLET

N İ Ç İ İŞİM


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.