Maziyi Çağırmak- Amargi Dergi

Page 1

maziyi çağırmak


EDİTÖRDEN .............................................................................................................................................. 2 HATIRALARIN ŞEKLİ (Elif E. Akşit)............................................................................................................. 3 MAZİNİN POLİTİKASI: GERİDE KAL(A)MAYANLAR (Demet, Özge, Ezgi, Yelda, Duygu) ........................... 6 FEMİNİST TARİHYAZIMI ÜZERİNE KİŞİSEL NOTLAR (Aynur Demirdirek)................................................ 13 SANDIK LEKESİ (Funda Şenol Cantek) ................................................................................................... 16 ANNEMİN ÇEYİZ SANDIĞI (Nurşen Gülloğlu) ......................................................................................... 19 DORİS LESSİNG'İN ANILAR'ININ İZİNDE: GERÇEKLER, HATIRALAR ve ANLATILAR (Selda Tuncer) ......... 22 GÖBEK BAĞIMIZDA YAZILI (Zeynep Ceren Eren) ................................................................................... 30 ZAMANIN İÇİNDE BİR İLERİ BİR GERİ: VİŞNENİN CİNSİYETİ (Eda Ağca) ................................................. 33 ANNEANNE, GELDİYSEN SAÇIMI ÜÇ KERE OKŞA (Zuhal Esra Bilir) ........................................................ 35 BİR MAZİYİ ÇAĞIRMA RİTÜELİ OLARAK GÜNLÜK OKUMA (Eda Seras).................................................. 38

Editörler: Demet Gülçiçek, Özge Özdemir Hazırlayan: AmargiWEB Kapak Tasarım: Eda Ağca Kapak Fotoğrafı: Thurston Hopkins, The Queen of Soho, 1956 1


E

Dediler ki Amargi Dergi kepenkleri kapattı. Biz de sürekli “Kapanmadık, yan sokağa taşındık.” dedik. Taşındık ve web’i sürekli güncel tutmaya çalıştık. Şimdi de “yan sokağın”, yani web’in ilk dosyasını hazırladık. Yeni yerimizin hayırlı olsununa bekliyoruz şimdi sizi. Yeni yerimizde maziye bir dönüp bakacağız, onu yamacımıza çağıracağız. Mazi, çok önemli politik malzemelerimizden birisi, bu nedenle bu alanı biraz deşmek istedik. Yamacımıza nasıl çağırıyoruz onu? Geldiğinde neye dönüşüyor? Bu soruların etrafında beş kadın aramızda döndürdüğümüz bir söyleşi-sohbet var dosyada. Funda Şenol Cantek’in sandıklarda kadınlara dair ne olduğu sorusunun peşinden gittiği ve Nurşen Güllüoğlu’nun ve bize sandıkla ilişkisini anlattığı iki nefis yazı. Zeynep Ceren Eren’in “Venüs”ün (Şebnem İşigüzel) ve Selda Tuncer’in “Anılar”ın (Doris Lessing) izini sürdüğü yazılar var. Bir de tabii ki, hatıralar, feminist tarih üzerine kitaplar, anneanneler, günlükler… Hem daha neler neler! Politika yapmak, otoritelere karşı çıkmak, sorgulama kanallarını açık tutmak, alışılmış olanları eğip büküp yeniden düşünmeye çalışmak, hele ki feminist söz üretmenin kendisi, ciddi bir gayret istiyor. Bunu Türkiye’de yapmak daha da meşakkatli: Zor bir yaz geçirdik, filizlenen umutların kökleri zarar gördü, canımız yandı. Belki tam da bu zamanda çoklaştırmak lazım hikâyeleri, soruları… Keyifli okumalar!

2


HATIRALARIN Elif E. Akşit Birkaç hafta önce bizim köyde verandada yengem ve ablasıyla iki gün oturduk. Hasat mevsimi geliyordu ve bütün köy o yoldan geçerek bahçelerine tarlalarına gidiyordu. Bazen elli yaşlarında bir kadın annesiyle kantaron toplamaya gidiyor, bazen başka bir kadın civanperçemi toplamaktan da geliyordu. Yengem babaannemi, dedemi, amcamı anlatıyordu. Biraz bildiğim biraz bilmediğim kişiler, bilmediğim hikâyeler. Hatıralar. Anlattığı anda benim de hatıralarım

haline

gelen

yengemin

hatıraları.

Kalırsa

toplayabileceğim kantaronlar. Arada hediye gelen sütler, salatalıklar, kabaklar... Yengemin ablası aşağı köydendi, pek konuşmuyordu. Gelen geçen soruyordu ama onu olur da balkonda bulunmazsa o anda, “burda bir koca teyze vardı, nerde?” Hatıralar dediğimizde aklımıza yukarıdaki gibi hikâyeler değil yazılı bir şeyler geliyor tuhaf bir şekilde. Tam tersini yapmaya çalışan kadın tarihi yaklaşımının istenmeyen bir etkisidir bu belki de... Bir zamanlar (2002) "Kadın Hareketi, Halide'nin Salih'i ve Hatıralar Kimin Tarihi" diye bir yazı yazmıştım1. Feminizm-milliyetçilik ilişkisine hatıralar ve tarih ilişkisi babında bakan bir yazıydı bu. Margaret McMillan, Olympe de Gauge ve Halide Edib’in hatıralarını beraber düşünürken elit kimliklerinin, tutkulu kişiliklerin de bir analizi gibiydi bir yerde. Kadınları görmek için geçmişe bakarken hatıralar önemli bir dal gerçekten.

Ama hatıralar sadece yazılı

ürünlerden oluşmuyor. Başka alternatifleri akademik yazına katabilecek olan sözlü tarih ise hikâyeden çok akademik bir yöntem olarak anılıyor. Sözlü tarih feminizmin de hikâye olmaya yakın olmasıyla seçtiği ve sevdiği bir yöntem ama bu durum akademide tutunmak için sürekli itibarlılaştırmak gereğinden kaynaklanıyor herhalde. İtibarlılaştırırken de hikâyeliğinden, sütünden, kantaronundan bir miktar arınıyor ne yazık ki hikâyeler. Bu arada hikâyeyi zimmetimize geçirip, diyaloğu görüşen ve görüşülen arasında eşitsiz bir ilişkiye dönüştürüp, diyalojikliğine halel getirdiğimiz de oluyor... Feminist epistemolojinin izini sürerken kadınlarla ilişkili her şeyin itibarsızlaştığını, feminist tarihçilerin bile anca yazılı kaynaklar gibi “itibarlı” yerlere yöneldiğini görüyoruz. Bu itibarsızlaştırma çok başarılı bir yöntem, çünkü bu şekilde sapla saman birbirine karıştığından hakiki bilgi kırıntılarıyla

1

Tarih ve Toplum 219/37: 138-141.

3


uydurma hikâyeler birbirine giriyor ve işimize yarayabilecek, sevebileceğimiz, bağlanabileceğimiz, bizim hikâyemiz olabilecek hikâyeleri göremez oluyoruz. Hatıralar hafızayı koruyor da otların bilgisi korumuyor mu mesela? Koruyor ama koruyanını koruyamayanından ayırt edemezsek zehirlenebiliriz de… Evlerde yer tutan koca sandıklar gibi, kurtulamadığımız yün yorganlar gibi geliyor bize büyüklerin anlattığı hikâyeler, tarifini verdiği yemekler, şuna iyi gelir dediği otlar. Sadece hatıra değil bilgi, tecrübe ve hatıranın iç içe geçmiş hali hâlbuki bu reçeteler. Sonra sonra belki bazımız, "Ama," diyor, "yün yorgan çok faydalıymış…" (neyse ki Funda Cantek ve Nurşen Güllüoğlu’ndan dahasını dinleyebiliyoruz sandıkların bu sayıda). İtibar derken mutlak, kadınlarınkinden farklı, itibarlı eril bir bilgi türü ya da yine aynı şekilde erkeklerinkinden çok farklı bir kadınlık bilgisi var mıdır sorusu da önemli. Evet, büyük harfli Tarih erkeklerin hikâyelerinden oluşuyor hatıra ise herkesin. Ama kocakarı ilaçlarının mesela bilimsel bilgi oluşumları tarafından tamamen küçük görülmesinin, okullarda da bilimsel bilginin bu küçük görme üzerinden örgütlenmesinin de sorgulanması, anlamlandırması önemli2. Halide Edip’in hatıralarında çok dilliliğe bakmıştım. Makalenin adını "Halide’nin Salih’i, Hatıralar Kimin Tarihi" koymuştum çünkü aynı sayfada milli mücadele anlatılarının temelini teşkil edecek bilgilerle Edip’in eski eşine olan duygularının analizinin aynı sayfalarda yer alması beni etkilemişti. Tarihin en tekdüze, tek boyutlu görüneniyle hatıra aynı kaynaktan geliyordu, bu çok netti. Etkileyen bir başka mesele de, özellikle bu vesileyle Halide Edib’in hatıralarına dışarıdan bakan bir hatıra olan Mina Urgan’ın anılarını okurken Halide Edib’in ani yaşlanması tarifi idi. Urgan’a göre Halide hanım güzel giyinen, çekici bir kadınken sanki bir gecede ameliyat geçirmemesine rağmen gözlüğünün içine mendil koyan yaşlı bir kadına dönüşüvermişti. Halide Edib’in geçmişini kendi büyüklerinden biliyordu da gözlüklü hali sanki zaten karşılaşmalarına da sebep olan İngiliz Edebiyatı günlerinin bir ürünüydü... Ya da Laleli’de edibelik günlerinin mi demeliyim? 3 Aslında şöyle demiştim: “Kırk yaşında bu olayı anlatırken gençliğini öldürdüğünü söyleyen Edib yıllar sonra Urgan'a, 'Öleceğimi sandım, ama insan kolay kolay ölemiyor.' diyerek bu infazın başarısızlığından dem vurmuş olacaktır.” Edib’in gençlik ve yaşlılığıyla ilişkisi gerçekten o gün bu gündür hâlâ kafamı kurcalayan bir konu. Zaten Salih Zeki değil ama bu gençlik yaşlılık meselesi de bu sefer ilginç bir şekilde tarihin değil ama yazılı hatıraların da sözlü hatıraların da en önemli ortak meselesi. Urgan’ın da bir koca teyze –kendisi gençliğin yüceltildiği bir ortamda dinozorluk olarak görüyor bunu ama- olarak yazmış olması da sanırım bu noktanın altını çizmemiş de olsa noktayı net görmemize yardımcı oluyor. Halide Edib de kendi yaşlılığını bir çeşit 2

Elif E. Akşit, “Yemek: Görünmez, Hayati Bilgi” Cinsiyetli Olmak, ed. Zeynep Direk, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, İkinci Baskı, 2015. 3 Funda Şenol Cantek, “Laleli’de bir edibe: Halide Edip’in Akile Hanım Sokağı Üzerine,” Fe Dergi 2, sayı 2 (2010): 111-114.

4


cinsiyetlerarası geçebiliş avantajı olarak çerçeveliyor galiba en çok. Bu durum Woolf’un bizatihi biyografi türünün en nadide örneği ve içini dışına çıkarıcısı olan Orlando karakterinin yaşlar, çağlar ve cinsler arası geçişindeki letafeti anlayarak da daha iyi anlaşılabilir belki. Ama şu an ikisi de birbirinden mümkün ve birbirinden zor gözüküyor bana. Vişnenin Cinsiyeti romanındaki Köpek Kadın da böyle bir deneme gibi düşünülebilir belki. Ama orada tarif edildiği gibi kadınların yaşlılık, irilik ve erkekliğini değil yaşlılığını ve kadınlığını beraber düşünmeyi daha çok seviyorum kendi hesabıma, Orlando’nunki gibi. Gözlerim akademik veya değil, hikâyelerde bir koca teyze arıyor adeta artık... Anlatan, dinleyen, kenarda oturan, yoldan geçen arıyor. Akademik hikâyenin önemli bir avantajı izinin sürülebilmesi, referansları olabilir mesela ama biz sözlü tarihi akademiye katmaya çalışırken bizim seslerimizi küçültmesine izin vermezsek herhalde... Bir de kim bilir, belki toza yazılan, suya anlatılan hikâye, seda daha kalıcıdır?

5


R Demet Gülçiçek, Özge Özdemir, Ezgi Sarıtaş, Yelda Şahin, Duygu Koç Bir şekilde "mazi"ye merak salmış beş kadın olarak bir oturup konuşalım dedik. Bizi ne dürtüyor, maziye arzu duymak ne anlama gelir? Mazide ne umuyoruz, ne buluyoruz? Beşimizin hikâyesinde akademik alandan doğru gelişmiş

durumda

politikayı

bu

anlayış

ilgi,

fakat

şeklimizle

dolaşıyoruz mazilerde. Sonra yeniden kuruyoruz

politikamızı.

Nerelerde

ortaklaşıp nerelerde farklılaştığımızı gördük

bu

mazi

gezmecesinde,

mazinin verdiği umudu konuştuk. Keyifli okumalar...

Demet Gülçiçek (Demet): Şöyle başlayalım, sizin tarihle, tarih yazımıyla ilgilenmeniz nerden başladı? Yelda Şahin (Yelda): Tarih benim için hala akademik bir çalışma alanı değil. Tarih yazımı gibi bir yere de konumlandırmadım hala kendimi. Ama konumlandıracağım herhalde bir doktora tez süreci olacak, orada biraz daha var olan literatürün araştırmaların içine gireceğim, şu anda benim için hala amatör bir merak. O da öncesinde feminist aktivizm içerisinde yer almak, oradan kadınları fark etmek, tanımak, merak etmeye başlamak, onların yaşadıklarını dinlemeye başlamak, dinledikçe kendini de anlatmaya başlamak, o zaman da hiçbir zaman ortaya çıkmamış bir bilgi olduğunu fark etmek, ondan sonra kadın çalışmalarında da biraz daha bunu üstüne gidebilmek, daha çok bilgi edinebilmek için kadın çalışmalarına başladım. Orda da aldığınız dersler sizi böyle bir yere evriltiyor zaten. Dersler içerisinde mesela çok hoşuma giden şey vardı, "Kadının Özyaşamını Yazarken" Carolyn G. Heilbrun'un kitabı, Eser Köker hocadan böyle bir ders almıştık, bizim deneyim olarak yaşadığımız şeylerin berraklaşması gibi bir şey oldu o kitap yani. Orda da "kadınlar neden bazı şeylere cesaret edemezler", yani bir sürü sebepten cesaret edemezler ama bir şeyi denemek için bir şeyleri yapmak için kendileri için sınırlandırılmış alanın dışına çıkabilmeleri için bir cesaret gerekiyor, bu cesareti birbirlerinden almaları lazım, birbirlerinin hikâyelerinden, ama bu hikâyeler hiç ortada yok. Yani ben bir astronot kadın olacağımı hayal edemiyorum, çünkü böyle kadınları hiç okumadım. Kendilerine verilen sınırları aşan kadınlar yok muydu, tabii ki vardı, ama ben onları duymadım. O zaman da kendin için, örgütlenmek için, kendi 6


hayatını değiştirebilmek için başka kadınların

duyma isteği değil de, sorduğum başka sorular

hikâyelerini

anlatmak

tarihe yönlendirdi beni diyebilirim... Örneğin

gerekiyor. Akademik olarak da bunu yapmak

kadın nedir, kadın kategorisi nedir gibi sorular

gerekiyor.

insanı nasıl Joan W. Scott ve onun “tarihsel bir

Duygu Koç (Duygu): Tarih eğitimi almış ve

kategori olarak toplumsal cinsiyet” makalesine

almaya devam eden birisi olarak benim için

götürüyorsa, ben de bu ve bunun gibi soruların

hem kolay hem de zor bir soru oldu açıkçası.

tarihe bağlandığını gördüm. Örneğin cinsellik

Ancak kadın tarihi yazımına olan ilgimin

alanına dair sorular sorduğumda, bu sorular

başlama

cevaplandırmam

bazı kategoriler nedir, nasıl oluşturuldular, nasıl

gerekirse lisans eğitimimin üçüncü sınıfında

kavramsallaştırıldılar, hayatımızı belirlediler ve

seçmeli ders olarak aldığım Türk Basın Tarihi

deneyimlerimizi

dersinde benim için yeni bir kıvılcım oldu

bağlandılar. O yüzden de tarih nedir, tarih

diyebilirim. Dersimizin hocası Birten Çelik

yazımı nedir, tarihsel temsil nedir sorularının

kendisi de kadın tarih yazımında çalışan değerli

kesiştiğini

bir akademisyendir ve bu derste ilk defa kadın

bahsettiği damarı, yani kadın tarihi yazımı

dergilerinden, Osmanlı kadın hareketinden

damarını ben de çok seviyorum. Özellikle de o

bahsedince öyle bir ilgimi çekti ki; bir anda tüm

damarın içindeki sürekli kendini yıkan halini

planlarım değişti, okuduklarım, ilgilendiklerim,

daha

araştırdıklarım değişti. Yelda’nın bahsettiği

potansiyelini seviyorum. Çünkü gerçekten

sınırları aşan kadınlar olayının bir benzeriydi

kadın tarihi yazımı ister istemez hangi kadının

sanırım benimki de, hani bize hep öğretilmişti

tarihinin yazımı, kadın ne, tarih ne sorularını

şu tarihte kadınlara şu haklar verildi diye, işte

soran bir üst-çerçeve sunduğu ve tarih

ben o derste ilk defa ama bunların öncesi de

yazımının kendisine çok temelden bir meydan

varmış dedim kendi kendime. Sonra da devamı

okuma içerdiği için, o sorularla iç içe kucağıma

geldi zaten. Mezun olacağım zamansa geleceğe

düştü. Yani tarihçi değilim, hiç öyle bir iddiam

dair iki isteğim vardı hem Kadın Çalışmaları

yok ama alana dair bu soruların kendisi ilgimi

hem de Tarih alanlarında eğitimime devam

çekiyor.

etmek çünkü kadın tarihi çalışmak istiyordum

Demet: Tarihçi olmak şart değil herhalde

ancak bunu yaparken de feminist teorilerden

feminist tarih yazımı için, kadınlar ne yaptı ne

ve o alana dair bilgiden mahrum kalmak

etti onu görmek ya da merak etmek için, hem

istemiyordum ve bunu gerçekleştirebildim.

de belli bir sorgulamaya girmek için.

anlamak

noktası

dinlemek,

olarak

yapılandırdılar

gördüm.

doğrusu

kendi

Örneğin

kendini

sorularına

Yelda'nın

yıkabilme

Ezgi Sarıtaş (Ezgi): Benim ilgim başka bir biçimde gelişti galiba. Doğrudan hikâyeleri

7


Ezgi: Tarihçi olmak, tarih disiplininin içinden çıkıp böyle bir doğrultuya girmek büyük bir avantaj sunardı yalnız, bunu görüyorum. Fakat tarihçi arkadaşlarımla konuşuyorum bazen ve onlar "çok zor oluyor” diyorlar. Yelda: Hem de oradan çıkmak belki mümkün olmazdı. Ezgi: Yani evet, katı bir disiplin ve bu katı disipliner sınırlara bağlı tarihçiler bizim tarih yazımı diye baktığımız şeyi tamamen tarih dışı olarak görebiliyorlar. Bana bizim diğer disiplinlerde yaptığımız çözümlemeleri çok daha az yapıyorlar gibi gelirken, tarihçiler de bize kızabiliyor bu kadar yorum nereden çıkıyor diye. Demet: Şu geldi aklıma, Kathi Weeks bir söyleşisinde 70'ler feminizminin iki şekilde ele alındığını söylemişti: ya romantizasyon, ya da yerin dibine gömme. Ben bunu kendi tezim sırasında da gördüm aslında. 80 sonrası feminist kadınlarıyla görüşme yaptığımda "Aa neler yapmışlar biz niye bilmiyoruz bunu açığa çıkarmalıyız, herkes bilmeli bunları" diye hissettim. Bir yandan da tam o dönemde oluşan bazı kalıpların bugün peşimizi bırakmayan sorunlara neden olduğunu düşünüp öfkelendim. Sonra, biraz nefes alıp “eleştirel bir mesafeyle” hemhal olmaya çalıştım 80ler feminizmiyle.

Yelda: Yani hem kendi tarihinin merakına kapılıyorsun, açığa çıkarma dediğimiz şey, bir yandan da sorular cevaplamak istediğinde de o soruların peşini bırakmaması iyi bir şey. İkisi tek başına yeterli olmuyor aslında, derdimiz ikisini bir arada tutmak. Ezgi: Öyle oluyor çünkü açığa çıkarma bir arzu bence. Bu arzu meselesi de ilgimi çekiyor, yani biz tarihsel materyale karşı ne hissediyoruz? Okuduğumuz malzemedeki kadınlara bir arzu duyuyorsun, o arzuyu 8


biraz anlamaya çalışmak lazım. Ama bir yandan

karşılaşma anının içerdiği şey midir acaba hazzı

da malzeme de çıplak bir şekilde ortada

yaratan?

durmuyor; onu bir arkeolog gibi kazıp ortaya

Demet: Bir nedeni feminist olmamız olsa gerek

çıkarmıyorsun. Sürekli yorumluyorsun, o da

diye

seni dönüştürüyor, sürece sen de dâhil

yönlendiriyor.

oluyorsun. Kendi konumunu da sorgulatıyor:

demiyorum tabii ama kadınların hayatına dair

Ben ne oluşturuyorum, nasıl bir söylem

bir şey görmek daha büyük heyecan yaratıyor

kuruyorum, nasıl bir tarihsel sahne yaratıyorum

sanki. Yani neden enginarın tarihine değil de

vs.?

kadınların tarihine ilgi duyalım ki!

Yelda: Kimleri aslında dışarıda bıraktın ve

Yelda: Benim açımdan şu an ilgilendiğim

kimlere ulaşamadın. Bir yerde bir şey buldun

materyalle ilgili kesinlikle öyle. Daha önce de

ama bir sürü şeyi de bulamadın, bana göre o

bir dönem için gazete taraması yapmıştım, o

dönemi bunlar yansıtıyor ama bana göre.

zaman bu şekilde bir heyecan hissetmemiştim.

Ezgi: Tarihe bakarken bir yandan o kadının

Belki o an içinde olduğum disiplinle bu kadar

hayatını da düşünüyorsun; yaşını, içinde

barışık olmamamdan, belki bu alanı sevdiğim

bulunduğu dönemi, arkadaşlarıyla ilişkilerini

için olabilir. 50'lerde kadınların gündelik

düşünürken, hayatını yorumlarken buluyorsun

yaşantısını organize etmeye yönelik yayın

kendini. Bir de şeyi düşündüm, Yelda mesela

yapan bir sürü kadın dergisi çıkıyor, şimdi ben

Hamide Topçuoğlu'nun kitaplarını okurken

onlara

sürekli ne kadar güzel şeyler yapmış diye

hissediyorum, işim de onlara bakmak değil

hayran oluyor, ben de İffet Halim Oruz'u

aslında. Ama onlara bakmak benim için annemi

okurken sürekli sinir oluyorum, böylece farklı

daha iyi tanımak, oradan kendimi, nasıl

mizaçlarımız da ortaya çıkıyor.

büyütüldüğümü, neden öyle büyütüldüğümü

Demet: O çok ilginç değil mi, hem arzu, okumak

daha iyi tanımak gibi anlamları oluyor.

istiyoruz çok heyecanlanıyoruz ama bazen

Demet: Şuna katılır mısınız peki, hani 80ler

öfkeleniyoruz. O arzunun yarattığı iki durum

feminizminde kadınlar son dönemde Osmanlı

nerden ortaya çıkıyor sizce?

feminist hareketini keşfettik diyorlar ya. Çok

Ezgi: Bu çok zor bir soru bence. Tarihsel bir

heyecanlandıktan sonra dedikleri söz, "biz

temsile duyulan bir arzu mu var orda, geçmişte

büyükannelerimizi bulduk". Onların bir mirası

kalmış bir temsilini mi arıyorsun? Veya

vardı ve bizim ortaya çıkmamıza neden olan,

bugünkü “ben”i daha sağlam temeller üzerine

güçlendiren bir şekilde oydu...

inşa etmek için bir köken mi arıyorsun? Sanırım

bakarsınız mesela? Böyle mi oluyor bizde de?

bunlar değil benim hissettiklerim. Ama bir

Ezgi: O heyecanı çok iyi anlasam da şu an ben

yandan kızıyor olsam da haz da alıyorum. O

öyle

düşünüyorum. Bu

baktığımda

Yani

bu

herkeste

müthiş

hissetmiyorum.

bizi

biraz

böyle

olur

bir

heyecan

Buna nasıl

Çünkü

zaten

büyükanneler bulunmuşken biz devreye girdik. 9


Ben okumaya başladığımda hem büyükanneleri

vardı lisede, ortaokulda falan; sanki rejim

bulanlar, hem de bulunmuş büyükanneler

değişikliğinden öncesi ilkel dönem –ki bu

vardı. Bunun üzerine bir şey yapmaya

dönem de Kanuniye kadar görkemli olarak

çalışırken, onunla da yüzleşiyorsun. Büyükanne

anlatılıp gurur duyulur-, rejim değişti bizler bir

kim? Aradakilere ne oldu? Hangi büyükanneler

sürü haklara, özgürlüklere kavuştuk diye.

peki dışarıda kaldı? Bunlar yeni eleştiriler değil

(Hâlbuki bize bir imparatorluğun gerilemesi

tabii ki, büyükanneleri bulan feministlerin de

diye anlatılan şey aslında modernizasyona

düşündüğü ve söylediği şeyler; örneğin Ermeni

doğru gidecek bir transformasyonun başlaması

büyükannelere Kürt büyükannelere ne oldu

olarak değerlendirilir.) İşte 80’lerdekilerin keşfi

sorusunu onlar da sordular. Tam da bu sorular

bence hem bir şaşkınlık, öğretilenlerin farklı

sonucunda tarihyazımı sonuçlanmayan ve

olduğunu görme hem de bir meşruiyet,

yeniden dikip, söktüğün bir şeye dönüşüyor. O

kendilerine bir temellendirme arama olarak

nedenle tarihyazımı üst üste biriken yığınlar

düşünülebilir bence.

gibi değil de teyellenen parçalar ve o teyellerin

Yelda:

arasından sızan, onu söken şeylerin bir bütünü

düşündürdüğü için mi bu büyükanne-torun?

gibi

Demet: Biz oradan geldik ve gücümüzü oradan

görünüyor...

Queer

tarih

yazımı

Geçmişte

kalmış

olduğunu

tartışmalarında karşımıza çıkan, Derrida'dan

alıyoruz...

ilhamla

Ezgi: Biraz fazla anıtsallaştırıcı bir şey gibi.

kullanılan

hayaletsilik

düşüncesi

hoşuma gidiyor. Tarihsel olaylara, kişilere,

Özge Özdemir (Özge): Belki ilk etapta

belgelere birer anıt mezar gibi değil de, sürekli

kendimize

bize dadanan, sürekli rahatsız eden birer

söylüyoruzdur.

hayalet gibi yaklaşmak. Biraz önce Yelda da,

feministleriyle

ben aslında bana bugün dadanan şeyleri

80'lerdeki

görüyorum oraya baktığımda dedi ya... Tarihle

benziyoruz, o zaman da bunlar söyleniyormuş,"

kurduğumuz ilişkiyi düşünme açısından güzel

falan, biraz daha kurcalayınca aslında ne kadar

bir metafor bence. Bugün büyükanneler yerine

farklıymışız, o kadınlar milliyetçiymiş mesela.

başka metaforlar düşünebiliriz belki.

Ama onlar için de belki stratejik bir durum,

Duygu: Büyükkanne-torun ilişkisi olarak bakılan

meşrulaştırmak derdiyle değil anlama çabasıyla

bu durumda Ezgi’nin bahsettiği aradakiler

söylüyorum, onu deşelemek merakı var bende

mevzusu

de

kilit

nokta

bence,

arada

benzettiğimiz Yani ilk

benim

öyle Osmanlı

karşılaşmamda

kadınların

mesela.

için

Onların

heyecanı,

"Aa

feminizmleri

tam çok

ve

Cumhuriyet’in ilk dönemlerine denk gelen bir

milliyetçilikleri nasıl beraber yürümüş mesela?

anneler kuşağı var ve bu kuşak bize hep

Bir benzetme kurgusuyla beraber benim

tepeden verilen hakları elde etmeleri ile

anneannem olamaz diyorum. Ama o farklılıklar,

anlatıldı. Hani bizim klasik tarih anlatımımızda

ortaklıklar, çelişkiler üzerine düşünmek de 10


heyecan veriyor, oralardan çıkıyor herhalde

şekilde anlatılacağı vs. bunlar politik olarak bu

sorularımız.

alanı nasıl yaratacağımızla ilgili şeyler sanki.

Ezgi: Ben de şunu düşünüyorum; benim

Nasıl ilgili olabilir mesela sizce?

büyükannem kim olabilir? Öncelimi, kökenimi

Ezgi: Sen nasıl düşünüyorsun? Bağlantıların çok

aramayı bırakıp baktığımda büyükanne nedir,

net olduğu bir alanda çalıştığın için soruyorum.

kimdir?

Demet: Aslında bağlantıyı şuradan kurmuştum,

Özge: Hem de onlarla nasıl ilişki kuruyoruz?

hep tarihe duyduğumuz arzuyu vs. deşmeye

Arkadaş mı oluyoruz, kavga mı ediyoruz, çok

çalıştık ve bu sorularla feminist politikaya

mu seviyoruz, örnek mi alıyoruz onları, yoksa

bakmak ya da hiç bunlarla ilgilenmeden

yol mu gösteriyoruz?

feminizme bakmak arasında bir fark olduğunu

Ezgi: Benzemekten söz etmiştik; büyükanneyi

düşünüyorum.

bana benzer kılan nedir? Veya büyükannelik

savunduğumuz bazı argümanların nerelerden

gerçekten benzemekle ilgili bir şey mi? Mesela

geldiğini görmek, bazı hikâyelerini duymak ya

ben büyükannemle benzemiyorum. Bunları

da hangi ilişkilerden ortaya çıktığını deşmek vs.

hep beraber sormak güzel olurmuş gibi geliyor.

Bunlar politikaya bakış açımızı değiştiren şeyler

Demet: Büyükannelikte hala işleyen şöyle bir

gibi geliyor bana. Bu farklılaşma acaba nasıl

şey varmış gibi geliyor bana, öyle ya da böyle

olabilir? Şunu sormaya çalışıyorum, tarih

hani mesela Osmanlı kadınlarından milliyetçi

sadece akademik çalışmanın bir parçası mı

bir şey duyduğunda bir rahatsızlık hissi "keşke

sizce, feminist tarih yazımı açısından, yoksa

öyle demeseydi" hissi bilmiyorum sizde oluyor

politik alanımıza başka türlü dokunduğu bir bağ

mu?

var mı?

Ezgi: Aslında büyükanne demesek ona, öyle

Yelda: Benim konuşmanın başında söylediğim

rahatsız da olmayız belki.

şeyin tam bir politik bağlamı var aslında,

Yelda: Kendine bir tarih yazmaya çalışırken o

kadınların önünü açmak için kadınların tarihini

çıkışa iyi oturuyor "büyükanne". Atalarımız

yazmak, bu başlı başına politik bir şey. Dolasıyla

demenin başka versiyonu, yalnız hissederken

yazdığın

yalnız değilmişiz, ilk hissederken ilk değilmişiz

yaygınlaştırılmasını

"Ne güzel biz bir mücadele tarihinin parçasıyız,"

kadınların önünü açıyor.

bunu keşfetmek için söylenilen bir şey olarak

Demet: Nasıl önünü açıyor mesela?

algılıyorum.

Yelda: Ben diyelim ki küçüklüğümden itibaren

Kendi

adıma

öyle

bir

Bazı

ve

kavramların,

çalıştığın istiyorsun.

şeylerin Bilmek

konumlandırmaya gitmedim.

dünyayı keşfetmek arzusunda bir insanım ama

Demet: Tüm bu anlattığımız hikâyelerin,

bunun ismini koymuyorum çünkü bunun bir adı

sorduğumuz soruların politikayla ilgisi ne?

yok, çünkü kadın gezgin yok, bildiğim kadın

Mesela hikâye anlatımı, kime anlatılacağı, ne

gezgin yok, onların yaptıkları yok, dolayısıyla 11


benim için yok. Farklı profillerde bir sürü

etki ediyoruz aslında ve bunun bir parçası

kadının hikâyesini dinlemek ve yaygınlaştırmak

olmak inanılmaz hoşuma gidiyor.

gerekiyor o yüzden. Bunların hikâyeleriyle

Demet: Ben de şuradan düşünüyorum galiba,

karşılaştığında kendinle özdeşleştirebileceğin

hani Joan Scott diyor ya "Tarihin bana

ve kendine örnek alabileceğin bir sürü dünya

gösterdiği en güzel şey başka bir dünyanın

açılıyor. Bilgi ve deneyim öğreniyorsun. Bunlar

olabilme ihtimalini tahayyül edebilmemdi."

politik olarak kadınların hayatını değiştirmede

Belki tüm bu geri dönüşlerin getirdiği güzel

önemli şeyler. Ve bu bilgiyi yaygınlaştırmak...

şeylerden biri de bu. Bazen çok tanıdık

Duygu:

tamamen

hikâyeler görüyoruz ama başka formlarda

katılıyorum, aslında yaptığımız şey tamamen

oluyor. Hem bir değişim var, hem de olabilir

politik, tamamen bir görünürlük yaratma.

tekrar. Politikayla kurulabilecek en sağlam bağ

Hemfikir olduğumuz bir konu var; binlerce yıllık

bu gibi geliyor bana.

bir birikim var ve o birikim neredeyse her daim

Ezgi: "O zaman böyle bir şey olduysa yeniden

erkekleri anlatmış ya da erkekler tarafından

olabilir" umudunu da veriyor. Bu kadar kötü bir

anlatılmış, kadınlar bu anlatılar içerisinde ya

durumda bile bunlar yapılmış edilmiş diye

yoklar ya da femme fatale karakterler olarak

düşünüyorsun. Mesela hayatta kalabilme

varlar. İşte burada yapılan her yeni çalışmanın

hikâyeleri de çok önemli geliyor bana veya

önemi devreye giriyor; yanlışları düzeltip köklü

savaş olup biterken aşkın anlatılması... Bu çok

bir geçmişi gözler önüne seriyor bu çalışmalar.

kötü, umursamaz bir tavır gibi gelebilir ama bir

Bu bana geçmişi keşfetmek, sanki eski bir dili

yandan

deşifre etmek gibi geliyor zaman zaman,

olabildiklerini gösteriyor, bu da önemli bir şey.

geçmişi keşfederek politik olarak geleceğe de

Demet: Tarih politikaya ümit veriyor!

Bu

konuda

Yelda’ya

insanların

o

zaman

âşık

da

12


AR Aynur Demirdirek Feminist tarihyazımı, geçmişte herhangi bir noktada kadınların nasıl yaşadığını merak edip, "kadınlar o sırada ne yapıyordu?" sorusunu güçlü bir biçimde sormakla başlayabiliyor. Bunun arkasından da, bir kadına ya da kadınlara ulaşabilmek için çok çeşitli ama sınırlı kaynaklar arasında çoğu zaman iğneyle kuyu kazmayı gerektiren bir çalışma geliyor. Eviçlerinden kamusal alanlara, kadınların hayatlarını ve uzandıkları her yeri önemli bularak kendi yöntemini yaratan bu arayış, bir süre sonra, yakınlarda bir yerde öylece durup fark edilmeyen ama değerlendirilebilecek belgeleri görebilme yetisini de geliştiriyor. Kadınlara görünürlük kazandırma çabası ile başlayan ama bununla kalmayan feminist tarihyazımı, artık geçmişe toplumsal cinsiyet kategorilerini dışlamadan bakmak anlamını da taşıyor.

Benim feminist tarihyazımı terimi ve onun etrafındaki tartışmayla kavramsal ve kuramsal düzeyde ilgilenmem, 1987’den sonra yükselen feminist hareketin içindeyken yaptığım araştırmanın sonrasına rastlıyor. Cumhuriyet öncesinde Osmanlı’da haklarını arayan kadınları farkına varıp araştırmaya başladığımda, 1960’larda Amerika’da, 70’lerde Avrupa’da feminist kadınların eril tarihi sorgulayıp geçmişe kadınlar açısından bakarak elde ettiği birikimi henüz farkında değildim. Kadın tarihi, feminist tarihyazımı çerçevesinde bir bakışım yoktu. Ama dünyanın pek çok yerinde belli dönemlerde hem kadın hareketi içinde hem akademideki feminist kadınlar, kadınlarla ilgili basit soruların ardından gittiklerinde, nasıl hep beklediklerinden fazlasına ulaştılarsa ben de aynı şeyi yaşadım. Geçmişle, geçmişin hangi yüzüyle, geçmişte kimlerle ilgilendiğimizin arkasında yaşadığımız ânın soruları ve o gün dert ettiklerimiz var elbette. 1988’te feminist bir grup içinde, Perşembe Grubu’nda yaşadıklarımızı, bilgi üretilen alanları feminist bir bakışla değerlendirirken kadınlarla ilgili olarak geçmişe ilişkin önceden sormadığım sorular sormam beni bu araştırmaya yöneltmişti. Sonuç olarak 13


1988’de benzerlerim” gitmek,

o

dönemde

dediğim

“geçmişteki

kadınların

izinden

feminist politika yapmanın bir

parçasıydı. O

günlerdeki

duygularımı

“kütüphanede buluştuğum geçmişten gelen kadınlardan bir grubum oldu” diye ifade etmiştim. Ağırlıklı olarak Osmanlı Türkçesi birincil kaynaklarla kendilerine ulaştığım bu kadınlar, 1. Dalga feminizminin, yaşadığımız coğrafyadaki temsilcilerindendi. Önce, onların, dönemin kadınlara yönelik yayınlarında yer alan

sözlerini

Grubu’nda.

paylaşmıştım

“Hayat

tanımadığımız

bu

Perşembe

hakkı”

isteyen,

kadınların

sözlerini

paylaşmak,

şurada,

şu

yıllarda

söylemişler,

demek

işin

kolay

bunları kısmıydı.

Belgeleri, bilgileri yorumlayarak bir çerçeve içinde tarihsel anlatıya dâhil etmek söz konusu olunca, biraz daha zorlandım. Yansıttıkları ölçüde onların kişiselliklerinin kaybolmasını istemedim. Kendilerini nasıl tanımlıyorlardı, başkaları onları hangi kimlik altında görüyordu? Eldeki belgelerin izin verdiği ölçüde bu soruları yanıtlamaya çalıştım. Kadınlara görünürlük kazandırırken, elde ettiğimiz bilgileri, yazılmış tarihin var olan kategorilerini sorgulamaksızın, yeni başlıklar açmadan eklemenin yetmediğini belirtmeliyim. Feminist

ataerkiyle girdikleri pazarlıkları, özne olarak ortaya çıktıkları anları, geri itilişlerini görünür kılmak, feminist tarihyazımının çok önemli bir boyutu ve bu alanda daha da yapılacaklar var. Feminist

bakıştaki

araştırmacıların

her

dönemdeki birincil kaynaklara ulaşması ve onları yeniden okuması önemli. Farklı arayıştaki kadın bakış açıları, bir belgedeki ayrıntıyı yorumlamaya değer bulabilir, kadınların izlerini taşıyan gündelik yaşama ilişkin belgeleri yeniden gözden geçirebilir. Örneğin, 1913’te İstanbul’da vapura binecekken bir gazete satıcısının Kadınlar Dünyası 4 diye bağırdığını

tarihyazımı,

feminizmin

tarihinden daha fazlası elbette. Ama eril tarihe müdahale edip kendilerini nasıl adlandırırlarsa

4

adlandırsınlar kadınların çeşitli dönemlerde

Kadınlar Dünyası, savaş yıllarındaki uzun kesintilerle 1913 ile 1921 yılları arasında çıkarılan, kadın haklarını savunucusu yayın. İlk 100 sayı

duyup dergiyi satın alan Rum cemaatinden Loksandra Aslanidi ve onun dergiye yazı yazışı ya

da

matbaacılıkla

uğraşan,

kadınların

günlük, daha sonra haftalık çıkıyor. Sahibi Ulviye Mevlan Civelek.

14


işletmeler kurması için somut önerilerde

Doğuşu]” başlıklı kitap hiç mi karşıma çıkmadı,

bulunan Atiye Şükran’ın küçük kızının elinden

öne çıkaran kimse olmadıysa da karşıma çıkınca

tutarak İstanbul’un çeşitli yerlerine gidişinden

bile

söz edişi, sararmış sayfalarda duran ayrıntılardı

bakışımla ilgilenmemiş miydim?

o

önceden. Bunları anlatmaya değer, diğer

zaman

belirginleşmemiş

feminist

Bunun arkasından son yirmi - yirmi beş

bilgilerle bir araya getirip kullanılacak bilgiler

yılda

olarak ortaya koymak için genel olarak tarih

çıktıklarımızı

yazımında uzun süre dışlanmışları ve her

görünür kılınmamasının, belli bir dönemle ilgili

toplumun “ötekileri”ni görmeyi öğrenmiş

“gerçeğin” kavranmasını ne kadar eksik

olmak yetmiyor her zaman, kadın bakış açısı

bırakacağını

gerekiyor.

hissediyorum. Bunu, bir dönemi anlamak,

Önemli

olan

kadın

deneyimlerini

öğrenme isteği... O zaman başka görünmezler de

değerlendirilmeye

dâhil

bulup

öğrendiklerimiz düşününce

çok

daha

ve

kadın

sahip

varlığının

çarpıcı

biçimde

tanımak isteyen herkesin de önemli bulduğunu düşünüyorum.

edilecektir.

Geldiğimiz

noktada,

feminist

Araştırmalarıma başladıktan çok daha sonra sık

tarihyazımının, farklı kesimlerden kadınların

sık şunu düşünmüştüm: Hadi iyice kenarda

değişik kalemlerce yazılacak biyografilerine de

köşede kalmış kadın çabalarını bir yana

ufuk açması ve kaynak sağlaması, beni

bırakalım, Türk dili ve edebiyatı eğitimi alırken

heyecanlandırıyor.

Tanzimat döneminde ağırlığı itibariyle haklı

öznelliğin

olarak çokça üzerinde durulan Ahmet Mithat

anlatıcıyla anlatılan arasındaki ilişkiyi merkeze

Efendi’nin Fatma Aliye hakkında yazdığı “Fatma

koyan bu feminist

Aliye

açmakta feminist tarihyazımının payı büyük

Hanım

yahud

Bir

Muharrire-i

Osmaniye'nin Neş'eti [Osmanlı Kadın Yazarının

Biyografi

kaçınılmazlığını

yazımındaki kabul

edip,

biyografilerin yolunu

bence.

15


SANDIK Funda Şenol Cantek Çoğumuzun hafızasında, evin kuytu bir köşesindeki ahşap sandığın başına saygıyla oturmuş, içindeki

eşyaları

incitmeye

kıyamayarak,

okşar

gibi

tutup

birer

birer

çıkaran

bir

anne/anneanne/babaanne/teyze figürü yok mudur? O yazmalar, çevreler, bohçalar, peşkirler, gelinlikler havalandırma bahanesiyle, sıralı sırasız, iki el birden altlarına kaydırılarak çıkarılır, koklanır, sağında solunda güve yeniği, leke var mı diye incelenir. Bir süre dalınıp gidilir. Kim bilir neler düşünülür? Etrafta meraklı bir kız çocuk, torun, yeğen varsa onlara bu eşyaların hikâyesi anlatılır, ısrar üzerine denettirilir, sonra bir iç çekilip aynı törensel hareketle sandığın koynuna bırakılır eşyalar.

Sandık, çeyiz sandığı sadece kadına ait olan eşyalardan biridir. “Kız çeyiziyle doğar” sözü, bir hanedeki tüm kadınların, özellikle de annelerin ellerinden düşürmedikleri danteller, iğne oyaları ve örgü şişlerinin hikmetini açık eder. Nenelerin zamanında, hatta şimdi bile sandığa önce bir don konur, donansın kız bebek diye. Çünkü donanımı, yani çeyizi az olan kıza "sen bize donsuz geldin" deme hakkı vardır "elin evinde". Kızın çeyizine söz gelmesin diye, tel kırma, ajur, hesap işi, sıyırtma, sarma ve

16


ciğerdelen gibi ince işlerle örselenmiş parmakların, feri kaçmış gözlerin hesabını tutar

bile tahtını yapmaya çalışır anneler. Elin evinde yüzü eğilmesin, sahipsiz

sandıklar. Kızının bahtını yapamayacağını bile sanılmasın, ezilmesin diye sandığı tıka basa

evlenecek kızın. Sandığın kapağı aralanınca

doldurmak için, kız bebek doğar doğmaz

sızarlar ev içlerine.

koyulmalıdırlar işe. Kimi aile zaten varsıldır,

Her kız sevmez, istemez sandık içi

gösterişli parçalarla doldurur sandığı, anne

ahalisini.

yapamıyorsa biri tutulup yaptırılır çeyizlikler.

Evcimendir el işi çeyiz, demodedir. O çocukken

Kimi ise mutfak masraflarından arttırdığı üç

daha, kendisine sorulmadan hazırlanmış şeyler

kuruşla veya sağdığı ineklerin sütünden ayırdığı

onun zevkine uymuyordur. Belki evlenmek

parayla dantel ipleri, kukalar, patiskalar,

istemiyordur, mecbur mudur? Ona sorulmuş

etaminler, yünler satın alır çeyiz sandığı için.

mudur "Çeyiz ister misin? İçinde neler olsun?"

Sonra da başlar "ören bayan"lar telleri kırmaya,

diye. Dantel örtü nedir ki? Bohça, kanaviçe

ipleri sarmaya, hesapları yapmaya ve adeta

yastık... O başka bir dünyaya aittir artık.

kendi ciğerlerini delen, olağanüstü işçilik

Annesini eve kapatan sandığa bu yeni dünyada

gerektiren

nakışları

yer yoktur. Oysa sandık gelinle birlikte mutlaka

çıkarmaya.

Hepten

işlemeye, çileli

örnekleri

değildir

Bilhassa

şehirli,

okumuş

kızlar.

çeyiz

baba evinden çıkmalıdır. İçindekiler gün yüzü

hazırlamak. Komşularla, akrabalarla bir araya

görsün, görmesin. Gönülsüzce alır evlenen kadın

gelmenin bahanesidir. El oyalar, yaratıcılığı

sandığı yanına.

besler. Bazen tatlı bir rekabetin, bazen de

Bir kadından diğerine emanettir artık

hasedin aracısı olur. Bulduğu örneği gizli saklı

sandık. İçindekiler, eşya demenin haksızlık

çıkarır, gönül indirip istemek yerine yan gözle

olduğunu düşündürecek kadar konuşkan, kimi

bakarak aklına kazımaya çalışır bazen kadınlar.

zaman keyifli, kimi zaman huzursuz edici birer

Kocalarının “Çula çapuda para veriyorsun!” diye

hayat arkadaşı olurlar kızlara. Mahremiyetin

çıkışmalarına

Kıymetli

yükünü taşıyan birer hamal. Sırları fısıldayan

mobilyalar, buzdolapları, televizyonlar ve dahi

birer yoldaş. Güven veren birer dost. Görevleri

su küpleri, oklavalar çıplak durur mu? Durursa

hatırlatan, haddini bildiren birer despot. O

itibarı olur mu? Hem o çul çapud, kızın

sebeptendir ki, bazı kadınlar, tıpkı anneanneleri

omzundaki melektir. Annesini hatırlatacaktır

ve

ona, gurbet ellerde teselli olacaktır kimi zaman.

anahtarlarını ceplerinde taşırlar. Sandık içi

Gittiği yerde itibarını arttıracaktır. Sandık içleri

fısıltılarını başka kimse duymasın diye. Hep göz

önce konu komşuya, dünüre gösterilir. Serilir,

önünde olan görünmez olur ya, arada açılıp göz

asılır çeyizlikler gelinin baba evine. Etraftaki

atılır sandığa. Ki anılar daha ağır çeksin, daha

kadınların gözü, sözü değmeden girmez sandığa

fazla demlensin keder, özlem, öfke... Sandık

aldırış

etmezler.

anneleri

gibi

sandıklarını

kilitleyip,

o çeyiz. O gözler, o sözler hep peşindedir 17


odası olan evler birer perili köşktür. Sandıktaki

komşu ne der?", diye sorarlar önce bir

anılar kilit altındaki bu odaların kapılarını zorlar.

kendilerine, sonra, "belki bir gün kullanır" diye

Kız çocuklara, genç kadınlara sırlarını

avunur eğerler başlarını ellerindeki işe.

kendiliğinden vermez sandık. Eşlikçisi olmadan

Bazı sandıklar evlilik hayallerinin de

açılamaz. Sonraki kuşağa emanet edilene kadar

içine

annenin,

babaannenin

Evlenmemiş kadını tamamlanmamış bir proje

himayesinde uzanır başlar sandığın içine. İzin

olarak gören düzene yenik düşenler gömülür bu

çıkarsa 4-5 beden büyük ipek gecelikler, nişan

sandukalara. Artık ümitleri tükendiğinde bile

tuvaletleri giyilip evin içinde salınılır. İmitasyon

örmeye, işlemeye ve biriktirmeye devam

inci küpeler veya hakiki elmas pandantifler

ederler. Çünkü boş sandık hezimettir. Rüyada

tecrübe edilir. Yoksul sandıklardan nene

görülse

yadigârı çetikler, çevreler hovardaca işmar eder.

habercisidir. Sandık lekesi, kırık hayallerin

Gözü kalanın çeyizini şenlendirme vaadiyle...

nişanesidir.

anneannenin,

gömüldüğü

hayra

sandukalara

yorulmayacak

dönüşürler.

bir

felaket

Sandığın mahremiyeti ona sahip olan ilk

Nurşen, Yeliz, Lale, Ece, Fidan, Nejla,

kadından sonra azalır ama. Bir sevdalık hikayesi

Çağla, Atalet, Nilgün, Atiye, Nurten... Siz de

anlatan

geceliklerin

anlattınız ya, bir zamanlar bize Kırk Haramiler'in

kıvrımlarından akan gerdek gecesinin korkulu

hazinelerle dolu mağarasının içi gibi görünen

veya iç gıcıklayan anıları, saten bir nişan

çeyiz sandıkları, aslında bizi biz yapan kadınların

tuvaletiyle veya eprimiş bir gelinlikle arz-ı

hüzünleri, kahkahaları ve hayalleriyle dolu değil

endam eden ilk heyecanlar, bir ölüm kağıdında

mi? Bu hayallerin kırılan parçaları ara sıra

yiten kayıplar, bir tapu senedinin teminatındaki

içimize batmıyor mu? Annemin sandık nöbeti

birikimler, iki baş için işlenmiş tek yastık kılıfında

bana geçtiğinden beri, onun hayatını da

kokusu kalmış ölü kocalar en çok sandığın ilk

emanetime almış gibiyim. Ne vakit o yıpranmış,

sahibine gösterirler kendilerini. Sonra giderek

naftalin ve cila kokan sandığın kapağını

flulaşırlar. Ama yok olmazlar. Yırtık bir sayfa,

aralasam bıyıkları yeni terlemiş bir nişanlının

kopmuş bir düğme, boş bir parfüm şişesi, güve

özlemlerini, sert mizaçlı bir kaynananın kem

yeniği bir duvak, sandık lekeleriyle yaralanmış

sözlerini,

olsa da hala hayattadır. Anneannenin, annenin

duyuyorum. Gurbete giden mahzun bir gelinin

gençlik hikâyesini anlatır torununa, kızına. Artık

telleri dolanıyor saçıma, sahte inci gerdanlıkları

sandık her açıldığında, bu hikâyenin kokusu

boynuma takıyorum. Kapağı kırık bir parfüm

yayılacaktır odaya. Çünkü sandık, hatıraları

şişesinde

saklamak

görüyorum. Bir hatıra defterinin sayfalarında

mektuplar,

için

çeyizi

ipek

bahane

eder.

Hiç

kullanılmamış, kullanılmayacak el işleri için göz

tasasız

karı-koca

çocuk

kahkahalarını

kavgalarının

şiddetini

başka hayatlara duyulan özlemi keşfediyorum.

nuru döken anneler baştan bilirler bunu. "Konu 18


Selden

kurtarılmış,

sararıp

solmuş

artık. Ara sıra sandığı açıp ellerimi yavaşça içine

fotoğraflarda anneannemle, annemle yaşıt

daldırıyor, geçmiş günlerden birini çekip

oldum artık. Sandığı aça kapata onlarla

çıkarıyorum. Bir gençlik masasında, annemle

hesaplaştım. Tümden affettim mi onları? Hayır.

ikimiz arasında...

Ama aynaya bakınca biraz da onları görüyorum

19


Nurşen Gülloğlu Hangi eve taşınırsak taşınalım yatak odasının değişmez eşyasıydı o ceviz sandık. Ceviz miydi acaba, şimdi kararsız kaldım, daha çok meşeye yakındı rengi, kalın bir cila tabakasıyla kaplıydı ve el girebilecek gibi anatomik bir tutamağı vardı. Oda ne kadar dar olursa olsun mutlaka sığdırılırdı bir köşeye; karyola, gardrop, tuvalet masası defalarca değiştiği halde o hep sabit kalırdı. Benim için Alaaddin’in sihirli lambası ya da Ali Baba’nın hazine mağarası gibi gizemli bir şeydi. Elbise dolabı ya da çekmece değildi ki zırt pırt açasın, hem açma ehliyetim yoktu, onu ancak anneler açabilirdi. Babaların bile yaklaşması yasaktı.

İçinden

bir

şey

alınacağı

zaman

heyecandan boğazım kururdu. Annem sandığın önüne diz çöker, törensel bir edayla kaldırırdı ağır sayılabilecek kapağı. İçinden ahşapla naftalin karışımı bir koku yükselir, içeriği daha da esrarlı kılardı. Öyle bir saygılı el hareketiyle alırdı ki annem içindekileri ibadet ediyormuş gibi gelirdi. O zamanlar çok gençti, bense küçük bir çocuk. İçinde annemin genç kızlık hayallerinin, ana evinin sıcaklığının, anılarının, belki de kırılmış umutlarının yattığını düşünemez, sandıktakileri görmek için sabırsızlanır, “haydi, haydi” diye dürterdim biteviye. Belki de acelemin ve heyecanımın nedeni annemin benim doğmadığım zamanlarından bir ipucu ele geçirmekti. Sandıkta benim için en çarpıcı eşya pembe bir kutuydu. Kalın kartondan yapılmış, üzerine leblebi yiyen dalgalı saçlı, esmer bir kadının resmedildiği, Çorum’dan geldiği alt yanındaki leblebicinin adresinden belli olan orta boy bir kutu. Annem sandığın içindekilere dalmışken fark ettirmeden kutuyu açmış ve üst üste yığılmış bir sürü mektup görmüştüm. Babamın el yazısını tanımış ve müthiş merak etmiştim neler yazdığını. Okumaya hiç muvaffak olamadım, sonraları sandık açma yasağımın sona erdiği zamanlarda aklım kendime yazılmış mektuplara kaymıştı, merakım tekrar hayata geçtiğinde ise gizemli pembe kutu sandıktan yok olmuştu. Hep şaşarım, annem gibi tutucu, romantik gönül hikâyelerinin hayatında pek fazla yer almadığı bir kadının babamın muhtemelen askerden ve onsuz birkaç ayını geçirdiği görev yeri Meriç’ten yazdığı mektupları niye bu kadar uzun süre sakladığına.

20


Pembe kutunun sırrına erememiştim

içinde yastık başına, ikincisinin kocaman verev

sandıktan

hiç

eteğinin bir kısmı bir aile dostunun oğlunun

kullanılmamış, zamanla sandık lekeleri oluşmuş

sünnetinde kardeşim için gelinliğe, bir başka

çeyizlerine, eski giysilerine, kendimin çocukluk

kısmı da bana şık bir bluza dönüşecekti.

ama

çıkan

annemin

kıyafetlerine bakmaktan büyük zevk alırdım. Bir

Eski giysilere gelirdi sonra sıra; yeşilli-

sabahlık vardı mesela, pembe satenden, pek

sarılı,

belden

kloş

kaşe

paltosu,

eski

görkemli bir şey. Dikiş kursunda bizzat dikmiş,

fotoğraflarında gördüğüm kahveli bejli, yarasa

işlemiş, su büzgüleriyle, kapitone dikişlerle

kollu kazağı, mavi jilesi, yakası el örgüsü

süslemişti. Bir kere bile üstünde görmedim,

dantelden beyaz bluzu çıkardı ardı ardına.

ben doğmadan ya da yeni gelinken giydiyse

“Bunları niye giymiyorsun?” diye sorardım,

giymiştir, o kadar. Utanırdı annem öyle kadınsı

gülerdi, “Demode oldu bunlar, hem dar

giysilerle ortalık yerde salınmaya. Üzerinde

geliyor” derdi. Niye saklardı ki acaba bir daha

onca emeğin, ince işin olduğu o sabahlık sandık

giymeyeceğini bile bile?

köşesinde ihtiyarlayıp gitti. Sabahlığın takımı,

Derken beni güldüren ve sevindiren

daha ince bir satenden geceliği de vardı, onu

bebeklik giysilerim dökülürdü ortaya. Çiçekli

bazen yalvar yakar bir süreliğine dışarı alır,

basmadan büzgülü bir tulum. Fotoğraflarımdan

üzerime giyip şarkıcılık oynardım. Sonraları

biliyorum, minik bir ayıya benziyorum onu

gecelik olarak ben giyip eskittim zaten, o

giydiğimde. Annem her seferinde aynı şeyi

sabahlık ablası gibi sandıkta yaşlanmadı

anlatırdı, bu tulumu giyer, Meriç’de düğün olup

sayemde.

davul

çaldığında

oynamaya

başlarmışım,

Üst sıralarda, mor üstüne sarı dallar

herkes beni izlermiş. Ayıya benzetmekte haksız

işlenmiş bir bohçanın içinde nişanlığı ve gelinliği

değilmişim kendimi. Eflatunumsu pembe, askılı

dururdu. Nişanlığına bayılırdım, bir yüzü

bir etek, göğsünde ve etek uçlarında çiçek

pembe, bir yüzü mavi, üzerinde minik çiçekler

sepetleri işli, tabii ki annem işlemiş. Ve

olan yine satenden bir giysiydi. Elimi kaygan

koleksiyonun en nadide parçası, turuncu

yüzeyinde gezdirir, “Annem bunu şimdi neden

üstüne beyaz çiçekli 1 yaş elbisem. Kundak

giymez

Gelinlik

bezleri, kol bezleri, battaniyeler sırayla dizilirdi

tutardım;

halının üstüne. Bunların saklanma sebebi hatıra

kendinden desenli, verev etekli, beyaz bir

olsun diye miydi, yoksa yeni bir bebek olur da

tuvaletti. Duvağı hiç yer etmemiş zihnimde ama

giyer düşüncesiyle miydi, ne sordum, ne merak

kırmızı kurdeleyle bağlı bir yumak gelin telini

ettim. Yıllar içinde hepsi bir şekilde yok oldu

hiç unutmadım. Her seferinde birkaç tel

zaten.

ki?”

bohçadan

diye

düşünürdüm.

çıkarkense

nefesimi

koparır, o gün bebeklerimden birini mutlaka

Sandığın diplerine yaklaşırken yatak

gelin ederdim. Sandığın kuytu karanlığında

takımları, kumaşlar, yorgan yüzleri ve annemin

uzun süre dinlenen iki giysiden birincisi zaman

işlenmesi yıllar süren ara dantelinin bitmiş 21


parçaları görünürdü. Şimdi o ara danteli

aldırmadan yüzüme boynuma fısfıs yapar ve

kumaşa eklenmiş ve hiç kullanılmamış bir yatak

gönülsüzce kalkardım sandığın başından.

takımı olarak bende duruyor. Sandığım yok

Annemin orta yaşlarına kadar sandığa

ama o da bir çekmecenin içinde yaşlanmakta.

gösterilen özen ve içindekiler hep aynı kaldı.

Sandığın dibinden patiska ve kola kokusu

Sonraları benim sandığa olan ilgim azalmışken

yükselmeye başladı mı tören sona eriyor

annem içini bana ve kardeşime yaptığı

demekti.

çeyizliklerle doldurmaya başladı. Nikâhıma

Son

bir

gayretle

niye

orada

durduğuna akıl erdiremediğim takı kutusuna-

birkaç

gün

kala, eşyalarım

altın falan değil, sıradan bijuteri takıları-el atar,

gidecekken sandık bir kez daha törenle açıldı ve

kulağımı boynumu doldururdum. Turkuaz rengi

içindekiler

süngerden yapılma gül biçimi klipsli küpeler

paylaştırılmaya başlandı. Kardeşim çok küçüktü

gözdemdi, annemden çok ben takıp sonunda

ve içinden her çıkan parça, özellikle renkli ve

süngerlerini parçalayarak muradıma ermiştim.

süslü olanlar o kadar hoşuna gidiyordu ki

İçinden çıkanlar yavaş yavaş geri konmaya

sonunda anneme şöyle bir teklifte bulundu:

başlarken kapanış ritüeli olarak pompalı,

“Şimdi kapat bu sandığı, ablam işe gidince

pembe parfüm şişesini alır, boş oluşuna

açarsın, o yokken ben istediklerimi alırım,

kardeşimle

yeni evime

aramızda

kalanlar onun olur”.

22


ANILAR 'I

HATIRALAR VE ANLATILAR Selda Tuncer

"Kadınlar çoğu zaman hafızalardan, sonra da tarihten silinir giderler." Doris Lessing Kadınların yazmayla ilişkisi her zaman çetrefilli olmuş ve hep bir yazma korkusu, yazdığını beğenmeme veya ondan utanma ve gizlice yazsa bile kendini yazıyor saymama gibi duygularla baş etmek zorunda kalmıştır. Yazma eyleminin kendisi her birey için çok zorlu bir süreç olsa da kadınların yazı yazarken ve belki daha da önemlisi yazmaya başlarken kapıldıkları endişe, tedirginlik ve karmaşık ruh halini erkeklerin bu denli yaşadığını sanmıyorum. Bu sorgulamaların altında yatan en temel nedenlerden biri yazdığını, anlattığını ama en çok da kendini ve yaşadıklarını önemsememek duygusu yatıyor. Hangimiz bir konuda yazmaya niyetlendiğimizde kendimizi şu sorulardan birini sorarken bulmamışızdır: Anlatacak bu kadar önemli neyin var? Kayda değer ne yaşadın ki anlatmak istiyorsun? Zaten senden önce onlarca kişi bunları en güzel şekliyle yazmış, sen yeni ve daha iyi üzerine ne koyabilirsin? Bugüne dek çevremde yazarken ya da yazması için motive ettiğim kadınlardan bu soruların en az birini dillendirmeyenine rastlamadım –Amargi Dergi bu hikâyelerle doludur. Kendimi zaten hiç saymıyorum, derdi olmayan bu yazıyı niye yazsın ki! Bu kendini önemsememe, yazmaya değer görmeme halinin bireysel, sadece kendine ait olduğu yanılgısı –öyle ya bizim dışımızdaki herkes masanın başına oturdu mu sular seller gibi yazmaktadır23


ancak başka kadınların hikâyesini dinleyene

arkadaşlarıma bir an önce okumalısınız diye

kadar sürer. Aslında biricik sandığımız o

defalarca

deneyim bizden önce ve şu an bizimle birlikte

sadece kendimden bir şey değil, hayatımdaki

sayısız kadının yaşadığı ortak bir durumdur ve

kadınlardan da bir şeyler bulup bunları fark

bunu görmenin en iyi yolu kadın yaşam

ettikçe onlar da okusun istedim. Peki, bir kitabı

öykülerine bakmaktan geçer. İşte bu anlamda

ya da daha da özelleştirecek olursak bir

biyografi yazını bize çok değerli ve zengin bir

oto/biyografiyi bu kadar iyi, bu kadar okunası

kaynak sunar. Biyografiler sayesinde başka

yapan şey nedir? Biyografiyi yarın karanlıkta

kadınlarla temas etme imkânı bulur ama daha

düz ve çoğu zaman yorucu bir yolda yürümeye

da önemlisi farklı kadınlık deneyimlerini

benzeten Lessing, gerçekten güzel yazılmış bir

okuyarak bir paylaşma ve ortaklaşma alanı

biyografiden daha iyi ne olabilir ki diye sorar

açarız kendimize. Epey zamandır bu alanın

kitabın

keyfine varmış bir okur olarak, en sevdiğim

otobiyografisini okurken bu sorunun hakkını

yazarlardan Doris Lessing’in otobiyografisinin

fazlasıyla verdiğini düşündüm. Kitapta beni

yayınlanmasına kayıtsız kalamazdım elbette.

etkileyen, yazarın olağanüstü derecede sıra dışı

Altın Defter’i okuduğumdan bu yana gözümde

bir hayat hikâyesi olmasının yanında bunu

ayrıcalıklı bir yeri olan Lessing’in kendi

güçlü tespit ve sorgulamalar eşliğinde çarpıcı

sözcükleriyle anlattığı hayatına konuk olmak

bir biçimde anlatmasıydı. Şüphesiz her insanın,

benim için heyecan verici olduğu kadar, bir

en sıradanımızın bile, kendine göre sıra dışı bir

kadın olarak, çok besleyici ve güçlendirici bir

hikâyesi vardır ama burada düşünün ki İran

deneyim oldu. İki cildin bir arada yayınlanması

Kirmanşah’ta başlayıp kısa bir zaman sonra

sonucu 850 sayfalık bir kitap olması gözümü

bugün

korkutmadı değil ama tam da bu nedenle

Rodezya’ya atlayan ve son olarak savaş sonrası

okumak için yaz tatilini bekledim. Ve şimdi

Londra’sına uzanan bir yaşam serüveninden

evde, otobüste, uçakta ya da bir sahilde

bahsediyoruz. Bir de bunu, dönemin siyasi

elimden düşürmeyerek okuduğum zamana

hayatına aktif olarak katılan, Komünist parti

baktığımda beklediğime değdi diyorum, Lessing

üyesi ve Londra’ya geçmesinden kısa bir süre

adeta bütün yaz yanımda gezerek bana arkadaş

sonra ise tanınan bir kadın yazarın tanıklığıyla

oldu.

dinlediğimizi düşünün.

telkinde

bulundum.

başlarında.

Zimbavbe

olarak

Okudukça

Açıkçası

anılan

ben

Güney

Bazı kitaplar sizi o kadar etkiler ve içine

1919-1962 yılları arasında kırk yılı aşkın

alır ki biri nasıl olduğunu sorduğunda ne kadar

zaman dilimini kapsayan kitapta, Lessing

anlatsanız da yeterince kelimelere dökemeyip

çocukluk zamanlarından orta yaşlara kadar

bir noktadan sonra mutlaka okumalısın der

geçirdiği hayat hikâyesini, içinde bulunduğu

bırakırsınız. Açıkçası Lessing’i okurken ben de

dönemlerin koşullarını büyük bir açıklıkla

benzer

tartışarak ortaya koymaya çalışıyor. Yani, kişisel

bir

hisle

özellikle

de

kadın

24


hikâyesini

zamanın

mümkün kılan atmosferdir.” İşte Lessing’in

ruhunu verebilmek için büyük bir çaba sarf

kendi satırlarında yapmaya çalıştığı ve bana

ediyor. Zaten, kendisini böyle bir otobiyografi

kalırsa fevkalade şekilde yapmış olduğu tam da

yazmaya iten sebeplerden birinin, olağanüstü

böyle bir şeydir.

bir

anlatırken

dönemin,

okuyucuya

Afrika’daki

İmparatorluğu’nun

Anılar’ında

sevdiğim

şeylerden biri de ne kadar dürüst olursa olsun,

olduğunu giderek daha fazla hissetmesi

ne kadar gerçekleri anlatmaya çalışırsa çalışsın

olduğunu dile getiriyor. O zamanların nasıl

yazar nihayetinde bunun bir anlatı olduğunun

olduğunu bugün kimsenin, hatta Güney

açıklıkla farkındandır ve sürekli okuyucuya

Afrika’daki insanların bile bilmediğine dikkat

hatırlatır. Kimi zaman sesli düşünürcesine kimi

çekiyor –ki kendi adıma bunun çok doğru

zaman okuyucuyla adeta sohbet eder gibi niye

olduğunu söyleyebilirim. Koloni Afrikası’ndaki

onu değil de bunu hatırladığını ya da niye hep

zamanlarını anlattığı kısımları adeta bir dönem

belli anıları çağırdığını sorar: “Hatırladığın

filmi izliyormuş hissiyle okudum. Savaş sonrası

şeylerin, hatırlamadıklarından daha önemli

Londra’ya ilişkin çizdiği detaylı manzaraysa

olduğunu nereden biliyorsun?” O’na göre bir

daha önce Londra’da yaşamış biri olarak benim

oto/biyografinin asla doğru olamamasının

için çok etkileyiciydi, o dönemde feci halde

nedeni de bunda yatar; yani zamanın sübjektif

yoksul, harap haldeki Londra’yı güçlükle

olarak yaşanıp hatırlanmasıdır. Ancak yine de

canlandırabildim zihnimde. Burada asıl çarpıcı

bunu başkası yerine kendi yapmayı tercih eder

olansa, savaş atmosferinin şehirde her şeyi

ve bir otobiyografi yazarak bir nevi kendi

çılgınca

almasını, Lessing’in

hayatına sahip çıkacağını düşünür çünkü

deyişiyle adeta bir zehir gibi her yere

Lessing’e göre yazarlar ne derse desin hayatları

yayılmasını bu kadar içerden birinin anlatımıyla

kendilerine ait değildir. Ve bunun üzerine

dinlemekti. Bununla ilgili Lessing, kitabı yazma

hayatına yön veren bazı “gerçek”lerden

sürecinde en zorlandığı şeylerden birinin soğuk

bahsederek kendi anlatısını kurar. Bunlardan

savaş atmosferini aktarabilmek olduğunu

biri

söyler.

bir

çocukluğundan itibaren her türlü otoriteye

oto/biyografinin nasıl olacağına dair ipuçlarını

karşı olma isteğidir. Lessing, kişisel hayat

da

hikâyesini

hikâyesinde belirleyici olan bu iki durumla ilgili

anlatırken Lessing bir yandan da bu anlatının

anılarını anlatırken sürekli bir sorgulama,

belkemiğini oluşturan hatırlama, unutma,

anlamaya çalışma ve yüzleşme içine girer;

bellek ve gerçeklik gibi sorularla uğraşır. Ve bir

özellikle annesiyle hiçbir zaman çözülemeyen

yerde şöyle bir saptama yapar: “Gerçekler

ilişkisine hayatının farklı dönemlerinde nasıl

kolaydır. Anlaşılması zor olan, bu gerçekleri

baktığına tanıklık ederiz. Annesiyle bıkıp

altına

Aslında

vermektedir.

bu

Kendi

bir

Lessing’in

parçası

etkisi

sonunun

Britanya

noktada

hayat

iyi

annesiyle

çatışmalı

ilişkisi

diğeriyse

25


usanmadan yaptıkları kavgaların nedenlerine

yaşayan kadınların deneyimlerinin ne kadar

yetmişli yaşlara gelinceye kadar bir cevap

ortaklaşabildiğini

bulamadığını itiraf eder.

Lessing’in annesinin ölümü ardından yazdığı bu

Aslında bu durum, yani anneyle

gözle

önüne

seriyordu.

satırların benzerini daha birkaç yıl öncesine

kurulan ilişki, çoğu kadın biyografisinde sıklıkla

kadar

rastlanır. Ortak ve birincil derecede önemli bir

“Annemle benim bu uzun, acıklı hikâyemizin

kadınlık

deneyimi

bir

görüşmecimden

dinlemiştim:

olarak

anneyle ilişki, olumlu ya da olumsuz,

kadınların

hayatlarında

ve

kişisel kendilik

anlatılarında can alıcı rol oynar. Hele de Lessing’in durumunda olduğu

gibi

hayat

boyu

çatışmayla süren bir anne-kız ilişkisiyse, bu bütün her şeyin önüne

geçer

ve

hikâyeyi

belirler, hiç bahsi geçmediği anlarda bile satır aralarına siner. Lessing’in daha çocuk yaşlardan itibaren annesine

hangi noktasında farklı davranabilirdim? Farklı

duyduğu öfke, nefret, acıma, iğrenme ve pişmanlık duygularıyla nasıl baş etmeye çalıştığını okurken birçok kadın arkadaşımı düşündüm ve kendimi bir nebze de olsun şanslı saydım, yakın arkadaş gibi olmasak da annemle böyle bir çatışma yaşamadığım için. Lessing’in gerçek bir acı ve ıstırap diye tarif ettiği annesiyle

yaşadığı

bu

durumu

doktora

araştırmam için yaptığım anne-kız görüşmeleri sırasında çok daha yakından görme ve anlama

şeyler yapabilirdim. Ancak hiçbir şeyin farklı olamayacağı sonucuna varmak zorunda kaldım. Eğer canlanıp Londra’ya gelse ve cesur, alçakgönüllü ve anlamayan bir tavırla, “Ama tek istediğim beraber olmamız,” dese, kesinlikle aynı şekilde davranır, aynı şeyi söylerdim. O halde acı çekmenin ne yararı var? Üzülmenin? Pişmanlığın?” Şüphesiz, Lessing için -ve birçok kadın için- bu sorgulama hayatı boyunca sürecek, peşini bırakmayacaktı.

şansım olmuştu. O’nun yazdıklarını okurken fark

ettiğim

bazı

görüşmecilerimin

söyledikleriyle arasındaki çarpıcı benzerlik, dünyanın farklı yerlerinde bambaşka koşullarda

Lessing, Anılar’ında anneyle ilişkisinin dışında birçok farklı kadınlık deneyimine yer verir.

Hayatına

giren

birbirinden

farklı

kadınlarla teması, onlarla kurduğu dostluk 26


yanında hamilelik, kürtaj, cinsellik ve taşrada

kadınlarla karşılaşma ve ilişkilenmelerimizdir.

kadın olmak

gibi çok çeşitli konularda

Annesiyle ilişkisinin aksine, Lessing Anılar’ında

yaşadıklarından anlatmaya değer bulduklarını

hayatına giren kadınlarla kurduğu ilişki ve

çekinmeden

yeri

arkadaşlıklardan sıkça bahseder: annesinin

feminist

arkadaşları, kocasının iş arkadaşlarının eşleri,

biyografiyle ilgili bir şeyler söylemek iyi olur.

hastalandığında yanında kaldığı yaşlı Afrikalı

Bana kalırsa Lessing’in otobiyografisi çok iyi bir

kadın, ilk hamileliklerini beraber geçirdikleri

feminist biyografi örneği, her ne kadar kendisi

Ivy, Londra’da bir süre beraber yaşadığı ve Altın

bu tanımdan hoşlanmayacak olsa da, maalesef

Defter’deki mutfak sohbetlerinin kaynağı Joan,

feministleri çok sevmediği için. Feminist

taşındığı dairede kendisine bütün mahallenin

biyografinin en önemli özelliklerden biri kadın

tarihini bir çırpıda anlatan kapı komşusu Lil

olmaktan

Pearce

gelmişken

paylaşır. bir

Bu

parantez

dolayı

yaşanan

noktada açıp

farklı

kadınlık

ve

daha

niceleri.

Lessing’in

deneyimlerini ortaya çıkarmasıdır. Böylelikle,

çocukluğundan itibaren karşılaştığı tüm bu

bir yandan erkekler dünyasında bir kadın

kadınları anlatımında, kendisinden çok farklı

olmanın ne demek olduğunu açığa çıkarırken

bile olsa onları tanıma ve sevme çabası açıkça

diğer yandan klasik anlatılarda önemsenmeyen

hissedilir. Bütün kitap boyunca, Lessing sadece

ev alanı ve özel hayata dair gündelik

kadınların değil erkek, çocuk demeden sayısız

deneyimleri hikâyeye dâhil eder. İşte Doris

insanın hikâyesini anlatır ama hayatının her

Lessing Anılar kitabında bunu muazzam bir

döneminde ona bir yanıyla eşlik eden kadınlarla

şekilde gerçekleştirdiği söylenebilir. Feminist

arkadaşlıkları tüm bunların arasından parlar.

biyografi yazımında izlenmesi gereken bazı

O’na göre kimi zaman sizden bambaşka bir

ilkeler şüphesiz bir biyografiyi okurken de bize

hayatı olan bir kadınla bile, bir kadın olarak

yol gösterebilir. Catherine Heilbrun, Kadının

ortak bir yönünüz olabilir: “Bu kadınları sevip

Özyaşam

sevmemeniz ya da onların sizi sevmemesi

feminist

Öyküsünü bir

yaşam

Yazarken öyküsü

kitabında yazımı

için

önemli değil. “Ortak hiçbir yanımız yok.” Beni

hatırlama, itiraf ve bilinçlenme aşamalarının

güldürmeyin, ortak yanınız biyolojik temeliniz.

önemine dikkat çeker. Yukarda kimi örneklerde

Birlikte vakit geçiren genç kadınlarsınız ve bu

de bahsettiğim üzere, Lessing’in kitabını güçlü

yeter.” Ancak bunları yazdıktan hemen sonra

yapan, kendilik anlatısını bu söz konusu

Lessing gençliğinde ilk çocuğundan sonra

aşamalar üzerine inşa etmiş olmasıdır.

kocasının iş arkadaşlarının çocuklu eşleriyle

Şüphesiz, feminist biyografi yazımında bir

nevi

kendini

diyebileceğimiz uğraklarından

deşme,

süreçlerin biri

kişisel

sabah çaylarına gitmeyince özlediğini ama

yüzleşme

özlediği için de kendinden nefret ettiğini itiraf

önemli

eder. Aktif siyasi ve entelektüel hayatın içinde

tarihimizdeki

olan Lessing, ilk çocuğuyla birlikte Koloni’de

en

27


orta sınıf ev kadını beyaz kadınların hayatın

bir yerden sonra O da bu atmosferde birkaç yıl

dâhil olur ve buradaki paylaşımdan genç bir

önce

anne olarak keyif almayı kendine yakıştıramaz.

doğurmayacağım” sözlerini unutarak ikinci

Bu

yetmişli

çocuğunu yapar. Ancak Lessing’in doğurmak,

Doris’le

çocuk yapmak konusunda bu kadar istekli

anlamda,

yaşlardaki

üstteki

Lessing,

satırlarda

adeta

genç

konuşmaktadır.

olması

sarf

ettiği

sadece

“bu

dünyaya

çevrenin

çocuk

etkisiyle

Anılar’da öne çıkan ve burada üzerinde

açıklanabilecek kadar basit değildir; bunun

durulmayı gerektiren bir diğer konu ise yazarın

arkasında çok güçlü ve derin içgüdü vardır ve

hamilelik ve çocuk sahibi olmayla ilişkisidir.

bunu Lessing çocukluğundan itibaren bütün

Lessing erken yaşta iki evlilik yapmış ve ilk

hayatını ciddi derecede etkileyen savaş ve

eşinden iki, ikinci eşinden bir tane olmak üzere

ölümlere verdiği bir tepki olarak yorumlar.

üç çocuğu olmuştur. Bu bir cümleye sığdırdığım

Gerçekten de bu durum, Lessing’in donanmaya

basit ‘gerçek’ Lessing’in bütün anlatısını

katılan kardeşinin öldüğünü sandığında eşine

etkileyecek karmaşıklık ve derinlikte bir yaşam

söylediği sözlerde bütün açıklığıyla görülür:

hikayesine tekabül eder. Açıkçası, şu an -kendi

“Frank’e sıkıca sarıldım ve hemen bir çocuk

isteğiyle- evli ve çocuklu olmayan bir kadın

daha yapmamız gerektiğini söyledim. Bundan

olarak, benim için Lessing’in doğurma ve çocuk

daha ilkel ve de esaslı bir tepki olabilir mi?

sahibi olmayla kurduğu bağ oldukça sıra dışı ve

Ölüm

yer yer anlamakta zorlandığım bir ilişkiydi. Bu,

dinleyişimizde duyduğumuz binlerce ölüye

basitçe benim çocuk yapmamam ve O’nun

burun kıvırıyordum.” Burada, babasının Birinci

yapmış

ayrımla

Dünya Savaşı’nda sakat kalmasına rağmen

açıklanamayacağı gibi sadece kendimin değil

annesinin oğlunu donanmaya göndermeyi

okuduğum,

kadınların

istemesine ve kardeşininse buna karşı çıkmayıp

deneyimine dayanarak da düşündüğüm bir şey.

gitmesine karşı öfkeli olan bir genç kadın vardır

Belki de, Lessing’in savaşla ilgili atmosferi

ve Lessing etrafını saran bunca ölüme hayatla,

bugünkü gençlerin anlayamayacağı kaygısını

yaşatma güdüsüyle cevap vermek ister.

olması

gibi

bildiğim

bir

başka

haklı çıkaracak şekilde bununla ilişkili olarak o

haberine,

Ancak,

ölüme,

buraya

haberleri

kadar

her

anlatılan

dönemde yaşanan bazı duygu ve deneyimlerini

Lessing’in çocuk sahibi olmayla ilişkisinin

de anlamakta zorlanıyorum. İlk çocuğunu

sadece bir kısmıdır; hikâyenin kalan kısmında

kazara hamile kalıp kürtaj için de geç kalması

yaşananlar –yani kendisinin aktardığı kadarıyla-

sonucunda yapan Lessing, üzerinden daha bir

Anılar’ın ilk cildinin yayınlanmasından sonra

yıl

istemesini

epeyce tartışmaya yol açacaktır. Lessing iki

Zeitgeist’le açıklar. Etrafının çocuk yapmak

çocuk sahibi olduktan birkaç yıl sonra ilk eşini

konusunda çok istekli genç çiftlerle sarılmasıyla

terk eder ve çocukları da ona bırakır. Kendi

geçmeden

ikinci

bebeği

28


deyişiyle,

yaşadıkları

bu

çirkin

dünyayı

ihtiyacı duyuyorumdur, kim bilir. Ama zaten

değiştirmek ve onların ilerde ırk nefreti ve

feminist biyografi okuma pratiği biraz da böyle

haksızlık olmayan bir dünyada yaşamaları için

bir şey değil mi; yani bir kadının yaşadıklarını

gitmesi gerekmektedir. Evini terk edip aktif

okurken kendi hayatına dönmek ve hikâyesini

siyasete katıldıktan sonra Lessing, yakın bir

okuduğun

arkadaşı vasıtasıyla çocuklarla ilgili düzenli bilgi

sorgulamak?

kişiyle

birlikte

kendini

de

almakla beraber onlarla çok sınırlı görüşür.

Tam bu noktada Heilbrun’un altını

Burada asıl beklenmedik olan, Lessing’in

çizdiği itiraf ve yüzleşme konusuna dönmenin

yaklaşık beş yıl sonra ikinci eşinden bir bebek

önemli

daha yapmaya karar vermesidir. Bu sırada, aktif

otobiyografisinin ilk cildinde yer yer açıktan

üyesi olduğu Komünist grup dağılmış, İkinci

kimi zaman da üstü kapalı olarak iki çocuğunu

Dünya Savaşı sona ermiş ve Hitler’den kaçmayı

terk etmesiyle ilgili yaşadığı suçluluk hissini

başarmış olan Yahudi asıllı komünist eşiyle

okuyucuyla paylaşır ve bazı noktalarda bu,

Londra’ya gitmek için plan yapmaktadırlar.

kendini sorgulayarak bir nevi itirafa dönüşür:

Eşinin İngiliz vatandaşlığı için beklemeleri

“Geri dönüp baktığımda ifadesinin arkasında ne

gereken birkaç yıllık sürede de çocuk yapmaya

kadar karmaşık süreçler yatıyor. “Ama o zaman

karar verirler. Lessing Anılar’ını yazarken bu

olayları öyle görmüyordum” diyebilir bir yaşlı

dönemi tekrar düşündüğünde bu durumun çok

kadın diğerine. “O zaman çok toydum.

da mantıklı ve akıllıca konuşmalarla ilgisinin

Pişmemiştim...

olmadığını,

Olgunlaşmamıştım...

aynen

diğer

hamileliklerinde

olduğunu

düşünüyorum.

Lessing,

Gelişmemiştim… Açıkçası

daha

olduğu gibi benzer bir güdüyle hareket ettiğini

doğmamıştım.” Şunu bilin. Pişmemiştim.”

ifade eder: “…sanırım Tabiat Ana milyonlarca

Lessing

ölüyü telafi ediyordu. Burada bu sağlıklı ve

yaşadıklarını içtenlikle itiraf etmektedir; yine de

doğurgan genç kadın duruyordu ve işe yarardı.

buna rağmen Lessing’in bu konuda çok tepki

Ayrıca, ben bir bebek daha istiyordum. Çok

almasının bir nedeninin kitabın ilerleyen

istiyordum.” Açıkçası, kitabın bu kısımlarında

kısımlarında, özellikle Londra’daki hayatını

Lessing’i anlamakta çok zorlandığımı itiraf

anlatırken terk ettiği çocuklarından neredeyse

etmem gerek. Tekrar çocuk yapma isteğini

hiç bahsetmemesi olması çok muhtemel.

karmaşık hisler içinde okurken nasıl bir tepki

Ancak, bunun da ötesinde asıl sorun bana

vereceğimi ve daha da önemlisi, neyden dolayı

kalırsa, iki küçük çocuğu terk etmiş bir anneden

bu kadar zorlandığımı bilemedim. Bu satırları

hayatının kalanını büyük pişmanlıkla geçirmesi

yazarken de, Lessing’in kendisinin de yer yer

ve bu yazdıklarından çok daha duygusal,

belirttiği gibi, bazı sorulara hala bir cevabım

kendini

yok; belki de o yüzden bu kadar ayrıntılı yazma

beklenmesiydi.

adeta

okuyucuya

delicesine

suçlayan

Şüphesiz,

seslenerek

bir

Lessing’in

itiraf son 29


çocuğunu alıp Londra’da yeni bir hayat kurması

yakın

ve ikinci eşinden de ayrılarak özgür bir kadın

gülümsediğim,

olarak

de

zorlandığımda hayali sohbetler yaptığım zeki,

eleştirilerin hedefi olmasında büyük etkisi

içten bir kadın arkadaş oldu benim için bu

vardır. Oysa burada hatırlanması gereken

sürede.

nokta, Lessing’in kendi anlatısında ısrarla ifade

yorumlarında hayal kırıklığına uğrayıp ama

ettiği gibi, yaşanan gerçeklerle yazılanlar bir

neden

değildir ve oto/biyografi yazmak daha en başta

otobiyografisinin sonlandığı 1962 yılından

gerçeğin ne kadarını anlatmalı sorusuyla başlar.

sonra feminist hareketle ilişkili kimlerle temas

Gerçekten bu kadar ağır ve zor bir deneyimi

etmişti, ne gibi olaylar yaşamıştı ki bu şekilde

yazmanın ne kadar acı verici olabileceğini

düşünüyordu? Bu tür sorular bir süre daha

tahmin etmek çok zor olmasa gerek; bunu uzun

zihnimi meşgul edecek gibi duruyor ama yine

uzun anlatmayı istememekten daha insani ne

de dostluğumuza gölge düşürecek bir şey değil.

olabilir? Lessing’in Anılar’ının ikinci cildinde

Çünkü bu sorular, Lessing’in kadınlarla kurduğu

eleştirilere cevap olarak, bu konuyla ilgili

güzel dostlukları hatırlayınca solup gidiyor.

mutsuz olduğunun çok bariz olduğunu ve her

Misal, sevdiği kadın yazarlarla ilgili şu yazdıkları

aklı

için

hangi kadının, feministin içini ısıtmaz ki: “İki

dövünmesine gerek olmadığını söylemesi bu

ablam varmış gibi hissediyordum. Etrafımdaki

durumu adeta özetler niteliktedir.

insanlar beni anlamasalar da, Virginia ile Olive

hayatına

başında

devam

okuyucunun

Lessing’in

Anılar’ını

etmesinin

anlaması

okurken

bulduğum

yanlarını

kimi

zamansa

Feministlerle

diye

az

gördüğümde anlamakta

ilgili

sormadım

değil.

olumsuz

Acaba

çok

anlardı. Acaba Virginia Woolf, Olive Schreiner

sevdiğim bir kadınla uzun keyifli bir yolculuk

hakkında ne düşünürdü? Ya da Olive, Virginia

yapmış gibi hissettim. Kimi zaman kendime

hakkında? İnsan bunu düşünerek oyalanabilir.”

30


GÖBEK

YAZILI 5

Zeynep Ceren Eren ‘Göbek deliği annemizin hatırasıdır.’ Ninelerimiz mezarsız. Bize ninelerimizi anlatın. İki bacağımızın arasını6. Venüs. En sıcak gezegen. Kendi ekseni etrafında, güneş sistemindeki diğer tüm gezegenlerin aksi istikamette döner. Hem sabah yıldızı hem akşam yıldızı. Venüs. Bir tanrıçanın adını taşıyan tek gezegen. Roma’nın Venüs’ü, Yunan Afrodit istemeden, zorla Ares’le beraber olduğunda mı başlamış kadersizliğimiz? O yüzden mi doğurduklarının adı Korku, Dehşet ve Uyum? Babası Arnavut’un ‘Neden erkek değil de kız?’, ‘Kedi doğsun kız doğmasın!’ diye karşıladığı bir bebek: Nereye doğacağına bir türlü karar verememiş, İstanbul’un karanlık ve derin sularının orta yerinde, hem göbek bağından kurtulmuş doğarken, hem de sıkı sıkı bağlanmış kendinden önceki kadın atalarına ve kadim aile sırlarına. Ne de olsa ‘Bir ailede bir kişinin gördüğünü yedi göbek ötesi görür.’ Ve biz gördüklerimizi bir lanet gibi taşırız.

5

Bu yazı kitaptan alıntıların marifetiyle yazılmıştır. Tırnak içinde kullanılan italik cümleler kitaptan alınmıştır veya kitaptan esinlenilerek yazılmış cümlelerdir. 6 Bu yazı ailemizde ölümü bir ‘sır’, ömrünün sonu bir yakut tanesi olan Melek Hanım için yazılmıştır.

31


Kadın atalarımız. Onların yüzü suyu hürmetine olan bitenler. Onlar ‘güç verdi de ayağa kalkabildik.’ ‘Lekeler, hastalıklar, izler, kusurlar’ ile bağlandığımız kadın atalarımız. ‘Lekeleri, hastalıkları, izleri, kusurları meziyetten mi sayıyorsun a aptal?’ diyene karşılık ‘Kusurlarımız meziyetlerimizdir esasında, kusursuzluk var olmamaktır bir bakıma.’ cevabını verenler. Bu cevapları bir dövme gibi vücudumuza nakşetmiş, kuşaklar öteden bize seslenen, bizi biz yapan kadın atalarımız. Venüs’ün gizli sakinleri. Bize hem isyan etmeyi, hem idare etmeyi öğreten kadınlar. Hem yük taşımayı, hem yükten kurtulmayı. Boynumuza dünyanın, kadınlığın en zarif tasmasını takan atalarımız. İşte onların hikayeleri var, Şebnem İşigüzel’in Venüs, Bir Aile Tarihçesi, Bir Yaşamöyküsü romanında. Hikaye anlatıcımızın kısacık hayatının içinde çoğalan başka hayatlarda, Şekina, Zühre, Nergis ve daha nicesi var. II. Abdülhamit saltanatıyla başlayıp 2. Dünya Savaşı zamanlarına kadar uzanan Venüs’ün anlattıkları aslında bu zaman diliminin fersah fersah ötesine geçiyor. Ve bütün o tek hikayeler bir oya gibi incelikle, zariflikle bağlanıyor birbirine, kadınlığın o tek hikayesine dönüşüyor yavaş yavaş. ‘Ama ben erkek cinsine mensubum. Bir kadın ölene kadar ebeveyniyle yaşamaya mahkumdur. Ebeveynleri ölmüşse cemiyet ona kocasından, ağabeyinden, kardeşinden, olmadı eniştesi, dayısı, amcası, dış kapının mandalı kuzeninden ebeveyn tayin eder. Kadın ona şikayet edilir, onun iznini alır . Bre ne sıkıcı şey, iyi ki kadın doğmamışım.’ deyip arsızlık edene kusmuğunu buyur eden Şekina’nın hikayesi: ‘Erkek cinsinin aşağılamaları içimdeki kadınlığı kabarttıkça kabarttı, kabaran kadınlığımın küçük dilime değmesiyle...’ Allah’ın kadınların susmasını buyurduğunu söyleyene, ‘Hangi Allah?’ diye soran, Cennet’in yerini yanlış tarif edenleri ‘Cennet insanın iki bacağının arasında ve ağzının içindedir.’, ‘Zevk cennetin göbek adıdır!’ diyerek düzelten cesur Şekina’nın hikayesi. Ve Nergis’in. Hiç ağlamamış Nergis’in. ‘Fesuphanallah derler ki, ömrü boyunca çile çekip ağlamayanın gözünden düşen ilk damla, şayet bu yeryüzünde çok çile çektiyse ve buna rağmen susup şimdi Allah’ın hikmetiyle ağlıyorsa yakut, güzel günler görmüş de şimdi ağlayacağı tuttuysa yeşim, sudan bir sebeple sırf ağlamak nasıl bir şeymiş diye merak edip ölmeden önce gözyaşı dökmeye niyetlendiyse, elmas olarak düşermiş.’ diyen Nergis. Ömrünün sonu bir yakut tanesi olan Nergis. Neden kadınların ömrünün sonu bir yakut tanesi? Neden içleri bunca gözyaşı? Neden akmaz bu gözyaşları? Neden mi? ‘Bre çünkü analarının sırlarını, babalarının sırlarını, erkeklerin sırlarını, cemiyetin sırlarını ve kendi sırlarını mezara kadar götürmek üzere eğitilmişlerdir.’ Sırları koruyan kadınların bıçak açmaz ağızlarını. Ya da ancak bıçak açar kadınların ağızlarını...7 7

Bir şiir hatırlatıyor kendini. Barış Yıldırım’a teşekkürler.

Kadın Ağzı musluk açık kulağında metal sesi suların uzaklara bakıyor ağzını bıçak açmış bir kadın

32


Kadınlar muhafızlığını yapar aile sırlarının. İçine doğdukları sırlara, kendi sırlarını katarak, kimi zaman sırları açık edip kurtularak, kimi zaman kilitlere bir kilit de kendileri vurup iyice sıkılaştırarak yaşarlar. Sessizce, açıkça, mırıldanarak, yüksek sesle, gözlerini kapatıp, doğrudan gözlerinin içine bakarlar sırların. Kendi sırlarının. Başkalarının sırlarının. Ortak sırlarımızın daha çok, kadınlık sırlarının. Bu sırlar ki kadınlığın en berrak halinden başka da bir şey değildir en nihayetinde8! Ölümcül sırlarımız. ‘İhanet, yasak aşk, onay görmeyen merak, umutsuz eylemler, zorunlu eylemler, karşılıksız aşk, kıskançlık ve reddedilme, intikam ve öfke, başkalarına ya da kendine zulmetme, kabul edilmeyen arzular, istekler ve düşler, kabul edilmeyen cinsel ilgiler ve hayat tarzları, plansız gebelikler, cesaretin kaybedilmesi, öfke nöbetleri, bir şeyin eksik kalması, bir şeyi yapamama, ihmal, istismar ve daha neler neler...’ İşte bunlar kadınlık durumuyla ilgili sırlardır, kadınların bunları sarıp sarmalamaya, gözlerden uzak tutmaya, sessizde korumaya, bir ömür bekletmeye, kendinden sonra gelene devretmeye erkeklerden daha çok ihtiyacı vardır. Utanç ve ayıp, kadınlığımızın mayasıdır. İşte Venüs’ün o yüzden bir kahramanı yok; kitabın kahramanı kadınlık halleri. Uzaktan, yakından, tanıdık tanımadık o hallerimiz. Yaşamasak da bildiğimiz. Ortak hallerimiz. Ortak suçlarımız ve hayallerimiz. Bizi göbek bağlarımız bağlıyor birbirimize. Kadınların alnında değil, belki de göbek deliğinde yazılı kader.

kapasa yaklaşacak en son çocukken güldüğü yüzüne dolunayın durduk yerde patlayan kahve fincanları yüzünü yıkadığı çocuk gözlerinin içinde akşamında öldüğü çözülmüş bir bulmacanın ayaklarını altında toplamış bir aşiret gülümsüyor ağzında cam kırıklarının musluk açık bastıramıyor suyun sesi dışarıda kümelenmiş bakışları cebinde üç bin yıllık trajedi azalarak gelmiş bu yolları azala azala artmış, şaşkın: kendini astı ariadne kendini astı eurydike ilaç içti özlem yerine öldü saadet adı neydi Batmanlı kadınların meskeni tren garları bir gamla sevdiği hayatın takati hiç olmamış bir gitmeye dargın musluk açık, eksik dişleriyle bir kadın gülümsüyor ekmeğini yalnızlıkla paylaşmanın musluk açık kulağında altın sesi suların birikmiyor metal havzasında havsalası akmanın bir kadın çekip yüzüğünden vurdu aşkın musluk açık nereye nereye aktı kapkara kanım işte uluyor orta yerimde yığılı ifşasız şifasız sırtlan dişli acılarım 8 Yazarın kendisini tutamayıp Kızlar Manifestosu’nu kaleme alıvermesinin sebebi de bu gibi gözükmektedir! Göz atmak isteyenler için: http://www.amargidergi.com/yeni/?s=manifesto

33


Ama kadere razı olmaya değil, sırları paylaşmaya çağırıyor bu kitap: anlatmaya, haykırmaya, ağlamaya, boynumuza asılanları mezara kadar götürmemeye çağırıyor. Ninelerimizin, kadın atalarımızın, cadıların elleri karnımızda. ‘Dilinden bülbül, kalbinden katil’ olanların sırları varsın onlarla kalsın. Hadi ifşa edelim ne varsa. Sonra da hem ‘şeytanlı’ hem ‘melekli’ tarafımızdan öptürelim.

34


Eda Ağca Geçmişin tuhaf bir yanı var: Hiçbir zaman orada olmamış olabiliriz ve hiçbir zaman oraya geri dönemeyeceğiz. Fakat bir yaşam boyunca, çoktan bitmiş yaşamlardan insanlarla tanışmak mümkün. Kendi hikâyelerini onların ağzından dinliyoruz kimi zaman. Bir öykünün başka bir öyküyle birleşip, yeni bir öykü doğurduğu ve aslında arananın kendi öykümüz olduğu zamanın içinde bir ileri bir geri seyahat ediyoruz. İşte Vişnenin Cinsiyeti’nde de tam olarak bundan söz ediliyor. Mucizeler olmadan dünyanın gerçek bir dünya olmadığına inanan Jeannette Winterson’ın kaleminden, gerçekliğe meydan okuyan Jordan ve annesi Köpekli Kadın’ın postmodern anlatısı Vişnenin Cinsiyeti. Köpekli Kadın idealleştirilmiş güzellik standartlarına aykırı masalsı bir dev. Onun için pasaklılık adeta bir aksesuar. Erkek egemen dünyanın yalnız ve korkusuz kadın kahramanı. Jordan ise bitmeyen yolculukların ve birbirinin içine geçmiş hikâyelerin büyüttüğü bir çocuk. 17. yüzyılda, tarihsel bir arka planla kurgulanan roman, bizi içine çeken masalsılığının yanında bugün hâlâ güncelliğini koruyan birçok konuyu ele alıyor. Toplumsal cinsiyet, aşk, ahlak, din, beden ve bilhassa zamanı okuyucuyu afallatacak bir kurguyla sorguluyor Winterson. Prensle prensesin sonsuz evliliğiyle biten, klişeleşmiş “mutlu sonlara” muhalif Dans Eden Oniki Prensesin Öyküsü’nde kocasının görmezden geldiği prensesin kendini, onun çevresindeki herhangi bir nesne gibi hissetmeye başlaması derin bir fantezinin içinde barınan çarpıcı gerçekliğe ikna ediyor bizi. Buradan bakınca yazarın zaman, gerçeklik ve bütünlükle büyük bir derdi olduğunu görebiliyoruz fakat bu gerçeklilik, aynı zamanda yitirilebilen bir kavram. Çapraz zaman anlatımıyla ilerleyen Vişnenin Cinsiyeti, bir hikâyeyi anlatmanın en güzel yolunun maziden çağırdığı hikâyelerle harmanlamak olduğuna inanıyor. Ve anlattığı hikâyeyi canlı tutabilmek için maziye her döndüğünde kendisini yeni yan hikâyeler, karakterler ve nesnelerle çevreliyor. Böylelikle Winterson’ın ortaya çıkarmaya çalıştığı şey biraz da birbirinden bağımsız görünen hikâyelerin en nihayetinde bir bütünü oluşturduğu. Vişnenin Cinsiyeti’nin temel imgelerinden biri olan muz karşımıza ilkin Köpekli Kadın’ın bebekken Jordan’ı görmeye götürdüğü Londra’ya yeni gelmiş bir cennet

35


meyvesi olarak çıkıyor. Jordan’ın mazisinde yatan bu anı, zamanla yerini bu cennet meyvesinin geldiği uzak yerlere yolculuk etme arzusuna bırakacak. “YALANLAR 8: İlk gördüğü şey o değildi, nasıl olabilirdi? Benim ilk gördüğüm şey de üstüne sis inen tarlalar değildi. Ama daha önceden ikimiz de hayaller kuran, yaşamın içinden gölge gibi geçenler gibiydik. Dolayısıyla size anlattıklarımız doğru olmasa da doğrudur” diyor Winterson Vişnenin Cinsiyeti’nde. Geçmiş zaman dilimi, olduğu gibi naftalinli bir hurca koyup sandıklara kaldırdığımız ve şimdiki zamanda bıraktığımız gibi bulabileceğimiz bir şey değil. Zira mazide saklı onca insan, mekân ve nesne hikâyelerle bütünleştiği vakit hatırlanması oldukça zor ve karmaşık bir hal alıyor. Bu da maziyi yaşandığı kadar değil, hatırlandığı kadar doğru kılıyor. Bu yüzdendir ki, maziyi çağırmak muazzam bir kurgu ve gerçeklikle fantezinin ördüğü eşsiz bir düğüm. Bu düğümü Winterson’ın oyunbaz dilinden okuma, sorgulama ve

Vişnenin Cinsiyeti Sel Yayıncılık Yazan: Jeanette Winterson Özgün Adı: Sexing the Cherry Çeviren: Pınar Kür

çözmeye çalışmanın ise bambaşka bir tadı var.

36


ANNEANNE Zuhal Esra Bilir

Anna di Prospero

S

Amargi’nin çağrı yazısını okuduğumda farklı zamanlarda ve koşullarda yaşamış, hayatta olmayan, tanımayı en çok istediğim kadın kim diye düşündüm birkaç gün boyunca. Çok uzaklardan kadınlar geldi önceleri aklıma ancak onlara dair içimde eksik ve yavan bir taraf kalıyordu. Nasıl ortaklıklarım nasıl farklılıklarım olduğunu keşfedeceğim, mazimden çağırabileceğim bir kadının olabileceğini söylüyordu Amargi. Aslında kime işaret ettiği çok belliydi: Anneannem Lütfiye Postacı. Ama biliyorum ki anneannemi yeteri kadar tanımıyorum aslında. İstedim ki bu yazı vesile olsun, ben anneannemi anlattırayım anneme, teyzemlere ve onu tanımış kuzenlerime. Yirmi sekiz kadınız biz annemin ailesinde: bir anneannem, bir annem, beş teyzem, iki kız kardeşim, dokuz kadın kuzenim ve onların da dokuz tane kız çocuğu var. Şimdilerde hamile olan ablamın cinsiyeti belli olmayan bebeği de kız olursa yirmi dokuzuncumuz yola çıkmış olacak. Teyzelerimin hepsi gurbetlik çekmiş, kocalarından pek de hayır görmemiş, çokça yokluk görmüş, hayatın yükünü hep bacılarıyla dayanışarak sırtlamış kadınlar. Bugün durduğum yerden baktığımda feminizm adına söylenebilecek her şeyi bulabiliyordum onların hayatlarında. Feminizmin tüm bu yaşananlar için söylediği büyük laflar var elbette. Ama esas olan ve bana kalan çekilen acıların ötesinde

37


bir şeydi. Mücadele etmenin, güçlü kadın

Sen neredeysen ben oradayım. Sürerlerse

olmanın hayatın içinde nasıl bir yere denk

sürsünler! Ben senin arkandayım. Çok iyi

geldiğini anladım hep anlattıklarından.

yapmışsın!” cevabının ona verdiği güveni

On üç yaşında evlenen ve iki kaynanalı,

anlatan teyzemin otuz beş yıl öncesine gidip

bol görümceli bir eve gelin giden en büyük

mutluluktan parlayan gözleriyle karşılaşınca bu

teyzeme, bu evde kimse yemek vermediği için

hikâyeleri dinlemekle ne iyi bir şey yaptığımı

nasıl zafiyet geçirdiğinin anlatıldığı hikâyenin

düşünüyorum.

hemen ardından evlerin damlarından atlaya zıplaya

–sokaklarda

gezmelerine

Anlatılan

onca

acının

hep

bir

izin

mücadeleye ve güçlenme hikâyesine dönüşünü

verilmediği için- nasıl anneannemin hazırladığı

fark etmem elbette ki feminizm sayesinde

yemekleri gizlice götürdükleri hikâyeyi hala

olmuştur. Daha dinlenecek çok hikâyeleri var

aynı coşku ve muziplikle anlatmalarından

ama anlattırmak da bir meziyet ister. “Amman

inandım hayatta çıkar bir yolun varlığına.

eski zaman karıştırma hiç şimdi onları!”

Bir başka teyzemin doğum yaptığı gece

cevabını aldığım çok olmuştur. Ama bir taraftan

anlatanın deyimiyle zamparalığa gitmiş kocası

da anlatılan her şeyin sonuna illa ki “Bunları

evde olmadığından nasıl kadın başına açık hava

hep yazmak lazım aslında!” iliştiriverirler. İşte

sinemasında dâhiliye doktoru -memleketteki

ben bu istekten alıyorum bu yazıyı yazarken

tek doktor dâhiliyeci olduğundan- aradığını

gücümü.

anlatan bacısının gurur dolu gözleri şu hayatta

Bizim ailedeki her kadının hayatının en

istediğim her şeyi başarabileceğime inandırmış

zoru, en az konuşulan bir olayı vardır ki, acısı

beni meğer.

hala bıçak gibi kesiverir ortalığı:

dedemin

80’li yıllar, darbe sonrası sıkıyönetim

intiharı. Yaşamı boyunca dürüst olmanın ve

zamanları Adıyaman’da öğretmenlik yapan

onurlu bir hayat sürdürmenin mücadelesini

teyzem

vermiş bir adam olan dedem hayırsız bir erkek

Hakkâri’ye

sürülmekle

tehdit

edildiğinde “Hakkâri de memleket toprağı değil

evlat

mi? Ben memleketin her yerinde çalışırım!”

borçlanmış, varını yoğunu kaybetmiş. Yaşadığı

karşılığını

veriyor

utanca daha fazla dayanamayarak yaşamına

vermesine de hemen aklına Siverek’ten birlikte

son vermiş. Geçmişe dair ne anlatılırsa anlatsın

geldiği ve yeni bir hayat kurmaya çalıştığı

hep bu ölüme gelir dayanır anlatılanlar, bir

annesi düşüyor. Annem de benimle birlikte tüm

yumruk oturur boğazına anlatanında da

bu güçlükleri yaşamak zorunda kalacak diye

dinleyeninde

düşünüp kaygılanırken kızının içten içe kafasını

sorduğumda teyzemin “Kurşun sıksalar hiç

kurcalayan bir şey olduğunu hemen fark eden

birimizin kanı akmazdı.” cümlesinden daha iyi

anneanneme olan biteni tereddütle anlatıyor.

bir cümlem yok o acıyı anlatmak için. Keşke

Anneannemden aldığı “Ne diyorsun kızım sen?

anneannemden dinleyebilseydim kocasının

tek

nefeste,

dimdik

yüzünden

de.

iflas

etmiş,

Cenazesi

tefecilere

nasıldı

diye

38


intiharını; ona duyduğu öfkesini, acısını,

Daha sonra yine Ankara’da yaşayan iki

özlemini,

teyzemle konuştum şimdilik.

sitemini

onun

cümlelerinden

yazabilseydim. Bütün kızlarının büyük bir

Bu yazı benim ilk adımım. Devamı

hayranlık, sevgi, saygı ile bahsettiği kocasını

gelecek bir anlatının ilk cümleleri. İlk sorulan

ondan dinlemeyi ne çok isterdim!

sorular. Anneannemin biyografisini yazma

Anneannemi

on

üç

yaşımdayken

yolundaki ilk soluklanışım. Anlatanlar için

kaybettim. Ona dair çok az şey bildiğimi bundan

geçmişi

tam bir yıl önce, Kadın Çalışmaları’nda okumuş

gözden geçirme, yaşanan onca duygudan

on bir kadının, on yedi yıl evvel bir seminer

geriye kalanları ayıklama oluyor bu görüşmeler.

dersinde

Benim için kendimi eşelemenin, didiklemenin,

anlattıkları

birbirlerine “Anneanne

anneannelerini Sırlarını

Eskitmiş

çağırma,

anlamanın

yolu. da

bugünden

Anneyle çıkıyor

yorumlama,

yarım

kalan

Aynalar” kitabını okurken fark ettim. Onu

hesaplaşmalar

ortaya,

gerçekten tanımaya başlamaya ise bu yazıyı

hesaplaşmalar da. Haliyle ağır geçiyor hepimiz

yazarak başlayabildim. Başlayabildim diyorum

için. Acemiyiz hepimiz. Başa çıkamadığımız

çünkü henüz tamamlayamadım. Dedim ya

anlar da oluyor, kahkahalarımızın çınladığı da.

benim ve onun dışında yirmi altı kadın daha var

Dedim ya bu bir başlangıç yazısı. Konuşmaya,

hadi son kuşağı çıkar nerden baksan on beş kişi

hatırlamaya başlamanın yazısı. Benim için de

kalıyor. On beş kadın on beş farklı anneanne

anneannemi ve ailedeki diğer kadınları tanıma,

anlatısı eder. Üstelik Diyarbakır’dan İzmir’e

keşfetme yolunda bir ilk adım. Yol uzun.

memleketin başka başka yerlerinde yaşayan

Anlatılacak, yazılacak, düşünülecek çok şey var.

kadınlar. En kolayından -ya da öyle sandığım-,

Ama içim çok rahat; çünkü bu yol her şeyiyle

annemden başladım anneannemi konuşmaya.

benim.

39


GÜNLÜK OKUMA Eda Seras Günlüklerim önümde… Ben maziyi böyle çağırırım, geçmişimi okuyarak. Çünkü maziyi çağırmanın sebeplerinden biri güçlenme ihtiyacıdır. Bir işi yapmaktan korktuğumuzda o işi bizden daha önce yapmış olan var mı diye bakarız. Varsa o zaman korkumuz biraz azalır, hatta yapan kişi bize benziyorsa korku neredeyse ortadan kalkar. Ben de kendime güvenimi her kaybettiğimde, bir işe başlamakta sıkıntı çektiğimde, hayallerimi gerçekleştirmeye çalışma konusunda isteksiz davrandığımda (yani sık sık) eski günlüklerime başvururum. Ne aradığımı bilmesem de bir şeyler bulurum ve arkadaşlarımın söyledikleri cesaretlendirme sözlerinden, övgülerden, bana güvenen tüm kişilerden daha çok güçlendirir bulduğum şey. Bu bir söz de olsa olaya karşı bir tutumum da olsa, onu çoktan unutmuş olduğum halde bende bıraktığı iz dışında etkilendiğim çok şey olur. Ne de insanı en çok anlayan yine kendisidir… Ve nasıl ki bir filmi ya da kitabı aradan zaman geçtikten sonra tekrar izleyince ya da okuyunca farklı şekilde yorumlar, yeni şeyler fark edersiniz, kendi günlüğümü de her yeni okuyuşumda kendim hakkında farklı şeyler fark ederim (özellikle psikanaliz kitapları sonrasında). Mesela günlüğümü açıyorum ve 10 yaşında yazmış olduğum sıradan günlük rutinimi okuyorum. Yarın sınav var ders çalışmam lazım, bugün de çok sıkıcıydı, insanlarla anlaşamıyorum vs… Ama nasıl şaşırıyorum! Tanrım ne kadar da aynı şimdiki gibiyim! İnsan nedense sonradan kendi olduğunu ve

40


başına gelen şeylerin kişiliğini çok

şeyleri öğrenecek ve sorduğum soruların

değiştirdiğini düşünür hep. Oysa ki değişen

cevabını

sadece düşünceleri oluyor, olaylara karşı

sormaktan

takındığı tutum ise zannettiğinin tersine hep

vazgeçmemek.

aynı. Bu sanırım öz denilen hani o hiç

bulacağım. ve

İşte

Önemli

öğrenmek

böylece,

olan

soru

istemekten

birisinin

okuma

değişmeyen şey. Ben de hep güvensizlikle

korkusundan çoğu şeyi yazmasanız bile günlük

yaklaşırım psikoloji kitaplarına, sorgulayarak ve

ihtiyacınız olduğunda yeniden depolamak

kuramlarını kendi hayatımda deneme yoluyla

üzere bir özgüven deposudur. Tabi korkularının

test ederek. Bu öz meselesini de geçici olarak

üzerine giden, insanlıktan umudunuzu kesseniz

kabul ediyorum. Belki ileride kişiliğimi aynı

de iyi olmaya çalışan biriyseniz… Belki böyle

kalmış bulamazsam o zaman öz denen şeyin

olmasanız da işe yarar, kendi tecrübemden yola

varlığını inkâr edebilirim.

çıktığım için genelleme yapamayacağım.

Aradan geçen yedi defterlik yaşam

Günlük

okurken

kendimi

yeniden

süreci boyunca değişen bir sürü fikre rağmen,

gördüğüm gibi hayatımda olan insanları da

iç sesimi bir başka deyişle içimdeki çocuğu

geçmişteki halleriyle görüyorum. Bu sayede

böyle koruduğumu görmek beni güçlendiriyor.

şimdi unutmuş olsam da yaptıklarının bende

İçimdeki

bıraktıkları zararlarını fark ediyorum. Böylece o

sesin

özgünlüğünü

seviyorum.

Yeniden kendimi seviyor ve atlattığım şeylere

zamanlar

bakıp şu an içinde bulunduğum zor durumla

bilgimden dolayı yanlış yorumladığım şeyleri

baş edebileceğimden emin oluyorum. Varoluş

şimdi daha doğru olduğunu bildiğim biçimde

sancısının en yoğun hissedildiği ergenliğimdeki

yorumlayarak

korkunç yürek acılarından nasıl kurtulduysam

kurtulmayı başarabiliyorum. Virginia Woolf’un

şu an içinde bulunduğum (kaynağı varoluş olan)

Yazılmamış Bir Roman adlı hikâyesinde dediği

acılardan da öyle kurtulacağım. Tüm maddi

gibi “ …çünkü bir neden varsa ve ben bu nedeni

sıkıntıları çözmek zorunda kaldığım zaman çok

biliyorsam izler yaşamdan silinmiş oluyordu.9”

şaşırtıcı bir biçimde çözdüğüme göre ileride

insan

Velhasıl,

doğası

onların

hakkındaki

kötü

kendini

eksik

etkisinden

tanımanın

ve

çekeceğim maddi sıkıntılardan korkmam için

iyileştirmenin yollarından biri olarak günlük

hiçbir neden yok. Manevi sıkıntıları da

tutmayı hepinize tavsiye

okuyarak, yazarak ve korkularımın üzerine

almayın ve ne kadar sıkıcı da gözükse gözünüze,

giderek çözeceğim. Eskiden kalbimi ağrıtan

gününüzü yazmaktan vazgeçmeyin. Çünkü o

acılarım şimdi bana komik geldiğine göre şu an

satırlar sizin geleceğe bıraktığınız ekmek

önemsediğim acılarım da ileride benim için

kırıntıları. Ben “iyi ki yazmışım” dedim,

çocuk oyuncağı olacak. Öğrenmek istediğim

umuyorum ki siz de dersiniz…

ederim. Hafife

9

"Pazartesi ya da Salı, Virginia Woolf, Notos Yayınları."

41


Amargi Dergi- 3 Ayl覺k Feminist Dergi www.amargidergi.com 42


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.