Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ Sahibi Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü Adına Doç.Dr. Ayşen GÜRCAN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dr. Nesrin TÜRKARSLAN Adres Tunus Caddesi No.24 06680 Kavaklıdere-ANKARA Tel: (312) 416 80 00 Fax: (312) 419 29 70 www.aile.gov.tr Aile ve Toplum Dergisi’nde yayınlanan yazılardaki görüşler yazarına aittir. Aile ve Toplum Dergisi üç ayda bir yayınlanır. Baskı ve Tasarım Öztepe Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti. Kazım Karabekir Cad. 31/107 Ulus-ANKARA Tel: (0312) 341 12 08 Faks: (0312) 384 38 97 29.10.2007 ANKARA
T.C. Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü Eğitim - Kültür ve Araştırma Dergisi
Yıl : 10 Cilt : 3 Sayı: 12
Nisan - Mayıs - Haziran 2007
AİLE ve TOPLUM DERGİSİ YAYIN İLKELERİ
1. Aile ve Toplum Dergisi, Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü tarafından üç ayda bir yayınlanır. 2. Dergide telif ve tercüme makaleler, araştırma makaleleri, bildiriler, yayın değerlendirme tartışma yazıları, Türkçe ya da bir yabancı dilde yer alır.
3. Dergi, "Hakemli" bir yayındır. Dergiye gönderilen yazı, konusu ile ilgili bir akademisyen ve Yayın Kurulu tarafından incelendikten sonra yayımlanabilir. Dergiye gönderilen yazıların başka bir dergide yayınlanmamış ya da yayınlanmak üzere gönderilmemiş olması gerekir.
4. Gönderilen yazıların yayınlanma zorunluluğu yoktur. Dergiye gelen yazılar yayınlasın ya da yayınlanmasın geri gönderilmez. 5. Dergiye gönderilen yazıların Türkçe ve bir yabancı dilde (İngilizce, Fransızca, Almanca) 100-150 kelimelik özetleri çıkartılmalıdır. Yazı herhangi bir bilimsel toplantıda sunulmuş ise belirtilmelidir.
6. Dergide yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir.
7. Yazının kapak sayfasında, çalışmanın adı yazar/yazarların (Birden fazla yazar varsa sıralama yapılarak) adı, soyadı, unvanları, çalıştıkları kurumlar belirtilmeli, Türkçe ve İngilizce özetler yer almalıdır. 8. Makalelerdeki dipnot ve kaynakçalar mutlaka genel kabul görmüş standartlara uygun olmalıdır.
9. Gönderilen yazıların dili açık ve anlaşılır olmalı, dilimizde karşılığı tam olarak olmayan ifadelerin Türkçe karşılığı parantez içinde verilmeli ve gönderilen yazılar yazım düzeni açısından aşağıdaki özellikleri taşımalıdır: –
–
–
Yazılar, A4 boyutundaki beyaz kağıdın bir yüzüne, 1,5 satır aralıklı, 98 ve 2000 sürümleri tercih edilmelidir. Metin tek kopya olarak sunulmalıdır. Ayrıca metin diskete kaydedilmeli, disketin üzerinde kullanılan bilgisayar programı ve sürüm numarası belirtilmelidir. Yazı, Hakem Kurulu'nun bir değişiklik önerisi ile kabul edilmiş ise en son durumu içeren çalışma disketle birlikte teslim edilmeli, önlem olarak dosyanın bir kopyası da yazarda bulunmalıdır.
Satır sonlarında sözcükler kesinlikle hecelerine bölünmemelidir.
Çizimler bilgisayardan çıkarılmadı ise, beyaz aydınger kağıt üzerinde çini mürekkebi ile çizilmelidir. Çizimlerde fotokopi yöntemi kullanılmamalıdır. Fotoğraflar siyah/beyaz, net ve parlak fotoğraf kağıdına basılmış olmalıdır. Renkli fotoğraflar ve fotokopiye çekilmiş fotoğraflar kullanılmamalıdır. Ayrıca her bir şeklin metin içinde gireceği yer açık bir biçimde gösterilmelidir.
Danışma Kurulu Prof.Dr. Gönüİ AKÇAMETE........................................... Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Aliye Mavili AKTAŞ .......................................... Adnan Menderes Ü. Nazilli İ.İ.B.F. Kamu Yönetimi Bl. Öğr. Üyesi Prof.Dr. Emine AKYÜZ ................................................... A.Ü. Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Zehra ARIKAN................................................... Gazi Üniversitesi Tıp. Fak. Psikiyatri Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Çiğdem ARIKAN .............................................. H.Ü. İ.İ.B.F. Sosyal Hizmetler Bölümü Öğretim Üyesi Yrd.Doç.Dr. Metin ARSLAN .......................................... Kırıkkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof Dr. İbrahim ARSLANOĞLU.................................... Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Orhan AYDIN .................................................... H.Ü. Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Aylin GÖRGÜN BARAN .................................. H.Ü. Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Ayla BAYIK TEMEL........................................... Ege Üniversitesi Hemşirelik Y.O. Halk Sağlığı Bl. Başkanı Prof.Dr. Latife BIYIKLI ................................................... A.Ü. Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Kamil Ufuk BİLGİN........................................... TODAİE Öğretim Üyesi Prof.Dr. Işıl BULUT ......................................................... Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç.Dr. Esra BURCU ..................................................... H.Ü. Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Saynur CANAT................................................... A.Ü. Tıp Fakültesi Ergen Psikiyatrisi Bölüm Başkanı Yrd.Doç.Dr. Ayşe CANATAN...........................................Gazi Üni. Fen-Edebiyat Fak. Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Bülent ÇAPLI ..................................................... A.Ü. İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Nilgün ÇELEBİ .................................................. A.Ü. D.T.C.F. Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. İhsan DAĞ.......................................................... H.Ü. Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd.Doç.Dr. Emin Yaşar DEMİRCİ .................................Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Nükhet DEMİRTAŞLI.........................................A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Beylü DİKEÇLİGİL............................................. Erciyes Üniversitesi Fen-Edb. Fak. Sosyoloji Bölümü Doç.Dr. Zait DİRİK............................................................Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. İsmail DOĞAN................................................... A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi. Prof.Dr. Yıldırım B.DOĞAN............................................. A.Ü.Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Veli DUYAN........................................................ H.Ü. İ.İ.B.F. Sosyal Hizmetler Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Yıldız ECEVİT ................................................... O.D.T.Ü. Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Mehmet ECEVİT................................................ O.D.T.Ü. Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Ülker GÜRKAN ..................................................Başkent Üniversitesi Hukuk Fak, Öğr. Üyesi Prof.Dr. Mebeccel GÖNEN ............................................ H.Ü. Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Seniha HASİPEK............................................... A.Ü. Ev Ekonomisi Y.O. Öğretim Üyesi Prof.Dr. Olcay İMAMOĞLU ............................................ O.D.T.Ü. Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Tülin GÜNŞEN İÇLİ.......................................... Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi Dekanı Doç.Dr. Sunay İL ............................................................ H.Ü. İ.İ.B.F. Sosyal Hizmetler Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Zafer İLBARS .................................................... A.Ü. D.T.C.F Sosyal Antropoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Sibel KALAYCIOĞLU........................................ O.D.T.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Başkanı Prof.Dr. Ahmet KARAARSLAN...................................... Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü Prof.Dr. Nuray KARANCI................................................ O.D.T.Ü. Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. Velittîn KALINKARA ......................................... Pamukkale Üniversitesi Denizli Meslek Yüksek Okulu Müdürü Prof.Dr. Kurtuluş KAYALI ............................................... Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Efser KERİMOĞLU............................................ A.Ü.Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Bölüm Başkanı Prof.Dr. Duyan MAĞDEN ............................................... H.Ü. Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Ahmet Yaşar OCAK .......................................... H.Ü. Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Ferhan ODABAŞI............................................... A.Ü. Eğitim Fak. Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Böl. Öğr. Ü. Prof.Dr. İlber ORTAYLI ....................................................Galatasaray Ünv. Hukuk Fak. Öğr. Üyesi Doç.Dr. Aslıhan ÖĞÜN BOYACIOĞLU .........................H.Ü. Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Ferhunde ÖKTEM ............................................. H.Ü. Çocuk Ruh Sağlığı Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Selahattin ÖĞÜLMÜŞ....................................... A.Ü. Eğitim Bilimleri Fak. Psikolojik Dan. ve Rehberlik Bl. Bşk. Yrd.Doç.Dr. Cengiz ÖZBESLER......................................Başkent Üni. Sağlık Bilimleri F. Sosyal Hizm. Bölümü Öğr. Üyesi Prof.Dr. Işık SAYIL............................................................A.Ü. Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Ahsen ŞİRİN.......................................................Ege Ünv. Hemşirelik Y.O. Kadın Sağlığı ve Hast. Hem. A.D. Prof.Dr. Günsel TERZİOĞLU.......................................... H.Ü. Ev Ekonomisi Yüksek Okulu Bölüm Başkanı Prof.Dr. Mahmut TEZCAN............................................... A.Ü. Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Gülay TOKSÖZ ..................................................A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Ergül TUNÇBİLEK............................................. H.Ü. Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Sevda ULUĞTEKİN............................................H.Ü. İ.İ.B.F. Sosyal Hizmetler Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Hamza UYGUN...................................................Niğde Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Serhat ÜNAL.......................................................H.Ü. Tıp Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Ayşe YALIN.........................................................A.Ü. Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Böl. Öğretim Üyesi Prof.Dr. Binnur YEŞİLYAPRAK...................................... A.Ü. EBB. Eğt. Psi. Hiz. A.D. Reh.ve Psi. Danış. Böl. Öğr. Üyesi
İçindekiler Aile Eğitim Programlarına Niçin Gereksinim Duyulmuştur? Aile Eğitim Programları Neden Önemlidir? ..................................................................................................................7 Yrd.Doç.Dr. Fatma Tezel ŞAHİN - Bilm.Uzm. Saide ÖZBEY 0-6 Yaş Grubu Çocuğu Olan Annelerin Ev Kazalarına Yönelik Güvenlik Önlemlerinin Tanılanması .....................................................................................................13 Yrd.Doç.Dr. Dilek ÖZMEN - Yrd.Doç.Dr. Dilek ERGİN Öğr.Gör. Nesrin ŞEN - Arş.Gör. Aynur (Çakmakçı) ÇETİNKAYA Violence and TV shows.........................................................................................................21 Yrd.Doç.Dr. Şinasi ÖZTÜRK Yaşlılarda Beslenme Sağlığını Etkileyen Faktörler: Balıkesir İli Göçmen Konutları Beldesi Örneği..................................................................................................33 Suzan SÖNMEZ - Prof.Dr. Ayla Bayık TEMEL - Arş.Gör. Bilgin Kıray VURAL Çocuk Yoksulluğu.................................................................................................................47 Şebnem AVŞAR KURNAZ Ageing Population, Social Services And Assistance In Turkey.......................................56 Uzman Yusuf YÜKSEL - Uzman Tuncer KOCAMAN Türkiye’de Kadın Sağlığını Etkileyen Sosyo-Ekonomik Faktörler ve Yoksulluk.................65 Prof.Dr. Aliye Mavili AKTAŞ Okullarda Yaşanan Şiddet Önleyici Bir Yaklaşım : Kendini Toparlama Gücü....................73 Öğr.Gör.Dr. Şerife TERZİ Sigara İçen ve İçmeyen Üniversite Öğrencilerinin Sigara İçmeye İlişkin Tutumları...........83 Yrd.Doç.Dr. Hikmet YAZICI Kadının Çalıştığı ve Çalışmadığı Ailelerde Gelirin Kullanım Biçimi......................................91 Arş. Gör. Dr. Ayfer AYDINER BOYLU Prof. Dr. R. Günsel TERZİOĞLU Transformation of Welfare State, New Solidarity and Families in Davos Period..............101 Emre Tevfik ÇAMPINARI
Aile Eğitim Programlarına Niçin Gereksinim Duyulmuştur? Aile Eğitim Programları Neden Önemlidir? Yrd. Doç. Dr. Fatma TEZEL ŞAHİN* Bilm. Uzm. Saide ÖZBEY**
Özet
Erken çocukluk dönemi boyunca çocuk en çok aile ortamı içerisindedir. Ailede alınan eğitim ileriki yıllara temel teşkil etmektedir. Bu açıdan aile, çocuğun eğitiminde hayati rol oynamaktadır. Değişen sosyal ve kültürel şartlarda ailelerin çocuk gelişimi ve eğitimi konusunda aile eğitim programları ile desteklenmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Aile eğitim programları ailelere hem ebeveynlikle ilgili bilgileri hem de çocuk bakım ve eğitimiyle ilgili bilgileri kazandırmaktadır. Aile eğitim programları, ailenin, çocukların okuldaki etkinliklerine de katılmalarını sağlamaktadır. Ailenin çocuklarının eğitimine katılmaları, eğitimin devamlılığını sağlamakta, çocukların kendine güven duygusu, akademik başarısı ve ailesi ile ilişkilerinde olumlu etkileri olmaktadır. Bu nedenle ailelerin ihtiyaçlarına göre farklı aile eğitim programlarının geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması gerekmektedir. Anahtar Kelimeler: Aile eğitimi, aile eğitim programı.
Abstract
Why Has There Been A Requirement for parent education Programmes? Why are parent education programmes important?
The child spends most of his time within the family environment in his early childhood period.The education received in the family forms a basis for the following years. In this respect, the family is of vital importance in the child’s education. With changing social and cultural circumstances there has been a growing need to support families with perent education programmes about child development and Education Parent education programmes offer information to families about not only parenthood but also child care and education. Parent education programmes encourage families to participate in the child’s school activities. The participation of the families contributes to the continuity in education and it also adds a lot to the child’s self confidence, academic success and relations with the family. For this reason, the development and generalization of various parent education programmes according to the needs of families is required. Key Words: Parent education programme.
education,
parent
*Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Okul Öncesi Öğretmenliği Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi. **Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Okul Öncesi Eğitimi Bilim Dalı Doktora Öğrencisi.
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
7
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Giriş
Ebeveynler çocuklarının hayatta sahip oldukları en önemli öğretmenleridir. Çocuğun sosyal, duygusal, zihinsel ve fiziksel yönden gelişimi ilk olarak ailede başlamaktadır. Aile çocuğun okul başarısında ve olumlu davranışlar geliştirmesinde hayati rol oynamaktadır (Chow vd.,2004:4; PTA,2005:1). Çocuğun hayatında bu kadar önemli yere sahip ebeveynlerin ise hem ebeveyn olma becerileri hem de çocuk bakımı ve eğitimi konularında bilgi ve becerilerini geliştirmeleri gerekmektedir. Değişen günümüz şartlarında ebeveynlere verilecek bu eğitimin, artık sistemli bir şekilde yapılması zorunluluğu ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Aile eğitim programları, aile eğitimi için birçok farklı yollar takip etse de özünde aynı amaca hizmet etmektedir. Bu programlar, ailelerin ebeveyn olmadaki sorumluluklarını kazanmalarına yardımcı olmak, aile bağını güçlendirmek, çocuk eğitimi ve gelişimi konusunda aileleri bilgilendirmek, destek olmak (özellikle dezavantajlı çocuklar ve aileleri) ve çocukları okula başlarken öğrenmeye hazır hale getirmek gibi hedeflere sahiptirler. Başlangıçta toplum temelli küçük tanıtım programları olarak başlayan aile eğitimi ve destek programları daha sonra hem içerik hem de sayıca genişlemiş, karmaşıklaşmıştır. Bazı bölgelerde bu programlar geniş bir alana yayılarak o bölgeden finansal destek de almaya başlamıştır (Powel,1990; Gomby,2005:4).
Geliştirilen aile eğitim programlarının, çocuk eğitimi ve bakımı konusunda ebeveyn eğitimine büyük etkisi olduğu görülmüştür. Yapılan araştırmalar aile eğitim ve destek programlarına katılan ailelerde çocuklarda kendilerine güven duygusunu geliştirme, aile ve çocuk arasında olumlu ilişkiler kurma, çocukların okula karşı daha pozitif bakma ve okul başarısı gibi konularda etkili olduğunu ortaya koymuştur (Brown,1989:1; Funkhouser, 1999:2; Park,2003:1; Green,2003:12 ). Aile Eğitim Programlarına Niçin Gereksinim Duyulmuştur?
Aile eğitim programları temelde iki amaca hizmet etmektedir. Birincisi ailenin psikolojik ve 8
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
sosyal açıdan bulunduğu yaşam şartlarına adapte olabilmesine yardımcı olmak; diğeri ise çocukların eğitimlerinde aile ayağını güçlendirmektir (Cochran, 1988:26).
Son yıllarda toplumların değişen doğasında aileler daha zor şartlarda hayatlarını devam ettirmekte ve aileler çeşitli nedenlerle desteğe ve yardıma gereksinim duymaktadırlar. Bu nedenlerin başında geçmişte kolaylıkla ulaşılan informal sosyal destek ve bilgi kaynaklarına ulaşımın güçleşmesi gelmektedir. Çocuk yetiştirmek için tüm ailelerin hem duygusal olarak hem de uygulamada desteğe gereksinimi bulunmaktadır. Aynı zamanda aileler çocukların gelişimleri ve eğitimleri konusunda hem spesifik hem de temel bilgilere, tavsiyelere, geri bildirimlere ve aile içindeki problem durumlarında bilgi alabilecekleri bir kaynağa gereksinim duymaktadırlar. Geçtiğimiz yıllarda aileler genellikle bu bilgileri, informal yolla alabilmekte idiler. Geleneksel olarak aileler, ebeveynlik ve çocuk yetiştirme ile ilgili bilgileri, geniş aile içindeki büyüklerden ve arkadaşlardan, komşular arasındaki diğer yaşlı ailelerden, köylerin yaşlılarından ya da din adamlarından almaktaydı (Hareven,1982;Coleman,1987; akt: Staton;Ooms, ve Owen 1991:4-5).
Günümüzdeki bazı sosyal, ekonomik ve demografik değişiklikler hareketliliğin artması, hem evde hem işte çalışmak zorunda olan aileler, daha fazla tek ebeveynli çocuk yetiştirme ve çekirdek aile gibi nedenler, ailelerde stresi artırmış ve ailelerin aile ve çocuk eğitimi konusunda destek alabilecekleri informal kaynaklara ulaşımı güçleştirmiştir. Hem komşuluk hem de sosyal kademelerde ailelerin ve çocukların birbiriyle işbirliği ve sorumluluk içinde hareket etmesi de azalmıştır. Endüstrileşme ile birlikte gelişen sosyal değişiklikler ebeveynlik ve çocuk sağlığı ve eğitimi konusundaki eğitimi zorunlu hale getirmiştir (Powell,1990:1). Aileler, yaşadıkları toplumun değer yargılarını da dikkate alarak, çocuklarını yetenekli bir yetişkin olarak yetiştirebilmek için, toplumun diğer yetenekli bireylerine yakınlık, diğer bakım alanlarında yeterlilik ve zor yaşam koşullarında ebeveynlikle ilgili motivasyona gereksinim duymaktadırlar. Aile eğitim ve destek programları ailelerin bu gereksinimini karşılamaktadır.
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Aile eğitim programlarına duyulan gereksinimin nedenlerinden birisi de ebeveynlikle ilgili bilgilerin karmaşıklaşarak artmış olmasıdır. Günümüzde ebeveynlik artık içgüdüsel bir meslek olarak görülmemektedir. Aileler ebeveynlikle ilgili gelişmelerden oldukça şaşkın durumdadırlar. Çünkü ebeveynlik, daha önceki yıllarda olduğu gibi nesilden nesile geçerek tekrar edilen, değişime uğramamış bir meslek değildir. Uzmanlık alanlarının genişlemesi, medya kanalı ile bu bilgilerin paylaşılması günümüzde artık yüksek standartlara sahip aile kavramının ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu gün hala birçok aile, çocuklarına yeterince zaman ayıramamakta ve artan bir şekilde okul öncesi eğitim kurumlarına çocuklarını göndermektedirler. Üstelik sosyal değerler o kadar hızlı değişmektedir ki aileler bu değerler karşısında, özellikle ergenlik çağındaki çocuklarını nasıl eğitecekleri ve onlara nasıl davranacakları konusunda karmaşaya düşmektedirler. Bu eğilimlerin sonucunda aileler sık sık suçluluk, yetersizlik ve beceriksizlik duygularına kapılmaktadırlar (Powell,1990:1; Staton, Ooms, ve Owen 1991:4).
Çocuk yetiştirme konusundaki yetersizlik duyguları, ebeveynleri çocuk yetiştirme ile ilgili yeni arayışlara yönlendirmektedir. Ailelerin gereksinimi olan bilgilerin ise bir plan çerçevesinde verilmesi gerekmektedir. Aile eğitim programları, ebeveynlerin çocuk yetiştirmeye yönelik geçmiş bilgileri dikkate alınarak ailelerin gereksinimi olan noktalarda onlara yol göstermektedir. Tüm bunların yanı sıra, anne ve baba adaylarını evlilik öncesi eğitmek, evlat edinmiş ya da edinecek ailelerin anne-babalık rolleri ile ilgili bilgi, beceri ve sorumluklarını geliştirmek de aile eğitim programlarının amaçlarının arasındadır (Tezel Şahin ve Ersoy, 1999:59-60).
Erkek ve kadının toplum içinde değişen rolleri nedeniyle anne ve babalık görevlerini de kesin sınırlarla ayırmak artık mümkün olmamaktadır. Babaların da artık çocukların bakım ve eğitimine aktif olarak katılmaları zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla babalar gerekli donanıma sahip olmasalar da çocukların bakım ve eğitimlerine katılmak durumundadırlar. Söz konusu durum babaların da anneler kadar çocuk bakımı ve eğitiminde bilgi ve
beceri kazanmasını gerektirmektedir (Tezel Şahin,2003: 460). Ayrıca başta düşük sosyoekonomik düzeydeki ailelerde olmak üzere farklı sosyal ve kültürel yapıdaki ailelerde babaların uzun süre ev dışında çalışması ya da yorucu çalışma koşullarına sahip meslek grubunda olmaları, babaların çocukların eğitiminde kendilerini birinci derecede sorumlu hissetmemesine neden olmaktadır. Bu durum babaların çocukları ile iletişimini olumsuz yönde etkileyebilmektedir (Kımmet, 2003:464). Bu nedenle aile eğitim programları sadece annelerin değil; babaların da eğitim almak için başvurabilecekleri kaynaklara duyulan gereksinimi karşılamaktadır. Diğer taraftan sağlık, eğitim, sosyal ve ekonomik yönden devlet kurumlarından destek bekleyen aileler bu sorunlarını çözmek için nereye başvurabilecekleri konusunda belirsizlik yaşayabilmektedirler. Çocuklarının madde kullanımı, yoğun ergenlik sorunları, engelli çocuğa sahip olma vb. durumlarda ailelerin kendilerini yakından takip edebilecek desteğe gereksinimleri bulunmaktadır. Devletin ilgili kurumları söz konusu durumlarda ailelere destek olmakla birlikte yeterli olamayabilmektedir. Aile eğitimi ve destek programları söz konusu durumlarda boşlukları doldurmakta; aileleri ilgili kurumlara yönlendirmekte ve aileleri kendi sorunlarına çözüm bulma sürecinde aktif hale getirmektedir. Aile Eğitim Programları Neden Önemlidir?
Aile eğitim programları, ailelerin ebeveynlik becerilerini ve bilgilerini geliştirme, çocuk gelişimi ve ailelerin yaşadığı sorunlarla pozitif yollarla başa çıkabilme ile ilgili öğrenme deneyimlerini geliştirmeye odaklanmış programlardır. Ailelerin ebeveyn olma becerilerini kazanmaları, aynı zamanda çocukların gelişim ve gereksinimlerine duyarlılığı da beraberinde getirmektedir (Bogenschneider ve Johnson, 2004:20). Aile eğitim ve destek programları öncelikle çocukların okula hazır olmaları konusunda doğrudan ve dolaylı olarak etkiye sahiptir. Zihinsel gelişime yönelik yapılan araştırmalar, çocukların 5 yaşına kadar bilişsel, fiziksel, dil, sosyal ve Nisan-Mayıs-Haziran 2007
9
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
duygusal alanlarda gelişimlerinin üst düzeyde geliştirilebileceğini ortaya koymuştur. Aileler çocukların ilk öğretmenleri olması ve çocuklarla evde oldukça fazla zaman geçirmeleri nedeniyle çocukların gelişiminde önemli bir etkiye sahiptir. Bu nedenle yaşamın ilk yıllarında özellikle ailelere verilecek çok yönlü eğitim önem taşımaktadır (Chow vd.,2004:3). Etkili ebeveynlik, anne-baba olma becerilerini yeterince yerine getirebilmek olduğu kadar, çocuğun içinde bulunduğu çevreyi ve şartları da ayarlayabilmektir. Çocukların tüm gelişim alanlarındaki gereksinimlerine sorumluluk içinde cevap verebilmek, çocukların zihinsel gelişimini olumlu yönde etkileyebilmektedir. Ebeveynin çocukların gelişim ve gereksinimlerine duyarsız davranmaları da zihinsel açıdan risk faktörü oluşturabilmektedir (Chow vd.,2004:3). Söz konusu duyarsızlık özellikle sosyal ve ekonomik yönden güçlük yaşayan ailelerde daha çok görülmektedir. Son yıllarda yapılan araştırmalarda sosyo-ekonomik düzeyi düşük olan ailelerin çocukların okuldaki eğitimlerine katılım oranlarının sosyo-ekonomik düzeyi yüksek olan ailelere göre daha az olduğunu ortaya koymuştur (Lewis,1992:4; Funkhouser, 1999:5). Ayrıca risk grubundaki aileler, kendine güvensizlik, çocuk bakımı ve eğitiminde yetersizlik, geçmişte okulla ilgili yaşanmış olumsuz deneyimler nedeniyle çocuklarının okuldaki eğitimlerine katılmama eğilimi göstermektedirler (Liontos,1991:2). Aileler çocuklarının okuldaki eğitimlerine katılmadıklarında çocuklar için ciddi olumsuzluklara neden olabilmektedir. Bu olumsuzlukların azaltılmasında aile eğitim programları önemli rol oynamaktadır. Programlar, ailelerin çocuklarının okuldaki eğitimine katılmalarının önemi üzerinde durarak, çocukların eğitiminde ebeveynin bir rolü olabileceği ve ailelerin okulla etkili bir iletişim içine girdiklerinde çocuğun okuldaki başarısının daha da artabileceği konusunda aileleri bilinçlendirmek açısından önem taşımaktadır (Ömeroğlu, Yazıcı ve Dere,2003:440).
Aile eğitim programları, çocukların okulda ne yaptığı, eğitim ve öğretimin nasıl gerçekleştiği ve bu süreçte ailelerin kendilerine düşen rollerin ne olduğu ile ilgili bilinci kazanmalarına yardımcı olmaktadır. Çocuğun eğitim süreci, sosyal ve 10
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
akademik anlamda bir dizi kararlar almayı ve uygulamayı içermektedir. Ebeveynlerin çocuğun okuluna karşı ilgisizliği, çocuğun akran ilişkilerine olumsuz yönde yansıyarak sosyal açıdan; akademik başarısı üzerine yansıyarak da çocuğu gelecekte edineceği meslek açısından olumsuz yönlendirebilmektedir. (Bogenschneider ve Johnson, 2004:20). Ayrıca aile eğitim programları çerçevesinde evde çocukla iletişimde bulunan, büyük kardeş, büyükanne vb. bireylerin de okuldaki eğitime katılmaları çocukların sağlıklı gelişim göstermelerinde önemli görülmektedir (Fagan ve Palm,2004;8,12).
Aile eğitimi ve destek programlarında, sosyoekonomik düzeyi düşük ailelere, madde bağımlısı ailelere, evlilik dışı çocuk sahibi olmuş ebeveynlere ve küçük yaşta ebeveyn olmuş ailelere ulaşmak da hedeflenmektedir. Bu aileler bazen madde kullanımı, şiddet vb. özellikler geliştirerek çevreye zararlı olmaya başlayabilmektedirler. Diğer taraftan bu ailelerin çocukları okullarda risk grubundaki çocuklar olarak değerlendirilmektedir. Gereksinim duyduğu konularda sağlıkla ilgili profesyonellerden, sosyal hizmet uzmanlarından, eğitimcilerden yardım alan ve arayan aileler ise oldukça azdır (Staton;Ooms, ve Owen 1991:4; Klauke,1989:2). Söz konusu durum büyük kentlere göç etmiş ve bulunduğu yaşam şartlarına uyum sağlamaya çalışırken birçok farklı sosyal ve duygusal sorunlar yaşayan aileler için de geçerli olabilmektedir. Aile eğitim ve destek programları risk grubundaki bu ailelerin ekonomik zorluklarla başa çıkma, aile içi ilişkileri güçlendirme, çevresel baskılara ve tehlikelere karşı güçlendirme boyutunda ailelere önemli katkı sağlamaktadır (Kımmet,2003:467). Diğer taraftan çocuk istismarı ve ihmalinin merkezinde, ailelerin karşılanmamış gereksinimleri ve çözülmemiş problemleri bulunmaktadır. Ayrıca bu konuda ebeveyn olma becerilerinin eksikliği de rol oynamaktadır. İyi anne-baba olma öğrenilebilmektedir. Aile eğitimi programları annebabaların bu becerileri geliştirmelerine yardımcı olmaktadır. Bu eğitim çocukların güvenli ve duygusal yönden sağlıklı bireyler olarak yetiştirilmesi konusunda ailelerin kapasitesini de arttırmaktadır (Chow vd.,2004:3).
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Aile eğitimi ve destek programları; öncelikle ailelere kendi toplumlarında sosyal destek ve bilgi ağı sunmaktadır. Programlar, aileleri çocuk gelişimi ile ilgili bilgilendirmekte, ailelerin gereksinimlerini belirleyerek, aile fonksiyonlarını yerine getirebilmeleri ve çocuklarının da uzun dönemde sosyalduygusal yönden sağlıklı bir gelişim göstermeleri ve gelecekteki okul başarıları için ailelerin çocuklarına gerekli desteği sağlayabilecek bilgi ve beceriyi kazandırma açısından önem taşımaktadır. Aile eğitimi ve destek programlarında, ailelerle çocukların bilişsel, sosyal, duygusal ve dil gelişimlerini desteklemek için gerekli olan bilgilerin paylaşılması söz konusudur. Ailelere çocuklarının da gelişimlerini destekleyecek programlara birlikte katılmalarına fırsat verme ve ailelerin okuma-yazma, dil ve matematik becerilerini destekleme açısından da önemli bir boşluğu doldurmaktadır (Staton;Ooms, ve Owen 1991:7-8). Sonuç ve Öneriler
Yaşamın ilk yılları bilişsel ve sosyal gelişim açısından kritik bir dönemdir. Bu kritik dönemde aile kurumu çocuğun yaşamında önemli bir etkiye sahiptir. Ailelerin özgüven duyguları, çocuk gelişimi ve eğitimi ile ilgili bilgileri ve yetenekleri çocuklarının sağlıklı gelişim göstermeleri üzerinde önemli etkiye sahiptir. Aileler, özellikle doğum, ailede ya da çocukta oluşan ciddi sağlık sorunları, tek başına çocuk ( parçalanmış aile ya da evlilik dışı çocuk sahibi olma vb.) büyütmek zorunda kalma ve çocuk gelişimindeki bazı kritik dönemlerde ( okul öncesi, ergenlik vb.) çocuk gelişimi ve eğitimi konusunda desteğe gereksinim duymaktadırlar. Yaşadığımız yüzyıldaki hızlı değişiklikler toplumun her alanında köklü değişikliklerle kendisini hissettirmektedir. Ancak temelde değişmeyen tek şey, ailenin çocuğun hayatının merkezinde olduğu ve olumlu ya da olumsuz çocuğun hayatına yön verdiği gerçeğidir. Bu nedenle aile eğitim programlarının gerekliliği artık tartışılmamakta; farklı aile eğitim programları geliştirme ve yaygınlaştırma çalışmaları yapılmaktadır. Bu bağlamda dikkate alınması gereken noktaları şöyle açıklayabilmek mümkündür:
•Aile eğitimi, evlilik kurumu gerçekleştikten sonraki zaman dilimine bırakılmamalıdır. Küçük yaşlardan itibaren ailenin önemi üzerinde durularak, özellikle sorumluluk sahibi bireyler yetiştirmede her eğitim kademesinde ilgili konuları içeren dersler okutulmalıdır.
•Bilimsel bilgilere dayalı aile eğitimi (her konuda; çocuk yetiştirme, ebeveyn olma, eş olma vb.), özellikle küçük yaşlardan itibaren hem ailede hem de formal eğitimde verilmelidir. Ayrıca, doğru bilgiyi doğru zamanda alabilmek önem taşımaktadır: •Evlilik kurumu ile hayatlarını birleştirmiş her birey anne-baba adayıdır. Ancak kurulan evlilik yeterince oturmadan çocuk sahibi olmamaları gerektiği bilinci eşlere verilmelidir.
•Eşler çocuk sahibi olmadan önce ebeveynlik kurslarına katılmalıdırlar. Gerekirse bu kurslar kadın doğum doktorları tarafından da, bebeğin hamilelikteki takibi süresince tavsiye edilebilir.
•Her yaş döneminin eğitimi spesifik bazı özellikler taşımaktadır. Bu nedenle ebeveynler, çocuklarının her yaş dönemine uygun eğitim programlarına katılmalıdırlar.
•Aile eğitim programlarına ailelerin katılımını sağlamada okulların rehberlik servislerine büyük görevler düşmektedir. Okul rehberlik servisleri, sorunlu öğrencilerin gönderildiği ve başvuran öğrencilerin etiketlendiği yerler olmaktan çıkarılarak daha işlevsel hale getirilmelidir. Okullarda her eğitim kademesinde (okulöncesi, ilk, orta, üniversite, çıraklık eğitimi vb.), okul bünyesindeki öğrencilerin ailelerinin gereksinimlerine uygun içeriğe sahip aile eğitimi programları, rehberlik servisleri tarafından düzenli olarak planlanmalıdır. Bu programlara katılan ailelerin sayısını arttırmak için gerekli alt yapı oluşturulmalıdır. •Aile eğitim programları okullar dışında da ailelerin rahatlıkla ulaşabileceği aile yaşam merkezleri, halk eğitim merkezleri gibi toplum merkezlerinde de düzenlenmelidir. Bu merkezlerde düzenlenecek programların yerel yönetimlerce desteklenmesiyle daha geniş kitlelere ulaşabilmek mümkün olacaktır.
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
11
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
•Ebeveynlerin çalışma koşulları dikkate alınarak, iş yerlerinde aile eğitim programları kurum yönetimi tarafından planlanmalıdır. Bu programlarda özellikle meslek gruplarının özelliği ve çalışma koşulları da dikkate alınarak teorik bilginin yanı sıra uygulamalı örnekler içeren çalışmalara da yer verilmesinin yararlı olacağı düşünülmektedir. •Kitle iletişim araçlarının aile kurumu üzerindeki etkisi de göz ardı edilmemelidir. Özellikle radyo ve televizyon gibi her dakika ailelerin yaşamında olan iletişim organlarında aileleri her konuda bilinçlendirecek programlar hazırlanarak uygun zaman dilimlerinde yayınlanmalıdır. Kaynaklar
Bogenschneider, K. veJohnson,C. (2004).Family İnvolvement in Education: How Important Is It? What Can Legislators Do? Wiconsin Family Impact Seminear Briefing Report No.20,54pages.Universty of Wisconsin Center for Excellence in Family Studies. Brown, P.C.(1989). Involvıng Parents in the Education of Their Children. Eric Digest
Chow,V. vd.(2004).Parenting and Family Support. UCLA Center Families and Communities. www.healtychild. ucla.edu
Cochran M. (1988). Parentel Empowerment in Family Matters:Lesson Learned from a research Program. Parent Education as Early Childhood Intervention: Emerging Directions in Theory, Research and Practice. (Ed: Douglas R. Powell). Published Praeger /Greenwood Powell, Douglas R. (1990). Parent Education and Support Programs. ED320661
Fagan, J. ve Palm, G.(2004).Fathers and Early Childhood Programs. Thomson, Delmar Learning.
Funkhouser, J.E. (1999). Family Involvement in Childrens Education: Successful Local Approaches: An Idea Book.DIANE Publishing
12
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Green,S. (2003). Reaching Out to Fathers :An Examination of Staff Efforts That Lead to Greater Father Involvement in Early Childhood Programs. Early Childhood Research&Practice. Fall.Vol:5. No:2 Gomby, D.S.(2005).Home Visitation ın 2005:Outcomes for Children and Parents.http://www.ced.org/docs/ report/report_ivk_gomby_2005.pdf
Kagan, S.L.(1995).The Changing Face of Parenting Education. ED3824406. Kımmet, E. (2003).Baba Destek Programı. Gelişim ve Eğitimde Yeni Yaklaşımlar. Morpa Kültür Yayınları. İstanbul Klauke, A.(1989). Coping with Changing Demographics ED315865
Lewis, A. (1992).Helping Young Urban Parents Educate Themselves and Their Children. ERIC/CUE Digest, Number 85. ED355314
Liontos, L. B. (1991). Involving At-Risk Families in Their Children’s Education.ERICDigestED326925
Ömeroğlu, E., Yazıcı, Z. Ve Dere, H. (2003).Okul Öncesi Eğitimi Kurumlarında Ebeveynin Eğitime Katılımı. Erken Çocuklukta Gelişim ve Eğitimde Yeni Yaklaşımlar (Yayıma Hazırlayan: Müzeyyen Sevinç).Morpa Kültür Yayınları. İstanbul.
Park, J.(2003). A Family Perspective on Home Visiting Programs http://www.uwex.edu/ces/familyimpact/ reports/fia6.pdf
PTA. (2005). Father İnvolment-Encouraning Dads to be Involvend. http:// www.capta.org
Staton, J. ,Ooms, T.Owen, T.(1991).Family Resource,Support and Parent Education Programs:The Power of a Preventive Approach.Politic Institu for Family Impact Seminars, Washington,DC.1-19. Tezel Şahin, F. (2003). Çocuğun Gelişimi ve Eğitiminde Babanın Rolü. Erken Çocuklukta Gelişim ve Eğitimde Yeni Yaklaşımlar. (Yayıma Hazırlayan: Müzeyyen Sevinç). Morpa Kültür Yayınları. İstanbul.
Tezel Şahin, F. ve Ersoy, Ö. (1999). 0–6 Yaş Döneminde Anne-Baba Eğitiminin Önemi. Mesleki Eğitimi Dergisi. Sayı: 1
0-6 Yaş Grubu Çocuğu Olan Annelerin Ev Kazalarına Yönelik Güvenlik Önlemlerinin Tanılanması* Yrd. Doç. Dr. Dilek ÖZMEN* Yrd. Doç. Dr. Dilek ERGİN** Öğr. Gör. Nesrin ŞEN** Arş. Gör. Aynur (ÇAKMAKÇI) ÇETİNKAYA*
Özet
Araştırma, 0-6 yaş grubu çocuğu olan annelerin ev kazalarına yönelik aldıkları güvenlik önlemlerini belirlemek amacıyla planlanmış, tanımlayıcı tipte bir çalışmadır. Çalışma Manisa’da bulunan 7 No’lu Sağlık Ocağına her hangi bir nedenle başvuran, 0-6 yaş grubu çocuğu olan ve çalışmaya katılmayı kabul eden 200 çocuğun annesi ile yürütülmüştür. Verilerin toplanmasında 20 soruluk sosyo-demografik bilgi formu ve “0-6 Yaş Grubu Çocuğu Olan Annelerin Ev Kazalarına Yönelik Güvenlik Önlemlerini Tanılama Ölçeği” kullanılmıştır. Araştırmada çocukların % 15.5’inin her hangi bir ev kazası geçirdiği, ev kazası geçiren çocukların %62.2’sinin erkek olduğu ve en sık geçirilen ev kazasının %48.3 ile düşmeler olduğu saptanmıştır. Annelerin ölçekten aldıkları puan ortalaması 76.92+12.45’dir. Yapılan analizlerde; annenin yaşının 27’den büyük, ailedeki çocuk sayısının 3 ve üzerinde, çocuğun 17 aydan büyük olması ve çocuğun ev kazası geçirmiş olması durumunda annelerin ölçek puan ortalaması daha yüksek bulunmuştur (p<0.05). Sonuç olarak; annelerin ev kazalarını önlemeye yönelik alınacak güvenlik önlemleri konusunda yetersiz oldukları saptanmıştır. Konu ile ilgili kapsamlı eğitim programlarının geliştirilmesine ve uygulanmasına gereksinim bulunduğu düşünülmektedir. Anahtar Kelimeler: Ev kazaları, çocuklar, anneler, güvenlik önlemleri.
Abstract
To Identify Safety Measures Of Mothers of Children Aged Between 0 and 6 Years Against Home Accidents
The purpose of this study was to identify safety measures of mothers of children aged between 0 an 6 years against home accidents. This descriptive study was conducted among 200 mothers of children aged between 0 an 6 years who attended to 7th Primary Healthcare Unit in Manisa. Data were obtained by applying a 20 item scio demographic questionnaire and “Scale for Mother’s Identification of Safety Measures Against Home Accidents for Children of 0-6 Years Age Group”. In this study it has seen that 15.5 % of children suffered at least one accident at home, 62.2 % of children were boys and 48.3 % of the home accidents were falls. The mean score of the scale of the mothers’ was 76.92+12.45. In data analysis it has found that the mean score of scale of mother’s is higher (p<0.05) if mothers’ age is over than 27 years, the number of child is 3 or more than 3 in family, child’s age is over than 17 months and child had previous home accident. As a conclusion it has determined that mothers are insufficient about to prevent safety measure against home accidents. There is a need to develope and apply comprehensive education programs. Key Words: Home accidents, children, mothers, safety measures.
*Celal Bayar Üniversitesi Manisa Sağlık Yüksekokulu Halk Sağlığı Hemşireliği Anabilim Dalı. ** Celal Bayar Üniversitesi Manisa Sağlık Yüksekokulu Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği Anabilim Dalı.
* “III. Temel Sağlık Hizmetleri Sempozyumu, Mayıs 2005, Manisa (Poster Bildiri olarak sunulmuştur).”
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
13
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Giriş
Bir konutun içinde ya da ona ait çevrede meydana gelen kazalara ev kazaları denir. Ev kazaları yaralanma, sakatlanma ve ölüme yol açabileceği için önemli bir halk sağlığı sorunu olarak ele alınmaktadır. Ev kazalarında çocuklar, yaşlılar ve fizik, mental veya sosyal özürlüler en önemli üç risk grubunu oluşturur (Bertan ve Güler 1995, Dirican ve Bilgel 1993). Çocuklar, tehlikelerin bilincinde olmamaları, çevresel risklere duyarlı ve açık olmaları, bulma ve öğrenme konularında meraklı olmaları gibi nedenlerle ev kazaları açısından yüksek riske sahiptirler (Bertan ve Güler 1995). Özellikle okul öncesi dönemde evde olan çocuklar ev kazaları ile daha çok karşı karşıya kalmaktadır. Amerika’da yapılan bir çalışmada tüm çocukluk çağı kazalarının üçte ikisinin, beş yaş ve altındaki çocukların karşılaştığı kazaların ise %91’inin evde olduğu saptanmıştır (Ulukol 2004). Türkiye’de ev kazalarına ilişkin kesin bir sayı olmamakla birlikte, yapılan araştırmalara göre; tüm kazaların %18-25’ini ev kazalarının oluşturduğu belirlenmiştir (Altundağ ve Öztürk 2004). Ülkemizdeki Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) nün 2001 yılı kayıtlarına göre de; 1-4 yaş grubu çocuk ölüm nedenleri arasında kazalar 4. sırada yer almaktadır. Sağlık Bakanlığı’nın yaptığı bir araştırmaya göre de son 5 yılda 120 bin çocuk ev kazası sonucu hastaneye getirilmiş ve bunların 2 bini hayatını kaybetmiştir (Özcebe 2005).
Ev kazalarının tipleri ve sıklıkları çocukların yaşlarına göre farklılık göstermektedir. Beş yaş altı çocuklarda en fazla yaralanmaya neden olan ev kazaları sırasıyla düşmeler, yanıklar, zehirlenmelerdir (Ulukol 2004, Dirican ve Bilgel 1993). Kazaların tipi ne olursa olsun; yapılan çalışmalarda, ev kazalarının bazen çevredeki olumsuz durumlardan, bazen de hatalı davranışlardan fakat genellikle bu iki durumun birleşmesinden ileri geldiğini bildirilmektedir (Çınar ve Görak 2003).
Çocuklar kendilerini kazalardan koruyamadıklarından, kazalar açısından emniyetli ortamlarda yaşamaları, koruyucu önlemlerin alınması ve yaşam alanlarının güvenliğinin denetlenmesi erişkinlerin 14
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
sorumluluğudur (Ulukol ve ark. 2005). Bu sorumluluk da çoğu zaman çocukla daha çok birlikte olan annenin sorumluğudur.
Amaç Bu çalışma, 0-6 yaş grubu çocuğu olan annelerin, ev kazalarına yönelik aldıkları güvenlik önlemlerini belirlemek amacıyla planlanmış, tanımlayıcı bir çalışmadır Yöntem
Çalışma, Manisa İl Sağlık Müdürlüğü’ne bağlı 7 No’lu Sağlık Ocağı’na her hangi bir nedenle başvuran, 0-6 yaş grubu çocuğu olan ve çalışmaya katılmayı kabul eden 200 çocuğun annesi ile yürütülmüştür. Araştırmanın verileri, 15 Kasım 2003 - 30 Mart 2004 tarihleri arasında toplanmıştır. Araştırmaya başlamadan önce Manisa İl Sağlık Müdürlüğü’nden yazılı izin alınmıştır. Annelere de veri toplama işlemine başlamadan önce çalışma hakkında bilgi verilmiş ve sözlü onamları alınmıştır. Veri Toplama Aracı
Çalışmada veri toplama aracı olarak; sosyo–demografik bilgi formu ve “0-6 Yaş Grubu Çocuğu Olan Annelerin Ev Kazalarına Yönelik Güvenlik Önlemlerini Tanılama Ölçeği” kullanılmıştır. Araştırmacılar tarafından bu araştırma için oluşturulan sosyo-demografik bilgi formu 20 sorudan oluşmaktadır. “0-6 Yaş Grubu Çocuğu Olan Annelerin Ev Kazalarına Yönelik Güvenlik Önlemlerini Tanılama Ölçeği” ise 34 olumlu, 6 olumsuz ifade içeren 40 maddeli (örnek madde 1: Banyo ve tuvalet zeminini kuru tutmaya özen gösteririm, örnek madde 2: Mobilya seçerken keskin kenarlı ve sivri köşeli olmamasına dikkat ederim gibi) beşli Likert tipi (1. Her zaman, 2. Çoğu zaman, 3. Bazen, 4. Nadiren, 5. Hiçbir zaman şeklinde) bir ölçektir. Her bir maddeye 1 ve 5 arasında puanlar verilmiştir. Olumsuz ifade içeren maddeler 6, 9, 23, 26, 30, 40’ıncı maddelerdir. Negatif ifade içeren maddelerin puanları tersine çevrilerek kullanılmaktadır. Ölçeğin Türkiye geçerlilik-güvenirlik çalışması Çınar (2003) tarafından yapılmış ve Cronbach Alfa katsayısı 0.82 olarak bildirilmiştir. Ölçekten alınabilecek en düşük puan 40, en yüksek puan 200’dür. En yüksek puan annelerin çocuğunu ev kazalarından korumaya
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
yönelik önlemleri en üst düzeyde aldığını gösterir (Çınar ve Görak 2003). Ölçeğin bu çalışmadaki Cronbach Alfa katsayısı 0.75 olarak bulunmuştur.
Çalışmada, araştırma kapsamına alınan çocukların % 63.0’ı 1 yaşın altında olduğu için, çocukların yaşları “ay” olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca annelerin ev kazalarını bilme durumları sorgu-
lanırken, en az bir ev kazasını sayabilen anne, “ev kazalarını biliyor” olarak değerlendirilmiştir.
Verilerin analizinde SPSS 10.0 for Windows istatistik programı kullanılmıştır. İstatistiksel değerlendirmede; sayı-yüzde dağılımları, pearson korelasyon testi, student t testi ve Mann Whitney U testi yapılmıştır.
Tablo 1. Annelerin Demografik Özelliklerine Göre Dağılımı
*Aritmetik ortalama ± Standart sapma
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
15
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Bulgular ve Tartışma
Tablo 1’de görüldüğü gibi, araştırmaya katılan annelerin % 54.0’ ı 24-30 yaş arasında, %56.5’i ilkokul mezunu ve %89.0’ı ev hanımıdır. Ailelerin %87.0’ı çekirdek aile yapısına sahipken, % 52.0’ının tek çocuğu bulunmaktadır. Araştırmaya katılan annelerin % 85.0’inin ailesinin orta ekonomik düzeyde olduğu ve % 57.0’sinin sosyal güvencesinin SSK olduğu saptanmıştır.
Araştırmaya katılan annelerin çocuklarının % 63.0’ı 2-12 aylık grupta yer almaktadır. Annelerin %15.5’i çocuklarının ev kazası geçirdiğini belirtmiştir (Tablo 2). Turan ve Ceylan (2005) tarafından yapılan çalışmada, çocukların % 19.3’ünün son bir ayda, % 16.5’inin son bir yıl içinde ev kazası geçirdiği bildirilmiştir. Coniglio ve ark. (2005)’ nın da yaptıkları çalışmada çocukların %17.2’sinin son 6 ay içinde bir kaza geçirdiğini saptamışlardır. Üç çalışmanın sonuçları da benzerlik göstermektedir.
Tablo 2. Çocukların Bazı Özelliklerine Göre Dağılımı
* Aritmetik ortalama+ Standart sapma **Ev kazası geçiren çocukların sayısı (n=31) üzerinden hesaplanmıştır. 16
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Yapılan çalışmalarda ev kazası görülme sıklığının yaşın azalması ile orantılı olarak arttığı bildirilmektedir. Bu araştırmada da ev kazası geçiren çocukların büyük çoğunluğu (%51.7) 3-12 aylık dönemde iken ev kazası geçirmişlerdir. Çocukların yaşları küçüldükçe kaza görülme sıklığının arttığı Tablo 2’de görülmektedir. Altundağ ve Öztürk (2004), Balıbey (2001), Horwitz ve ark. (1988), Rodriguez ve Brown (1990), Aşırdizer ve ark (2005)’ nın yaptıkları çalışmalarda da çocukların yaşları küçüldükçe ev kazası görülme sıklığının arttığı bildirilmiştir. Küçük yaş grubundaki çocukların evde daha çok zaman geçirmelerinin, çevreye karşı ilgilerinin fazla olmasının ve el becerilerinin yeterince gelişmemiş olmasının ev kazalarını arttırabileceği düşünülmektedir.
Araştırmada çocukların geçirdikleri ev kazalarının %48.3’ünü düşmelerin oluşturduğu saptanmıştır. İkinci sırada ise yanmalar bulunmaktadır (Tablo 2). Del Ciampo ve ark (2001) tarafından yapılan çalışmada en sık geçirilen ev kazası %46.9 ile düşmeler olarak bildirilmiştir. Usubütün ve ark
(2005)’nın 0-5 yaş arası çocuklarla yaptıkları çalışmada da, çocukların en çok geçirdikleri ev kazaları düşmeler (%68.5) ve sıcak suyla yanmalardır (%15.7). Yanmalar özellikle de sıcak sıvılarla yanmalar bebeklik yaş grubunda en sık karşılaşılan kaza tipidir. Ulukol (2004)’un da belirttiği gibi bebeklerin hareketliliği ve beklenmedik zamanlarda eşyalara uzanma, ellerindeki eşyaları sallama, örtüleri çekme, dikkatsizlik gibi hareketler sıcak sıvılarla kolayca yanabilmelerine neden olmaktadır.
Tablo 2’de araştırmada ev kazası geçiren çocukların %61.2’si erkektir. Altundağ ve Öztürk’ün (2004) yapmış oldukları çalışmada da ev kazası geçirdikten sonra hastaneye getirilen çocukların % 60’ı erkektir. Anarat ve ark (1993), Kramer (1996), Balıbey (2001), Galleger ve ark (1995), Horwitz ve ark (1988), Aşırdizer ve ark (2005)’in yapmış oldukları çalışmalarda da, erkek çocukların kız çocuklarından daha fazla ev kazası geçirdiği saptanmıştır. Bu duruma, erkek çocuklarının genellikle kız çocuklarından daha hareketli olmasının neden olabileceği düşünülmektedir.
Tablo 3. Ev Kazaları İle İlgili Durumların Dağılımı
* Ev kazalarını bilen annelerin sayısı (n=170) üzerinden hesaplanmıştır.
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
17
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Tablo 3’ de görüldüğü gibi araştırmaya katılan annelerin % 85.0’ı ev kazalarının neler olduğunu bildiklerini ifade etmişler ve bildikleri ev kazaları içinde en yüksek oranda (% 56.5) sobadan yanmayı söylemişlerdir. Ev kazalarının neler olduğunu bildiğini söyleyen annelerin bildikleri ev kazası sayısı ortalaması 2.50 ± 1.17’dir. Çocukları ev kazası geçiren anneler, çocukları ev kazası geçirmeyen annelere göre daha fazla ev kazası bilmelerine rağmen, aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildir (p>0.05). Sonuçta, annelerin yaşadıkları deneyimlerin etkili olduğu düşünülmektedir. Çalışmada annelerin çocuklarını ev kazalarından korumaya yönelik uygulamalarını belirlemek amacıyla, “0-6 Yaş Grubu Çocuğu Olan Annelerin Ev Kazalarına Yönelik Güvenlik Önlemlerini Tanılama Ölçeği” kullanılmıştır. Araştırmaya katılan annelerin ölçekten aldıkları puan ortalaması 76.92±12.45’tir (Tablo 4). Altundağ ve Öztürk (2005) tarafından yapılmış bir çalışmada 1-3 yaş grubu çocuğu olan annelerin “0-6 Yaş Grubu Çocuğu Olan Annelerin Ev Kazalarına Yöne-
lik Güvenlik Önlemlerini Tanılama Ölçeği”nden aldıkları puan ortalaması 158.98±14.48’dir. Koştu (2005) tarafından yapılmış çalışmada da, aynı ölçekten 0-6 yaş grubu çocuğu olan anneler ortalama 162.13±22.39 puan almışlardır. Bu çalışmada ölçekten alınan puan ortalaması, diğer iki çalışmadaki puan ortalamasına göre oldukça düşüktür. Kullanılan ölçekten alınabilecek en yüksek puan 200 olduğuna göre, bu araştırmaya katılan annelerin ölçekten aldıkları puanlar ev kazalarına yönelik güvenlik önlemlerini almada “yetersiz” olduklarını göstermektedir. Bu nedenle annelere ev kazaları ve ev kazalarına yönelik alınması gereken güvenlik önlemleri konusunda eğitimler verilmesinin uygun olacağı düşünülmektedir. Araştırmada kullanılan ölçeğin maddelerinden annelerin en çok ve en az uyguladıkları güvenlik önlemleri değerlendirilmiştir. Bunun sonucunda annelerin, en yüksek yüzdeyi (%96.0) “Zehirli maddeleri (fare zehri, deterjan, boya, çamaşır suyu, gaz, benzin vb.) çocuğumun, kolayca ulaşabileceği yerlerde bırakmam” sorusundan alırken, en düşük yüzdeyi
Tablo 4. Annelerin Tanıtıcı Özellikleri ile Annelerin “0-6 Yaş Gurubu Çocuğu Olan Annelerin Ev Kazalarına Yönelik Güvenlik Önlemlerini Tanılama Ölçeği”nden Aldıkları Puan Ortalamalarının Karşılaştırılması
* Pearson korelasyon testi; r=0.192 p=0.008 ** Student t testi p değeri *** Mann Whitney U testi p değeri ****Ölçek puanı tam olan anneler (n=189) üzerinden hesaplanmıştır.
18
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
(%29.0) “Çocuğumun emzik veya nazar boncuğunu çengelli iğne ile üzerindeki giysilere takarım” sorusundan aldıkları görülmüştür. En yüksek yüzdeye sahip güvenlik önleminde, televizyon, radyo ve gazetelerde yer alan haberlerin ve eğitimlerin etkili olduğu düşünülürken, en düşük yüzdeye sahip güvenlik önleminde ise inançların etkili olduğu söylenebilir. Annelerin özellikle bilgi ve davranışları konusunda eksik oldukları konulara, eğitimler sırasında ağırlık verilmesinin uygun olacağı düşünülmektedir.
kaynaklanabileceği düşünülürken; çalışmaların sonuçları arasındaki farklılıkları değişik şekilde yorumlamanın mümkün olduğu da düşünülmektedir. Ölçekten yüksek puan alan annelerin kazalara yönelik olarak daha fazla önlem aldıkları ve bunun sonucunda kazaları önleyebildikleri söylenebileceği gibi, çocukları kaza geçiren annelerin bu kazalar sonucundaki deneyimleri nedeniyle ölçekten daha yüksek puan aldıklarını da söylemek mümkündür.
Güvenlik Önlemlerini Tanılama Ölçeği”nden aldıkları puan ortalamaları karşılaştırıldığında; annenin yaşının 27 yaş üzerinde olması ve ailedeki çocuk sayısının 3 ve daha fazla olması durumunda annelerin ölçekten daha yüksek puan aldıkları ve sonuçların da istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır (Tablo 4). Bu çalışma bulgusunda 27 yaş üzerinde olan ve 3 ve daha fazla sayıda çocuğa sahip olan annelerin kullanılan ölçekten aldıkları puan ortalamalarının yüksek olmasının nedeni; annelerin ilerleyen yaşla birlikte artan çocuk sayısıyla ilişkili deneyimlerinin artmasıyla açıklanabilir. Hijar-Medina ve ark (1995) tarafından yapılmış çalışmada 24 yaş altı annelerin çocuklarında
çocuğu olan annelerin araştırmada kullanılan ölçekten aldıkları puan ortalamalarının yüksek olmasında, çocukların büyümesiyle annelerin ev kazaları ve alınacak önlemler konusunda yazılı ve görsel basından daha çok şey öğrenmeleri, ayrıca çocukların 1-1,5 yaşından sonra hareketlenmeye başlamasıyla birlikte annelerin konuya daha fazla ilgi göstermelerinin etkili olabileceği düşünülmektedir. Thein, Lee ve Bun (2005) tarafından yapılmış çalışmada da ev kazalarını önlemede, medyanın önemli rolü olduğunu saptanmıştır.
Annelerin tanıtıcı özellikleri ile “0-6 Yaş Grubu Çocuğu Olan Annelerin Ev Kazalarına Yönelik
yaralanma riski, yaşı 24’ten büyük annelere göre anlamlı düzeyde yüksek bulunurken; Koştu (2005) tarafından yapılan çalışmada ise, annelerin yaşı ve çocuk sayısı arttıkça, ölçekten aldıkları puan ortalamasının düştüğü saptanmıştır.
Tablo 4’te görüldüğü gibi, çocuğu ev kazası geçirmiş olan annelerin ölçekten daha yüksek puan aldıkları ve sonucun da istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır. Turan ve Ceylan (2005) yaptıkları çalışmada çocukları son bir yılda kaza geçirmeyen annelerin ölçekten daha yüksek puan aldığını ve sonuçların istatistiksel olarak anlamlı olduğunu saptamışlardır (p<0.05). Bu iki çalışma arasındaki farklılığın çalışma gruplarından
Araştırmada, çocuğu 17 aydan büyük olan annelerin ölçekten daha yüksek puan aldıkları ve sonucun istatistiksel olarak ta anlamlı olduğu saptanmıştır (Tablo 4). Bu bulgudaki, 17 aydan büyük
Annelerin diğer tanıtıcı özellikleri ile “0-6 Yaş Çocuklarda Annelerin Ev Kazalarına Yönelik Güvenlik Önlemlerini Tanılama Ölçeği”nden aldıkları puan ortalamaları karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı sonuçlar saptanmamıştır.
Sonuç ve Öneriler Annelerin ölçekten aldıkları puan ortalaması 76.92+12.45’dir. Yapılan analizlerde; annenin yaşının 27’den büyük, ailedeki çocuk sayısının 3 ve üzerinde, çocuğun 17 aydan büyük olması ve çocuğun ev kazası geçirmiş olması durumunda annelerin ölçek puan ortalaması daha yüksek bulunmuştur. Elde edilen sonuçlar; araştırmaya katılan annelerin ev kazalarını önlemeye yönelik alınacak güvenlik önlemleri konusunda oldukça yetersiz olduklarını göstermektedir. Bu nedenle
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
19
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
özellikle başta annelere olmak üzere tüm ebeveynlere karşılaşılan her fırsat değerlendirilerek eğitim verilmesinin yanlış yapılan uygulamaların düzeltilmesinde ve güvenli ev ortamının oluşturulmasında etkili olacağı düşünülmektedir. Bu eğitimler sırasında ailelere çocuk gelişim özellikleri, çocukların gelişim düzeylerine göre güvenli davranışlar ve kazalardan korunma için uygun yöntemler anlatılmalıdır. Ayrıca eğitimlerin yaygınlaştırılmasında medya ile işbirliği içinde olunması yararlı olacaktır. Kaynaklar
Altundağ S, Öztürk MC (2005). Annelerin ev kazalarına yönelik güvenlik önlemleri alma konusundaki tutumların saptanması, III. Ulusal Ana Çocuk Sağlığı Kongresi Bildiri Özetleri, 22-24 Eylül 2005, İzmir, s: 270.
Altundağ S., Öztürk MC (2004). Ev kazaları nedeniyle hastaneye gelen 3-6 yaş grubu çocuklardaki kaza türleri ve bunu etkileyen etmenler, Çocuk Formu, 6064. Anarat A, Altıntaş G, Galı AE, Evliyaoğlu N, Koçak R (1993) Çukurova Bölgesindeki çocukluk çağı kazaları: Epidemiyolojik yaklaşım, Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 1: 59-65.
Aşırdizer M, Yavuz MS, Albek E, Cantürk G (2005). Infant end adolescent deaths in İstanbul due to home accidents, The Turkish Journal of Pediatrics, 47; 1419.
Balıbey M (2001) Kırsal, Yarı Kentsel ve Kentsel Yerleşim Yerlerinde Çocukluk Çağı Ev Kazaları ve Kazalara Yol Açan Etmenler, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Uzmanlık Tezi, Ankara. Bertan M, Güler Ç (1995) Halk Sağlığı Temel Bilgiler, Güneş Kitabevi Ltd. Şti., Ankara.
Coniglio MA, Bonaccorso A, Scillieri R, Giammanco G, Pignato S (2005). Domestic injuries in chilhood. Results of a survey carried out in a Scilian area, Ann Ig., 17(3):261-7.
Çınar N., Görak G (2003). “0-6 Yaş Çocuklarda Annenin Ev Kazalarına Yönelik Güvenlik Önlemlerini Tanılama Ölçeği”nin geliştirilmesi, geçerlik ve güvenirlik çalışması, Çocuk Formu, 6 (1): 22-7. Del Ciampo LA, Ricco RG, De Almeida CA, Mucillo G (2001). Incidence of childhood accidents determined in a study based on homöe surveys, Ann Trop Paediatr, 21(3): 239-43.
20
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Dirican R, Bilgel N (1993). Kazalar ve Önemi, Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği), II.Baskı, Uludağ Üniversitesi Basımevi, Bursa.
Gallegher SS, Hunter P, Guyer B (1995). A home injury prevention program for children, Pediatric Clinics of North America, 32(1):95-112. Hijar-Medina MC, Tapia-Yanes R, Lopez-Lopez MV, Lozano-Ascencio R (1995). Mother’s work and severity of accidental injuries in children, Salud Publica Mex., 37(3): 197-204.
Horwitz SM, Morgenstern H, Dipietro L, Morrison CL (1988). Determinants of pediatric injuries, Am J Dis Child, 142(6):605-11.
Koştu M (2005). 0-6 Yaş grubunda çocuğu olan annelerin ev kazalarından çocuklarını korumaya yönelik aldıkları güvenlik önlemlerinin belirlenmesi, III. Ulusal Ana Çocuk Sağlığı Kongresi Bildiri Özetleri, 22-24 Eylül 2005, İzmir, s: 282. Kramer MS (1996). Does home visiting prevent childhood injury? A systematic review of randomised controlled trials, BMJ Jan 6;312 (7022): 29-33.
Özcebe H (2005). Çocuk ve kazalar, III. Ulusal Ana Çocuk Sağlığı Kongresi, 22-24 Eylül 2005, İzmir, s:154-9.
Rodriguez JG, Brown ST (1990). Childhood injuries in the united states: A priority issue, Am J Dis Child, Jun;144(6): 625-6.
Thein MM, Lee BW, Bun PY (2005). Knowledge, attitude and practices of chilhodd injuries and their prevention by primary caregivers in Singapore, Singapore Med J, 46(3): 122-6.
Turan T, Ceylan SS (2005). 0-6 Yaş grubu çocukları olan annelerin ev kazalarına yönelik aldıkları güvenlik önlemlerinin ev kazaları sıklığı üzerine etkisi, 3. Uluslar arası-10. Ulusal Hemşirelik Kongresi, 7-10 Eylül 2005, İzmir. Ulukol B (2004). Ev Kazaları, Çocuk Acil Tıp Kitabı ( Ed: Karaböcüoğlu M., Uzel N., Ylmaz L.) , Çocuk Acil Tıp ve Yoğun Bakım Derneği, Istanbul, s: 283-394.
Ulukol B., Şimşek F., Usubütün S., Gülnar S (2005). 0-6 Yaş grubu çocukların ev kazalarından korunmasında anne eğitiminin etkinliği, III. Ulusal Ana Çocuk Sağlığı Kongresi Bildiri Özetleri, 22-14 Eylül 2005, İzmir, s:255.
Usubütün S, Karaoğlu L, Korkmaz Y, Güneş G (2005). Malatya il merkezinde yaşayan 0-5 yaş arası çocuklarda ev kazası sıklığı ve etkileyen faktörler, 9. Ulusal Halk Sağlığı Günleri, Bildiri Özet Kitabı, 28 Eylül-01 Ekim 2005, Ankara, s:65.
Violence And TV Shows Yrd.Doç.Dr. Şinasi ÖZTÜRK*
Abstract
This study aims to discuss theories on the violent effects of TV shows on viewers, especially on children. Therefore, this study includes a brief discussion of definitions of violence, discussion of violence theories, main results of researches on televised violence, measuring TV violence, perception of televised violence, individual differences and reactions to TV violence, aggressiveness and preferences for TV violence. Keywords: violence, televised violence, theories of aggression, perception of violence.
Özet
Bu çalışma TV programlarının izleyiciler özellikle çocuklar üzerindeki şiddete yönelik etkilerini içeren kuramları tartışmayı amaçlamaktadır. Bu nedenle bu çalışma şiddet kavramının tanımlanmasının kısa bir tartışmasını, şiddet ile ilgili kuramların tartışmasını, TV ve şiddet ile ilgili temel çalışmaların sonuçlarını, TV’de şiddet ölçme biçimlerini, TV’de şiddetin algılanmasını, bireysel farklılıklar ve TV’de şiddete tepkiler, saldırganlık ve TV programları ile ilgili tercihler gibi konuları içerecektir. Anahtar sözcükler: Şiddet, TV ve şiddet, saldırganlık kuramları, şiddetin algılanması.
*Muğla Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
21
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
1. Introduction
There is no doubt that mass media have changed what people know and how they think and behave. Much of this attention has focused on the influence of mass media on violent behavior. The question of violence on mass media, especially on TV shows, has been one important issue that was raised after TV’s becoming a major contender for the leisure time and attention of the public. Many people during the late 1960's linked to the growth of TV and the raising rates of crime, increasing levels of violence, and changes in values among the young. Consequently, a lot of social research focused on the issue that whether there was a causal connection between televised violence and antisocial behavior, and aggressive behavior by individuals.
Almost all of the media deal with violent subjects, either in covering the news or in fictional stories and programs. According to public opinion surveys in many countries, a majority of people agrees that there is too much violence on television. For illustration, in 1982, the Gallup organization found that nearly two thirds of the adult population thought there was a relationship between violence on television and the rising crime rate in the United States. Moreover, people think that television has a strong influence on children. Results of some researches also show that television has a strong influence on children. The results of these researches indicate that television has much more influence on the most children than the parents. In effect, television's influence has become a socially accepted fact. This study aims to discuss theories on violent effects of TV shows on viewers, especially on children. Therefore, this study includes a brief discussion of aggression and violence theories, definitions of violence, main results of researches on televised violence, measuring TV violence, perception of televised violence, individual differences and reactions to TV violence, aggressiveness and preferences for TV violence.
22
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
2. Aggression Theories
Aggression can be defined simply as it is acts of hostility, injury, and violence, as extreme self-assertion. There are several competing theories as to why people may become aggressive. Many of these are biological or instinctual in tenor. Thus, for example, the philosopher Thomas Hobbes argues that people are by nature violent, and avoided a ‘war of all against all’ only be considerable inequity and effort. Many psychologists share this assumption, and agree that aggression is obviated by exhaustive processes of education or socialization, combined with a measure of social control. Therefore, socialization itself is not sufficient, and people must be continually rewarded for their civilized behavior and punished for unacceptably aggressive conduct.
However, most sociological theories of aggression roots are not in biological substructure or psychological superstructure of the individual, but in his/her relationship to the social environment. One of the most popular of these is the so-called frustration-aggression theory, which states that aggressive behavior results when purposeful activity is interrupted. Thus, for example, children may attack other children who take their toys from them. However, this theory has been criticized for its inability to explain the circumstances under which frustrations leads to outcomes other then to aggression. This frustration-aggression thesis has also been identified with the earlier work of Sigmund Freud, who argues that frustration (the blocking of pleasure- seeking or pain-avoiding activities) always leads to aggression, either towards the perceived source of interference, or displaced on to another subject. The last group theories, learning theories, view violence as the result of successful socialization and social control. That is, aggressive behavior in general and violent behavior in particular occurs where they are expected, even in the absence of frustration. For example, numbers of a subculture may learn to behave in accordance with norms of violence, which have been presented to them as socially desirable, as in cases where to use of force,
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
such as fist-fighting, is associated with masculinity. Similarly, soldiers done violent things, because they have been brought up to believe this to be the case, expect to win approval and prestige if they fight well, and wish to avoid censure should they ‘chicken out’.
by many people. Such as, some people also define violence on television reduces people's tension and prepares them to the 'real world'. In this sense, watching TV shows, which include violence will be functional and not be considered as harmful.
Violence is a topic which has been interested social scientist for many years within the outside of the field of the mass communication. However, despite all that has been written about violence, there remain several unresolved issues concerning its definition. The terms violence or aggression receive almost indiscriminate use, not simply reference to TV portrayals, but also by ordinary people in everyday life. These terms are used to refer to a host of different actions or behaviors, and a major difficulty facing definition on violence and its causes has been to reach common agreement on what actually constitutes a violent act.
Destructive and injurious behaviors such as murder for financial gain, vandalism, juvenile gang assaults and hooliganism are generally disapproved by the society. Other pain injuring behaviors though may be approved under particular circumstances or when used within certain degrees only; such as fighting and even killing in self-defense, a parent spanks a child for misbehavior, or police using physical force to capture criminals. In this point, it will be useful to say that the legal or moral context of coercive or injury-inflicting behavior is an important mediator of public perceptions and definition of violence. However, this dimension of the violence is out of this paper’s purpose.
Violence is often defined in terms of intensity and seriousness of the harm-doer's behavior. In this respect, violence refers to a behavior that is considered excessive or unrestrained. Violent behavior tends often to be that is judged by people to be aimed at antisocial ends or that is justified. Mostly, controversy in definition and act as violent or not relates to problem of justification. Many pain or injury inflicting acts serve socially acceptable and useful functions, and hence may not be classified
In general term, violence can be defined as the overt expression of action against one’s will on pain of being hurt or killed. However, the character of an act does not define by itself whether the act is violent or not. In fact, the social context, the moral framework, the degree of legitimization is important to define an act as violent. In other words, the use of physical or psychological force is not defined as violence. In this sense, it depends on individual’s perspective and the context as well as the act.
3. Defining Violence
The problem of defining deviance in itself reveals something fundamental about the nature of concept. It is the fact that many different psychological and sociological definition of violence and explanations of its occupancy have been formulated in a form that violence does not represent a unitary process, a single set of events, or happenings with common antecedents or consequences. This leads some writer to suggest a better understanding of the nature of violence by being attained via a multi-faceted analysis of its causes and characteristics. These are two definitional perspectives; one that focuses on the behavior of the perpetrator of the violence; and another that examines the consequences of violence from the victim's point of view.
A further distinction between instrumental and expressive violence, and between intentional and unintentional violence can be made. Instrumental violence is designed to achieve some ends or goals, but expressive violence occurs spontaneously in a state of danger or range. Thus, the second one is after a goal in itself, while the first one is a mean to another goal. Intentional violence covers the acts in which injury and/or expectations of injury to a victim are an essential functional component of the perpetrator's behavior. Thus, a perpetrator acts deliberately to aim another person. On the other hand, unintentional violence involves incidents where harm-doer does not know that his/her behavior has caused harm or injury to another people.
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
23
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Generally, violence and/or aggressiveness are considered as deviant (anti-social) behavior. It may take different forms, such as verbal violence, fist fighting, violence with weapons, sophisticates violence etc.
After these explanations, it will be useful for our purpose to add another type of violence, which can be named as 'cultural violence'. This concept does not include simply aggressiveness but also includes some behaviors, which are aimed consciously, or unconsciously to degrade other people especially who are from different culture, society, race, religion, or language. 4. Theories Of Violence
The question of violence on TV is one of the important issues in education and socialization of people especially of children. That is why researches and studies generally focus on how children are affected from television, and related to this issue, how children become socialized and learn. There are several viewpoints on this subject. One of them claims that TV movies reflect real life and watching them tends to reduce individuals’ propensity to act aggressively. Besides TV, producers and professionals say that violence is necessary to hold audience’s attention. On the other side, the study done by Prof. G. Gerbner (1969), for example, shows that there is a strong causal relationship between duration of watching TV that includes violence and possibility of violent behavior. Gerbner studied one week on prime TV. He found that eight of ten programs included violence. More important thing is that the hours during which children viewed most violent of all. According to him 75 % of all leading characters were male, American, middle or upper class, unmarried, and on the prime of life. Killings occurred between strangers or slightly acquaintances and few women were violent. In fact, in real life most involve family members or people who know each other. Thus, overall television’s portrayals of violence were very frequent and very unrealistic. This causes false definition of real world by individuals especially by children.
24
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Another view is that violence in TV is not so affected on individual behavior because there are several other important factors that cause aggressive or violent behavior on individuals, such as the family, the peer groups, and the neighborhood. Thus, TV is only one of the causes of violent behavior.
The next view claims that children imitate what they see on film does not mean that they will do these in their homes. And even if children in their play at home seem to incorporate things they see on TV, it does not mean that they will really try to hurt others using methods seen on television. There are several reasons why we cannot be sure whether the findings on studies can be applied to everyday situations. Firstly, violence in life is rare, is generally discouraged, and is punished, which helps explain why it rarely occurs. To encourage real life aggressive behavior on the part of subjects, experiments need to let subjects know they will not be punished.
The second one is ethical reason. Experiments can not risk encouraging real, serious aggression. Therefore, experiments use substitutes for interpersonal aggression. Finally, use of visual violence selected in the experiments since it is thought to be the type that has greatest chance of encouraging aggressions. There are several theories, which aim to explain how individual learns and affected from their environment. These theories are accumulation theory, adaptation theory, social learning theories, modeling theory, social expectation theory, and meaning theory. 4.1. Accumulation Theory: According to accumulation theory, significant change may occur over a long time of period of the media focus repeatedly on a particular issue and are relatively consistent in presenting a uniform interpretation. Accumulation theorists have five propositions concerning effects of TV on individual. First, a situation exist on which TV begin to focus their attention. Second, over time, they continue to do so in a relatively way. Third, individuals become aware of these messages, which became widespread
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
among individuals. Fourth, then, this may begin to change beliefs, attitudes and behaviors of individuals. Lastly, those changes among individuals accumulate and became new forms of shared orientations toward the situation.
4.2. Adaptation Theory: This theory focuses on spread of innovations. According to this theory, innovations are new types of behaviors and spread through a society because of specific decisions that are made by growing number of individuals. This process takes under certain conditions. First, individuals have to know of the innovation's existence, and then they must have enough information about their costs versus their benefits to reach a decision to try it. In this sense there are five stages of adaptation:
1- Awareness stage: The individual learns the existence of the new item or behavior but lacks detailed information about it.
2- Interest stage: The individual develops an interest in the innovation and seeks additional information about it.
3- Evaluation stage: The individual uses the information to assess the applicability of the new items to his/her present and expected future situation. 4-Trial stage: If possible, the individual applies the new role on a small scale to determine its utility.
5- Adaptation stage: The individual actually acquires and uses the new item or role continuously on a full scale.
According to Accumulation and Adaptation Theories TV has limited effect in short term and has limited and selective influences on individuals.
4.3. Social Learning Theories: The basic learning principles, on which this theory is based, have received empirical support under laboratory and applied experimental conditions (Skinner 1953, Bandura 1971). The primary learning mechanism in social behavior is operand (instrumental) conditioning in which behavior is shaped by the stimuli that follow, or are consequences of the
behavior. Social behavior is acquired both through direct conditioning and through imitation or modeling of others behavior. Behavior is strengthened through reward (positive reinforcement) and avoidance of punishment (negative reinforcement) or weakened by aversive stimuli (positive punishment) and loss of reward (negative punishment). Whether deviant or conforming behavior is acquired and persistent depends on past and present reward or punishments for the behavior and the rewards and punishment attached to alternative behavior. In addition, people learn in interaction with significant groups in their lives evaluative definitions (norms, attitudes, orientations) of the behavior as good or bad.
Television content clearly presents large amount of violence. Individuals learn simply through observation. Because of seeing the actions of someone else, a person uses that person as a model and changes behavior, knowledge, attitudes or values. Psychologist A. Bandura did the most widely known study on this theory in 1960's. His studies show that children imitate after what they see others doing and this kind of learning (modeling) is an important factor in personality development. Bandura's studies suggest that violent behavior on TV has a strong influence among children (this theory closely related to modeling theory). 4.4. Modeling Theory: According to this theory under certain circumstances, individual, who view particular actions that are performed another person, may adapt that behavior as part of their personal habits. Therefore, observational learning from models that perform an activity is one means by which people acquire new ways of behaving. This acquisition occurs by stages. First, an individual sees a form of action portrayed by a model. Second, the individual identifies with the model. Third, the individual remembers and reproduces (or imitates) the actions of model in some later situations. Fourth, performing the reproduce activity results in some rewards (positive reinforcement) for the individual. Lastly, the positive Nisan-Mayıs-Haziran 2007
25
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
reinforcement increases the probability that the person will use the reproduced activity again as a means of responding to a similar situation.
4.5. Social Expectation Theory: This theory focuses on the acquisition of specific forms of behavior that are used by individuals in responding to stimuli that they accounted in their social environment. A group's social organization can be defined as pattern of general norms, specialized roles, differential ranking positions, and the set of social controls used by the group to ensure reasonable conformity to the requirements. By watching TV, an individual can learn the norms, roles and other components of social group.
Socialization of the young people is important in long- range informs of mass-communication. TV portrayals show people performing particular actions. With the observational learning, these actions may be made a part of the behavior. On the other side, audience can learn social expectation patterns and they may later enter such groups. Through these learning experiences, they will acquire from the media that they believe to be acceptable or unacceptable social behavior. This knowledge can provide them to what degree they should adhere to the group's norms, or how they should play a given role, or in what ways they should show deference to authority or accept the decisions.
4.6. Meaning Theory: This theory stresses on strong influences of TV on individual’s behavior. According to this theory, mass media plays an important role in forming individual's habits of perception and interpretation of the world. This theory takes words as constructions of meanings for reality. Watching TV, for example, can influence individuals’ interpretations of physical and social world. Because words are the bare units of communication, which we perceive, understands, communicate and behave. There are four basic strategies in the process of learning and meanings from media that they serve to guide actions. 1- Meaning is link to a label (symbol) by a written, audial or visual way. 2- Individuals perceive the
26
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
portrayal and undergo some change in their personal interpretation about the meaning of the symbol. Individual's subjective meanings may shape behavior toward the object, event or situation. 3- Individual communicates or behaves with others by using the new meanings. 4- As a result, individual's behavior is guided by the meanings that people hold either individually or collectively.
Regarding these theories, mass media (specifically TV shows and movies) affect individuals’ behaviors, attitudes and values. Violence on TV leads to, more or less, aggressive behavior in children and adults both in short term and long term. Many researches support the violence hypothesis. For example, a study by the University of Pennsylvania's Annenberg School of Communications indicates that children who spend more than four hours a day watching TV believe the world is more violent than do children who watch less TV. The study found that about 90% of the characters in TV shows aim at children are involved in violent acts. The following part include very brief summary of the results of researches and their results on TV violence. 5. Main Results Of Researches On TV Violence
As we have seen before, there are many studies whose main purpose to measure whether violence on TV affects people, and in what degree. The followings are some important leading researches and important points related to results of these researches:
a) Heavy viewers of violent television have a disturbed view of reality, including an increased view of victimization. (G. Gerbner and L. Cross, 1976).
b) Heavy viewers are desensitized to violence. (V. B. Clime, 1972) c) Today's television dramas are not real enough to cause any direct behavioral response. (S. Feshback and R. D. Singer, 1971) d) Under certain conditions, and depending on
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
the types of violence portrayed, exposure to televised violence is capable of producing increased inclination toward aggression in children. (Lieberiman Research, 1975)
e) Viewing television violence may lead lessened aggression. (D. Eron, 1999)
As it is seen from the research results almost all parties agree that at least television is violent although they disagree about its importance and effects. Most studies during 1990s and 2000 indicate similar results. For example, according to Partenheimer’ studies (2003) children who identify with aggressive TV characters and perceive the violence to be realistic are most at risk for later aggression. Huesmann (1992) undertook the study as a follow-up of a 1977 longitudinal study of 557 children, ages 6 - 10, growing up. Results show that men who were high TV-violence viewers as children were significantly more likely to have pushed, grabbed or shoved their spouses, to have responded to an insult by showing a person, to have been convicted of a crime and to have committed a moving traffic violation. Such men, for example, had been convicted of crimes at over three times the rate of other men. According to Gosline (2005), too much time in front of the TV reduces children’s learning abilities, academic achievement. Studies in Turkey related to this issue also show similar results (Buluç 2005; Dönmez 1988; İçli 2002; Turan 1996).
Studies also show that violent acts on TV have been increasing over time. For example, according to Parent Television Council study, found increases in certain types of violence such as an increase in blood, guns, deaths and torture (Kaufman 2004). Akarcalı also found similar results in his studies (1996: 553-560). According to research results done by RTUK TV programs (including news) that include violence were increasing over time. The same research shows that programs on prime-time, includes 78.3 percent violence (Ayrancı, Köşgeroğlu, and Günay 2004).
An important issue on the discussion of televised violence is the methods used measuring
it. The next part includes a short discussion of methodology used to measure violence on media. 6. Measuring TV Violence
One of the important aspects of the televised violence is the kind of criteria used in identifying and profiling this content. There are number of different methods have been used by researchers to provide both quantitative and qualitative analysis of the nature and extend of the televised violence. In broader sense, we can distinguish two kinds of methods. First, a program-based approach, which concerned with structure and content of media output and in relation to, televised violence. This approach focuses on quantitative analysis of the prevalence of violence on television. The second one is an audience-based approach that emphasizes audience reactions to television content. This approach focuses on qualitative analysis of violence in terms of ordinary viewers' evolution and perceptions of program and materials. Each of these perspectives has its own advantages and shortcomings as effective methods for comprehensive and valid analysis and measurement of televised violence.
6.1. Quantitative Assessment of TV Violence: The content-analytic or program-based perspective places emphasis on the specifications of profiles and structures of program and content. This technique of assessment involves country aggressive incidents occurring in programs, which is suitable for normative definition of violence. The best example for this type of study can be shown George Gerbner studies (1972, 76, 77, and 79). In his studies, Gerbner used a definition of violence that highlighting incidents resulting in the infliction of injury or suffering. These studies on the other hand, ignored the context in which incidents occurred and did not include viewer's responses. In fact, viewer's responses to violent portrayals can vary widely for different forms of violence and according to context or settings in which violence is depicted. Therefore, assessments of televised violence based on single, normative definitions have some difficulty to capture the issue, because Nisan-Mayıs-Haziran 2007
27
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
they fail to represent the variety and complexity of violent forms.
6.2. Qualitative Assessment of TV Violence: Researches on public perceptions of violence have indicated that people evaluate and differentiate between violent incidents in a multi faceted way. This type of techniques focus on the evidence or variations in the strength and quality of viewers' behavioral or emotional reactions to violent film portrayals according to the context or setting in which they occur. These indicate the necessity to consider public definitions, labels and conceptions when classifying or assessing violence on TV programs.
Intuitive definitional frameworks tend to emphasize a conception of violence as injuryinflicting behavior. Nevertheless, whether or not use of force or infliction injury is perceived as violent depends on several factors, which are related to circumstances under which this behavior occurs. According to qualitative assessment techniques, its labeling by observes. On this point, observers are considered who after rely on their understanding social conditions under which an action is performed in making judgment about it. For this technique, the determinants of how violent portrayals are perceived include social norms and personal values as well as the physical forms of the violence itself. This seems one of the most important points on qualitative assessments, since social factors are rarely taken into account in violence and particularly in laboratory experiments investigating the effect of TV or film violence on viewers' propensities toward aggression. This technique is also more useful than the other one according to our purpose that mainly bases on understanding social action rather than simply psychological one. Studies of Reeves and Greenberg (1977), Reeves and Lamethi (1978) and B. Gunter (1985) can be taken as examples of social action understanding perspectives. 7. Perception of Television Violence
The degree of realism of a particular portrayal of the setting in which violence occurs is the one of 28 Nisan-Mayıs-Haziran 2007
the most important points on perception of TV violence. Some researchers (Noble 1975, Reeves 1978) show that variety of behavioral and emotional reactions of viewers to TV and film material indicate some consistency that realistic content is likely to have more profound and lastly effects on viewers than content that is clearly fictional.
According to some researches (Cross and Jefries, 1978), it appears that most viewers can make distinctions between the nature of TV portrayals based on program contexts or settings in which they occur. However, in some level distinctions between fictional settings and real life are not usually clear-cut unambiguous.
There are some significant features, which are important for viewers’ perceptions of TV violence. First one is program type: such as the realism or authenticity of violence is determined by the dramatic setting in which it is portrayed. Second one is character involvement: such as the types of characters featured in violent episodes male versus females and law enforcers versus criminals. Third one is physical form: such as episodes in which weapons were used versus those featuring unarmed conflict. Fourth one is consequences of violence: such as the outcome of violence for victims, fatal or non-fatal, or no observable harm, or physiological harm. Last one is physical setting: such as violence depicted during the day or at night and indoor or outdoor locations. A good example for this issue is Gütekin’s (2006) study on Valley of Wolves TV series, which point out that constructed identities and presentations of themes and identities have significant influence on young people. Individual Differences and the Perception of TV Violence: Characteristics of individuals who observe and make judgments about violent episodes can vary widely. Individuals' viewing habit and reactions to TV content can vary with sex, age, social background, attitudes, level of education and personality. Consequently, an important area for consideration by program assessment is individual variations between viewers perception of television content. Therefore, we can classify several facets of
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
individual differences which may have radiating influences on the way of people use, interpret, and react to television content.
First, gender and self-perceptions of masculinity and femininity may be considered as potential mediators of television violence perceptions. Content analysis of dramatic television programming can be taken as base for this purpose. According to this content analysis, there are different degrees of involvement in violence of male and female characters. In addition, the outcomes of violence for males and females tend to differ significantly. Women tend to be more often depicted as victims than men are. This situation carries a danger because such patterns of portrayals endanger stereotyped beliefs about the relative competence and roles of the sexes in society. On the other side, men and women react differently to the portrayals they see on television, especially those involving violence. According to researchers, aggressive behavior is more characteristic of the males than of females. As a conclusion, sex is a major determinant of propensity to use aggression. Researches with children show that boys exhibit more aggressive than girls’ particularly physical violence. However, girls may often exhibit verbal hostility. It has been found that boys often react differently than girls to television portrayals of the aggression. Lastly, it can be said for men and women, because again researches show that men choose films, which contain violence, more than those chosen by women do.
Secondly, social background and social beliefs may be taken as potential mediators of viewers' perception of television violence. The effect of media content on audience attitudes and behavior may be taken into account as more important when the audience regards the content as true to life. Thus, a televised report about actual violent events may occur on a TV newscast or in a documentary film may produce more extreme perceptual, emotional, or behavioral reactions from viewers than similar events portrayed in an obvious fictional content. In this sense, a dramatic and authentic
portrayal of violence in a convincing, realistic fictional program may be evaluated or responded to in a different way than a violent portrayal of a similar instrumental form in an animated cartoon setting.
However, the perceived degree of realism of TV content does not simply depend on the nature of content, but on a comparison by viewers of event, which portrayed with events they have experienced in real life. Another real life experience, presumably different from that of other, enforced him that such events do not occur in actuality may not judge a portrayal, which appears realistic to one viewer. Then, the perceived reality of TV portrayals is the function of specific social and cultural background of the viewer, and of beliefs about the social reality, which the viewers hold. The main reason for this that, individuals' self-image develops out of interactions with and accompanying perceptions of events and situations existent in his/her social environment. People develop conceptions of themselves and their place in the world through interactions with others, in the situation of social system in which they are relevant for others and participant. Perceptions are called as social ideals. Social ideals include ideals for self and ideals for others. On this point, we have to say that, different subcultures exist in society whose norms different from each other and in the case of minority or non-dominant groups, from the norms displayed on TV. Therefore, in some extent individuals from a different social or cultural background vary in their perceptions of violent portrayals and associated characterizations on TV. For last point, research results show that social class is one of the important variables. Therefore, children from lower income families judge the behavior in the violent scenes as more acceptable, realistic and enjoyable then children from higher income families (Greenberg and Gordon, 1972). Another important point is the relationship between the personal aggressiveness and perception of TV violence. Some individuals are more aggressive than others are. They show a greater propensity to use aggression themselves and evaluate the violent performed by others
Nisan-Mayıs-Haziran 2007 29
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
differently than less aggressive persons. The main point here is how individuals’ level of aggressiveness is related to viewers to violent TV content. Some studies show that viewing televised violence is related to aggressive behavior. For example, Greenberg and Akin (1977) found that (among 9-13 years old boys and girls) heavy viewers of violent programs tended to select aggressive solutions more often then light viewers of those programs. Besides, watching TV violence may cause enhanced propensity towards aggression among young viewers.
8. Individual Differences and Reactions to TV Violence
We can divide some categories of individual differences, which are related to individual viewers’ reactions to TV violence. First, self-perception is the individuals’ descriptions of themselves in terms of attribute that indicate their position along a single continuum of masculinity-femininity. Second, social believes are the individuals’ perceptions of their social environment. It includes fear of victimization, which is assessing individuals’ perceptions on how much danger there is in the world. Additionally, it also includes individual’s fear of personal risk from violent or criminal attack. “Anomie” includes general cynicism and hopelessness that is considered as a reaction to social environment as a whole rather than to any specific aspect of it; locus of control that indicates individuals’ expectancies concerning degree of personal influence over events in their lives; belief in a just world which includes people’s beliefs concerning the degree of justice in the world. Third, attitude towards aggression are the individuals’ enduring properties towards different forms of aggression-verbal and physical. For example assault is the people’s self endorsed use of physical violence against others, including fighting but excluding destruction in forms such as malicious gossip, practical jokes and temper tantrums. Irritability is the anger including a quick temper and rudeness; and verbal aggression which indicates personal tendencies towards behavior such as arguing, shouting, screaming, cursing, or swearing and issuing verbal threats. 30 Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Lastly, personality that suggests individuals differ in their preferences for different social situations and such preferences may exhibit consistent patterns of relationship with certain enduring personality characteristics. Additionally reactions into particular situation may vary according to personality.
Viewers make complex judgments about the characters and settings depicted in programs. These judgments are reflected in their degree of awareness of violence in programs and perceptions of the seriousness of any such violence. 9. Aggressiveness and Preferences for TV Violence
Although most of the researches concerned with media violence focus on determining whether viewing of violence is associated with or causes aggression, there are little research which focus on to understand why people watch violent programs.
As it was discussed above, one of the reasons for the consistent finding of a strong association levels of violence viewing and personal aggressiveness among viewers may be it is correlated people (who are already aggressive or angry) tend to prefer violent programs on the study of Freedman and Newston (1975). They attempted to experimentally manipulate temporary aggressive dispositions by angering respondents have successful in demonstrating a link between mood and preference for violent film material. It means, generally, angry people prefer violent movies and fear is the factor, which has similar effect on preference of movie kind.
On Fenigstein's experiments which concerned aggressiveness and preference for violent TV programs it was induced young men and women to have what termed aggressive or non-aggressive features. Each responded was given a list of words and asked to make up a story including all the words provided. For some respondents the list contained words describing instrument of violence or violent behaviors that we designed to induce aggressive thoughts or fantasies. Then, they were asked to choose from a list of films the one they would most like to watch. The result was aggressive
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
fantasies in men only, compared to non-aggressive fantasies and increased the preference for viewing violence.
Clearly, aggressive pre-dispositions may have important effects on viewers’ preference for TV violence. On this point, we have to ask 'why should be so?' One reason why aggressive people may seek out violent TV content is they seek reinforcement for their anti-social behavioral tendencies from seeing attractive TV characters behave in the same way. This may be social role of the leading male character rather than violent content. Because, young boys frequently seek out appropriate models manhood and the active, aggressive personality presented by many of TV's leading heroes offers a very attractive role model.
Another reason on TV violence preference is that it is easy to watch violent contented movies than others whose content include serious issues and requires spending some energy to understand what is going on. 10. Conclusion
After all, it is clear that violence is a complex concept, which cannot be comprehensively constructed as a single entity. Studies of public perceptions of real life violent scenarios indicate that ordinary people often make highly refined, multi faceted judgment about violence. This fact has important implications for the analysis of televised violence because most people will experience a greater variety of violent forms via TV than they are ever likely to come into contact within everyday life. Therefore, we may expect them to show a range of judgments about violent episodes on TV at least as complex as those made for violence in actuality.
It is needed to monitor frequencies of distribution of different kinds of violence rather than assessing in direct faction the impact (potential or actual) of these violence profiles on the audience. Therefore, there is a need to investigate empirically that provides us an objective and comprehensive analysis of televised violence. It has also some form of correspondence not only with the content that is actually shown on television but also with the way
the public perceives it.
On the other side, all researches show that, violence on TV more or less has an effect on people, especially on children. Since childhood is the stage of learning and socialization, aggressive childhood behaviors correlated with deviated potentials for adult violent behavior. Aggressive and violent behaviors are learned as instruments for achieving goals. This learning process is the result of the observing models of such behaviors. These models may be observed through TV shows. References
Akarcalı, Sezer (1996), “Televizyon ve Şiddet”, Yeni Türkiye, Eylül-Ekim 1996, sayı 11, s.553-560.
Auletta, Ken. (1991). Three Blind Mice: How The TV Networks Lost Their Way. New York: Random House.
Ayrancı, Ü., Köşgeroğlu, N., and Günay, Y. (2004). “Televizyonda Çocukların En Çok Seyrettikleri Saatlerde Gösterilen Filmlerdeki Şiddet Düzeyi.” Anadolu PsikiyatriDergisi, 5 (3),133-140.
Bandura, A. (1971). Social Learning Theory. New York: General Learning Press. Bandura, A. (1973). Aggression: A Social Learning Analysis. Englewood Cliffs, NJ: Prentice-Hall.
Bandura, A. & Walters, R. (1963). Social Learning and Personality Development. New York: Holt, Rinehart & Winston.
Bandura, A. (1986). Social Foundations of Thought and Action. Engelwood Cliffs, NJ: Prentice-Hall. Bandura, A. (1993). “Perceived self-efficacy in cognitive development and functioning”. Educational Psychologist, 28(2), 117-148.
Bender, Gretchen and Timothy Druckrey, (eds). (1994). Culture on the Brink: Ideologies of Technology. Seattle: Bay Press. Buluç, Bekir. (2005). “Televizyonlarda Yer Alan Şiddet İçeren Programların Okulda Şiddete Etkisi ve Şiddet Önleme Amacıyla Okul Yöneticilerinin Alabileceği Önlemler”. Mesleki Eğitim Dergisi, Cilt 7, Sayı 14. Sayfa: 44-73, Temmuz 2005. Ankara.
Bushman, B. J. & Huesmann, L. R. (2001). “Effects of televised violence on aggression” (pp. 223-254). In D. Singer & J. Singer (Eds.), Handbook of Children and the Media. Thousand Oaks, CA: Sage Publications. Butler, Jeremy, (ed.) (1991). Star Texts: Image and Performance in Film and Television. Detroit: Wayne State University Press.
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
31
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Charlton, T. (1997). “The inception of broadcast television: A naturalistic study of television's effects in St Helena, South Atlantic”. In T. Charlton and K. David (eds) Elusive Links: Television, Video Games and Children’s Behaviour. Park Published Papers: Cheltenham.
Charlton, T. (1998). “TV Violence and Viewers Aggressive behaviors; Elusive links”. The Second World Summit on Television for Children. 9-13. March, Queen Elizabeth Centre London.
Charlton,T., & O’Bey, S. (1997). “Links between television and behaviour: Student's perceptions of TV’s impact in St Helena, South Atlantic”. British Journal of Learning Support.
Cross, K.P. (1976). Accent on Learning. San Francisco: Jossey-Bass. Cross, K.P. (1981). Adults as Learners. San Francisco: Jossey-Bass.
Dönmez, A. (1988). Televizyon ve Saldırganlık. A.Ü, Eğitim Bilimleri Dergisi. C.21, sayı.1-2. sayfa 25-52. Ankara.
Eron, Leonard D. (1999). Effects of Television Violence on Children. http:// www.senate.gov.
Feshbach, S., & Singer, R.D. (1971). Television and Aggression: An Experimental Field Study. Jossey-Bass, San Francisco.
Gerbner, G. (1969). “Dimensions of Violence in Television Drama”. In R.K. Baker & S.J. Ball (Eds.). Violence in Media (Staff Report to the National Commission on the Causes and Prevention of Violence, pp. 311-340). Government Printing Office, Washington.
Gerbner, George and Larry Gross, eds. (1973). Communications Technology and Social Policy. New York: Wiley.
Gerbner, George and Larry Gross. (1976). "Living with Television: The Violence Profile." Journal Of Communication, Spring. P87 .J6 Gerbner, George and Larry Gross. (1976). "Living with Television: The Violence Profile." Journal of Communication, Spring. Gosline, Anna. (2005). “Watching TV harms kids’ Academic Success”. NewScientist.com.
Greenberg, Bradley S. & Byron Reeves (1976). “Children and the Perceived Reality of Television”. Journal of Social Issues 32(4) (Fall): 86-97. Gültekin, Zeynep. (2006). “Irak’dan önce: Kurtlar Vadisi Dizisi”. İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi. Sayı 22, Kış-Bahar 2006, s. 9-36.
Huesman, L.R., & Eron, L.D. (Eds.) (1986). Television and the Aggressive Child: A Cross-National Comparison. Lawrence Erlbaum Associates, Hillsdale.
Huesmann, L. R., Moise, J. F., & Podolski, C. L. (1997). “The effects of media violence on the development of antisocial behavior” (pp. 181-193). In D. Stoff, J. Breiling, & J. Maser (Eds.) Handbook of Antisocial Behavior. New York: John Wiley & Sons.
32
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
İçli, Tülin G. (2002). Çocuk, Şiddet, Suç ve Medya. Radyo ve Televizyonda Şiddet ve İntihar Haberlerinin Sunumunun Toplum Üzerindeki Etkileri Sempozyumu. 23 Mart 2002. RTÜK Yayınları. Ankara.
Kaufman, Ron. (2004). “Filling Their Winds with Death: TV Violance and Children”. http://www.turnoff yourtv.com Linz, D., Donnerstein, E., & Penrod, S. (1987). “Sexual Violence in the Mass Media: Social Psychological Implications”. In P. Shaver & C. Hendrick (Eds.), Review of Personality and Social Psychology (Vol. 7, pp. 95-123). Sage Publications, Beverly Hills.
McDonald, Daniel G. and Michael A. Shapiro. (1992). "I'm Not a Real Doctor, but I Play One in Virtual Reality: Implications of Virtual Reality for Judgments about Reality." Journal Of Communication: Vol. 42 No. 4, Fall. Menzies, Heather. (1989). Fast Forward And Out Of Control: How Technology Is Changing Your Lives. Toronto: Macmillan of Canada,.
Meyrowitz, Joshua. (1986). No Sense of Place: The Impact of Electronic Media on Social Behavior. New York: Oxford University Press. Milgram, Stanley, R. Lance Shotland. (1973). Television And Antisocial Behavior: Field Experiments. New York: Academic Press, Miller, N. & Dollard, J. (1941). Social Learning and Imitation. New Haven, NJ: Yale University Press.
Partenheimer, David. (2003). “Childhood Exposure to Medıa Violence Predicts Young Adult Aggressive Behavior, According to a New 15-Year Study”. http://www.apa.org/ releases/media_violence.html.
Reeves, Byron & Bradley S. Greenberg (1977). Children’s Perceptions of Television Characters’s”. Human Communication Research 3(2) (Winter): 113-27.
Reeves, Byron (1978). “Perceived TV Reality as a Predictor of Children’s Social Behavior. Journalism Quarterly 55: 682-9, 695. Rumelhart, D. & Norman, D. (1978). “Accretion, tuning and restructuring: Three modes of learning”. In. J.W. Cotton & R. Klatzky (eds.), Semantic Factors in Cognition. Hillsdale, NJ: Erlbaum.
Skinner, B.F. (1953). Science and Human Behavior. New York: Macmillan.
Suchman, L. (1988). Plans and Situated Actions: The Problem of Human/Machine Communicatio.. Cambridge, UK: Cambridge University Press. Turan, Emir. (1996). Ekranaltı Çocukları. İstanbul: İrfan Yayıncılık.
Turner, C.W., & Berkowitz, L. (1972). “Identification with Film Aggressor (Covert Role Taking) and Reactions to Film Violence”. Jounal of Personality and Social Psychology, 21: 256-264.
Yaşlılarda Beslenme Sağlığını Etkileyen Faktörler: Balıkesir İli Göçmen Konutları Beldesi Örneği Suzan SÖNMEZ* Prof.Dr. Ayla Bayık TEMEL** Arş.Gör. Bilgin Kıray VURAL**
Öz e t
Amaç Araştırma, yaşlılarda beslenme risk düzeyini ve beslenmeyi etkileyen faktörleri incelemek amacıyla yürütülmüştür. Gereç ve Yöntem Tanımlayıcı araştırma, 01 Aralık 2005 – 01 Nisan 2006 tarihleri arasında yürütülmüş olup, araştırmanın evrenini Balıkesir Göçmen Konutları beldesinde yaşayan 60 yaş ve üstü 167 yaşlı birey oluşturmuştur. Olasılıksız örneklem yöntemi ile seçilen, gönüllü 65 kadın ve 65 erkek araştırma kapsamına alınmıştır. Veriler bir araştırmacı tarafından ev ziyaretleri yapılarak yüz yüze görüşme yolu ile toplanmış, yaşlıların boy ve kilo ölçümleri yapılmıştır. Veri toplama aracı olarak; yaşlıların sosyo-demografik özelliklerini, genel sağlık durumunu, beslenme ve sağlık alışkanlıklarını, sosyal destek durumunu belirlemeye yönelik 48 soruluk anket formu kullanılmıştır. Ayrıca beslenme risk düzeyinin belirlenmesinde “Beslenme Sağlığını Belirle” kontrol listesinden yararlanılmıştır. Bu listeye göre toplam puanı 0-2 arasında olanlar iyi, 3-5 arasında olanlar orta derecede riskli, 6 ve üzeri olanlar yüksek derecede beslenme riski olan yaşlılar olarak değerlendirilmişlerdir. Bulgular ve Sonuç Yaşlıların %29.2’si 60-64 yaş grubundadır, %36.2’si okuryazardır, %66.2’si evlidir ve %22.3’ü yalnız yaşamaktadır. Yaşlıların sağlık sorunları nedeniyle %33.8’inin diyet uyguladığı, %40.0’ının öğün saatlerini önemsemediği, %25.4’ünün bazen yemek yaptığı belirlenmiştir. “Beslenme Sağlığını Belirle” kontrol listesine göre yaşlıların beslenme risk düzeyi açısından %19.5’ünün iyi, %40.7’sinin orta, %39.8’inin yüksek risk taşıdığı saptanmıştır. Erkeklerin kadınlara, ileri yaştaki yaşlıların genç yaşlılara, dulların evli olanlara, çocuğu olmayanların çocuk sahibi olanlara, gelir durumu kötü olanların iyi olanlara, hiç dişi olmayanların dişi olanlara veya protez kullananlara ve her gün düzenli ilaç kullananların, aralıklı ilaç kullananlara veya hiç ilaç kullanmayanlara göre beslenme risk düzeyinin daha yüksek olduğu saptanmıştır. Anahtar kelimeler: Yaşlılık, beslenme düzeyi, beslenme sağlık riskleri
Abstract
Factors Affecting Nutrition Health of the Elderly: The Sample of “Göçmen Konutları Beldesi in Balıkesir”
Purpose: The purpose of this research is to analyse nutritional risk level and the factors affecting nutrition of the elderly. Methods: The descriptive research was carried out between 01 December 2005 and 1 April 2006. The population of the study was consisted of 167 elderly at and over the age of 60 who lived in Immigrant Settlement area of, Balıkesir province. The sample of the research was consisted of 130 volunteered elderly (65 women, 65 men) who were selected with nonprobability sampling technique. The data were collected through face-to-face interview by a researcher during home visits and height and weight of the elderly were measured. A questionnaire form, was used in order to collect data on socio-demographic characteristics, general health status, eating and health habits, social support status. In addition “Determine Your Nutritional Health” checklist was used as data collection instrument to evaluate. According to this list, the ones whose total score is between 0 and 2, between 3 and 5, and is 6 and above are considered to be good, at medium level of risk and at high level of nutritional risk, respectively. Findings And Results According to the study results, 29.2% of the elderly were in 60 - 64 age group, 36.2% were literate, 66.2% were married and 22.3% were living alone. It was found out that 33.8% were on a diet due to health reasons, 40.0% pastover the meal times of meals, 25.4% cooked meals sometimes. According to “Determine Your Nutritional Health-Checklist”, nutritional level of 19.5% of the elderly was good, 40.7% were at medium level and 39.8% were at high level of nutritional risk. It was found out that nutritional risk was higher in men than women, in the ones at older ages than the ones at younger ages, in widowed ones than the married ones, in ones without children than the ones with children, in ones with a bad level of income than the ones with a good level of income, in the ones with no teeth than the ones with teeth or with dental prothesis and in the ones taking their medicine regularly everday than the ones who take medicine with intervals or the ones who do not take any medicines. It was found out that sex, age, marital status, having children, income, teeth health and medicine taking were the factors affecting the level of the elderly people. Key words: Elderly, nutritional status, nutritional health risks.
*Eczacıbaşı İlaç Firması **Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Halk Sağlığı Hemşireliği AD.
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
33
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Giriş
Yaşlanma her canlıda görülen tüm işlevlerde azalmaya neden olan, süregen ve evrensel bir süreç olarak tanımlanabilir (Parlar 2006). Yaşlanma hem kronolojik hem de biyolojik bir olgudur. Doğumla başlayan yaşam döngüsü ölüme değin sürer. İnsan organizması bu döngünün her aşamasında değişiklikler gösterir (Koçar 2002). Son yüzyılda ortalama yaşam süresinin uzaması ile yaşlı nüfusun oranı giderek artmıştır. Ülkemizde 2000 yılında doğumda beklenen yaşam süresi 69.1 yıla, 65 yaş ve üzeri nüfusun oranı da Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması (TNSA-2003) verilerine göre yaklaşık %6.9’a ulaşmıştır (Gözüm 2002, TNSA-2003)). Birleşmiş Milletlerin istatistiklerine göre, 2050 yılında Türkiye nüfusu 100.664.000 olacaktır (Kutsal Y.G 2005). Bu nüfus içinde yaşlıların oranı da artacaktır. Yaşlılığın başlangıcını fizyolojik olarak belirlemek güçtür, psikolojik olarak ise olanaksızdır (Koçar 2002). Yaşlılar için sağlıklı yaşam ilkeleri; sağlıklı beslenme ve boşaltım, düzenli fizik egzersiz, sigara içilmemesi, yeterli uyku ve dinlenme, uygun konut, çevre ve stres ile baş edebilmedir. Sağlıklı yaşam ilkeleri, yaşlının optimum sağlık düzeyine ulaşmasını sağlamasının yanı sıra yaşlıyı birçok hastalıktan da koruyacaktır (Gözüm 2002). Yaşlıların iyi beslenme düzeyine sahip olması, hem kendisi hem de toplum sağlığı açısından yarar sağlar. İyi beslenme yaşlıların çoğunluğunun enerjik, mutlu ve bağımsız bir yaşam sürmesini kolaylaştırır (Rakıcıoğlu 2002).
Sağlıklı, mutlu ve dinç bir yaşlılık için, çocukluktan beri uygulanmış yeterli ve dengeli beslenme oldukça önemlidir. Yaşlı beslenmesinde diyet, yaşlının alışkanlıklarına, gereksinimlerine uygun, yaşamın devamlılığını sağlayacak, hastalık oluşumunu ve varsa hastalığın ilerlemesini önleyecek biçimde planlanmalıdır (Şanlıer, Arlı 1998). Yaşlanma süreciyle beden bileşimi ve organların işlevlerinde oluşan değişiklikler yaşlının besin alımı, besin ögelerinin sindirimi ve metabolizmasını etkilemekte ve sağlık sorunlarının ortaya çıkışını kolaylaştırmaktadır (Baysal 2003). 34
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Fizyolojik olarak tat ve koku duyusunun azalması, eksik diş ve tüm dişlerin eksikliği, takma diş kullanma, sindirim sularında azalma, kan dolaşımının yavaşlaması ve alışkanlıklar, yaşlılıkta beslenmeyi etkileyen bazı faktörlerdir. Tükürük salınımının, gastrik hareketlerin ve enzim üretiminin azalması nedeniyle çiğneme ve sindirim sorunları da, yaşlılarda beslenme sorunları arasındadır (Karadakovan 2002, Khorshid 1996, Rakıcıoğlu 2002).
Sosyal olarak yalnız yaşayan yaşlı bireylerin, psikolojik sorunları yanı sıra hazır yiyecekleri seçmesi, alışverişlerini yapamamaları, besinlerini hazırlayamamaları ve sürekli ilaç kullanmaları beslenme problemlerine neden olurken, fiziksel aktivitenin tamamen azalması ve yaşlıların birbirlerine bağımlı olarak yaşamaları beslenme sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir (Karadakovan 2002, Yabancı 2005). Yalnız yaşayan birçok yaşlı yenmesi ve hazırlanması kolay, ucuz yiyeceklerle beslenme eğilimi göstermektedirler. Yaşlıların beslenme düzenleri ve belirli besin öğelerini tüketme davranışlarında, yaşam biçimlerinin de etkili olduğu görülmüştür (Atilla, Egemen 1991). Ayrıca yaşlanmaya bağlı olarak yaşlılarda kalp-damar, solunum, üreme ve boşaltım, mide barsak, kas iskelet, sinir, immün sistemler ve beş duyu ile ilgili değişiklikler ortaya çıkmaktadır (Karadakovan 2002, Güzey 1992). Bu durumların da beslenme düzeyini ve davranışlarını etkileyeceği açıktır. Yaşlı kişilerin beslenme alışkanlıklarını değiştirmek oldukça zordur. Alıştığı ve sevdiği şekilde yemek yeme yaşlının en büyük zevklerinden biri, hatta en başta gelenidir. Bütün bunlar göz önüne alınırsa, uygun beslenme biçimi, programlı ve planlı olması gereken bir öğretim konusudur. Uygun bir beslenme ve yaşam biçimiyle, bedenin savunma sistemini güçlendirecek başarılı yaşlanma sağlanabilir (Baysal 2003).
Madrid’de 2002 yılında gerçekleşen “Uluslararası Yaşlanma Asamblesi” Eylem Planında “bütün yaşlılar için gıda maddelerine ulaşım ve yeterli beslenmenin sağlanması” hedeflerden biri olup, Türkiye’nin de içinde bulunduğu ülkeler tarafından kabul edilmiş ve yaşlıların beslenme ve
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
sağlık durumunun iyileştirilmesine yönelik projeler başlatılmıştır (Esen 2006).
Yaşlıların sağlıklı bir şekilde beslenmeleri, hem kendi sağlıkları hem de toplum sağlığı açısından büyük yararlar sağlamaktadır. Bu nedenle yaşlılarda beslenme düzeyinin ve beslenme sağlığı riskinin ve beslenmeyi etkileyen faktörlerin değerlendirilmesi büyük önem taşımaktadır. Yaşlıların beslenme düzeylerini saptamak için çeşitli yöntemler kullanılmaktadır. Ülkemizde yapılan bir çalışmada, beslenme riskini belirlemek amacıyla Mini-Nutritional Assessment (MNA) kontrol listesi kullanılmış olup evde yaşayan yaşlılarda yetersiz beslenme (<17) oranı %5.6 olarak saptanmıştır (Küçükerdönmez 2002). Bu araştırmada kullanılmış olan “Determine Your Nutritional Health” Checklist (NSI Checklist) “Beslenme Sağlığını Belirle” kontrol listesi son yıllarda bu amaçla yararlanılan araçlardan birisidir (Charney 2005, Bobroff 2006, Kuczmarski, Teresa 2006, Clarke 1993).
Gerek kamu kuruluşlarında, gerekse kendi ev ortamında yaşayan yaşlıların beslenme düzeylerinin ve risklerinin saptanması, sağlığın sürdürülmesinde yaşlı gruba hizmet veren hemşireler için de önemli bir rol ve sorumluluktur. Beslenme risk düzeyinin saptanması hemşirelere ve aile yakınlarına uyarı niteliği taşıdığı için, malnutrisyon riskinin erken tanısını da sağlar. Bu doğrultuda sorunlar saptanabilir ve toplumsal çabalara yönelebilinir. Amaç
Bu araştırma 60 yaş ve üstü yaşlı bireylerin beslenme sağlığı açısından beslenme risk düzeyini değerlendirmek ve etkili faktörleri belirlemek amacıyla planlanmış ve yürütülmüştür. Gereç ve Yöntem
Tanımlayıcı alan araştırması, 01 Aralık 2005 – 01 Nisan 2006 tarihleri arasında yürütülmüştür.
Araştırma Grubu: Araştırmanın evrenini, Balıkesir İl’inde Göçmen Konutları Beldesi’nde yaşayan 60 yaş ve üstü 167 yaşlı oluşmuştur. Olasılıksız örneklem yöntemi ile araştırmaya katılmaya gönüllü 65 kadın ve 65 erkek araştırma kapsamına alınmıştır. Araştırmaya katılmayı kabul etmeyen 16 yaşlı ve
araştırmanın veri toplama sürecinde evlerinde bulunmayan 21 yaşlı araştırma kapsamı dışında bırakılmıştır. Araştırma grubunun tümü Bulgaristan’dan göç ederek, bölgeye yerleşmiş yaşlılardır. Araştırmacılardan birinin bu etnik özelliğe sahip olması, yaşlılara ulaşmada kolaylık sağlamıştır.
Veri Toplama Araçları: Veri toplama aracı olarak; yaşlıların sosyo-demografik özelliklerini (11 soru), genel sağlık durumunu (11 soru), beslenme ve sağlık alışkanlıklarını (25 soru), sosyal destek durumunu (1 soru) belirlemeye yönelik anket formundan yararlanılmıştır. Ayrıca beslenme sağlık risk düzeyinin belirlenmesinde “Beslenme Sağlığını Belirle” kontrol listesi (Determine Your Nutritional Health-Checklist) (10 soru) kullanılmıştır. Bu kontrol listesi Amerikan Diyetisyenler Derneği, Amerikan Aile Hekimleri Akademisi ve Ulusal Yaşlılık Konseyi işbirliği ile geliştirilmiştir (Kuczmarski, Teresa 2006, Clarke 1993, Charney 2005). Bu araç beslenme düzeyine ilişkin farkındalığı, beslenme sağlık düzeyini ortaya koymaktadır, klinik tanı aracı değildir, ancak algılanan beslenme sağlığının ve önerilen diyeti yeterince almayan bireylerin belirlenmesinde yararlanılmaktadır. Kontrol listesinin maddelerine “evet” yanıtının verilmesi durumunda puan kazanılır. Evet yanıtı verilmesi durumunda 1. maddeye; 2 puan, 2.maddeye; 3 puan, 3.maddeye; 2 puan, 4.maddeye; 2 puan, 5.maddeye; 2 puan, 6.maddeye; 4 puan, 7.maddeye; 1 puan, 8.maddeye; 1 puan, 9.maddeye; 2 puan, 10.maddeye; 2 puan verilerek beslenme risk puanı hesaplanır. Bu listeye göre, beslenme sağlık risk düzeyi açısından toplam puanı 0-2 arasında alanlar iyi, 3-5 arasında alanlar orta derecede riskli, 6 ve üzeri puan alanlar da yüksek derecede beslenme riski olan bireyler olarak değerlendirilirler (Beck, Ovesen, Osler 1999, Bobroff 2006, Kuczmarski, Teresa 2006, Clarke 1993, Charney 2005, http//www.geriatricsreviewsyllabus.org., http//classes.kumc.edu/som/.). Veri Toplama Süreci: Veriler bir araştırmacı tarafından ev ziyareti yapılarak yüz yüze görüşme şeklinde toplanmış, yaşlıların boy ve kilo ölçümleri olabildiğince az giysili olarak alınmıştır. Verilerin Analizi: Araştırmada verilerin istatistik-
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
35
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
sel analizi SPSS 11.5 programında yapılmıştır. Elde edilen bulgular sayı, yüzde, varyans analizi yöntemi ile değerlendirilmiştir. Bulgular ve Tartışma
1. Yaşlıların Sosyo-Demografik Özellikleri
Yaşlıların %29.2’si 60-64 yaşlarındadır, %66.2’si evlidir. Yaşlıların %42.3’ü ilkokul üzeri eğitim almıştır. Yaşamını en uzun süre ile kentte geçiren yaşlıların oranı %51.5’tir. Yaşlıların %7.7’sinin sosyal güvencesi yoktur, sosyal güvencesi olanların büyük çoğunluğu (%42.3) SSK kurumuna bağlıdır ve %81.5’inin emekli ödeneği dışında geliri bulunma-
maktadır Yaşlıların %7.7’sinin çocuğu yoktur. Yalnız yaşayan yaşlıların oranı %22.3’tür (Tablo-1). Yaşlıların desteklenmesi ve korunması aile hayatı açısından oldukça önemlidir. Aile, yaşlıların bakımında birincil ve destek sistemi olarak en büyük öneme sahiptir (Öztop ve Telsiz 2001). Araştırmaya alınan yaşlılara destek olan kişilerin hangi konularda sosyal destek verdiklerini belirtmeleri istenmiştir. Buna göre, kız çocukların ziyaret ederek (%63.8), yemek pişirerek (%70.0), ekonomik olarak (%19.2); erkek çocukların yemek pişirerek (%3.8), ekonomik olarak (%73.8); erkek kardeşin ziyaret ederek
Tablo-1: Yaşlıların Sosyo-Demografik Özelliklerine Göre Dağılımı Yaş 60 - 64 65 - 69 70 - 74 75 - 84 85 ve üstü Medeni durum Boşanmış Dul Evli Eğitim durumu Okur - yazar değil Okur - yazar İlkokul mezunu Ortaokul mezunu Lise mezunu En uzun yaşadığı yerleşim birimi Köy, kasaba, ilçe Kent Sosyal güvence Emekli sandığı SSK Bağkur Yeşil kart Sosyal güvence yok Çocuk sahibi olma durumu Hiç çocuğu olmayan Çocuğu olan Birlikte yaşadığı kişiler Eş Eş ve çocuklar Akraba-arkadaş Yalnız yaşayan TOPLAM 36
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Sayı 38 30 29 22 11
Yüzde 29.2 23.1 22.3 16.9 8.5
28 47 21 28 6
21.5 36.2 16.2 21.5 4.6
11 33 86
8.5 25.4 66.1
63 67
48.5 51.5
10 120
7.7 92.3
22 55 19 24 10
44 50 7 29 130
16.9 42.3 14.6 18.5 7.7
33.8 38.5 5.4 22.3 100.0
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
(%63.1), ekonomik olarak (%13.8); kız kardeşin ziyaret ederek (% 55.4), yemek pişirerek (%14.6); arkadaşların ziyaret ederek (%68.5); komşuların ziyaret ederek (%80.0), yemek pişirerek (%38.5) destek verdikleri belirlenmiştir. Bu sonuçlar, beklenen bir durum olarak toplumsal cinsiyet rollerinde kadınların besin hazırlamada erkeklere göre etkin olduklarını göstermiştir. Çalışmada yaşlıların beslenmesinde sosyal destek açısından ailelerin, akrabaların, arkadaşların ve komşuların büyük bir bölümünün yaşlılara destek vermesi, grubun etnik özelliklerinden kaynaklanmış olabileceği düşünülmüştür. Ancak, toplumsal ve aile dinamiklerindeki değişimler nedeniyle sosyal destek kaynaklarının ve yaşlı bireyler için toplum destek hizmetlerinin önemi burada açıkça fark edilmektedir. 2. Yaşlıların Genel Sağlık Durumu
Araştırma kapsamına alınan yaşlıların %75.4’ü herhangi bir sağlık sorunu olduğunu, ve bu nedenle %33.8’i de diyet uyguladığını belirtmiştir. Çekal’in üç huzurevinde yaptığı araştırmada, yaşlıların %75.4’ünün herhangi bir hastalığı olduğu ve %28.9’unun diyet yaptığı saptanmıştır (Çekal 2003). Arlı ve arkadaşları da yaptıkları araştırmada, yaşlıların % 77.8’inin herhangi bir sağlık sorunu olduğunu belirlemişlerdir (Arlı ve ark.2003). Sonuçlar bu araştırmayla benzerdir. Özbayır ve Dramalı yürüttükleri çalışmada, yaşlıların %68.0’inin, Eşer ise %47.0’sinin kronik hastalık nedeniyle diyet uyguladığını saptamışlardır (Dramalı, Özbayır 1992, Eşer 1998). Bu araştırmada ise; yaşlıların büyük çoğunluğunun sağlık sorunu olmasına rağmen diyet uygulamadığı görülmektedir. Diyet uygulama yüzdelerindeki farklılığın çalışma gruplarının eğitim düzeyleri, hastalıklarının türü, şiddeti yanı sıra hastalıkla baş etmede özbakım bilgi ve becerilerinin yetersizliğinden kaynaklanmış olacağı düşünülmüştür. Araştırmaya katılan yaşlıların, %83.8’inin görme, %33.1’inin işitme, %3.8’inin tat alma probleminin olduğu belirlenmiştir (Tablo-2). Yürütülen farklı bir çalışmada yaşlılarda görme problemi %71.0, işitme problemi %57.0 oranındadır (Ekici, Özdemir 2003).
Bu sorunların yaşlılarda beslenmeyi etkileyen faktörler olduğu bilinmektedir (Baysal 1989).
Yaşlıların, %73.1’i iştah durumunu iyi, %20.0’si kötü olarak nitelendirmektedir. Eşer’in çalışmasında benzer oranda yaşlıların %72.0’sinin iştahının iyi olduğunu saptamıştır (Eşer 1998). Yaşlıların %26.9’u ara sıra konstipasyon sorunu yaşadığını, %20.0’si iki-üç günde bir boşaltımını gerçekleştirdiğini belirtmiştir. Yaşlıların yemeklerden sonra %5.4’ünün sürekli, %39.2’sinin ise genellikle gaz sorunu yaşadığı saptanmıştır. Yaşlılıkta hareketsiz yaşam, posasız beslenme alışkanlıkları ve mide barsak sistemi bozuklukları nedeniyle konstipasyon yaygındır (Bayık 2005). Yaşlıların %56.9’u her gün ilaç almakta, %6.9’u doğal vitaminler dışında vitamin desteği almaktadır. Yapılan bir çalışmada yaşlıların %25.0’ının günde iki, %23.3’ünün beş ve daha fazla ilaç aldığı belirlenmiştir (Tosun, Akbayrak 2002). Yaşlılarda fiziksel sağlık sorunları yaygındır. Ancak sağlık personelinin iyi öykü almadan bu sorunların çözümünde çoklu ilaç önerme yaklaşımı, yaşlı sağlığını olumsuz etkileyecek fark edilmemiş önemli bir sorundur.
Yaşlılar vücut yapısı bakımından değerlendirildiğinde; vücut yapısı açısından beden kitle indeksine göre %39.2’sinin normal, %45.4’ünün hafif şişman olduğu belirlenmiştir. Dramalı ve Özbayır yürüttükleri çalışmalarında yaşlıların %25.0’ini, Atilla ve Egemen ise başka bir araştırmada %32.0’sini hafif şişman olarak bulmuşlardır (Dramalı, Özbayır 1992, Atilla, Egemen 1991).
Yaşlılarda besleme durumunu etkileyen bir başka etmen de diş kaybıdır. Takma diş, yaşlıların taze sebze, meyve ve et tüketimini azaltırken bu besinlerin yetersiz tüketilmesi vitamin C, folik asit, ß-karoten yetersizliklerine neden olmaktadır (Yabancı 2005). Çalışmada yaşlıların %14.6’sı sağlıklı ve kendi dişleri olduğunu, %45.4’ü eksik dişlerinin olduğunu, %34.6’sı protez kullandığını belirtmişlerdir. (Tablo-2). Araştırmadaki bulgulara göre yaşlıların diş bakımını önemsemedikleri veya ekonomik yetersizlik nedeniyle ihmal ettikleri düşünülmüştür. Nisan-Mayıs-Haziran 2007
37
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Tablo-2: Yaşlıların beslenme düzeyini etkileyen sağlık yakınmalarının dağılımları Sağlık Yakınmaları * Önemli sağlık sorunu olan Sağlık sorunu nedeniyle diyet uygulayan Sağlık sorunu nedeniyle ilaç alanlar Görme problemi olan İşitme problemi olan Tat alma problemi olan İştahsızlık Aşırı iştahlılık Konstipasyon sorunu olan Yemeklerden sonra gaz şikayeti olan Zayıf olan Hafif şişman olan Şişman olan Dişlerin durumu ** Sağlıklı ve kendi dişleri Eksik dişleri var Protez Hiç dişi yok TOPLAM
*Satır yüzdesi alınmıştır.
98 44 110 109 43 5 26 9 62 109 10 59 10
**Kolon yüzdesi alınmıştır.
3. Yaşlılarda Sağlıklı Yaşam Davranışları
Yaşlıların spor yapma alışkanlıkları incelendiğinde, %58.5’inin egzersiz yaptığı saptanmıştır. Buna göre yaşlıların %23.1’i her gün, %28.5’i haftada üç beş kez yürüyüş yapmaktadır. Düzenli egzersizin koroner arter hastalığı riskini azalttığı, kan basıncını düzenlediği, yaşlanmayı geciktirdiği ve yaşam süresini uzattığı kabul edilmektedir (Yabancı 2005). Yaşlılar arasında egzersiz yapma davranışının yaygınlığı olumlu ve iyi bir özbakımdır.
Araştırmada yaşlıların sigara/alkol içme gibi olumsuz alışkanlıkları incelendiğinde, %21.5’inin sadece sigara kullandığı, %10.0’unun sadece alkol kullandığı saptanmış olup, her ikisini de kullananların oranı %18.5’dir. Sigara içen yaşlıların %33.8’inin günde bir paket sigara içtiği, yirmi yıl ve üzerinde sigara içenlerin oranının %36.2 olduğu belirlenmiştir. Ayrıca araştırmaya katılan yaşlıların %84.6’inin hiç alkol kullanmadığı, yalnızca %15.4’inin her gün yemekten önce veya sonra alkol kullandığı saptanmıştır. Yılmazer ve Gürdağ’ın çalışmasında, yaşlıların %32.0’sinin devamlı sigara 38
Sayı
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
19 59 45 7 130
Yüzde
75.4 33.8 84.6 83.8 33.1 3.8 20.0 6.9 47.7 83.8 7.7 45.4 7.7
14.6 45.4 34.6 5.4 100.0
kullandığı, %46.0’sının günde bir-iki paket sigara içtiği, %9.0’unun devamlı alkol kullandığı belirlenmiştir (Yılmazer, Gürdağ 1982). Sigara içme alkole göre daha yaygın bulunmuştur.
4. Yaşlıların Beslenme Algısı ve Beslenme Alışkanlıkları
Araştırmaya katılan yaşlılara “yemek yemek size ne anlam ifade ediyor?” sorusu yöneltildiğinde; %28.5’i “vücudun gereksinimidir”, %8.5’i “mutluluk kaynağıdır”, %36.9’u “sağlıklı olmaktır”, %26.2’si ise “hiçbir anlam ifade etmiyor” yanıtlarını vermişlerdir. Bu açıklamalara göre yaşlıların büyük çoğunluğunun beslenmenin sağlık için öneminin farkında olduğu, az bir oranın ise (%8.5) bu fizyolojik gereksinimi bir mutluluk duygusu olarak da algıladığı ve önemsediği fark edilmiştir. Yaşlıların dörtte biri için yemek yemenin hiçbir anlam ifade etmemesi, bu grubun beslenme düzeyi açısından riskli olabileceğini düşündürmüştür. Yaşlılara daha iyi beslenmeleri için devlet, belediye veya özel sektörden beklentileri olup olmadığı sorulmuştur. Yaşlıların %54.6’sı gıda
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Tablo-3: Yaşlıların beslenme alışkanlıklarına göre dağılımı Beslenme Alışkanlıkları Beslenme saatlerine uyma durumları Öğünlerini saatinde yiyenler Öğün saatlerine uymakta zorlananlar Öğün saatlerini önemsemeyenler Yemekleri tercih şekilleri Tuzlu,acı ve baharatlı Tuzsuz ,acı ve baharatı az Sulu ve bol sebzeli Katı, kızartma ve hamur işleri Bol etli Diğer Et ve et ürünlerini tüketme sıklığı Her gün Haftada 1-2 kez Haftada 3-4 kez Ayda 1-2 kez Tercih edilen et türü Sadece beyaz et (tavuk,balık vb.) Sadece kırmızı et türleri Beyaz ve kırmızı etin her ikisi TOPLAM
yardımı yapılmasını, %13.8’i aş evleri açılmasını, %1.5’i para yardımı yapılması, %30.0’u ise hiçbir yardım istemediklerini ifade etmişlerdir. Beslenme düzeyinin geliştirilmesinde, yaşlıların gereksinimlerine yönelik bu görüşlerinin, önerilerinin ve beklentilerinin ülkemizde devlet politikalarında ve yerel yönetim hizmetlerinin yeniden gözden geçirilmesinde yararlı olacağı düşünülmüştür. Bu eksiklikler fark edilen, hissedilen ancak henüz gerçekleştirilmemiş hizmetlerdir.
Yemeklerinde yaşlıların %7.7’sinin tuzlu, acı ve baharatlı, %37.7’sinin sulu ve bol sebzeli, %30.8’inin bol etli yemek çeşitlerini tercih ettiği belirlenmiştir. Et ve et ürünlerinin tüketim sıklığı incelendiğinde yüzde %24.6’sının et ve et ürünlerini her gün yemeğe dikkat ettiği, %44.6’ının haftada bir veya iki defa yemeğe önem verdiği saptanmıştır. Eşer’in araştırmasında her gün et tüketen yaşlıların oranı (%16.0) oldukça düşüktür (Eşer 1998). Yaşlıların %38.5’inin sadece beyaz et (tavuk, balık vb) tükettiği, %11.5’inin salam, sosis ve sucuk türlerini tükettiği, %50.0’sinin ise beyaz ve kırmızı etin her ikisine de yemeklerinde yer verdiği belirlenmiştir.
Sayı
Yüzde
10 13 49 2 40 16
7.7 10.0 37.7 1.5 30.8 12.3
28 51 51
32 58 32 8
50 15 65 130
21.6 39.2 39.2
24.6 44.6 24.6 6.2
38.5 11.5 50.0 100.0
Yaşlılıkla birlikte alınan besinlerin mide ve barsaklardan atılma süresi yavaşlar, asit salgısı azalır. Yaşla safra kesesinde taş oluşumu artar, yağlı besinlerin sindirimi güçleşir. Böbrek işlevlerinde azalma olur. Aşırı proteinli gıdalar ve tuz böbreklerin yükünü arttıracağından yaşlıların bu tür gıdaları çok tüketmemeleri önerilir (Bayık 2005). 5. Yaşlılarda Beslenme Düzeyini Belirleme Durumu
Araştırmada yaşlıların beslenme sağlık risk düzeyi belirleme durumları değerlendirilmiştir. Buna göre yaşlıların %55.4’ünün yediği yiyeceğin türünü/miktarını etkileyen bir hastalığı olduğu saptanmıştır. Yaşlıların %3.1’i günde iki öğünden daha az yemek yemektedir. Yaşlılar beslenme yetersizliğine karşı duyarlıdırlar ve yetersiz-dengesiz beslendiklerinde sağlıkları hızla bozulur (Boyacıoğlu 2005). Araştırma kapsamına alınan yaşlıların %74.6’sının günde üç-dört öğün, %22.3’ünün ise günde dört öğünden fazla yemek yediği saptanmıştır. Az ve sık yemek yemek, birçok kronik hastalığın tedavisinde
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
39
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
önemlidir. Kan şekerinin düzenlenmesinde, şişmanlığın ve kalp-damar hastalıklarının tedavisinde öğün sayısının arttırılması önerilir (Yabancı 2005). Yaşlıların %21.5’inin öğünlerini saatinde yediği, %38.5’inin öğün saatlerine uymakta zorlandığı, %40.0’ının öğün saatlerini önemsemediği saptanmıştır. Katılımcıların %39.2’si beslenme saatleri dışında ara öğünlerinin olduğunu bildirmişlerdir. Sonuçlar yaşlıların öğün sıklığının iyi olduğunu ancak öğün saatlerine uymama davranışlarının yaygın olduğunu göstermiştir.
Yaşlıların %24.6’sı sebze, meyve veya süt ürünlerini az yemektedir. Yaşlıların %40.0’ının yemeklerden birkaç saat sonra ara öğün olarak sebze ve meyve yediği, ancak %24.6’sının sebze ve meyve tüketmeye önem vermediği ortaya çıkmıştır. Ayrıca yaşlıların %4.6’sının sadece sabahları süt ve süt ürünleri aldığı saptanmıştır. Hemen hemen her gün bira, şarap ve benzeri içkiden üç dubleden fazla içtiğini ifade eden yaşlı oranı %15.4’tür. Yaşlıların %54.6’sının yemek yemeyi zorlayan diş veya ağız problemi olduğu, %16.9’unun ihtiyacı olan yiyeceği almakta zorlandığı saptanmıştır. Yaşlılara, “Çoğu kez yemeklerinizi yalnız mı yersiniz?” sorusu sorulduğunda, %21.5’i “evet” yanıtını vermiştir. Yaşlıların %40.2’sinin aile üyeleri, %28.5’inin eş, %9.8’inin komşu/akrabasıyla birlikte yemek yediği saptanmıştır. Bu araştırmadaki bulgulara benzer olarak Eşer’in çalışmasında yaşlıların %82.0’si yemeğini ailesi veya bir yakını ile birlikte yemektedir (Eşer 1998).
Yaşlıların %23.8’i günde üç ve daha fazla ilaç almaktadır, %10.0’u istemeden son altı ayda kilo almış veya vermiştir.
Bazen alış-veriş yapma, yemek pişirme veya kendini besleme açısından fiziksel olarak güçsüz hissettiğini belirten yaşlı oranı %59.2’dir (Tablo-4). Yaşlıların %25.4’ünün ise bazen yemek yaptığı belirlenmiştir. Bu sonuçlara göre yaşlıların çoğunun kendi işini görebilecek ve beslenmesini sağlayabilecek kadar fiziksel güce sahip olmadıklarını hissetmesi üzüntü verici ancak yaşlılıkta beklenen 40
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
bir durumdur. Burada, toplum destek hizmetlerinin önemi ortaya çıkmaktadır.
Bu sonuçlara göre yaşlıların beslenme düzeyini etkileyen en yaygın riskler arasında hastalığın varlığı, ağız-diş sağlığı sorunu ve fiziksel güçsüzlük olduğu söylenebilir. Quigley ve Hermann’ın 18.488 kişi üzerinde “Beslenme Sağlığını Belirle” kontrol listesi kullanılarak Amerika Birleşik Devletleri’nde yaptıkları araştırmada, yaşlıların %69.0’unun yediği yiyeceğin türünü/miktarını etkileyen bir hastalığı olduğu, %16.0’sının günde iki öğünden daha az yemek yediği, %21.0’inin sebze, meyve veya süt ürünlerini az yediği, %1.0’i hemen hemen her gün bira, şarap ve benzeri içkiden üç dubleden fazla içtiği saptanmıştır. Yaşlıların %31.0’nin yemek yemeyi zorlayan diş veya ağız problemi olduğu, %24.0’ünün ihtiyacı olan yiyeceği almakta zorlandığı, %72.0’sinin yalnız yemek yediği, %89.0’unun günde üç ve daha fazla ilaç aldığı, %45.0’inin istemeden son altı ayda kilo alıp veya verdiği, %86.0’sının bazen alış-veriş yapmanın, yemek pişirme veya kendini besleme açısından fiziksel olarak güçsüz hissettiği saptanmıştır (Quigley, Hermann 2004). Araştırma bulguları ile Quigley ve Hermann’ın çalışma sonuçları karşılaştırıldığında “yiyeceğin türünü/miktarını etkileyen bir hastalığı olması” risk faktörü açısından benzer bulunmuştur. İki grupta saptanan risk farklılıklarının ise her iki gruptaki yaşlıların sağlık hizmetlerinden yararlanma olanakları, sağlık sorunlarının türleri, yaş faktörü, sosyal destek, aile yapıları ve toplumsal özelliklerden kaynaklanmış olabileceği düşünülmüştür.
Araştırmada “Beslenme Sağlığını Belirle” Kontrol Listesine göre, 0-2 puan alan %19.5 oranında yaşlının beslenme sağlığı risk düzeyinin iyi olduğu, 3-5 puan alan yaşlının %40.7 oranında orta, 6 ve üzeri puan alan yaşlının ise %39.8 oranında yüksek derecede beslenme riski altında olduğu saptanmıştır. “Beslenme Sağlığını Belirle” Kontrol Listesine göre Groot ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada yaşlıların %11.0’inin beslenme düzeyi iyi, %41.0’inin orta düzeyde risk, %48.0’inin yüksek düzeyde risk altında olduğu bulunmuştur
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Tablo-4: Yaşlıların “Beslenme Sağlığını Belirle” kontrol listesi maddelerine göre dağılımı “Beslenme Sağlığını Belirle” Kontrol Listesi 1- Yediği yiyeceğin türünü/miktarını değiştirmeyi etkileyen bir hastalığın olması Evet (2 puan) Hayır (0 puan) 2- Günde 2 öğünden daha az yemek yeme Evet (3 puan) Hayır (0 puan) 3- Sebze, meyve veya süt ürünlerini az yeme Evet (2 puan) Hayır (0 puan) 4- Hemen hemen her gün bira, şarap ve benzeri içkiden 3 dubleden fazla içme Evet (2 puan) Hayır (0 puan) 5- Yemek yemede kişiyi zorlayan diş veya ağız sorunları Evet (2 puan) Hayır (0 puan) 6- İhtiyaç olan yiyeceği her zaman satın alma zorluğu Evet (4 puan) Hayır (0 puan) 7- Çoğu kez yemeklerini yalnız yeme Evet (1 puan) Hayır (0 puan) 8- Günde 3 ve daha fazla ilaç alma Evet (1 puan) Hayır (0 puan) 9- İstemeden son 6 ayda kilo alma ya da verme Evet (2 puan) Hayır (0 puan) 10- Bazen alış-veriş yapmak, yemek pişirmek veya kendisini beslemek açısından fiziksel olarak güçsüz hissetme Evet (2 puan) Hayır (0 puan) Beslenme Sağlığı Risk Düzeyi 0-2 puan 3-5 puan 6 ve üzeri TOPLAM
(Groot et al 1998). Danimarka toplumunda yapılan bir araştırmada da “Beslenme Sağlığını Belirle” kontrol listesine göre yaşlıların %29.7’sinin beslenme düzeyi iyi, %51.0’inin orta düzeyde risk, %19.3’ünün ise yüksek düzeyde beslenme sağlık riski altında bulunduğu saptanmıştır (Becket et.al 1999).
Sayı
Yüzde
72 58
55.4 44.6
4 126
3.1 96.9
32 98
24.6 75.4
20 110
15.4 84.6
71 59
54.6 45.4
22 108
16.9 83.1
28 102
21.5 78.5
31 99
23.8 76.2
13 117
10.0 90.0
77 53
59.2 40.8
25 53 52 130
19.5 40.7 39.8 100.0
Tablo-5’de görüldüğü gibi araştırmaya katılan erkeklerin beslenme sağlık risk düzeyi puanı, kadınlara göre daha yüksektir. Yapılan bir çalışmada farklı olarak kadınların erkeklerden iki kat daha fazla risk altında olduğu belirlenmiştir (Quigley, Hermann 2004). Toplumumuzda kadınların kadın rolü olarak
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
41
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Tablo 5: Sosyo-demografik özellikleri ile “Beslenme Sağlığını Belirle” kontrol listesi puan ortalamalarının dağılımı İstatistik Kadın Erkek Yaş
Boşanmış Evli Dul Çocuğu olmayan 1 çocuk 2 çocuk 3 çocuk ve üzeri İyi Orta Kötü besin hazırlama, pişirme alışkanlıkları yanı sıra erkeklere göre daha fazla sosyal iletişimde bulunmaları ve kendi sağlıklarına daha dikkat etmeleri bu sonuçta etkili faktörler olarak düşünülmektedir. Bu sonuç, kadınların sağlık sorunları ve yaş faktörü ile de ilgili olabilir.
Beslenme sağlık düzeyi risk puanı 60-64 yaş grubunda 4.07±2.85, 85 yaş ve üstü yaşlılarda ise 9.90±3.28’dir. Yapılan ileri analizde farkın 85 yaş ve üstü bireylerden kaynaklandığı belirlenmiştir. Bu farkın doğrudan yaş faktöründen değil, yaşın ilerlemesiyle birlikte giderek artan fiziksel ve ruhsal sağlık sorunlarının artışı, diş kayıpları, ilaç kullanma sıklığının artışı gibi nedenlerden kaynaklanmış olabileceği düşünülmüştür. Evli yaşlılarda beslenme sağlık risk düzeyi puanı, dul ve boşanmış yaşlılara göre daha düşüktür. Yapılan ileri analizde farkın dul bireylerden kaynaklandığı belirlenmiştir. Çocuk sahibi olan yaşlılarda beslenme sağlık
42
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
risk düzeyi puanı, hiç çocuğu olmayan yaşlılara göre daha düşük bulunmuştur (Tablo 5). Yapılan ileri analizde farkın hiç çocuğu olmayan yaşlılardan kaynaklandığı belirlenmiştir. Bu sonuç çocuksuz yaşlıların beslenme riskinin fazla olduğunu göstermiştir. Evli çiftlerin fiziksel, ruhsal, sosyal, ekonomik açıdan birbirlerini desteklemekleri yanı sıra evli çiftlerin çoğunluğunun çocuk sahibi olması ve sosyal destek olanaklarının olması da beslenme durumlarında destekleyici olumlu faktörler olarak düşünülmüştür.
Beslenme bilgi ve para işidir. Bu çalışmada da gelir durumunu kötü olarak değerlendiren yaşlılarda beslenme sağlığı risk puanı yüksek bulunmuştur (Tablo 5). Yapılan ileri analizde farkın geliri kötü olan yaşlılardan kaynaklandığı belirlenmiştir. Yaşlıların gelir durumu kötüleştikçe beslenme riski artmaktadır. Bu durum yaşlıların düşük gelirleri ve yüksek sağlık harcamaları nedeniyle temel besin gerek-
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
sinimlerini karşılamakta güçlük yaşayabileceklerini düşündürmektedir. Şanlıer ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada yaşlıların %17.1’inin geliri kötü olduğu için yiyecek alamadığı saptanmıştır (Şanlıer ve ark 2003).
Önemli bir sağlık sorunu olan yaşlıların beslenme sağlık risk düzeyi puanı, önemli bir sağlık sorunu olmayanlara göre daha yüksektir. Bir sağlık sorunu nedeniyle diyet uygulayan ve uygulamayan yaşlılar arasında beslenme sağlık risk düzeyi puanı açısında fark saptanmamıştır. Her gün ilaç kullanan yaşlılarda ara sıra ya da hiç ilaç kullanmayan yaşlılara göre beslenme sağlığı risk puanı daha yüksektir. Yapılan ileri analizde farkın her gün ilaç kullanan yaşlılardan kaynaklandığı belirlenmiştir Bu çalışmada hiç dişi olmayan yaşlıların beslenme sağlığı risk puanı, kendi dişi olan, eksik
dişi olan veya protez kullananlara göre daha yüksektir. Yapılan ileri analizde farkın hiç dişi olmayan yaşlılardan kaynaklandığı belirlenmiştir. Benzer biçimde iştahsız olduğunu bildiren yaşlılarda da beslenme sağlığı risk puanı, iştahı iyi/normal ve aşırı iştahlı olanlara göre yüksektir. Beden kitle indeksi farklı olan gruplar arasında beslenme sağlık risk düzeyi puanı açısından yapılan analizde gruplar arası fark belirlenmemiştir (Tablo 6). Yalnız yemek yiyenlerin beslenme sağlık risk düzeyi puanı birlikte yemek yediği kişiler mevcut olan yaşlılara göre daha yüksektir. Yaşlılarda beslenme sağlık risk düzeyi puanı ile yemek yapabilme durumu açısından gruplar arası fark belirlenmemiştir. Yemeklerini öğün saatlerinde yiyen yaşlıların beslenme sağlık risk düzeyi puanı, öğün saatlerine uymakta zorlananlara ve öğün saatini önemsemeyenlere göre daha düşüktür. Yapılan Tamhane ileri analizde farkın öğün saatlerine
Tablo 6: Genel sağlık durumu ile “Beslenme Sağlığını Belirle” kontrol listesi puan ortalamalarının dağılımı Genel Sağlık Durumu İstatistik Önemli bir sağlık sorunu olan
İlaç Kullanma Her gün ilaç kullanan Aralıklı ilaç kullanma Kısa süreli rahatsızlıklarda Hiç ilaç kullanmayan Diş durumu Sağlıklı kendi dişleri Eksik dişleri var Protez Hiç dişi yok İştah durumu İyi - normal Kötü - iştahsız Aşırı iştahsız Zayıf Normal Hafif Şişman Şişman Nisan-Mayıs-Haziran 2007
43
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
uymakta zorlananlardan ve öğün saatini önemsemeyenlerden kaynakladığı belirlenmiştir. Spor yapmayan yaşlıların, düzenli spor yapan yaşlılara göre beslenme sağlık risk düzeyi puanı daha yüksektir. Kötü alışkanlığı olan ve olmayan, alkol alan ve almayan yaşlıların beslenme sağlık risk düzeyi puanı ile yapılan analizde gruplar arası fark belirlenmemiştir (Tablo 7).
Erkek olan, ileri yaşta, dul, hiç çocuğu olmayan, gelir durumu kötü olan, önemli bir sağlık sorunu olan, diş kaybı olan, kötü iştahı olan, her gün ilaç kullanan, yalnız yemek yiyen, öğün saatlerine uymakta zorlanan/önemsemeyen ve spor yapmayan yaşlılarda beslenme sağlığı açısından risk puanı yüksek bulunmuş olup, bu yaşlıların malnutrisyon riski taşıdıkları sonucuna ulaşılmıştır.
Tablo 7: Beslenme alışkanlığı ve sağlıklı yaşam davranışları ile “Beslenme Sağlığını Belirle” kontrol listesi puan ortalamalarının dağılımı Beslenme Alışkanlığı ve Sağlıklı Yaşam Davranışları Beslenme Alışkanlığı Birlikte yemek yediği kişiler Olan Olmayan
İstatistik
Öğün saatlerinde yiyenler Öğün saatlerine uymakta zorlananlarda Öğün saatlerini önemsemeyenler Sağlıklı Yaşam Davranışları
Kötü Alışkanlıklar
Sık olamamak kaydıyla alanlar Sonuç ve Öneriler
Araştırma sonuçları yaşlıların %19.5’inin beslenme sağlık risk düzeyinin iyi, %40.7’sinin orta derecede, %39.8’inin yüksek olduğunu göstermiştir. Yaşlıların sağlıklı beslenme alışkanlıkları yeterli değildir. 44
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Yaşlılık döneminde beslenme sorunları yaygın bir durumdur. Bu nedenle yaşlı bireyin beslenme durumu, belli aralıklarla değerlendirilmeli ve beslenme programlarının hazırlanmasında bu sonuçlar göz önünde bulundurulmalıdır. Yaşlıların beslenme durumunun değerlendirilmesinde,
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
yapılan araştırmada kullanılan bu ölçekten sağlık kuruluşlarında ve evde bakım hizmetlerinde sağlık personeli ve hemşireler yararlanabilirler. Ülkemizde bu yöntemin kullanımı ile ilgili bilimsel çalışmalara rastlanmamıştır. Yöntem pratiktir, hızlı bir tanılama yöntemi olarak beslenme durumunun değerlendirilmesini sağlar. Bu nedenle yaşlı merkezlerinde, özel ve resmi huzurevlerinde, yaşlı bakım evlerinde ve hastanelerde “Beslenme Sağlığını Belirle” kontrol listesi tüm sağlık personeli ve yaşlı eğitimi ile ilgilenen kişilere öğretilmeli, yaşlıların beslenme durumlarının değerlendirilerek, yaşlı sağlığı ve beslenmesi ile ilgili önlemler alınmalıdır. Beslenme sağlık riski yüksek olarak belirlenen yaşlılar için hazırlanacak diyet programlarında yaşlının hastalığı ve ilaç kullanımı yanı sıra, fiziksel ve sosyal özellikleri de dikkate alınmalıdır. Özellikle yaşlı erkekler, ileri yaştakiler ve hiç çocuğu olmayan yalnız yaşayan yaşlılar sosyal yönden desteklenmelidir.
Yaşlıların beslenme düzeyinin geliştirilmesi için yaşlılara yönelik sağlık eğitimi programları doğrudan veya medya yoluyla hazırlanmalıdır. Yaşlılara beslenmeleriyle ilgili yakınmalarıyla baş etmede yöntemler öğretilmelidir. Yaşlılara yapılan eğitimlerde öğün saatlerinin ve fiziksel egzersizin önemi vurgulanmalıdır. Yerel yönetimler toplum beslenme programları düzenleyerek yaşlıların sıcak, üç öğün hazır sıcak yemek servisi hizmetleri yönünde örgütlenebilirler.
Bu çalışmada kullanılan ölçme aracının daha geniş örneklemle farklı sosyal yapıda yaşlı gruplarına uygulanarak genellenmesi yönünde araştırmaların yürütülmesi yararlı olacaktır.
Kaynaklar 1-
23-
Arlı M, Şanlıer N, Demirel H.(2003).Yaşlılarda Stres ve Beslenme İlişkisi, II.Ulusal Yaşlılık Kongresi, Denizli, 81-91.
Atilla S, Egemen A. (1991). Yaşlıların Ev Koşullarında Beslenme Durumları, Beslenme ve Diyet Dergisi, 20: 70-78.
Bayık A. (2005). Yaşlılıkta Beslenme, Yaşlı Hasta
45-
6789-
Bakım Kursu Ders Kitabı, İzmir, 29.
Baysal A. (2003). ‘‘Yaşlılıkta Beslenme’’, II.Ulusal Yaşlılık Kongresi Kitabı,Denizli, 1-9.
Beck AM, Ovesen L, Osler M. (1999). The “Mini Nutritional Assement” (MNA) and The “Determine Nutritional Health” Checklist (NSI Checklist) as Predictors of Morbidity and Mortality in an Elderly Danish Population, British Journal of Nutrition, 81, 31-36. Erişim tarihi: 07.09.2006.
Bobroff L. (2006). Determine Your Nutritional Health, http://edis.ifas.ufl.edu/HE944Erişim tarihi:07.09.2006.
Boyacıoğlu S. (2005). Beslenme, Sağlıklı Yaşlanma, Öncü Basımevi, Ankara.175-178.
Charney C. (2005). Nutrition Screening and Assessment in Older Adults, Today’s Dietitian, vol 7;5, 1014. Erişim tarihi:07.09.2006.
Clarke MP. (1993). Nutrition Screening Determine Your Risk, Cooperative Extension Service Kansas State University http://www.oznet.ksu.edu/library/ fntrz/gt332.pdf Erişim tarihi: 07.09.2006.
10- Çekal N. (2003). Huzurevlerinde Kalan Yaşlıların Beslenme Servisi Örgütünden Memnuniyet Düzeyleri. II.Ulusal Yaşlılık Kongresi, Denizli, 209-216. 11- Dramalı A, Özbayır T. (1992). Toplumda Yaşlı Bireylerin Sağlık ve Beslenme Durumları ve Bu Konuda Bilgilerinin Saptanması, Uluslararası Hemşireler Birliği Sempozyum, Ankara, 238-241.
12- Ekici B, Özdemir S. (2003). Yaşlı Bireylerin Sağlık ve Evde Bakım Durumlarının Değerlendirilmesi, Hemşirelik Forumu, Temmuz-Ağustos, 27-36.
13- Esen A.(2006).Yaşlılık ve Beslenme, Ed: Çiçek Fadıloğlu, İleri Geriatri Hemşireliği, Meta Basım, 6376.
14- Eşer İ. (1998). Yaşlıların Beslenme Durumu ve Bu Durumu Etkileyen Etmenlerin İncelenmesi, İ.Ü.Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu Dergisi, 4:4, 45-52,
15- Fadıloğlu Ç. (2006). Yaşlılığın Toplumsal Boyutu, Ed: Çiçek Fadıloğlu,İleri Geriatri Hemşireliği, Meta Basım, 19-34. 16- Gözüm S. (2002). Birinci Basamak Sağlık Hizmetlerinde Yaşlı Bakımı, I.Ulusal Geriatri Kongresi, Antalya, 103-105.
17- Groot LCPGM, Beck AM, Schroll M, Staveren WA. (1998). Evaluating the DETERMİNE Your Nutritional Health Checklist and the Mini Nutritional Assessment as Tools to Identify Nutritional Problems in Elderly
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
45
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Europeans. European Journal of Clinical Nutrition, vol 52; 12, 877-883. Erişim tarihi:07.09.2006.
18- Güzey A. (1992). Yaşlılık ve Beslenme, Türk Hemşireler Dergisi, 42;2, 11-12.
19- Khorshid L. (1992). Sağlıklı Yaşlanma İlkeleri, Sağlıklı Yaşlanma, Uluslararası Hemşireler Birliği Sempozyum Kitabı, Ankara, 334-337.
20- Khorshid, L. (1996). Yaşlıların Beslenmesi ve Hemşirelerin Sorumlulukları, E.Ü.H.Y.O.Dergisi, 12;3, 141-146.
21- Koçar H. (2002). Yaşlı Dünyada, yaşlılık ve Geriatrik Tıp, I.Ulusal Geriatri Kongresi, Antalya, 3-6.
22- Kuczmarski MF, Cooney T. (2006). Validation of the Determine Your Nutritional Health Checklist, Erişim tarihi: 07.09.2006. http://nutritionandaging.fiu.nedu/ Center_Initiatives/Rural_America/Kuczmarski_.. 23- Küçükerdönmez Ö, Köksal E, Rakıcıoğlu N, Pekcan G. (2002). Altmışbeş Yaş ve Üzeri Bireylerde Beslenme Durumunun Değerlendirilmesine Yönelik Bir Çalışma, I.Ulusal Geriatri Kongresi, Antalya, 177.
24- Nutrition Screening: Determine Your Nutrirional Health Checklisthttp//www.geriatricsreviewsyllabus. org /content/agscontent/grs6nutr.htm… Erişim tarihi: 07.09.2006 25- Nutritonal Status Assessment Form, Erişim tarihi:07.09.2006http//classes.kumc.edu/som/amed 900/ExposureSkills/nutritonal_status_assessment.h...
46
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
26- Öztop H, Telsiz M. (2001). Yaşlı Ana-Babaların Yetişkin Çocukları İle İlişkileri, Yaşlı Sorunları Araştırma Dergisi,1(1), 57-62.
27- Parlar S. (2006). Yaşlılarda Görülen İnkontinans, Ed: Çiçek Fadıloğlu, İleri Geriatri Hemşireliği, Meta Basım, 117-128.
28- Rakıcıoğlu N. (2002). Yaşlılık ve Beslenme, I.Ulusal Geriatri Kongresi, Antalya, 117-121.
29- Şanlıer N, Arlı M. (1998). Yaşlılıkta Beslenme, Sürekli Tıp Eğitimi, 7;12.
30- Şanlıer N, Tokyürek Ş, Arpacı F. (2003). Yaşlıların Gelir Yönetiminde Karşılaştıkları Sorunların İncelenmesi, II.Ulusal Yaşlılık Kongresi, Denizli, 383-390. 31- Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması TNSA-2003. (2004). Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etüdleri Enstitüsü, Sağlık Bakanlığı Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Genel Müdürlüğü, Ankara,18.
32- Tosun N, Akbayrak N. (2002). Çeşitli Rahatsızlıklarda Geriatri Polikliniğine Başvuran Yaşlı Hastaların İlaç Kullanım Özellikleri ve Bilgi Düzeylerinin İncelenmesi, Hemşirelik Forum Dergisi, cilt 5;6, 40-45.
33- Yabancı N. (2005). Yaşlılık ve Beslenme, III Ulusal Yaşlılık Kongresi, İzmir,163-175.
34- Yılmazer İ, Gürdağ M. (1982). Yaşlılık ve Yaşlılıkta Beslenme, Beslenme ve Diyet Dergisi, cilt 11, 17-29.
Çocuk Yoksulluğu
Şebnem AVŞAR KURNAZ*
Öz e t
Günümüzde yoksulluk sadece az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerin değil gelişmiş ülkelerin de sorunları arasında yer almaktadır. Yoksulluk riski ile toplumların çeşitli grupları farklı derecelerde karşı karşıya kalmaktadır. Çocukların yoksullukla karşılaşma ve yoksulluğun olumsuz etkilerine maruz kalma riski yetişkinlere göre daha yüksektir. Yoksulluk içinde yetişmek, beslenme, sağlık, eğitim gibi temel hizmetlere ulaşılmasını engellemektedir. Çocukluk döneminde yaşanan yoksulluk, çoğu zaman yetişkinlik döneminde yaşanan yoksulluğun habercisi olmaktadır. Bu çalışmada, çocuk yoksulluğunun nedenleri ile çocuklar üzerindeki etkileri irdelenmeye çalışılacak ve bu sorunun çözümüne yönelik öneriler sunulacaktır. Anahtar kelimeler: Yoksulluk, çocuk yoksulluğu.
Abstract
Child Poverty
In today’s world, poverty is not a problem for only under-developed or developing countries, but also a problem for developed ones. Several groups of the society encounter the risk of the poverty in different degrees. The risk of encountering poverty and its negative effects is higher for children than adults. The basic needs like nutrition, health and education can not be provided due to the negative effects of growing in poverty. Usually, the poverty in the period of childhood, results in poverty in adulthood. In this study, the reasons of child poverty, the effects on children and solution ways are going to be examined. Key words: Poverty, child poverty.
*T.C. Başbakanlık Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü, Uzman Yardımcısı.
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
47
Giriş
Yoksullukla mücadele tarihin her döneminde toplumların gündeminde bir sorun olarak yerini almıştır. Günümüzde de yoksulluk sadece az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin sorunu değil, aynı zamanda gelişmiş sanayi toplumlarının da sorunudur. Gelişmiş ülkelerde yoksulluğun artma ve kalıcı olma tehlikesi bulunmaktadır. 1990’lı yıllardan bu yana uluslararası yardım ve finans kuruluşlarının, yoksul ülkeler ve yoksullukla mücadele konusundaki özel ilgileri ve yeni yöntemleri, yoksulluğun uluslararası bir sorun ve sosyal politika konusu haline geldiğini açıkça göstermektedir. Çocukların yetişkinlere göre yoksullukla karşılaşma riski daha yüksektir. Yoksulluk içinde yetişen çocukların temel haklarından yoksun olduğu da bilinen bir gerçektir. Bu nedenle çocuk yoksulluğu ile mücadele ülkelerin gündeminde yer alan önemli konulardandır.
Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde çocuğun en yüksek yararının göz önüne alınması ifade edilirken dünya çocuklarının yarısından fazlasının yoksulluk, savaş gibi sorunlarla karşı karşıya oldukları bilinmektedir. Yoksulluk çocukları yaşama, büyüme ve gelişme açısından ihtiyaç duydukları imkânlardan yoksun bırakmaktadır. Çocukluk döneminde yaşanan yoksulluk çoğu zaman yetişkinlik döneminde yaşanan yoksulluğun habercisi olmaktadır. Yoksulluk içinde yetişen çocukların sağlık, eğitim gibi alanlarda sorunlar yaşadıkları bilinmektedir. Ayrıca yoksulluk çocuk işçiliğine neden olmaktadır. Çocuk yoksulluğu oranının artması çalışan çocukların sayısını da arttırmaktadır. Çocuğun çalışması bir çok sorunu beraberinde getirmektedir. Uzun çalışma saatleri çocukların gelişimine zarar verdiği gibi, fiziksel, duygusal cinsel istismar riskinin artması, eğitim hayatının aksaması gibi sorunlar da yaşanmaktadır. Çocuk yoksulluğu önlendiği takdirde, çocukların temel haklara ve daha iyi yaşam koşullarına ulaşması sağlanacağı gibi, yetişkinlik döneminde yoksullukla karşılaşma riski de azaltılacaktır. 48
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
2. Yoksulluğun Tanımlanması
Yoksulluğun uluslararası bir sorun olması, tanımlamasını güçleştirmektedir. Ülkelerin gelişim düzeyleri ve tüketim ölçeklerine göre bu olgunun tanımı ve sınırları değişebilmektedir (Avcı, 2003). Aktan(2002:41-42)’a göre yoksulluğu tanımlarken çok boyutlu olma özelliği dikkate alınmalı ve aşağıda yer alan farklı boyutlar göz önünde bulundurulmalıdır :
• Maddi mahrumiyet: Kişi veya hane halkının yeterli gelirinin olmaması, özel tüketim düzeyinin yeterli olmaması ve kamusal mal ve hizmetlerin sunumunun yetersiz olması ; • Fiziki zafiyet: Yetersiz beslenme, açlık, hastalık, sakatlık ve maluliyet, güçten düşme;
• İzolasyon: Okur yazarlığın olmaması, eğitim imkanlarından yararlanmama, kaynaklara erişememe, taşrada bulunma, marjinalleşme, ayrımcılık ;
• Güçsüzlük: Yoksulluktan kurtulma imkanının ve durumunu değiştirme yeteneğinin olmaması; yaşam ve geçimi tehlike altında bırakan olaylara ve iktisadi, sosyal ve doğal şoklara maruz kalma; güvenli bir iş ve konuta sahip olmama; • Katılımın yetersiz olması: Yoksulluğun tanımlanması ve azaltılmasına yönelik proje ve programların hazırlanması ve uygulanmasına katılamama; siyasi yaşamda etkin olamama; sesini duyuramama; insan onuruna yaraşır bir yaşam sürdürememe;
• Zamanın yetersiz olması: Kişilerin ve hane halkının tüm zamanlarını fiziki varlıklarını sürdürebilmek için gelir elde etmeye çalışarak geçirmeleri; kültürel faaliyetler için boş zamanın kalmaması ; • Çevre kirliliği ve çevrenin bozulması: Çevrenin kirlenmesi ve bozulması sonucu geçim vasıtalarının ortadan kalkması; açlık ve maddi olanaksızlıklar nedeniyle ormanlar gibi doğal kaynakların hızla tüketilmesi
Dünya Bankası yoksulluğu çeşitli boyutları göz önüne alarak iki şekilde kategorileştirmektedir : Mutlak (absolute) ve göreli (relative) yoksulluk (DPT, 2000). Mutlak yoksulluk , bir insanın hayatta kalabilmesi için gerekli minimum kalori miktarı olan 2400 k/cal hesaplamasına dayanılarak (tıbben;
normal bir erişkinin yeterli kalori alabilmesi için gerekli kalori 2800-3000, ağır işlerde çalışanlar için ise işin niteliğine göre 3200-3800 k/cal ihtiyacı esas alınmaktadır) tanımlanmakta ve bu noktadan hareketle günlük geliri 2400 k/cal besini almaya yetmeyen insanlar “mutlak yoksul” olarak nitelendirilmektedir (DPT,2000).
Dünya Bankası’nın geliştirmiş olduğu “göreli yoksulluk” ; minimum kalori ihtiyacının yanı sıra temel toplumsal taleplerden olan barınma, eğitim, sağlık ve benzeri kültürel ve toplumsal taleplerin getirdiği ek gelir ihtiyacının karşılanamaması haline göre tanımlanmaktadır (DPT, 2000).
Yoksulluk ölçütü olarak uluslararası literatürde günlük 1 dolar sınırı kullanılmaktadır (UNICEF, 2001). Bu sınıra göre belirlenen yoksulluğa “gelir yoksulluğu” denilmekte, su, beslenme için gerekli en az kalori ve çocukların okula başlayamaması gibi temel ihtiyaçların karşılanamaması “temel gereksinim yoksulluğu”, bütün gelirlerin besin için harcandığı ve buna karşın yeterli besin sağlanamadığı durum ise “ağır yoksulluk” olarak tanımlanmaktadır (UNICEF, 2001). 2.1. Yoksulluğun Nedenleri
Yoksulluğun nedenleri oldukça çeşitlidir. Zastrow(1991, 311-312)’a göre yoksulluğun nedenleri şu şekilde sıralanmaktadır: • Fiziksel, zihinsel, yaşa bağlı yetersizlikler
• Eğitim ve öğretimden dolayı beceri yokluğu veya eksikliği • Kültürel eksiklik • Yeteneksizlik
• Güvencesizlik
• Kişilik Bozukluğu • Ekonomik kriz
• İş olanaklarının azlığı
• Toplu işten çıkarılma • İş yeri kapanması
Küresel bağlamda yoksulluk; kaynakların kıt olmasının sonucu olarak değil daha çok paylaşımdaki sorunlar ve işsizliğe, emek maliyetlerinin dünya ölçeğinde minimize edilmesine dayanan küresel
aşırı arz sisteminin ürünü olarak ortaya çıkmaktadır (Chossudovsky,1999: 29). Küreselleşme yoksulluğun nedenleri arasında yer almakla birlikte yoksulluk sorununun çözümünde de imkan ve fırsat olarak görülmektedir (Chossudovsky,1999: 31).
Özbudun(2002)’a göre günümüzde yoksulluğun tüm tezahürleri, giderek artan ölçülerde “küreselleştirici” süreçlerin ve bu süreçlerin dinamiğini oluşturan neoliberal politikaların bir sonucu olarak görülmektedir. Küreselleşmeyle bağlantılı olarak değerlendirilen yoksulluğu salt “geçim kaynaklarına erişememek” ya da “kişi veya hane halkının yaşaması için gerekli olan temel ihtiyaçlarını karşılayamaması” olarak tanımlamak yetersiz olmaktadır (Özbudun, 2002). Yeni yoksulluk bu tanımları da içeren ancak “toplumsal dışlanma”, “marjinelleşme” ile birlikte ele alınmalıdır (Özbudun, 2002). Buğra(2005)’ya göre günümüzde sosyal bir sorun olarak tartışılan yoksulluğun nedenleri; tarımın ticarileşmesi, kırsal alanda geçimlerini sağlayamayan insanların şehre göç etmeleri, istihdam düzensizliği olarak sıralanmaktadır (2005).
Son yıllarda ülkemizde yaşanan ekonomik krizler yoksul bireylerin sayısını arttırmıştır. Ülkemizde yaşanan yoksulluğun nedenlerine bakıldığında göç ve istihdam sorunlarının oldukça etkili olduğu görülmektedir (İkizoğlu, 2001). Bu duruma ek olarak sosyo-ekonomik politika önlemlerinin yetersiz olması yoksul bireylerin sayısını arttırmaktadır (İkizoğlu, 2001). Türkiye’de son yıllarda yaşanan yoksulluğun temel nedeni yapısal sorunlara dayanmaktadır. Sosyo-ekonomik gelişmelerin hızlı olmakla beraber bireylerin bu sürece uyum sağlayacağı politika önlemleri yetersiz kalmaktadır (İkizoğlu, 2001). 3. Çocuk Yoksulluğu
UNICEF’in “Dünya Çocuklarının Durumu 2001” raporuna göre gelişmekte olan ülkelerde doğan her on çocuktan dördü aşırı yoksulluk içindeki bir dünyaya gelmektedir. Yoksulluk tek boyutlu bir kavram olmadığı için tek başına ailelerin gelir düzeyi çocuk yoksulluğunun oranını ifade etmekte yeterli olmamaktadır. Bu nedenle UNICEF, çocuk yoksulluğunun göstergelerini şu şekilde belirlemiştir: Nisan-Mayıs-Haziran 2007
49
• Bebek ve çocuk ölüm oranları • Beş yaş altında düşük ağırlık
• Beş yaşın altında boy uzunluğu
• Temiz içme suyuna ulaşan nüfus oranı • Tam aşılı çocuk oranı
• İlköğretime başlayan çocuk oranı
Bristol Üniversitesi ve Londra İktisat Okulu tarafından yapılan bir araştırmada ileri düzeyde çocuk yoksulluğu tanımı olarak kuramsal yaklaşımlarla mevcut verileri uzlaştıran şu başlıklara yer verilmiştir (UNICEF, 2005) :
• Beslenme : Yaşlarına göre boyları ve kiloları uluslararası referans nüfusun ortanca değerlerinin üç standart sapmadan daha fazla atında olan çocuklar. • Su: Yakın çevrede ancak yüzey suyu olan ya da içme suyuna en fazla 15 dakika yürüme mesafesi olan hanelerde yaşayan çocuklar.
• Sanitasyon : Tuvalet olarak kullanılabilecek herhangi bir yeri olmayan hanelerde yaşayan çocuklar. • Sağlık: Herhangi bir hastalığa karşı aşılanmamış ve sağlık hizmetlerine ulaşamayan çocuklar.
• Barınma: Oda başına 5’ten fazla kişi ve toprak zemin olan hanelerde yaşayan çocuklar. • Eğitim: 7-18 yaş arasında olup hiç okula gitmeyen çocuklar.
derecede yoksunluğunun en az bir biçimine maruz kalmaktadır.
• Gelişmekte olan ülkelerde yaşayan 5 yaşından küçük çocukların %16’sı ileri derecede yetersiz beslenmeye maruz kalmaktadır. Özellikle Güney Asya’da yaşayan 90 milyon çocuk anemik, güçsüz ve hastalıklara açıktır. Ve bu çocuklar “yoksulun yoksulu” olarak tanımlanmaktadır. • Dünyada ortalama 400 milyon çocuk temiz içme suyu imkanından yoksundur. Bu sorun yoğun olarak Sahra Güneyi Afrika’da görülmektedir.
• Dünyada yaklaşık 270 milyon çocuk sağlık hizmetlerine ulaşamamaktadır. Güney Asya ve Sahra Güneyi Afrika’da her dört çocuktan biri temel sağlık hizmetlerine ulaşamamaktadır.
• Gelişmekte olan ülkelerde 640 milyon çocuk barınak yoksunluğu yaşamaktadır.
• Gelişmekte olan ülkelerde 140 milyon çocuk (7-18 yaş arası) hiç okula gitmemiştir. Bu oran Sahra Güneyi Afrika’da %32’dir. Tüm dünya genelinde ise hiç okula gidemeyen erkeklerin oranı %10, kızların oranı ise % 16’dır.
• Gelişmekte olan ülkelerde 300 milyondan fazla çocuk televizyon, radyo ve gazete gibi enformasyon imkanlarından yoksun ortamlarda yetişmektedir.
Yoksulluk riski ile en fazla karşı karşıya kalan çocukların aile özellikleri ise şu şekilde sıralanmaktadır (UNICEF,2006): • Çok çocuklu ailelerde doğan çocuklar
Yoksulluk içinde yaşayan çocuklar, yaşama, büyüme, ve gelişme açısından gerekli maddi, manevi ve duygusal kaynaklardan yoksun olmaktadır (UNICEF,2006). Bu durum çocukların potansiyellerini tam olarak gerçekleştiremeyip, geleceklerinde de yoksulluk içinde yaşamalarına neden olabilmektedir. Yoksulluğun kısır döngü halinde gelecek kuşaklara aktarılmasını engellemek için çocuk yoksulluğunun önlenmesi oldukça önemlidir.
• Örgün eğitim almamış anne ve babaların çocukları
• Dünya’da bir milyardan fazla çocuk ileri
Türkiye’de çocuk yoksulluğu ile ilgili rakamlara bakıldığında 15 yaşın altındaki çocukların %37’si gıda ve gıda dışı yoksulluk içinde yaşadığı
UNICEF’in 2005 yılında hazırlamış olduğu “Dünya Çocuklarının Durumu” isimli raporda çocuk yoksulluğunun ciddi boyutlara ulaştığı açıkça görülmektedir. Rapora göre:
50
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
• Kırsal alanda büyüyen çocuklar
• Tek ebeveynli ailelerde yetişen çocuklar • Aileleri kente göç etmiş olan çocuklar
• Düzenli gelire sahip olmayan anne ve babaların çocukları
• Engelli olan ya da ailelerinde engelli birey bulunan çocuklar
görülmektedir (TUIK,2002). Ayrıca ülkemizde tüm demografik gruplar içerisinde yoksulluk oranı en yüksek olan grup çocuklardır (TUIK,2004,www. tuik.gov.tr).
Toplumların refah seviyesinin yükselmesi yoksulları, toplumdaki dezavantajlı grupları ve en önemlisi çocukları hedef alan sürdürülebilir nitelikteki sağlık ve eğitim girişimleri ile mümkün olmaktadır. Yoksulluğun refah ve kalkınma üzerindeki etkisi, çocukların kendi potansiyellerini gerçekleştirebilecekleri kaliteli temel hizmetlere erişemeden büyümeleri anlamına gelmektedir.
3.1. Yoksulluğun Çocuklar Üzerindeki Etkileri
Yoksulluk içinde büyümek, çocuk gelişimini olumsuz etkilemektedir. Yoksulluğun etkileri gelir düzeyi düştükçe ve süre olarak uzadıkça çok daha güçlü bir şekilde hissedilmektedir (Avrupa Komisyonu, 2006). Yoksul ebeveynlerin sosyal dışlanmışlığı çocukların bilişsel gelişimleri ve eğitim başarıları üzerinde olumsuz etkiler yaratmaktadır (Avrupa Komisyonu, 2006).
Yoksulluğun aileler ve çocukları üzerinde etkileri şu şekilde sıralanmaktadır (Gönen, Hablemitoğlu ve Özmete, 2002) :
1. Yoksul insan için kendi işgücü en önemli kaynaktır. Gerçek geliri düşük olan yoksul hane halklarında kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere her bireyin işgücüne ihtiyaç duyulmaktadır. 2. Yoksul hane halklarının genellikle eğitimsiz ya da eğitim düzeylerinin düşük olması, niteliksiz işgücü olarak görülmeleri yoksulluklarını pekiştirmektedir.
3. Şiddetli yoksulluk koşulları sonucunda hane halkları barınma da dahil pek çok hizmetten yararlanamamaktadır.
4. Yoksulluk yaşlılar, özürlüler, kadınlar ve çocuklar gibi toplumun özel gruplarının hane sorunlarını daha da derinleştirmektedir.
5. Yoksullar arasında ölüm oranı yüksektir. Özellikle çocuk ölümü oranları, yetersiz beslenme, sürekli sağlık bozukluğu ve eşit biçimde eğitimden yararlanamama yaşanan sorunların başında gelmektedir.
Çocuğun sağlıklı ve dengeli yetişmesinde ailenin tartışılmaz önemi vardır. Buna ek olarak ailelerin gelir durumu ile çocukların fiziksel ve psikolojik olarak sağlıklı yetişmesi arasında ilişki olduğu belirtilmektedir. Bu konuda çeşitli teoriler bulunmaktadır. Bu teorilerden biri “yatırım teorisi (investment theory)” dir. Diğeri ise “iyi aile teorisi (good-parent theory)” dir (Mayer, 2003:114).
Yatırım teorisine göre aileler çocuklarına hem genetik özelliklerini hem de yaşadıkları kültürel ortamın özelliklerini aktarırlar (Mayer, 2003:115). Aileler çocuklarının kapasitesini geliştirmek için maddi imkanlarını kullanarak çeşitli imkanlar sağlar. Aynı zamanda çocuğu ile iyi iletişim kurarak zaman geçirmekte anne babanın yapması gereken davranışlardandır. Yatırım teorisine göre sağlıklı iletişim kurarak verimli zaman geçirmekte çocuğa yapılan bir yatırımdır. Ailelerin çocuklarına sunduğu eğitim, sağlık, iyi bir ev gibi imkanların çoğu ailenin ekonomik durumuna göre değişen imkanlardır. Çocuğun hayatta başarılı olma ihtimali tüm bu imkanlara sahip olmasına göre değerlendirilmekte ve bu imkanlara sahip olan çocukların daha başarılı olacağı düşünülmektedir (Mayer, 2003:115). Zengin aileler çocuklarına maddi açıdan daha fazla yatırım yapmaktadır. Yoksul ailelerde ise maddi imkansızlıklar aile ortamının daha stresli olmasına neden olmaktadır. Stresli aile ortamı çocukların gelişimini olumsuz etkilemektedir.
Yatırım teorisine göre, devletin yoksul ailelere gelir desteği vermesi, çocukların eğitimini desteklemesi zengin ailelerde yetişen çocuklar ile yoksul ailelerde yetişen çocuklar arasındaki farkı azaltabilecek bir unsurdur (Mayer, 2003:115).
İyi aile teorisine göre düşük gelirli aileler çocukları ile iletişim kurmakta zorlanmaktadırlar. Çünkü düşük gelirli olma ile aile hayatında farklı stresler oluşmaktadır (Mayer,2003: 116). Yoksul ailelerde genellikle birçok sorun yaşanmaktadır. İşsizlik, uygun olmayan ev şartları, sağlık sorunları, eğitim sorunları aile ortamının stresli olmasına neden olmaktadır . İyi aile teorisine göre bu sorunlar aile içi iletişimi ve dolayısıyla çocuğun duygusal gelişimini olumsuz yönde etkilemektedir. Ailenin sahip olduğu gelirin çocuklarını nasıl etkilediğine dair açıklama yapan teoriler şu şema ile özetlenmektedir (Mayer,2003:121) : Nisan-Mayıs-Haziran 2007
51
Yatırım teorisi gelir düzeyinin ailenin tüketim ve çocuğu için yaptığı yatırımları etkilediği için çocuğu etkilediğini savunmaktadır (Mayer, 2003). İyi aile teorisi ise ailenin gelirinin ailenin psikolojik sağlığını etkilediğini belirtir (Mayer, 2003). Ailenin psikolojik sağlığı, çocuklarına davranışlarını etkileyen önemli bir unsurdur. Her iki teoriye göre ailenin gelirinin çocuk üzerinde etkisi olduğu açık bir şekilde görülmektedir. Yoksul ailelerin birbirinden farklı özellikleri olduğu gibi bazı özellikleri benzerlik taşımaktadır. Yoksul aileler (Çoban, 2003:199) ;
• Sosyal ve kültürel düzeylerde çeşitlilikleri deneme şans ve fırsatları ve sosyal rolleri oldukça sınırlıdır. Basit düzeyde akraba ve komşu ilişkileri dışında dış dünyaya açık değillerdir. • Güçsüz ve çaresizdirler. Eğitim fırsatlarından yararlanamadıkları için iş imkanları da sınırlıdır. Düzenli ve kaliteli işleri yoktur. •
Yoksunluk çekerler. Amaçları yoktur.
• Güvensizdirler. Hastalık, iş kaybı, yasal sorunlar gibi önceden tahmin edilemeyen durumlar başlarına geldiğinde alt üst olurlar.
52
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Araştırmalara göre, yoksul ailelerin çocukları bilişsel testlerde ekonomik düzeyi yüksek ailelerin çocuklarına göre daha düşük puanlar almaktadır (Mayer, 2003). Buna ek olarak yoksul ailelerin çocukları arasında erken yaşta evlilik, erken yaşta çocuk sahibi olma ve erken yaşta okulu bırakma oldukça yaygındır (Gunn, 1995).
Avrupa Komisyonu(2006)’na göre ailenin yoksul olmasının çocuklar üzerindeki etkileri şu şekilde sıralanmaktadır:
• Yoksul olmayan çocukların aksine, yoksul çocuklar sağlık sorunlarıyla daha fazla karşı karşıya kalır. • Ebeveynlerin yoksulluğu ve sosyal dışlanmışlığı çocukların bilişsel gelişimleri ve eğitim başarıları üzerinde olumsuz etkiler yaratır. • Yoksulluk çocukların ve ergenlerin psikososyal sağlığını tehdit eder.
• Çocukların yoksullukla başa çıkmasına ve sağlıklı bir şekilde gelişmesine yardımcı olan faktörler: yüksek nitelikli aile ilişkileri, yüksek özgüven, kişinin dilediği sonuca ulaşabileceğine ve ne olursa olsun her şeyin kontrol edilebileceğine olan inancıdır.
Yoksulluğun çocuğun üzerindeki etkileri sağlık ve eğitim alanında yoğun olarak görülmektedir. Ayrıca çalışan çocuk ve sokakta yaşayan çocuk sayılarında artış olması da yoksulluğun bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. 3.1.1. Sağlık
Yoksulluk bir insanın kendisinin ve ailesinin temel ihtiyaçlarını karşılayamamasına neden olmaktadır. Yoksulluğun sonucu olarak yetersiz beslenme sorunu ile karşılaşılması kaçınılmazdır. Yetersiz beslenme vücuda protein ve enerjinin az girmesi ve temel besin maddelerinin eksikliği sonucu ortaya çıkan bir durumdur (Kulaksızoğlu, 2003). Yetersiz beslenmenin özellikle çocuklar üzerinde kalıcı etkileri görülmektedir (Hatun ve arkadaşları, 2003). Yetersiz beslenme vücudun bulaşıcı hastalıklara karşı olan direncini de önemli ölçüde azaltmaktadır (Dünya Sağlık Örgütü, 2002). Annenin yetersiz beslenmesi ise sütünün erken kesilmesine ve buna bağlı olarak bebeğin yetersiz beslenmesine neden olmaktadır (Hatun ve arkadaşları, 2003). Yoksulluk, çocukluk döneminde görülen solunum yolu enfeksiyonlarını ve ishal gibi enfeksiyonlarını risk faktörlerini arttırmaktadır. Bütün bu enfeksiyonlar ise akut ağırlık kaybına ve boya göre ağırlıkta azalmaya neden olmaktadır (Santos,1994; akt. Hatun ve arkadaşları, 2003).
Yoksulluk kötü beslenmenin hem nedeni hem de sonucudur. Yetersiz ve kötü beslenme bireylerin zihinsel ve bedensel gelişmelerini olumsuz etkilemekte, böylece yeterince üretken ve başarılı olamayan bireyler daha düşük ücretli işlerde çalışarak yoksul bir yaşam sürmektedirler (Kulaksızoğlu, 2003). Yoksulluğun kısır döngüsü olarak tanımlanan bu durum dışarıdan bir müdahale olmadığı sürece bu şekilde devam etmektedir. 3.1.2. Eğitim
Çocukların yoksulluk içinde büyümeleri eğitim hayatlarını da olumsuz etkilemektedir. Yoksul bölgelerde okulların kalitesi oldukça düşüktür. Okuldan erken yaşta ayrılma oranı da yüksektir (Koşar, 2000:35). Kişinin eğitimli olmaması iş imkanlarını da sınırlandırmaktadır. Birleşmiş Milletler, yoksulluğun eğitim alanındaki etkilerini en aza indirmek için “Binyıl Kalkınma
Hedefleri”kapsamında önemli bir hedef belirlemiştir. Bu hedef 2015 yılına kadar tüm ülkelerde evrensel temel eğitimi mevcut kılmaktır. Bu konuda uluslararası hedef konulması önemli bir fırsat olarak değerlendirilebilir. Çünkü yoksulluğun gelecek kuşaklara transferini engelleyecek en önemli unsur tüm çocukların eğitim hakkına ulaşabilmesidir. 3.1.3. Çocuk İşçiliği
Çocuk işçiliğinin en önemli nedeni yoksulluktur. Yoksulluk, çocukların ruhsal ve bedensel sağlıklarını olumsuz yönde etkileyen ortamlarda çalıştırılmasına neden olmaktadır. Çalışan çocuklar ise çoğu zaman okula devam edememekte, hem okula gidip hem çalıştıklarında ise okul başarıları etkilenmektedir. Çocuk işçiliği çocukların her türlü istismarla karşılaşmalarına da neden olabilmektedir.
Çocuk işçiliği yoksul ailelerin hayatta kalma stratejisi olarak değerlendirilmektedir. Çocuk işçi-liğinin bir türü olan sokakta çalışan çocuklar kavramı, ailesine katkıda bulunmak ya da kendi masraflarını karşılamak için günün bir bölümünde sokakta çalışan, gecenin erken ya da geç bir saatinde evine dönen çocuklar için kullanılmaktadır (Karatay ve arkadaşları, 2003:261). Çocukların emeğini en çok gelir getiren alanda kullanmak, bir çok aile için tercih meselesi değil bir zorunluluktur (Atauz, 2001). Göç ile büyük şehirlere gelen ailelerde aile reisinin işsiz kalması ya da düşük ücretli işlerde çalışması söz konusudur. Kadınların iş bulamadığı durumda çocukların çalıştırılması kaçınılmaz olmaktadır. Çocukların sokakta çalışması uzun saatler sokakta olmalarına, beslenme sorunlarının olmasına, sağlık sorunları ile karşılaşmalarına, eğitimlerinin aksamasına neden olmaktadır (Karatay ve arkadaşları, 2003).
Çocuk işçiliğinin bir türü de çocukların cinsel ticari sömürüsü olarak tanımlanan fuhuş alanında çalıştırılmasıdır. Çocuk fuhuşu çocuğun maddi ya da başka bir yarar karşılığı cinsel etkinliklerde kullanılması anlamına gelmektedir (Birleşmiş Milletler, Ek Protokol, 2002). Türkiye’de çocuk fuhuşunun en önemli nedeni ailelerin göçle beraber yaşadıkları ekonomik ve sosyal zorluklar olarak belirtilmektedir (Yücel, Karatay ve Ögel, 2006).
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
53
4. Sonuç ve Öneriler
Çocuk yoksulluğunu önlemek için yoksulluğun nedenleri değerlendirilerek çözüm üretilmelidir. Çocuk yoksulluğunun önlenmesi hükümetlerin politika ve programlarında “çocuğun yüksek yararını” gözetmesine bağlıdır.
Çocukların yoksul aile ortamında yetişmesi işsizlikle doğrudan bağlantılıdır. İşsizliğin azaltılmasına yönelik çalışmaların yapılması ve istihdamın önündeki engellerin kaldırılması oldukça önemlidir.
Sosyal yardım hizmetlerinin hak olarak sunulması, özellikle çocuklara yönelik yardım programlarının artması yoksulluğun çocuklar üzerindeki etkilerini azaltmaya katkı sağlayacaktır.
Eğitim, yoksulluğun önlenmesinde önemli araçlardandır. Yoksulluğun kısır döngü şeklinde gelecek kuşaklara transferinin engellenmesi eğitimli bireylerin yetişmesi ile mümkün olacağı bilinmektedir. Bu nedenle yoksul ailelerin çocuklarına eğitimlerine devam edebilmeleri için düzenli eğitim yardımı yapılmalıdır.
Çocuklara yönelik sağlık hizmetlerinin ücretsiz olması ve çocukların düzenli sağlık kontrolüne götürülmesinin sağlanması ve düzenli aşı yapılması yoksulluğun çocukların sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini azaltacak unsurlardandır.
Yoksulluk aile içi iletişimi olumsuz yönde etkilemekte ve bu da çocukların duygusal gelişiminde sorunlara neden olmaktadır. Çocukların ve ailelerin desteklenmesi için sosyal hizmetlere özellikle dezavantajlı bölgelerde yaşayan bireylerin ulaşması sağlanmalıdır. Çocukların özgüven ve özsaygı kazanmasını sağlama, aile ilişkilerini güçlendirme ve çocukların akran gruplarına katılımını sağlama gibi konularda sosyal hizmet programları uygulanmalıdır.
Sosyal hizmet mesleğinin amaçlarından biri tüm toplum için refah ve adaleti sağlamaktır (Kut,1988:61). Bu nedenle yoksulluk sorunu yaşayan aile ve çocuklarla çalışılması sosyal hizmet mesleği açısından oldukça önemlidir. Yoksul aileler bir çok sorunu aynı anda yaşadığı için sosyal hizmet müdahalesinin çoklu biçimde düzenlenmesi gerekmektedir. Yoksulluk sorunu yaşayan birey için mikro düzeyde müdahale yeterli olmayabilir. Bireyin aile
54
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
içinde yaşadığı sorunların çözümü, yoksulluk nedeniyle aile içi rollerde yaşanan değişimlerin mezzo düzeyde yapılan çalışmalarla değerlendirilmesi gerekmektedir. Yoksul bireylerin temel haklardan yararlanmasını sağlamak, toplumda sosyal adaletin yerleşmesini sağlamak ise ancak makro müdahalelerde mümkün olacaktır. Çocuk yoksulluğunun politik bir öncelik yapılması, en savunmasız kesim olan çocukların desteklenmesi bütüncül bir yaklaşımla sağlanabilir. Kaynaklar Aktan, C.C. ve Vural,İ.Y.(2002) “Yoksulluk: Terminoloji, temel kavramlar ve ölçüm yöntemleri” Aktan,C. (Yayına Haz.),Yoksullukla Mücadele Stratejileri,ss.3970,Ankara: Hak-İş Sendikaları Konfederasyonları. Avcı,N. (2003).”Yükselen bir değer (!) olarak yoksulluk ve Türkiye”, Bilgili,A.E ve
Altan,İ.(Yayına Haz.), Yoksulluk, ss.122-133, Deniz Feneri Yayınları:İstanbul
Atauz, S. (2001). “Sokak Çocukları”. Bölgesel Kalkınma Sürecinde Sosyal Hizmet Sempozyumu. Onat,Ü.,Altay, A. (Yayına Haz.). Sosyal Hizmet Yayınları: Ankara Avrupa Komisyonu Sosyal Dışlanma Toplum eylem Programı, 2006,www.europa.eu.int Buğra, A.(2005). “Yoksulluk ve Sosyal Haklar”, Sivil Toplum Geliştirme Merkezi Danışma Raporu.
Chossudovsky, M. (1999). Yoksulluğun KüreselleşmesiIMF ve Dünya Bankası reformlarının iç yüzü, İstanbul: Çiviyazıları
Çoban,İ.A.(2003). “Yoksulluğun Aile Sistemi Üzerindeki Etkileri ve Yoksul Ailelere İlişkin Sosyal Hizmet Müdehalesi” Onat,Ü.(Yay.Haz.)Yoksulluk ve Sosyal Hizmetler,ss.196-205,Aydınlar Matbaacılık,Ankara. Devlet Planlama Teşkilatı (2000) VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı, “Gelir dağılımının iyileştirilmesi ve yoksullukla mücadele özel ihtisas komisyonu”, Ankara, http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/viii/plan.pdf Gönen,E.,Hablemitoğlu,Ş. Ve Özmete,E. (2004). “Yoksulluk ve Sürdürülebilir Yaşam Kalitesi için Sosyal Hizmetler”,www.geocities.com/hablemitoglu/yoksulluk.htm.
Gunn, B.J. (1995). “ Strategies for altering the outcomes of poor children and their families”. Escape From Poverty : What Makes a Difference for Children. Ed. Lanscale,C.,Gunn,B.J. Cambridge:UK.
Hatun, Ş.,Etiler, N., Gönüllü, E. (2003). “Yoksulluk ve Çocuklar Üzerindeki Etkileri”, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi, 46, ss.251-260
İkizoğlu, M. (2001) “Yoksulluk ve Sosyal Yardım İlişkisi : Ankara Mamak İlçesinde Ampirik Bir Araştırma”, Toplum ve Sosyal Hizmet , C.13 , S.1 , ss.86-112.
Karatay,A.,Laçin,A.,Yiğit,T.,ve Pala,H.(2003). “Beyoğlu Bölgesinde Yaşayan Yoksul Aileler ve Sokakta Çalışan Çocuklar”, Bilgili,A.E ve Altan,İ.(Yay.Haz.), Yoksulluk, ss.254-272, Deniz Feneri Yayınları:İstanbul. Koşar, G. N. (2000) Sosyal Hizmetlerde Sosyal Yardım Alanı (Yoksulluk ve Sosyal Hizmet). Ankara : Şafak Matbaacılık.
Kulaksızoğlu, A. (2003). “Çocukluktaki Yetersiz ve Kötü Beslenme ile Yoksulluğun İlişkisi Çocuklar”, Bilgili,A.E ve Altan,İ.(Yay.Haz.), Yoksulluk, ss.318-329, Deniz Feneri Yayınları:İstanbul Kut, Sema. (1988). Sosyal Hizmet Mesleği Nitelikleri, Temel Unsurları,Müdahale Yöntemleri,Ankara.
Mayer, S. (2003). “What Money Can’t Buy: Family Income and Children’s Life Changes”. Wealth and Poverty in
America. Ed. Conley,D. Chicago: The University of Chicago Pres.
Özbudun,S. (2002) “Küresel bir -Yoksulluk Kültürü-mü?” Y. Özdek (Yayına Haz.), Yoksulluk, Şiddet ve İnsan Hakları ,ss.53-69, Ankara :TODAİE. Türkiye İstatistik Kurumu, 2002, Hane Halkı Bütçe Anketi, www.tuik.gov.tr
Çocuk İşçiliğinin Önlenmesi Uluslararası Programı, 2006,www.csgb.gov.tr UNICEF (2001) “Dünya Çocuklarının Durumu ”, www.unicef.org
UNICEF (2005) “Zengin Ülkelerde Çocuk Yoksulluğu” Innocenti Report Card No.6 Innocenti Araştırma Merkezi, Floransa.
Yücel, H., Karatay, A.,Ögel, K. (2006). Türkiye’de Çocuklara Yönelik Cinsel Ticari Sömürüye Dair Durum Analizi İstanbul-Diyarbakır, Yeniden Sağlık ve Eğitim Derneği:İstanbul
World Bank (1998). World Development Indicators, The World Bank: Washington:DC
World Health Organization (2002). The World Health Report: Reducing risks, improving health life. Geneva, Switzerland. Zastrow,C.(1991). Social Problems: Issues and Solutions, Chicago:Nelson-Hall. www.tuik.gov.tr
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
55
Ageing Population, Social Services And Assistance In Turkey Uzman Yusuf YÜKSEL* Uzman Tuncer KOCAMAN*
Abstract
Population projections indicate that the constantly increasing and young population structure of Turkey is changing and the population structure of Turkey has started to converge the population structure of developed countries especially in terms of fertility and age structure. The demographic transition, that means a transition from high fertility and high mortality to low fertility and low mortality, changes the age structure. In this process, young age groups are constantly decreasing, working age group is increasing up to year 2040 and starts to decline and old age group is constantly increasing. Both changes in age and demographic structures directly and indirectly affects economic and social aspects. Demographic transition provides some opportunities (e.g. the working age population reaches the highest level) and bears some risks (e.g. ageing population) that Turkey has not confronted before.
By taking the demographic changes into consideration, Turkey should review social policies for elderly. In this framework, this article studies the demographic changes of Turkey up to 2050 and current situation of social services and social assistance. Social services and social assistance subtitle of the article analyzes both current situation and recent structural and institutional implications. The last subtitle of the article analyzes the main policy papers and their objectives and priorities towards elderly. The article also highlights the importance of the efforts for having a National Plan of Action on Ageing at the very beginning of the ageing process.
Öz e t
Nüfus projeksiyonları Türkiye’nin genç ve sürekli büyüyen nüfus yapısının değişmekte olduğunu ve özellikle doğurganlık ve yaş yapısı itibarıyla gelişmiş ülkelere benzemekte başladığını göstermektedir. Yüksek doğurganlık ve yüksek ölümlülük düzeyinden düşük doğurganlık ve düşük ölümlülük düzeyine geçiş anlamına gelen demografik geçiş süreci yaş yapısını değiştirmektedir. Bu süreçte, genç yaş grupları sürekli olarak azalmakta, çalışma çağı nüfus ise 2040’a kadar sürekli olarak artmakta ve daha sonra düşmeye başlamakta ve yaşlı nüfus ise sürekli olarak artmaktadır. Yaş yapısındaki ve demografik yapıdaki bu değişimler ekonomik ve sosyal alanları doğrudan ve dolaylı olarak etkilemektedir. Demografik geçiş bazı fırsatlar yarattığı gibi (çalışma çağının en yüksek düzeyine ulaşması gibi) Türkiye’nin daha önce karşılaşmadığı bazı riskleri (nüfusun yaşlanması gibi) ortaya çıkarmaktadır.
Söz konusu demografik değişimleri göz önünde bulundurarak Türkiye yaşlılara yönelik sosyal politikalarını gözden geçirmek durumundadır. Bu çerçevede, bu makale 2050 yılına kadar Türkiye’deki demografik değişimler ile sosyal hizmetler ve sosyal yardımlar alanlarındaki mevcut durumu incelemektedir. Çalışmanın sosyal hizmetler ve sosyal yardım alt başlığı Türkiye’deki mevcut durumu ve son dönemdeki yapısal/kurumsal uygulamaları incelemektedir. Son alt başlık temel politika dokümanlarında yaşlılara yönelik olarak belirlenen politikaların amaçlarını ve hedeflerini incelemektedir. Çalışma, ayrıca, yaşlanma sürecinin başında hazırlanan Yaşlanma Ulusal Eylem Planı’nın önemine dikkat çekmektedir.
*DPT Note: The article does not reflect the ideas of SPO. All the responsibilities related to this article belong to the authors.
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
57
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Ageing Population, Social Services And Assistance In Turkey 1. Population Prospects
According to the results of the census conducted in 2000 the population of Turkey was 67,8 million and population growth rate was 15.1 per thousand for the 1990 – 2000 period. Projections done by the Turkish Statistical Institute (TURKSTAT) show that total population of Turkey is about 73 million in 2006 and will reach to 77 million by the year 2010. Estimates show that, in the year 2025 and middle of this century total population will reach 88 and 96 million respectively. The demographic structure of Turkey has started to become similar to those of the developed countries with the developments in the fertility level and the age structure. The total fertility rate was nearly 7 children per woman in the middle of twentieth century. According to the Turkish Demographic and Health Survey, carried out in 2003, it declined down to 2.23 children. The latest estimates in the year 2006 put life expectancy at 74 years for females and 69,1 years for males.
58
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
As a result of sustained decreasing fertility rates and increasing life expectancy, Turkey’s population is started to ageing. According to the estimates, the percentage of people aged 60 and over is 8.7 in 2006 and the percentage will be 9.3 and 13.5 in the year 2010 and 2025 respectively. It is expected that the percentage of old age will exceed the percentage of young age by the year 1940 and consequently, Turkish population will lose characteristic of young age structure and the percentage of old age will be 23.2 per cent in 2050. In terms of absolute numbers that is greater concern for policy making, the elderly population in Turkey comprises about 6,2 million people in 2006. The figure is expected to reach 7,1 million in 2010, 11,9 million in 2025 and 22,4 in 2050. Although today, the percentage of elderly is not too high, it can be said that the number of old age persons are more than total population of same European countries. This amount of old age population will undoubtedly mean considerable pressure on the social and economic services provided to this group of the population.
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
2. Social Services and Social Assistance
Turkey is a society who looks after their elderly with their traditions and customs. The big majority of the elderly live with their children, the ones who live apart are in close contact. Because of this culture of harmony of family life helps to solve most of the problems of elderly but there is need for institutional care. This culture includes, as if it is for that the old person can continue his/her house and family life's duty and responsibility as in the past, too, it is for all the individuals of the family to be educated, informed and to be made conscious.
Turkey has been implementing several policies and programs towards ageing population. These policies have been implemented through the functioning of various organizations and through social assistance programs that are mainly financed by the government budgets and donations. Due to reasons such as growing urbanization, migration, poverty and to some extent changes in the cultural structure of families, the need for social services and social assistance are increasing substantially. But there are important problems
emerging from disorganized institutional and financial structures, among institutions, which constitute obstacles in the smooth implementation of social services. 2.1. Social Services
The formation of a social security system in Turkey, in the modern sense, dates back to over 50 years. The article 60 of the Constitution of the Republic of Turkey states, "everyone has the right for social security. The State takes the necessary measures to provide this security and establishes the required organizations." Based on this decree, three main social security institutions have been established by the state to provide the social security rights. Social security system has been structured under three major social insurance funds in Turkey. These are The Civil Servants Pension Fund for civilian and military public employees, The Social Insurance Institution for wage earners employed on contractual basis, and The Social Security Organization of the Self-Employed for self employed including craftsmen, artists and artisans, small business owners working on their own Nisan-Mayıs-Haziran 2007
59
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Turkey's population pyramid given below shows the elderly population is increasing both in number and in ratio in Turkey. Figure 1. Turkey’s Population Pyramid 2000.
Figure 2. Turkey’s Population Pyramid 2050.
60
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
account, and people working independently in the agricultural sector.
The ratio of population covered by the programs of the three social insurance institutions are 91.4 per cent and the ratio of population under social insurance coverage in term of health services as 91 per cent in 2005.
Legal definition of social services in Turkey is; “Social services are systematic, programmed services with the objective of helping individuals of families deprived through no fault of their own but on account of their environment to avoid and solve material, moral and social inadequacies and social problems and to improve their living conditions”.
Governors are in charge of the implementation and coordination of the social services in provinces. In this field, there are Social Services Councils in the provinces whose members include mayor; representatives from people and public institutions and the governors head these councils. Additionally there are non-governmental organizations like associations and foundations under all social service institutions.
Many organizations have been created apart from programs of the three social insurance institutions, in particular The General Directorate of Social Services and Child Protection Agency, which is the main responsible agency of social services and social assistance and which form the institutional structure of efforts to combat poverty.
The General Directorate of Social Services and Child Protection Agency is the largest social assistance organization of Turkey. Social Services and Child Protection services have been served by means of its provisional directorates in all provinces. This Agency publicly owned social services has the authority to give guidance to other public center organizations and to assist privately owned social services institutions in their work, to issue permits and conduct supervisory services.
This Agency is responsible to support people whose living conditions are bad due to their economic situation and people who don’t face economic problems but who are in need of professional services. It provides support to
children, adolescents, aged and disabled persons and families.
The elderly lacking economic means, having no relations legally required to support them or such relatives unable to do so due to economic constraints are admitted free of charge to public nursing homes. The non-paying elderly also receive medical care free of charge and are paid a monthly allowance as pocket money. In addition to meeting the daily needs of the elderly in nursing homes, efforts are made to provide such services as medical care and treatment, assistance with psycholo-gical and social problems, development of social relations, ensuring continuation of active state and nutrition compatible with their state of health.
In order to provide institutional care for the elderly in Turkey, there are 63 nursing homes managed by The General Directorate of Social Services and Child Protection Agency serving around 7 thousand older persons. In addition of this centers, in the 28 nursing homes and rehabilitation centers managed by the several ministry and municipalities, serving around 4,7 thousand older persons in 2005. Apart from several ministry and municipalities, 28 elderly homes belong to non-profit organizations, 60 to private sector, 7 to ethnic groups, as a total, services have been providing in 95 elderly homes by non-profit organizations.
Public counseling centers for the elderly are being established, to serve persons aged 60 and over, living with their families or alone. The beneficiaries of these centers are those who are living in their own houses or are living with their families or do not desired to be left alone at home. They are provided counseling services to meet social and psychological needs, assistance with house cleaning, certain health needs, bathing, home repairs, shopping, paying bills and assistance with such tasks as the elderly might have difficulty in doing by themselves. These centers give an opportunity to the older people to be together with other older people and to participate to some social and daily activities. There are three public Nisan-Mayıs-Haziran 2007
61
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
counseling centers in different provinces and 1.5 thousand old persons are benefiting from these centers. 2.2. Social Assistance
According to the Turkish Statistical Institute (TURKSTAT) Household Income Survey that has conducted in 2003, while the ratio of population that is below the poverty line, which includes food expenditures in total population, was 1.35 per cent in 2002, declined to the level of 1.29 per cent in 2004. The food and non-food poverty rate that is also defined as the complete poverty rate was 26.96 per cent in 2002 and decreased to 25.6 per cent in 2004. In Turkey the rate of poverty among elderly (60 and over) is 24,43 percent. The poverty rate among elderly differs according to settlement. The poverty rate of elderly is 33.63 per cent in rural areas while 16.21 per cent in urban areas. The poverty of aged population may also conclude with ignorance and social exclusion.
The need for social services and assistance in our country continues in an increasing manner because of such reasons as migration, urbanization, changing family structure, population increase and unemployment. While the ratio of total social assistance expenditures in GDP was 0.86 per cent in 2005.
The main objective of social assistance programs is to provide a safety net for the poor and elderly who are not covered by other social security programs. Although the proportion of older population is not too high, several programs have been designed aimed at older persons who are not covered by social security programs. Social assistance programs given below are providing support in cash or kind. The General Directorate of Social Solidarity and Assistance Fund (Fakir Fukara Fonu) was established 1986. The main purpose of establishment is to reduce income disparity, support low-income sections of the community, develop social policy, strengthen the social welfare
62
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
system and so reinforce social stability. The Fund provides support in kind and in cash to needy people. It allocates available resources through over 900 foundations organized at provinces. People are subject to evaluation on assets and means they have in hand in order to be qualified for assistance. In the year 2004, 4.6 million people have benefited from social aids, support in kind and cash, cloth, health, heating housing, health and education services by The Social Solidarity and Assistance Fund.
By the year 2004, 1.047,341 people have benefited from social assistance under the category of elderly, invalids and disabled, in accordance with Law numbered 2022 on Granting Pension for Indigent People Over 65 Years Old, for those requiring special care and who are helpless.
People who are not covered by the health insurance schemes and needy people under poverty line in Turkey are being benefited from Green Card Programs that provide free health services by the Law numbering 3816, as of 1997. This program provides free in-patient health services for the poor people. In 2005 around 13 million people are covered by this program beneficiaries are granted green card. 3. Policy Dimensions of Ageing Population
The population pyramid of Turkey will turn into a “pillar” shape pyramid within 40-45 years as shown in the Figure 1. And this demographic change will result in some risks and some opportunities. Before the ageing of Turkish population, we have a period that the young and elderly share is low. This period brings low dependency ratios and so opportunities for economic growth. Countries that have achieved to use the “demographic window of opportunity” by proper economic and social policies are able to manage the risks and disadvantages of ageing populations. The key intervention areas of this period are education, employment, social security and health policies for the coming years and decades.
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Turkish Government are becoming much more aware of the consequences of ageing and its likely impact on especially social policy has grown signi-ficantly after the Ministerial Conference on Ageing in Berlin in 2002 (MICA). Turkey intends to enable her pensions, health and long term care systems to continue to perform her social objectives and retain her financial sustainability when the pressures from ageing rise. In recent years several major reforms have already been carried out to make health system effective and to increase the effectiveness of the social security system, social pension system and studies to improve income distribution, social inclusion many are being continued by the Turkish Government.
The most important problem of social security organizations is that revenues con not meet the expenses. While the ratio of the amounts of transfer from the budget to social security organizations in GDP was 2.6 per cent in 2000, this ratio was increased to 4.8 per cent in 2005. In addition, the social security system also has such problems as the inability to cover the entire population, different rights and obligations provided by organizations, inadequate information system infrastructure and inefficient operation of the supervision mechanisms in the system. Towards eliminating problems in the social security system; the Law on Social Security Institution and the Law on Social Insurance and Universal Health Insurance, which were prepared with the aim of gathering social security institutions as one single organization and establishing health insurance, were enacted by the Turkish Grand National Assembly.
Works for setting up sound criteria towards the determination of persons and groups to benefit from social services and assistance have been started. However, due to the lack of collaboration among organizations and insufficient qualified personnel within the system, services cannot be provided to those really in need at the desired level. In addition, the need for the development of collaboration with voluntary organizations in social services and assistance still continues to exit.
3.1. The Ninth Turkish Development Plan (2007-2013)
Selected main policies and objectives concerning old age population that have been taken place in the section of The Strengthening Human Developments and Social Solidarity of The Ninth Turkish Development Plan (2007-2013) have been given below;
- The basic purpose of the policies in the area of human development and social solidarity will be to rise the quality of life and welfare of society through ensuring that all segments of the population sufficiently benefit from the basic public services and a multidimensional social protection network. For the provision of basic public services, especially education and health services, and to ensure the development of social protection network and inclusive social security system; providing social services with increased efficiency, improving income distribution, enhancing social inclusion and fighting with poverty, protecting and strengthening culture and developing social dialogue will be the main priority areas. - Home care services targeting the elderly will be supported, and the number and quality of nursing homes will be increased with regard to institutional care.
- It will be ensured that all segments, primarily including the central administration, local administrations and non governmental organizations, work in coordination in the implementation of policies targeting the prevention of poverty and social exclusion and in relevant services such as education, housing and employment.
- The shortage of qualified personnel in the area of social services and benefits will be eliminated and the quality of the existing personnel will be raised. - Activities of local governments and nongovernmental organization in the area of social services and assistance will be supported.
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
63
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
3.2. Turkish National Plan of Action on Ageing
The Regional Implementation Strategy of the 2002 Ministerial Conference on Ageing provides valuable insight for determining priorities and policies on the needs of older persons in Turkey. Within this context, a National Committee has been set up to prepare a national program of action on ageing. Recently, preparation of The Turkish Draft National Plan of Action on Ageing has been completed and The State Planning Organization is continuing the adoption process of the draft Plan. The High Planning Council will discuss the document and it is expected that this document would be adopted by the Council at the end of 2006. 5. Conclusion
It should be mentioned here that Turkey like other aged countries will anyway have to face with some financial burdens and problems to offset the ageing problem. For this reason Turkey that is a country not under big pressures of ageing problem has to take necessary steps in advance to make easier the ageing problem in near future and to be ready handle ageing. Turkey should share the experiences of these countries and has to conduct more detailed studies concentrating on ageing and its problems in the future.
While some solutions for the problems of ageing people are searched all around the world, we wanted to get an opportunity to make up for the deficiencies in this subject in Turkey. In this respect, international cooperation and experience sharing is essential for national policymaking and capacity building. Turkey tries to use the advantage of observing the policies of aged countries. While learning from country experiences we take into consideration the principal that there is no single solution or policy that can be applied to all countries.
64
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Kaynaklar
- State Planning Organization, 2005 Annual Program.
- State Planning Organization, The Ninth Turkish Development Plan (2007-2013). - State Planning Organization, Turkish National Plan of Action on Ageing (Unpublished).
- Turkish State Institute of Statistics, 1950 General Population Census.
- Turkish State Institute of Statistics, Population Projections (1990-2050), August 2005.
- Turkish Statistical Institute, Household Income Survey 2003. - United Nations, World Population Ageing, 1950-2050, ST/ESA/SER.A/207, New York, 2002.
- United Nations, World Population Prospects, The 2004 Revision Volume I, ST/ESA/SER.A/244, New York, 2005. Web Sites
www.shcek.gov.tr
www.dpt.gov.tr
www.tuik.gov.tr www.un.org
Türkiye’de Kadın Sağlığını Etkileyen Sosyo-Ekonomik Faktörler ve Yoksulluk Prof.Dr. Aliye MAVİLİ AKTAŞ*
Öz e t
Bu çalışma Türkiye’de kadın sağlığını etkileyen sosyo ekonomik faktörler ve yoksulluk üzerine yapılmış bir değerlendirme çalışmasıdır. Çalışmada genel olarak kadınların sağlığını etkileyen faktörler yoksullukla bağlantılı olarak incelenmiştir. Kadınların sağlıklarını etkileyen pek çok faktör vardır. Bunların başında yoksulluk ve eğitim düzeyinin düşüklüğü gelmektedir. Özellikle eğitim düzeyi verilen eğitimin tipi bu sorunun boyutlarını etkilemektedir. Buna ek olarak kadınların söz konusu faktörleri nasıl ele aldıkları da tartışılacaktır.
Abstract
This article is an evalautive study on the socio- economic factors which affect women health and poverty in this study factors which affect women’s health have been examinated generally. There are lots of factors which affect women’s health. Poverty and low educational status come firstly. Particularly educational level, type of education affect the dimensions of this problem. In addition to this how women eloborate these factors will be discussed.
*Adnan Menderes Üniversitesi, Nazilli İ.İ.B.F., Kamu Yönetimi Bölümü Öğr. Üyesi
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
65
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Giriş
Kadınlar, her toplumda sağlık sorunlarıyla dikkat çeken bir nüfus grubu olmuşlardır. Toplumların gelişmişlik düzeyine göre sağlık sorunlarının niteliği ve yoğunluğu farklılaşmaktadır. Bunun gibi sorunlara bakış ve sorunların aşılmasına yönelik adımlar da çeşitlilik göstermektedir. Öte yandan kadınların kendi sağlık sorunlarını algılayışları ve bu doğrultuda çözüm arayışları da farklı olmaktadır.
Genel olarak kadınların sağlıklarını etkileyen pek çok faktör vardır. Bunların başında yoksulluk ve eğitim düzeyinin düşüklüğü gelmektedir. Özellikle eğitim düzeyi, verilen eğitimin tipi bu sorunun boyutlarını genişletmekte veya daraltabilmektedir. Türkiye’de toplumun çeşitli kesimlerinde kadının erkeğe kıyasla hala ikinci sınıf insan olarak nitelendirildiği bilinmektedir. Bu sorun ülkenin gelişmiş yörelerinden az gelişmiş yörelerine gidildikçe daha da belirginleşmektedir. Bu çalışmada genel olarak kadınların sağlık durumlarını etkileyen başlıca faktörler ve yoksulluk bağlantısı ele alınacaktır. Bunun yanı sıra kadınların söz konusu faktörleri nasıl değerlendirdikleri de irdelenecektir. Kadınların Sağlık Durumlarını Etkileyen Faktörler
Genel olarak sosyo-ekonomik düzeyin, kültürel sistem ve ruhsal yapı ile birlikte kişinin sağlığını ve hastalıklarla başa çıkma yollarını belirlediği bilinmektedir (Çağlayener 1995). Bu durum kuşkusuz kadınlar için de geçerlidir. Kadınların sağlık durumlarını doğrudan veya dolaylı olarak etkileyen pek çok faktör vardır ve bunlar çoğu kere birbirinden bağımsız değildir. Başlıca faktörler şöyle sıralanabilir: -
-
-
66
Ülkenin gelişmişlik düzeyi
Yoksulluk
Genel okur yazarlık oranı
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
-
Kadına ve aileye yönelik sosyal politikalar
-
Ataerkil ideoloji
-
İnanç sistemi
İstihdamın yapısı Eğitim sistemi
Yukarda sıralanan faktörler genelde makro düzeyde faktörler olarak değerlendirilebilir. Öte yandan mezzo ve mikro düzeyde analizleri gerektiren faktörler de bulunmaktadır. Bunların başlıcaları da şöyle özetlenebilir:
Kadının;
Sosyo-demografik özellikleri (yaş,eğitim düzeyi, medeni durumu,vb) -
Ekonomik bağımsızlığı
-
Sahip olduğu çocuk sayısı
-
-
-
-
-
İçinde yer aldığı hanedeki kişi sayısı En küçük çocuğunun yaşı Evlilik yaşı
Doğum sayısı
Doğum aralığı
Evlilik ilişkilerinin niteliği
Evlilikte şiddete uğrama durumu Sosyal destek sistemi
Ülkenin Gelişmişlik Düzeyi: Yaşanılan ülkenin gelişmişlik düzeyi kadın sağlığını etkileyen başlıca faktörlerden biridir. Gelişmiş bir ülkede gerek kadının sağlığının korunmasına gerekse hastalıkların tanı, tedavi ve rehabilitasyonlarına ayrılan fonların az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerinkinden fazla olduğu bir gerçektir. Öte yandan gelişmiş ülkelerde bu fonlar sürekli ve düzenlidir. Gelişmişlik düzeyi arttıkça kadınların sağlık bilinçlerinin de artması söz konusudur. Bunun temel nedeni gerek örgün gerekse yaygın eğitim faaliyetlerinin gelişmişlik düzeyi yükseldikçe daha da güçlenmesidir. Öte yandan gelişmiş ülkelerde kitle iletişim araçlarının kadınların sağlık bilinci kazanmasındaki rolü çok büyüktür. Nitekim
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
ülkemizde TÜİK (Türkiye Devlet İstatistik Kurumu) 2004 sonuçlarına göre nüfusun 20.5’i yoksuldur. Hane halkı büyüklüğü arttıkça da yoksulluk riski artmaktadır (TÜİK 2003–2004). Nitekim kadınların eğitim ve sağlığıyla ilgili en büyük sorunlar bu grupları ilgilendirmektedir.
Yoksulluk: Ülkelerin gelişmişlik düzeyiyle bağlantılı veya onunla yakından ilgili bir başka faktör de ülkede yaşanan yoksulluktur. Gerçekten de geniş halk kitlelerinin yoksullaşması kadınların sağlığının daha da bozulmasına yol açabilmektedir.
Böyle bir durumda öncelikle kadınlara ve kız çocuklarına ayrılan paylarda kesintiye gidilebilmektedir. Ülkedeki yoksullaşmayla bağlantılı olarak gerçekleşen işten çıkarmalarda vasıfsız olmaları nedeniyle ilk önce kadınlar işten çıkarılmaktadırlar. Yoksullaşma arttıkça kadın ve kız çocukların beslenmesi, sağlıklarının korunmasına yönelik duyarlılıkta da azalma olabilmektedir. Benzer şekilde kadın sağlığının korunmasına yönelik programlara yeterince hız verilememektedir.
Genel Okur Yazarlık Oranı: Ülkenin gelişmişlik düzeyine paralel olarak nüfusun okur yazarlık oranının da değiştiği bilinmektedir. Gelişmiş ülkelerde halkın örgün ve yaygın eğitim süreçlerinden geçmesi çok daha fazla vurgulanan bir hedeftir. Zorunlu eğitim sisteminden yararlanan kitlelerin oransal ağırlığı çok yüksektir. Bu, halkın eğitim ve öğretim boyutlarında artan duyarlılığının yanı sıra sistemin yaptırım gücünün yüksekliğine de bağlıdır. Başka bir deyişle uygulama programlarındaki temel hedeflere ulaşılması önündeki engellerin kaldırılması, ilkelere uyulmasını sağlayıcı önlemlerin alınması gelişmiş ülkelerde daha öne çıkmaktadır. Ülkemizde 2003-2004 yıllarındaki istatistiklerde okullaşma oranı 4306 sayılı yasa ile zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılması ile ilköğretim bitiren kadınların oranı %90.2’ye yükselmiştir. Lise ve dengi mezunların oranı %42.4, üniversite mezunu kadınlar ise %12’ye ulaşmıştır. Ancak Türkiye genelinde kırda %30, kentte %20 kadın henüz okuryazar değildir. Son yıllardaki kız çocuklarına yönelik eğitim kampanyaları ve gelişmemiş bölgelerde yürütülen
Avrupa Birliği projelerinde kız çocuklarına sağlanan pozitif ayrımcılığın meyvelerini gelecek on yılda toplayacağımızı umut ediyoruz. Genel okur yazarlık oranının yüksek olması, çoğu kez kadın nüfusun okur yazarlık oranının da yükselmesi anlamına gelmektedir. Kadınların okur yazarlık oranının yükselmesi yine onların sağlık bilincini arttırmakta, tedavi kuruluşlarına sorunları içinden çıkılamaz hale gelmeden başvurmalarına neden olabilmektedir.
Kadına ve Aileye Yönelik Sosyal Politikalar: Toplumsal yapıdaki en ufak bir değişiklik toplumun herhangi bir katmanındaki aileyi derinden etkilemektedir. Eğitim, kültür, sosyal güvenlik gibi çeşitli alanlardaki değişikliklerin ailenin işlevlerinden bazılarını yitirmesine neden olduğu bilinmektedir. Doğrudan aileleri hedefleyen aile politikaları toplumda ailelere yönelik tüm karar ve önlemleri; hatta geleceğe yönelik tahminleri kapsamaktadır (Arıkan 2005:117). Doğrudan aileleri hedefleyen bu politikaların aile içinde en dezavantajlı konumdaki kadını göz ardı etmesi düşünülemez.
Kadın ve aileleri öne çıkaran; başka deyişle göz ardı etmeyen politikalar kadın sağlığının da güçlendirilmesine, sağlıklı oluş durumunun sürdürülmesine yardımcı olmaktadır. Özellikle kadına vurgu yapmayan sosyal politikalar, kadınların ve onların başta sağlık olmak üzere çeşitli sorunlarının göz ardı edilmesine neden olmaktadır. Buna karşılık kadın bakış açısını yansıtan politikalar kadınların sağlık sorunlarını, sağlığı tehdit eden nedenleri, risk faktörlerini saptayıp analiz etmekte başarılı olan programlara öncelik tanıyabilmektedirler.
Ataerkil İdeoloji: Ataerkil ideoloji çerçevesinde erkek evin reisi, kadın ise onun istek ve emirlerine itaat eden taraftır. Erkeğin istek ve ihtiyaçlarına öncelik tanımak kadının birincil görevidir. Kadının erkeğe kıyasla ikinci sınıf insan sayıldığı, düşük statü sorunları toplumda belirgindir. Kadına atfedilen değerler ve üstlenmesi gerektiği düşünülen temel görevleri eş ve anne kimliğinin öne çıkmasına neden olmaktadır. Bireysel kimliğin,
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
67
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
eş ve anne kimliklerinin gerisinde kalması kadının başta sağlık sorunları olmak üzere kendi sorunlarını ikinci plana atmasına yol açabilmektedir. Kadın, önemsizleştirilmesini, görünür kılınmamasını kendisi de kabullenebilmekte, adeta içselleştirebilmektedir. Bu nedenle önemli sağlık sorunları olsa dahi bunları önemsememekte veya önemsediğinde bile dile getirmemektedir. Pek çok kadına halen yaşadığı en önemli sorunun ne olduğu sorulduğunda ailesinin sorunlarını dile getirdiği, kendi sorunlarından söz etmediği dikkati çekmektedir. İstihdamın Yapısı: Genel olarak istihdamın yapısı eğitimle doğrudan ilişkilidir. Kadının eğitimde erkelerle eşit haklara sahip olup istihdamda yer almasıyla bu alandaki eşitsizliklerde ortadan kalkacaktır. Ülkemizde kadınların eğitim düzeyiyle ilgili oranları yukarıda ele alınmıştır. Kadın nüfusun işgücüne katılma oranlarında da erkelere kıyasla kadınların durumu ciddi problem alanları içermektedir. Söz gelimi 15-49 yaş grubundaki kadın nüfusunun ancak %24.8’i istihdamda (ücretli) yer almaktadır. Kent kesiminde bu oran %19.3’e, düşmekte kırda %33.7’e yükselmektedir. Ancak kırdaki yükselmenin mevsimlik sürekli kadın işçiliği olarak değerlendirilmesi gerekir. Kentlerde çoğunluğu ücretsiz aile işçisi konumundaki kadın kırda tarım kesimini sırtında taşımaktadır. Bu durum gerçekte kadın yoksulluğunun tarım kesimindeki gerçek fotoğrafı gibidir. Bölgelerarası farklılıkların da kadınların kendilerini ve sorunlarını algılayışları üzerinde etkili olduğu bir gerçektir. Ülkenin gelişmiş yörelerinden geri kalmış yörelerine doğru gidildikçe kadının düşük statüden kaynaklanan sorunlarının da artış gösterdiği söylenebilir. Buna paralel olarak kadının sağlığının korunmasına verilen önem azalmakta; kadın sağlığını bozan, hastalık riskini arttıran uygulamalara daha sık rastlanmaktadır (sağlıksız beslenme, şiddet,vb.). Doğum Sayısı/ Doğum Aralığı: Doğumların sayısının artması, buna karşılık doğum aralıklarının artması da kadının sağlığını bozan önemli faktörler arasındadır. Bilindiği gibi doğumun ardından
68
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
kadının vücudunun eski sağlık düzeyine kavuşması için en az iki yıl geçmesi gerekmektedir. Bundan daha kısa sürede yeniden hamile kalınması, kadının ve bebeğinin sağlığı hatta yaşamı açısından yüksek risk içermektedir.
Evlilik İlişkilerinin Niteliği: Evlilik ilişkilerinin niteliği de kadının sağlığını etkileyen faktörler arasındadır. Eşler arasında destekleyici, paylaşıma dayalı, açık iletişimin olması kadının sağlığını da etkilemektedir. Evlilikteki sorunlar kadının fiziksel sağlığının bozulmasına yol açabilecek huzursuzluk yaşamasına; böylece bağışıklık sisteminin bozularak herhangi bir hastalığa tutulmasına zemin hazırlamaktadır. Sorunun bir başka boyutu da kadının sağlığının bozulmasının onun evlilik ilişkilerini olumsuz etkileyebileceği, evlilikteki sorumluluklarını aksatabileceğiyle ilişkilidir. Böylece kadının benlik saygısında, özgüveninde sarsıntı da olabilir. Yaşanılan huzursuzluk da artabilir. Anlaşılacağı gibi, evlilik ilişkilerinin niteliği ile kadın sağlığı arasında güçlü bir bağlantı bulunmaktadır.
Evlilikte Şiddete Uğrama Durumu: Evlilikte kadının eşi tarafından fiziksel, duygusal/sözel ve ekonomik şiddete uğramasının onun ruh ve beden sağlığı üzerinde etkili olduğu bir gerçektir (Mavili Aktaş 2007:10-13). Fiziksel şiddet kadının sağlığını bozmakla kalmaz onun yaşamı üzerinde ciddi bir tehdit de olabilir. Pek çok kadın eşleri tarafından öldüresiye dövülebilmekte; buna bağlı olarak sakatlanmakta ve hatta yaşamını yitirebilmektedir. Nitekim ülkemizde 1998 yılında çıkartılan 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun ile şiddete maruz kalan kadın ve çocuğun korunması hedeflenmiştir. 1998-2000 yılında kanun kapsamında yalnızca 5 gibi parmakla gösterilecek bir başvuru varken 2001’de başvuru sayısı 54’e 2002’de 597’e, 2003’de ise 5719’a çıkmıştır (KSSGM, 2007). 2000 ile 2003 tarihleri arasındaki her yıl 10 katına çıkan bu çarpıcı artışın üzerinde dikkatle durulmalıdır. Ülke genelinde medyada ve kurumların aile eğitim programlarında kadının hakları konusunda eğitilmesi, bilinçlendirilmesi bu konudaki başvuruları da arttırmıştır. Dünyanın pek çok ülkesinde var olan şiddet ülkemizde de artık kadınlar tarafından kabul
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
edilmeyen, istenmeyen, çözümü arzu edilen bir sorun olarak gündeme gelmiştir.
Eşi tarafından fiziksel şiddete uğrayan bir kadında ‘dövülen kadın sendromu’ olarak adlandırılan bir tablo ortaya çıkabilmektedir. Bu tablo şu belirtileri yansıtmaktadır: -Depresyon
-Benlik saygısında düşüklük -Özgüven yetersizliği -Çaresizlik
-Geleceğin belirsizliği duygusu -İntihar düşünceleri
-Kendini yaralama davranışları
-Konsantrasyon bozukluğu
-Psiko-somatik rahatsızlıklar
-Ciddi yaralanmalara bağlı bedensel/organik sorunlar
Bunların da gösterdiği gibi evlilikte kadının şiddete uğraması, onun sağlığı üzerinde son derece önemli hatta kalıcı sorunlara yol açmaktadır. Sosyal Destek Sistemi:
Kadının ailesi, çevresi,toplumdaki kuruluşlardan aldığı destek de onun sağlığı üzerinde etkilidir. Çeşitli çalışmalar, sosyal destek sistemleri güçlü olan kadınların hastalıklarla daha kolay baş edebildiklerini, hastalıkların yol açtığı olumsuz yaşam koşullarına daha rahat uyum gösterebildiklerini ortaya koymaktadır. Kadının herhangi bir hastalığa karşı bağışıklık sistemi de aldığı sosyal desteğin etkisiyle güçlenebilmektedir. Aynı zamanda sosyal desteği güçlü olan kadınların sağlıklarında karşılaştıkları sorunların giderilebilmesine yönelik mücadele stratejilerinin daha güçlü olduğu, karşılaştıkları sorunları nasıl aşabileceklerine yönelik destek sistemini oluşturanlarla daha etkili ve hızlı bilgi alışverişinde bulunabildikleri bilinmektedir. KADIN SAĞLIĞI VE YOKSULLUK
Bilindiği gibi sosyo-ekonomik düzeyin temel değişkenleri eğitim, gelir ve meslektir. Bunlar sağlığı
güçlü biçimde etkilemektedir.
Genel olarak bakıldığında, sağlığı güçlendirme ve hastalıkları önleme programlarına,tedavi hizmetlerine ulaşma olanakları çok kısıtlı olan yoksulların aynı zamanda sıklıkla büyük çevresel ve mesleki sorunlarla daha fazla karşılaştıkları bilinmektedir (Rudd, Moeykens ve Colton 1999). Bütün bu durumların da yoksulları ekonomik,eğitimsel ve politik açıdan dezavantajlı nüfus grupları arasına soktuğu bilinmektedir.
Blane (1995 akt.Rudd, Moeykens ve Colton 1999), mortalite ve morbiditenin dağılımı ile sosyal gruplar arasındaki sürekli ilişkinin son derece çarpıcı olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre sosyoekonomik değişkenler açısından daha avantajlı grupların sağlık durumları, kendi toplumlarında yaşayan diğer insanlara kıyasla çok daha iyidir.
Yoksul halk kitlelerinin sağlık sorunlarının yoksul olmayanlardan belirgin biçimde fazla olması gibi kadın ve erkek yoksullar arasında da önemli farklılıklar vardır. Yoksulluğun kadınlar üzerindeki yıkıcı etkileri yoğun olarak gözlenmektedir. Yapılan çalışmalar da kadınların erkeklere kıyasla yoksulluğun yıkıcı etkilerine çok daha fazla uğradıklarını göstermektedir. Örneğin 2002 yılında ABD’de yayınlanan resmi istatistiklere göre tüm yoksul nüfusun % 56’sının kadın ; yalnızca %44’ünün ise erkek olduğu, tüm yoksul ailelerin %50’sinin reisinin kadın, buna karşılık yalnızca %8’inin erkek olduğu ortaya konmuştur (U.S.Census Bureau 2003). Ülkemizde bu boyutta resmi istatistiklerin mevcut durumu tam anlamıyla ortaya koyamadığı bilinmekle birlikte tüm yoksul nüfusun ve yine yoksul ailelerin önemli bir kısmının reisinin kadın olduğu tahmin edilmektedir.
Kadınların yoksulluğu ile olumsuz sağlık koşulları arasındaki ilişkinin ana nedenleri, ağırlıklı olarak cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanmaktadır. Eğitim, çalışma yaşamına ve siyasete katılım gibi boyutlarda kadınların aleyhine gözlenen tablo kadınların sağlığına da olumsuz olarak yansımaktadır. Okur yazarlık düzeyiyle sağlık arasında bir ilişki vardır. Çeşitli araştırmalar eğitim ve yetişkin Nisan-Mayıs-Haziran 2007
69
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
okur yazarlığının bilgiye ulaşma ve okur-yazarlığın gerekli olduğu ortamları kullanma becerisini etkilediğini, aynı zamanda bilişsel ve sözel beceriler üzerinde etkili olduğunu ve kendine yeterli olma duygusunu güçlendirdiğini ortaya koymaktadır (Rudd, Moeykens ve Colton 1999).
Söz gelimi, ataerkil ideolojinin de etkisiyle kadınların okullaşma oranlarının düşüklüğü onların sağlığı olumsuz etkileyen faktörler konusunda bilinç düzeylerinin de düşük olmasına neden olmaktadır. Bunun yanı sıra koruyucu,önleyici, tedavi ve rehabilite edici sağlık hizmetlerine nasıl ulaşabileceği ve bunlardan nasıl yararlanabileceği gibi konularda da bilgilerinin az olmasına yol açmaktadır. Öte yandan Türkiye’de okur yazar olmayan ve düşük eğitim düzeyindeki kadınların oranlarının hiç de düşük olmadığı hatırlanacak olduğunda hastalık durumunda başvurulacak tedavi yöntemi ve kullanılacak ilaçlarla ilgili izlenecek yolu bilmeyen veya bilgileri çok yetersiz hatta çarpık olan kadınların sayısının fazla olabileceği düşünülebilir. Böyle kadınların sağlıklarına ilişkin yakınmalarını tam ve anlaşılır biçimde sağlık profesyonellerine iletmesi, belirtileri iyi tanımlaması oldukça güç olabilmektedir. Kendilerine verilen direktifleri kavrayıp gerektiği gibi uygulama açısından da sıkıntıları olabilmektedir. Sorunun bir başka yönü de doktorların kendisini ve yakınmalarını yeterince ifade edemeyen ve sağlık kuruluşlarına yönelme bilinci olmayan kadınların hastalıklarını teşhiste zorluk çekebilmeleridir.
Davis ve arkadaşları (1996 akt.Ruddy, Moeykens ve Colton 1999), düşük gelir düzeyindeki kadınların mamografi yaptırma yönelimlerinin çok az olduğunu; bu nedenle de meme kanseri teşhisinin daha geç evrelerde konması tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarını saptamışlardır. Muhtemelen düşük gelir grubundaki kadınların sağlık bilinçleri daha yüksek gelir grubundaki kadınlara kıyasla daha düşüktür ve bu nedenle mamografi yaptırma istekleri daha az olabilmektedir. Bu çalışma, sağlık bilinci, okur yazarlık düzeyi ve kanser tarama yaptırma kararları arasında güçlü bir bağ olduğunu ortaya koyması açısından önemli görülmektedir. 70
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Öte yandan kadınların yoksulluk karşısındaki duruşları da sağlık durumlarını değerlendirişleriyle bağlantılıdır. Genel olarak eğitim eksikliği, sorunların farkında olma, tanımlama ve aktarmada karşılaşılan iletişim sorunları ve bireyleşmenin yetersizliği sağlık yardımı istemeyi güçleştirmektedir (Çağlayaner 1995). Karşı karşıya kaldıkları yoksullukla mücadele ederken ailelerinde yaşanan yoksulluğu en önemli sorun olarak görmektedirler. Kendi sağlık durumlarında ciddi bozulma olsa bile bununla ilgilenecek fırsatı çoğu kez bulamamakta veya bu sorunu daha önce de vurgulandığı gibi sağlık bilincinin eksikliğinden ötürü önemsememektedirler. Arıkan’ın 1994 yılında Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesi Haydarlı köyünde gerçekleştirmiş olduğu bir araştırma bu açıdan anlamlı sonuçlar yansıtmaktadır: Kadınların tamamına yakınının(%82.9) uzun zamandan beri kendisini rahatsız eden bir hastalığı bulunmaktadır. Bununla birlikte kadınların yalnızca %16’sı bu durumu önemsediğini ifade etmiştir. Belirtilen rahatsızlıkların başında mide, baş ve bel ağrıları yer almaktadır(%37.9). Bunu iç hastalıkları izlemektedir(%20.7). Kadın hastalıkları üçüncü (%16.4), romatizmal hastalıklar ise dördüncü sırada yer almaktadır(%12.9). Söz konusu araştırmada görüşülen kadınların büyük çoğunluğu (%77.1) ciddi biçimde hastalanmaları halinde tedavi olma imkanlarının bulunmadığından yakınmaktadırlar. Görüşülen kadınların hemen hemen tamamı parasızlıktan tedavi olamadıklarını açıklamıştır(%94.4). YOKSUL KADINLARIN SAĞLIK SORUNLARIYLA BAŞETME GÜÇLERİ
Yoksul kadınların yukarıda da ayrıntılı olarak ele alındığı gibi pek çok sağlık sorunu bulunmaktadır. Buna karşılık sağlık sorunlarıyla baş etme güçleri oldukça zayıf kalmaktadır. Bunun başlıca nedenleri şöyle özetlenebilir: -Bireyleşme yetersizliği
-Farkındalık düzeyinin düşüklüğü -Öğrenilmiş çaresizlik
-Tükenmişlik duygusu
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Bireyleşme Yetersizliği: Toplum içinde kadın veya erkek olsun herkesin çeşitli kimlikleri bulunmaktadır. Bu kimlikler doğrultusunda çeşitli roller gerçekleştirilmektedir. Bununla birlikte ülkemizde aile dinamikleri incelendiğinde aile üyeleri arasındaki sınırların net olarak ayrışamadığı dikkati çekmektedir. Başka bir deyişle ailede üyelerin bireyleşme süreçleri tam anlamıyla gerçekleşememektedir. Çağlayaner (1995)in vurguladığı gibi ‘aile bireylerinin kimlikleri birbiri içinde eridiğinden sorunların kime ait olduğu belirsizdir. Bu nedenle de sorunların tanımlanması genel olarak yetersiz kalmaktadır.’ Bireysel kimlik, bireyleşme yoksul kadınlar açısından yeterince öne çıkamamaktadır. Bunun ataerkil ideolojiyle bağlantısı vardır. Gerek yetiştirilme sürecinde gerekse yetişkinlikte kadınlar daha çok kız evlat, eş ve anne kimlikleriyle öne çıkmaktadırlar. Birey olarak kimlikleri geri planda kalmaktadır. Hatta tam anlamıyla bireyleşemedikleri de ileri sürülebilir. Bu nedenle de kendilerini bağımsız, yetkin bir kadın olarak tanımlamaktan önce ‘birinin kızı, eşi veya annesi’ olarak tanımlamaktadırlar. Bu durumda ise ciddi sağlık sorunları yaşayan yoksul kadının kendi bireysel sorunlarıyla baş etmesi güçleşmektedir. Arıkan’ın Adıyaman’ın Haydarlı Köyünde gerçekleştirdiği araştırmadan da elde edildiği gibi öncelik ailenin sorunlarıyla ilgilenmeye verilmektedir.
Farkındalık Düzeyinin Düşüklüğü: Eğitim düzeyinin düşüklüğü, bireyleşme yetersizlikleri gibi nedenlerle de bağlantılı olarak yoksul kadınlar birey olarak içinde bulundukları koşulların, bireysel sağlık durumlarının tam olarak farkında değillerdir. Yeterince farkında olmama da yaşanılan sorunlarla etkili biçimde mücadele etmeyi olanaksızlaştırmaktadır. Öğrenilmiş Çaresizlik: Gerek yetiştirilme sürecinin gerekse yoksulluğun kışkırtıcı etkisiyle yoksul kadınlar büyük ölçüde çaresizlik duygularıyla kuşatılmışlardır. Çaresizlik düşük benlik imajı ve öz saygısı buna karşılık çevresel, sosyal ve ekonomik kaynakların yetersizliğiyle daha da pekişmektedir. Yoksul kadın karşı karşıya olduğu sağlık sorunlarının farkında olsa bile ‘nasıl olsa bu sorunları aşmakta
yetersiz kalacağına’ kendini inandırabilir. Yeterince bireyleşememiş olması da bu sorunu körüklemektedir. Sorunları aşmakta yetersiz kalacağına inanan bir kadının bu sorunlarla etkili biçimde baş edebileceğini düşünmek oldukça güçtür. Tükenmişlik Duygusu: Öğrenilmiş çaresizlik duygusuna çoğu kere tükenmişlik duygusu da eşlik etmektedir. Yoksul kadınlar çok boyutlu sorunlarının ağırlığıyla kendilerini tükenmiş hissedebilmektedirler. Tükenmişlik duygusu kadının baş etme gücünü tümüyle elinden almaktadır.
Yoksul kadınların sağlık sorunlarıyla baş etme güçlerinin arttırılması için öncelikle yukarıda sözü edilen boyutlarda kadınların bireysel kimliklerinin yeniden inşa edilmesi, yeniden üretilmesi gereklidir. Böyle bir üretim ise kadının birey olarak güçlendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Güçlendirme perspektifinden bakıldığında yoksul kadınların; Bireysel kimliklerinin farkında olmaları,
Kendilerini ve sorunlarını ifade yeteneklerini arttırmaları.
Sağlıklarını etkileyen tüm koşulları ve sağlık durumlarını algılamaları, Olumsuz koşulların değiştirilmesine yönelik bir karşı duruş geliştirmeleri, Kaynaklara ulaşma becerilerini arttırmaları,
Sağlık bilinçlerini yükseltmeleri yönünde desteklenmeleri gereklidir. SONUÇ
Kadının sosyo ekonomik düzeyi, kültürel konumu ve ruhsal durumu onun sağlığını ve hastalıklarla baş etme gücünü doğrudan etkilemektedir. Kadınların sağlığını da etkileyen pek çok makro değişkenden söz edebiliriz. Bunlar ülkenin gelişmişlik düzeyi, istihdam yapısı, yoksulluğu, okur yazarlık düzeyi, eğitim sistemi, kadına ve ailelere yönelik sosyal politikalar ve kadınlara ilişkin sosyo kültürel ortamdaki değer sistem (cinsiyet ayırımcı yaklaşım ve ataerkil aile yapısı) olarak özetlenebilir. Bu temel faktörlerin ortaya çıkardığı kadın profili de Nisan-Mayıs-Haziran 2007
71
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
baş etme gücü yeterince gelişmemiş, çeşitli sağlık sorunlarını aşmaya çalışan kadındır. Bu durumdaki kadının bireyselleşme yetersizliği çok açıktır. Eğitim düzeyinin düşük olması, farkındalık düzeyini de olumsuz olarak etkileyebilmektedir.
Eğitim düzeyi düşük kadının istihdamda yer almaması yadırganmamalıdır. Kendine ait bir işi ve mesleği olmayan bir kadının da herhangi bir sorunla (aile çatışması, boşanma, hastalık,vb.) karşılaşması durumunda kendini çaresiz hissetmesi kaçınılmazdır. Bu durumda kadının yaşam kalitesinin giderek düşmesi ve yaşam doyumunun azalması, tükenmişlik duygusu yaşaması doğaldır. Kadınlara ve kız çocuklarına yönelik pozitif ayırımcılığın yapıldığı; sistemli, düzenli ve sürekli aile politikalarıyla kadının dezavantajlı konumunun ortadan kaldırılması zorunludur. Sosyal devlet olmanın gereği de budur. Sonuç olarak kadınlara yapılan tüm yatırımların gelecek kuşaklara katlanarak döneceği açıktır. Nüfusun yarısına yakın kısmını oluşturan kadınların her türlü riskler karşısında donanımlı hale getirilmesi zorunludur. Türkiye’de aile yapısının ve bütünlüğünün hala güçlü olması toplumumuzun geleceği açısından da önemlidir.
72
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Kaynaklar
Arıkan, Ç. “Adıyaman’ın Gölbaşı İlçesi Haydarlı Köyünde Gerçekleştirilen Yayınlanmamış Bir Araştırma.” 1994. Arıkan,Ç. ‘Türkiye’de Aile Politikası Uygulamalarına İlişkin Genel Bir Değerlendirme’ Aile Danışmanlığı El Kitabı. Ankara: T.C. Başbakanlık SHÇEK Genel Müdürlüğü Eğitim Merkezi Başkanlığı; H.Ü.AHUM Müdürlüğü 2005, 117-124.
Blane, D. ‘Social Determinants of Health-Socio-economic Status, Social Class, and Ethnicity.’ American Journal of Public Health, 1995.85(7), 903–905.
Çağlayaner, H. ‘Sağlığın Sosyo- Ekonomik,Kültürel, Psikolojik Yönleri’ Aile Hekimliği-1. (Yay.Haz. H. Çağlayaner) İletişim Yayınları: İstanbul 1995, 61-73.
Davis, T. C.; Arnold, C.; Berkel, H. J.; Nandy, I.; Jackson, R. H.; Glass, J.. Knowledge and Attitude on Screening Mammography among Low-Literate, Low-Income Women. Cancer, (1996) 78(9), 1912–1920.
Mavili Aktaş, A. Aile İçi Şiddet: Kadının ve Çocuğun Korunması. Ankara: Elma Yayınevi 2007. Rudd,R.E; B.A. Moeykens; T.C. Colton ‘Health and Literacy’ Annual Revi e w o f A d u l t L e a r n i n g a n d Li t e r a c y (eds. J.C o m ı n g s , B. G a r n e r s , C. S mi t h ) New York: Jossey-Bass, 1999.
U.S.Census Bureau Historical Poverty Tables 2003. http://kssgm.gov.tr/tcg/20.pdf.15.2.2007 http://kssgm.gov.tr/tcg/1.pdf.15.2.2007 http://kssgm.gov.tr/tcg/15.pdf.15.2.2007 http://kssgm.gov.tr/tcg/2.pdf.15.2.2007
Okullarda Yaşanan Şiddeti Önleyici Bir Yaklaşım: Kendini Toparlama Gücü Öğr.Gör.Dr. Şerife TERZİ*
Öz e t
Okulda yaşanan şiddet olayları, toplumsal açıdan önemli sorunlardan biri haline gelmiştir. Şiddetin okul ve çevresini içine alacak şekilde yaygınlaşması, şiddetin önlenmesi ve azaltılması konusundaki çalışmaları hızlandırmıştır. Çocuk ve ergenlerde şiddeti önlemeye yönelik programların birçoğu, şiddet riskini artıracak “risk faktörlerini” ve riski azaltacak “koruyucu faktörleri” tanımlamaya çalışmaktadır. Son yıllarda okullarda yüksek riskli davranışları azaltmayı hedefleyen önleme programlarının bir parçası olarak “kendini toparlama gücünün geliştirilmesi”nin öneminin farkına varılmıştır. Kendini Toparlama Gücü kavramı, çocukların, ergenlerin ve yetişkinlerin olumsuz yaşam koşullarında nasıl güçlü olabileceklerine yönelik yeni ve değişik bir bakış açısı sunmaktadır. Risk ve kendini toparlama gücü literatürü, okullarda karşılaşılan problemlerin üstesinden gelme kapasitesini geliştirmeyi, iyi bir yaşam için gerekli olan sosyal, akademik ve mesleki alanlarda yeterlilikleri geliştirmeyi sağlayacak bir ortamın sunulması gerektiğini vurgular. Özellikle okulda şiddet ve kendini toparlama gücü ile ilgili araştırmalar, çocukların ve ergenlerin temelde olumlu değerler kazanmaya ihtiyaçları olduğu görüşünden hareketle, çocukların ve ergenlerin olumsuz yaşam durumlarıyla karşılaştıklarında onlara yardımcı olacak “dayanakların” sağlanması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu çalışmanın amacı, ilgili literatür ışığında okulda öğrenciler arasında yaşanan şiddet olaylarının önlenmesine yönelik, risk faktörlerini ve koruyucu faktörleri içeren kendini toparlama gücü olgusunu tartışmaktır. Bu amaçla, şiddet kavramı açıklanmış, okulda öğrenciler arasında yaşanan şiddet olayları ele alınmış, şiddetin önlenmesinde ve azaltılmasında etkili olan kendini toparlama gücünü sağlayacak okul yaşantıları üzerinde durulmuştur. Anahtar Kelimeler Şiddet, okulda şiddet, kendini toparlama gücü, risk ve koruyucu faktörler.
Abstract
Violence at schools has become an important problem to the society. The spread of violence at schools and around its environments, the studies on preventing and on decreasing the violence has gained much more importance. Most of the programmes on prevention of violence of children and teenagers, try to define “risk factors” which effect, violence risk and also “ protective factors” which may reduce the risks in question. In recent years, the importance of “Resiliency” has been realised as a part of the programmes, which aim to decrease the behaviours at level of high risk. The term “Resiliency”, presents a new and different point of view to understand how children, teenagers and adults can be strong in negative life conditions. The literature on risks and resiliency, underline the necessity for improving the capacity of dealing with the problems confronted in schools, and providing opportunities and environment for the people to improve themselves at social, academic areas and also at vocational adequacy for a qualified life. The researches on violence at schools and resiliency; considering the needs for children and teenagers to gain positive personal characteristics, notes the necessity for personal sufficiency to help them in solving their problems when they confront negative life conditions. The goal of this research is to discuss the resiliency, which also includes the risk and protective factors in the respect of prevention of violence seen among the students at schools. With this aim, the term “violence” has been explained; violence seen among the students at schools has been discussed; and the activities, which provide the resiliency in order to prevent and/or decrease violence, have also been emphasized. Key Words Violence, violence at schools, resiliency, risk and protective factors.
*Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü.
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
73
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Giriş
Evlerde, sokakta, futbol sahalarında yaşanan şiddet olaylarının son zamanlarda okullarda da yaşanıyor olması dikkat çekicidir. Hemen her gün yazılı ve görsel medyada okullarda yaşanan şiddet olaylarına ilişkin haberlerin yer alması bu durumun toplumsal açıdan önemli sorunlardan biri haline geldiğini göstermektedir. Çocuk ve ergenler arasında şiddet içeren olayların artması, şiddetin nereden kaynaklandığını anlama, meydana geldiğinde şiddeti azaltacak ve hatta önleyecek yapıcı yollar bulma konusunda yapılan çalışmaları hızlandırmıştır. Çocuk ve ergenlerde şiddeti önlemeye yönelik programların birçoğu, şiddet riskini artıracak “risk faktörlerini” ve riski azaltacak “koruyucu faktörleri” tanımlamaya çalışmaktadır. Çocuk ve ergenlerde şiddeti önlemeye yönelik bir başka yaklaşım ise çocukların ve gençlerin sağlıklı ve başarılı birer yetişkin olabilme kapasitelerini artırıp çeşitli beceriler geliştirmelerine odaklanmaktır. Bu bağlamda psikiyatri, psikoloji, sosyoloji alanlarında yapılan çalışmalarda çok sık kullanılan Kendini Toparlama Gücü kavramı, çocukların, ergenlerin ve yetişkinlerin olumsuz yaşam koşullarında nasıl güçlü olabileceklerine yönelik yeni ve değişik bir bakış açısı sunmaktadır.
Bu çalışmanın amacı, şiddetin okul bağlamında ele alınması ve çözümlenmesine yönelik güvenli okul ortamı geliştirmede kendini toparlama gücü kavramı üzerinde durmaktır. Şiddet Nedir?
Şiddet, sözlükte karşıt görüşte olanlara, inandırma veya uzlaştırma yerine kaba kuvvet kullanma, duygu ve davranışta aşırılık anlamında kullanılmaktadır (Türk Dil Kurumu, 2005:1866). Merriam-Webster’a (2000) göre ise şiddet, genel olarak incitme ya da taciz etmek amaçlı olarak fiziksel gücün kullanılması şeklinde tanımlanmakla birlikte ayrıca, “hiddetli duygu ya da onu ifade etme” ya da “yoğun, kavgacı ya da kızgın ve sıklıkla yıkıcı 74
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
hareket ya da güç” ya da “çarpıtma, ihlal etme ya da önemli konulara saygısızlık etme yoluyla incitme” biçiminde de tanımlanmaktadır (Akt.Korkut, 2004).
Şiddeti sadece itme, vurma, tekmeleme, tehlikeli aletlerle saldırma gibi fiziksel boyutuyla algılama yaygın olsa da, ad takma, alay etme, küfür etme, tehdit etme, hakaret etme gibi sosyal şiddet; görmezden gelme, küçük düşürme, ayrımcılık yapma, gruptan dışlama gibi duygusal şiddet; sarkıntılık etme, cinsellik içeren sözler söyleme, elle rahatsız etme gibi cinsel şiddet türleri de vardır. Okullarda Şiddet
Okullarda yaşanan şiddet olayları, son zamanlarda yazılı ve görsel medyada konu edilir hale gelmiştir. Milli Eğitim Bakanlığı Özel Eğitim, Rehberlik ve Danışma Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından Eylül 2006 tarihinde hazırlanan rapora göre, Mayıs 2006 sonu itibariyle yapılan basın taraması sonuçları, son beş ayda okullarda meydana gelen olaylarda 14 öğrencinin öldüğünü, 104 öğrenci ve 3 öğretmenin yaralandığını ortaya koymaktadır (http://orgm.meb.gov.tr/).
Okullarda şiddet olgusu sadece ülkemize özgü bir durum değildir. Okullarda şiddet kavramı ile ilgili yapılan yurt dışı çalışmalarda, eğitim ortamlarında saldırganlık ve şiddetin artması nedeniyle 1992 yılından bu yana okullarda şiddet kavramı yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır (http://www.schoolsafety.us/School-Crime-and-Violence-Statistics-p9.html).
Ulusal Okul Birliği (National School Board Association) tarafından 700 okulun tarandığı bir araştırmada, okullardaki şiddetin beş yıl öncesine göre şu anda büyük bir artış gösterdiği belirtilmektedir. Araştırmalar, ABD’de Eylül 1986’dan başlayarak 4 yıllık süre içinde okullarda 71 kişinin tabancayla öldürüldüğünü, 201 kişinin ciddi biçimde yaralandığını, 242 kişinin de tabanca kullanılarak rehin alındığını ortaya koymuştur (Pietzak ve Petersen, 1998).
ABD’de 1999-2000 yılları arasında bütün devlet okullarının yer aldığı bir araştırmada, okulların
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
%71’nde en az bir defa şiddet yaşandığı, %20’nde ise ciddi şiddet olaylarının yaşandığı bulunmuştur. Ayrıca 2001 yılında 12-18 yaş arasında hırsızlık, ateşli silah kullanma, zorbalık türünde 764.000 suç işlendiği belirtilmektedir (Miller ve Chandler, 2004). Ulusal Güvenli Okul Merkezinin (The National School Safety Center) 2006 yılı raporunda ise 19922006 yılları arasında okullarda yaşanan şiddet olaylarında (zorbalık, ateşli silah kullanma, kişilerarası anlaşmazlık, hırsızlık, tecavüz) toplam 445 kişinin hayatını kaybettiği belirtilmiştir (http://www.schoolsafety.us/School-Crime-andViolence-Statistics-p-9.html).
Avrupa Konseyi’nin 2-4 Aralık 2002 tarihleri arasında düzenlediği “Okullarda Şiddetin Önlenmesi ve Şiddetle Mücadele İçin Yerel Ortaklıklar” konulu konferansın sonuç bildirgesinde, okullarda şiddetin yeni bir olgu olmadığı, ancak son yıllarda özellikle okulların kendilerini ve toplumu etkileyen zorluk ve gerilimlerden uzak tutamaması nedeniyle, şiddetin içeriğinin kayda değer biçimde değiştiği vurgulanmaktadır (Avrupa Konseyi, 2002).
Ülkemizde de son yıllarda ölümle sonuçlanan şiddet olaylarıyla karşılaşılmaktadır. Samsun’da bir lisede son sınıf öğrencisi kız arkadaş yüzünden çıkan kavgada lise ikinci sınıf öğrencisini okul bahçesinde bıçaklayarak öldürmüştür (Milliyet, 2002). İstanbul’da bir ilköğretim okulu öğrencisi sınıf arkadaşını kalbinden bıçaklayarak öldürmüştür (Milliyet, 2006). Adana’da lise son sınıf öğrencisi, tuvalette sigara içtiği gerekçesiyle tartıştığı birinci sınıf öğrencisinin boynuna kalem saplayarak yaralamıştır (Sabah, 2006). İstanbul’da chat kavgasında lise öğrencisi başka bir lise öğrencisini bıçaklayarak ölümüne neden olmuştur (Sabah, 2006). Yine İstanbul’da bir lise öğrencisi arkadaşını boğazından bıçaklayarak öldürmüştür (Sabah, 2006). Ankara’da bir lisede arkadaşlarının, "reis" ve "başkan" olarak hitap ettiği 10. sınıf öğrencisi "kız arkadaş" konusunda tartışma yaşadığı başka bir öğrenciyi bıçakla yaralamıştır (Milliyet, 2006). İstanbul’da bir ilköğretim okulunda 8'inci sınıf öğrencisi, kolundaki zinciri kendisine vermeyen 7'nci sınıf
öğrencisini sağ bacağından bıçaklamıştır (Milliyet, 2006). Ayrıca son bir yıl içerisinde okullarımızda şiddet, öğretmenine küfür etmekten, okul müdürüne fiziksel zarar vererek sözlü tehditte bulunmaya ve öğrencileri tabancayla ya da bıçakla yaralamaya kadar uzanan farklı biçimlerde karşımıza çıkmaktadır.
Ülkemizde okullardaki şiddet olaylarıyla ilgili olarak yapılmış bazı araştırmalar vardır. Pişkin (2003) araştırmasında, zorbalığa uğrayan çocukların oranının %35, hem zorbalığa uğrayan hem de zorbalık edenlerin oranının % 30, sadece zorbalık edenlerin oranının %6 olduğunu belirtmektedir. Ayrıca erkeklerde bu duruma daha fazla rastlandığı belirtilerek zorbalığın %34 ile fiziksel, %29 sözel, %21 dolaylı, %11 eşyalara zarar verme biçiminde gerçekleştiği sonucuna varılmıştır. Benzer şekilde Kapçı (2004) ilköğretim öğrencilerinin zorbalığa maruz kalma türünün ve sıklığının depresyon, kaygı ve benlik saygısı gibi değişkenlerle ilişkisini araştırdığı çalışmasında, ilköğretim dördüncü ve beşinci sınıf öğrencilerinin %40 oranında bedensel, sözel, duygusal ve cinsel zorbalığa maruz kaldıklarını ve zorbalığın demografik değişkenlerden çok psikolojik değişkenlerle bağlantılı olduğu sonucuna varmıştır.
Özcebe, Üner ve Çetik 2004 yılında Ankara’da 400 lise öğrencisi üzerinde yaptıkları araştırmada, öğrencilerin %19.8’nin çakı, bıçak, kuru sıkı tabanca ve tabanca taşıdığını, öğrencilerin %8.8’nin şiddet uyguladığını, %16.1’nin şiddete maruz kaldığını, %20.6’sının ise hem şiddete maruz kaldığını hem de şiddet uyguladığını saptamışlardır. Ayrıca öğrencilerin en fazla fiziksel şiddet sonra da duygusal şiddet uyguladıklarını bulmuşlardır. Yurtal ve Cenkseven (2006) araştırmalarında, ilköğretim okullarında erkek öğrencilerin daha fazla zorba davranışlara maruz kaldıklarını, zorbalığın en fazla okul bahçesinde yaşandığını ve zorbaca davranışlarda bulunanların daha çok erkek ve yaşça büyük öğrenciler olduklarını tespit etmişlerdir. Eke ve Ögel (2006) ise İstanbul’da lise öğrencileriyle yaptıkları araştırmada, 3483 öğrencinin Nisan-Mayıs-Haziran 2007
75
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
yarsının son bir yıl içinde en az bir kez fiziksel kavgada bulunduklarını rapor etmişlerdir. Ayrıca fiziksel kavga sonucu, yaralandığını belirtenlerin oranı %15.4, başkasını yaralayanların oranı %26.3, bıçak, çakı ya da benzeri kesici alet taşıyanların oranı %22.6, ateşli silah taşıyanların oranı %9.8 olduğu; araştırmaya katılan öğrencilerin %10’unun çete üyesi oldukları saptanmıştır. Okullarda özellikle de liselerde meydana gelen şiddet olaylarının diğer ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de son yıllarda bir artış gösterdiği görülmektedir. Okullarda görülen şiddet olaylarının hem eğitim-öğretim etkinliğinin hem de geniş bir çerçevede bireyin ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyeceği dikkate alındığında, önleyici çalışmalara ihtiyacımız olduğu görülmektedir.
Okullarda Şiddeti Önlemede Farklı Bakış Açısı: Kendini Toparlama Gücü
Şiddet içeren olayların okul ve çevresini içine alacak şekilde yaygınlaşması, şiddetin önlenmesi ve azaltılması konusundaki çalışmaları hızlandırmıştır. Diğer önleme çalışmalarında olduğu gibi şiddeti önleme çalışmalarında da ana amaç risk altındaki ya da risk altında olma olasılığı olan gençlere ulaşmak ve onları koruyucu etmenler adı verilen bazı yeterlik ve becerilerle donanımlı hale getirmektir (Korkut, 2004).
Aksoy ve Ögel (2004) ülkemizde suç işleyen ergenlerle yapılan araştırmaları gözden geçirdikleri çalışmalarında, suçlu çocuk ve ergenlerin ailelerinin %44’ünün asgari ücret ya da altında gelir düzeyine sahip olduklarını; suçlu çocuk ve ergenlerin anne ve babalarının okur-yazar olmadıklarını ya da ilkokul mezunu olduklarını; suçlu çocuk ve ergenlerde anne veya babanın ölümü, boşanma veya diğer sebeplerden parçalanmış aile oranının yüksek olduğunu; suça yönelmiş ergenlerin çoğunluğunun evde ve okulda şiddete maruz kaldıklarını; suçlu çocuk ve ergenlerin ailesinde alkol ve uyuşturucu kullanıldığını; suçlu çocuk ve ergenlerin ailesinde veya yakın çevresinde suç işleyen ve cezaevine giren kişilerin olduğunu ve suçlu çocuk ve ergen76
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
lerin çoğunluğunun okuldan kaçma davranışı sergilediklerini ortaya koymuşlardır.
Görüldüğü gibi suç işleyen çocuk ve ergenler olumsuz yaşam koşullarına sahiptir. Çocuğun veya gencin şiddet davranışı sergileme riskini artıran bu çevresel faktörlerin belirlenmesi, önleme çalışmalarının temelini oluşturmaktadır.
Genelde önleme programları yaşam ya da güvenlik tehdit altına girdiğinde istenmektedir. Bu istekler birçok kurban verildiğinde ya da tehditler nedeniyle potansiyel kurbanlar bulunduğunda daha da belirginleşmektedir. O nedenle risklerin sorunlara yol açmasını beklemek yerine, risk faktörlerini belirleyerek bazı önleme çalışmalarına başlamak akılcı bir yol olarak görülmektedir (Korkut ve diğerleri, 2004).
Risk etmenleri, sorunların ortaya çıkmasına ya da artmasına neden olabilecek etmenleri içermektedir (Korkut, 2004). Başka bir ifadeyle risk faktörleri, belirli bir insan grubunun özellikle de çocuk ve gençlerin suç işleme, okulu bırakma vb. gibi olumsuz ve istenmeyen sonuçları yaşama olasılığını artıran özelliklerini tanımlamak için kullanılmaktadır (Masten, 2001). Literatürde özellikle çocuk ve ergenleri konu alan birçok farklı risk faktörü üzerinde çalışılmıştır. Bu çalışmalarda suç işleme ve şiddet göstermeye yol açan risk faktörleri şu şekilde belirlenmiştir: • Ebeveynin ayrılması, boşanması veya tek ebeveynle yaşama • Düşük sosyo-ekonomik düzey
• Kronik hastalıklar
• Çocuk ihmal ve istismarı • Aile içi şiddet
• Savaş ve doğal afetler gibi toplumsal travmalar • Evsizlik
• Ebeveynlerden biri ya da ikisinin alkol ve/veya uyuşturucu kullanması • Gencin alkol ve/veya uyuşturucu kullanması
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
• Sık sık okuldan kaçma
• Akranları tarafından red edilme
• Ailede suç işleyen bireylerin olması
• Gencin duygu ve düşüncelerine zarar veren nörolojik bir probleminin olması • Gencin daha önce herhangi bir suçtan tutuklanmış olması
• Akademik başarısızlık (Bolig ve Weddle, 1988; Casella ve Motte, 1990; Zagar ve ark., 1991; Cicchetti ve Rogosch, 1997; Criss ve ark., 2002; Reed-Victor ve Stronge, 2002; Boulter, 2004). Önleme çalışmalarının amacı, sadece sorunları önlemek değil, gençlerin daha etkili davranan yetişkinler haline gelmelerini sağlamayı da içerdiği için bu çalışmalar onlara bazı becerilerin öğretilmesini kapsamaktadır. Okul ortamı ise çocuklara ve gençlere bu becerilerin kazandırılması için yürütülecek olan önleme çalışmalarını gerçekleştirmek için en uygun yer olarak görünmektedir (Korkut ve diğerleri, 2004). Son yıllarda okullarda yüksek riskli davranışları azaltmayı hedefleyen önleme programlarının bir bölümü olarak kendini toparlama gücünün geliştirilmesinin öneminin farkına varılmıştır.
Uzun süreli yoksulluk çekmiş, ihmal ve istismara uğramış, şiddete maruz kalmış, anne babasından ya da bakımını üstlenen bir yetişkinden uzun süre ayrı kalmış, ciddi bir kaza geçirmiş, yakınlarının ölümüne tanık olmuş ya da okulda sürekli başarısızlık riski ile karşı karşıya gelmiş çocuklar bulunmaktadır. Risk altındaki bu çocuklar arasında antisosyal davranışlar sergileyenlerin oranı yüksektir. Ancak bu risk faktörlerine rağmen bu çocuklar arasında hiçbir antisosyal davranış sergilemeksizin, normal yaşamlarını sürdürebilenlerin sayısının da azımsanamayacak kadar çok olduğu özellikle 1990’lı yıllardan itibaren sosyal bilimcilerin dikkatini çekmiştir. Bazı çocuklar ve gençler yukarıda betimlenen çevresel olumsuzluğa rağmen “ayakta kalabilmekte” ve çevre ile ilişkilerini başarılı bir şekilde
sürdürebilmektedirler (Henderson ve Millstein, 1996).
Psikiyatri, psikoloji, eğitim ve sosyoloji alanlarında bireylerin stresten, travmadan, olumsuz yaşam koşullarından (risk) kurtulabileceklerine ve bu zorlukların üstesinden geldikçe daha da güçleneceklerine ilişkin fikirler “kendini toparlama gücü” (resilience) kavramı etrafında toplanmaktadır. Kendini toparlama gücü, zor koşullar altında olumlu ve beklenmedik başarılar kazanma ve sıra dışı koşul ve durumlara uyum sağlama becerisi olarak tanımlanmaktadır (Fraser, Richman ve Galinsky, 1999). Allen ve Hurtes (1999) kendini toparlama gücünü, bireylerin günlük yaşamda karşılaştıkları problemlerle etkili bir şekilde başa çıkma yeteneği olarak tanımlamışlardır. Masten (2001) ise kendini toparlama gücünü, zorlayıcı ve tehdit edici koşullara rağmen başarılı bir uyum yeteneğine sahip olmak, bu süreçte gayret göstermek ve sonuçta başarılı olmak şeklinde tanımlamıştır. Kendini toparlama gücü konusunda yapılan araştırmalarda, kendini çabuk toparlayan bireylerin özellikleri belirlenmiştir. Yaşanan zorluklar karşısında kendini çabuk toparlayan birey, sağlıklı kişilerarası ilişkiler kurma ve sürdürmeyi sağlayan sosyal becerilere sahiptir, bağımsız hareket edebilir, bir topluma ait olma duygusu ve iyi bir geleceğe sahip olma inancına sahiptir (Benard, 1996); yeni yaşantılara açıktır (Rak ve Patterson, 1996); gelecekte karşılaşabileceği zor durumların üstesinden gelmede başarılı olacağına yönelik algıya sahiptir (Bland ve Sowa, 1994); başarı ya da başarısızlığını yetenek ve çaba gibi içsel nedenlerle açıklayıp daha çok çaba harcayarak başarısını arttırır (Masten, 2001); dayanıklı kişilik özelliğine sahiptir (Howard ve Johnson, 2000); sorunlar karşısında etkili başa çıkma yöntemlerini kullanır (Jew, Green ve Kroger, 1999); duygu, düşünce ve davranışlarının farkındadır ve girişkendir (Vazquez, 2000); problem çözme becerisine sahiptir (Rak ve Patterson, 1996; Benard, 1996; Vance ve Sanchez, 1998; Howard ve Johnson, 2000; Masten, 2001); mizah yeteneğine sahiptir (Vance ve Sanchez, 1998; Vazquez, 2000)
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
77
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
ve iyimserdir (Bland ve Sowa, 1994; Rak ve Patterson, 1996; Vance ve Sanchez, 1998; Jew, Green ve Kroger, 1999; Howard ve Johnson, 2000). Risk ve kendini toparlama gücü literatürü, okullarda karşılaşılan problemlerin üstesinden gelme kapasitesini geliştirmeyi, iyi bir yaşam için gerekli olan sosyal, akademik ve mesleki alanlarda yeterlilikleri geliştirmeyi sağlayacak bir ortamın sunulması gerektiğini vurgular. Özellikle okulda şiddet ve kendini toparlama gücü ile ilgili araştırmalar (Gotfredson, 1986; Hawkins, Catalano ve Miller, 1992; Henderson ve Millstein, 1996; Boulter, 2004; Middlemiss, 2005) çocukların ve ergenlerin temelde olumlu değerler kazanmaya ihtiyaçları olduğu görüşünden hareketle, çocukların ve ergenlerin
olumsuz yaşam durumlarıyla karşılaştıklarında onlara yardımcı olacak “dayanakların” sağlanması gerektiğini vurgulamaktadır.
Henderson ve Millstein (1996) bu dayanaklardan biri olarak ifade ettikleri kendini toparlama gücünün okulda öğrencilere kazandırılabilmesi için “6 strateji modeli”ni önermiştir. 1.
Bağlanmayı arttırma
3.
Yaşam becerilerini öğretme
2. 4. 5. 6.
Açık ve sürekli sınırlar(kurallar) oluşturma İlgi ve destek sağlama
Yüksek beklentiler oluşturma
Anlamlı katılım için fırsatlar sunma
78
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
RİSK FAKTÖRLERİNİ AZALTMA
KENDİNİ TOPARLAMA GÜCÜNÜ GELİŞTİRME
Şekil 1: Henderson ve Millstein’in (1996) Kendini Toparlama Gücü Çemberi
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
İlk Üç Basamak: Riski Azaltma
Risk literatürü, çocukların ve ergenlerin yaşamlarında riskin etkilerini azaltmak ve kendini toparlama gücüne doğru gelişmelerini sağlamak için üç temel strateji önermektedir:
1. Bağlanmayı Artırma: Bu strateji, bireyler arasındaki iletişimi artırmayı içermektedir. Öğrenciler arkadaşları, öğretmenleri ve diğer yetişkinler tarafından kabul görmek, önemli işler yaptıklarını bilmek ve değerli olduklarını hissetmek isterler. Bu bağlamda olumlu ve koruyucu ilişkileri içeren bir okul ortamı öğrencilerin okula bağlanmalarını artıracaktır. Ailelerin okula katılımını sağlamak, okulda etkin roller vermek, periyodik olarak okulda veli toplantıları düzenlemek, öğrenciler için derslerin dışında müzik, resim, drama ve çeşitli spor aktiviteleri düzenlemek gibi yollarla hem öğrencilerin hem de ailelerin okula bağlanmaları arttırılabilir.
2. Açık ve Sürekli Sınırlar Oluşturma: Bu strateji, öğrencilerden beklenen davranışları oluşturmaya yönelik okul politikasını ve uygulamalarını oluşturmayı içerir. Öğrencilerden beklenilenler karşılıklı olarak biraraya gelerek belirlenmeli, açık ve net bir şekilde yazılmalı ve ifade edilmelidir. Okul kurallarının, davranışsal politikanın ve bu politikanın uygulanmasına yönelik yöntemlerin neler olacağının belirlenmesinde öğrencilerin katılımını sağlamak önemlidir. Öğrenciler kendi davranışlarını etkileyecek olan kuralların oluşturulması sürecine ne kadar katılırsa, kuralları izlemeye ve sorumluluk almaya o kadar istekli olurlar. Öğrenci ve öğrenciyle yakından ilişkili herkesin bu politikaları anlamaları çok önemlidir. Bu nedenle okulda panolar hazırlanabilir, ebeveynlere ve okul personeline bilgilendirici toplantılar düzenlenebilir.
3. Yaşam Becerilerini Öğretme: Bu strateji, işbirliğini, çatışma çözme becerilerini, atılganlık becerilerini, iletişim becerilerini, problem çözme ve karar verme becerilerini ve stresle başa çıkma becerilerini kazandırmayı içerir. Çocuk ve gençlerdeki duygusal ve davranışsal sorunlar için en önemli ve en işlevsel davranışları içeren yaşam becerilerinin öğrencilere yeteri düzeyde kazandırılması, öğrenci-
lerin hem ilişkilerini düzenlemelerine hem de karşılaştıkları olumsuz yaşam durumlarıyla etkili şekilde başa çıkmalarına yardımcı olacaktır. Son Üç Basamak: Gücünü Geliştirme
Kendini
Toparlama
Kendini toparlama gücü ile ilgili araştırmalar, çocukların ve ergenlerin kendini toparlama güçlerini geliştirmelerine yönelik üç strateji üzerinde durmaktadır.
4. İlgi ve Destek Sağlama: Bu strateji, mutlak olumlu saygıyı ve cesaretlendirmeyi içermektedir. Kendini toparlama gücü tekerleğinin en önemli unsurudur. Kişinin destek alabileceği kişi (ler) olmadığı sürece, zor koşulların üstesinden gelmesi çok zordur. Kişinin destek alacağı kişiler sadece aile üyeleri değil, öğretmenleri, komşuları, arkadaşları, hatta beslediği bir hayvan da olabilir. Öğretmenler, yöneticiler, danışmanlar ve okul ortamındaki diğer kişiler, risk altındaki öğrencilere destek sağlamak için eşsiz bir konumdadırlar. Bunun uygulamadaki anlamı, belli bir yetişkin, bir çocuğa özel bir ilgi göstermeli ve bakım sağlayıcı, kolaylaştırıcı bir ilişki geliştirmelidir (Öğülmüş, 2001).
5. Yüksek Beklentiler Oluşturma: Bu strateji, öğrencilerin çabalarını ve ümitlerini belli bir amaca yöneltmelerine, akademik başarı için yüksek ama gerçekçi hedefler belirlemelerine, “yapabilirim” duygusunu geliştirmelerine, destekleyici ve yapıcı geribildirimlerle ne düzeyde olduklarını fark etmelerine yardımcı olmayı içermektedir. Başka bir ifadeyle, öğrencileri başarılı olacaklarına inandığımıza ikna etmek ve onlara başarılı olmaları için gerekli kaynakları sağlamayı içermektedir. Öğrencilere bu becerilerin kazandırılması işbirliğine dayalı öğrenme fırsatları sunma, başarıları ödüllendirme, başarıyı vurgulayan öyküler anlatma, sorumluluk alabilecekleri ve karar verme sürecine katılabilecekleri etkinlikler sunma, kişisel gelişim seminerleri düzenleme gibi yollar ile sağlanabilir. 6. Anlamlı Katılım İçin Fırsatlar Sunma: Bu strateji, öğrencilere, ailelerine, okul personeline problem çözme, karar verme, planlama, amaç belirleme, yardım etme için fırsatlar sunmayı içerir. Nisan-Mayıs-Haziran 2007
79
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Benard (1991) öğrencilerin kendini toparlama gücünü geliştirmede, işbirlikçi öğrenme stratejilerinin kullanılmasının, sınıf problemlerini çözmek için sınıf toplantılarının düzenlenmesinin, öğrencilerin yaptıkları çalışmaların öğrencilerle birlikte değerlendirilmesinin, sınıf kurallarının öğrencilerle birlikte oluşturulmasının ve öğrencilerin okul arkadaşlarına ihtiyaç duydukları konularda yardım etmelerine ortam sağlamanın önemli olduğunu vurgulamaktadır. Bu 6 stratejiyi kullanma, olumlu benlik algısını, okula bağlanmayı, kurallara inanmayı ve akademik başarıyı artırmakta, okulda sergilenen şiddet davranışını azaltmaktadır. Tartışma
Okullar sağladıkları olanaklarla öğrencileri daha donanımlı hale getirebilecek bireyin hayatında var olan en önemli kurumdur. Okulda destekleyici kişilerarası ilişkiler, öğrencilerin okula ilişkin olumlu tutum geliştirmeleri, okul yaşamından doyum alma, öğrencilerin akademik, sosyal ve duygusal alanlarda güçlenmelerini sağlayacaktır. Okulda olası koruyucu faktörleri harekete geçirme ve öğrencilerin güçlü yanlarını ortaya çıkarmalarına yardımcı olma kendini toparlama gücü çalışmaları kapsamında yer almaktadır. Masten’e (2001) göre çocukların ve ergenlerin gelişim süreci içinde yeterlik ve sağlamlılıklarını artırmaya yarayacak nitelikli kaynakları artırma ya da çocukların ve ergenlerin varolan kaynaklara ulaşabilirliklerini kolaylaştırma, risk faktörlerinin olumsuz etkilerini azaltmaktadır.
Kendini toparlama gücüne sahip bireylerin özellikleri ile suç ve şiddeti önlemek ve suç işleyen bireyleri topluma kazandırmak için geliştirilen öneriler arasında büyük bir benzerlik göze çarpmaktadır. Kendini toparlama gücüne sahip bireyler başkalarıyla iyi ilişkiler kurabilme, duygusal bağlar geliştirme, amaç belirleme ve amaçlara bağlılık gibi bazı özelliklere sahipken, suç işleyen bireylerde bu özelliklerin hemen hemen tam tersi özelliklere rastlanmıştır. Bu durumda bireylerin kendini toparlama güçlerini geliştirmeyi amaçlayan program ve uygulamaların, suç ve şiddet davranışını da azaltması 80
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
beklenir (Öğülmüş, 2001). Flannery ve Williams (1999) şiddet ve zayıf problem çözme becerileri arasında önemli bir ilişki olduğunu, zayıf problem çözme becerisine sahip olan bireylerin antisosyal ve kendini yıkıcı davranışlar sergilediklerini ifade etmişlerdir (Akt.Boulter, 2004). Boulter (2004) akademik başarısızlık yaşayan, sık sık okuldan kaçan ve akranları tarafından reddedilen ergenlerin sosyal ilişkilerde daha saldırgan davranışlar gösterdiklerini belirtmiştir. Gilligan (2000) ise özellikle olumsuz yaşam koşullarına sahip olan öğrenciler için “okulun bir üyesi olma” duygusunun akademik performansı ve zorluklarla mücadele etmeyi güçlendirdiğini, riskli davranışlar açısından koruyucu bir faktör olduğunu vurgulamıştır. Kendini toparlama gücü konusunda yapılan araştırmalarda, yaşam zorlukları karşısında kendini çabuk toparlayan bireylerin sağlıklı kişilerarası ilişkiler kurdukları (Benard, 1996), bir topluma ait olma duygusuna ve problem çözme becerisine sahip oldukları (Rak ve Patterson, 1996; Benard, 1996; Vace ve Sanchez, 1998; Howard ve Johnson, 2000), sorunlar karşısında etkili başa çıkma yöntemlerini kullandıkları (Jew, Green ve Kroger, 1999) belirtilmiştir. Bu bağlamda, okulda yaşanan şiddetle ilişkisi bulunan zayıf problem çözme becerisi, akademik başarısızlık, okuldan kaçma, akranlar tarafından rededilme gibi değişkenlerin kendini toparlama gücünü sağlamaya yönelik program ve uygulamalarla azaltılabileceği söylenebilir.
Öğrencilerde kendini toparlama gücünün göstergesi olduğu anlaşılan özellikleri kazandırmak için önemli bir okul reformunun gerekli olduğunu gösteren çalışmaların sayısı artmaktadır (Benard, 1991; Henderson ve Millstein, 1996; Howard, Dryden ve Johnson, 1999). Toplumdaki risk faktörlerine rağmen okul düzeyinde alınan tedbirler, çocukların zor koşulların üstesinden gelmelerinde önemli bir etkiye sahip olabilirler. Örneğin “Öğrencilere Kendini Toparlama Gücünü Kazandırmak İçin Kapsamlı Eğitim” (Comprehensive Training to Assure Resiliency in Students, 1996) projesine göre kendini toparlama gücünü geliştirme ve destekleme amaçlı okul çalışmalarında beş genel stratejiye yer
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
verilmelidir:
1. Okullar, personelleri ile öğrencilere duyarlı yetişkinlerle önemli ilişkiler kurma olanağı sağlamalıdır. 2. Okullar, sosyal ve akademik becerileri geliştirmeli, böylece öğrencilerin bağımsızlık ve başarı deneyimleri yaşamasını sağlamalıdır.
3. Okullar, öğrencilere okulda ve toplumda anlamlı katılımda bulunma ve sorumluluk alma fırsatları sunmalıdır. 4. Okullar, çocuk ve gençler için destek hizmetlerini belirlemeli, onlarla işbirliği yapmalı ya da destek hizmetleri oluşturmalıdır.
5. Okullar, yapılarının, beklentilerinin, politikalarının ya da prosedürlerinin öğrencilerin karşılaşabilecekleri riskleri artırmamalıdır.
Özetle, okullarda öğrencilerin kendini toparlama güçlerini geliştirmelerine yardımcı olacak stratejilere yer verildiğinde, öğrencilerin, öğrenmeye ve okula karşı olumlu bir tutum geliştirmeleri, okul kurallarını anlamaları ve kurallara uymaları, içinde bulunduğu gelişim döneminin görevlerini başarıyla yerine getirmeleri, okulda kendini güvende hissetmeleri, amaç belirleme ve bu amaçlara ulaşabileceğine inanmaları, kendine ve diğerlerine güvenmeleri, başkalarına yardım etme ve özyeterlik duygusuna sahip olmaları beklenmektedir. Öğrenciler bu güçlü yanları ile karşılaştıkları olumsuz yaşam olayları karşısında şiddete başvurmayacaklar, daha yapıcı yollar kullanarak karşılaştıkları sorunları çözebileceklerdir. Kaynaklar Aksoy, A. ve Ögel, K. (2004). Tutuklu ve hükümlü ergenlerin özellikleri: Türkiye’de yapılan çalışmaların gözden geçirilmesi. adalet bakanlığı ceza ve tevkifevleri genel müdürlüğü’nün gözetimindeki çocuklara yönelik hizmetlerin iyileştirilmesi projesi ihtiyaçların belirlenmesi çalışması. Yeniden Sağlık ve Eğitim Derneği, İstanbul. Allen, L. R. ve Hurtes, K. (1999). Making an impact. Parks & Recreation, 34(1).
Avrupa Konseyi (2002). Okullarda şiddetin önlenmesi ve şiddetle mücadele için yerel ortaklıklar. Konferans Sonunda Kabul Edilen Sonuç Bildirgesi, Fransa, 2-4 Aralık. Benard, B. (1991). Fostering resiliency in kids: Protective factors in the family, school and community. San Francisco: Far West Laboratory For Educational Research And Development. ED 335781. Benard, B. (1996). The foundations of the resiliency paradigm. Premier Issue.
Bland, L. ve Sowa, C. (1994). An overview of resilience in gifted children. Roeper Review, 17 (2), 77-74.
Bolig, R. ve Weddle, K. D. (1988). Resiliency and hospitalization of children. Children’s Health Care, 16 (4).
Boulter, L. (2004). Family-school connection and school violence prevention. The Negro Educational Review, 55 (1), 27-40.
Casella, L. ve Motta, R. W. (1990). Comparison of charecteristics of vietnam veterans with and without posttraumatic stress disorder. Psychological Reports, 67, 595-605. Cicchetti, D. ve Rogosch, F. A. (1997). The role of self organization in the promotion of resilience in maltreated children. Education and Urban Society, 24 (1), 41-52.
Comprehensive Teaming to Assure Resiliency in Students (1996). Moving Beyond Risk to Resiliency: The School’s Role in Supporting Resiliency in Children (Minneapolis, Minneapolis Public Sachool-CTARS Project).
Criss, M. M., Pettit, G. S., Bates, J. E., Dodge, K. A. ve Lapp, A. (2002). Family adversity, positive peer relationship, and children’s externalizing behavior: A longitudinal perspective on risk and resilience. Child Development, 73, 1220-1237.
Eke, C. Y., ve Ögel, K. (2006). İstanbul’daki okullarda suç ve şiddetin yaygınlığı. I. Şiddet ve Okul: Okul ve Çevresinde Çocuğa Yönelik Şiddet ve Alınabilecek Tedbirler Uluslararası Katılımlı Sempozyum Bildiri Özetleri. İstanbul: Duman Ofset, s.22.
Fraser, M. W., Richman, J. M. ve Galinsky, M. J. (1999). Risk, protection and resilience: Toward a conceptual fraamework for social work practice. Social Work Research, 23, 129-208.
Gilligan, R. (2000). Adversity, resilience and young people: The protective value of positive school and spare time experiences. Children and Society, 14, 37-47. Gottfredsen, D. C. (1986). An emprical test of school based environmental and individual interventions to reduce the risk of delinquent behavior. Criminology, 24, 705-731.
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
81
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Hawkins, J. D., Catalano, R. F. ve Miller, J. Y. (1992). Risk and protective factors for alchol and other drug problems in adolescence and early adulthood: Implications for substance abuse prevention. Psychological Bulletin, 112, 64-105.
Henderson, N. ve Millstein, M. M. (1996). Resiliency in schools. Making it happen for students and educators. Corwin Press, Inc. A Sage Publication Company Thousand Oaks, California. Howard, S., Dryden, J. ve Johnson, B. (1999). Childhood resilience: review and critique of literature. Oxford Review of Education, 25 (3), 307-323.
Howard, S. ve Johnson, B. (2000). What makes the difference? children and teachers talk about resilient outcomes for children "at risk". Educational Studies, 26 (3), 321-339.
Jew, C., Green, K. E. ve Kroger, J. (1999). Development and validation of a measure of resiliency. Measurement & Evaluation in Counseling & Development, 32 (2), 75-90.
Kapçı, E. G. (2004). İlköğretim öğrencilerinin zorbalığa kalma türünün ve sıklığının depresyon, kaygı ve benlik saygısıyla ilişkisi. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 37 (1), 1-13.
Korkut, F. (2004). Okul temelli önleyici rehberlik ve psikolojik danışma. Ankara: Anı Yayıncılık.
Korkut, F., Arıcıoğlu, A., Tagay, Ö. ve Sarı, T. (2004). Altındağ ilçesi gençliğin olumlu gelişimini sağlama ve sorunlarını önleme projesinin pilot uygulaması. w w w. b a s k e n t . e d u . t r / ~ t u g b a / Tu b a Sosyal%20hizmetler.doc 05.09.2006’da alındı. Masten, A. (2001). Resilience processes in development. American Psychologist, 56 (3), 227-238.
MEB. (2006). Eğitim ortamlarında şiddetin önlenmesi ve azaltılması strateji ve eylem planı (2006-2011 +), Ankara. http://orgm.meb.gov.tr/ 10.11.2006’da alındı.
Middlemiss, W. (2005). Prevention and intervention: Using resiliency based multisetting approaches and a process orientation. Child and Adolescent Social Work Journal, 22 (1), 85-103. Miller, A. K. ve Chandler, K. (2004). Violence in u. s. public schools. 2000 school survey on crime and safety. National Center of Education Statistics.
Milliyet Gazetesi, 19 Ekim 2002. “Hiç uğruna 10 yıl yatacak”. Milliyet Gazetesi, 26 Mart 2006. “Sınıf arkadaşı tarafından kalbinden bıçaklanan 17 yaşındaki Fatih C.'nin beyin ölümü gerçekleşti”.Milliyet Gazetesi, 4 Nisan 2006. “Okulda 'ağalık' kavgası”.
Milliyet Gazetesi, 10 Mayıs 2006. “Okul bahçesinde şiddet bitmiyor”.
Öğülmüş, S. (2001). Bir kişilik özelliği olarak yılmazlık. I. Ulusal Çocuk ve Suç Sempozyumu: Nedenler ve
82
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Önlemler. Ankara, 29-30 Mart.
Özcebe, H., Üner, S. ve Çetik, H. (2006). Adolesanlarda şiddet davranışları (Üç Lise, Ankara, 2004). I. Şiddet ve Okul: Okul ve Çevresinde Çocuğa Yönelik Şiddet ve Alınabilecek Tedbirler Uluslararası Katılımlı Sempozyum Bildiri Özetleri. İstanbul: Duman Ofset, s.27.
Pietzak, D., Petersen, G. J. ve Speaker, K. M. (1998). Perception of school violence by elementary and middle school. Professional School Counseling, 1(4), 23-29.
Pişkin, M. (2003). Okullarımızda yaygın bir sorun: akran zorbalığı. VII. Ulusal Psikolojik
Danışma ve Rehberlik Kongresi Bildiri Özetleri, Ankara: PegemA Yayıncılık, s.125. Rak, C. F. ve Patterson, L. E. (1996). Promoting resilience in at-risk children. Journal of Counseling & Development, 74 (4), 368-374.
Reed-Victor, E. ve Stronge, J. H. (2002). Homeless students and resilience: Staff perspectives on individual and environmental factors. Journal of Children and Poverty, 8 (2), 159-183.
Sabah Gazetesi, 4 Şubat 2006. “İnternette 'chat'le başlayan, yüz yüze devam eden tartışma sırasında lise öğrencisi 16 yaşındaki A.A. bıçaklanarak öldürüldü”. Sabah Gazetesi, 10 Haziran 2006. “Boynuna kalem sapladı”. Scott, T. M., Nelson, C. M. ve Liaupsin, C. J. (2001). Effective ınstruction: the forgotten component in preventing school violence. Education and Treatment of Children, 24 (3), 309-322.
TDK (2005). Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük. 10. Baskı. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları:549.
The National School Safety Center. http://www.schoolsafety.us/School-Crime-and-Violence-Statistics-p9.html 23.10.2006’da alındı.
Vance, E. Ve Sanchez, H. (1998). Creating aservice system that builds resiliency. NC Department of Health and Human Services. Vasquez, G. (2000). Resiliency: juvenile offenders recognize their strengths to change their lives. Corrections Today, 62 (3),106-111.
Yurtal, F. ve Cenkseven, F. (2006). İlköğretim okullarında zorbalığın incelenmesi. I. Şiddet ve
Okul: Okul ve Çevresinde Çocuğa Yönelik Şiddet ve Alınabilecek Tedbirler Uluslararası Katılımlı Sempozyum Bildiri Özetleri. İstanbul: Duman Ofset, s.14.
Zagar, R., Arbit, J., Sylvies, R. ve Busch, K. G. (1991). Homicidal adolescents: a replication. Psychological Reports, 67, 1235-1242.
Sigara İçen ve İçmeyen Üniversite Öğrencilerinin Sigara İçmeye İlişkin Tutumları Yrd.Doç.Dr. Hikmet YAZICI*
Öz e t
Bu çalışmada sigara içen ve içmeyenlerin sigara içmeye yükledikleri anlamlar arasındaki farkın önemi araştırılmaktadır. Çalışmaya Karadeniz Teknik Üniversitesinden 450 öğrenci katılmıştır. Katılımcıların 248’i bayan 202’ si erkek olup yaşları 18 ile 27 arasında değişmektedir (Ort = 21.72, Ss = 1.45). Araştırma grubundakilerin 185’ı (% 41.11) sürekli sigara içicisi iken, 265’i (% 58.89) sigara içmemektedir. Sigara içmeye ilgili tutumlar 15 serilik ifadelerden oluşan bir araçla ölçülmüştür. Ölçekte yer alan ifadeler sigara içmenin olumlu ve olumsuz sonuçlarıyla ilgilidir. Elde edilen sonuçlar sigara içen ve içmeyenlerin sigara içmenin sonuçlarına farklı anlamlar yüklediklerini ve sigaranın olumlu ve olumsuz sonuçlarına ilişkin değişik işaretlemeler yaptıklarını göstermiştir. Sigara içenler sigaranın olumlu sonuçlarına, içmeyenler ise olumsuz sonuçlarına vurgu yapma eğilimi sergilemişlerdir. Anahtar Kelimeler: Üniversite öğrencileri, sigara içme tutumları, sigara içme alışkanlığı.
Abstract
This study examines the meaning of attributed to smoking between smokers and non-smokers. Four hundred and fifty students of the Karadeniz Technical University participated in the study. Age of respondents varied from 18 to 27 years (M = 21.72, SD = 1.45); 248 were female, 202 were male. In the present sample 185 participants were currently smokers (41.11 %) and 265 participants were non-smokers (58.89 %). Attitudes towards smoking were assessed by a series of 15 statements. These attributes were negative and positive consequences of smoking. Results show that smokers and non-smokers differ in their selection of important attributes, and vary in the importance assigned to the positive and negative outcomes of smoking. Smokers tend to emphasize positive outcomes and non-smokers tend to emphasize negative outcomes. Key Words: University students, smoking attitudes, smoking addiction
*Karadeniz Teknik Üniversitesi, Fatih Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü.
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
83
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Giriş
Sigara ve diğer maddelerin kullanımına ilişkin çalışmaların önemli bir kısmı, son yıllarda bilişsel ve sosyal öğrenme modellerine dayalı olarak sürdürülmektedir (Beck, Wright, Newman, & Liese, 1993). Bu modellere göre; sigara ve diğer maddelerin kullanımı ile, bunlarla ilgili beklentiler arasında ilişki vardır (Maisto, Carey, & Bradizza, 1999). Madde kullanımına ilişkin beklentiler, sosyalbilişsel öğrenme yaşantıları içinde oluşmaktadır. Bireyler, bu yaşantılardan elde ettikleri bilgileri, sahip oldukları kişisel şemalara uygun şekilde yapılandırmaktadır. Şemalar, kişiye özgü bir yapıda olduğu için, bilgiyi yapılandırma sürecinde bazı bilgiler tamamen kazanılırken, bazılarının kazanımında seçiciliklere rastlanmaktadır (Mathews, 1997, s.47). Bu seçicilik diğer davranışlarda olduğu gibi, sigara içmeyle ilgili bilgiler için de geçerlidir. Bilginin kazanımı sürecindeki seçicilik, bireylerin sigara içmeyle ilgili tutum ve beklentilerini belirlemekte ve farklılaştırmaktadır (Goldman & Rather, 1993).
Sigara içenlerin kişisel şemaları sigara içmeyenlere ve eski sigara içicilere oranla farklıdır (Shadel, Niaura, & Abrams, 2000). Çocukluk döneminde gelişmeye başlayan bu şemalar, her yaş düzeyindeki bireylerin sigara içme alışkanlığını etkilemektedir (Chassin, Presson, Rose, & Sherman, 1998). Bu şemalara dayalı olarak gelişen inançların ve temel fikirlerin oluşumunda, eksik ya da yanlış bilgilendirmelerin rolü vardır. Gerçekte olumsuz, ancak sosyal süreçlerle olumlu hale dönüştürülmüş olan bilgiler, bireylerin sigaraya başlama eğilimlerini artırmaktadır (Hine, Summers, Tilleczek, & Lewko, 1997). Sosyal-bilişsel model, bilginin bireyin özgün değerlendirme sürecine dayalı olarak yapılandırıldığını vurgular. Sigara içme bu model içinde incelendiğinde, bu davranışla ilgili bilgilerin herkes tarafından aynı şekilde kazanılıp davranışa
84
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
dönüştürülemeyeceği anlaşılır. Bu nedenle, sigara içme davranışının kazanılmasında başka faktörlerin de etkili olduğu söylenebilir. Gillmore ve arkadaşları (2002), sigara içmeyle ilgili inançların önemli ölçüde sigara içmeye başladıktan sonra şekillendiğini belirtmişlerdir. Bu yaklaşıma göre sigara içme deneyimi sigaraya karşı olumlu ya da olumsuz tutumların geliştirilmesinde önemli işleve sahiptir. Bunun yanında, sigara içme alışkanlığı ve kendini sigara içmeyle özdeşleştirme de sigara içmeyi desteklemekte ve bu davranışı önlemeyle ilgili mesajlara karşı, savunucu tutumların ortaya çıkmasına neden olmaktadır (Freeman, Hannessy, & Marzullo, 2001). Sigara içmeyle ilgili bilişsel yapılar, erken yaşlarda oluşmaya başlamakta ancak bu alışkanlık genelde ergenlik döneminde ortaya çıkmaktadır (Copeland, Shope, & Waller, 1996; Ennett & Bauman, 1994). Sigara içen ilk örnekleri algılama biçimi (Gibbons, Helweg-Larsen, & Gerrard, 1995), akran grubu ve arkadaşlık ilişkileri (Killen ve diğ., 1997) bu alışkanlığın ortaya çıkmasında son derece etkilidir.
Bu çalışma, ergenliğin son dönemini yaşamakta olan üniversite öğrencilerine dönük olarak düzenlenmiştir. Entelektüel düzeyi yüksek olan üniversite öğrencilerinin sigara içmeye ilişkin bilişsel değerlendirmelerini incelemenin, daha anlamlı olduğu varsayılmaktadır. Sosyal-bilişsel bir modele dayalı olarak düzenlenen bu çalışmada, öğrencilerin sigara içmeye ilişkin tutumları arasındaki farklılıkların belirlenmesi amaçlanmaktadır. Öğrencilerin sigara içme tutumları; bilişsel bir bakış açısıyla; sağlık, sosyallik ve sigara içmeyle ilişkili olan diğer boyutlardan incelenmektedir. Türkiye’de yapılan bazı araştırmalar (ör. Altındağ ve diğ., 2005; Pekşen ve diğ., 2005) öğrencilerin sigara içmeye başlama yaşının 14.1±3.5 sigara içme yaygınlığının % 14 ile % 26.5 arasında olduğunu göstermiştir. Bu oran diğer ülkelerdeki yaygınlığa (Kenford, 2005) yakın bir düzeydedir. Sigara içme, üniversite öğrencilerinin geleneksel sağlık problemlerinden biridir (Basen-Engquist,
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Edmundson, & Parcel, 1996; Weschler ve diğ., 2001). Bu nedenle, öğrencilerin önemli bir kısmı sigarayı bırakma isteğindedir (Çan ve diğ., 1998; Korkut, 1994). Azak’ın (2006) araştırması öğrencilerin % 80’inin gelecekte sigarayı bırakmayı düşündüğünü, % 80’inin bırakmayı denediğini ve %71,4’ünün bıraktıktan sonra yeniden başladığını ortaya çıkarmıştır. Calnan (1989) tarafından yapılan araştırmanın sonuçlarına göre; genç ergenlerin sağlık kontrol odağı ile sigara içme davranışları arasında, anlamlı bir ilişki vardır. Bu bağlamda, sigara içenler, sigaranın sağlığa verdiği zararlar konusunda, sigara içmeyenlere ve eski içicilere oranla, daha düşük düzeyde bilgi sahibidirler (Najem, Batuman, Smith, & Feuerman, 1997). Sağlıkla ilgili tutumların yanında, sigara içmeyle sosyal yaşantılar arasındaki ilişkinin nasıl algılandığı da önemlidir (Yazıcı, 2002). Öğrenciler sosyal etkileşimler ya da özdeşleşme çabaları sonucu sigara içmeye başlayabilmektedirler. Bu çabalar, etken ya da edilgen nitelikte olmaktadır. Bireyler sigara içen arkadaşlarından etkilendikleri gibi, akran grubunda bulunanları etkileyerek, onların da sigaraya başlamalarına neden olmaktadırlar (Graham, Marks, & Hansen, 1991). Bu tür davranışsal sonuçlar, sigaranın sosyal etkileşimi destekleyici bir araç olarak algılanmasıyla ilişkilidir.
Özetle belirtmek gerekirse, öğrencilerin sigara içmeye yükledikleri anlamlar, bu davranışın sürdürülmesinde etkilidir. Sigara içmeyle ilgili olumlu beklentilere sahip olanlar, diğerlerine oranla bu alışkanlığa daha çok ilgi ve eğilim göstermektedir (Dalton ve diğ., 1999). Sigara içmekten olumlu beklentilere sahip olanlar, bu alışkanlığın; fizyolojik rahatlama (Jenks, 1992), konsantre olma (Özbay ve Yazıcı, 1996), stresle başa çıkma (Acierno ve diğ., 1996) ve kilo kontrolünü sağlama (Jenks, 1994) üzerinde etkili olduğuna inanmaktadırlar. Bu bilgiler ışığında, araştırmamızda; sigara içen öğrencilerle içmeyen öğrencilerin sigara içmeye ilişkin tutumları arasında fark olduğunu vurgulayan denence test edilmektedir.
Yöntem
Araştırma Grubu
Bu çalışmaya, Karadeniz Teknik Üniversitesinin farklı bölümlerinde okuyan 450 öğrenci katılmıştır (Erkek = 248, Kız = 202). Öğrenciler, sigara içme alışkanlığını ve sigara içmeye ilişkin tutumları kapsayan ölçme aracını cevaplandırmışlardır. Yaş aralıkları 18 ile 27 arasında (Ort = 21.71, Ss = 1.45) değişmektedir. Bunlardan % 41.1’i sürekli sigara içicisi iken, % 58.9’u sigara içmemektedir. Sigara içenlerin günlük sigara içme sayıları 1 ile 45 arasında (Ort = 13.95, Ss = 7.39), sigara içme süreleri de 1 ile 21 yıl arasında (Ort = 5.05, Ss = 3.14) değişmektedir. Katılımcıların annelerinin % 57.3’ü, babalarının % 35.6’sı ilkokul mezunu iken, annelerin % 5.6’sı babaların da % 1.1’i üniversite mezunudur. Gruptakilerden % 12.9’unun annesi sigara içerken, bu oran sigara içenlerin anneleri için % 18 sigara içmeyenlerin anneleri için ise % 9.8’dir. Bunun yanında, babası sigara içenlerin oranı % 48.3 iken sigara içenlerin babalarının sigara içme oranı % 48.4, sigara içmeyenlerin babalarının sigara içme oranı ise, % 47.3’tür. Veri Toplama Aracı (VTA)
Katılımcılara uygulanan VTA’da, sigara içme statüsüne ilişkin soruların yanında, sigara içmeyle ilgili tutumları kapsayan 15 ifadeye yer verilmiştir. Sigara içmeyle ilgili tutumları kapsayan ifadeler, bu konu ile ilgili olarak daha önce yapılan araştırmalar (De Vries & Kok, 1986; Van Harreveld, Van der Plig ve De Vries 1999) dikkate alınarak belirlenmiştir. Ölçekteki ifadeler, uzman kişiler tarafından İngilizce’den Türkçe’ye ve Türkçe’den İngilizce’ye tercüme edilmiştir. VTA likert tipinde olup; tutumlarla ilgili ifadeler (1) Kesinlikle katılmıyorum ve (6) Kesinlikle katılıyorum, arasında değişmektedir. 15 ifadenin 7’si olumlu, 8’i olumsuzdur. Ölçek üzerinde yapılan işlemlerde Cronbach α= .78 olarak hesaplanmıştır.
İşlemi ölçeğin nasıl uygulanacağına ilişkin bilgiler, araştırmacı tarafından uygulayıcılara aktarıldıktan sonra uygulama yapılmıştır. Bu Nisan-Mayıs-Haziran 2007
85
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
kapsamda, öğrencilere ilişkin değişkenliklerin temsil edilebilirliğine dikkat edilerek, popülasyon geçerliği sağlanmaya çalışılmıştır. İşaretleme için 20 dakika süre verilmiştir. Veriler toplandıktan sonra varyans homojenliği test edilerek, aşırı uçlardaki cevaplamalar ile eksik bırakılan ölçekler analiz dışı tutulmuştur. Veri Analizleri
Veriler analiz yapılacak hale getirildikten sonra, tanımlayıcı istatistik yöntemleriyle katılımcıların demografik özelliklerini ve sigara içme statülerini belirlemeye dönük işlemler yapılmıştır. Daha sonra, bireylerin sigara içmeyle ilgili tutumları arasında anlamlı farklar olduğunu vurgulayan denence test edilmiştir. Bunun için bağımsız t testi analizi yapılmıştır. Gruplar arasındaki farklılıklar araştırıldıktan sonra, sigara içmeyle ilgili olumlu tutumlara sahip olan bireylerin, bu tutumlarının kaynaklarını açıklamak amacıyla çok yönlü hiyerarşik regresyon analizi (HRA) işlemi yapılmıştır.
Bulgular
Sigara İçen ve İçmeyenlerin Sigara İçmeye İlişkin Tutumları Arasındaki Farklılıklar
Tablo 1’de görüldüğü gibi, bireylerin sigara içmeye ilişkin tutumları olumlu ve olumsuz ifadelerle ortaya konmuştur. Sigara içenler sigaranın olumlu, içmeyenler ise olumsuz sonuçlarına vurgu yapmışlardır. Burada ortaya konan sonuçların bir kısmı (öksürmeye neden olması, zararlı olması, kansere ve nefes darlığına yol açması gibi) nesnel olsa bile öğrencilerin tutumları arasında farklılıklar gözlenmektedir. Kuşkusuz ki farklılıkların anlamlı olması önemlidir. Bu nedenle sigara içen ve içmeyen öğrencilerin tutumları arasındaki farkın anlamlılığının test edilmesi için bağımsız t testinden yararlanılmıştır. Tablo 2’de görüldüğü gibi sigara içmenin olumlu sonuçları konusunda sigara içenlerle içmeyenlerin tutumları arasında anlamlı farklılık vardır, t = 11.93, p< .001. Bu farklılık sigara
Tablo 1. Öğrencilerin Ölçekten Aldıkları Puanların Ortalama ve Standart Sapmaları Sigara İçmeye İlişkin tutumlar 1. Sigara zindeliği azaltır (-) 2. Sigara gerginliği azaltır (+) 4. Sigara vücudun gevşemesine yardımcı olur (+) 5. Sigara kişinin saygınlığını artırır (+) 6. Sigara başkalarının rahatsız olmasına neden olur (-) 7. Sigara sağlığa zararlıdır (-) 8. Sigaranın kötü kokusu vardır (-) 9. Sigara iştahı azaltır ve kilo almayı önler (+) 10. Sigara bir alışkanlıktır (-) 11. Sigara nefes darlığına neden olur (-) 12. Sigara akciğer kanseri ve kalp rahatsızlığının ortaya çıkma riskini artırır (-) 13. Sigara konsantre olma becerisini artırır (+) 14. Sigara sosyal etkileşimi destekler (+) 15. Sigara sıkıntıların giderilmesine yardımcı olur (+)
Sigara içenler (n = 185), sigara içmeyenler (n = 265). 86
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Sigara İçenler
Sigara İçmeyenler
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Tablo 2. Öğrencilerin Sigaranın Olumlu ve Olumsuz Sonuçlarına İlişkin Tutumları Arasındaki Farklılıklar
***P<.001. içenlerin puanlarının (Ort = 2.92, Ss= .75), içmeyenlerin puanlarından (Ort = 2.09, Ss= .71) daha yüksek olmasından kaynaklanmaktadır. Olumsuz sonuçlar konusunda sigara içmeyenlerle, içenlerin puanları arasında da anlamlı fark vardır, t = -7.77, p< .001. Bu farklılık içmeyenlerin puanlarının (Ort = 5.35, Ss= .73), sigara içenlerinkinden (Ort = 4.74, Ss= .4) daha yüksek olmasından kaynaklanmıştır.
Bu farklılıkların ortaya çıkmasında hangi süreçlerin etkili olduğu, diğer bir deyişle bağımlı değişken (BD) olarak belirlediğimiz sigara içmeye ilişkin olumlu tutumların, hangi bağımsız değişkenlerle (BSD) açıklanabileceği, araştırmanın diğer önemli boyutudur. Bu açıklamayı yapabilmek amacıyla oluşturulan modelde, sigara içmeye ilişkin tutumlar olumlu (+) ve olumsuz (-) olarak belirlenmiş ve
sigara içen bireylerin sigara içmeye ilişkin olumlu tutumlarının kaynakları açıklanmaya çalışılmıştır. Modelin içinde, olumlu tutumlar bağımlı değişken, sigara içme ya da içmeme, sigara içme statüsü ve anne-babanın sigara içme durumu, bağımsız değişkenler olarak belirlenmiştir. Aşağıda bu modeli açıklamaya dönük olarak düzenlenen hiyerarşik regresyon analiz (HRA) tablosunun özeti verilmektedir. Tablo 3’de görüldüğü gibi HRA modeli üç basamaktan oluşturulmuştur. Birinci basamakta sigara içme ya da içmeme durumları girilmiş ve bunların sigara içmeye ilişkin olumlu tutumları açıklamada herhangi bir etkiye sahip olmadığı anlaşılmıştır. İkinci basamakta, sigara içme statüsüne ilişkin değişkenler girilmiş ve anlamlı düzeyde katkı sağladıkları görülmüştür, R2 = .06, 2,172 = 3.51,
Tablo 3. Sigara İçen Üniversite Öğrencilerinin Sigara İçmeye Dönük Olumlu Tutumlarını Yordayıcı Değişkenlere İlişkin Regresyon Analizinin Özeti
***P<.001.
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
87
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
p< .05. Bu basamakta sigara içme süresinin özgün katkısı yokken, sigara içme miktarının özgün katkısı, B= .24, p< .05’dir. Modele üçüncü basamakta girilen anne ya da babanın sigara içme durumunun, bireylerin sigara içmeye ilişkin olumlu tutumlar geliştirmeleri üzerinde, istatistiksel olarak anlamlı bir etkiye sahip olmadığı ortaya çıkmıştır. Tartışma
Sigara içen ve içmeyen öğrencilerin sigara içmeye ilişkin tutumları arasında farklılıklar vardır. Sigaranın sağlığa verdiği zararlar konusunda, sigara içenlerin inançları içmeyenlere oranla daha düşük-
tür. Diğer bir deyişle sigara içme alışkanlığına sahip olanların, sağlık odağına (health locus of control) ve genel anlamda sağlığa verdikleri değer, içmeyenlere oranla daha düşüktür (Bennett, ve diğ., 1997). Bu nedenle, sigara içenler, sigaranın kısa süreli hedonistik sonuçlarına, içmeyenler ise genelde sağlıkla ilgili olumsuz sonuçlara vurgu yapmaktadır (Van Harreveld, Van der Plig ve De Vries, 1999). Sağlığın yanında beden imajı da önem taşımaktadır. Sigara içen öğrenciler, içmeyenlere oranla bedenlerinin farklı bölgelerine ilişkin olumsuz bir imaja sahiptirler (Clark, 2005). Bu bilgilerden sigara içenlerin, sigaranın sağlığa verdiği zararlara ilişkin bilgiye sahip olmadıkları sonucu çıkarılmamalıdır. Bulgular dikkate alındığında, sigara içenlerin de sigaranın sağlığa verdiği zararlardan haberdar oldukları, ancak zararlara ilişkin tutumlarının içmeyenlerin tutumları kadar katı olmadığı anlaşılmaktadır (Correia, 2006). Bu sonuç aynı zamanda, sağlığa verdiği zararları bildikleri halde sigara içenlerin bu alışkanlığı sürdürdüklerini göstermektedir (Viscusi, 1992). Najem ve arkadaşlarının (1997)
elde ettikleri sonuçlar, bu bulgularla paralellik göstermektedir. Bu araştırmacılar, sigaranın sağlığa verdiği zararlar konusunda, sigara içmeyenlerin, içenlere oranla daha duyarlı olduğunu ortaya çıkarmışlardır. Bu araştırmaların aksine Kenford (2006) ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada genel sağlık durumu ve bağımlılık endişesi ile sigara içme
88
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
arasında anlamlı bir ilişkiye rastlanmamıştır.
Sigara içme ölçeğinde, sağlık ve sosyallik dışında, sigaranın diğer sonuçlarıyla ilgili ifadelere de yer verilmişti. Bu ifadeler; sigaranın; insan fizyolojisi (1, 2, 4 ve 10. madde), konsantre olma ve stres yaşantıları (13 ve 15. madde) üzerindeki etkilerinin nasıl algılandığıyla ilgilidir. Analiz işlemleri; sigara içenlerin içmeyenlere oranla sigaranın gerginliği azalttığına, buna karşılık zindeliği azaltmadığına inandıklarını göstermiştir. Bu sonuç, Jenks’in (1994) bulgularıyla benzerlik göstermektedir. Sigara içenler, sigaranın gerginliği azaltarak ve konsantre olma becerisi sağladığını (Özbay & Yazıcı, 1996) düşünmektedirler. Bu sonuçların yanında, sigara içenler içmeyenlere oranla sigaranın stres yaşantılarını-sıkıntılarını gidermede de etkili olduğuna inanmaktadır. Bu konuda yapılan pek çok araştırma bulgusu (ör., Kassel, 2000; Parrrott, 1999) bu sonucu destekler niteliktedir. Si queira ve arkadaşları (2000) tarafından doğrudan üniversite öğrencileri üzerinde yapılan araştırmada da; sigara içen üniversite öğrencilerinin stres düzeylerinin, içmeyenlere ya da eski içicilere oranla daha yüksek olduğu belirlenmiştir. Özetle belirtmek gerekirse; aile ve arkadaşların normları sigara içme statüsü üzerinde etkilidir (Carvajal ve diğ., 2000). Bu normlar, sigara içme eğilimlerini güçlendirmektedir (Pierce ve diğ., 1996). Bu eğilimlerin ortaya çıkmasında, sigara içmeye dönük olumlu düşünce yapısının da etkisi vardır (Cowdery, Fitzhugh, & Wang, 1997). Sigara ve madde kullanmaya ilişkin olumlu düşünce yapısı, madde kullanımına ilişkin bilgiyi yapılandırma modelleri (ınformation processing modeles of substance use) oluşturmaktadır. Bu modeller, madde kullanımında; madde kullanımına ilişkin beklentilerin temel rol oynadığını vurgulamaktadır. Palfai’nin (2002) çalışmasından elde edilen sonuçlara göre; sigara içmeyi sürdüren kişilerin bellekleri sigara içmeye ilişkin olumlu sonuçlarla ve beklentilerle güçlü bir ilişki içindedir.
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Sonuç
Sigara içenlerle içmeyenlerin tutumları arasındaki farklılıklar, sosyal-bilişsel öğrenme yaşantılarının bu alışkanlığın kazanılmasındaki etkisini göstermektedir. Ancak son derece karmaşık bir davranış olan sigara içmeyi, sadece sosyal öğrenmelerle açıklamak önemli bir sınırlılıktır. Çünkü sigara içme davranışıyla ilişkili olan ve bu nedenle sigara içmeye ilişkin tutumların oluşmasında etkisi bulunan başka psiko-sosyal değişkenler de vardır. Araştırmalarda bu boyutun dikkate alınması gerekir. Kaynaklar
Altındağ, A., Yanık, M., Yengil, E., Karazeybek, A.H. (2005). Şanlıurfa’da üniversite öğrencilerinde madde kullanımı. Bağımlılık Dergisi, 6, 61-66.
Azak, A. (2006). Sağlık memurluğu öğrencilerinin sigara kullanımını etkileyen faktörler. Toraks Dergisi, 7, 120-124.
Basen-Engquist, K., Edmundson, E.W., & Parcel, G.S. (1996). Structure of health risk behavior among high school students. Journal of Consulting & Clinical Psychology, 64, 764-775.
Beck, A.T., Wright, F.D., Newman, C.F., & Liese, B.S. (1993). Cognitive therapy of substance abuse. New York: Guilford.
Bennett, P., Norman, P., Moore, L., Murphy, S., & TudorSmith, C. (1997). Health locus of control and value for health in smokers and nonsmokers. Health Psychology, 16, 179-182.
Calnan, M. (1989). Control over health and patterns of health related behavior. Social Science and Medicine, 29, 131-136. Carvajal, S.C., Wiatrek, D.E., Evans, R.I., Knee, C.R., & Nash, S.G. (2000). Psychosocial determinants of the onset and escalation of smoking: crosssectional and prospective findings in multiethnic middle school samples. Journal of Adolescent Health, 27, 255-265.
Chassin, L., Presson, C.C., Rose, J.S., & Sherman, S.J. (1998). Maternal socialization of adolescent smoking: Intergenerational transmission of smoking-related beliefs. Psychology of Addictive Behaviors, 12, 206-216.
Clark, M. M., Croghan, I.T, Reading,. S, Schroeder, D.R., Stoner, S.M, Patent, C.A., Vickers, K.S.
(2005). The relationship of body image dissatisfaction to cigarette smoking in college students. Body Image 2, 263–270.
Copeland, L.A., Shope, J.T., & Waller, P.F. (1996). Factors in adolescent drinking/driving: binge drinking, cigarette smoking, and gender. Journal of School Health, 66, 254-260.
Correia, C.J., . Ballard, S.D,. Henslee, A.M. Irons, J G.(2006) Perceived consequences of cigarette use among college students. Addictive Behaviors 31, 1490–1495. Cowdery, J. E., Fitzhugh, E. C., & Wang, M. Q. (1997). Sociobehavioral influences on smoking initation of Hispanic adolescents. Journal of Adolescent Health, 20, 46-50.
Çan, G., Özlü,T., Torun, P., & Bülbül, Y. (1998). Karadeniz Teknik Üniversitesi tıp fakültesi öğrencilerinin sigara içme alışkanlıkları. Tüberküloz ve Toraks 46, 245-249.
Dalton, M.A., Sargent, J.D., Beach, M.L. Bernhardt, A.M., & Stevens, M. (1999). Positive and negative outcome expectancies of smoking: Implications for prevention.). Preventive Medicine: An International Journal Devoted to Practice & Theory, 29, 460-465.
De Vries, H. & Kok, G.J. (1986). Preventie van roken bij jongeren, Nederlands Tijdshrift Voor de Psychologie, 42, 215-223. Ennett, S.T., & Bauman, K.E. (1994). The contribution of influence and selection to adolescent peer group homogeneity: The case of adolescent cigarette smoking. Journal of Personality & Social Psychology, 67, 653-663.
Freeman, M.A., Hannessy, E.V., & Marzullo, D.M. (2001). Defensive evaluation of smoking messages among college-age smokers: The role of possible selves. Health Psychology, 20, 424-433.
French, S.A., Jeffery, R.W., Klesges, L.M., & Forster, J.L. (1995). Weight concerns and change in smoking behavior over two years in a working population. American Journal of Public Health, 85, 720-722. Gibbons, F.X., Helweg-Larsen, M., & Gerrard, M. (1995). Prevalence estimates and adolescent risk behavior: Cross-cultural differences in social influence. Journal of Applied Psychology, 80, 107-121.
Gillmore, M.R., Wells, E.A., Simpson, E.E., Morrison, D.M., Hoppe, M.J., Wilsdon, A. A., & Murowchick, E. (2002). Children’s beliefs about smoking, Nicotine & Tabocco Research, 4, 177-183.
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
89
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Goldman, M. S. & Rather, B C. (1993) Substance use disorders: Cognitive models and architecture. In K. Dobson & P. C. Kendall (Eds). Psychoplatology and cognition (pp. 245-292). San Diego, CA: Academic Press. Graham, J.W., Marks, G., & Hansen, W.B. (1991). Social influence processes affecting adolescent substance use. Journal of Applied Psychology, 76, 291-298. Hine, D.W., Summers, C., Tilleczek, K., & Lewko, J. (1997). Expectancies and mental models as determinants of adolescents’ smoking decisions. Journal of Social Issues, 53, 35-52.
Jenks, R.J. (1994). Attitudes and perceptions toward smoking: smokers' views of themselves and other smokers. The Journal of Social Psychology, 134, 355-361.
Kassel, J. D. (2000). Smoking and stress: Correlation, causation, and context. American Psychologist, 55, 1155-1156.
Kenford, S.L, Wetterb, D.W., Welschc S.K.,Smithd, S.S., Fiored, M.C.Bakerc, T.B. (2005). Progression of college-age cigarette samplers:What influences outcome. Addictive Behaviors, 30, 285–294. Killen, J.D., Robinson, T.N., Haydel, K.F., Hayward, C., Wilson, D.M., Hammer, L.D., Litt, I. F., & Taylor, C. B. (1997). Prospective study of risk factors for the initiation of cigarette smoking. Journal of Consulting & Clinical Psychology, 65, 1011-1016.
among inner-city teenegers: smoking has a pediatric age of onset. Journal of Adolescent Health, 20, 226-231.
Özbay, Y., Yazıcı, H. (1996). Sigara bırakma çabaları, içme sıklığı, kontrol etkinliğinin sigara içme davranışı üzerindeki etkisi. 3. Eğitim Bilimleri Kongresine sunulmuş bildiri. Uludağ Üniversitesi, Bursa.
Parrott, A.C. (1999). Does cigarette smoking cause stress? American Psychologist, 54, 817–820.
Pekşen, Y., Canbaz, S., Sünter, A.T,. Tunçel, E.K. (2005) Ondokuz mayıs üniversitesi yaşar doğu beden eğitimi ve spor yüksek okulu öğrencilerinde sigara içme sıklığı ve etkileyen faktörler. Bağımlılık Dergisi, 6, 111–116.
Perkins, K. A. (1993). Introduction to Special Section: Clinical research in smoking cessation. Journal of Consulting & Clinical Psychology, 61, 715-717. Pierce, J.P., Choi, W.S. Gilpin, E.A., Farkas, A.J., & Merritt, R.K. (1996). Validation of susceptibility as apredictor of which adolescents take up smoking in the United States. Health Psychology, 15, 355-361. Shadel, W.G., Niaura, R., & Abrams, D.B. (2000). An idiographic approach to understanding personality structure and individual differences among smokers. Cognitive Therapy & Research, 24, 345-359.
Klesges, R.C., Meyers, A.W., Klesges, L.M., & LaVasque, M.E. (1989). Smoking, body weight, and their effects on smoking behavior: A comprehensive review of the literature. Psychological Bulletin, 106, 204-230.
Si queira, L., Diap, M., Bodian, C., & Rolnitzky, L. (2000). Adolescents becoming smokers: the role of stress and coping methods. Journal of Adolescent Health, 27, 399-408.
Maisto, S.A., Carey, K.B., & Bradizza, C.M. (1999). Social learning theory. In K.E. Leonard & H. T. Blane (Eds). Psychological theories of drinking and alcoholism (2nd end., pp 106-163). New York: Guilford.
Viscusi, W. K. (1992). Smoking: Making risky decision. New York: Oxford University Press.
Korkut, F. (1994). Üniversite öğrencilerinin sigara içme davranışları üzerinde bir araştırma. II. Ulusal Psikolojik Danışma ve Rehberlik Bilimsel Çalışmaları, Ankara.
Mathews, A. (1997). Information-processing biases in emotional disorders. In D. M. Clark, C. G. Fairbun (Eds.) Science and practice of cognitive behaviour therapy (pp 47-67). New York: Oxford University
Press Inc.
Najem, G. R., Batuman, F., Smith, A. M., & Feuerman, M. (1997). Patterns of smoking
90
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Van Harreveld, F., Van der Plig, J., & De Vries, N.K. (1999). Attitudes toward smoking and the subjective importance of attributes: implications for changing risk-benefit ratios. Swiss Journal of Psychology, 58, 65-72.
Weschler, H., Kelley, K., Seibring, M., Kuo, M., & Rigotti, N.A. (2001). College studens’ smoking policies and smoking cessation programs: results of a survey of college health center directors. Journal of American College Health, 5, 205–212.
Yazıcı, H. (2002). Bilişsel-davranışçı sigara içmeyi bırakma programının depresyonlu, sosyal anksiyeteli ve normal içicilerden oluşan gruplardaki etkililiği. Yayınlanmamış doktora tezi, KTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Trabzon
Kadının Çalıştığı ve Çalışmadığı Ailelerde Gelirin Kullanım Biçimi Arş. Gör. Dr. Ayfer AYDINER BOYLU* Prof. Dr. R. Günsel TERZİOĞLU*
Öz e t
Bu çalışma, kadının çalıştığı ve çalışmadığı ailelerin ekonomik faaliyetlerini incelemek, aileler arasında bu konulardaki benzerlik ve farklılıkları ortaya çıkarmak amacıyla planlanmış ve yürütülmüştür. Araştırma Hacettepe Üniversitesinden Tabakalı Rasgele Örnekleme Yöntemi ile seçilen toplam N=230 aile üzerinde yürütülmüştür. Araştırma sonuçlarına göre, gerek kadının çalıştığı, gerekse çalışmadığı ailelerde ana harcama grupları içinde gıda grubunun gelir içinde en büyük payı aldığını belirten ailelerin önde geldiği, bunu sırasıyla konut ve eğitim grubunu belirtenlerin izlediği, kadının çalıştığı ailelerde tasarruf yapanların kadının çalışmadığı ailelere oranla yüksek olduğu, gelecek için tasarruf yapanların önde geldiği, gerek kadının çalıştığı gerekse çalışmadığı ailelerde efektife yatırım yapanların ilk sırada yer aldığı, kadının çalıştığı ailelerde bazen, çalışmadığı ailelerde her zaman borçlananların önde geldiği bulunmuştur. Anahtar Kelimeler: Çift ve tek gelirli aileler (kadının çalıştığı ve çalışmadığı aileler),harcama, tasarruf, yatırım, borçlanma.
Abstract
This study was planned and executed to examine the economical activities of the working wife families and non-working wife families, to clear the similarity and differences between the families on this subject. The research has been performed in total N=230 families that the sampling wide was determined by the Scaled Random Sampling Method in Hacettepe University. The families, which are pointing out that the nutrition expenses have the greatest ratio in the main expenditure group both working wife families and non-working wife families are foremost and they who point out the house and education are following them in an order, the ones that are saving in the working wife families is more than in non-working wife families and the ones t hat are saving for the future is foremost, both working and non-working wife families, they who invest for the foreign currency is the first in the order, the debtors, sometimes in working wife families and always in non-working wife families are foremost. Keywords: Dual and single earners families (the working and non-working wife families), expenditure, saving, investment, going into debt.
* Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Aile ve Tüketici Bilimleri Bölümü.
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
91
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Giriş
Ailede gelirin kullanım biçimi aile yaşantısının temel unsurlarındandır. Gelirin kullanımı ile ilgili davranışları bir yandan ailenin ekonomik ve sosyal refahını diğer yandan genel ekonomiyi, mal üretimini, gelir dağılımını ve tüketilen malları etkilemektedir. “Gelirin kullanılması” ifadesi, gelirin cari tüketim diğer bir deyişle harcamalar için olduğu kadar tasarruf ve yatırım ile borçlar için kullanımını da kapsar. Dolayısıyla gelirin kullanımının bugün ve gelecek için planlanarak, tüketim ve tasarruf arasında başarılı bir denge kurulması, yaşama düzeyinin yükseltilmesi için elzemdir (Gross, Crandall, Knoll, 1954; Terzioğlu, 1987; Terzioğlu, Şafak,1988). Gelirin kullanılmasında, ailenin sosyo-ekonomik durumu, yaşanılan bölge, evlilik süresi, yaşam dönemi, eğitim düzeyi, kadının ev dışında gelir getiren bir işte çalışması gibi çeşitli faktörler etkili olmaktadır (Bellante, Foster,1984).
Toplumumuzda II. Dünya Savaşı sonrasında sosyal, ekonomik ve politik açılardan görülen hızlı değişim toplumun temel birimi olan aileyi de çeşitli yönleriyle etkilemiştir. Geleneksel toplumda hemen hemen birçok işlevi kendinde toplayan aile, büyük kent yaşamında temelden değişmeye yönelmiştir. Bunun sonucunda birçok faaliyet ailenin dışına çıkmış ve ticarileşmiştir. Bu değişiklikler nedeniyle ailenin ihtiyaçlarını karşılayabilmek amacıyla çoğu zaman ailede birkaç kişi birden istihdama katılmakta ve para geliri sağlamaktadır (Erel ve diğerleri,1994).
İkinci Dünya Savaşından önceki yıllarda ailenin para gelirini sağlayan genellikle sadece erkekti. Ailenin ekonomik refahına kadının katkısı çoğu kez ev üretimi ve tarım faaliyetlerinden oluşan parasal olmayan (ayni) gelirdi. Sosyo-ekonomik yapıdaki değişimle birlikte tarım sektöründe varolan evli kadın işgücünün yanısıra özellikle kentsel yörelerde diğer sektörlerde de işgücüne katılan evli kadın oranında yıllar itibariyle artış olmuştur (Terzioğlu, Şafak,1988; T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu,1998b). 92
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Devlet Istatistik Enstitüsünün son verilerine göre tüm sektörlerde işgücüne katılan evli kadın oranı 2000 yılında %24.2 iken 2001 yılında %25.9’a ulaşmıştır (Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları,2000; Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları,2001). Evli kadınların işgücüne girmesi kadının çalıştığı ailelerin mali kaynaklarını büyük ölçüde geliştirdiği gibi ailenin ekonomik faaliyetlerinde dolayısıyla gelirin kullanım biçiminde değişiklikler meydana getirmiştir (Garman, Forgue,1988).
Aile, toplam mevcut gelirinin tümünü tüketim ihtiyaçlarını karşılamak için kullanabilir ya da bir kısmını yaşama düzeyini yükseltmek amacıyla, net varlığını ve mali güvenliğini arttırmak için biriktirebilir. Yapılan çeşitli araştırmalar, düşük gelir düzeylerinde harcamaların gelir içerisindeki payının oransal olarak yüksek olduğunu, gelir düzeyi yükseldikçe harcamaların gelir içerisindeki payının oransal olarak azaldığını ve tasarruf yapma olanağının arttığını ortaya koymuştur (Foster, Metzen,1981; Pekin,1976; Manisalı, 1977). Ailede yapılan başlıca harcamalar; gıda, giyim, sağlık, ulaşım, ev eşyası, konut, kültür, eğlence, eğitim ve kişisel bakım grupları altında toplanabilir. Kadının ev dışında gelir getiren bir işte çalışması ile ailenin toplam gelirindeki artış; giyim, konut, sağlık gibi bazı vazgeçilmez ihtiyaçları daha kolay karşılamayı mümkün kılarken, gelire göre harcama miktarı kadının çalışmadığı ailelerden yüksektir. Bunun başlıca nedenleri; kadının işine ilişkin harcamalar (ulaşım, işte yenen yemekler, iş giysisi, iş arkadaşlarına alınan hediyeler v.b), çocuk bakımı harcamaları (okul öncesi gündüz bakım merkezleri,ücretli bakıcı benzeri), gıda harcamaları (ev ve ev dışında yenilen yemekler, hazır gıdalar) ve genel ev işleri ile ilgili harcamalardaki (ev işlerinde kolaylık sağlayan mal ve hizmetler) artıştan kaynaklanmaktadır (Üstünel,2000; 1994 Hanehalkı Tüketim Harcamaları Anketi, 1997; Bird,1979; Babaoğul, Hıncal,1992; Wılkıe,1994). Gelirinin tamamını tüketim amacı ile kullan-
mayan aileler, bir kısmını tasarruf etmektedirler.
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Tasarruf gelirin tüketilmeyen kısmı olduğundan,
lerini korumak ve yatırım yapmak (araba,ev satın
tüketimin artması ile azalacak, azalması ile çoğala-
alma,eğitim benzeri) amacıyla da borç para alırlar.
durumlarına
tüzel kişilerden (bankalar, devlet kurumları, finans
caktır. Ailelerin tasarruf yapabilecekleri miktar gelir bağlı
olarak
değişiklik
gösterir
(Uygur,1993; Harcourt, Karmel, Wallace, 1967).
Aileler; acil durumlar ve beklenmedik olaylar
(ölüm, sakatlık, yaşlılık, tıbbi harcamalar benzeri) ile bazı özel finansal hedefleri elde etmek (yeni araba,
dayanıklı tüketim malları, ev satın alma benzeri), tatil, çocukların eğitimi, emeklilik yılları için kapital
sağlamak, finansal güvenliği elde etmek, yaşama standardını yükseltmek, miras bırakmak benzeri
nedenlerle tasarrufta bulunurlar (Dinler,1998; Wolf, 1989).
Yatırım ise ailelerin gelirlerini arttırmanın bir
Aileler özel kişilerden (arkadaş, akraba benzeri) ve kurumları
benzeri)
Forgue,1988).
borç
alabilirler
(Garman,
ARAŞTIRMANIN AMACI
İşgücüne katılan evli kadın oranında yıllar
itibariyle bir artış olması mali kaynakları artan ailenin
ekonomik faaliyetlerinde değişiklikler meydana getirmiştir. Bu nedenle, kadının çalıştığı ve çalış-
madığı (çift ve tek gelirli) ailelerin harcama, tasarruf
ve yatırım ile borçlanma modellerini belirleme ve bu konulardaki benzerlik ve farklılıkları inceleme aile
refahının geliştirilebilmesi bakımından büyük önem
yoludur. Farklı yatırımlar arasından seçim yaparken
taşımaktadır. Bu çalışma, kadının çalıştığı ve çalış-
olmaktadır. Ailelerin yatırım tercihlerinde etkili
lerini incelemek, çift ve tek gelirli aileler arasında bu
olması, ana paranın ve kazancın güvende olması,
amacıyla planlanmış ve yürütülmüştür.
çok sayıda etmen veya yatırım özellikleri etkili
olabilecek başlıca faktörler; nakite kolay çevrilebilir kazancın oranı, vergi durumu ve yasal olmasıdır
Ailelerin başlıca yatırım araçları olarak; altın, efektif, gayrimenkul, banka mevduat hesabı (efektif hesabı,
madığı (çift ve tek gelirli) ailelerin ekonomik faaliyet-
konulardaki benzerlik ve farklılıkları ortaya çıkarmak ARAŞTIRMANIN HİPOTEZLERİ Kadının
çalıştığı
ve
çalışmadığı
ailelerin
vadeli hesap,vadesiz hesap,özel finans kurumu
ekonomik faaliyetlerinin belirlenmesi konusunda
senedi, devlet tahvili, hazine bonosu,repo), özel
amaçlayan bu çalışmanın hipotezleri aşağıdaki
hesabı), kamu menkul kıymetleri (gelir ortaklığı menkul kıymetler (hisse senedi, finansman bonosu,
özel sektör tahvili, varlığa dayalı menkul kıymetler,
banka bonosu , yatırım fonu, repo) ve borsa sayıla-
detaylı temel nitelikte bilgilerin elde edilmesini şekilde sıralanabilir; 1.
Ailelerin gıda harcamaları içinde, ev dışında
yenilen gıdalar grubuna en büyük payı ayırma,
bilir (Wolf,1989; Garman, Forgue;1988).
kadının çalışma durumuna göre farklılaşmaktadır.
mamışlarsa, tasarruflarını yatırıma dönüştürmemiş-
öncesi eğitim ile diğer eğitimlere (eğitim ile ilgili kurs
yaparlarsa ihtiyaçlarını karşılamak için borçlanmak
çalışma durumuna göre farklılaşmaktadır.
Aileler, tasarrufta bulunamamış veya bulun-
lerse ya da gelirlerine oranla daha fazla harcama durumunda kalabilirler. Borç bir yandan ailenin
ekonomik güvenliğini sarsabileceği gibi öte yandan ailenin hedeflerine ulaşmasına da yardımcı olabilir.
Pek çok aile acil ihtiyaçları ve beklenmeyen durum-
lar için borç almak zorunda kalabilir. Aileler mevcut harcamalarını devam ettirebilmek, yaşama düzey-
2.
Ailelerin eğitim harcamaları içinde, okul
ücreti, özel dershane vb.) harcama yapma, kadının 3.
Ailelerin tasarruf yapma durumu, kadının
4.
Ailelerin
çalışma durumuna göre farklılaşmaktadır. borçlanma
durumu,
çalışma durumuna göre farklılaşmaktadır.
kadının
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
93
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
ARAŞTIRMA YÖNTEMİ
Araştırma bölgesi olarak, Hacettepe Üniversitesi Merkez ve Beytepe kampüsleri alınmıştır. Araştırma kapsamına alınacak ailelerin seçilmesinde, kadının çalıştığı ve çalışmadığı ailelere ulaşabilmeyi sağlamak için Hacettepe Üniversitesi Personel Müdürlüğünden alınan, üniversitede farklı hizmet sınıflarında görev yapan tüm personeli kapsayan listeden yararlanılmıştır. Örneklem genişliğinin hesaplanmasında Tabakalı Rasgele Örnekleme Yöntemi kullanılarak N=230 sayısına ulaşılmıştır. Her bir hizmet sınıfından araştırmaya alınacak personel sayısı Neyman Dağıtımı ile saptandıktan sonra Hacettepe Üniversitesi Personel Genel Müdürlüğünden alınan listelerde tüm hizmet sınıflarındaki personel ayrı ayrı 1’den ni’ye kadar sıralanmış ve örnekleme alınacak personelin seçimi tesadüfi sayılar tablosu yardımıyla yapılmıştır. Araştırma verileri araştırmacı tarafından geliştirilen anket formuna bağlı kalınarak ailelerde kadın ile yüzyüze yapılan mülakatlar sonucu toplanmıştır. Anket formunda yer alan ana harcama grupları halen geçerli olan Devlet İstatistik Enstitüsünün 1994 Hanehalkı Tüketim Harcamaları Anketinden alınmıştır. Her bir ana harcama grubu içerisinde gıda ile şehir içi ve şehirlerarası ulaşım harcama çeşitleri hariç en büyük payı alan harcama çeşidinin belirlenmesinde yine Devlet İstatistik Enstitüsünün 1994 Hanehalkı Tüketim Harcamaları Anketinden yararlanılmıştır. Araştırmanın kapsamı açısından daha açıklayıcı olması düşüncesiyle gıda harcama çeşitleri ile şehir içi ve şehirlerarası ulaşım harcama çeşitlerinin belirlenmesinde farklı çalışmalardan yararlanılmıştır (Foster,1988; T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu,1998a). Araştırmanın anket formunun uygulanması 4 Eylül 2000- 6 Kasım 2000 tarihleri arasında yapılmıştır. Araştırma sonucunda elde edilen verilerin istatistiksel değerlendirmesi SPSS WIN programında Ki-Kare ( X2 ) analizi ile yapılmıştır. Hazırlanan çapraz tablolarda beklenen frekansta 5’den küçük değerler olduğunda bu
94
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
analiz uygulanamamıştır (Foster,1988). BULGULAR VE TARTIŞMA
Ailelerde Kadının Çalışma Durumu ve Aylık Gelir Düzeyi
Araştırma kapsamına alınan ailelerin %67.8’inde kadın çalışmaktadır.
Ailelerin aylık gelir düzeyi kadının çalışma durumuna göre incelendiğinde, kadının çalıştığı ailelerin %36.6’sında aylık gelir düzeyi 251-500 milyon, %28.2’sinde 501-750 milyon, %19.2’sinde 1 milyardan fazla iken, kadının çalışmadığı ailelerin ise yarıdan fazlasında (%60.8) en düşük aylık gelir düzeyi olan 250 milyon ve daha azdır. Kadının çalıştığı ailelerde ise aylık gelir düzeyi 250 milyon ve daha az olan sadece 3 aileye (%1.9) rastlanmıştır (P<0.05). Bu durum kadının çalışması ile ailenin aylık gelir düzeyinin önemli ölçüde arttığını göstermektedir. Nitekim Hefferan (1982), Hafstrom ve Dunsing (1965), tarafından yapılan araştırmalarda da kadının çalıştığı ailelerde gelirin kadının çalışmadığı ailelerden daha yüksek olduğu belirlenmiştir.
AİLELERİN HARCAMA, TASARRUF, YATIRIM VE BORÇLANMA DAVRANIŞI İLE İLGİLİ BİLGİLER Ailelerde Gelir İçinde En Büyük Payı Alan Ana Harcama Grubu
Araştırma kapsamına alınan ailelerin yarıdan biraz fazlasında (%58.7) gıda harcamalarının gelir içinde en büyük payı aldığını belirtenler ilk sırada yer almakta, bunu %26.5 ile konut, %10.5 ile eğitim grubuna harcama yapanlar izlemektedir (Şekil 1).
TÜSİAD (1986) tarafından yapılan araştırmada ise tüm gelir gruplarında en büyük harcama grubunu gıda ve giyim harcamalarının oluşturduğu, bunu kira ve sağlık harcamalarının izlediği belirlenmiştir. Atalay ve arkadaşları (1992) tarafından yapılan
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
araştırmada ise gıdanın tüm gelir gruplarında en önemli harcama grubunu oluşturduğu, bunu giyecek, kira, ev eşyası, eğitim, sağlık ve kültür harcamalarının izlediği bulunmuştur.
D.İ.E. (1997) tarafından yapılan 1994 Hanehalkı Tüketim Harcamaları Anketi sonuçlarına göre ise gıda-içki-tütün grubuna ilişkin harcamaların gelir içinde en büyük payı aldığı, bunu konut-kira, ev eşyası ile giyim-ayakkabı harcamalarının izlediği bulunmuştur.
Yukarıda yer alan araştırmalarda ana harcama grupları arasında ilk üç harcama grubu sırasıyla
gıda, konut, giyim harcamalarından oluşurken yapılan bu araştırmada üçüncü sırada eğitim harcamalarının yer alması ailelerin sosyo-kültürel açıdan olumlu bir değişim sürecine girdiğini veya eğitime ilişkin mal ve hizmet fiyatlarının bu dönemde fazla arttığı kanısını uyandırmaktadır.
Ailelerde Gıda Harcamaları İçinde En Büyük Payı Alan Harcama Çeşidi
Araştırma kapsamına alınan aileler arasında
kadının çalıştığı ve çalışmadığı ailelerin büyük bir
çoğunluğunda evde hazırlanan gıdalar için yapılan harcamaların en büyük payı aldığını belirtenler önde gelmektedir. (çalışan: %90.4, çalışmayan: %98.6).
Oranı çok düşük olmakla beraber (%5.8)
kadının çalıştığı aileler arasında ev dışında yenilen
gıdalar grubuna en büyük payı ayırdığını belirtenlere
rastlanmasına karşın
kadının
çalışmadığı aile-
lerde bu duruma rastlanmamıştır.
Yapılan istatistiksel inceleme “Ailelerin gıda
harcamaları içinde, ev dışında yenilen gıdalar
grubuna en büyük payı ayırma, kadının çalışma
durumuna göre farklılaşmaktadır” hipotezinin doğrulandığını göstermektedir (P<0.05).
Şekil 1: Gelir İçinde En yüksek Payı Alan Ana Grubuna ve Kadınını Çalışma Durumuna Göre Dağılımı
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
95
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Ailelerde Konut Harcamaları İçinde En Büyük Payı Alan Harcama Çeşidi Gerek kadının çalıştığı gerekse çalışmadığı
ailelerde
kira
harcamalarını
belirtenler
önde
gelmekte (çalışan: %39.8, çalışmayan: %40.5), bunu kadının çalıştığı ailelerin %26.3’ünde doğal-
gaza, çalışmadığı ailelerin %29.7’sinde elektriğe en yüksek harcamayı yaptığını belirtenler izlemektedir.
Bu durum konut kiralarının yüksek olduğunu ve ev
sahibi olmayan ailelerin çoğunlukta olduğu izlenimini vermektedir.
Ailelerde Eğitim Harcamaları İçinde En
Büyük Payı Alan Harcama Çeşidi
Ailelerde eğitim harcamaları içinde en büyük
payı alan harcama çeşidi kadının çalışma durumuna göre incelendiğinde, kadının çalıştığı ailelerin %34.0’ünde orta dereceli eğitim için yapılan harca-
maların en büyük payı aldığını belirten aileler ilk
sırada yer almakta, bunu eşit oranlarla (%20.6) okul öncesi eğitim (kreş ve anaokul ücreti, özel ilkokul
ücreti benzeri) ile diğer eğitimlere (eğitim ile ilgili
kurs ücreti, özel dershane, yaz okulu, sınav form ücreti, karne parası) harcama yapan aileler izlemek-
tedir. Kadının çalışmadığı ailelerin %68.4’ünde ise
eğitim araçları için yapılan harcamaların en büyük payı aldığını belirten aileler önde gelmektedir
(P<0.05). Bu veriler kadının çalıştığı ailelerde, kadının çocuğa ayırdığı zamanın azaldığını ve kreş
ile orta dereceli eğitime harcama yapma eğiliminde artış olduğunu göstermektedir.
Yapılan istatistiksel inceleme “Ailelerin eğitim
harcamaları içinde, okul öncesi eğitim ile diğer
eğitimlere (eğitim ile ilgili kurs ücreti, özel dershane
vb.) harcama yapma, kadının çalışma durumuna göre farklılaşmaktadır” hipotezinin doğrulandığını göstermektedir (P<0.05).
Aile Araştırma Kurumu (1998a) tarafından
yapılan araştırmada da, gelir düzeyi yükseldikçe çocuklarını özel koleje gönderen ailelerin oranında artış olduğu bulunmuştur. 96
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Ailelerde Tasarruf Yapma Durumu
Ailelerde tasarruf yapma durumu kadının
çalışma durumuna göre incelendiğinde, kadının
çalıştığı ailelerin %40.4’ü, çalışmadığı ailelerin
%71.6’sı hiçbir
zaman tasarruf yapmamaktadır
(P< 0.05) (Tablo 1).
Yapılan istatistiksel inceleme “Ailelerin tasarruf yapma durumu, kadının çalışma durumuna göre farklılaşmaktadır” hipotezinin doğrulandığını göstermektedir (P<0.05).
Mallan (1968), Walker (1979), tarafından yapılan araştırmalarda ise kadının çalışma durumunun ailelerin tasarruf yapma durumu üzerinde etkisi olmadığı bulunmuştur. Araştırma bulguları arasındaki farklılıklar toplumların kültürel özelliklerinden ve araştırmaların farklı zamanlarda yapılmış olmasından kaynaklanabilir. Ailelerin Tasarruf Yapma Amaçları
Her zaman ya da bazen tasarruf yaptığını belirten kadının çalıştığı ailelerin %32.3’ü gelecek, %31.2’si ev satın alma, %26.9’u çocukların eğitimi, kadının çalışmadığı aileler ise eşit oranlarla (%23.8) ev ve araba satın alma, %19.1’i çocukların eğitimi için tasarruf yapmaktadırlar. Ailelerin Yatırım Yapma Biçimleri
Her zaman ya da bazen tasarruf yaptığını belirten gerek kadının çalıştığı gerekse çalışmadığı ailelerin yarısından fazlasında efektifi yatırım aracı olarak kullananlar en büyük payı almakta (çalışan: %67.7, çalışmayan: %61.9), bunu kadının çalıştığı ailelerin %29.0’unda, çalışmadığı ailelerin %19.1’inde vadeli hesaba yatırım yaptığını belirtenler izlemektedir. Kadının çalışmadığı ailelerde gayrimenkul, repo, hisse senedi, banka bonosu ve borsayı yatırım aracı olarak kullanan aileye rastlanmamıştır. Bu durum ailelerin tasarruflarını değerlendirme konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıkları ve bilgi alabilecekleri yatırım danışmanlığı gibi kaynaklara ulaşamadıkları, bu nedenle tasarruflarını
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Tablo-1: Ailelerin Tasarruf Yapma ve Kadının Çalışma Durumuna Göre Dağılımı
toplumda yaygın olarak bilinen ve daha güvenli olarak gördükleri efektifle değerlendirmeyi tercih ettikleri izlenimini uyandırmaktadır. Ailelerde Borçlanma Durumu
Kadının çalışmadığı ailelerde her zaman borçlananlar (%54.1) kadının çalıştığı ailelerden yüksek olmakla beraber (%38.5), gerek kadının çalıştığı (Her zaman %38.5+ Bazen %50.6= %89.1) gerekse çalışmadığı (Her zaman %54.1+ Bazen %35.1= %89.2) ailelerin büyük çoğunluğunun borçlanma açısından aynı durumda olduğu görülmektedir. Bu durum kadının çalışmasının ailenin borçlanmaması üzerinde fazla bir etkisinin olmadığı izlenimini vermektedir. Yapılan istatistiksel inceleme “Ailelerin borçlanma durumu, kadının çalışma durumuna göre farklılaşmaktadır” hipotezinin doğrulanmadığını göstermektedir (P<0.05).
Strober (1977) tarafından yapılan araştırmada da kadının çalıştığı ve çalışmadığı aileler arasında borçlanma açısından hiçbir fark olmadığı saptanmıştır. Ailelerin Borçlanma Amaçları
Her zaman ya da bazen borçlandığını belirten gerek kadının çalıştığı gerekse çalışmadığı ailelerde birbirine çok yakın oranlarla mevcut harcamalarını devam ettirebilmek amacıyla borçlanan aileler önde gelmekte (çalışan: %92.1, çalışmayan: %92.4), bunu kadının çalıştığı ailelerin %41.0’ inde yatırım
yapmak, çalışmadığı ailelerin %27.3’ ünde borçlarını ödemek amacıyla borçlananlar izlemektedir.
Bu veriler gerek kadının çalıştığı gerekse çalışmadığı ailelerin borçlanmadan mevcut harcamalarını devam ettiremedikleri, ailede kadın çalışsa da gelir düzeyinin yetersiz olduğu veya ailelerin akılcı ve gerçekçi bir harcama planına sahip olmadıkları kanısını uyandırmaktadır. Ancak kadının çalıştığı ailelerde %41.0 ile yatırım yapmak, çalışmadığı ailelerde ise %27.3 ile borçlarını ödemek amacıyla borçlandığını belirtenlerin ikinci sırada gelmesi, kadının çalıştığı ailelerde çalışmadığı ailelere oranla geleceğe yönelik yatırım bilincinin oluşmaya başladığı izlenimini vermektedir. lar
Ailelerin Borçlandıkları Kişi ve/veya Kurum-
Ailelerin borçlandıkları kişi ve/veya kurumlar kadının çalışma durumuna göre incelendiğinde, her zaman ya da bazen borçlandığını belirten gerek kadının çalıştığı gerekse çalışmadığı ailelerin çoğunluğunda firma/mağazalara borçlananlar ilk sırada yer almakta (çalışan : %75.5, çalışmayan: %83.3), bunu kadının çalıştığı ailelerin %50.4’ünde bankalara, çalışmadığı ailelerin %62.1’inde arkadaşlarına borçlananlar izlemektedir (P<0.05) (Şekil 2). Kadının çalıştığı ailelerde bankalara borçlananların oranının çalışmadığı ailelerden yüksek olması kadının çalışmasının yarattığı gelir güvencesinden kaynaklanmaktadır.
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
97
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Şekil 2 : Ailelerin Borçlandıklar Kişi ve/veya Kurumlar ve Kadının Çalışma Durumuna Göre Dağılımı
SONUÇ VE ÖNERİLER
Araştırma sonucunda elde edilen verilere göre, gerek kadının çalıştığı gerekse çalışmadığı ailelerde gıda, konut ve eğitim için, çalışmadığı ailelerde ev ve araba satın almak için tasarruf yapanlar ilk sırada yer almaktadır. Gerek kadının çalıştığı gerekse çalışmadığı ailelerde mevcut harcamalarını devam ettirebilmek amacıyla borçlananlar önde gelmekle beraber bunu kadının çalıştığı ailelerde yatırım yapmak, çalışmadığı ailelerde ise borçlarını ödemek amacıyla borçlananlar izlemektedir. Dolayısıyla ailelerin genel olarak sahip oldukları serveti ve ekonomik kaynakları yönetmek için yeterli bilgi ve deneyime sahip olmadıkları görülmektedir. Bu nedenlerle; Ev Ekonomistleri ve konuya ilişkin diğer meslek grupları tarafından, •
Para idaresi ve gelirin arttırılması konusunda bilgiler içeren eğitim programlarının hazırlanarak örgün ve yaygın eğitim yoluyla ailelerin kendi kendilerine daha yeterli duruma gelmelerine yardımcı olunması,
98
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
•
•
Ülkemizin içinde bulunduğu zor ekonomik koşullar da düşünüldüğünde ailelerin mali ortam değişimine uyum konusunda vergi kanunları, enflasyon, faiz oranları, tasarruf ve/veya yatırım için tatminkar araçlar bulunması ile ilgili bilgilendirme ve geleceği görme becerisi kazandırmada danışmanlık yapılması,
Ailelerin ekonomik faaliyetlerini kadının ev dışında gelir getiren bir işte çalışmasının yanısıra ailenin sosyo-ekonomik durumu, yaşanılan bölge, evlilik süresi, gelir ve eğitim düzeyi ile yaşam dönemi gibi çeşitli faktörler de etkilediğinden bu faktörleri de dikkate alan daha kapsamlı araştırmaların yapılması önerilebilir.
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Kaynaklar
Türk Sanayicileri ve İş Adamları Derneği (1986) Türkiye’de Sosyo-Ekonomik Öncelikler, Hane Gelirleri, Harcamaları ve Sosyo-Ekonomik İhtiyaçlar Üzerine Araştırma Dizisi – Cilt III – Türk Halkının Sosyo-Ekonomik İhtiyaçları, Yayın No:TÜSİAD-T/ 86-92.İstanbul.
T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü (1997). 1994 Hanehalkı Tüketim HarcamalarıAnketi Sonuçları. Ankara: Devlet İstatistik Enstitüsü Matbaası.
T.C.Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü (1997). Hanehalkı İş-gücü Anketi Sonuçları. Ankara:Devlet İstatistik Enstitüsü Matbaası. T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu (1998a). Metropolde Kariyer Meslekleri ve Aile Yapısı Temelinde Yaşama Tarzları-Ankara Örneği. Ankara:Uğur Matbaa.
T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu (1998b). Ekonomik Hesaplamalarda Bir Birim Olarak Aile. Ankara: Başbakanlık Basımevi. T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü (1999). Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları. Ankara: Devlet İstatistik Enstitüsü Matbaası.
Atalay, B.; Kontaş, Y. M. (1992) Beyazıt, S.; Madenoğlu, K.: Devlet Planlama Teşkilatı.Türk Aile Yapısı Araştırması. Yayın No:DPT:2313. SPGM:421. Ankara.
Babaoğul,M.;Hıncal,S. (1992) Kadının Çalıştığı ve Çalışmadığı Ailelerin Hizmetlerden Yararlanma Durumlarının İncelenmesi. Ev Ekonomisi Dergisi. Ankara,5,S:28-33.
Bellante, D.; Foster A.C. (1984) Working Wifes and Expenditure on Services. Journal of Consumer Research. 11, pp:700-707.
Bird, C. (1979) The Two-Paycheck Marriage. New York : Wade Publishers Inc.
Carroll, M. S. (1962) The Working Wife and Her Family’s Economic Position. Monthly Labor Review. 85, pp: 366-374. Dinler,Z. (1998) İktisada Giriş. Bursa: Ekin Kitabevi Yayınları.
Erel, S. ve diğerleri (1994) Ailenin Ekonomik Fonksiyonu, Üretici ve Tüketici Bir Birim Olarak Aile. S:223-232. T.C. Başbakanlık Kadın ve Sosyal Hizmetler Müşteşarlığı. 1994 Uluslararası Aile Yılı Özel İhtisas Komisyon Raporları. Ankara: Kılıçaslan Matbaacılık.
Foster, A.C. (1988) Wife’s Employment and Family Expenditures. Journal of Consumer Studies and Home Economics. 12, pp:29-37.
Foster, A.C.; Metzen, E.J. (1981) Wife’s Earning and Family Net Worth Position. Home Economics Research Journal. 10(2), pp:192-202
Garman, E.T.; Forgue, R.E. (1988) Personel Finance. Boston:Houghton Mıfflın Company, .
Gross, H.I.; Crandall, W.E.;Knoll,M.M. (1954) Management For Modern Families. New Jersey:PrenticeHall.
Hafstrom,J.L.; Dunsing, M.M. (1965) A Comparison of Economic Choices of One-Earner and DualEarner Families. Journal of Marriage and The Family.pp:403-409.
Harcourt, G.C.; Karmel, P.H.; Wallace, R.H. (1967) Economic Activity. Cambrıgde: Cambrıdge at the University Press.
Hefferan, C. (1982) Determinants and Patterns of Family Saving. Home Economics Research Journal. 11(1), pp:47-55. Kyrk,H. (1954) The Family in the American Economy. Chicago :The University Of Chicago Press.
Mallan, L.B. (1968) Financial Patterns in Households With Working Wives. (Doctoral Dissertation, NorthWestern University) Ann Arbor, MI: University Microfilms, No:69-1887.
Manisalı, E. (1977) İktisada Giriş. İstanbul: Elektronik Ofset.
Pekin, T. (1976) Makro-Ekonomi. Para-Milli Gelir-İstihdam. Ankara:S Yayınları.
Sloane,L. (1985) The New York Times Book of Personel Finance. New York:Times Books Random House Inc.
Strober.M.H. (1977) Wive's Labor Force Behavior and Family Consumption Patterns.American Economic Review. 67 (1), pp:410-417.
Nisan-Mayıs-Haziran 2007
99
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Terzioğlu, R.G. (1987) Ev İdaresi ve İlkeleri. Ankara: Doğuş Matbaa.
Terzioğlu, R.G.; Şafak, Ş. (1988) Kadının Çalıştığı Ailelerde Paranın Kullanımı ve Alışveriş Biçimi. Ev Ekonomisi Dergisi. Ankara, 4,S:19-25.
Üstünel, B. (2000) Ekonominin İstanbul:Globus Dünya Basınevi.
Temelleri.
Uygur, S. (1993) Gelir ve Harcama Esneklikleri.Ankara: Devlet İstatistik Enstitüsü.
100 Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Walker, R.A. (1979) Wife’s Hours of Market Work Related to Family Saving Behavior. (Doctoral Dissertation, Purdue University) Ann Arbor, MI: University Microfilms, No:79-05799.
Wılkıe L. W. (1994) Consumer Behavior.U.S.A.: John Wiley & Sons Inc.
Wolf, H.A. (1989) Personal Financial Planning. Boston: Allyn&Bacon.
Transformation of Welfare State, New Solidarity and Families in Davos Period
A Critical Approach to Conceptual Positioning of Family Policy During Recent Transformation of Developing Welfare Regimes Emre Tevfik ÇAMPINARI*
Abstract
Welfare state which historically corresponds to an original structure belonging to the period after the Second World War has been in transition in developing countries and in “Mediterranean welfare regime” countries. In this study, it is claimed that social policy has two functions, when the welfare state approach developed during Keynesian consensus is considered. First of these functions is the economical function related to the “fictitious commodities” approach of Polanyi, second one on the other hand is the social function which is defined by considering the citizenship definition of Marshall and the fact that welfare state is a nation building project belonging to post-war period. The final period in world economic order symbolized by “Davos dilemma” has left the assumptions of the post-war welfare state – especially patriarchal family – invalid, economically constraining welfare states, and creating a pressure towards a new definition of social solidarity. In the mentioned countries, family policy is accepted as a “familialism” concept like in corporatist welfare states and a “quasi policy” is formed which is defined through indefinite values. This approach is in contradiction with economical requirements of the Davos period and it is also in contradiction with its own aims creating a dichotomy of “decline of family values” and “expansion of individual rights” in favor of the second. The reason behind the fact that not even a life style based on forming a nuclear family with two parents is demanded by young people is explained with “over-commoditized daily life” and “operation of market in favor of single consumer.” It is also declared that a “moral regulation” aiming to regulate individual family lives instead of the welfare regime is bound to fail. Key words: social policy, family policy, globalization, welfare state, welfare regime
Özet
Refah Devletinin Dönüşümü, Yeni Dayanışma ve Davos Döneminde Aileler
Tarihsel açıdan II. Dünya Savaşı sonrası döneme ait özgün bir yapıya karşılık gelen refah devleti, gelişmekte olan ülkelerde ve “Akdeniz refah rejimi” ülkelerinde hızlı bir değişim içindedir. Bu çalışmada, Keynezyen uzlaşma döneminde gelişmiş refah devleti anlayışı dikkate alındığında sosyal politikanın iki işlevi olduğu öne sürülmektedir. Bu işlevlerden birincisi Polanyi’nin “sanal metalar” yaklaşımı ile ilişkilendirilen iktisadi işlevi, ikincisi ise Marshall’ın vatandaşlık tanımı ve refah devletinin savaş sonrası döneme ait bir ulus inşası projesi olduğu gerçeği de göz önüne alınarak tanımlanan sosyal işlevidir. Dünya iktisadi düzeninde “Davos ikilemi” ile sembolize edilen son dönem başta ataerkil aile olmak üzere savaş sonrası refah devletinin dayandığı varsayımları geçersiz kılmakta, iktisadi olarak refah devletlerini kısıtlamakta, değişim içerisinde olan refah rejimlerini yeni bir sosyal dayanışma tanımına itmektedir. Bu refah rejimlerinde aile politikası, korporatist refah devletlerindeki gibi, “aileselcilik” kavramı olarak kabul görmekte ve belirsiz değerler üzerinden tanımlanan bir tür “politika benzeri” (“quasi policy”) oluşturulmaktadır. Bu yaklaşım hem Davos döneminin iktisadi gereklilikleri ile uyumsuzluk ortaya koymakta hem de liberal bir ekonomik düzende “ailevi değerlerin zayıflaması” ve “bireysel özgürlüklerde aşırı yükseliş” dikotomisini ikincisi lehine yaratarak kendi amaçları ile çelişmektedir. İki ebeveynli çekirdek aile oluşturulmasına dayalı bir hayatın dahi yeni kuşak tarafından rağbet görmemesi ise “gündelik hayatın aşırı metalaşması” ve “piyasanın tek tüketici lehine işlemesi” ile ifade edilmekte ve refah rejimi yerine bireysel aile hayatlarını düzenlemeyi amaçlayan bir “moral regülâsyonun” başarısızlığa mahkûm olduğu belirtilmektedir. Anahtar kelimeler: sosyal politika, aile politikası, küreselleşme, refah devleti, refah rejimi
* T.C. Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü Aile ve Sosyal Araştırmalar Uzman Yardımcısı
Nisan-Mayıs-Haziran 2007 101
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
"When Bismarck promoted his first social-insurance schemes, he had to battle on two fronts: on one side against the liberals, who preferred market solutions, and on the other side against conservatives who sponsored the guilt-model of familiarism." Gøsta Esping-Andersen
(The Three Worlds of Welfare Capitalism, 1990, Polity Press, p.59) While the birth of social policy is accepted as the 1880s with the start of obligatory pension scheme for workers in Bismarck Germany, the conception of comparative social policy dates back to 1960s. In recent years, rapid transitions in welfare regimes of developing countries and “Mediterranean welfare regime” countries have been subject to discussion as well as changes in their economic, political and social structures due to the concurrent rapid transformation and integration in global market. Before analyzing this fact and its relationship with family policy, defining main concepts seems essential. The content of the main concepts will determine the scope of discussion based on the position of family in welfare regime and the impact of family policy within social policy.
First of all, it should be emphasized that welfare state and welfare regime are entirely different concepts. There are three different units which provide welfare in a society: family, market and the state. Welfare regime refers to how welfare is distributed among these three units. Welfare state on the other hand, refers to an authentic structure in the history and it defines an approach brought up after the Second World War.
In welfare state studies, the definition of
citizenship and rights by T.H. Marshall is a
milestone. Marshall (1950) distinguishes between
civil, political and social aspects of citizenship in his 102 Nisan-Mayıs-Haziran 2007
definition made during the beginning of the golden
age of the welfare state. The civil element consists of rights that are necessary for individual freedom. While
Marshall
means
participation
in
the
administration with the political element, the social element refers to a broader list of rights. Marshall’s
definition is the result of history rather than logic.
(Marshall, 1950) Marshall’s definition is also crucial considering the method in classification of rights.
Therefore, regarding the civil rights, it is often referred to as the “generation of rights.” As a matter of fact, as the society progresses, “layers of civil
rights” appear throughout the history. Social policy was a phenomenon that appeared at a stage of
history where class struggles were on the rise and economic re-organization of society was requiring new rights for new social classes.
According to one of its aspects, social policy
refers to a series of policies based on the intervention of the state in the social problems
which arise from class struggles. According to
Hegel, every state takes cautions to protect and
perpetuate its existence. This is a right as well as a
necessity. With this aspect, social policy is a multidisciplinary subject which provides facilities to
proceed with satisfying the social needs of the individuals that form a society. (Şenkal, 2005; 2526) The concept of “social policy” is put forth first
by Wilhelm Riehl in the midst of the 19th century. The theoretical framework of social policy was first
raised by the German social scientist Otto von Zwiedineck-Südenhorst in his work "Sozialpolitik"
which was written in 1911. From the point of a
different definition, social policy is a field of study
which entails the economic, political, socio-legal
and sociological examination of the ways in which
central and local governmental policies affect the lives of individuals and communities (Collins
Dictionary of Sociology, 2000; 576). Some theorists emphasize the rapprochement-oriented point of
social policy and claim that the state should
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
legitimate the liberal economic system while
providing the capital accumulation. Other radical analyses brought forward in the second half of the twentieth century evaluate the social policy as a
control mechanism regarding not only the class
struggles but also ethnical, sexual and other social
conflicts. According to Koray (2005) there has been an expansion in the scope of social policy, and
social policy – with its broader meaning – is a policy that targets different segments of society and different social problems, aiming to provide social
citizenship, social equity and social justice. (Koray, 2005; 28)
However, social policy does not require a welfare state and these two concepts are also different. Esping-Andersen (1996) draws attention to the post-war discussions of welfare state and emphasizes that welfare state was more than developing the concurrent social policies. From an economical aspect, the fact that income and employment security was a civic right, it was a deliberate action to recede from orthodoxy of pure market. From an ethical aspect, welfare state promised a universal and classless justice and human solidarity; it was a sign of hope for those who were called to make a sacrifice for common
property during the war efforts. Welfare state was an affirmation of the liberal democracy against dual threat of Bolshevism and fascism (Esping-Andersen, 1996). As it is stated in the Esping-Andersen’s analysis, welfare state is definitely a “nation building political project.” Post-war welfare state was a historical, authentic structure for building and strengthening liberal welfare state. It contributed to the development of liberal welfare state in two ways. First one was to maintain a high level of solidarity throughout the whole society and create a “supraclass equity” reminiscent of Marshall’s description of citizenship development. Second one was to technically correct the market deficiencies.
There are three main theories that interpret the market deficiencies. These are: “imperfect competition”, “market failure” and “information failure”. (Esping-Andersen, 1996)
When welfare state approach developed during Keynesian consensus age is considered, it can be concluded that social policy has two functions. First of these functions is the economical function. This function can be explained by the “fictitious commodities” approach of Polanyi. According to Polanyi, land, labor and money are fictitious commodities, because these three elements are not originally produced by and for the market and their supplies are not controlled by market forces. To be available for the capital, their supplies according to time and quality should be regulated and organized. Second function of social policy on the other hand is the social function which is defined by considering the citizenship definition of Marshall and the fact that welfare state is a nation building project belonging to post-war period. Welfare regimes and welfare states have been subject to classifications since the inception of comparative social policy in the 1960s according to different criteria. When we consider the comparative welfare studies and welfare state classifications, Leibfried comes up with a new welfare state classification with a broad perspective: four welfare state types based on the European Union member states. First one is the “Scandinavian” welfare state which is also described as “labor-oriented society” model. Employment right and social citizenship is institutionalized in the Scandinavian type of welfare state. The “Bismarck model” is also known as “institutionalized welfare model.” This model focuses on restitution of leaves from labor market. On the other hand, the “Anglo-Saxon” model is a “residualist” model.” The state encourages and supports individuals for entrance to labor markets. However, education and improvement in individual skills are responsibilities of individuals rather than
Nisan-Mayıs-Haziran 2007 103
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
the state. Finally, the “Latin rim” welfare states are denoted with the term “rudimental welfare state” and they are considered as institutionally less developed welfare states surviving with promises. (Leibfried, 1999; 139-143)
“The Three Worlds of Welfare Capitalism” of Gøsta Esping-Andersen has an older date compared to Leibfried classification. Nevertheless, one of the most universally acclaimed classifications is the one that Gøsta EspingAndersen (1990) came up with in this work. The three welfare states disclosed in this work are; “liberal,” “conservative” (“corporatist”) and “social democratic” welfare states. In “liberal” welfare state, the principal is to strengthen the market and the entrance to the market by providing a minimum income or contributing to special welfare programs. US, Canada and Australia are indicated as typical liberal welfare states. On the other hand, “conservative” welfare states are encountered in the countries which have historically corporatist structures where class differences and occupational decompositions are major determinants of the welfare applications. Social rights are mostly connected to status. In this model, traditional family structure is promoted, thus child care services and family-oriented social work are limited. Today, the welfare states of Germany, France, Austria and Italy are categorically conservative welfare states. And finally, “social democratic” welfare state is the one in which social rights are institutionalized and widespread, social needs are mostly obtained from out of the market. (Esping-Andersen, 1990; 26-33) Esping-Andersen’s tripartite typology is strongly
criticized by some writers because of the fact that the weight of state applications is exaggerated. Based on this criticism, another type of welfare regime is brought up as “Mediterranean welfare” which has important characteristics based on women activity on welfare distribution and in which women’s unpaid work is a crucial determinant.
104 Nisan-Mayıs-Haziran 2007
Moreno (2001) says that often the term ‘familialist’ has been used with a cliché pejorative connotation. According to this term, the family has been viewed as a pre-modern patriarchal institution where men exercised a discretionary power over family members. Moreno criticizes this approach and argues that this approach is too simplistic to explain the Mediterranean welfare model and it hinders to understand the role of family in the advanced industrial society. (Moreno, 2001) Reflecting his welfare state tripartite typology, Esping-Andersen argues for a parallel family policy typology (Kamerman, 2003):
• The Nordic family policy regime (located in the social democratic welfare state regime), unique in its emphasis on a strong governmental role, stresses gender equity, child well-being, high rates of female employment and the reconciliation of work and family life, and minimizes the roles of the market, and to a lesser extent, the family. • The Continental European family policy regime (located in the conservative welfare state regime) stresses the role of the traditional family, minimizes female labor force participation and provides less direct investment in children.
• The Anglo-American (“liberal”) family policy regime, stresses market solutions and responses to high rates of female employment, work/family tensions and other child/women/family issues.
“Family policy” is defined by Baker (2003) in “International Encyclopedia of Family & Marriage” as follows: “All social and economic policies affect families, but the term “family policy” usually refers to social programs, laws, and public directives designed to promote and enhance marriage, reproduction, and raising children. Family policy also ensures child protection and child and spousal support and attempts to resolve conflicts between work and family. The state usually initiates such policies, but employers or voluntary organizations
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
may also establish them. Legislatures and governments that create laws and policy, as well as the agencies mandated and financed to enforce them, such as child welfare agencies, will be referred to as the state. This entry focuses on policies and social programs initiated by governments. It investigates how academics have studied these policies and how they have explained variations among nations.” However, this definition is based on how the concept of family policy is conceded rather than being accepted as a component of social policy and treats family irrelevant of its role in welfare regime. Family policy is a result of social rights and a component of social policy, and it has required new functions and conceptual broadenings during the recent transformation of welfare states. First of all, the attributes of the transformation of welfare state and the global environment forcing welfare states to transform should be made clear.
Two decades ago, “the convergence theory” was a dominant approach in comparative welfare studies. It projected a convergence in the structures of welfare states as a result of economical development and socio-economical convergence of countries that have also converging economies which were mixed economies as a result of industrialization. Kleinman (2002) argues that the convergence approach regarding welfare states has appeared again, however this time with a different meaning. Anyhow, the underlying reason behind the convergence of welfare states is globalization and global economic pressures. (Kleinman, 2002) This convergence is the result of the fact that there is no alternative for nation states to adapt to global economy; it is not the old approach requiring that welfare states and civil rights are inevitable. In recent years, the late-industrialized and
developing countries have been subject to a rapid
economic and social transition. The social policies
and welfare regimes of these countries also indicate
a rapid transition. The new phase of world market and economic order creates a pressure for an
adaptation in economic, political and social areas by invalidating some paradigms of the last century.
For instance, developed countries were the ones
which have huge competitive advantage and economies of scale in industrial production. These countries had the power to change the trading rates
of
agricultural
products
against
developing
countries and they also determined the trade rates
of industrial goods. Today, these countries are
described as post-industrial countries. These post-industrial
countries
have
managerial,
organizational and marketing economies of scale.
On the other hand, yesterday’s less developed
“agricultural production countries” are becoming
the industrial workshops of the world based on
industrial know-how, FII and other capital transfers.
Consequently, yesterday’s “infant industries thesis” is
questionable
today
in
a
world
where
geographical distinction determines the economic
relations less and where industrial countries’
oligopolistic market power leaves its place to a new post-industrial economic hegemony.
At the 2007 World Economic Forum in Davos,
Switzerland the important point was the paradoxical nature of world politics and economics described
as “Davos dilemma.” Financial Times columnist Martin Wolf (2007) draws attention to this fact with
these words: “This year's ‘Davos dilemma’ - the contrast between the world's favorable economics
and troublesome politics - is clear enough. But its resolution is not. A range of possible outcomes, from the perverse and catastrophic to the uncomfortable and even benign, is conceivable.
The outcome is not inevitable.” The concept "Davos
dilemma" refers to this fact: for decades, it's been conventional wisdom that political instability was a
threat on the global economy which could create an inconsistency -and this was the Thomas Nisan-Mayıs-Haziran 2007 105
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Friedman thesis. There needed to be stability in
order to have a steady economic growth; the Davos dilemma is that it's no longer true.
Roughly defined as the contrast between today's benign global economics and malign global politics, Davos dilemma is treated as a problematic state of current world economic and political order which could be subject to many outcomes or solutions. However, Davos dilemma is a spectacle
of the global restructuring of economic structures that is not integrated with the global market and structural harmonization of post-industrial world and developing economies according to the 21st
century roles. Davos dilemma denotes a broader meaning in terms of globalization and social context; it is an expression defining the current phase in the political history and a new age in economic life of world’s developing countries and states. Thomas Friedman speaks about profound "democratizations" of technology, finance and information while introducing the characteristics of globalization in his work "Lexus and the Olive Tree" which is perceived as the "Llibre Vermell" of globalization. Friedman brings forward "Golden Arches Theory of Conflict Prevention" requiring that countries that have made strong economic ties with one another have too much to lose to ever go to war with one another. (Friedman, 1999) According to the global conditions and the political environment subject to discussion, Davos dilemma is the specific expression of the clash of nation states inherited from cold war period and global hegemonic structures of the current economic stage; whereas “Lexus and the Olive Tree” is a caricatured symbol of the general clash of “nation state” and “neoliberal pressure for elasticity and re-structuring.” In this stage, the clash of nation state and global capital leaves all post-war political & economical organizations under impression. This clash also constrains the meaning and scope of concepts, and approaches developed simultaneously with the 106 Nisan-Mayıs-Haziran 2007
development of nation states. This pressure creates concrete, visible and technical results as well as conceptual and ideological changes. For instance, expanding the aggregate demand and providing social development by public expenditures and budget deficits was the strategy of Keynesian consensus age. However this mentioned application is very difficult today as the budget deficits are chastened by rapid capital outflows and threatened by serious economic crisis triggered by capital withdrawals from the financial systems of these industrializing countries. On the other hand, global decision making units related to international capital are making efforts to restructure the nation-state structures which resist integration with global market and international division of labor throughout the world. The image of this restructuring is a new war environment for the countries which insist on cold war roles, and it is a political instability for the countries which have primitive, irregular financial and economic structures based on corruption and nepotism. The word “Davos,” as the title of this text, refers to this new economic hegemony and global restructuring.
During this rapid transition throughout the world, the most changing political structure that is also most subject to discussion is “welfare state”, and consequently the concept which is subject to re-definition is “social solidarity”. When these expressions are considered, it can be concluded that Davos dilemma refers to a period of transformation when political decision making units become economic decision units. This brings weakening of the state in welfare regime leaving its old responsibilities to market and family. In this point, these questions become crucial: Is the global restructuring stage eliminating the social solidarity or exerting a pressure to re-define the social solidarity and to create new solidarity forms? Are the welfare states in transition following the same path with the post-industrialist welfare states or are
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
they creating new welfare regime typologies and conditions? Esping-Andersen (1996) answers the second question negatively. He argues that developing countries are creating hard liberal adaptation strategies and the welfare regimes are a mixed version of the European welfare regimes. However, developing countries can take advantage of low labor wages and they should create more value added occupations and because of this fact, some developing countries are heeding education and development of human capital. In Davos period, a significant pressure towards a rapid fundamental transformation takes place throughout the economical, political and social order of the whole world; there is also a strong pressure on the units that form the welfare regimes towards a rapid transformation. This foregoing fact is mostly valid for the welfare states of developing countries and the European welfare states which are characterized as Latin rim in Leibfried (1999) classification. Furthermore, this pressure is providing a crucial attribute and determinant of the current state in developing countries’ welfare states which have not completed their internal evolution. There is a historical developmental gap between the welfare states of these developing countries and the Western European and Scandinavian welfare states. There are noteworthy technical problems and confusions in the social policies of these welfare states which we could call “welfare states in transition,” besides the problems of the societies in transition. There are conceptual deviations especially in the family policies as a segment of the social policies of these welfare states in transition, and there is indefiniteness about the ultimate and intermediary targets, policy tools and monitoring criterion of these policies. Till the midst of the 1990s, the family policies of
Anglo-Saxon and corporatist welfare regimes have been subject to increasing criticism. In these
countries’ social policy institutions that are
responsible from the family policy making, there
has been a general tendency to interpret the aim of
family policy as protecting traditional family
structure and promoting the traditional family values. This tendency is observed most significantly
throughout the welfare states in transition and developing countries. In these countries, some
rapid changes in social life and family life are being evaluated as the “decline of the family,” “threatened
traditional family structure” and “erosion in the tra-
ditional family values.” As the reasons of these changes, “explosion of social rights” and “excess
of freedom at the expense of obligations to family as
an institution and obligations regarding the family”
are brought up. There is even a tendency to comment on the reason of “decline of the family” as
social values imported from developed Western
European and Northern American societies and the degeneration as a result of social interaction with
these societies. However, this approach is creating
a dichotomy between “decline of family values” and “expansion of individual rights” in favor of second. In market conditions where individual competition
is increased and more individualist life styles are provided to young people, new generation prefers
more freedom and less state intervention in individual life.
As a result of this “decline of the family,” the
solution developed as a public administration reflex,
however, is a paradoxical protection of an institution from the individuals. Ironically, this institution is a
solidarity form which is formed by individuals;
developed by individuals; established through the values, expectations and choices of individuals.
This is a “quasi policy” administrative reflex. This
pretended family policy can not be taken into account as a real policy in a contemporary liberal state regardless of the developmental stage of
welfare state and social policy. Because, for
instance, the state could apply a decreasing interest rate strategy or other incentives for investors. Nisan-Mayıs-Haziran 2007 107
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
However, punishing the entrepreneurs that do not
make production investments in certain geographic regions
could
not
be
an
economical
or
developmental policy. Similarly, the state applies
quotas and tariffs for imported goods, but it is not
an industrial protection policy in today’s world to conduct
campaigns
for
consumption
of
domestically produced goods and services and judge the morality of purchasing imported goods.
What makes an administrative practice a “policy” is
the assumption that individuals will make their judgment freely and respond to change logically.
Furthermore, a “policy” uses a certain number of
concrete administrative tools to achieve some final
and intermediary goals; it determines some indicators for monitoring and controlling the outputs
of this policy; finally it overviews the targets and tools if it is necessary. Introducing any prohibitions
and legal liabilities, or mentoring individuals and
inculcating right, wrong and undesired behaviors into individuals are not “policies” but “regulations.”
This approach has been subject to substantial and continuing criticism and the mentioned approach is called “moral regulation.” Rodger (1995) states that
this distinction between family policy and moral regulation may well represent competing welfare strategies for dealing with family and childcare
issues as we approach the 21st century: the former
appears to be anchored firmly in an approach to
social welfare which emphasizes continuing state
intervention to affect the conditions of existence of family
life
while
the
latter
is
concerned
pre-eminently with encouraging conventional family
relationships based on two parents in order to better facilitate increased family and market provision of social care. (Rodger, 1995)
The reasons and characteristics of the recent social transition perceived as “decline of the family” are also misinterpreted as well as its “quasi policy” cure. Apart from the extended family which is desired and found ideal in some developing
108 Nisan-Mayıs-Haziran 2007
countries, even any inclination for nuclear family structure is at a low level. Definitely, the reason of this precarious circumstance is the concrete economic and social factors. As a fundamental unit of welfare regime, Davos period has two main effects on the families in these countries. These effects could be denoted as “pressure towards structural transition” and “fundamental change of daily life.” First of all, increased battle of life, vital competition and absence of social support belonging to Keynesian consensus age have given rise to revoking the traditional nuclear family with “male breadwinner” which was the basic assumption of the post-war welfare state in 1948. In introductory sociology literature, it is a famous expression that the productive identity of family is a bygone fact. Nevertheless, individual industrial relations of production have strong ties with each other and interact continuously. The result of relations of production perceived and experienced by individuals is a high-level individualistic competitive climate. Secondly, a significant effect of market has appeared throughout these societies in transition. The effect on individual life style is the choices formed as a result of a market mechanism “operating in favor of single consumer.” That means it is the market itself which encourages and provides individualistic life styles, not the deviation from traditional culture. The result of this fact is nothing but an “over-commoditized daily life.” For instance, in the advertisements of some products, it is possible to observe slogans emphasizing individual freedom, being indepen-dent, acquiring originality, etc. Marketed commodity is not only the physical products or services but commoditized shadow personalities and original daily lives. In this situation, an individual is becoming a “super homos economicus” reducing some perceived social values to daily preferences, and lives of individuals are becoming similar.
There is another contradiction about this so-called family policy which is described as the
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
quasi policy. The main motive underlying the criticized moral regulation is the “decline of family.” This approach is valid for urban middle class family. However, socially excluded segment of society which needs an explicit family policy and family support in developing countries are usually lower class families. Gillies (2005) argues that family has been used an ideological tool by politicians for many years and recent policy initiatives are seeking to shape and control the practices of parents. Discourses of support in family policy derive from this notion of obligated freedom, with interventions aimed at enforcing parenting norms and values. Underlying this approach is the conviction that virtuous middle class culture (rather than middle class resources) cultivates self-sufficient, self-sustaining communities. Hence the policy ‘support’ offered to parents is limited, highly conditional and directed towards a wider goal of cultural governance or ‘inclusion.’
On the other hand, the family as well as welfare regime as a whole is facing with a transformation in developing countries. First of all, in these countries the assumption of patriarchal family is changing as in the West European and North American families and new family forms appear. Other changes in demographic structures are also observed. Rapid urbanization and immigration to cities take place. Birth rates are decreasing because of changing industrial patterns; for instance family based agricultural production is decreasing. For rural families, need for having more children to secure the future of elder persons is also not valid today.
Life of urban families and youth also change. When the Mediterranean welfare regime is considered, Moreno (2004) defines a women generation which continues to take responsibilities of unpaid house work and join labor market at the same time. According to Moreno (2004), the older cohort of women, now aged between 40 and 64, who could only undertake demanding professional
activities in the labor market if they were prepared to combine them with traditional unpaid caring work in households, typifies the “superwomen.” Moreno adds that younger generations of women seem more reluctant to take on both family care and full-time paid work, resulting in lower fertility and a need for more social provision. As a result of superwomen, Mediterranean families have historically functioned as an effective (though informal) ‘shock absorber’ across a whole range of policy areas such as social care, unemployment assistance, housing, or social assistance. However, as superwomen began to disappear from the stage, new social risks have appeared most of which crosscut family life (care for children and elderly, young unemployed or young working parents). Moreno (2001) argues that emerging life patterns of an individualistic and self-centered nature imported from a ‘neo-liberal’ conception of social life are a main cause for the gradual disappearance of committed superwomen to both family and profession. For younger generations, love and affection do not mechanically translate into lifetime commitments for marriage and family as used to be the case with the ‘male breadwinner’ model of welfare capitalism. An individualization of lifestyles and a prioritization of professional concerns by women have resulted, among other causes, in a sharp decline in fertility rates and in worrying demographic prospects for Southern European countries. The solution is clear for Moreno (2001): “Among the various reforms for offsetting the impact of the gradual disappearance of superwomen in Mediterranean welfare, a quantum-leap achievement in family reorganization would be the carrying out by men of their equal share of household responsibilities. This would also bring about an objective alliance between working mothers and fathers for a more committed support from state intervention.” Welfare states in transition should have vital
Nisan-Mayıs-Haziran 2007 109
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
family policy preliminaries in the changing world order. In social policy literature, “familialism” refers to leaving a significant amount of welfare services to families as a responsibility. Another related concept; “de-familization” is an expression of undertaking the responsibility of welfare services by other institutions and decrease the dependence of individuals to families in terms of welfare. First of all, the required family policy should be womenoriented and target de-familization for women instead of familialism. That means, the state should undertake the responsibilities of women and provide substantial support activities for socially excluded families. Secondly, policy making should accept the changing family roles in favor of women instead of intervention in family roles and promote the traditional patriarchal family. Because, rapid increase in global competition directly affects the composition of labor market of developing countries and this fact brings the commoditization of women labor and changing family structures. And finally, it should target a rapid development in human capital. This means, new social problems and risk should be undertaken like struggle with child labor, support for migrated families etc. Otherwise, decline of family-based lives and disappearance of “superwomen” with wordings of Moreno is unavoidable.
Esping-Andersen argues for the centrality of family policy to any discussion of welfare state regimes. (Kamerman, 2003) In describing his “new” family policy for the “new” welfare states, he stresses:
• The need to accept and respond to new family forms, especially single parent and dual earner families; • The rising employment rates of women, especially mothers of young children and the centrality of maternal employment to the economic well-being of children and their families;
110 Nisan-Mayıs-Haziran 2007
• The significance of the quality of childhood for child development and for later youth and adult development;
• The need for policies that minimize child poverty and the social exclusion of children and that help reconcile work and family life; • The centrality of gender equity in family policies. He states that an effective family policy must be
child-centered, women-friendly, and must be regarded as a social investment.
Conceptual fallacies of family policy in developing welfare states formed under the influence of traditional assumptions have contradicting effects with the requirements of contemporary social policy and they are inclined to fail. The assumption that family values are going to be protected and loyalty to family will continue as a result of family dependency is unfounded. A valid family policy that is consistent with the changing economic conditions and labor decomposition of developing countries should emphasize tangible family support instead of state intervention in understanding of family and promoting values that are not clearly defined. REFERENCES:
Baker, Maureen (2003): “Family Policy”, International Encyclopedia of Marriage & Family, 2003, MacMillan Reference Series, pp. 616-621
Esping-Andersen, Gøsta (1990): “The Three Worlds of Welfare Capitalism”, 1990, Cambridge, Polity Press, p. 59, pp. 26-33
Esping-Andersen, Gøsta (1999): “Social Risks and Welfare States”, Social Foundations of Post-Industrial Economies, Chapter 3, Oxford University Press, 1999, pp.32-46
Esping-Andersen, Gøsta (1996): “After the Golden Age? Welfare States Dilemmas in a Global Economy”, Welfare States in Transition: National Adaptations in Global Economies, Sage Publications, 1996, pp. 131
Aile ve Toplum
EĞİTİM-KÜLTÜR ve ARAŞTIRMA DERGİSİ
Friedman, Thomas (2000): “The Lexus and the Olive Tree - Understanding Globalization”, Anchor, 2000, New York
Gillies Val (2005): “Meeting parents’ needs? Discourses of ‘support’ and inclusion in family policy”, Critical Social Policy, Sage Publications, 2005, 25th Issue, p.70 Jary, David & Jary Julia (2000): Collins Dictionary of Sociology, 2000, Harper Collins Publishers
Kamerman, Sheila B. (2003): “Welfare States, Family Policies, and Early Childhood Education, Care, and Family Support: Options for the Central and Eastern European (CEE) and Commonwealth of Independent States (CIS) Countries”, Prepared for the Consultation Meeting on Family Support Policy in Central and Eastern Europe, Organized by the Council of Europe and UNESCO, September 3-5, 2003, Budapest, Hungary
Kleinman Mark (2002): “Crisis? What Crisis? Continuity and Change in European Welfare States”, “A European Welfare State? European Social Policy in Context, 2002, Palgrave MacMillan, Hampshire Koray Meryem (2005): “Sosyal Politika”, 2005, Ankara, İmge Kitabevi, pp.132-183
Leibfried Stephan (1993): “Towards a European Welfare State?”, New Perspectives on the Welfare State in Europe, ed. C. Jones, Routledge, London, 1993, pp.139-143 Marshall, Thomas Humphrey (1950): “Citizenship and Social Class”, 1950, States and Societies, Pluto Press, London, 1992, pp.248-260 Moreno Luis (2001): “’Superwomen’ and Mediterranean Welfare”, Paper prepared for the ISA RC 19 Conference “Old and New Social Inequalities: What Challenges for Welfare States?” University of Oviedo, Spain, 6-9 September 2001
Moreno Luis (2004): “Spain’s transition to new risks: a farewell to ‘superwomen’”, “New Risks, New Welfare: The Transformation of the European Welfare State”, 2004, Oxford University Press, pp.133-157 Rodger John (1995): “Family Policy of Moral Regulation?” Critical Social Policy, Sage Publications, 1995, 43rd Issue, p. 5
Şenkal Abdülkadir (2005): “Küreselleşme Sürecinde Sosyal Politika”, Alfa Basım Yayım Dağıtım, 2005, İstanbul Wolf, Martin (2007): “A divided world of economic success and political turmoil”, Financial Times,
Jan.30.2007
Nisan-Mayıs-Haziran 2007 111