Aile ve toplum 2 sayi

Page 1


YIL: 1 CİLT: 1 SAYI:2 HAZİRAN 1991 BAŞBAKANLIK AİLE ARAŞTIRMA KURUMU BAŞKANLIĞI DERGİSİ SAHİBİ Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Adına Dr. Necmettin TÜRİNAY Kurum Başkanı

Genel Yayın Yönetmeni Arif AY Müşavir

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

İrfan ÇAYBOYLU

Aile Yayınları Şb. Md.

Yayın Koordinatörü Feramuz Aydoğan

Yayın Kurulu Doç.Dr.Beşir ATALAY M.Çetin BAYDAR Doç.Dr.Beylü DİKEÇLİGİL Yrd.Doç.Dr. Abdullah TOPÇUOĞLU Doç.Dr.Ümit Meriç YAZAN Doç.Dr.Mustafa İsen Prof.Dr.Mehmet Ünal Doç.Dr.İhsan Sezal

ADRES: Necatibey Cad. No: 11 Sıhhiye - ANKARA Tel; 231 83 60 (10 Hat) Fax: 229 68 25 DİZGİ BELDE FOTODİZGİ Tel: 125 41 41

125 26 16

Aile ve Toplum Dergisi Yayın İlkeleri 1. Aile ye Toplum Dergisi Başbakanlık Aile Araştırma Ku rumu Başkanlığı tarafından 3 ayda bir yayınlanır. Dergi nin muhtevasını aileyi konu alan araştırma, inceleme, der leme ve deneme türündeki yazılarla doktora ve yüksek lisans tezi özetleri oluşturur. 2. Dergiye gönderilen yazıların başka bir yerde yayınlan mış veya yayınlanmak üzere gönderilmiş olması, daha ön ce kongrede tebliğ veya özeti sunulmuş çalışmalar ise bu husus belirtilmek koşuluyla, Dergi Yayın Kurulu tarafın dan uygun görülmesi halinde yayınlanabilir. 3. Gönderilen yazılar standart daktilo kağıdının bir yüzü ne iki satır aralıklı olarak daktilo ile yazılmalı ve sayfanın 2 yanından 3'er cm. boşluk bırakılmalıdır. 4. Yazılar şu temel özellikleri taşımalıdır; Yazıların başlık ları 60 harfi geçmemeli; başlığın altına yazarların adları ve unvanları yazılmalıdır. Başlıktan sonra 100 kelimeyi geçmeyen Türkçe bir özet yapılmalıdır. Türkçe özetten sonra, yazının üç batı dilinden biriyle (İng. Fr. Alm.) yapılacak 150 kelimelik bir özetinde, incelemenin amacı, yöntemleri ve varılan sonuçları özlü bir biçimde verilmelidir. Bu bilgiler, Uluslararası Bilgi Erişim Ağına aktarılacağından gerekmektedir. Şekil, fotoğraf, grafik, çizim ve şemaların tümü numaralandırılarak yazıda yeri geldikçe belirtilmelidir. Ayrıca makale yazarının adı, şekil numarası, başlığı, varsa alt yazısı yazılarak ayrı bir zarf içinde gönderilmelidir. Grafik ve çizimler aydınger veya kuşe kağıda çini mürekkebi ile çizilmiş, fotoğraflar ise ayrıntılar görülebilecek derecede kontrast ve parlak kağıda basılmış olmalıdır. 5. Dergide yayınlanacak her makalenin yazarına telif öde necek ve ayrıca 15 adet ücretsiz dergi gönderilecektir


SUNUŞ Aile ve Toplum dergisinin bu sayısında yer alan yazıların çoğunluğunu "çocuk" konusu oluşturmaktır. Bilindiği gibi 6. Beş Yıllık Kalkınma Planı'nda, "geleceğin güvencesi" olan çocukların sağlıklı bir biçimde yetiştirilmesi temel ilke olarak benimsenmiştir. Ayrıca ailelerin çocuk yetiştirme, sağlıklı ve dengeli beslenme konularında bilgilendirilmeleri üzerinde de önemle durulmuştur. Karşılaştığı ilk toplumsal kurum olan ailede çocuk iyi, kötü, güzel, çirkin gibi değer yargıları ile gelenek ve göreneklerin ilk bilgisini alır. Bireyi toplumsal hayata hazırlamanın, eğitimin temel hedeflerinden biri olduğu gözönüne alındığında, çocuğun toplumsallaşmasında, ailenin yerinin ne denli önemli olduğu ortaya çıkar. Bu arada, gelişim psikologlarının çok önem verdiği hususlardan biri olan çocukta özdenetim mekanizmasının gelişmesi de, okul öncesi dönemin ilk yıllarında, yani ailede başlamaktadır. Ülkemiz nüfusu içinde teşkil ettiği oranlar göz önünde tutulduğunda, çocuk konusuna özel bir dikkatle eğilmek gerekiyor. Bilindiği gibi Aile Araştırma Kurumu, aile bireylerine soyut varlıklar olarak değil, bilâkis onların aile bütünlüğü içinde taşıdığı rol ve statüleri göz ardı etmeyerek yaklaşmak istiyor: Erkek, kadın, çocuk (kız ve erkek kardeş), ağabey, abla, ilk çocuk, tek çocuk varsa yaşlı kuşaklar vs. Bunların her birinin, birey olarak bir değeri var. Her birisi apayrı bir dünya olarak karşımıza çıkar. Fakat bunun yanısıra aile bireylerinin, aile içinde kazandıkları rol ve statüler de vardır. Bu rol ve statüleri gözardı eden her yaklaşım toplumsal fenomenleri yok farzettiği gibi, aile bireylerinin üstlendiği fonksiyonlara da uzak düşmüş olur. Çocuk da öyle. Onu ancak ailesinden yola çıkarak kavramak mümkün. Çocukta olduğu gibi, kadın ve erkekte de aileyi ihmal ettiğimiz anda, ortaya son derece soyut ve birbirinden kopuk bağımsız varlıklarla karşı karşıya kalırız. Bu açılardan düşünülünce ailenin anahtar konumu daha bir ortaya çıkıyor. Konuştuğu dili öğrendiği, ilk davranışlarını edindiği, büyük oranda kişiliğinin şekillendiği bu en temel toplumsal üniteden çocuğu soyutlamak hiç de mümkün görünmüyor. Bu gerçeği, büyük romancıların, ilk çocukluk dönemlerine uzandıkları kahramanlarını okurken daha iyi farkediyoruz. Tabii ki konuya, çok daha değişik açılardan yaklaşmak mümkün: sağlık, eğitim tabii ve sosyal çevre, yaş dönemi geçişleri vs. Aile ve Toplum' un bu sayısında, çocuğa ilişkin çok değerli inceleme ve araştırma örnekleri ile karşılaşaksınız. Sosyal bilim çevrelerimizin aile konusunda geliştirdikleri bu ilgiden son derece memnun olduğumuzu ve bunun devamını beklediğimizi burada ifade etmek istiyorum. Dr. Necmettin TURİNAY Aile Araştırma Kurumu Başkanı


YIL: 1 CÎLT: 1 SAYI: 2 HAZİRAN 1991

İÇİNDEKİLER W.DUMON (Çev. Dr M. Ruhi ESENGÜN)

Avrupa Topluluğu Ülkelerinde Aile Politikalan/1

Prof Dr. Kerim YAVUZ

Anne ve Çocuk/12

Doç. Dr. Orhan ÇİFTÇİ

Çocuğun Sosyalleşmesinde Ailenin Rolü/19

Prof. Dr.Turgut ÖZEKE Y.Doç, Dr. Ergün ÇİL Uz.Dr. Nilgün KOKSAL

Yeni Doğum yapan Annelerin Son 5 yıl içinde Bebek Bakımı ile ilgili Bilgi Düzeylerinin Değişimi/ 23

Dr Sevin ALTINKAYNAK Uzm. Sevinç YAMAN Dr. Handan ALP

Dünyadaki ve Türkiye' deki Çocuk Ölüm Nedenleri ve Bunların Önlenmesine Yönelik Öneriler/27

Prof, Dr, Emine AKYÜZ

Medeni Kanuna Göre Çocuğun Ana-Babasına Karşı Korunması/31

Doç. Dr. Osman GÜNAY Doç. Dr. Mualla AYKUT Prof. Dr. Yusuf ÖZTÜRK Doç. Dr. Osman CEYHAN

Sosyal Güvenlik Kuruluşlarının Çocuk Sağlığına Etkisi/48

Prof. Dr. İbrahim CANAN

Vakıfların Çocuğun Korunmasına Yönelik Fonksiyonel Yapılan/56

Yrd. Doç. Dr. Canan

Yaşlılıkta Ortaya Çıkan Fiziksel Değişiklikler/63

YERYUTAN Yrd. Doç. Dr. Bilal

Yaşlılık Psikolojisi/67

AK Doç, Dr. Doğan EKER

Ailenin ve Toplumun Akıl Hastalıkları ile ilgili Tutumlan/72

Prof. Dr. Mehmet ÜNAL

Madde Bağımlılığı ve Alkolizmde Aile/80

Mualla SEZGİN Feramuz

Karaman-Taşkale Kasabası Eski Kadın Kıyafetleri/86

AYDOĞAN

Endüstrileşme Sürecinde Bir Tüketim Objesi Olarak Aile/93

Joffre DUMAZEDİER (Çev.Eriman TOPTAŞ)

Aile ve Boş Zaman/101


Avrupa Topluluğu Ülkelerinde Aile Politikaları • W. Dumon Çev.Dr.M.Ruhi ESENGÜN

Aile Politikasına Genel Yaklaşım Fransa, Belçika, Lüksemburg ve Federal Almanya gibi bazı ülkelerin aile politikaları açıktır; yani, "aile politikası" terimi siyasî literatüre girmiştir. Dahası, bu ülkelerde bu politika kurumlaşmış, aile politikasından sorumlu bakanlar atanmıştır. Yunanistan, B. Britanya, Danimarka, İrlanda, İspanya ve İtalya gibi ülkelerde ise bu politika "üstü kapalı" olarak nitelendirilebilir. Ancak, açık ya da üstü kapalı ayrımı bütünüyle doğru değildir; zira bazı ülkeler için bu ikisini kesin bir çizgiyle ayırmak oldukça zordur. Hollanda ve Portekiz'de bir zamanlar aile işlerine bakmakla görevli bakanlar atanmışken hâlen bu bakanlıklar kaldırılmış bulunuyor. Bundan başka, Hollanda'da hükümet görevlileri ve bilim adamları aile politikalarını açık olmaktan ziyade üstü kapalı olarak nitelemekte iseler de alınan önlemler meselâ Belçika'dakilerden pek farklı değildir. Yukarıda ifade edildiği gibi, açık - kapalı ayırımı a) siyasî literatüre, b) siyâsî ünvâna, yani; konunun öneminin bir bakana sorumluluk vermekle kav-

ranılmış olmasına dayanmaktadır. Almanya dışında, açık aile politikası güden diğer bütün ülkelerde hazırlanan raporlar, doğum oranını arttırma eğilimleri üzerinde durmakta, öte yandan B. Britanya ve Hollanda gibi çoğu ülkelerin hazırladığı raporlar, ülkelerinin aile politikalarını üstü-kapalı olarak nitelerken doğumu özendirici önlemlerin alınmamış olmasını vurgulamaktadırlar. Sonuç olarak, açık aile politikasının kısmen de olsa perde arkasında, nüfus politikasını ifade ettiği varsayımı her zaman varittir. Bununla birlikte, açık aile politikasının, doğumu özendirici nüfus politikaları ile sadece marjinal olarak çakıştığını ve ailenin refahı ile ilgilenmesi dolayısıyla nüfus politikasından tamamıyla farklı gaye ve hedefleri bulunduğunu belirtmek gerekir. Açık veya üstü ka palı aile politikalarının amacı, Danimarka hariç, ailenin refahıdır. Danimarka'da bu politika çocukların iyiliğini ve refahını sağlamakla sınırlıdır. Açık aile politikası güden ülkelerde bu politika 1930'lu yıllarda başlamış, 50'li yıllarda aile bakan-


lıklarının ihdas edilmesiyle yeniden kurulmuş ve kurumlaşmıştır. (Almanya'da 1953'te, Belçika'da 1965'te). Son on yıllarda (1980'ler) Avrupa Topluluğu ülkelerinde aile politikasında büyük bir yaygınlaşma gözlendiğini ve bu dönemin içerik yönünden büyük değişikliklerin meydana geldiği bir dönem olduğunu kaydetmek gerekir. Bu değişikliğin asıl özelliği, hedef alınan nüfusun kayda değer biçimde değişmesi olmuştur: Bu değişikliğin üç genel özelliği sayılabilir: -Hedef nüfus olarak tüm aileleri ele almak anlayışından, muhtaç ailelere önem veren görüşe doğru bir değişiklik görülüyor. Önlemlerin birçoğu, kısmen de olsa, ailenin gelir durumu ile bağlantılı olmuştur. Bu da servetin düşey biçimde dağılımı üzerinde önemle durulduğunu gösteriyor. Ancak, İtalya gibi bazı ülkelerde hâlen geçerli olan aile politikası servetin yatay dağılımına bir tür dönüşü yansıtmaktadır. -ikinci unsur, tek ebeveynli aile gibi değişik aile yapılarının dikkatleri üzerine, çektiği ve bazı ülkelerde bu tür aileleri destekleme yönünde daha hoşgörülü davranıldığıdır. -Danimarka gibi, aile politikasıyla yeni tanışan ülkelerde hedef alınan grup aile değil çocuklardır ve aile fertleri, çocukların ebeveyni olarak ele alınır. Bu da, çocuklarının bakımını üstlenen karı-kocanın yükünü hafifletmeyi amaçlayan geleneksel aile politikasından önemli ölçüde bir sapma demektir. Çoğu ülkede, Özellikle aile politikasının "üstü kapalı" olarak nitelendirilebileceği ülkelerde aile politikası sosyal refah politikası içinde daha belirgin bir biçimde yer alırken, açık politika güden ülkelerde aile politikasını kendi sınırları içinde bir tür politika olarak tanımlama eğilimi görülmektedir. Aile politikasının "kendine özgü" ya da "bir başka politikanın parçası" olarak algılanması, değer sorunlarına olduğu kadar diğer ülkelerle olan ideolojik farklılıklara da bağlıdır. Parti ideolojisi ile aile politikası arasındaki ilişkiye bağlı olarak, bazı ülkelerde hükümet değişiklikleriyle birlikte (yani farklı siyasî partilerin iktidara gelmesiyle) aile politikalarında dramatik değişiklikler olmaktadır. Ancak, bu değişikliklerin, alınan önlemlerin özünden ziyade, kanun ve yönetmeliklerin ifade tarzında yani önlemlerin sunulmasında daha şiddetli ve kesin biçimde yer aldığını belirtmek gere-

kir. Yine de, bu politika ister "aile", ister "refah" adı altında sunulmuş olsun açık ya da kapalı aile politikasının en can alıcı bir bölümünü oluşturan belirli bir değerler sistemine destek veren gayri-maddî bir unsuru ifade eder. Hâlen hiçbir Avrupa ülkesinin açık bir nüfus politikası yoktur. Almanya gibi ülkeler bu tür bir politikayı açıkça reddediyorlar. Hollanda gibi bazı ülkelerde ise nüfusu politikasına ait bazı unsurlar görülebiliyor. Ama Fransa gibi, doğurganlık oranını arttırmak biçiminde nüfus politikası hedefini güdenler, bunu aile politikası çerçevesinde yürütüyorlar. Bütün ülkelerde ortak olan belirleyici unsur, gerek aile gerek nüfus politikası konusunda belirgin bir isteksizliktir. Bunun, açık aile politikası güden Fransa'ya ait raporun başlığında yer almış olması bile bir paradoks sayılmaz. Bu isteksizlik, Nazi Almanyası ve benzer sağcı rejimlerin yönetiminde güçlü ve açık bir aile politikasının kurulduğu ve nicelikli olmaktan çok nitelikli (ırkçı) bir nüfus politikasının uygulandığı iki dünya savaşı arasındaki dönemde olduğu gibi tarihî sebeplere dayanıyor. Ülkelerin raporlarında da yansıdığı biçimde, bu dönemin anıları bütün Avrupa Topluluğu ülkelerinde hâlâ canlılığını korumaktadır. Bu yüzden, belirli bir aile yapısının baskın olduğu tiplerden ziyade fırsat eşitliğinin sağlanması esasına dayalı yeni aile ve nüfus politikalarının ortaya konulmakta olduğunu görmek şaşırtıcı değildir. Aslında, çoğu ülkelerdeki aile politikaları, ailenin yapılanması konusunda tarafsız kalmak iddiasındadır. Hatta, tek ebeveynli aileler gibi ekonomik baskılara karşı daha hassas olan özel aile oluşumları gittikçe artan biçimde dikkatleri üzerinde toplamaktadır.

Avrupa'da Aile Politikası Konusunda Alınan Önlemler Aile politikası ile ilgili önlemler genellikle üç kategoriye ayrılır: -Güçlendirme politikaları olarak adlandırılabilecek olan ve aileyi sürekli gelir sahibi yapacak ekonomik önlemler. Bu politika, gelir sağlamanın yanında iş bulma (istihdam) politikalarını da içerir. -ikinci grup önlemler, eğitim ve danışma hizmetleri gibi, aile hayatını geliştirmeye ve rahatlatmaya yönelik hizmetleri kapsar.


-Üçüncü gurup, ailenin yerini tutacak veya onun yerini alabilecek önlemler olarak adlandırılabilecek olan ve aile bireylerinin ayrı ayrı ya da part-time olarak yaptığı işleri devralacak hizmetler ve aile dışı kurumlan öngören önlemlerden ibarettir.

Güçlendirme Politikaları Bütün Avrupa ülkelerinde hâmile kadınların, hâmile olmaları nedeniyle işlerine son verilmesini önlemek konusunda koruma altına alınması sağlanmıştır. Bu hususta, nispeten geç kalmış sayılabilecek olan Yunanistan'da da bu önlemler 1984'te getirilmiş bulunuyor. Çoğu ülkelerde, doğum öncesi ve sonrasında ana veya babaya izin verilmesi konusunda bir takım önlemler alınmaktadır. Belçika, Büyük Britanya, Almanya ve Lüksemburg'da annelere izin hakkı vardır. Danimarka ve Yunanistan'da ana-babanın her ikisi de izin alabilmektedir. Bu iznin süresi, önemli ölçüde değişiklikler göstermekte ve sürelerin uzatılması yönünde olumlu eğilimler gözlenmektedir. Almanya'da anne için izin süresi 6 aydır. Danimarka'da da 6 aylık bir süre tanınmış ise de bir değişiklik yapılarak bu süre anne için 14 hafta, buna ek olarak kocası için de 10 hafta olarak belirlenmiştir. Üçüncü bir önlem de, çocukların eğitilmesi amacıyla uzun süreli, çocuğun hastalanması gibi olaylarda da kısa süreli olmak üzere ailevî sebeplere dayanan izin hakkıdır. Bu önlemlerin temel özelliği, izinden sonra işe alınmanın güvence altına alınmış olmasıdır. Aslında, bu önlemler, ana-babanın geçici olarak işten ayrılabilmeleri imkânını kapsamaktadır. Buna benzer önlemler, eğitim amaçlı izin biçiminde Fransa'da ve Almanya'nın bazı bölgelerinde mevcut olup Almanya'da 1990'dan itibaren 18 aya çıkabilecektir. Belçika'da ailevî sebepler de dahil çeşitli gerekçelerle, ebeveynden bilisinin mesleğine 5 yıla kadar ara verebileceği hususunda önlemler alınmıştır. Genel olarak, bu konuda iki sınırlama getirilmiştir. Bu önlemlerin çoğu sadece devlete ait kurumlarda uygulanmaktadır. Ancak, çoğu hallerde devlet kurumlarında pilot proje olarak uygulanmakta ve müteakiben ana-babanın gelir durumuna bağlı olarak özel sektör alanında da uygulamaya geçilmektedir. Almanya'da uygulanan eğitim amaçlı izin, ailenin gelir durumuna bağlı olmasına

rağmen hem kamu sektörünü hem de özel sektörü kapsamaktadır. Bazı ülkelerde iş ve aile sorunu, aile politikasının en önemli sorunu olarak kabul edilmekte ve aile ile iş arasındaki ilişkiler iki bakımdan bir sorunsal oluşturmaktadır: a) Karı-kocanın rolleri paylaşması düşüncesine karşı olarak işlerin karı-koca arasında bölüştürülme si, b) Aileye karşı işe zaman ayrılması, yani dışa rıda bir işte çalışma durumunun aksine, evde yapıla cak işe ayrılacak zaman ile bu işlerin uyuşmaması mesaî vakitlerinde esneklik sağlanması sorunu ya da part-time çalışabilme imkânı bu durumda tehlikede demektir. Bu iki unsurun karşılıklı olarak birbiriyle ilişkili olduğunu belirtmek gerekir. 1988 yılında an nelerin evde oturarak çocuklarına bakabilmesi ve eğitilebilmesi hakkının tanındığı Lüksemburg dışın da, diğer bütün önlemler bunun tam tersi etkiyi ya pacak hedefleri amaçlıyor: a) Karı-koca arasında daha simetrik bir görev dağılımı, b) Evdeki işleri yüklenmede karı-kocanın üstlendiği ikili rolün doğurduğu gerilimin azaltılması.

Vergilendirme Bütün Avrupa Topluluğu ülkelerinde ailelerin ödediği vergileri hafifletici bazı usuller vardır. Vergi indirimleri Italya'daki gibi sembolik olmasına karşın, bir tür "bölümlere ayırma" sisteminin uygulandığı Almanya'daki gibi köklü olabilmektedir. Hepsinde ortak olan bir nitelik kaynak aktarma sisteminin gerçekten çok karmaşık olmasıdır, indirimden faydalananlar ikiye ayrılır: a) Çocuk sayısına göre vergi indirimi, b) Çalışmayan eş için vergi indirimi (genellikle kadın için). Bu bakımdan Hollanda'nın raporu, hükümeti, ev kadınlığı müessesesini koruyucu bir tutum içine girmekle itham etmektedir. Fransa gibi bazı ülkelerde, ayrılan kaynakların sadece ailenin kazancının daha büyük bölümünü ayırabilmesini değil, aynı zamanda aile için bir tür ek gelir sağlamayı da amaçlamaktadır. Bu ek yardımların ailenin gelir kaynaklarıyla bağlantılı olduğunu belirtmeye gerek yoktur.


Sosyal Güvenlik Bütün Avrupa Topluluğu ülkelerinde çocukları destekleyici önlemler alınmış bulunmaktadır. Bu ülkelerin çoğunda, destekleme programlan çocuk yardımı biçiminde yürütülmekte ve sosyal güvenlik sistemi kapsamına girmektedir. Bu yardımlar çocukların yaşına ve sırasına göre artmaktadır. Bütün ülkelerde, çocuk yardımı sosyal güvenlik kapsamında olmasa da vergiden muaftır. Yine çoğu ülkede, çocuk yardımları ailenin gelir düzeyine bağlı değildir. Bunun tek istisnası, yardımın pek cüz'i olduğu ve gelir düzeyine bağlandığı italya'dır. Pek az ülkede ise, tek ebeveynli ailelere mahsus olmak üzere özel çocuk yardımları ödenmektedir. Bütün ülkeler, çocuk yardımlarının yanında, ayrıca doğum yardımı da ödemektedir. Fransa ve Lüksemburg gibi bazıları ayrıca çocuğun okula başlaması dolayısıyla bir miktar yardım yapmaktadır. Seksenli yılların başında çocuk yardımlarına daha fazla sınırlamalar getirildiğini, ikinci yansından sonra ise yardım çarkının tersine döndüğünü ve yardım planlarının daha cömert biçimde düzenlendiğini kaydetmek gerekiyor. Bu durum 1987'de Danimarka ve 1986'da Almanya için geçerli olup 1990'da tam olarak uygulamaya konulmuş olacaktır. Hollanda'da da benzer bir eğilim gözlenmektedir. Çocuğu dünyaya getiren anneye ek emeklilik olanaklarının sağlandığı tek ülke Almanya'dır. Bu önlemlerin, aile mi yoksa nüfus politikası içinde mi mütala edileceği tartışılabilir. Bütün ülkelerde aile yardım lan, çocukların refahını arttırıcı önlemler olarak ve/veya sosyal eşitliğe katkıda bulunmak amacıyla yapılmaktadır. Bu önlemler, doğumu özendirici önlemler olarak savunulmamaktadır. Bu konudaki siyasî literatür, nasıl aile lehinde ifadeler taşıyorsa, aile yardımlarının doğumu özendirici sonuçlar doğurmayacak ölçüde ufak olduğunu belirten ulusal raporlar da öyledir.

Sosyal Yardım Çoğu Avrupa Topluluğu ülkesinde sosyal yardım programları aile yapısındaki ve aynı zamanda ailenin kurumlaşmasındaki değişiklikler ile yüz yüzedir. Biçimsel yapı konusunda raporların çoğu tek ebeveynli ailelerin ekonomik bakımdan hassas ve

nâzik oluşuna dikkati çekmekte ve bu olayla kamu yardımları programı -arasında bağlantı kurmaktadırlar. Her ne kadar tek ebeveynli ailelerin ekonomik duyarlılığını çok büyütmemek gerekiyorsa da, zaman içinde bu eşlerin tekrar bir araya gelebilmeleri aşaması hesaba katıldığında, bunların sosyal yardım kurumlarında hak ettiklerinden fazla temsil edildikleri görülüyor. Belçika'da yapılan deneysel bir çalışma, yardımı hak edenlerin % 50'yi bulmasına karşın tek ebeveynli ailelerin sadece % 2'sinin kamu yardımlarıyla geçindiklerini gösteriyor. Kamu yardımı programları, bütün aile bireylerinin yararını düşünmekten çok aile yapısını gözönüne almaktadır. Belçika'ya ait raporda anneye ödenmesi garanti edilen gelirin, çocukları için almakta olduğu yardım miktarı kadar düşürüldüğü belirtiliyor. Burada çocuk yardımı, çocukların ekonomik düzeyini yükseltmeye katkıda bulunan bir destek olarak değil, kadının geçinme ve bakım faaliyetleri için sağlanan bir yardım biçiminde tanımlanıyor. Raporların büyük bir bölümü, kamu yardımlarını, aile politikasının bir unsuru olarak görmüyor. Bu da, bilimsel araştırmalar gibi siyasî programların da, refah sisteminden çok vergi ve sosyal güvenlik sistemine ağırlık verdiğinin bir göstergesi olabilir. Sonuç olarak, aile politikasının hedef aldığı halk toplulukları, muhtaç durumda olan ailelerden çok, toplumun orta tabakasını oluşturan ya da toplumda marjinal gurup olarak adlandırılan aileleri kapsıyor.

Gayri-maddî Refah Politikası Gayri-maddî refah politikasının çatısı altında, yukarıda belirtildiği üzere, iki ayrı tip politika yer alır: Birisi koruyucu yani part-time, diğeri tedavi edici yani ailedeki hizmetleri kısmen karşılayan politikalar.

Aile Hayatı ile İlgili Eğitim Çoğu ülkelerde, gebeliği önleyici yöntemlerin kullanılması ile ilgili bilgilendirme kampanyaları aile politikası çerçevesi içinde devlet tarafından üstlenilmiştir. Maddî amaçlı olmayan aile politikasının bütünlüğü gereği, hükümetler bu görevleri özel kurumlar arasında bölüştürme eğilimindedirler. Çoğulcu toplumlara özgü olan bu duruma göre, hükümetler


maddî yardımların bu toplumda yardımı hak ve talep eden kişilere dağıtılmasından yanadırlar. Belçika, Lüksemburg ve irlanda dışındaki bütün Avrupa Topluluğu ülkelerinde az veya çok sınırlı olmakla birlikte belirli şartlar altında kürtaja izin veren kanunlar yürürlüktedir, Bu önlemlerin, (aile politikası, aile planlaması doğrultusunda uygulandığı sürece) aile politikasıyla ilişkili olduğu kabul edilebilir, Bu, "La Famille heureuse" ya da "istenilen çocuk mutlu çocuktur" adı altında hizmet veren veya kampanyalar yürüten kuruluşların beyan ve ifadelerinde bile gözlenebilir. Hizmetler ve eğitsel programlar, altmışlı ve yetmişli yıllarda, seksenli yıllara göre daha göze çarpan bir biçimde yürütülüyordu. Ne var ki, Yunanistan gibi bazı ülkelerde seksenli yıllara kadar tam anlamıyla işlemiyordu. Aile danışmanlığı hizmetlerinin henüz gelişme aşamasında olduğu Portekiz ve Yunanistan dışındaki diğer A.T. ülkelerinde aile danışmanlığı ve rehberlik hizmetleri iyi organize edilmiş ve geliştirilmiştir. Çoğu ülkelerde, bu hizmetler aile politikasının unsurları olarak algılanıyor. Yine de, Hollanda gibi bazı ülkelerde, aileyle ilişkili olmayan ve genel psikolojik ve tedavi edici hizmetlerle bütünleştirildiği, öte yandan Belçika'nın Flanders bölgesinde bu hizmetlerin genel sosyal refah sistemi içinde mütalaa edilmesi eğilimi göze çarpıyor.

Ailenin Yerini Alacak Hizmet ve Kurumlar İrlanda dışındaki bütün ülkelerde çocukların gündüz bakımı için bir sistem geliştirilmiştir. Bütün ülkelerin raporları, özellikle ana-babanın ihtiyaçlarını gidermek bakımından gerek nicelik gerek nitelik olarak talepleri karşılamaktan uzaktır. Nitelik yönünden Danimarka'nın raporu tehlikeli sağlık şartlarına işaret etmektedir. Diğer birçok ülkelerin raporlarında da kurumsal sorunlardan söz edilmiştir. Kreşlerin yanında, A.T. ülkelerinde kreşlerden tutunuz, ev işi esasına dayalı özel aile bakım tesislerine kadar geniş bir gündüz bakım şebekesi geliştirilmektedir. Ülkelerin çoğunda, aileye bakmakla görevli ev kadınının geçici olarak evden ayrılması durumunda onun yerini tutacak aile yardımı sistemi geliştirilmiş-

tir. Çoğu ülkede bu tür hizmetler yavaş yavaş uygulamaya konulmakta, ancak bu hizmetler, küçük çocuklu ailelerden ziyade yaşlılardan oluşan aileler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Aile hizmetleriyle ilgili önlemlerin hızla gelişmesinin ve yaygınlaşmasının aksine (son yıllarda malî güçlükler dolayısıyla kısıntıya gidilmesine rağmen) nüfus politikasıyla ilgili herhangi bir önlem veya girişim hemen hemen yok gibidir ve olduğu durumlarda da aile politikası çerçevesi içinde algılanmakta ve yapılandırılmaktadır.

Aile Politikası ile Rakip Politika Alanları Arasındaki Çakışmalar ve İhtilaflar Aile politikası, hükümetlerin dikkatinin kendileri üzeninde yoğunlaşmasını ve kıt kaynakların yeniden dağılımını isteyen diğer çıkar gruplarıyla amaçları bakımından çakışmakta ve potansiyel olarak aralarında ihtilaflar bulunmaktadır. Bu sorun ile başa çıkabilmenin iki yolundan birisi a) Resmî beyan ve yayınlar; diğeri de b) Girişilen işlem ve faaliyetler düzeyinde olabilir. Resmî beyan ve yayınlar konusunda birçok değişik mücadele stratejileri geliştirilebilir. Bunlardan biri sorunun çözümüne niyetli ve taraftar olmadığı halde öyle görünmektir. Çeşitli olaylar vesilesiyle girişilecek işlem ve faaliyetlere gelince raporlai" birbirleriyle çatışan amaçlara aynı anda ve birlikte ulaşılmak istendiğini, ancak ortak belirleyici faktörün, çoğunlukla uygulanan stratejileriyle bunları uzaklaştırmak olduğunu belirtiyorlar. A.T. ülkelerinde birbiriyle çakışan ve rekabet eden üç alan ortaya çıkmaktadır: a) Nüfus politikası, b) Kadınlara daha fazla hak ve özgürlük tanınması, c) Sosyal refah politikası.

Nüfus Politikası Raporların birçoğu, açık bir nüfus politikası bulunmadığına göre, çatışmaya da pek fazla yer olmadığını belirtiyorlar. Yine de, aynı raporların bazıları, nüfus politikası ile aile politikasının karşılıklı olarak birbirleri yararına işlev yaptığını gösteriyor. Daha ayrıntılı biçimde ifade edersek, maddî olarak nitelendirilen aile politikası, ailelere ekonomik destek vermekle, sosyal güvenlik yardımı sağlayan ve yaygın-


laştıran nüfus politikası ile elbette çakışacaktır. Bunun aksine, gebeliği önleme ile ilgili bilgilendirme konusuna ağırlık veren gayrimaddî aile politikası da nüfus politikası perskpektifi içinde kuşkusuz yer alamaz ve doğumu özendirici amaçlara ters düşer. Raporların bazılarında açıklandığı gibi, kürtaj sorunu ahlâkî bir sorun olarak ele alınmış ancak henüz nüfus sorunları açısından tartışılmamıştır. Aile politikası konusunda alınacak önlemlerin maddî olmayan araç ve gereçlerle işletilebileceği düşünülebilir. Zira aile politikası, niceliğe değil niteliğe önem veren bir nüfus politikasına dayanır. Ne var ki, A.T. ülkelerinin hiçbiri siyasî beyan ve yayınlarda bile niteliğe önem veren bir nüfus politikası izlememiştir. Niteliği ön plana alan bu politikayla ilgili olarak gözlenebilen tek unsur, genellikle sağcı fraksiyonlar olarak adlandırılan guruplar tarafından, göç eden nüfus içindeki bazı guruplardaki farklı doğum oranına işaret edilerek ileri sürülen bir takım endişelerden ibarettir. Resmî hükümet politikası bu gibi tepkileri ırkçılık ya da yabancı düşmanlığı diye nitelendirmek suretiyle böyle eğilimleri etkisiz hâle getirmeye çalışmaktır. Yüksek teknolojinin uygulanmasıyla doğurganlık alanında bilgi ve ehliyetin gittikçe artması, üstün nitelikli bebeklerin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Şimdiye kadar kaydedilen demografik sonuçlar önemsenecek ölçüde değildir ve çocuğa bakacak bir anne bulmak gibi teknik içerikli olmayan olgular nüfus problemi yönünden algılanmamakta, ancak ümitsiz hastayı acı çekmemesi için öldürmek olayında olduğu gibi bir çeşit biyolojik-ahlakî sorun olarak görülmektedir.

Kadınlara Özgürlük Politikası Aile politikasıyla özgürlük politikası arasındaki ilişki, aile politikasıyla nüfus politikası arasındaki ilişkinin tersi bir durumu yansıtıyor, ikinci tür ilişkide, maddî unsurlar içermeyen aile politikası uyumsuz bir politika olarak algılandığı halde, birinci ilişkide ters düşen ya da uyumsuz olan politika, ekonomik politika olmaktadır. Uyumsuzluk gösteren özellik ve nitelikler bir aynadaki görüntüler gibidir. Aileye verilen maddî destek ve yardımlar, kadını mutfağa ve çocuklara bağlamak suretiyle onu eve hapsetmek biçiminde tanımlanmaktadır. Doğum kontrolü

konusunda verilen bilgiler gibi maddî olmayan destek ve hizmetler ise kadınların özerkliğini etkileyen sonuçlar doğuracak nitelikte algılanıyor. Hemen hemen bütün ülkelerde (Lüksemburg hariç) aile politikası çatısı altında alınan en son önlemler her iki amaca, yani özerklik tanıma ve aileye intibak sağlama amaçlarına birlikte hizmet eden önlemler olarak nitelendirilebilir. Bu durumda, hiç değilse siyasî beyan ve yayınlarda, iş ile ev ve çocuk bakımı rolleri birleştirilmiş oluyor. Aynı eğilim, "analık" teriminin yerini yavaş yavaş annenin yanında babanın rolünün de yer aldığı, daha doğrusu rollerin değişebileceğini gösteren "ana-babalık" teriminin almasıyla siyasî ifade ve beyanlara da yansıyor. Aslında, çoğu durumlarda bir tür uzlaşmaya varıldığı görülüyor. Meselâ Belçika raporunda ana-babaya verilen izin hakkının, "işe ara verme" konusundaki toplu programda yer almadığı sürece, siyasî bakımdan mümkün olmadığı belirtiliyor. Hatta bu eğilim tek sesli olmadığı gibi bu konudaki gelişmeler de tek yönlü olarak nitelendirilemez. Birçok A.T. ülkesinde bazı kadın gurupları evdeki bakım işlerinin toplum tarafından değerli sayılmasını ve sonuç olarak kendilerine sosyal güvenlik alanında emeklilik, vergilendirmede ve diğer maddî yardımlarda bazı haklar tanınmasını talep etmektedirler. Lüksemburg dışında bu konuda henüz siyasî önlemler alınmış değildir. Ancak, Avrupa Konseyi'nde de ifade edildiği gibi ev işlerinin ekonomik değerinin kabul edilmesi yönünde genel bir eğilim vardır.

Sosyal Refah Politikası Burada iki unsur tehlikeye maruzdur: a) Gelirin ya da aile politikasına temel teşkil eden imkân ve fırsatların düşey dağılımına karşı ya tay dağılım düşüncesi, b) Küçük yaştaki çocuklara, hasta ve özürlü ki şilere verilen (aile bireyleri olarak) bakım ve hizmet lerin başlıca kaynağı olan ailenin yeniden tanımlan ması konusundaki artan eğilim ya da Hollanda rapo runda yer aldığı şekilde, bu görevlerin refah devle tinden alınıp bakım sağlayacak olan topluma veril mesi eğilimi. Yukarıda da belirtildiği gibi, yetmişli yıllarda ve seksenli yılların başında aile politikası ile ilgili


İ

önlemlerin gittikçe artan biçimde aile gelirine bağlı kılınması eğilimi gözlenebilmektedir. Bu alanda, çok çeşitli düzenlemeler uygulamaya konulmaktadır. Bunlar, gelire bağlı olarak yardımı hak edenlere uygulanan değişken basamaklı yardım programlarına kadar uzanıyor. Hatta, burada iki husustan söz etmek gerekiyor: a) Çoğu ülkelerde yardımlar henüz ailenin gelir durumuna göre dağıtılmamakta, b) Çok yakın geçmişte kişilerin yardıma muhtaç olup olmadığını belirlemek için yapılan anket ve testlerin yürürlükten kaldırılması konusunda bazı düzeltmeler yapıldığı gözlenebilmektedir. Tehlikeye maruz bulunan büyük sorun yalnızca bunalım dönemlerinde uygulanan programların artan maliyeti değil, sosyal güvenlik, vergilendirme ve hizmetlerde tanınan hakların ve yapılan yardımların birey esasına göre belirlenip belirlenemeyeceği ya da bireysel haklar olarak algılanıp algılanamayacağı yahut bu hak ve yardımların aile (hâne) durumuna göre yapılması ya da en azından buna göre tadilâta tâbi tutulup tutulmayacağı meselesine dayanan gerçekten büyük ve önemli bir sorundur. Bu sorun, sadece bir sosyal adalet sorunu değil, burada söz konusu olan tarafların yükünü taşıma sorunudur. Son on yılda, özellikle seksenli yılların ikinci yarısında engelli, yaşlı ve hasta kişilerin bakımı alanında, ev içinde yapılacak bakıma aşın harcamalar yapmak yerine bu alanda destek sağlayan bakım şebekelerine daha fazla önem vermek yönünde eğilimler gözlenmektedir. Akrabalık ilişkileri ve hâne yapılan, daha doğrusu aileler, bakım sağlayan unsurlar olarak yeniden değerlendirilmekte ve bir dereceye kadar bu eğilimleri teşvik eden planlı ve ciddî politikaların konusu olmaktadır. Aile içinde kadın, bakım görevinde münhasıran olmasa bile tabiî olarak en büyük payı üstlenen kişi olarak farz ve kabul edildiğine göre, özellikle feminist gruplardan ve simetrik aile kurumunu savunanlardan, bu eğilimin kadınlara daha fazla hak ve özgürlük tanınması alanında olumsuz ve ters sonuçlar doğuracağı yolunda kaygılar yükseliyor. Bu yüzden, birçok A.T. ülkesinde, hükümetin gerekli değerlendirmeleri yapmak, sosyal güvenlik haklan tanımak, maddî yardımlarda bulunmak ve başka uygun önlemler almak suretiyle bu görevlerin değerini kabul etmesi yolunda taleplerde bu-

lunulmaktadır. Her ne kadar bazı ülkelerde ilgi gurupları tarafından ayrıntılı planlar geliştirilmişse de, ülke raporlarının hiçbiri kendi ülkelerince herhangi bir önlem alındığından söz etmemektedir.

Aile Politikasının Organizasyonu Aile politikasının üç ayrı türde kurumlaştırıldığı görülmektedir: a) Fransa, Almanya, Belçika gibi bazı ülkelerde aile işlerinden sorumlu bakanlar vardır ve bakanların görevleri arasında aile sözü açıkça belirtilmiştir. Ancak, birçok bakımdan, meselâ bu bakanlığın sağlık, gençlik, kadın v.s. gibi diğer sorumlulukları da aile işleri ile birleştirip birleştiremeyeceği gibi konularda farklılıklar görülüyor. Bir diğer tedricî değişiklikde bu yetkililerin kabine üyesi kişiler mi yoksa bakan yardımcısı ya da müsteşar gibi daha alt düzeyde kişiler mi olacağı noktasında ortaya çıkıyor, b) Aile kelimesinin bakanların görevleri ve unvanları arasında yer almadığı Hollanda ve Portekiz gibi ülkelerde belirli bir bakanın başkanlığında bir genel müdürlüğe bağlı bir şube veya alt şube aile işlerinden sorumludur ve bu genel müdürlüğün adında aile kelimesi yer alır. c) B. Britanya ve Danimarka gibi, aile işlerinden herhangi bir bakanlık ya da genel müdürlüğün görevli ve sorumlu olmadığı ülkeler de vardır. Özetlersek, bazı ülkelerde aile politikası belirli bakanların ya da bir hükümet mekanizmasının sorumlu olduğu bir ilgi alanı olarak kabul edilmekledir. Öteki ülkelerde ise aile adının yer aldığı sadece bir bürokratik mekanizma vardır. Üçüncü gurupta ise ne siyasî otoritenin ne de bürokratik bir mekanizmanın açıkça böyle bir görev aldığı belirtilmemiştir. Her ne kadar böyle farklılıklar gösteren topografya değişik konumları ve görüşleri yansıtmakta ve ilgili ülkelerde aile politikasına aynı derecede önem verilmediği gerçeğini göstermekte ise de, yine de bu konuda Avrupa ülkeleri arasındaki eşitsizliğin göründüğü kadar dramatik olmadığı anlaşılıyor. Aslında, ülkelerin hiçbirinde hatta aile işleriyle görevli tam yetkili bakanların bulunduğu ülkelerde bile, aile politikası konusundaki hak ve yetkiler tek bir yetkili veya dairenin yönetimi altında değildir. Bütün ülkelerde, aile politikasının hayatî bölümleri değişik yönetim birimleri arasında dağıtılmıştır. Böylece, vergi


indirimleri maliye, aile yardımları (Almanya hariç) sosyal güvenlik, iş hayatı ile ilgili önlemler de çalışma genel müdürlüğünün yetkisi altındadır. Aileden sorumlu yönetimler, yetkilerinin bu raporda maddî olmayan aile politikasıyla sınırlandığına ve/veya Hollanda'da olduğu gibi kendilerine sadece bir koordinasyon görevi verildiğine inanmaları ihtimali vardır (Hollanda'da bu dönemde aile işleriyle ilgilenen bir bakan vardır.) Maddî olmayan aile politikasının, genellikle özel ya da yarı-özel kuruluşlar arasında alt bölümlere ayrıldığını ve böylelikle aile işlerinden sorumlu bakanların rolünün koordinasyon ya da teşvik görevinden öte bir yönetim görevi olduğunu belirtmek gerekir. Ne var ki, başka gurupların da çalışmalarını yürütebileceği genel bir çerçeve plan meydana getirilebilir. Bu görevin diğer kabine üyeleri tarafından yürütüldüğü ülkelerde, meselâ Portekiz'deki şimdiki hükümette çalışma ve sosyal güvenlikten sorumlu bakanın durumu böyledir. Açık aile politikası güden ülkelerde hükümetler Aile Yüksek Danışma Konseyleri adı altında aile politikası konusunda danışma organları kurmuşlardır. Bu konseyler, Belçika, Fransa ve Hollanda'da olduğu gibi "aile kurumlan"nın temsilcilerinden oluşur. Almanya ve Portekiz'de ise daha bilimsel doğrultuda olup aile sorunlarıyla ilgilenen bilim adamlarından meydana gelir. Çoğu ülkede hükümetler, aile alanında hükümete bağlı enstitüler kurmuşlardır. Bu bilimsel kuruluşlar, demografi ve nüfus sorunları üzerinde çalışan enstitülerden ayrılabilir ya da onlarla birleştirilebilir. Ayrıca, sürekli olan bu organlara ilâveten, son on yıllık süıeler içinde birçok ülkede hükümetler aile politikası konusunda teklif ve tasanlar hazırlayacak geçici komisyonlar kurmuşlardır. Bu önerilerin uygulanması konusunda birbiriyle çelişen belirtiler vardır. Lüksemburg raporu, komisyon raporunun, aile politikasında basmakalıp önlemler ihtiva etmesine rağmen, hükümetin herhangi bir işlem yapması veya harekete geçmesi sonucunu doğurmadığını açıkça ifade ediyor. Bunun aksine, italya raporu ise, komisyon raporunun, İtalya aile politikasında yapılan toplu ve dramatik değişikliklere temel teşkil ettiğini açıklıyor. Ülke çapında genel politika tiplerine göre, aile politikası Fransa'da olduğu gibi,son derece merkezi-

yetçi bir nitelik kazanma eğilimi gösteriyor, ya da mahalli yönetimlerin yetkisine bırakıldığı Belçika'daki gibi adem-i merkeziyetçidir. Aile politikası yalnızca ülkenin siyasî yapısına göre farklılıklar göstermez, aynı zamanda ulusal ya da federal, merkezî hükümet ya da yerel yönetim gibi çeşitli düzeylerdeki karar ve icra güçlerine dayandırılabilir. Hemen hemen bütün ülkelerde, çeşitli düzeylerde alınan politika önlemlerinin, bir kurumun ya da organın yerine, bir başkasını koyan (ikameci) olmaktan çok, destekleyici ve tamamlayıcı biçimde olduğu görülüyor. Fransa ve Belçika gibi pek az ülkede, aile sendikası olarak nitelendirilebilecek güçlü aile kuruluşları vardır. Almanya gibi ülkelerde aile kuruluşları kilise ile ilişkilidir ve mezheplerle bağlantılı olma eğilimi göstermektedir. Britanya gibi ülkelerde ise bu tür kuruluşlar yoktur. Ancak bütün ülkelerde aileyle ilişkili olan ve profesyonel olarak nitelendirilebilecek kuruluşlar varsa da bunlar aile politikasını pek etkileyemezler. Aile kuruluşlarının olduğu kadar hükümetler tarafından kurulan ve hükümetlerde temsil edilme ihtimâli olan danışma organlarının asıl gücü hükümet faaliyetleri için fikir ve öneri üretmektir. Bu fikirlerin gerçekten uygulanması işçi sendikalarının, işveren ve çiftçi sendikaları gibi benzer kuruluşların olduğu kadar, siyasî partilerin de desteğine ve kabulüne bağlıdır. Siyasal iktidara gelince, aile kuruluşlarının sosyal bakımdan denk kuruluşlar olarak sayılmaması ve aile politikası ile ilgili sorunlar üzerinde anlaşmaya varılan ilgili sosyo-ekonomik konseyler gibi karar ve pazarlık yetkisi bulunan organlarda temsil edilmesi yönünde eğilimler vardır.

Aile Politikasının İşlerliği ve Etkileri Aile politikasının, demografik yönden ve doğumu özendirici niteliği bakımından etkilerine gelince, bunun sonuçlarının semereli olduğu söylenemez. Raporlar da sonuçların ne olumlu ne de olumsuz nitelikte olduğunu ifade ediyorlar. Ailenin refahı konusuna gelince, araştırma sonucunda elde edilen bulgu ve kanıtlar sadece bazı ülkelerle sınırlı olup toplumun orta düzeydeki guruplarının gerek nakdî gerek aynî bakımdan toplumun marjinal guruplarına nazaran daha fazla yararlandıklarını gösteren sonuçlar ise oldukça elverişlidir.


Aile Politikasında Son Eğilimler Aile politikasındaki son gelişmeler ve potansiyel gelişmeleri teşvik edici proje ve planlar ulusal raporlarda ortaya konulan gözlemlerden çıkarılabilir. Burada iki yaklaşım görülüyor: Birisi gözlenen tarihî eğilimlerden yararlanmaktan ibaret olan yaklaşım, diğeri de sosyal değişimleri gösteren ve siyasî önlemlerde değişiklikler yapılmasını yani, değişen durumlara yeterince ayak uydurabilmek için alternatif çareler bulunmasını isteyen, gerçek gelişmelere dayanan yaklaşım. Bazı ülkelerde, raporları hazırlayan yazarlar birbiri ardından takip edilen değişik aile politikası biçimlerini karakterize eden çeşitli aşamalar belirtiyorlar. Dumon, bu farklı aşamaların, birbirinin yerini alan politikaları temsil etmediğini, daha ziyade birbirlerini tamamlayan politika tabakaları olarak nitelendirilebileceğini iddia ediyor. Raporda ortaya konulan kanıtlar, her iki eğilimin gözlenebildiğini gösteriyor: Rol ve görevlerin yavaş yavaş yer değiştirmesi yanında aynı zamanda destekleme ve tamamlama yani yenilenme. Çoğu ülkelerde seksenli yıllardaki refah politikasında kısmî ve sektörel bir bütünleşmeye doğru biı değişiklik gözlenebiliyor. Ancak aile politikasının çoğu özelliğinin, bu konuda alınan önlemlerin ve aynı zamanda aile politikası için kullanılan bir takım alet ve vasıtaların refah politikası olarak nitelendirilmesi hayli zordur. Bunun bir göstergesi, aile gelirine bağlı olmaması ve dolayısıyla da düşey gelir dağılımından çok yatay dağılım sistemine ait oluşudur. Ayrıca, raporların çoğu ıslah edici olarak nitelendirilen belirli bir eğilimden söz ediyorlar. Bu da, ailenin, bir kategori olarak, yeniden ele alınması ya da politika üretmenin bir objesi veya süjesi olarak yeniden önem kazanmasıdır. Raporların çoğunluğu, değişen demografik durumlar hakkında olduğu kadar, değişen aile modelleri ve işlevleri konusunda da gerçek ve geçerli bilgiler veriyor. Değişen demografik durumlar konusunda üç unsurun üzerinde duruluyor: a) İrlanda hariç bütün A.T, ülkelerinde doğum oranının, nüfusun yenilenme düzeyinin altına düşmesi, b) Yalnızca doğum oranının düşmesi nedeniyle değil, yaşlanma yani ortalama ömrün uzaması nedeniyle de nüfus yapısının değişmesi.

c) Üçüncü faktör de, birçok raporda belirtildiği üzere, göç olayıdır. Aile modelleri konusunda, kanıtlanan olaylar arasında: a) Evlilik dışı çocukların sayısının gittikçe artması ve tüm doğumların % 25'i gibi azımsanamayacak bölümünü oluşturması, b) Tek ebeveynli ailelere daha fazla önem verilmesine ve çok sayıda çocuğun en azından hayatlarının bir bölümünü başka ailelerin yanında geçirmesine neden olan yüksek boşanma oranları, c) Ömrün uzaması ve başka nedenlerle tek kişilik hanelerin sayısının artması. Aile yapısının değişmesi yanında çoğu raporda, bakım görevi yapmak gibi ailenin işlevlerine olan ilginin yeniden arttığı vurgulanıyor. Raporların olgulara dayalı bilgiler sağladığı şeklindeki gerçek, yazarların aile politikalarını pek düşünmeden olduğu gibi kabul etmelerinin, rasyonel bir hareket olduğu ve bu hareket sayesinde politika üretenlerin aktüel durumlara tepki gösterebildiklerini ifade ediyor. Her ne kadar bu sorun açık-seçik ifade edilmemiş olan bu duruma göre ele alınabilir ve üretilen politikaların çoğunun başka faktörlere atfedilebileceği ileri sürülebilirse de (meselâ sembolik bir anlamı olduğu ve şüphesiz bir de kültürel unsuru bulunduğu gibi) yine de yazarların aile politikasındaki aşamaları iyi belirlemelerinin -değişen yapısal unsurlara uygun olarak- değişen demografik ve aile durumlarına dikkati çektiği bir gerçektir. Değişen demografik durum, özellikle düşmekte olan doğum oranı, politikacıların, aile politikası çatısı altına girmeyen bir tür nüfus politikası geliştirmeleri beklentisine götürebilir. Bilimsel çevrelerde ve nüfus alanında uzman olanlara göre böyle bir politi-kanın gerekliliği hatta verimliliği konusunda çok çeşitli görüşler vardır. Yine de hemen hemen bütün raporlar düşük doğum oranı ile aile politikası alanında alınan önlemlere öncelik ve önem verilmesi arasında olumlu ya da olumsuz bir ilişki bulunduğu konusunda birleşiyorlar. Kadınlara daha fazla hak ve özgürlük verilmesi yönündeki eğilimlere gelince, bu tür önlemlerin uygun ve uygulanabilir olduğu gittikçe kabul görmekte ve özgürlük politikası ile aile politikası arasında bir uzlaşma zemini ortaya çıkarmaktadır. Evlilik dışı çocukların sayısı durmadan arttığından, son zamanlarda alınan önlemler, çocuk zammı


konusundaki ilke ve esasları da dramatik değişiklikler göstermekte ve bu konuda yardıma temel teşkil eden kişi olarak, ağırlık aileden çocuğa kaydırılmaktadır. Danimarka'nın çocuk yardımı politikasında olduğu gibi, bu haktan yararlanmaya hak kazanılmasında temel faktör artık ana-babanın yaptığı iş değil (sosyal güvenlik), çocuğun kendisi ve içinde bulunduğu şartlardır (tek veya iki ebeveynli ailede yaşamak gibi). Yardıma hak kazanacak kişinin ana-baba yerine çocuk olması, ailenin parçalanması, süt annelik veya başka kadının yanına verilmek gibi çocuğa bakan kişilerin değişmesi sorunlarına çözüm getirmekte ve meşruiyet konusunda da bertaraf etmiş olmaktadır. Göç ve göçün demografik sonuçları arasındaki ilişki gittikçe daha fazla A.T. ülkesinde bir sorun olarak kabul edilmektedir. Göçmenlerin bir faktör olarak istatistiklerde olduğu kadar gerçekte de var olan önemi sadece bilimsel çevrelerde değil politik çevrelerde de kabul görmektedir. Doğurganlık sorunu ile göç hareketlerinin sabit nüfusa etki eden faktörler olarak karşıt durumlarda yer alışı bilimsel ve siyasal alanlarda tartışılan bir sorun olmuştur. Nüfus içindeki değişik ırklara göre farklılık gösteren doğum oranı bir başka sorun ortaya çıkarıyor. Ne var ki, eldeki kanıtlar göçmenlerin ülke halkının doğurganlık konusundaki davranışlarına bazı hallerde fazlasıyla uyum gösterdiklerini ortaya koyuyor. İtalya dahil hemen hemen bütün A.T. ülkelerinde etnik azınlıkların gittikçe artan ölçüde göze çarpması, sadece demografik alanda değil aile politikası alanında da önlemler alınmasını gerektiriyor. Refah politikası düzeyinde alman ve göçmenlerin toplumla bütünleşmesini amaçlayan önlemler, çoğu ülkelerde, aile alanında alınan ek önlemlerle, özellikle çocukların vasîlik ve sorumluluk haklan, ülke dışında büyütülen çocuklara yardım edilmesi gibi önlemlerle destekleniyor. Refah devletindeki (haklar ve imkânlar sağlayan devlet) bunalım, imkân ve hizmet sağlayan ve bakım hizmetleri sunan kuruluşlar ağını gayri-resmî yoldan destekleyen programlara hız vermiştir. Bu konuda, aralarında akrabalık bağları bulunan yapılar, yani aileler ve hâne halkları iki yönlü gelişmenin sonuç ve etkilerini yaşıyorlar. Üzerinde önemle duru-

lan ilk husus bakım hizmetlerinin evden alınıp gezici ekiplere ve evde hizmet veren kişilere aktarılmasıdır. Bu değişme, tıbbî bakım alanında olduğu kadar yaşlı ve engellilerin bakımında da gözleniyor. Kadının konumu gibi, aile içindeki kişilerin konumlarından yukarıda söz etmiştik. Aile politikası alanında, bazı ülkelerde ailede verilen hizmetleri desteklemek gibi yeni girişimler yapılmaktadır, ikinci bir unsur da, kişilerin kendi imkânlarına dayanmaları ve kendi kendilerine yardımcı olmaları konusu üzerinde durmaktır. Ayrıca, çok kere tek kişilik aileler oluşturan yaşlı, engelli ve benzeri diğer kişilerin kendi evlerinde oturabilmelerini sağlamak gibi, bu kişilere bir tür özerklik kazandırma yönünde önlemler alınıyor. Her ne kadar Danimarka raporu yaşlıların bakımı işinin Danimarka'nın sosyal hizmetler bağlamında aile politikası kapsamına girmediğini açıkça ifade ediyorsa da, yine de çoğu Avrupa ülkesinde hiç değilse kısmen ve bir ölçüde de olsa bu tür önlemler aile politikasıyla çakışmakta ve bazı hallerde bu politikanın bir bölümünü oluşturmakta ve hatta onun yerini tutmaktadır.

Sonuçlar: -Ulusal aile politikalarındaki gelişmeler birçok bakımlardan büyük ölçüde benzerlik ve uyuşma gösterdiği gibi, bazı hususlarda da birbirine zıt eğilimler ve uyuşmazlıklar ifade etmektedir. Bununla birlikte, demografi ve aile yapılarındaki asıl ve temel değişiklikler de kaydadeğer benzerlikler göstermektedir. Bu durum büyük çapta bilgi değişimini gerektirmekte ve hükümet kuruluşlarında ve hükümet dışındaki teşekküllerde olduğu kadar uluslararası ve toplumlar-üstü düzeylerde de karşılıklı istişare ve danışma ihtiyacını gittikçe arttırmaktadır. -Gerek demografik gerekse aile politikalarının, çoğulcu bir toplumda geniş ölçüde farklılıklar gösteren değerler, normlar ve beklentilerle temelde ilişkili olduğu gerçeği gözönünde bulundurulursa, nüfus ve aile politikalarıyla ilgili sorunların birçoğunun da birbiriyle çelişkili olacağına şüphe yoktur. Bu yüzden, bu alanda girişilecek herhangi bir hareketin, bilimsel yöntemlere dayalı ve toplumun her kesimine ulaşabilecek nitelikte gerçek bulgulara dayandığı taktirde etkili olacağı ve belirginlik kazanacağı açık-


tır. Bu da, gerek ulusal gerekse uluslar-üstü düzeylerde bilgi ve bulguları birbirlerine aktarma araçlarını olduğu kadar, uluslararası ve uluslar-üstü kuruluşlar aıacılığıyla ulusal düzeyde gelişmeleri izleyecek ve elde edilen sonuçları bildirecek sürekli bir sistem bulunmasını da gerektirmektedir. -EEC (AT) bağlamında, nüfus düzeyindeki gelişmelerin ulus ve Avrupa Topluluğu düzeyinde nicelikli ve/veya nitelikli (kalitatif ya da kantitatif) bir aile politikasına gerek olup olmadığı konusunda daha fazla tartışma ve görüşmeler yapılmasını gerektirmektedir. Ailenin gelişmesindeki dramatik değişikliklerin ister açık biçimde ister sosyal güvenlik, sosyal refah veya başka bir düzenleme veya faaliyet alanıyla bütünleştirilmiş biçimde olsun bir tür aile politikası uygulanmasını gerektirdiğine şüphe yoktur. Kişilerin, mal ve sermayenin toplumda serbestçe dolaşımı ve aktarımı, aile politikası açısından alınacak önlemlerle ilgilenen ülkeler arasında işbirliğini, hiç değilse bir uzlaşmayı gerektirmektedir. Ulusal aile kuruluşlarının ve bunların Avrupa Topluluğu

düzeyindeki federasyonlarının (ICOFA gibi) tanınması, hiç değilse bir uzlaşmayı gerektiriyor. -Nüfus ve aile ile ilgili geleneksel olarak belirlenen gelişmeler yanında, tıp, iş, ulaşım ve iletişim alanlarındaki yeniliklerin aile üzerinde büyük, hatta bazı siyasal eylemleri gerektirecek etkileri bulunmaktadır. Bunun bir Örneği eve dayalı işin gelişmesinde görülebilir. Kapsamlı bir aile politikası hiç bir ülkede yoktur. Onun için Topluluk düzeyinde ortaya çıkması da mümkün görünmemektedir. Bununla birlikte, bütün ülkelerde aile kimi siyasal dikkatlerin odak noktası olmaktadır. Çoğu ülke kendilerine bu tür bir politikayı yönetip uygulamada yardımcı olacak spesifik araçlar geliştirmişlerdir. Eğer Avrupa daha gelişmiş bir birliğe doğru yol alacaksa, topluluk düzeyindeki bu tür araçların ortaya konması, sözkonusu hedefe ulaşılmasında bir fonksiyon üstlenecektir. Bunun ötesinde, bu, Avrupa'yı bürokratik bir örgütten öte, yurttaşlarının refahı açısından işlevi bulunan bir şey olduğunu tanımayı gerektirecektir.


Anne ve Çocuk Prof. Dr. Kerim YAVUZ*

Giriş:

B

u alt başlıkta görülen tersliğin bizi rahatsız ettiğini biliyoruz. Ancak ana olma hususunda annenin çocuğunu sevmesinin gerekli olduğuna da inanıyoruz. Aslında gerçek olan da budur. Ancak bazı annelerde çocuğun ihtiyacı olan sevgi eksiktir ya da yok olmuştur. Çocuk sevgisinin bir içgüdü olduğunu iddia edenler vardır. Fakat aslında bu durum böyle değildir. Esasen insanın bu anlamda gerçekten içgüdüleri mevcut değildir. Zira çocuklarına karşı sevgisi olmadığını gösteren pek çok örnekler vardır. Biz burada böyle annelerle sohbet etmek istiyoruz. Üzerinde duracağımız sorularımız şunlar olacaktır: a) Çocuğa karşı sevgisizlik kendini nasıl gös termektedir? b) Sevgisizliğin arkasında hangi sebepler yat maktadır? c) Çocuk üzerinde sevgisizliğin hangi tesirleri olmaktadır? d) Annenin çocuğuna sevgisi nasıl olmalıdır? a) Sevgisizliğin ortaya çıkışı Hiç şüphesiz çocuğunu seven anne isteyerek bir çok fedakârlıklara katlanır. Herşeyden önce o çocuğunu sevgiyle bağrına basar; anne oluşundan dolayı mutluluk duyar. Her adım atışında bedenî ve ruhî

12-

* E.Ü. Öğretim Üyesi

olgunluğunu gönülden gelen bir arzu ile gösterir. Bu durum çocuğuna karşı içinde sevgisi olmayan anada ise başka türlüdür. Öyle ise sevgisizliğin arkasında ne yatmaktadır? Böyle bir annenin çocuğunun reddedişini çok genel ölçülerle ifade edebileceğimizi sanıyorum. -Bir kere çocuğunu reddeden bir anne ona sert ve zalimce davranmaktadır: Zaman zaman gazetelerden öğrendiğimiz örneklere bakılınca, bir anne yeni doğan çocuğunu terkediyor ve bir daha onunla hiç ilgilenmiyor. Bazen sefalet gelip çatıyor. Biz yine çocuklara yapılan çok kötü muameleleri okuyoruz. Bunlar arasında çeşitli dayak aletleriyle döğmeler, yemeğini kesme, karanlık kilerde hapsetme, iple bağlama (v.s.) vardır. Hatta bir annenin çocuğunun ellerini kaynar suya sokmak suretiyle cezalandırması olayı üzerinden henüz çok geçmemiştir. Bu hareketiyle anne, çocuğun evdeki hoşlandığı şeyleri habersiz yeme alışkanlığından vazgeçirmek istiyordu. Sekiz yaşındaki bir kız çocuğu işlediği çok küçük bir suçtan (ya da hatasından) dolayı annesi tarafından bir saat süre ile batıcı dişlilerden oluşan bir tahta (Holzscheit) üzerine diz çökmeye zorlanmıştır. Bu ve buna benzer cezalandırma örnekleri istendiği ölçüde çoğaltılabilir. Ebeveynler (çocukları) çok kötü bedenî işlemlerle ceza-


landırırken gözle görülebilen zararların ortaya çıkması kesindir. Buna karşılık çocuğun uğradığı ruhsal zararları telafi edecek kanun maddeleri ise bulunmamaktadır. Fakat burada onun tahrip edici sonuçları çok daha korkunç olabilir. Parmağını emen küçük çocuk parmaklan kesilmekle tehdit edilmektedir. Ancak burada kolayca yaralanan çocuk ruhunda hangi korkuların yerleştiği düşünülmemektedir. Altı yaşındaki bir kız çocuğunu yalan söylemekten vazgeçirmek için annesi diş doktoruna gittiğinde dişçi makası ile kötü dilini keseceğini söyleyerek tehdit etmektedir. Fakat bu korkutucu tehditler yanında sürekli azarlamaları, küfretmeleri, kısaca hep kırıcı davranmaları ve böylece tamamen sevgiden yoksun ve soğuk bir atmosfer estirmelerinin çocuk üzerinde çok olumsuz tesirleri olmaktadır. -Çocuğunu ruhen reddeden anne kendisini ona adamaz. Aslında çocuk ona bir yüktür: Beş yaşındaki kız çocuğu (Hildegard) büyük annesinin yanma konur. Anne ve babası çalışmaya giderler. Akşam eve gelince her ikisi de rahatlarının bozulmasını istemezler. Hafta sonunda Cumartesi ve Pazar günleri araba ile sık sık çeşitli yerlere gezmeye giderler. Üstelik bu durumda çocuğu yanlarına alsalar rahatsız olacaklarını düşünürler. Onun için bu süre zarfında da çocuk yine başkalarının yanına bırakılır. Başka bir evli çift sekiz yaşındaki oğullarını (Max) yatılı bir okula verirler. Ona dört haftada bir kere anasını ve babasını ziyaret etme- hakkı verilir. Buna rağmen çocuğun eve geldiği hafta sonunda onun için çok az zaman kalır. Zira anası-babası yine o hafta sonunda yerine göre eş dost ziyaretlerine giderler ya da başkaları ziyaretlerine gelirler. Böyle durumlarda çocuk, ana babasının ilgisini göreceği yerde, yine o yalnızlığa itilerek boş olan kendi oyuncak odasında elektrikli treni ile meşgul olmak zorunda kalır. Başka bir ailede anne, ikinci kocasının tesiriyle birinci evliliğinden olan çocuğu ile daha az ilgilenir. Hafta sonunda anne baba araba ile tanıdıklarına giderler. Buna karşılık on yaşındaki kız (Traudl) kendi yemeğini kendi ısıtmak zorunda kalır. Bu çocuk sık sık kendi başına terkedilir. Pazartesi sabahı ise Pazar günü giydiği elbiseleriyle saçı başı taranmamış ve bakımsız olarak okula gider.

-Çocuğunu ruhen reddeden bir anne onu her fırsatta başkalarına vermekle tehdit eder: Hiç şüphesiz çocuğun anne himayesine ve onun kol kanat germesine ihtiyacı vardır. Çocuk evinde kendini emniyette hisseder. Fakat onun şu veya bu davranışından dolayı sık sık ya da zaman zaman da olsa anası çocuğunu olur olmaz yere "Eğer sen bir daha" diye başlayan azarlama ve tehditlerini sürdürerek "seni evden kovarım, seni amcana gönderirim; seni çocuk bakım yurduna gönderirim; seni yurda gönderirim v.s." demesi, onun üzerinde hiç de iyi tesir bırakmaz. Çocuğun küçüklüğünde, günün birinde korkunç bir adamın kendini kaçırması için sürekli hep dışarda beklediğinin söylenmesi, yine olumsuz bir davranıştır. Aslında bu tehditler anne tarafından ekseriya ciddi manada söylenmiş değildir. Fakat bu, çok hassas yapılı bir çocuk için çok çeşitli manalar ifade edebilir ve onun devamlı korku içinde yaşamasına sebep olabilir. Böyle olunca da bu korkular onun uykularını kaçırabilir ve rüyalarına girebilir. Bu halin devam etmesi çocuğun huzurunu yitirmesine sebep olabilir. Bugün biz biliyoruz ki korku bir insanı kötü olandan kurtarmaz, aksine onu kötü olana yöneltir (onunla birlikte olmasına sebep olur). -Çocuğunu kalben reddeden anne onun hakkında nadiren iyi şey söyler: Bir annenin bir eğitim danışmanı aradığı ve çocuğu hakkında bana çok kötü şeyler anlattığı sık sık karşılaşılan bir olaydır. Öyle ki ben neredeyse o zaman çocuğun şeytan tarafından çarpılmış kötü ruhlu birisi olduğunu sanacak hale gelirim. Ancak hemen arkasından çocukla tanışıp onunla birlikte konuşup oynaştıktan sonra çocuğun gerçekten iyi karakter özelliklerine sahip birisi olduğunu gördüm. Yoksa annesi bunları henüz hiç görmedi mi? Ya da belki de o bu özelliklerin hiç birisinin faikına mı varmak istemedi? Acaba çocuk sadece benim yanımda mı çok uslu duruyor da evlerinde tamamen başka birisi mi oluyor? Çocuk bana bir kaç kere gelip gittikten sonra, annesinin yeniden bana gelmesini söyledim. Annesi bana çocuğunda son zamanlarda gerçekten değişmeler olduğunu bildirdi ve dedi ki; "Sayın Doktor, inanın o bunu uzun zaman tutmayacaktır. Dün ben oğluma ondaki bu iyileşmenin ne kadar devam edeceğini


merak ettiğimi söyledim." Annesi ile yaptığım konuşmalardan sonra zamanla edindiğim intihaya göre, o çocuğuna kesinlikle inanmak istememektedir. Hatta o çocuğun kendisini düzeltmesini bile hiç arzu etmemektedir, işte bunu anlamak hakikaten çok zor! Anne çocuğunu sevmemektedir. Öyle ki çocuk kendisini gerçekten düzeltse bile o zaman anne onu reddetmek için artık bir reddediş sebebi bulamayacaktır. Sözünü ettiğim bu kadının üç yaş büyük bir oğlu daha vardır. Ona ise anne taparcasına bağlıdır ve sürekli ondan övgü ile söz etmektedir. Ben küçük oğlan hakkında bazı bilgiler almak istediğimde o söze önce her zaman büyük oğlandan başlar: "Biliyor musunuz, doktor, ben gerçek sevgiyi Fritz ile buluyorum. O, çocuk yuvasına gittiğinde çocuk bakıcısı bana, onun uslu ve terbiyeli bir oğlan olduğunu söyledi. Bunun üzerine annesine; "Fakat ben küçük oğlanın çocuk yuvasına gittiğinde, durumunun nasıl olduğunu bilmek istiyorum" dedim. O da "Evet o, büyük oğlumdan tamamen farklıydı...." dedi. "Şimdi anlıyorum ki annesinin yanında küçük Hubert'in işi öyle kolay olmayacaktır." Eğer bir anne kendi çocuğunu ya da komşunun çocuğunu yani başka bir çocuğu, problemli çocuğuna daima örnek olarak gösterirse, böyle bir çocuğun kendisini düzeltmesi zordur. Açıkça hissediliyor ki anne bu çocuğun dışında başka çocukları daha çok tercih etmektedir. Hatta onun yerine başka bir çocuğu memnuniyetle isteyebilecek durumdadır. Bu hali fark eden çocuk, kendini düzeltme cesaretini yitirmekte ve hatalarından uzaklaşmada kendinde yeterli gücü ve sevinme arzusunu bulamamaktadır. Üstelik o bir şeyi yapmaya kalkışsa veya bir şeyi ortaya koymaya girişse, her defasında annesinin kendisiyle hiç ilgilenmediğini fark etmektedir. -Çocuğunu sevmeyen bir anne onu ruhen reddedişini dışarıya karşı perdeler. Hatta annenin ona karşı gösterdiği sevgisizlik ekseriya hiç farkedilmeden devam edebilir: Çocuğunu sevmeyen bir anne açıktan açığa "Keşke bu çocuğum olmasaydı" sözünü nadiren söyler. Ancak ben çocuğunun kendisine yük olduğunu, doğmasaydı veya ölü olarak doğsaydı, çok daha iyi olacağını çekinmeden söyleyen bir annenin bulunabileceğini belirten bir kaç hadisenin olduğunu hatır-

lıyorum. Şu halde bugün istenmeyen çocukların büyük bir rakam oluşturdukları bir gerçektir. Fakat doğumdan kısa bir süre sonra ekseri annelerde sorumluluk duygusunun uyanışı ile çocuğunu sevmeye başlıyor, "Aslında biz Franz'ımızı istemiyorduk. Fakat o dünyaya gelince, kısa sürede çok sevindik ve onun yuvamızın bir parçası oluşundan dolayı şimdi çok mutluyuz." Bununla birlikte bazı anneler istenmeyen çocuklarına karşı içlerinde kabullenmeme duygusunu muhafaza etmektedirler. Fakat onlar bunu dışarıya hissettirmemeye özen göstermektedirler. Bu şuur içinde böyle bir anne annelik görevine vicdanen sahip çıkar; çocuğuna hatasız bir şekilde bakar: besler, büyütür; giydirir, kuşandırır. Böyle olunca dışardan kimse bu çocuğun gönülden anne bağrına basılmanın eksikliğini görmez. Öte yandan bazen öyle anneler vardır ki onlar kalben reddedişlerini suç ve günah olarak içlerinde gizlice saklarlar. Onlar bunlara karşı içlerinde mücadele ederler. Böyle hallerde çoğu zaman çocuk onların yanında sadece beslenip büyütülmez, aynı zamanda şımartılır ve yaramaz hale getirilir. Bu şekildeki bir davranış biçimiyle bu tür annelerin bazıları ruhen huzur bulurlar. Fakat eğitimin bu çeşidi çocuk için zararlıdır. Eğer annenin gizliden gizliye çocuğunu reddedişini kimse sezemezse, günün birinde o çocuktan öcünü alacaktır. Halbuki bir çocuk annesi ile derin bir temas kurma ihtiyacındadır. O daima annesinin sevgisini kazanmaya çalışır. Bunun için çocuk annesinde sürekli bilinç dışında ve gizli bir şekilde doğrudan doğruya bir bağlılık ve ilişki arar ve ona sahip olmak ister.

Sevgisizliğin Sebepleri Ben yılların akışı içinde ruhen yeterince besle nememiş ve böylece bedenî ve ruhî zararlara uğramış çok çocuk ile tanıştım. Çok çeşitli hadiseler vesilesiyle annelerle uzun uzadıya sohbet etme imkânları buldum. Bu esnada en çok hayretle karşılanan husus bizzat annelerin çocuklarına karşı sevgisizliklerinden habersiz olmalarıdır. Onların bunu farketmelerini temin etmek ve dolayısıyla onları ruhen değiştirip düzeltmek üzere bir çözüm yolunun açılması, çoğu zaman onlarla bir çok konuşmaların sürdürülmesi gerekiyordu. Sadece çok az durumlarda böy-


le anneler bu tür davranışları için ikna edici, ancak bir sebep söyleyebilmektedir. Bununla birlikte bunların sebeplerinin şuur dışında aranabileceğine dair bir çok işaretler vardır. -Çocuklarını sevmeyen annelerin bizzat kendileri, ekseriya kendi annelerinden vaktiyle sevgi görmeyen çocuklar olmalarıdır: Esasen mevcut kabiliyetin gösterilmesi ve sevginin başkasına verilebilmesi için öncelikle insanın bizzat çocukluğunda kendisinin sevgi ile yeterince beslenmesi ve sevgiyle iyice serpilebilmesine bağlı olduğunu tahmin edebiliriz. Ancak bunun mutlak bir kural olmadığı da bir gerçektir. Çünkü zaman zaman öyle annelere rastlıyoruz ki, onlar çocukluk döneminin kötü kaderinin üzerine kendi acı tecrübelerini gözönünde bulundurarak, harika bir biçimde çıkmak suretiyle günün birinde kendi çocukları olduğunda, onları kendi acı tecrübelerinden uzak tutmak üzere kendilerini sürekli ikaz edip durmaktadırlar. -Sevgisiz anneler çoğu zaman özellikle olgunlaşmamış kadınlardır: Bunlar görünüşte çok kibar ve temiz olup çocuksu ve şikayetsiz bir tavır takınırlar. Psikolojide böyle kadınlar, çocuk ruhlu kadınlar (die infantilen Frauen) olarak nitelendirilir. Günümüzde bunlar erkeklerin genelde kolayca hitap ettikleri bir tiptir. Fakat her ciddi erkek kısa süre içinde bu tipteki yüzeyselliği, gayri ciddiliği, dış görünüşe ve çocuksu bir biçimde kendine değer verişini keşfeder. Burada bu tür kızların çoğu zaman çok erkenden evlendiklerini belirtmek lâzımdır. Başlangıçta dünyaya gelen çocuğa, oyuncak çocuk gibi muamele edilir. Nitekim o güzel çocuk arabalarına konarak dışarıya gezmeye götürülür. Bu sırada çocuk bir prens veya prenses gibi giydirilir. Fakat o üç-dört yaşına gelip ilk çocukluğun güçsüz ve çaresizlik içinden çıkarak biraz daha tek başına (müstakil) hareket edebilecek duruma geldiğinde, ailede yük olarak rahatsızlık veren birisi olduğu hissini uyandırmaya başlar. Bundan sonra bizzat önemsiz, basit vesilelerle sert cezaların birbirini izlediği görülür. Zira bu tür anneler olgun olmadıkları için, tamamen keyfi hareket ederek herşeyi bu keyfî hallerine göre belirlerler. Çocuğun artık bunlardan daha çok çekip göreceği vardır.

-Çocuklarına karşı sevgisiz anneler ekseriya mutsuz evlilik yapan kadınlardır: Mesut olmamış, yani mutsuz bir evlilikte, görünüşte birbirine zıt iki tutumun sergilendiği bir anne tipi ile karşılaşıyoruz. Birisinde biz kocasına olan sevgisi tatmin edilmediği için çocuğunda bunu bulmaya çalışan bir kadını görüyoruz. Ancak burada şimdi bundan söz etmek istemiyoruz. Öte yandan öyle anneler vardır ki onlar kocalarına karşı besledikleri kinlerini çocuklarına kaydırmak suretiyle onlara taşırlar. Bu durumdaki eşlerin birlikte yürüttükleri evlilik çoğu zaman zorlama sonucu veya aklî hesaplara dayanan bir evliliktir. Başlangıçta kadın doğan çocuğu vasıtasıyla kocasını kendine daha çok bağlayabileceğini ümit eder. Ancak bu hesaplamanın yanlışlığı çok geçmeden kendini ortaya çıkarır. Sonra çocuğun bazı bedenî ve karakter özellikler bakımından babasına benzediği görülürse, bu da annenin çocuğunu ruhen reddedişini besleyen yan etkenler olabilir. Ancak yukarıda da işaret ettiğim gibi anne bu tür etkilerin çoğu zaman hiç faikında olmayabilir. Eğer böyle bir anne kendi çocuğu ile doğru ve samimi bir ilişki içinde bulunması gerekiyorsa, o zaman biz annenin bu yanlış tutumlarını belirlemek ve onları düzeltmek zorundayız. Burada ben bir olayı hatırlıyorum. On yaşındaki bir oğlan, bazı dış görünüş özellikleriyle adamın çalışmayı sevmeyen oğlan kardeşine benzemektedir. Çocuğun günün birinde bu adam gibi olabileceği korkusu, uzun zamandan beri kocasından ayrı yaşayan anneyi çok sert eğitim tedbirleri almaya sevk eder. Fakat bunlarla doğrudan doğruya çocuğunun yanlış bir gelişme içinde ilerlediği, ancak onunla yapılan ayrıntılı danışma görüşmelerinden sonra ortaya çıkabilmiştir. -Sevgiden yoksun annelerin kendilerine karşı kinleri vardır: Annenin çocuğunu ruhen reddediş sebepleri çok yönlüdür. Biz burada özellikle göze batan bazı örnekleri gösterebiliriz. Biraz önce yukarıda anılan olaylar yanında, annenin çocuğunu kalben reddedişinde sık sık başka olaylar da görülmektedir. Bundan dolayı biz sürekli kendimize şu soruyu sorarız: Bu kadın kendi içinde neye karşı kin duymakta ve neden korkmaktadır? Bu sorunun cevabı çoğu zaman bize asıl problemin anlaşılmasında aranan anah-


tan vermektedir. Şüphesiz burada bir anne vardır. O gençliğinde evlilikten neler bekliyorsa, onların hepsini çok önceden öğrenmiş birisidir. Şimdi kendi kızı da aynı yaşa (yani gençlik yaşına) ulaşmıştır. Fakat o kızının dışarı çıkışlarını ve serbest zamanlarını hoşgörü ve yumuşaklığın bulunmadığı bir sertlik içinde kontrol altında tutmaktadır. Fakat ben bu kadının gençliğinde "Schwebing" denen sanatçı halkasına ait olduğunu hatırlıyorum. O orada resim çalışmalarında bulunuyordu ve daha sonra öğretmen olmuştu. Şimdi ise kendi oğlu ondört yaşında olup severek resim çizme ve resim yapma ile meşgul olmakta ve sanat sergilerini ziyaret etmektedir. Fakat annesi ise aksine oğlunun bu yoldaki isteklerini ve atılımlarını kösteklemeye çalışmaktadır. Bir kere biz gençliğimizdeki günahlarımızdan dıştan da olsa uzaklaşmış olmamıza rağmen, yine de onların bazıları ruhumuzun derinliklerine iyice sinmiştir. Bunların içimizde hala canlı bir şekilde bulunduğunu ispatlayabiliriz. Nitekim biz, yetişkin halde iken -şimdi de başkalarında olanları kendi fiillerimizi dikkate almadan- onlara karşı büyük ölçüde şiddetli bir şekilde tenkitlere giriştiğimiz olmaktadır. Aslında biz içimizdeki şeytanî dürtüler (Kobolde) vasıtasıyla ruhumuzu huzursuzlaştırıyoruz. Bu modern problem psikolojisinin (Konfliktpsychologie) derinden yakaladığı bir kavrayışıdır ki kin daima bir yönüyle (zum Teil) kişinin kendi kendine aittir. Bunun farkedilebilmesi ya da keşfedilmesi eğitim danışmanlığına ait en zor ve en etkili bölümünü oluşturur.

Sevgisizliğin Etkileri Bizim bedenî varlığımız veya sağlığımız için vitaminler nasıl bir gıda oluyorsa, ruhî varlığımız veya sağlığımız için de annenin çocuğuna gösterdiği sevgisi de öylece bir gıda olur. Kabul görme, beğenilme ve sevilme kısaca sevgi ihtiyacı, insanın en kökül ihtiyaçlarından birisidir. Esasen sevginin çift anlam taşıdığı bir gerçektir. İnsan bir yandan sevilmek, bir yandan da sevmek ister. Öyle ise insan sevgiyi hem alır, hem de verir. Biz başkaları tarafından tanınmak, kabul edilmek ve sevilmek isteriz. Onların sevgilerini isteyerek kabul ederiz ve başkalarına da biz veririz. Eğer biz bu manevî besinleri önceden

almış isek, daha sonra da başkalarına veririz. Çocuk yaşadığı yerde sevgiyi bulamazsa, öteki insanlarla olan ilişkileri de yaralanmış olacaktır. Böyle bir çocukta insanlara ve dünyaya olan köklü güven duygusu tamamen gelişme gösteremeyecektir. Ayrıca dinin yaşanmasında daha sonra görülecek rahatsızlığın tohumcukları ekseriya onda köklü güven duygusunun gelişememesinden ileri gelmektedir. Burada psikologlar insanlara olan sevginin yaşanarak gelişmesi, çocukta Allah sevgisine geçişi ve onun uyanışına zemin hazırladığı görüşündedirler. Fakat biz devamlı bir şekilde sevgiden yoksun olarak muamele edilen çocukların yanlış ve sağlıklı olmayan çeşitli gelişmeler içine sürüklendiğini görüyoruz. Bu durumda mücadele gücü fazla olmayan çocuğun giderek kendi kabuğuna geri çekildiği de bir gerçektir. Böyle bir çocuk böyle bir durumda kendisinin şuur dışında olup bitenleri söyleyebilecek durumda olup da konuşabilseydi, şunları söylerdi: "Anam babam beni sevmiyorlarsa bunun bir sebebi olmalıdır. Bunu da bende aramaları gerekir. Öyle ise ben kötüyüm." Fakat gelişme tamamen bu yönde olmaktadır. Böyle bir çocuk hiç de çocuktan beklenmeyen bir ciddiyet içindedir, sessizdir, korkaktır ve kendini emniyet içinde hissetmemektedir. Başkaları pür neşe içinde gülüp oynarken, o kül kedisi gibi bir kenara çekilip sessizce durmakta veya yük taşıyan eşek gibi başkalarının bırakıp gittiği yükü yüklenmektedir. Buna karşılık yaşama arzusu ve gücü ile dolu olan çocuk (hal diliyle ana babasına) gösterdiği tepkisinde "Şayet anam babam beni sevmiyorlarsa, ben de bunun neticesinde onlara uğraşacakları pek çok işler ortaya çıkaracağım, demektedir. Böyle olunca onlar benimle çok fazla meşgul olmak zorunda kalacaklardır." Şu halde böyle bir çocuk yaptığı yaramazlıklarla görmediği itibarı kendine çekmek üzere ısrarla inat etmektedir. Çocukların yaptığı yaramazlıklarda itibar görme arzusunu göstermek üzere son sebep olarak sürekli yalan söylemeye ve hırsızlığa girişildiğine sık sık şahit oluyoruz. Fakat arasıra ilk tipin çocuğu da itibar görmeyi ister. Ancak o tepki gösterecek gücü kendinde bulamaz. Böyle bir durumda ona sadece hastalık bir kaçış yolu olarak görünmektedir. (Zira çocuk bu du-


rumda) "Eğer ben hasta olursam o zaman anam babam benimle ilgilenirler," diye düşünecektir. Böyle gizli arzular bazen onda çok güçlü olabilir. Hatta onlar gerçekten çocuğu hastalığa bile sürükleyebilir. Öyle ki onun ateşi bile çıkabilir, ter nöbetleri başlayabilir, iştahsızlık görülebilir. Ancak ana babalar ilk defa böyle bir durumda çocukları için gerekenleri yapmak zorunda olduklarını hissedeceklerdir. Bu münasebetle ben modern çocuk araştırmalarının sonucuna kısa bir giriş yapmak istiyorum. Bilhassa çocuğun ilk yılının çok önemli olduğu kesin bir biçimde isbatlanmıştır. Amerikalı psikolog Rena Spitz, eğer bir çocuk doğumunun ilk yılında annesinden ayrılır ve sevginin olmadığı çocuk yurdu atmosferine gelirse veya bir anne çocuğunun sadece karnının doymasını temin ediyorsa ve çocuk okşayıcı sevgiden mahrum kalıyorsa, onun ilerideki hayatında telafisi mümkün olmayan ruhî rahatsızlıklara maruz kaldığını tesbit etmiştir. Sonra rahatsızlığın şiddeti, sevgiden mahrum oluş süresiyle yakından ilgilidir. Nitekim bu durumdaki çocukta bir ay geçtikten sonra ruhsal gelişme yavaşlar. İki ay geçince bu onda daha açık işaretlerle gözlenebilir: Çocuk kendini geri çeker. Kendine yaklaşmalarda endişe ve korku duyar. İştahsızlıktan şikayetçidir. Hatta yeterli beslenmelerde bile kilosunda azalmalar olur. Böylece ruhî olgunlaşmada bir durgunlaşmaya girilmiş olur. Üç ay sonra çocuk ruhsal gelişme bakımından geri kalır: Başkalarıyla temas kuramama ortaya çıkar. Hareketleri daha çok zayıflar; uykusuzluk başlar ve bulaşıcı hastalıklara elverişli hâle gelir. Bunlar, üç aylık bir çocuğun sevgiden yoksun olmasından dolayı ortaya çıkan sonuçlardır. Şayet bundan sonra o ihtiyacı olan sevgiyi bulursa, çocuğun bu rahatsızlıkları oldukça hızlı bir biçimde geriler. Bu olmazsa üç ayı izleyen iki ay içinde rahatsızlıklarda artış görülecektir. Böylece çocuklar hastalanmaya daha elverişli hale gelir. Artık onlar kendilerini acayip bir tutum içinde gösterirler: Böyle çocuklar saatlerce hareketsiz bir şekilde karınları üzerinde, diz ve dirsek üzerine kapanmış bir vaziyette yatarlar. Yüz ifadesi asık ve donuktur. Bu sırada bir daha gerilemeyen bir kaç rahatsızlık daha ortaya çıkar. Beş ay sonra çocuk tamamen rahatsızlaşmıştır.

Bilhassa yüzündeki aşıklık ve bakışındaki boşluk belirginleşmiştir. Artık çocuk yalnızca gerileme durumunda bulunmaktadır. Sık sık çeşitli boyun ve ense krampları (tutulmaları) ortaya çıkar. Böylece biz onda alışılmamış tuhaf parmak hareketlerini ve acaip ani sarsılmalarla beliren ruhsuz denebilecek bedenî hareketleri görürüz. Ölüm nisbeti (Sterblichkeit) korkutucu ölçüde çoğalır. Böyle bir çocuğun özellikle en iyi bakım ile bile olsa artık iyileşemez. Duygusal ve zihinsel rahatsızlık onun bütün hayatı boyunca onu takip eder. O hiç bir zaman gerçekten mutlu olamaz ve hayatî becerileri hiç bir zaman istenen seviyeye çıkamaz. Bu sonuçlar sarsıcı sonuçlardır. Fakat bunlar gösteriyor ki çocuğa gösterilen sevgi yalnızca onunruhî huzuru için değil, aynı zamanda bedenî rahatlığı için de büyük bir önem taşır. Biz bir çocuğu en iyi gıda maddeleriyle besleyebilir, en iyi elbiselerle giydirebiliriz; ancak onun ihtiyacı olan sevgi eksik olursa, o zaman çocuğun yeterince serpilip gelişmesi mümkün değildir.

Çocuğa Sevgi Ana babanın çocuğuna sevgisi, özellikle ananın sevgisi çocuk için gerçekten vazgeçilmez bir ruhî gıdadır. Fakat bu sevginin nasıl olması ve görünmesi lâzımdır? Zira bu insanlar arasında çok farklı bir biçimde anlaşılmaktadır. Ancak ben bu sevginin aşağıdaki karakteristik beş özelliğinden söz edebileceğimize inanıyorum: a) Sevgi hiç bir zaman bıktırıcı olmamalıdır. O ruhu besleyen bir gıda olarak vitamine uygun olma lıdır. Vitamin gıdanın içinde bulunur; ama hiç bir şe kilde onun dışında açıkça görülmez. b) Gerçek sevgi kendisini sürekli şımarmaya açılan bir eda için de göstermez. O çocuğun, çocuk ve müstakil bir varlık olarak tamamen derinden ve sarsılmaz bir biçimde kabul edildiğini ve bunun dai ma böyle sürüp gideceğini gösteren bir tutumun ifa desidir. c) Böyle bir sevgi diğer insanı, nasıl birisi ise aynen olduğu gibi kendi karakter özellikleriyle bir likte kabul eder. Böyle bir sevgi çocuk olsun olmasın her insanın birbirinden farklı olduğunu ve her karak terin kendisi için iyi ve kötü (faydalı ve zararlı) yön-


lerini bilir. Ancak aktif bir şekilde sürekli çalışan bir anne, eğer oğlu veya kızında dalgın ve uyuşuk bir hal belirmiş ise tabiatı ile o bunu görmek istemez. Sonra, o bunun nasıl böyle olabildiğini kesinlikle anlayamaz ve ekseriya mevcut bütün imkanlarla çocuğunu kendi stiline göre biçimlendirmeye çalışır. d) Sevgi hiç bir zaman şematik olamaz. Çünkü bu sevgi başka bilisinin varlığı ile ilgilidir. Örneğin o kendini gösterişlerinde hiç bir zaman ailenin öteki tek tek çocukları karşısında tamamen eşit değildir. Zira bizim hemen göreceğimiz gibi sevginin küçük çocuk, bir okul çocuğu veya bir gence karşı gösterilişi birbirinden farklıdır. Fakat onun ferdî farklılıkla-

ra da dayanması gerekir. Bir çocuğun tabiatı itibarıyla başka bir çocuktan daha çok sevgiye ihtiyacı olabilir. Bu, aynen çocukların yemek yerken tamamen aynı porsiyonları takip etmeleri ve onlara aynı derecede ihtiyaç duymalarının zorluğuna benzemektedir. e) Böyle bir sevgi arka planda daima aynı derecede kabul edilerek aynı güçte kalsa da yine de o kendi görünüş şekillerinde değişmelere uğrar. Çünkü sevgi çocuğun serpilip gelişmesiyle ilgilidir ve o bunu isteyerek kabullenir. O ilk çocukluk, çocukluk ve olgunlaşmaya açılan gençlik basamaklarına uygun olarak kendi haline bırakılan sevgiye ulaşıncaya kadar değişmeye devam eder.


Çocuğun Sosyalleşmesinde Ailenin Rolü Doç.Dr. Orhan ÇİFTÇİ*

SUMMARY In child's mental improvernent the presence of parents have a great importance. The humain being through out of his life carries the trace of his childhood. Though a child took his first life lesson from his parents. Briefly ali the behaviours of humaîn beîng are the products of his childhood. Therefore the child should be taught for the correct behaviours. The father should help the chîld to discover himself and taught the realities of life. AH these can be done by a good education.

Giriş

B

irey yaşamı öğrenirken, ilk bilgilerini ve algılarını ailesinden özellikle de annesinden alır. Anne, çocuğun ilk öğreticisidir, onun aracılığı ile çocuk dünyayı kavramaya çalışır. Anne, çocuğun yol göstericisi ve ona ışık tutanıdır. Buna da karşılık beklemeden doğal sevgisiyle yapar. Annenin çocuğun üzerinde olan büyük etkisi de buradan kaynaklanır. Babanın sevgisini ise ilkeler ve umutlar belirler. Bu nedenle baba sevgisi, korkutan bir sevgi değil, sabırlı ve hoşgörülü bir sevgi olmalıdır.

* K. T. Ü. İktisadi ve Id.Bilm.Fak.Öğr. Üyesi

insanın tüm davranışları çocukluğunun bir ürünüdür. Bu nedenle insana çocukluğu sırasında örnek bir davranış aşılamak gerekir. Bunun için de, insanın, yaşamı ve kendisini iyi tanıyabilmesinin en önemli faktörü, iyi eğitilmiş olmasına bağlıdır.

Eğitim Ailede Başlar Ailenin çocuğuna olan tutumu, onunla kuracağı ilişki nasıl olmalıdır? Başka bir deyişle aile çocuğuna en çok neyi vermelidir? Bu sorunun yanıtı; "Ço-


Bana göre, çocuğun en çok muhtaç olduğu şey ana-babanın kendisine ayıracağı bol zamandı. Çocuğuna bol zaman ayıran ve bol ilgi gösteren ve bütün kusurlarına rağmen, onu içtenlikle sevdiklerini ve onunla beraber bulunmaktan zevk duyduklarını bilen ana-baba ideal bir ana babadır. Bu çoğu zaman pek kolay değildir, ama meselenin özü de buradadır. Daha başlangıçta, ana-baba; çocuklarını olduğu gibi kabul edip, içlerindeki sevgi ve güzel duyguları kendilerine gösterirlerse bu temel atılmış olur. Ama, çocuk hangi yaşta olursa olsun, şöyle bir sırtını okşamak, hoşuna gidecek bir söz söylemek veya kendisini heveslendirmek, ana-baba ve çocuklar arasındaki o sıkı bağı daha da pekiştirir. Çocuğu itaate yönelten en etkili şey saygı, sevgi ve beraberlik duygusudur1. Çocuğu içtenlikle olduğu gibi kabul etmek, ona yeteneklerini mümkün olduğu kadar geliştirmesi için gerçekten olgun ve bencil olmayan bir ana-baba gereklidir. Çoğu kez, kendimizce belli nedenlerden dolayı çocuklarımıza olabilecekleri değil, bizim istediğimiz bir şey olmaları için baskı yaparız. Böylece çocuklarımızın gelişmesine yardım edeceğimize, tersine, bu gelişmeyi önleriz. Eskiden çocukları eğitme yöntemi çoğu kez şu cümleyle anlatılırdı: "Ağaç yaşken eğilir." Bilindiği gibi eğilen bir dal, bükülmüş bir- dal olma eğilimindedir. Onu eğmekle, ağacın tam anlamıyla ve doğal güzelliğiyle gelişmesini engelleriz. Aynı durum çocuklar için de sözkonusudur. Çocuğun kendi kişiliğini bulması çabaları kendi davranışları ile çevresindeki insanların yaptığı davranışları karşılaştırması ile başlar2. Adler'e göre, ailenin çocuğa vereceği şey: "Çocuğun doğarken birlikte getirdiği bütün iç güdülere, tepkilere, yeteneklere, vs. biçim ve renk verebilmektir"3. Çocuğun en büyük gereksinmesi sevgi ve anlayıştır. Eğer çocuk bunu ailesinden görürse; ailesini sever ve onlara bağlanır. Zira yaşamın güç koşulları onu pek etkilemez. Çünkü, ruhsal gücü ve dayanıklılığı ailesinin ona verdiği sevgiden almıştır. Bu konuda şu düşünceler ileri sürülebilir: "Bir ailede tüm konfor temin edilse bile, çocuğa karşı sert davranan bir baba veya anneye bir çocuk nasıl minnet duygu-

ları besleyebilir?" Eğer çocuk sevgi ve sempati görürse, evde büyük yoksulluk hüküm sürse bile, yine de çocuk fakirliğin neden olduğu ızdıraplara katlanarak evine bağlanır. Şu halde herşeyden önce, evde yani ailede bir güvenlik havası esmelidir. Çünkü insanın kendinden ve çevresinden emin olmak ihtiyacı, onun maddî arzu ve ihtiyaçlarından daha önemlidir. Bu nedenle çocuğun ruhsal bakımdan tatmin edilmesi önplânda yer almalıdır. Her insanın gelişim alanlarındaki büyüme ve gelişimi farklı olduğundan ve kendine özgü tavırları, değerleri ve ilgileri bulunduğundan kişiliği de başkalarından farklı olacaktır. Dolayısıyla her insan büyürken ve gelişirken değişik etkiler altında kalır. Bu büyüme ve gelişme boyunca her insan kendinin bir "BEN" olduğunu anlar4. Kişiliğin gelişmesi bilinçli bir "BEN" duygusunun ve kavramının gelişmesine bağlıdır5. Zira bireyin zihinsel sağlığı ve davranışının düzenliliği, "BEN" duygusunun iyi işlemesine bağlıdır. Çağdaş Eğitimci W.O. Lester Smith'in belirttiği gibi; "Çocuklar aile atmosferini yansıtırlar."6 İçinde sevgi bulunan evlerin çocukları bunu, sıcak bir arkadaşlık duygusuyla belli ederler, oysa sevgi bulunmadığı durumlarda çoğu zaman çocuklar kişiliksiz olurlar. Bilindiği gibi çocukların dünyasında ilgi çekmekönemli bir yer tutar7. Sevgi birey için gerekli bir besindir, sevgiye susamış çocukların herhangi bir yöntemle, ilgiyi kendi üzerlerine çekmek* için nasıl çaba harcadıklarına bakmak, onların bu gereksinimlerinin ne derece büyük olduğunu göstermektedir. Çünkü sevgi açlığı, bedensel açlık kadar acıklı ve korkunçtur. Gerçek şudur ki, bu temel besin olmadan hiç kimse eksiksiz bir kişilik gelişimi gösteremez. Çocuğun Dünyasında Anne ve Baba İlk sevgi ve şefkat eğilimleri anne ile olan ilişkilerle ilgilidir. Bir çocuğun en önemli yaşantısı budur. Çünkü böyle bir yaşantı ile çocuk tamamen güvenebileceği bir kimsenin varlığını kavramaktadır. "BEN" ile "SEN" arasındaki ayırımı böylece öğrenebilmektedir. Nietzsche bu konuda şöyle demektedir. "Herkes sevdiği kişinin hayalini, annesi ile olan ilişkilerine göre biçimlendirir"8. Gerçekten de anne ile


olan ilişkide daha sonraki bütün faaliyetleri belirlemektedir. Bireyin yetiştiği aile ortamı ve aile fertleri ile olan ilişkiler, kişiliğin oluşmasında çok önemli bir rol oynar. Ana-babanın değişik davranış kalıplarına sahip olması, çocukların da zamanla bilerek veya bilmeyerek bu kalıplan benimsemelerine yol açar. Annenin çocuğuna olan tutumu, onun tüm yaşamını etkilemektedir. Çocuğun annesiyle kuracağı ilişki, onun, ömrü boyunca kuracağı insan ilişkilerinin temelini oluşturur. Bu nedenle psikologlar çocuğun aile içinde geçen (0-6) yaşının üzerinde dururlar. Yapılan araştırmalar bir çocuğun bu dönemde aldığı eğitimin, ondan sonraki eğitimine temel teşkil ettiğini ortaya koymuştur. Psikologların, eğitimcilerin ve özellikle de ilkokul öğretmenlerinin çocuğun ailesini tanımaya çok önem vermelerinin nedeni budur. George Herbert'in de belirttiği gibi: "İyi bir anne yüz öğretmene bedeldir."9. Çünkü çocuk sürekli olarak annesinin yaptıkları yapar. Bu da canlı bir öğretim şeklidir. Bu tür öğretimde sözlerin büyük rolü yoktur. Çoğu zaman verilen örnekler, dilin öğretebileceğinden çok daha şey öğretirler. Bilindiği gibi gözle görülen şeyleri izlemek daha kolaydır. Çocuğa bir şey göstermeyip, sadece anlayışına hitap etmek yararsızdır, insanların bu yolla ikiyüzlülüğü bile öğrendikleri bilinmektedir. Şunu da unutmamak gerekir ki çocuklar bile, söylediklerinin aksini yapan anne ve babalan hakkında hüküm verebilecek mevkidedirler. Baba, düşkün, kötü ahlâklı, sarhoş olsa bile, anne becerikli ve duygulu ise, aileyi bir arada tutabileceği gibi, çocuklarına da onurlu bir yaşam sağlayabilir. Toplumumuzda bu durumda pek çok aile görülmüştür. Fakat anne kötü kişi oldu mu, baba ne kadar iyi ahlâklı olursa olsun, çocuklarının hayatta başarılı olma olasılıkları azdır. Babanın, çocuğun dünyasındaki yerini ise Joseph Nuttin şöyle belirtmektedir: "Baba ile çocuklar özellikle de yetişkin oğullar arasındaki sempati ilişkileri ileride insanın sosyal ve moral davranışlarına hükmeden kişiliğin gelişmesi bakımından son derece önemlidir"10. Aile içindeki otoriteyi -aşırı derecede kötüye

kullanan baba kadar, aksine, bunu, çeşitli şekillerde ihmal eden baba, da çocuğun bunalımlarına bir kaynak teşkil edebilir11. Çocuk, çoğu kez doğal çevresi ve morale ilişkin sorunlarla karşılaştığında babadan aydınlanmalar bekler ve ona çeşitli sorular sorar, işte çocuğun bu tür meraklarını doyurmak, sabırla dinlemek, ona, akla yakın açıklamalarda bulunmak, zekâ ve kişilik gelişimini sağlayan psikolojik terbiye esaslarıdır. Aile içinde korunmuş olma ve şefkatli rehberlere sahip bulunma duygusu çocuğu aileye ve yaşama güvenle bağlar. Her çocuğun anneden daha çok şefkate, babadan ise sevgi ile karışık yönetici otoriteye ihtiyacı vardır. Çocuklar başlarında onları disipline alıştıran ve onlara doğru yolu gösteren bir koruyucu isterler. Sözkonusu otoritenin esas teması adalete ve çocuğun psikolojik haklarını kabul eden bir anlayışa dayanmalıdır. Anne sevgisinin yokluğu ya da aşırılığı ile ölçüsüz biı baba otoritesinin varlığı çocuklarda tepkiyle karşılanır. Özcan Köknel'in de belirttiği gibi; "Babanın çocuk üzerindeki aşın baskısı, onları kavgacı, saldırgan yaptığı gibi babaya ve çevreye karşı düşmanlık duygulan beslemelerine de neden oabilmektedır"12. Psikoralist Erich Fromm ise; ana ile baba sevgisini ilginç bir biçimde şöyle kıyaslamaktadır. "Çocukların çoğu anne sevgisini tartacak ölçüde talihlidir."13. Babaya bağlılık ise çok değişiktir. Babaya bağlılık ise çok değişiktir. Anne içinden çıktığımız yuvadır. Baba böyle bir yuva özelliği gösteremez. Aynı zamanda babanın yaşamın ilk yıllarında çocukla ek az bir ilgisi vardır. Bu ilk evrede babanın çocuk için önemi, anneninkiyle karşılaştırılamaz. Oysa baba, doğal dünyayı göstermezse de, insan varlığının öteki kutbunu oluşturur. Baba, çocuğun öğretmenidir, ona dünyaya açılan yolu gösteren kişidir. Kanun, düzen, disiplin, düşünce gezip dolaşma gibi evreni baba gösterir. Baba sevgisi koşula bağlı bir sevgidir, temel öğesi: "Seni seviyorum, çünkü beklediklerimi yerine getiriyorsun, görevini yapıyorsun ve bana benziyorsundur." Çocuğun, annenin koşula bağlı olmayan sevgi


ve ilgisine hem beden hem de ruh bakımından ihtiyacı vardır. Annenin görevi, çocuğu yaşamda güvenli kılmak, babanınki ise öğretmek ve içinde bulunduğumuz toplumun sorunlarıyla başa çıkabilmesi için yol göstermek olmalıdır. Bu da sabırlı ve hoşgörülü bir sevgi ile sağlanabilir. Sonuç Aile ve çevre koşullarının bireyin zihinsel güçlerinin gelişiminde büyük bir etkisi vardır. Bireyin öğrenme ortamını ilk olarak aile oluşturur. Daha sonraki bütün faaliyetleri belirleyen, anne ile olan ilk ilişkiler, ömür boyunca kurulacak insan davranışlarının temelini oluşturur.

Bu nedenle annenin görevi yaşamda güvenli kılmak, babanınki ise çocuğa yaşamı öğretmek ve toplumsal sorunlarla başa çıkabilmesi için yol göstermek olmalıdır. Yetişkin insanın, gelecekte hayatta tutacağı yolun çocukluğun ilk yıllarında aldığı terbiyeye bağlı olduğu, pedagojinin bir buluşudur. iyi alışkanlıklar, iyi bir eğitimle oluşur, insanda çocukluktan oluşmaktadır. Zira yaşamı boyunca çocukluğun izlerini taşıması da bunu doğrulamaktadır. Bu nedenle çocukların kendilerini ve yaşamı çok iyi tanıyabilmeleri için, iyi eğitilmeleri gerekir. Anne ve baba olarak büyümekte olan çocuğa gittikçe artan bir yeterlilik duygusu vermeli, sonunda onu kendi başına bırakmalı ve böylece ailesinin desteğinden kurtulmasını sağlamalıdır.

DİPNOTLAR 1) Alpay Y: Başarının Oluşumu, Kültürel Dayanış ma Yayınları, İstanbul, Azim Matbaası, 1977, p. p.84. 2) Başaran I. E. : Eğitim Psikolojisi (modern Eği timin Psikolojik Temelleri), Ankara, Sevinç Mat baası, 1985, p. p. 91. 3) Alpay: loc. cit. 4) Başaran: op. cit. p. p. 237. 5) Hicks H. G.: Örgütlerin Yönetimi (Sistemler ve Beşeri Kaynaklar Açısından) Çev. Tekok O., Aytek B, Bumin, B., Ankara, Son Matbaası, 1976, p.p. 166-167. 6) Alpay, op. cit. p.p. 85. 7) Alpay: ibid, p.p. 86.

8) Tezcan M.: Eğitim Sosyolojisi, Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1985, p.p. 158. 9) Alpay op. cit, p.p. 87. 10) Nuttin J: La Structure de la Personalite, Paris, Presses Universitaaires de France, 1975, p. p. 21. 11) Ünver, Ö., Tolan B, Bulut t., Dağdaş, C: 12-24 Yaş Gençlerin Sosyo-Ekonomik Sorunları, Gazi Üniversitesi, Basın-Yayın Yüksekokulu Matbaa sı, Ankara, 1986, p.p. 285. 12) Köknel Ö: Kişilik, İstanbul, Altın Kitaplar Yayı nevi, 7. Baskı, 1986, p.p. 205. 13) Haar M: Introduction â la Psycoanalyse Freud, Paris, Hatier, 1974, p.p. 17.


Yeni Doğum Yapan Annelerin Son 5 Yıl içinde Bebek Bakımı İle İlgili Bilgi Düzeylerinin Değişimi Prof.Dr.Turgut ÖZEKE* Y.Doç.Dr.Ergün ÇİL* Uz.Dr.Nilgün KÖKSAL*

ÖZET

SUMMARY

Bursa ve çevresinde yeni doğum yapan annelerin bebek bakımı ve beslenmesi konusundaki bilgi düzeyini saptamak amacıyla 1985 yılında 500 anneye bir anket uygulamıştık. Aradan geçen 5 yıl içinde bilgi düzeyinde değişme olup olmadığını saptamak amacıyla 500 yeni doğum yapmış anneye yine aynı anket uygulandı İkinci ankete katılan annelerin eğitim düzeylerinde belirgin bir yükselme olduğu görüldü. Bebek bakımı ve beslenmesi konusundaki bilgi düzeyleri ve bilgilenme kaynaklarında ise anlamlı farklılık olmadığı saptandı. Sonuç olarak bebek bakımı ve beslenmesi konusunda annelerin bilgi düzeylerinin arttırılması için daha yoğun çaba harcanması gerektiği kanısına varıldı.

Alterations in the mothers' knowfedge ie-vet about baby-care in İast five years. İn 1985, an iquiry was performed between 500 mothers who just gave birth in order to determi-ne their knowledge about baby-care and fee-ding in Bursa district Five years later, the same inquiry was performed again between 500 rnot-hers who were just after birth, to determine an improvement in this period. in the second inquiryf it is found that rnothers were more'educated than the ones in the first inquiry but there was no significant difference between their knowledge on baby-care and feeding. it is conciuded that more effort have to be used to inçrease the mothers' knowledge about babyçare and feeding,

Ülkemizde kaba ölüm hızı % 0,9'a düşerek, gelişmiş ülkeler düzeyine yaklaşmıştır. Ancak bebek ölüm hızı, zamanla azalmış olmasına rağmen, hala gelişmekte olan ülkelerin bazılarından bile oldukça yüksektir(1) Bunun nedenlerinden en önemlisi;

sosyoekonomik ve kültürel düzey ile bağlantılı olarak annelerin bebek bakımı ve beslenmesi konusundaki bilgilerinin yetersiz oluşudur(1,2)

* Uludağ Univ.Tıp Fak.Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

Beş yıl önce (1985) Uludağ Üniversitesi Tıp


Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği ile Bursa Zübeyde Hanım Doğumevi'nde doğum yapan rastgele seçilmiş 500 anneye, çocuk bakımı ve beslenmesi ile ilgili çeşitli soruları içeren bir anket uygulamış, annelerin çoğunun basit bilgilerden dahi yoksun olduğunu saptamıştık. Çeşitli iletişim araçlarından yararlanarak anne eğitiminin yükseltilmesinin çok önemli olduğunu vurgulamıştık.

TABLO I: Yeni Doğum Yapan Annelerin Yaş Dağılımları

Bu çalışma 5 yıl sonra (1990) aynı anket sorulan ile, aynı kurumlarda, aynı sayıda anne üzerinde yapılmıştır. Sonuçlar 5 yıl önce yapılan çalışma ile karşılaştırılmış, bu zaman içinde annelerin bilgi düzeylerinin artıp artmadığı saptanmaya çalışılmıştır.

Gereç ve Yöntem Bu anket 1.5.1990 ve 20.7.1990 tarihleri arasında Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği ile Bursa Zübeyde Hanım Doğumevi'nde yeni doğum yapan rastgele seçilmiş 500 sağlıklı anneye uygulanmıştır. Araştırmanın sağlıklı olabilmesi için bir önceki çalışmada kullanılan yöntemleri uygulamaya özen gösterilmiştir. Sonuçlar 5 yıl önce yapılmış (Tablo I) benzer çalışmanın sonuçları ile karşılaştırılmıştır. Her iki ankette de anneler rastgele seçildi ve genel olarak şu sorular soruldu: Çocuk bakımı hakkında bilgi düzeyini nasıl bulduğu, nereden öğrendiği, bebeğe aşı yaptırmalı mı, ne zaman yaptırmalı, çocuğa hangi ayda hangi ek gıdaları vermeli, çocuğa meyva suyu ve vitamin verilmeli mi, lohusalıkta kimin yardım edeceği, bebeğin ateşi aniden çıkarsa ne yapılması gerektiği, hasta olmayan bebekler, doktor kontrolünün gerekli olup olmadığı gibi. Istatiksel karşılaştırmalarda T testi kullanılmış olup anlamlılık sınırı olarak p< 0.001 kabul edilmiştir.

Bulgular Her iki gruptaki annelerin yaş dağılımları Tablo Fde görülmektedir. Tablo I'de 20 yaş altındaki anne oranı % 20.4, Tablo II'de % 11.4 bulunmuştur (p < 0.001). Tablo I'de yaşı 25-29 arasında olan annelerin oranı % 24.1 iken Tablo II'de bu oran % 32 bulundu.

Annelerin eğitim durumları Tablo II'de verilmiştir. Tablo Il'deki okur yazar olmayan annelerin oranının anlamlı olarak azaldığı, ortaokul ve lise mezunu annelerin oranının anlamlı arttığı belirlenmiştir (p<0.001). TABLO II: Yeni Doğum Yapan Annelerin Eğitim Seviyeleri


Annelerin çocuk bakımını öğrenme kaynakları Tablo III'de, kendilerine lohusalıkta yardım etmesi beklenen kişiler Tablo IV'te gösterilmiştir. TABLO III: Annelerin Çocuk Bakımını Öğrenme Kaynakları Grup I (1985)

Grup II (1990)

Kaynaklar

(%)

(%)

Anneden

32.7*

65.4*

Kitap-gazeteden

24.6

32.8

Akrabalardan Kayınvalideden

17.7 14.3

32.4 20.8

Radyo-TV'den

19.7

16.8

Okuldan

3.4

4.0

Hiçbiryerden

29.0*

12.2*

TABLO V: Aylara Göre Başlanması Gereken Ek Gıdaları Bilen Annelerin Oranı Grup I (1985)

Grup II (1990)

Aylar

(%)

(%)

l.ay

26.8

28.6

2. ay

17.4

19.6

3. ay

20.6

20.2

4. ay 6. ay

26.6 21,4

22.6 32.8

8. ay

30.4

37.2

10. ay

33.6

36.8

12. ay

41.6

41.6

TABLO VI: Çocuğun Aniden Ateşi Çıkarsa Ne Yaparsınız?

*p<0.001 Yanıtlar

Grup I (1985)

Grup II (1990)

Doktora başvururum

64.8 33.9

37.4

Ateş düşüıücü

1.3

0.0

100.0

100.0

TABLO IV: Annelere Lohusalıkta Yardım Etmesi Beklenen Kişiler Grup I (1985)

Grup II (1990)

62.6

veririm Annesi

38.2

44.7

Bilmiyorum

Kayınvalidesi

32.9

28.5

Toplam

Diğer akrabalar

13.2

Bakıcı Bilinmiyor

9.1 0.6 19.2

13.1

TOPLAM

100.0

100,0

0.5

Annelerin çocuk beslenmesi konusundaki bilgileri ile ilgili veriler Tablo V'te verilmiştir. Her iki grup arasında anlamlı farklılık görülmemiştir. "Çocuğa meyve suyu ve vitamin gerekli midir?" sorusuna her iki grupta da annelerin yaklaşık % 90'ı "Gereklidir" yanıtını vermiştir.

"Çocuğa banyo gerekli mi?", "Emzik gerekli mi?" ve "Çocuğunuz hasta olmasa da doktora götürür müsünüz?" sorularına verilen yanıtlar her iki grupta da benzerdir. Aşı yaptırmanın gerekliliği ve ne zaman hangi aşının yapılması gerektiği gibi sorulara verilen yanıtlar da yine benzerlik gösteriyordu. BCG aşısının yapılma zamanını annelerin yaklaşık yarısı bilirken, polio ve DBT aşısının yapılma zamanını annelerin ancak %.25'i biliyordu.


Tartışma Çocuklarda morbidite ve mortalite oranlarını düşürmek için anne adaylarının ve annelerin hamilelik, doğum ve çocuk bakımı hakkındaki bilgi düzeyini arttırmak son derece önemlidir. Çünkü bilgisizlik hatta yanlış bilgi nedeniyle ülkemizde her yıl yüzbinlerce çocuk ya ölmekte ya da sekelli olarak yaşamaya mahkum olmaktadır(3). Bunu araştırmak için beş yıl önce yaptığımız çalışmamızda annelerin bebek bakımı hakkındaki bilgilerinin şaşılacak kadar düşük olduğu bulunmuştu(2). Beş yıl sonra yaptığımız bu çalışmada aşağıda tartışılan bazı parametrelerde değişme olduğu görülmekle beraber beslenme ve bakım gibi konularda değişiklik olmadığı saptanmıştır. Her iki grupta annelerin yaşları karşılaştırıldığında; 20 yaşın altında doğum yapan anne sayısının hemen hemen yarıya indiği görülmektedir (p < 0.001). Ayrıca 25-29 yaş arasında doğum yapan annelerin oranı da anlamlı oranda artmıştır (p < 0.001). Annelerin eğitim durumu incelendiğinde; okur - yazar olmayan anne oranının anlamlı oranda düştüğü (p < 0.001), ortaokul ve lise mezunu anne oranının anlamlı oranda arttığı (p < 0.001) belirlendi. Beş yıl gibi kısa bir sürede, eğitim düzeyinin bu derece yükselmesi sevindiricidir. Bununla birlikte her iki grupta da annelerin ço-

cuk bakımını yine ağırlıklı olarak kendi annesinden ve yakın akrabalarından öğrendiği saptanmıştır. Ancak çok az sayıdaki anne (% 3-4), çocuk bakımı hakkında okulda bazı bilgiler öğrendiğini ifade etmiştir. Radyo, televizyon gibi iletişim araçlarının yaygınlaşması, kültür ve eğitimin yaygınlaşmasında kullanılmasına rağmen, bu kaynaklardan bilgi aldığını söyleyen anne oranında artma görülmemesi dikkate değerdir. Kanımızca radyo ve televizyonda eğitici ve öğretici programların süre ve nitelik olarak yetersiz oluşu bunda etkendir. Görsel ve işitsel bir eğitim aracı olabilen televizyonda, çocuk bakımı ve beslenmesi konusuna daha fazla süre ayrılmasının ve mevcut programlanıl da daha ilgi çekici ve daha eğitici hale getirilmesinin şart olduğu görülmektedir. Çünkü bebek ölümlerini azaltmak için başta anne ve anne adayları olmak üzere toplumun eğitim, kültür ve bilgi düzeyini arttırmamız gerekmektedir. Tunçbilek ve arkadaşları Türkiye'de bebek ölümlerinin nedenlerini kapsamlı olarak araştırmışlar ve anneleri daha iyi eğitim görmüş çocukların hayatta kalma şanslarının, anneleri eğitimsiz olanlara göre çok daha yüksek olduğunu saptamışlardır. Sonuç olarak sağlıklı bir nesil yetiştirebilmek için, anne ve anne adaylarının bebek bakımı ve beslenmesi konusundaki bilgisini arttırmak amacıyla başta okul, radyo, televizyon ve basın olmak üzere tüm kaynakları seferber etmemiz gerekmektedir.

KAYNAKLAR 1. Tunçbilek, E.: Türkiye'de bebek ölümleri, temel etkenler. H. Ü. Nüfus Etütleri Enstitüsü, Semih Matbaası, Ankara, 1988, s: 3-63. 2. Özeke, T., Paksoy, S., Timur, N.: Yeni doğum ya-

pan annelerin çocuk bakımına ait bilgi düzeyleri, Bursa Devlet Hastanesi Tıp Bülteni 3:1, 45-50, 1987. 3. Paçacı, K.: Sağlık Dergisi (SSYB), 56:1-12, 9799,1982.


Dünyadaki ve Türkiye'deki Çocuk Ölüm Nedenleri ve Bunların Önlenmesine Yönelik Öneriler Dr.Sevin ALTINKAYNAK* Uzm. Sevinç YAMAN** Dr.Handan ALP***

Giriş 0. yüzyılın sonlarına yaklaştığımız şu günlerde çağdaş tıp, insanlığın yakasını bırakmayan pek çok hastalığı önleyebilecek duruma geldiği halde, gelişmekte olan ülkelerde halen günde 5 yaşından küçük 40.000 çocuk hayatını kaybetmektedir. Gelişmiş ülkelerde bu oran % 3'den az olmakla birlikte, bu ülkelerin yoksul kesimlerindeki yaşam düzeyi çevresel bozulma, şiddet, aile yapısının çökmesi ve uyuşturucu kullanımı gibi çeşitli nedenlerle bu oran giderek kötüleşmiştir1.

2

Bu nedenle, gerek gelişmiş ülkelerde gerekse gelişmekte olan ülkelerde bunca çocuğun ölümüne yol açan nedenler araştırılmış, nedenlerin başında; ishal, pnömoni, kızamık, tetanoz ve boğmaca sıralanmıştır. Ölümlere dolaylı olarak yol açan faktörlerden, gelişmekte olan ülkelerde fazla olmak üzere beslenme yetersizliği ve eğitim eksikliği üzerinde durulmuş ayrıca çağımızın felaketi olarak adlandırılan AIDS bildirilmiştir2. Ölümlere yol açan faktörlerin ortaya çıkış nedenleri ve bunların önlenmesine

ilişkin WH0 ve UNICEF tarafından kapsamlı çalışmalar yapılmış, araştırmalar sonrası şu öneriler getirilmiştir. Ölümlere yol açan, kızamık, boğmaca ve tetanozdan günde 8.000 çocuğun öldüğü, oysa bu hastalıkların hepsinin de ucuza mal olan aşılarla önlenebileceği belirlenmiş, buna rağmen bugün dünyada 3.000.000 çocuğun bağışıklamadan yoksun olduğu bildirilerek, 1990 yılında bu çocukların % 80'inin yaşamlarının ilk yılında aşılanmaları hedeflenmiştir. Son derece düşük bir maliyet karşılığı önlenebilecek bir diğer neden de yani ishalden günde 7.000 yılda ise 2.500.000 çocuğun öldüğü, bu hastalığın da uygun sanitasyon koşulan ve ağızdan şeker-tuz eriyiğinin kullanımıyla yok edilebileceği belirlenmiştir. Ancak bugün dünyadaki ishalli vakaların yanlızca % 20'nin bu tedaviye sahip olduğu, tüm vakalara uygun tedavinin sağlanmasıyla önümüzdeki 10 yılda 25.000.000 çocuğun hayatının kurtarılabileceği bulunmuştur. Yine antibiyotiklerin uygun koşullar da-

* Atatürk Üniv.Tıp Fak.Çocuk Sağlığı ve Hast.Anabilin Dalı Klinik Bşk. ** Atatürk Üniv.Hemş.Yük.Ok.Pediatri Doktora Öğrencisi *** Atatürk Univ.Tıp Fak.Çocuk Sağ.ve HastAnabilim Dalı Öğr.Gör evlisi


hilinde kullanımıyla pnömoni gibi solunum yolu enfeksiyonlarından günde 6000 yılda ise 1.500.000 çocuğun ölümünün önlenebileceği, ayrıca halk sağlığı alanında çalışanların ve ailelerin bu konuda yeterli bilgiye kavuşturulmasının, ölümlerin azalmasına katkıda bulunacağı da vurgulanmıştır1,3. Bu risk faktörlerinin yanısıra, Afrika ve Karayipler'de yaygın olmak üzere, tüm dünyada AiDS'in çocuklar açısından felaketlere yol açtığı, çocukların bu hastalığı ya annelerinin rahmindeyken veya doğum esnasında kaptıkları, yaşayanlarınsa kısa bir süre sonra öksüz ya da yetim kaldıkları belirlenmiştir1. Çocuk sağlığı açısından önemli olan bir başka sorun da beslenme yetersizliğidir Bu sorunun özellikle gelişmekte olan ülkelerde önemli boyutlarda olduğu ve bu ülkelerde doğan çocuklardan 1/3'nin 5 yaşma erişmeden kötü beslenme nedeniyle öldüğü bildirilmiş, yaşayanlarınsa 1/4'nin ağır ya da orta dereceli protein-enerji malnütrisyonuna maruz kaldığı saptanmıştır. Bu soruna yönelik olarak, mamayla beslenen çocuklarda ölüm olasılığının, kullanılan suların kirliliği ve sağlık açısından elverişsiz koşullar nedeniyle anne sütü alanlardan 25 kat fazla olduğu bulunmuş, ilk 4-6 ayda anne sütünün en ideal gıda olduğu anlatılarak, maalesef gelişmekte olan ülkelerde dahi bu uygulamanın giderek azaldığı vurgulanmıştır3. Saydığımız tüm bu faktörlere eşlik eden eğitim eksikliğinin ve bilinçsiz davranışların, ölümleri daha da artırdığı bulunmuştur2. Bugün dünyanın eğitim konusundaki sorunun da, oldukçabüyük olduğu ifade edilmiş ve dünyada 60.000.000 kız çocuğu olmak üzere 100.000.000 üzerindeki çocuğun sınıfa adım bile atmadıkları, bir bu kadarının da öğrenimlerini yarıda bıraktıkları belirlenmiştir3. Ayrıca eğitim konusundaki eksikliklerin giderilmesinin ve kız çocuklarında görülen uçurumun ortadan kaldırılmasının, uzun dönemli toplumsal ve ekonomik yararlar sağlayacağı da bildirilmiştir. Böylece UNICEF'inde çalışmalarında belirttiği gibi, seçilen hedefler doğrultusunda, dünyadaki çocukların yüzyüze bulunduklarını tüm bu sorunların bir an evvel önlenmesi gerekmektedir. Aksi halde önümüzdeki 10 yıl içerisinde, 100.000 çocuk ölüme terk edilecektir. O halde, ge-

rek gelişmiş ülkelerde gerekse gelişmekte olan ülkelerde, böyle bir tercih doğrultusunda atılacak olan ilk adım günümüz uygarlığının çehresini bozan çocuk ölümlerini, çocuk istismarını, çocuk hastalıklarını ve beslenme bozukluklarını büyük ölçüde yok edecektir. Böylece doğacak her çocuğun gidecek bir okulu, başvuracak bir sağlık görevlisi, fiziksel ve zihinsel gelişimini tamamlayacağı beslenme olanakları sağlanmış olacaktır1. Çocuk ölümlerinin, yapılan çalışmalar sonrası ülkemiz için de büyük sorun teşkil ettiği görülmüştür. Ölümlere yönelik gerçekleştirilen çalışmalarda ise, ölümlerde ASYE'larının (Akut Solunum Yolu Enfeksiyonlarının) öncelikli olduğu ve 0-4 yaş grubunda yılda 70.000-80.000 çocuğun bu nedenle öldüğü bildirilmiştir4. Bölgelere yönelik olarak yapılan araştırmalarda da bu sorun açıkça dile getirilmiş ve etkin bir sağlık hizmetinin yürütüldüğü bölgelerde, ölümlerde belirgin azalmaların olduğu gözlenmiştir. TABLO 1: Etimesgut Sağlık Eğitim Araştırma Bölgesindeki 1967-1988 Yılları Arasındaki Bebek Ölüm Hızları Bebek Ölüm

Yıllar

Hızı (%) (BÖH)

1967

1988

Azalma

Bebek (BÖH)

142.0

28.8

79.7

Neonotal

36.0

13.4

62.7

Erken Neonotal

17.7

10.6

40.1

Geç Neonotal

18.3

2.8

84.7

Postneonatal

106.0

15.4

85.5

Tabloda da görüldüğü gibi 1967'de % 0.106 olan postneonatal bebek ölüm hızının % 85.50 azalmayla % 0.15.40'a düştüğü yine ikinci sırayı alan geç neonatal bebek ölüm hızının da % 84.70'lik bir azalmayla, % 02.80 olduğu bulunmuştur. Aynı bölgede 1967-1988 yıllarındaki bebek ölüm nedenlerinin yüzde dağılımı ise şöyle sıralanmıştır.


TABLO 2: Etimesgut Sağlık Eğitim Araştırma Bölgesinde 19671988 Yılları Arasındaki Bebek Ölüm Nedenlerinin Dağılımı 1967

(%)

1988

(%)

Pnömoni

49.3

Kongenital Malformasyonlar

17.8

İshal Perinatal Nedenler Bilinmeyen Septisemi, pyemi Diğer Toplam N

15.2 10.6 6.9 4.1 13.9 100.0 217

Perinatal Nedenler Pnömoni Bilinmeyen Septisemi, pyemi Diğer Toplam N

16.7 13.1 9.5 8.3 34.6 100.0 84

Tablo 2'de, 1967 yılındaki ölüm nedenlerinde ilk sırayı alan pnömoninin 1988 yılında % 13.10 olduğu, ikinci sırada yer alan ishallerin ise 1988'de, nedenler arasında bulunmadığı gözlenmiştir5. Ayrıca 1987 yılında İstanbul'da yapılan bir çalışmada da bu şehirdeki tüm ölümlerin % 20.70'inin 5 yaşının altında olduğu, bebek ölümlerinden % 63.70'inin neonatol dönemde meydana geldiği ve ölümlerin % 37.30'unun doğumdan hemen soma gerçekleştiği belirlenmiştir6. Yine 1983 yılında, Türkiye genelinde bebek ölüm nedenleri, korunabilirlik oranları ile bebek ölüm hızları araştırılmış ve ölümlerde ilk sırada bulunan bronkopnömoniden korunabilirlik oranının % 80.00 gastroenteritlerden korunabilirlik oranı ise % 84.00 olduğu saptanmıştır8. Kısaca elde ettiğimiz verilere göre ülke genelinde BÖH'nın % 0.78, beş yaş altındaki ölüm hızında % 0.97 olduğu bulunmuştur. Çocukluk dönemi ölümlerinin bu kadar yüksek olduğu ülkemizde ilk sırayı enfeksiyon hastalıklarının aldığı belirtilmiştir8. Türkiye genelinde, yenidoğan dönemine ilişkin veri olmakla birlikte Hacettepe Çocuk Hastanesinde 1977-1987 yıllarında, yenidoğan döneminde ölen 862 bebeğin otopsi sonuçlarına göre yapılan bir araştırmada, % 33.60 ile yine enfeksiyon hastalıklarının

ilk sırayı aldığı bildirilmiştir9. 1-4 yaş grubunda da ilk sırayı pnömoni ve enteritler almıştır10. Toplumumuzda en sık görülen enfeksiyonlara ilişkin Sağlık Bakanlığı ve üniversitelerin işbirliğiyle hizmet veren Sağlık Eğitim Araştırma bölgesinde ilk 5. sırayı alan hastalıkların dağılımı Tablo 3fde gösterilmiştir9, Ülkemizde olduğu gibi 1986-1989 yılları arasında Erzurum Araştırma Sağlık Grup Bölgelerinde gerçekleştirilen bir çalışmada, 1989 yılında BÖH'nın % 0145.60 olduğu ifade edilmiş, 0-4 yaşa özel ölüm hızının ise % 070.50 olduğu belirlenmiştir11. Yine Erzurum yöresinde 1990 yılında en sık gözlenen 5 hastalığın dağılımı da şöyledir12: 1) Akut Solunum Yolu Enfeksiyonları, 2) Parasitozlar, 3) Otitis Media, 4) Allerji ve Cilt hastalıklar, 5) Göz problemleri. Verilerimizden de anlaşılacağı gibi, çocuklarda ölümle sonuçlanan nedenlerin hemen hepsi de kolayca önlenebilir niteliktedir. Bu nedenle bizler de tüm dünya çocuklarının sağlıklarını tehdit eden bu risk faktörlerinin, WHO ve UNICEF'in aldığı kararlar doğrultusunda, gerçekleştirilen çalışmalarda büyük ölçüde azaltılacağı kanısındayız.


TABLO 3: Ülkemizde Yaş Gruplarına Göre İlk 5 Sırayı Alan Hastalıkların Dağılımı 0 Yaş Grubu

1-4 Yaş Gurubu

5-14 Yaş Grubu

Akut solunum yolu enfeksyionlan

Solunum sistemin akut

Solunum sisteminin akut

enfeksiyonları Enferit ve diğer diare ile seyreden hastalıkları. Deri ve derialtı dokusu ve diğer enfeksiyonları Diğer barsak parazitleri bütün diğer enfeksiyonal ve barsak hastalıkları. Orta kulak iltihabı ve mastoidit

enfeksiyonları Diğer barsak parazitleri.

Enteritler ve diğer diare hastalıkları Deri ve derialtı dokusunun enfeksiyon hastalıkları Orta kulak iltihabı ve mastoidit Diğer pnömoniler Vitaminsizlikler ve diğer bozuklukları

Deri ve deri altı dokusu enfeksiyon ve diğer hastalıkları

Diğer pnömoniler. Orta kulak iltihabı, mastoidit ürogenital sisteminin diğer enfeksiyon hastalıkları. Virüs ve diğer hastalıklar

DİPNOTLAR 1) UNICEF.: "Çocuklara Bir Gelecek Tanımak." Çocuklar İçin Dünya Zirvesi, Birleşmiş Milletler, New York, 29-30 Eylül 1990. 2) Herkes İçin Sağlık Hedefleri, WHO, Kophenhag Meteksan Limited Şirketi, Ankara, 1986. 3) Günöz, H. Neyzi, O.: 0-6 Yaş Grubu Çocukların Korunması 5 ve 6. Pediatri Günleri Raporları, Kent Bası mevi, İstanbul. 1985. 4) Çocuk Sağlığı El Kitabı, Hıfsızzıhha Okulu Tıbbi Eğitim Teknolojisi Merkezi Projesi, El Kitapları Serisi, No: 1. Ankara, 1982. 5) Özcebe. H. Enünlü., T. Berton, M.: Etimesgut Sağlık Eğitim ve Araştırma Bölgesinde Bazı Sağlık Ölçüt lerinin Değerlendirilmesi, Nüfus Bilim Dergisi, Cilt: 12, 1990. 6) Bulut, A. ve Diğerleri.: İstanbul'da Bebek ve Ço cuk ölümleri, Nüfus Bilim Dergisi, Cilt: 12. 1990.

7) Tezcan, S.: Türkiye'de Bebek ve Çocuk Ölümleri, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Yayını, Ankara, 1985. 8) Bertan, N, D.: Türkiye'de Çocuk Sağlığının Duru mu, Çocuğun Durumu, 1990. Çocuk Politikası Kongresi, Ankara, 1989. 9) Çağlar, M.: Perinatal-Neonatal Ölüm Nedenleri, Fötal ve Neonatal Patoloji Konulu Panel, 8- Ulusal Pato loji Kongresi. 10) Behrman R.E.: The Field of Pediatrics, Nelson Textbook of Pedratics, Vaughan 111, VC. W.B. Saunders ComPhiladclphia, 1987. 11) Tıp Fakültesi Eğitim Araştırma Sağlık Ocakları. Çalışma Raporu, Erzurum Atatürk Üniversitesi Halk Sağ lığı Anabilim Dalı Yayını, Erzurum, 1990. 12) Erzurum Sağlık Müdürlüğü İstatistik Şube Kayıt ları, Erzurum, 1989-1990.


Medeni Kanuna Göre ÇocuğunAna-Babasına Karşı Korunması Prof.Dr.Emine AKYÜZ*

Giriş:

Ç

ocuk Hakları Sözleşmesinin 9, maddesi çocuğun ana-babasına karşı korunmasını düzenlemiştir. Sözleşmenin 5. maddesi, ana-babanın çocuğu yetiştirme hakkına sahip olduğunu belirttikten sonra, 9. madesi, ana-babanın çocuğa kötü muamele etmeleri, ihmal etmeleri gibi durumlarda resmi makamlar tarafından çocuğun anababadan alınması da dahil olmak üzere gerekli tedbirlerin alınacağını hükme bağlamıştır. Türk Medeni Kanununda Çocuk Haklan sözleşmesinin bu maddeleri doğrultusunda ayrıntılı hükümler vardır. Medenî Kanun çocuğun ailede anababası tarafından yetiştrilmesinin ideal bir durum olduğu görüşünden hareket etmiştir. Kanunun 262264. maddelerine göre ana-baba çocuğu yetiştirmek, ona sevgi ve şefkat göstermekle yükümlüdür. Kanun bu görevlerini yerine getirebilmeleri için ana-babaya velayet hakkı vermiştir. Velayet, çocuğun şahsına, mallarına özen ve onu temsil hususunda ana-babaya yüklenen görevlerle bu görevlerin en iyi biçimde yerine getirilmesini sağlayan yetkilerden ibaret yalnızca çocuğun korunması amacını güden bir kurumdur. Ana-baba velayetin kendilerine yüklediği gö-

* A.U. Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretini Üyesi

revleri yeterli biçimde ya da hiç yerine getirmezlerse hâkim çocuğu ana-babasına karşı korumak için gerekli tedbirleri alır (TMK m. 272, 273, 274).

I. Ana-Babanın Çocuğun Şahsına Gösterecekleri Özenin Sınırları Çocuğun şahsının korunmasında ana-babanın yükümlülüklerinin sınırları iki bakımdan incelenebilir.

A. Çocuğun Şahsına Gösterilecek Özenin Nisbî Sınırı Ana-babanın çocuğun şahsına özen gösterme görevlerinin nisbî sınırını herşeyden önce, çocuğun bedensel ve fikirsel yetenekleri ile eğilimleri belirler. Bu sonuç, Türk Medenî Kanununun, çocuğa muayyen bir mesleğin seçiminde ana-babayı onun eğilim, yetenek ve arzularını nazara almakla yükümlü tutan 265. maddesinden çıkmaktadır. Gerçekten, çocuğa verilen eğitim, öğretim ve özellikle de seçilen mesleğin onun yetenek ve isteklerine uygun olması gerekir. Yeteneklerine uygun olmayan bir mesleği öğrenmeye ana-baba, çocuğu zorlayamaz.


Ana-babanın çocuğa özen gösterme görevinin sınırlarını belirleyen diğer bir hususta bizzat kendilerinin bedensel ve psikolojik yetenekleridir. Bu da, Medenî Kanunumuzun, ana-babanın, çocuğu imkânlarına göre yetiştirmekle yükümlü olduklarını ifade eden 264. mad. II. fıkrasından anlaşılmaktadır. Ana babanın imkânları çocuğa gösterecekleri özenin içerik ve kapsamı bakımından önemli olduğu gibi, bu özenin en az ve en yüksek ölçüsünü tayin etmesi bakımından da önemlidir. Nihayet, ana-babanın çocuğa gösterecekleri özenin sınırları çocuğun ve ana-babanın ekonomik, sosyal şartlarına da bağlıdır. Ana-babadan, çocuğa ekonomik ve sosyal imkânlarının üstünde bir bakım ve ihtimam göstermeleri istenemez1. Her ne kadar kanun koyucu, bireyin kişiliğini korumayı ve bunu en iyi biçimde gerçekleştirmeyi arzu etmiş ise de, genel hayat şartları, kanun koyucunun bu çabasının tam olarak gerçekleşmesini engeller. Çünkü, çocuk belli bir çevrede doğar. Kanun koyucu, çocuğun doğduğu ve bağlı olduğu bu çevrenin şartlarını dikkate almak zorundadır. Bu nedenle o, ana babadan gerçekleştirilmesi mümkün olmayan isteklerde bulunmaktan kaçınmış ve MK.nun 264. mad. II. fıkrasında "Ana-baba çocuğu kudretlerine göre yetiştirmekle mükelleftir" kuralını koymuştur. Bu kural, ana babanın hem kişisel yeteneklerini, hem ekonomik imkânlarını ve hem de sosyal mevki ni içine alacak genişliktedir2.

B. Çocuğun Şahsına Özenin Mutlak Sınırı Yukarıda ana-babanın çocuğun şahsına gösterecekleri özenin sınırının kural olarak ana-babanın ve çocuğun kişisel, ekonomik ve sosyal yetenek ve imkânlarına göre tayin edileceğini belirtmiştik. Bununla beraber Medenî Kanunumuz, Çocuğa asgari bir özenin mutlaka gösterilmesini istemektedir. TMK. 273. md. I. fıkrası bu ihtimamın asgarî ölçüsünü dolaylı biçimde bildirmektedir: "Çocuğun bedenî ve fikrî gelişimi tehlikede bulunur veya çocuk manen metruk (terkedilmiş) bir halde kalırsa, hâkim çocuğu ana ve babadan alarak bir aile nezdine ya da bir müesseseye yerleştirebilir." Şu halde, kanun koyucu bir taraftan çocuğa gösterilecek özeni ana ba-

banın yeteneklerine tabi tutarken, diğer taraftan da ana-babayı çocuğa, onun bedensel ve fikirsel gelişiminin tehlikeye maruz kalmayacağı, veya onun manen terkedilmiş duruma düşmeyeceği ölçüde ihtimam göstermekle yükümlü tutmaktadır. Hâkim, bu asgarî ihtimamı göstermeyen ana babadan çocuğu alabilir. Ancak bu, çocuğun ana-babasına karşı korunması için en son başvurulacak bir tedbirdir. Başka bir ifade ile, ana-baba çocuğa bu asgari özeni gösterebildiği sürece onu ana-babasından ayırmak gerekil*. Eğer ihtimam bu sınırın altına düşerse ancak o zaman devlet çocuğun güvenliğini korumak için müdahale etmelidir. O halde çocuğun mutlak ihtimam görebilme talebi son olarak devlete yönelmektedir3. Devletin bu görevi üzerine almasının Medenî Kanunumuzun çocuğun korunmasına ilişkin hükümleri bakımından büyük önemi vardır. Ana-babadan mümkün olmayan şeylerin talep edilememesi halinde, kanun bakım ve ihtimam görevlerinin nisbî olacağını kabul etmek zorunda kalmıştır. Böyle bir durumda, çeşitli nedenlerden dolayı çocuğu yetiştirebilme yetenek ve imkânlarına sahip olmayan anababalarm çocuklarının tehlikeye düşecekleri açıktır. Fakat, devlet kendini bu durumdaki çocukları eğitip yetiştirmek yani korumak ile görevli sayarsa çocuğun gelişimi güven altına alınmış olur4.

II. Hakimin Müdahalesi A. Genel Olarak Hâkimin ana-babanın velayet hakkına müdahalesinin dayanağını özel hukuk alanında esas itibariyle Medenî Kanunun 272, 273 ve 274. maddeleri teşkil eder. Kanunun diğer bazı maddelerinde de hâkimin müdahalesini gerektiriri şartları düzenleyen hükümlere yer verilmiştir. Çocuğu tehdit eden tehlikenin çeşitli olması hâkimin alacağı tedbirlerin de çeşitli olmasını gerektirir. Kanun koyucu bu hususu Medenî Kanunda mümkün olduğu ölçüde dikkate almaya çalışmıştır. Başka bir deyişle MK. tedbirlerin seçiminde hakime geniş takdir yetkisi vermiştir. Fakat, bu geniş takdir yetkisine rağmen hâkim yine de belirli sınırlar içinde kalmak zorundadır. Bir kere herşeyden önce, özel hukuka göre alınacak ted-


birlerin konusunu velayet hakkı teşkil eder. Bu nedenle koruma tedbirleri ancak bu çerçeve içerisinde alınabilir. Bu bakımdan ana-babaya kendilerini muayene ve tedavi ettirme gibi bir mükellefiyet 272 ve devamındaki hükümlere göre yüklenemez5. Buna karşılık ana-babaya bazı tavsiyelerde bulunmak, bu tavsiyelere uyulmaması halinde çocuğun korunması için velayetin kaldırılması da dahil gerekli tedbirlerin alınacağını ihtar etmek mümkündür. Bundan başka, velayet hakkına müdahale, ancak çocuğun güvenliğinin korunabilmesi için gerekli olduğu ölçü ve tarzda olmalı, bu ölçünün sınırları aşılmamalıdır. Velayet hakkına gereksiz tecavüz anlamını taşıyan tedbirler uygun görülemezler. Aksi takdirde ana-babanın velayet hakkının bütünlüğü ve devamına ilişkin kişilik haklan zarar görmüş olur6. Esasen çocuğun yararları da aile içi ilişkilere ve anababanın haklarına aşırı müdahaleden kaçınmayı gerektirir. Hâkimin müdahalesi, ana-babaya yardım şeklinde olmalıdır. Bundan başka, hâkim, çocuğun güvenliği yanında, ana-babanın iyi niyet kurallarına göre yapmaya muktedir olduğu görevleri onların üzerinden almama ilkesini de gözden uzak tutmamalıdır. Alınacak tedbirin seçimini çocuğu tehdit eden tehlikenin derecesi de etkiler. Yani, hâkimin alacağı tedbirlerin ağırlığı çocuğu tehdit eden tehlikenin ağırlığına da uygun olmalıdır. Bu hususlardan başka, burada"hâkimin hukuk yaratırken ve takdir hakkını kullanırken gözönünde tutması gereken kurallara da uyması gerekir. Yani hâkim, duygularının etkisi altında kalmamalı, düşüncelerini her olayda objektif ve olumlu sonuçlara dayandırmalı ve bulduğu çözüm tarzının kanundaki hükme de saygı göstererek şartlara uygun olmasına itina göstermelidir7.

B. Tedbirler Medenî Kanunumuz çocuğun şahsının korunması için hâkim tarafından alınabilecek tedbirleri iki ana gruba ayırır. Birinci gruptaki tedbirler velayet hakkını ana-babada bırakan ve nisbeten daha hafif olan tedbirlerdir. Hâkim kanunun kendisine verdiği yetkinin sınırları içerisinde çocuğun korunması için

uygun olan her tedbiri alabilir. Bu nedenle, bu tedbirleri hafif ve genel tedbirler olarak nitelendirmek mümkündür (MK. m. 272). ikinci gruptaki tedbirler ise çocuğun anababadan alınmasını (MK. m. 273) ya da velayet hakkının kaldırılmasını öngören durumları içerirler (MK. m. 274, 275). Bu nedenle bu tedbirleri de özel ve ağır tedbirler olarak nitelendirebiliriz. Çocuğun doğrudan doğruya korunmasını sağlayan bu hükümlerden başka, Medenî Kanun, çocuğun yararlarının zarar görebileceği bazı durumlarda onun bu yararlarını korumak için özel hükümler koymuştur (MK. m. 137, 148,161 gibi).

1. Hafif ve Genel Tedbirler Medeni Kanunun 272. maddesi vesayet makamlarına ailenin sorunlarına karışma yetkisini vermektedir. Bu makamlar, ailedeki yetersizliklere dikkati çekebilirler, ana babaya tavsiyeler verebilirler, çeşitli yardım imkânlarına işaret edebilirler, ikazda bulunabilirler, ya da çocuğun bakımı, öğretimi ve eğitimi için somut bir takım emirler verebilirler. Ayrıca hâkim bir şahsı veya kurumu ana-babaya rehberlik yapmak üzere görevlendirebilir. Ana-babaya somut emirler verilmesi ve onların denetime tabi tutulması velayet hakkını bir ölçüde kısıtlar. Sözü edilen diğer tedbirler ise velayet hakkına kısıtlama getirmezler.

a) Hafif ve Genel Tedbirlerin Şartları a) Ana-Babanın Görevlerini İhmal Etmiş olmaları Medenî Kanunun 272. maddesinin uygulanabilmesi için ilk şart, ana babanın görevlerini ihmal etmiş olmalarıdır8, Acaba ana babanın görevlerini ihmal etmiş sayılmaları için kusurlu olmaları gerekir mi? Her ne kadar "ihmal" kavramı kusurlu bir davranışı içermekte ise de, bugün uygulamalarda ve doktrinde MK. 272 ve 273. maddelerine göre velayet hakkına müdahale için kusur aranmamaktadır. Çünkü, çocuğun güvenliği ilkesi, çocuğun korunması için alınacak tedbirlerin, ana-babanın kusuruna değil, çocuğun güvenliğinin tehlikeye düşmesi esasına bağlı olmasını gerektirir. Şu halde kanun, görevin


hangi nedenle olursa olsun yerine getirilmemesini "ihmal" olarak nitelendirmiştir. Bununla beraber, ana-babanın kusurlu olması, hâkimin alacağı tedbirleri dolaylı biçimde etkiler9. Çünkü, ana-babanın kuşum çocuğun, özellikle tehlike içinde bulunduğunun ve korunmaya olan ihtiyacının işaretidir. Kusurun mevcut olmadığı hallerde tehlike daha hafiftir ve bu nedenle de mümkün olduğu ölçüde hafif tedbirlerle yetinmek gerekir. Tedbirin amacı tehlikeyi ve tehlikenin, çocuğa zarar vermesini önlemektir. Bu nedenle alınacak tedbirin ölçüsü de tehlikenin, korunmaya olan ihtiyacın derecesine ve nihayet ana babanın kusuruna bağlı olacaktır. Acaba ana-baba hangi hallerde görevlerini ihmal etmiş sayılırlar? Velayet hakkının kapsadığı hak ve görevler çeşitli olduğu için, bunların ihlâli yolları ve biçimleri de çeşitlidir. Bunu gözönünde tutan kanun koyucu hangi hareketlerin görevin ihmalini oluşturduğunu saymaktan kaçınmıştır. Kanundaki kısa açıklamalar da aynı nedenden dolayı örnek niteliği taşımaktadır. Bununla beraber göreve aykırı davranışı, yazılı veya yazılı olmayan hukukun veya yetkili makamın ana babaya yüklemiş olduğu herhangi bir görevin ihlâli veya hakkın kötüye kullanılması şeklinde tanımlamak mümkündür10. Hakkın kötüye kullanılması suretiyle meydana gelen görev ihlâli ana babanın ya haklarını hukuka veya ahlâka aykırı bir amaca ulaşmak için veya yalnızca aşırı bir şekilde kullanmaları halinde söz konusu olur. Hakkın kötüye kullanılmasının bu iki şekline tedip hakkını örnek gösterebiliriz. Şöyle ki, ana baba çocuğu ölçülü, fakat hukuka ve ahlâka aykırı bir davranışa, örneğin hırsızlığa, dilenciliğe itmek için tedip ediyorlarsa haklarını birinci şekilde kötüye kullanmış sayılırlar. İkinci anlamda hakkın kötüye kullanılması ise ana-babanın çocuğu haklı bir şekilde ve iyi niyetle, ancak aşırı olarak tedip etmeleri halinde söz konusu olur11. Aşırı veya amaca aykırı bir tedip çocuğa bedenî bakımdan zarar verebileceği gibi, onun fikir ve ruh sağlığını da tehlikeye sokabilir12. b) Görev ihmali ve tehlikenin hukuken önemli olması. Hâkimin müdahalesi için, ana-babanın göreve aykırı hareketlerinin önemli yani görev ihmalinin

hâkimin müdahalesini haklı kılacak derecede ağır olması gerekir13. Yetkili makamlar ana-babanın hafif bir ihmali halinde müdahale etme yetki ve görevine sahip değildirler. Çünkü, böyle önemsiz ihmal durumları günlük hayatta sık sık meydana gelir. Bu nedenle hâkimin her olayda müdahale etmesi mümkün olmadığı gibi çocuğa zarar da verebilir14. Öte yandan, bakım ve ihtimam görevinin muayyen bir kısmı yerine getirilmesi ana-babanın anlayış ve iradesine bırakılabilen ve bırakılması gereken doğal bir yükümlülüktür15. Görev ihmalinin hukuken önemli olması, çocuğun bu ihmal sonucunda zarar görmesi veya hiç değilse bir tehlike ile karşı karşıya bulunmuş olmasını ifade eder. Şu halde, ana-babanın görevlerini ihmalde ağırlığın ölçüsünü çocuğun güvenliği teşkil eder. Medenî Kanunun 272. maddesi müdahalenin şartlarını ana-babanın görevlerini gereği gibi yerine getirmeyerek çocuğun güvenliğinin tehlikeye düşmesi esasına bağlamak suretiyle hâkime geniş takdir yetkisi vermiştir. Başka bir ifade ile kanun, hâkimin müdahalesini gerektiren şartları sınırlayıcı biçimde tek tek saymayarak çocuğun karşılaşabileceği önemli tehlike durumlarını ve tarzlarını kapsamına almıştır16. Her çocuk, gelişim süreci içerisinde bir çok tehlikeli durumlarla karşılaşabilir. Her olayda müdahale ederek tehlikeyi giderici önlemleri almak vesayet makamlarının görevi değildir. Diğer bir deyişle ana-babanın her yanlış davranışı hâkimin müdahalesine yol açmaz17. Bunun nedeni, vesayet makamlarının hem sınırlı bir takım imkânlara sahip olmaları, hem de hâkimin ana-baba çocuk ilişkilerine müdahalesinin sadece iyileştirici değil, aynı zamanda bu ilişkileri bozucu etkisinin de bulunmasıdır18. Bu nedenlerle hukuk doktrininde, çocuğun korunması amacıyla alınacak tedbirlerin, hâkimin müdahalesi ile çocuğun karşılaştığı tehlike arasında açık bir oransızlık olmadığı takdirde caiz olacağı ilkesi getirilmiştir19. Çocuğa zarar verebilecek tehlikelere ilişkin görüşler de zamanla değişmektedir. Bu husus her şeyden önce bilimsel araştırmaların sonuçlan için geçerlidir. Yani bilimsel gelişmelere uygun olarak, araştırma sonuçları değişmektedir. Toplumda çocuk


yetiştirmeye ilişkin görüşler ve uygulamalar da bu bilimsel çalışmalardan zaman içinde olumlu yönde etkilenmektedir. Özellikle, çocuğun, gelişimin hedeflerine uygun biçimde yetiştirilmesini sağlayan tek bir yöntem yoktur. Bir çok farklı eğitim tarz ve yöntemleri ile çocuğun güvenliği korunabilir20. Ana-babanm uyguladığı eğitim yönteminin çocuğun güvenliğini tehlikeye düşürüp düşürmediğini değerlendirmek uzmanlar için de kolay bir iş değildir, uzmanların ve resmî makamların bu konuda yanlış karar verebileceklerini dikkate almak gerekir. Çocuğun maruz kaldığı tehlike ne kadar açıksa, yanlış karar verme ihtimali de o kadar az olur. Bu nedenle, hâkimin müdahalesi için tehlikenin sadece önemli olması değil aynı zamanda teşhis edilebilir olması da şarttır21, c) Somut Bazı Örnekler Ana-baba tarafından çocuğa gösterilen ihmalin hukuken önemli olup olmadığı sorunu, bir yandan somut olayın özelliklerine, diğer yandan da çevrenin sosyo-kültürel şartlarına ve bilimsel araştırmaların verilerine göre değerlendirilmelidir. Bu konuda verilmiş eski mahkeme kararlarından ihtiyatla (çekince) yararlanmak gerekir. Başka bir deyişle, güncel bir olayın değerlendirilmesinde eski kararlar olduğu gibi örnek alınmamalıdır. Çünkü, bu kararlar hem çabuk eskimekte hem de her çocuğun yaşadığı somut şartlar çok değişik olabilmektedir. Öte yandan çocuğun güvenliğini tehlikeye düşürebilecek durumlar zamana ve çevreye bağlı olarak sürekli değişmektedir. Bu nedenle tehlike ölçütlerinin bilimsel değerlendirmeler yanında, toplumun gelenek, görenek örf ve adetleri de dikkate alınarak belirlenmesi gerekir. Belli bir toplumda ve çevrede çocukların o çevrenin koşullarına göre ne ölçüde sağlıklı yetiştiklerine bakarak olayları değerlendirmek zorunluluğu vardır. Bu ölçütlerin zaman ve mekân içinde değiştiği düşünülürse, değişme dinamiğini izleme ve yakalamanın çok zor olduğu görülür. Özellikle çocuğun terbiyesi ve disiplini (tedip) ile ilgili düşünceler zaman içinde hızla değişmektedir. Bugün fena muamele, ihmal sayılan bir davranış daha önceki devirlerde şımartmama olarak övülmüş olabilir. Eğitim eskiden zorunlu olmadığından çocuğun okula gönderilme-

mesi bir ihmal olarak görülmediği halde, günümüzde ihmal sayılmaktadır. Bu nedenle yetkili makamar, yoksunluk, ihmal, istismar, tehlike, fena muamele durumlarını ölçebilecek açık ölçütleri zaman içinde değerlendirmekle yükümlüdürler. Eski kararlarda daha çok çocuğun yetersiz beslenmesi dolayısıyla maruz kaldığı bedensel tehlikelerden söz edilmektedir22. Böyle bir beslenmenin hukuken önemli bir tehlike sayılıp sayılmayacağı, somut olayda hekimin raporu ile tesbit edilebilir. Bugün ise, ana-babanın çocuğu dengeli biçimde beslemek yerine, kolaylığından dolayı piyasadaki hazır tatlı ve yağlı besinlerle beslenmesi durumlarına rastlanmaktadır. Bu nedenle ana-babanın çocuğu tatlı, yağlı besinlerle beslemesi ya da alkol kullanmasına izin vermesi hâkimin müdahalesine sebep olabilir. Eğer çocuğun hastalanmasına, ya da arkadaşlarının ondan kaçmasına neden olarak duygusal gelişiminin zarar görmesine yol açarsa, yetersiz vücut bakımı da hukuken önemli tehlike sayılabilir23. Keza, çocuğun gerektiğinde bilimsel yöntemlere uygun biçimde muayene ve tedavi ettirilmemesi, ona uygun olmayan ilaçlar verilmesi gibi davranışlar da önemli tehlike sayılarak, hâkimin müdahalesini gerektirebilir24. Çocuğun yaşına uygun olmayan işlerde çalıştırılması, oyun, eğitim, uyku ve arkadaşları ile ilişki kurmasına zaman bırakılmaması durumlarında da çocuğun güvenliği tehlikeye düşer. Bütün bu tehlike durumları değerlendirilirken yukarıda belirtildiği gibi somut olayın özellikleri ve modern psikoloji ve pedagojinin ölçütleri dikkate alınmalıdır. Eski kararlarda, çocuğun kirli giysilerle dolaştırılması halinde velayeti kısıtlayıcı tedbirlere rastlanılmaktadır25. Bu konuda bugün görüşler oldukça değişmiştir. Bugün daha çok giyimin amaca uygunluğuna önem verilmektedir. Başka bir deyişle çocuğun ihtiyaçlarına uygun biçimde-örneğin oyun sırasında-giydirilmesi ve giysileri dolayısıyla arkadaşlarının alaylarına maruz bırakılmaması önemlidir. Giysilerinin temiz olmaması her zaman çocuğun hukuken önemli derecede tehlikeye düşmesi olarak değerlendirilemez.


Günümüzde evin düzeni ve yerleştirilmesine ilişkin görüşler de değişmiştir. Bugün sadece rutubetli ve hijyenik şartlara uymaması nedeniyle sağlığa zarar verebilen ev değil, aynı zamanda çocuğun rahat biçimde oynayıp hareket etmesini engelleyen ev düzeni de onun güvenliğini hukuken önemli derecede tehlikeye sokan bir durum olarak değerlendirilebilir26. Çocuğun güvenliği, besinden, uykudan ve serbest zamandan kısıcı tedip yöntemleri uygulama, haşin, kaba, şefkat ve bağışlayıcılık ile bağdaşmayan muameleler ile de tehlikeye düşebilir. Ana-babanın çocuğu okula göndermeme, ödevlerini yapmaktan alıkoyma, onu yeteneğine uygun olmayan bir meslekte eğitim yapmaya zorlama gibi davranışları da çocuğun güvenliğinin tehlikeye düşmesine yol açabilir. Bu husus özellikle bedenen ya da zihnen Özürlü çocuklar bakımından önemlidir. Ana babanın eğitsel (pedagojik) yeteneksizliği, bu yeteneksizlik ister aşırı sertlik, ister aşırı yumuşaklık şeklinde olsun çocuğu tehlikeye düşürebilir27. Böyle durumlarda çocuğun, ana-babanın davranışlarına normal olmayan davranışlarla karşılık verme, alkol ve uyuşturucu kullanmaya yönelme veya suça iten kişilerle ilişki kurma gibi olumsuz, bir gelişim süreci içine girmesi halinde güvenliği ciddi biçimde tehlikeye düşer. Öte yandan ana-babanın bu tür pedagojik hataları aşın titizlik ve korkudan da kaynaklanabilir. Bu titizlik sonucu ana-baba çocuğun, yakın aile çevresi dışında yaşıtlarıyla ve diğer kişilerle, yani dış dünya ile ilişkisini kesmişse hukuken önemli tehlike durumu gerçekleşmiş sayılır28. Ana-babanın bu tür davranışları çocuğun kişilik gelişimini ve sosyalleşmesini olumsuz yönde etkiler. Bunun aksine, ana-baba çocuğu diğer kişilerin kötü etkilerinden korumak, aile içindeki ya da dışındaki kişilerle olan kavga ve düşmanlıklarına karıştırmamak ile yükümlüdürler29. Ana-babanın bu tür pedagojik yetersizlikleri, onların çocuklarıyla ilişkilerini ağır biçimde bozacağından koruma tedbirlerinin alınmasını gerektirebilir. Ana-baba çocuğu yetiştirme yeteneklerini korumak için gerekli çabayı gösteımemekle de eğitim ve yetiştirme görevlerini ihmal etmiş olurlar. Buraya hem alkol alışkanlığı, düzensiz hayat, serserilik, di-

lencilik, alışkanlık haline getirilmiş hırsızlık gibi onları görevlerini yerine getirmekten alıkoyan durumlar, hem de ana-babanın kendilerinde daha önceden mevcut bulunan ve görevin yerine getirilmesini engelleyen durumlar girer30. Bütün bu durumlarda anababanın kusurlu yaşam tarzlarının çocuğun gelişimi üzerinde olumsuz etkide bulunduğunun isbatı gerekir.

B) Alınabilecek Tedbirler a) Rehberlik ve Yardım Çocuğu tehdit eden tehlikelerin büyük bir kısmı, ana-babaya veya çocuğa rehberlik ve gerekli yardımların yapılmasıyla giderilebilir. Bu yardımlar isviçre'de genellikle resmî rehberlik büroları, özel uzmanlar veya gönüllü kuruluşlar tarafından yapılmaktadır31, İstisnaî durumlarda, çocuğu eğitme yeteneğine sahip ve buna istekli ana-babalar, rahata düşkünlüklerinden, özel kuruluş ve uzmanlara karşı duydukları, şüphe ya da benzer nedenlerden dolayı bu alandaki kurumlarla işbirliği yapmaktan çekinmektedirler. Gönüllü kuruluşların aksine vesayet makamları ailenin iç işlerine karışma, aileye rehberlik ve yardım etme yetkisine hukuken sahiptirler. Vesayet makamları böyle durumlarda eğer gerekli bir hassasiyet ve duyarlılıkla hareket edebilirlerse ana-babanın gönüllü olarak kendileriyle işbirliği yapmasını sağlayabilirler. Çocuk koruma hizmetinde çocuğunu ihmal eden ya da ona fena muamelede bulunan ana-baba ile çalışma özel bir beceri gerektirir. Böyle bir anababa uzman tarafından yardıma ihtiyacı olan zor durumdaki bir kişi olarak ele alınır. Ana-babalar, bazen çocuklarına karşı gösterdikleri ihmal ve olumsuz davranışların bilincinde değildirler. Bu davranışlar, içinde bulundukları kişisel ve sosyal bazı sorunlara bir tepki olarak ortaya çıkmaktadır. Resmi ya da gönüllü sosyal hizmet kurumlan onlara sorunlarının çözümünde yardım ederlerse, çocuğa karşı olan bu tür davranışlar da önlenmiş olur. Şu halde anababaya yardım ve rehberlik yapılırsa, velayet hakkına ağır müdahaleleri gerektirecek ve ana-baba çocuk ilişkilerini zedeleyebilecek tedbirler alınmasına gerek kalmaz. Çünkü, temel amaç aile bütünlüğünün muhafa-


za edilmesini, çocuğun daha fazla ihmal görmeksizin ailesi ile kalabilmesini, ve ihtiyaçlarının öz aile içinde karşılanmasını sağlamaktır. Gerek özel, gerek resmi kurumların çocuğun güvenliği ile ilgilenmekte oldukları gerçeği, ana-babaları çoğunlukla bu gibi kurum ve uzmanlarla işbirliği yapmaya motive edebilir32. b) İhtar Rehberlik ve yardım uygulamalarda kural olarak daha çok informel biçimde vukubulur. Fakat, resmi makamlar ana babaya veya çocuğa daha ciddî ve fonnel biçimde ikazda bulunmak gereğini duyarlar. İhtar, kural olarak ana-babaya velayete ilişkin bazı konularda görevlerini hatırlatmaktan ibarettir. Şu halde ihtar belirli ve daha açık yapma ve yapmama şeklinde ortaya çıkan emirlerin ön safhasını teşkil eder. Rehberlik ve yardımda olduğu gibi, ihtarda da ana-babanın prensip olarak eğitime yetenekli ve istekli olmaları gerekir. İhtar çoğunlukla rehberlik ve yardım ile ilişkili olarak yapılır33. İhtarın etkileri daha çok psikolojiktir. Yani ihtar, buna maruz kalan kişide vesayet makamının çocuğu korumak için daha sert tedbirler alabileceği izlenimini yaratır. Böyle resmî bir tehdit genellikle amaca uygun sonuç vermektedir34. İhtarla ana-babaın velayet hakkı sınırlandınlmamaktadır35. c) Ana-babaya emir ve direktifler verilmesi Çocuğun içinde bulunduğu tehlikeyi gidermek için ihtarın yeterli derecede etkili olmadığı anlaşılırsa hâkim ana-babaya çocuğun yetiştirilmesine ilişkin bazı emir ve direktifler vererek onları belirli bir hareket tarzına zorlayabilir. Bu emir ve direktiflere aşağıdaki örnekler verilebilir: Çocuğun bir gündüz bakımevine ya da çocuk yuvasına yerleştirilmesi36, uygun bir okula gönderilmesi, gözetim, muayene ve tedavi için geçici olarak hastahane veya yurda yerleştirilmesi37, tehlikeli bir işte çalıştırılmasının yasaklanması, bazı kötü şöhretli veya çocuğa kötü etkide bulunabilecek kişilerle ilişki kurmasına müsamaha gösterilmemesi38, içki alışkanlığı ya da akıl hastalığı geçinceye kadar evden uzaklaştırılması; muay-

yen aralıklarla vesayet makamlarına rapor verilmesi gibi. Medenî Kanunun 272. maddesine göre alınabilecek en ağır tedbir çocuğun geçici olarak gözlem, muayene ve tedavi için bir hastahane, gözlem evi ya da benzer bir kuruma yerleştirilmesidir39. d) Ana-Babanm Denetime Tabi Tutulması Bu tedbire tehlikenin çocuğun eğitim ve yetiştirilmesinin sürekli olarak gözetim altında bulundurulması, ana-babanın rehberliği de içeren bir kontrol altında tutulması halinde giderilebileceği durumlarda başvurulur40. Ayrıca, böyle bir denetim, resmî makamlar tarafından verilen emirlere uyulup uyulmadığının kontrolüne de hizmet eder. Gözetim ve denetim organı olarak prensip itibarıyla mesleki bakımdan bu iş için eğitilmiş kişi ya da bu işle ilgili kurumların tayin edilmesi gerekir. Çünkü, ancak uzmanlık bilgisine sahip kişiler anababanın çocuğu yetiştirme görevini gereği gibi yerine getirip getirmediğini değerlendirebilir ve onlara rehberlik yapabilirler. Gönüllü kuruluşların organları ya da bu konuda uzmanlık bilgisine sahip kişiler gözetici ve denetici olarak atanabilirler. Denetim organı çocuğun veya ana-babanın kayyımı olarak değil, hâkim tarafından vesayet makamının yardımcısı olarak atanır. Bunlar sadece denetleme ve rehberlik yapma yetkisine sahiptirler41. Denetici (gözetici) her zaman çocuğun içinde bulunduğu durumu kontrol edebilir, ayrıca vesayet makamı taralından verilen emirlere uyulup uyulmadığını inceler. Bu amaçla, ana-babadan veya üçüncü kişilerden bilgi isteyebilir, denetim ziyaretlerinde bulunabilir. Deneticinin bunların dışında bağımsız yetkileri yoktur42. Yani, ne ana-babaya emirler verebilir ne de hukukî işlerde onları temsil edebilir. Meğer ki ana-baba ona ayrıca yetki vermiş olsun43. Ancak, bu kişilerin yetkilerinin hukukî bakımdan kısıtlı olmasına rağmen, çocuğun korunması bakımından etkili olup olamayacakları kişisel yetenekleri ve mesleki bilgilerine büyük ölçüde bağlıdır. Ana-babanın kendileri ile olumlu ve yapıcı bir işbirilği kurmasını bu yetenekleri sayesinde sağlayabilirler44. Bu nedenle, bu görev yeterli zaman, bilgi ve kişisel yeteneğe sahip kişilere verilmelidir.


Denetimin yapılış biçimini ve sınırlarını vesayet makamı belirler. Şu halde, denetim organının yetkilerinin, yalnızca bazı emirlerin yerine getirilip getirilmediğinin kontrolü ile mi sınırlı olduğu, yoksa çocuğun ve ana-babanın her yönüyle denetimini mi kapsayacağı mahkeme tarafından belirlenir. Son durumda denetim organı çocuğun bedensel, zihinsel ve ruhsal gelişiminin her yönünü denetim altında bulundurmuş olur. Denetim organı, faaliyetleri ve edindiği bilgiler konusunda mahkemeye periyodik olarak rapor verir. Eğer şartlar gerektirirse, mahkemeyi bazı hususlardan derhal haberdar eder ve çocuğun korunması için hemen tedbir alınmasını önerir. Bu durum özellikle ana-babanın vesayet makamının emirlerine riayet etmediği, denetici ile işbirliğine yanaşmadığı veya çocuğun güvenliğinin o ana kadar bilinmeyen bir şekilde tehlikeye düştüğü durumlarda söz konusu olur45. Denetim ve gözetim için bir şahıs tayini tedbiri özellikle, çocuğun ana-babadan MK. 273. maddesi gereğince alınıp bir aile yanına yerleştirilmesi halinde özel biı önem taşır. Çünkü, çocuğun yabancı bir aileye yerleştirilmesinin hemen herzaman rizikosu vardır. Bu nedenle çocuğun ana-babadan alınması tedbirinin gözetim için bir şahıs tayini tedbiri ile birlikte alınması uygun olur.

2. Çocuğun Ana-Babadan Alınması a) Genel olarak Medenî Kanunumuz 273. maddesinde "çocukların yerleştirilmesi" başlığı altında çocuğun anababadan alınması tedbirini düzenlemiştir. Çocuğun bedensel, zihinsel ve ruhsal gelişiminin temel şartı ana-babası ile birlikte yaşaması ve onlar tarafından yetiştirilmesidir. Ana-babanın çocuğu kendi evlerinde yetiştirmeleri yalnızca bir hak değil, aynı zamanda kaçınamayacakları bir görevdir. Fakat çocuk hakim tarafından bu doğal çevresinden alınırsa aile yaşantısı ve sıcaklığından mahrum kalır. Bu nedenle, çocuğun ana-babadan alınması tedbirine ancak MK. 272. maddesine göre alınacak tedbirler çocuğun korunmasını sağlamakta yetersiz kalırsa veya kalacaksa başvurulabilir. Çocuğun ana-babadan alınması. Medenî Kanuna göre yapılabilecek müdahalelerin en ağırıdır ve

çocuk üzerinde derin iz bırakır. Çünkü, çocuğun uzun ve aralıksız bir süre ana-babasından veya bunlardan birinden ayrı yaşamak zorunda bırakılması, onda bir takım endişeler ve korkular meydana getirir. Bu da onun kişiliğini ve gelişimini olumsuz yönde etkiler. Bowlby bu konuda şunları söylemektedir. "Ana-babalar tarafından çocuklara sunulan hizmetler, o kadar doğal karşılanır ki, çoğunlukla bunların büyüklüğü unutulur. İnsanlar arasındaki başka hiç bir ilişkide, ana-baba ve çocuk arasındaki ilişkilerde olduğu gibi birey kendisini bir başka bireyin hizmetine böylesine kayıtsız şartsız hazır bulundurmaz. Bu olgu, her ne kadar çocuk sahibi olmayan eleştiriciler tarafından unutulursa da, "kötü anababalar" için de geçerlidir. Çocuğunu ihmal eden kötü bir ana bile, onun için yine de çok şeyler yapmıştır. En aşırı istisnalar bir tarafa bırakılacak olursa, bu ana çocuğunu beslemiş, ona barınacağı bir yer temin etmiş ve nihayet bakım ve ihtimam göstermiştir. Bir çocuk, kötü konut şartları içinde yaşayabilir, yetersiz besin alabilir, yeterli bakım ve ihtimam görmediğinden dolayı hastalanabilir; fakat buna rağmen anababanın çocuğu tamamen reddettiği durumlar dışında çocuk anası yanında kendini güvenlik içinde hisseder. Çünkü yetersiz de olsa kendisine bakmaya çaba gösteren ve değer veren birinin bulunduğunu sezer"46 İşte bu nedenledir ki çocuğun ana-babadan alınabilmesi için ana-baba bakım ve eğitiminin hiç bir olumlu yönü kalmamış olmalıdır47. Medeni Kanunun 273. maddesi çocuğun anababadan alınmasının şartlarını genel bir ifade ile belirlemiştir. Bu maddeye göre, çocuğun bedensel veya fikirsel güvenliği tehlikeye düşer ya da çocuk manen terkedilmiş olursa, ana babadan alınır. Ayrıca maddenin son cümlesinde terbiyesi güç, kanunun ifadesi ile "şirret ve itaatsiz" çocukların da ana-babadan onların talebi üzerine alınabileceği belirtilmiştir.

b) Şartları a)

Çocuğun Bedenen, Fikren veya Ahlaken Tehlikeye Düşmesi Çocuğun bedenen, fikren veya ahlaken tehlike içinde olması onun korunmaya muhtaç olduğunu


gösteren ve uygulamada sık sık rastlanan bir durumdur. Acaba, çocuğun ana-babadan alınmasını haklı gösteren tehlikenin unsurları nelerdir? Burada her şeyden önce, hukukî tehlike kavramının konuşma dilinde kullanılan tehlike kavramından daha dar anlamda olduğunu belirtmek gerekir. Konuşma dilinde kullanılan anlamdaki tehlike hâkimin müdahalesine yol açmaz. Bir tehlike ancak, çocuğun güvenliğini ciddi biçimde zarara uğratabilecek hale gelmiş ise kanunun kastettiği anlamdadır. Bununla beraber, hâkimin müdahale edebilmesi için, tehlikenin ağır olması şart değildir. Tehlike hafif de olsa, doğurduğu zararın ilerde artacağından ve normal şartlara göre ana-babanm böyle bir zararın sonuçlanın ortadan kaldıramayacağından endişe ediliyorsa, hâkim MK. 273. md. I. fıkrası gereğince müdahale edecektir48. Hukukî tehlike kavramını açıklığa kavuşturmak için kanun koyucunun arzusuna ve kanunun amacına da bakmak yerinde olur. Medenî Kanunun 272. ve sonraki maddeleri özel hukuk çerçevesi içerisinde mümkün olduğu ölçüde çocuğun korunmasını amaç edinirler. Bu nedenle, kanun, sadece meydana gelmiş zararı ortadan kaldırmayı değil, aynı zamanda zararın meydana gelmesini önlemeyi de ister. Bu nedenle, kanunun kastettiği tehlike kavramını çok dar bir biçimde yorumlamamak gerekir. Çocuğun ana-babadan alınabilmesi için tehlikenin devamlı olması şart değildir. Geçici bir tehlike de' çocuğun ana-babadan geçici olarak alınması için yeterli olabilir. Örneğin, çocuğun kendisine buluşma ihtimali mevcut olduğu sürece tüberkülozlu bir çevreden alınması mümkündür. Acaba çocuk hangi bakımlardan tehlikeye maruz kalabilir? Medenî Kanunun 273. md. I. fıkrası çocuğun bedensel veya fikirsel güvenliğinin tehlikeye düşmesinden söz eder. Bu madde, velayet hak ve görevine ilişkin hükümlerin yani, MK. 264 ve 265. maddelerinde ana-babaya yüklenmiş olan görevlerin müeyyidesidir. Ana-baba, adı geçen maddelerde belirtildiği şekilde çocuğun beden, fikir ve ruh güvenliğine ihtimam göstermeyerek onun tehlikeye düşmesine sebep olursa, hâkim, MK. 273. maddesi gereğince müdahale eder. Şu halde, MK. 273. maddesi çocuğun

beden, fikir ve ruh yani tüm güvenliğini tehdit eden tehlikeleri içine alır. Çocuğun bedensel güvenliğinin hangi hallerde zarar göreceği veya tehlikeye düşeceği açıktır. Yetersiz ve sağlığa zarar verici biçimde beslenme49, aşırı spor yaptırtmak, çalıştırmak ya da aşırı biçimde eğlenmesine izin vermek suretiyle çok yorma50, fiziksel istismar, yani döğme, aç bırakma, şiddetli cezalara çarptırma, eziyet etme, gıda, uyku ve serbest zamandan kısma şeklinde tedip yöntemleri uygulama, uygyunsuz, düzensiz ve kirli biçimde giydirme51, sağlığa aykırı biçimde barındırma52, bedensel gelişimine ve sağlığına yeterli ihtimamı göstermeme, örneğin tüberküloz veya çocuk felcine maruz kalmış çocuğu gerekli biçimde tedavi ettirmeme gibi durumlar onun bedensel güvenliğinin tehlikeye düşmesine örnek teşkil ederler. Çocuğu muntazam olarak okula göndermeme, yeteneklerine ve isteğine uygun bir meslekte eğitmeme53, bedensel, ruhsal ya da zihinsel özürlü çocuğa uygun bir eğitim vermeme, sürekli yer değiştirerek çocuğun düzenli ve istikrarlı bir eğitim görmesini tehlikeye düşürme54, çocuğun hatalı davranışları karşısında aşın hoşgörülü olma, çocuk üzerinde gerekli otoriteyi kuramama ve kararsızlık gösterme, çocuğa karşı haşin ve gururunu incitici davranışlarda bulunma55, ebeveynlerden birinin diğerinin çocuk üzerindeki kötü etkisini önleme bakımından yeteneksiz ve etkisiz kalma56, koruyucu aile yanında iyi durumda bulunan ve uzun zamandan beri ilgilenmediği çocuğunu, onun istememesine rağmen ziyaret ederek duygusal sağlığını tehlikeye düşürme57 gibi, durumlarda çocuğun zihinsel ve duygusal güvenliği tehlikeye düşebilir. Çocuğun dilenciliğe, hırsızlığa itilmesi, çalışmaya arzu duymaz şekilde yetiştirilmesi, çevrenin kötü etkilerinden korunmaması, ana-babanın iffetsiz ve düzeniz bir hayat sürerek çocuğa kötü örnek olması gibi durumlarda da çocuk ahlâki bakımdan tehlikeye düşmüş olur58. Bütün bu durumlarda, ana-baba MK. 272. md. sine göre denetime tabi tutularak çocuğun korunması mümkün olursa, bakım hakkının kaldırılması tedbirine "yardımcı olma" ilkesi gereğince başvurulmamahdır59.


Birleşmiş Milletler Yardım Fonunun (UNICEF) 14 Mart 1986 tarihli bir toplantısında çocuğun bedensel (fiziksel), cinsel ve duygusal bakımdan tehlikeye düşmesine evrensel bazı ölçütler getirmek amacıyla konu ayrıntılı biçimde ele alınmış ve bir rapor düzenlenmiştir. Bu raporda çocuk istismarı ve ihmali, çocuğa yakın kişilerin yasaklanmış ve yapılmayabilir bir hareketinden ya da hareketsizliğinden kaynaklanan bedensel cinsel veya duygusal zarar olarak tanımlanmıştır. Rapora göre çocuk istismar ve ihmalini şu hususlar belirler. • Kasıtlı olarak çocuğa zarar verilmesi ve yapı lan muamelenin sosyal açıdan yasaklanmış bir mua mele olması. • Bir davranışın ihmal ve istismar olduğu konu sunda uluslararası düzeyde mümkün olduğu ölçüde çok görüş birliğnin bulunması, • İhmal veya istismarı oluşturan davranışın ço cuğa yakın kişilerce yapılması. Çocuk ihmal ve istismarının türleri ise raporda şöyle gruplandırılmıştır: Fiziksel istismar ve ihmal, kazara olmayan yasaklanmış ve çocuğa acı veren, gelişmesinde sürekli zarara yol açabilecek şiddet hareketlerinin yapılması. Duygusal istismar ve ihmal, çocuğun kalite, kapasite ve arzularının devamlı kötülenmesi, onun sosyal ilişkilerden ve kaynaklardan yoksun bırakılması, insanüstü güçler veya terkle tehdit edilmesi, çocuktan yaşına, gücüne uygun olmayan isteklerde bulunulması. Cinsel istismar, yetişkinlerin cinsel doyumu için çocukla ilişki kurulması, çocuğun para için fuhuş ve pornografiye yöneltilmesi60.

b) Çocuğun Manen Terkedilmiş Olması Modern anlayışlara göre çocuk ailesi içinde onun kurucu unsuru olarak yer alır. Fakat o maddî ve manevî ihtiyaçlarını kendi kendine karşılayamaz. Çocuk ihtiyacı olan bakım ve ihtimamı anababasından bekler. İşte bu nedenledir ki çocuğun gelişmesinde en uygun çevre normal bir aile çevresidir. Aile çocuğun sadece bedensel gelişmesini de-

ğil, aynı zamanda kişilik ve yeteneklerinin de gelişmesini mümkün kılmalıdır; ona rüşt yaşına ulaştığı zaman başkaları ile normal ve güvene dayalı ilişkiler kurabilmesi, ait olduğu toplumun üyesi olarak kendine düşen sorumlulukları üzerine alabilmesi ve daha sonra da babalık-analık görevini yerine getirebilmesi için gerekli olan denge ve olgunluğu kazandırmalıdır"61. Günümüzde ekonomik, sosyal, kültürel hızlı değişme ve gelişmeler aile yaşantısı üzerinde olumsuz etkiler meydana getirmekte ve çoğunlukla da aileyi çözülmeye götürmektedir. Bu nedenlerle anababa çocukları ile gereği gibi ilgilenememekte çocuk manen terkedilme tehlikesi ile karşılaşmaktadır. Acaba, manen terkedilme kavramından ne anlaşılır? Doktrinde, bedensel, fikirsel ve ahlakî terkedilmeye verilen öneme göre bu kavram çeşitli biçimlerde tanımlanmaktadır. "Manen terkedilme, anababanın ya da onların temsilcilerinin veya özel bir eğiticinin çocuğun yetişmesinde ihmalkâr davranmasından meydana gelen bir eğitilmeye muhtaçlık durumudur. Bu durum, kendisini ihmal edilmiş çocuğun yaşına göre normal ahlâkî olgunluğa sahip olmaması ve bu yüzden çevresi ve toplum için tehlike teşkil etmesinde gösterir"62. Ancak bu tanım Medenî kanun açısından dardır. Çünkü tanım her ne kadar manen terkedilmiş olmanın hem nedenini, hem sonucunu belirtmiş ise de çocuğun sadece ahlâki güvenliğini nazara almıştır. Bu nedenle manen terkedilmeyi daha açık ve kapsamlı olarak şöyle tanımlamak mümkündür. Manen terkedilmiş çocuk öyle hatalı davranışlarda bulunmaktadır ki, bu davranışlar çocukta artık alışkanlık haline gelmiştir ve onun kendi gücü ile düzeltilemezler63. Manen terkedilme bir anlık bir görünüş değil, devamlı bir durumdur. Bu durum çocuğun bedensel ve ruhsal güvenliğine ilişkin olması bakımından çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir64. Ancak, yalnızca bedensel ya da duygusal terkedilmeden söz edilemez. Çocuğun bedensel bakımdan terk edilmesi çoğu kez, duygusal ve zihinsel bakımdan da terk edilmesi sonucunu doğurur. Bunun aksi de mümkündür. Medenî Kanun çocuğun manen terkedilmiş ol-


ması konusunda ayrıntılı bir düzenleme yapmayarak, hâkime hangi hallerde onun manen terkedilmiş sayılacağını tayin bakımından takdir yetkisi vermiştir. Böylece hâkimin gelişen ve değişen psiko-sosyal bilimlerin verilerine uygun biçimde karar verme olanağı bulunmaktadır. Manen terkedilmeye aşağıdaki örnekleri vermek mümkündür: Yeterli besin alamama sonucunda gelişmesinin geri kalması, tüberküloz veya kemik hastalığına tutulması gibi örneklerde çocuk bedensel bakımdan manen terkedilmiş sayılır. Çocuğun fazla yalan söylemesi, işten ve okuldan kaçınması, suç eğilimleri göstermesi, düzensiz bir hayat sürmesi, meyhane, sinema ve diğer eğlence yerlerine dadanması da fikren ve ahlaken manen terkedilmiş olduğunun belirtileridir65.

c) Çocuğun Şirret ve İtaatsiz Olması Medenî Kanun 264. m. II. fıkrasında "çocuk ana babasına itaate mecburdur" kuralını koymuştur. Şu halde çocuk velayet hakkının kullanılmasını kolaylaştırarak kendi yetişmesine yardım etmelidir. Bu nedenle Medenî Kanunumuz velayet hakkını elinde bulunduranlara, çocuğun bu hakkın kullanılmasını engellemesi halinde onu tedip etme yetkisini vermiştir (MK. m. 267). Bazı çocuklar ana babanın velayet hakkını kullanmasına sırf şirretlikleri (uyumsuzlukları) nedeniyle engel olur ve ana babalarına itaat etmezler. Böyle çocuklar bazen aile çevresinden uzaklaşır, günlerini kahvehane, sinema, uygunsuz yer ve kişiler arasında geçirmeye başlarlar66. Eğitimi güç çocuklar denilen bu gibi çocukların ana-babadan alınması onların talebi ile olur (MK. m. 273/11). Ancak ana baba nadiren bu maddeye dayanarak devletin yardımına başvururlar. Böyle hallerde onlar ya tedip hakkını aşıp çocuğa zor kullanarak yola getirmeye çalışırlar67, veya işi oluruna bırakırlar. Fakat, bu hal ana babanın çocuğa ihtimam gösterme ve bakma görevlerine aykırı davranmaları anlamına gelir. Çünkü, çocuğun bu tür davranışları onun tehlikeye düşmesine yol açar68. Şu halde, hâkimin ana-babanın talebi ile müdahale etmesi uygulamada sık sık ortaya çıkmaz. Çocuk, kendisine ana-babası tarafından verilen

işi yapmakla yükümlüdür. Yeter ki bu iş onun yetenek ve gücüne uygun olsun ve bu iş dolayısıyla beden veya fikir sağlığı tehlikeye düşmesin. Ancak çocuğun MK. 273. maddesine göre ana-babadan alınabilmesi için o ana-babanın emirlerine karşı devamlı direnmeli ve onlar, çocuğu makul ölçüler içerisinde tedip etmelerine rağmen yola getirememiş olmalıdırlar. Ancak bu takdirde ana-baba hâkimin yardımına başvurabilir. Hatta bu başvurma çocuğun yararına olduğundan ana-baba için bir görevdir. Çünkü, MK. 273. m. II. fıkrasının amacı ana-baba otoritesini sağlamak değil, çocuğu korumaktır69. Maddeye göre, hâkim başka etkili bir hal çaresi kalmamışsa ana-babanın isteği üzerine çocuğu alır. Ancak ana-baba, çocuğu yetiştirme konusunda gerekli otoriteye sahip değillerse kuşkusuz hâkimin yardımını isteyemezler70. Bu nedenle hâkim ancak ana-babanın bütün güç, iyiniyet ve sabırlarına rağmen etkili bir sonuç elde edemedikleri hallerde bu maddeye göre müdahalede bulunur. Başka bir deyişle, ana-baba bu yola başvurarak çocuklarının sorumluluğunu üzerlerinden atamazlar71. Hâkimin, karar vermeden önce, çocuğun anababasının hangi emirlerine ve niçin karşı geldiğini iyice incelemesi gerekir. Bazı hallerde ana-babanın davranışları onların haklarını kötüye kullandıklarını gösterir. Örneğin çocuğun itaat görevine ve kendilerinin de emir verme yetkisine dayanarak çocuğu ahlâka aykırı veya cezai sorumluluğu olan davranışlara itebilirler. Çocuk bu davranışları yapmamakta ısrar ederse tabii ki ana-baba bu maddeye dayanarak çocuğun alınmasını isteyemezler. Fakat hâkim bu gibi durumlarda çocuğun devamlı bir tehlike içinde olduğuna kanaat getirirse, onu ana-babadan kendiliğinden almalıdır.

b) Çocuğun Yerleştirilmesi a) Genellikle Gerekli incelemeler yapıldıktan sonra çocuğun ana-babadan alınıp bir yere yerleştirilmesinin doğru olacağı, sonucuna varılırsa hâkimin üzerinde duracağı en önemli nokta, çocuğun ihtiyaçlarının aile yanında mı yoksa bir kurumda mı daha iyi karşılanacağıdır. Aile yanına yerleştirmenin de kuruma yerleştirmenin de sakıncalı ve iyi tarafları vardır72.


Koruyucu aile hizmetinde koruyucu aile ve çocuk arasındaki karşılıklı benimsememe, özellikle koruyucu annenin, çocuğun kendisine ait olmadığı bilincinde olması en büyük sakınca olarak.ileri sürülmektedir. Dış ülkelerde uygulanış biçimi bu sakıncaları daha da artırmaktadır. Sosyal hizmet kurumlarının bir dış uzantısı ve personeli olarak düşünülen koruyucu aileler bir yerde ücret karşılığı çocuk bakma yani bir işgörme durumundadırlar. Bu yüzden çocukla ilişkileri bir iş ilişkisine dönüşebilir. Gerçi sosyal yardımcı koruyucu aileyi herzaman kontrol edebilir ve uygun olmayan durumların varlığını görürse çocuğu geri alabilir. Fakat çocuğun sık sık aile değiştirmesi onun özellikle duygusal güvenliğini tehlikeye düşürür. Bu nedenle koruyucu aile bakımının ancak koruyucu ana-babanın öz ana-baba yerini tutabildiği ölçüde bir anlamı vardır. Bütün diğer dış şartlar çocuğun gelişmesini sağlayan sevgi ve anlayış şartı yanında' pek az önemlidir. Kurum bakımının en önemli sakıncası çocuğa normal toplum yaşantısı şartlarını sağlayamaması ve onun ruh sağlığını ihmal etmesidir. Aslında kurumlardaki yetiştirme düzeni ailedeki yetiştirme düzeninin ve ana-baba çocuk ilişkilerinin yerini almaya yöneliktir. Fakat yetiştirme kurumlarının yapısı ile aile yapısı arasında önemli farklılıklar vardır. Yapısal bu farklılıklar dolayısıyla kurumlar ailenin yerini alabilecek düzeye ulaşamadıklarından yetiştirme yurdu ve çocuk bakım yuvalarında yetişen çocukların sevgi ihtiyacı karşılanamamaktadır. Bu da çocukların sosyal ve psikolojik gelişimlerinde önemli sorunlara yol açmaktadır73. Bu sakıncalarına rağmen toplumsal koruma sistemi içerisinde kurumlara da ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü, aileye uyum gösteremeyen, davranışları ve eğilimleri nedeniyle uygun bir kurumda uzman kişiler tarafından eğitilmesi gereken çocuklar vardır74. Ancak, kurum bakımından beklenen yararların sağlanabilmesi için, kurumun herşeyden önce idari ve teknik hizmetleri yürütecek, eğitim-öğretim görevlerini yapacak eğitilmiş uzman personele sahip olması gerekir. Demek ki çocuğun aile yanında mı yoksa kurumda mı daha iyi korunabileceği sorunu ailenin, çocuğun ve kurumun da şartları dikkate alınarak çö-

zümlenmelidir. Bu konudaki kararı uygulamadaki yerleştirme imkânları da etkiler. Özellikle ülkemizde istenilen sayı ve uygunlukta koruyucu aile bulmak mümkün olmadığından çocuklar kurumlara yerleştirilmektedir. Kaldı ki bazen manen terkedilmiş bir çocuğu eğitecek ve onu topluma kazandıracak imkânlara sahip kurum bulmak bile güçtür75. Çocuk hakkında hâkimin verdiği korunma kararından sonra çocuğun uygun kurum ya da aileye yerleştirilmesi görevi Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanununa göre İl Sosyal Hizmet Müdürlükleri tarafından yerine getirilmektedir. Anılan Kanunun 21. ve 22. maddelerine dayanılarak çıkarılmış olan "Korunmaya Muhtaç Çocukların Tesbit, Înceleme-Korunma Kararlarının Alınması ve Kaldırılmasına İlişkin Yönetmeliğe" göre İl Müdür lüğü yetkili ve görevli mahkemeden alınan korunma kararından sonra çocuğun tercihan aynı mahalde bulunan yuva, yurt ve koruyucu aileye yerleştirme işlemlerini yerine getirir. Çocuk aynı ildeki kuruluş veya aileye yerleştirilemezse uygun görülecek illerdeki kuruluşlardan biline yerleştirilmek üzere korunma karan sureti Genel Müdürlüğe gönderilir (m.15).

b) Yerleştirmenin Ana-baba Hak ve Görevlerine Etkisi Çocuğun ana-babadan alınarak yerleştirilmesi ile, ana babanın herşeyden önce yetiştirme hakkı kısıtlanır. Çünkü, çocuk ana-babadan genellikle, kendisine yanlış veya eksik eğitim verdikleri için alınır. Eğitim ve öğretim hakkının üçüncü kişilere (kurum veya koruyucu aile) geçmesi, buna bağlı diğer hakların da kısıtlanmasına yol açar. Şöyle ki, çocuğun üçüncü kişilerle olan ilişkilerini tayin etme, mektuplarını kontrol etme ve boş zamanlarını değerlendirme konusunda karar verme yetkileri artık anababaya ait değildir. Çünkü, onlar çocukla ancak yetkili makamlarca tayin edilen ziyaret günlerinde ilişki kurabilirler. Bununla beraber eğer çocuğun yararına ise hâkim, ana-babaya çocuğun yetiştirilmesi konusunda fikirlerini açıklama yetkisi verebilir76. Yerleştirme ile birlikte ana-babanın çocuğun ikametgâhını tayin ve iadesini isteme hakları da tedbirin devam ettiği sürece ortadan kalkar. Zaten çocuğun hâkimin karan ile ana-babadan alınması onların


bu haklarının kalktığını gösterir. Hâkimin, anababanın isteği üzerine yerleştirmeye karar verdiği durumlarda bile ana-baba mahkeme kararı olmaksızın çocuğu geri alamazlar. Çocuğun yerleştirilmesi ana-babanın tedip hakkı ile çocuğun itaat görevini de etkiler. Çünkü çocuğun eğitim ve öğretimi üçüncü kişiler tarafından sağlanacağından çocuk günlük eğitim ve öğretime ilişkin hususlarda bunlara itaate mecburdur77. Bununla beraber ana-baba kendilerinde kalan haklar ölçüsünde çocuğun itaat etmesini isteyebilirler. Fakat çocuğun yaran gerektiriyorsa hâkim ana-babanın bu haklarını da kısıtlayabilir. Eğitim ve öğretim görevinin yerine getirilmesinin bir vasıtası olması bakımından koruyucu aile veya kurum tedip hakkına sahiptir78. Tedip hakkı konusunda ana-baba için uygulanan ölçüler koruyucu aile veya kurum için de geçerlidir. Başka bir deyişle çocuğa verilecek ceza onun yetiştirilmesi için elverişli olduğu ölçüde uygun görülebilir. Ana-baba çocuğun yetiştirilmesi konusunda bazı yetkilere sahip iseler de tedip hakkını tamamen kaybederler. Çünkü, onlar yerleştirilmiş çocuk üzerinde doğrudan doğruya etkide bulunamazlar. Şikâyet ve isteklerini ancak yetkili makama bildirebilirler. Çocuğun ana-babadan alınarak yerleştirilmesi onların bazı görevlerini de etkiler. Şöyle ki, anababa ve çocukların birbirlerinden mekân bakımından ayrı olmaları ve yetiştirme hakkının koruyucu aile veya kuruma geçmesi zorunlu olarak çocuğu denetleme, onun bedenen ve fikren sağlıklı olmasını sağlama ve çocuğu muntazam olarak okula gönderme görevlerinin de koruyucu ana-babaya geçmesini gerektirir. Bu nedenle velayet hakkı sahibini çocuğun zarar verici fiillerinden sorumlu tutmak mümkün değildir. Çünkü, çocuk fiilen başka bir kimsenin idaresi altındadır. Şüphesiz ana-baba çocuğun kendilerinden ayrı olmasının imkân verdiği ölçüde ahlaken çocuğa her türlü yardımı yapmakla yükümlüdür. Bununla beraber velayete ilişkin hakların fiili olarak kaldırılması ve kısıtlanması doğal olarak bazı görevlerin de kısıtlanması sonucunu doğurur. Çocuğun MK. 273. maddesi gereğince alınması halinde ana-babanın kurtulamayacağı bu görevlerin başında çocuğun iaşe, bakım ve yetiştirme masrafla-

rının karşılanması gelir. Çünkü, bu görev velayet hakkından değil, ana-babalık ilişkilerinden doğar (MK. m. 251 vd.). İaşe masraflarının karşılanması görevi yanında MK. 260. maddesinde genel olarak belirtilen "çocuğa yardım etme" görevi de yerleştirmeye rağmen ana baba üzerinde kalır. Ancak fiilî ayrılık ve mevcut şartlar nedeniyle bu görev az veya çok değişikliğe uğrar. Örneğin çocuğun ana-babası ile hergün görüşmesi yasaklanabilir. Ana-baba çocuğun kendilerinden alınması ile bazı görevleri değil, aynı zamanda gerek ana-baba ve çocuk ilişkilerinden gerek velayet hakkından doğan bazı haklan da kaybetmez. Ana-babanın kaybetmediği bu hakların en önemlileri çocuğun meslekî ve dinî eğitimi konusunda karar verme hakkıdır79. Ana-baba bu hakları ancak velayetin kaldırılması halinde kaybeder. Hâkim, çocuğu yerleştirirken özellikle ana-baba tarafından çocuğa seçilen dinin olumsuz yönde etkilenmeyeceği bir koruyucu aile bulmaya gayret etmelidir80. Bununla beraber, yerleştirmede herşeyden önce çocuğun genel yararı nazara alınarak yeteneklerinin en iyi şekilde geliştirilebileceği bir aile bulmaya çalışılır. Yerleştirme ile ana babanın çocuğun mesleki eğitimi hakkında karar verme yetkisini kaybetmediğini belirtmiştik. Bununla beraber çocuğun alınması bu yetkinin fiilen kısıtlanmasına yol açar. Çünkü, ana-babanın seçtiği mesleğin çocuğa uygun olup olmadığını onunla yakından ilişki halinde bulunan ve günlük gelişimini izleyen koruyucu ana-baba veya kurum daha iyi anlayabilir. Ana-baba çocuğun yerleştirilmesine rağmen ismini koyma (MK. m. 264/111), nişanlanmasına (MK. m. 82), Evlenmesine (MK. m. 88), hâkim kararıyla reşit kılınmasına (MK. m. 12) ve evlât edinilmesine (MK. m. 254) izin verme yetkilerini de kaybetmezler. Nihayet çocuğun alınması ve yerleştirilmesi halinde ana-babada kalan diğer bir hak daha vardır ki, bu hak ana baba ve çocuk aynı evde kaldığı sürece pek göze çarpmaz. Bu da ana-babanın çocukla kişisel ilişkide bulunma hakkıdır. Medenî Kanunumuz boşanma ve evlilik dışı analıkta(MK. m. 148/11, m. 313) velayet hakkı kendisine verilmeyen ana veya babanın çocukla kişisel ilişki kurma hakkına sahip


olduğunu açıkça belirtmiştir. Bu hak her iki halde de hısımlık bağına ve psikolojik ana-baba olma ilişkisine ve bu ilişkiden doğan sevgi ve bağlılık duygularına dayanır. Boşanma halinde her iki eş aynı derecede bakıma yetenekli ve istekli olsalar da velayet hakkı çocuğun yararı gözönünde tutularak bunlardan birine verilecektir. Diğer eş çocuğun yetiştirilmesine ilişkin bütün haklarını kaybedecektir. Bu ise gerek çocuk gerek velayet hakkı kendisine verilmemiş eş bakımından haklı olmayan bir sonuçtur. Bunu dikkate alan kanun, bu eşe çocukla kişisel ilişkide bulunma hakkını tanımıştır. Çocuğun MK. 273. maddesine göre anababadan alınması halinde ise şartlar boşanmadaki şartlardan daha başkadır. Çünkü burada çocuk anababanın zararlı etkilerinden uzaklaştırılmak amacıyla alınmaktadır. Ancak, çocuğun yararlan aksini gerektirmedikçe burada da çocukla ana baba arasındaki ilişkiler koparılmamalıdır. Özellikle ülkemiz açısından düşünürsek, ülkemizde kurumlarda kalan gençlerin korunmaya muhtaç duruma düşmeleri daha çok ekonomik nedenlerden kaynaklanmaktadır. Aile yoksulluk ve olanaksızlıklar nedeniyle çocuğunu aile dışında bir kuruma vermek zorunda kalmaktadır. Bu nedenle kuruma yerleştirilmiş çocuk ile ana baba arasında kişisel ilişki kurulması çocuğun toplumsallaştınlması açısından yararlı olacaktır. Çünkü aile çocuğun duygusal, sosyal ve ahlak gelişimini sağlayan temel kurumdur81. Çocuğun toplumsallaşma süreci önce ailede başlar. Çocuk sosyal bir varlık halini alırken ilk önce kendisini aile içindeki sosyal şartlara uydurur. Böylece çocuk için aile ilk sosyal uyum okulu, toplumsallaştıncı ilk unsur ve onun temel ihtiyaçlarına doyum sağlayan ilk topluluktur. Aile içindeki eğitim ve yetişme sürecinin diğer toplumsal kurumlarca devir alındığında bile ailenin destek görevi önemini sürdürür82. Korunmaya muhtaç kalarak aile dışında bakım altına alınan çocuklar bakımından da ailenin bu niteliği önemini korur. Ailenin yapısal, özellikle de ekonomik koşulları nedeniyle kurumlara yerleştirilen çocukların ana-babalarıyla kişisel ilişkileri göreli olarak sürdürülmelidir. Bu konu hâkimin kararları doğrultusunda kurumun sorumluluğu içine girmektedir. Çocukların aileleriyle ilişkilerinin kurulması ve

sürdürülmesi konusunda kurum yönetiminin yardımcı ve yönlendirici olması gerekir. Çünkü çocuk genellikle kurum veya koruyucu aile yanına geçici olarak yerleştirilir. Fakat devamlı olarak yerleştirilse bile, hakim çocukla ana-baba arasındaki ilişkileri zorunlu olmadıkça tamamen koparmamalıdır. Bu nedenle yerleştirilmiş bir çocuk koruyucu aile veya kurum tarafından ana-babasına ve aile birliğine saygı gösterecek şekilde yetiştirilmelidir. Keza, çocuğa ana babasına riayet etme ye her türlü yardımı yapma görevinin mevcut olduğu öğretilmelidir. Çünkü ana baba herşeye rağmen çocuğun en yakın hısımıdır.

Sonuç Medenî hukuka göre, çocuğu korumak için tedbir alınabilmesinin şartı çocuğun güvenliğinin tehlikeye düşmesidir. Çocuğun güvenliğinin tehlikeye düşmesi ana-babanın kanunun kendilerine yüklediği görevleri yerine getirmemekte olduklarının önemli bir belirtisidir. Ana-babanın, yerine getirmedikleri takdirde devletin müdahalesini gerektiren yetiştirme ve eğitim görevlerinin kapsamını onların eğitim yetenekleri ve istekleri değil, çocuğun bakım ve korunmaya olan ihtiyacı belirler. Bu nedenle ana-babanın, çocuğa uygun bakım ve ihtimam gösterememelerine bazı gerekçeler ileri sürmesi kabul edilemez. Başka bir ifade ile Medenî hukuka göre alınacak koruma tedbirleri ana-babanın kusurlu olması şartına bağlı değildir. Bununla beraber çocuğa özen göstermek ve onu yetiştirmek ilk plânda ana-babanın görevidir. Bu nedenle, çocuğun korunması için medenî hukuka göre müdahale edilmez ancak, çocuk başka şekilde korunamadığı takdirde söz konusu olur. Medenî Kanunun 275. madesindeki "icap ettiği halde" ibaresi, çocuğun Medenî Kanuna göre korunması için alınacak bütün tedbirler için geçerlidir. Bu nedenle anababadan birinin çocuğun eğitiminde ihmalkâr davranmasına rağmen, diğerinin yetenek ve becerileri, onun eksikliğini telâfi ediyorsa medenî hukuka göre tedbir alınmasına gerek kalmaz. Devletin velayet hakkına müdahalesi sadece yararlı değil, aynı zamanda ana-baba ve çocuk ilişkilerini bozucu bir etkide meydana getirir. Bu nedenle, koruma tedbirlerinin haklı olabilmesi için, çocuğun


güvenliği, velayet hakkının uygun biçimde kullanılmaması nedeniyle önemli derecede ve açıkça tehlikeye düşmeli ve ana-baba bu tehlikeyi kendiliklerinden gidermiyor ya da gideremiyor olmalıdırlar. Çünkü, Medenî Kanunun öngördüğü tedbirlerin amacı, ana-babanın cezalandırılması değil, çocuğun korunmasıdır. Müdahale ana-babanın kusuruna bağlı olmamakla birlikte, tedbirlerin seçim ve uygulanmasında onların tutum ve davranışlarından tamamen vazgeçilemez. Çünkü, ana-babanın kusuru çocuğun tehlike içinde bulunduğunun ve korunmaya olan ihtiyacının işaretidir. Kusurun mevcut olmadığı hallerde tehlike daha hafiftir ve dolayısıyla mümkün olduğu ölçüde hafif tedbirlerle yetinmek gerekir. Medenî Kanunumuz, velayet hakkının iyi kullanılmaması halinde çocuğun korunması için, genel tedbirler (m. 272), çocuğun ana-babadan alınması ve

bir kurum ya da aile yanına yerleştirilmesi (m. 273) ve velayet hakkının kaldırılmasından ibaret olmak üzere üç çeşit tedbir öngörmüştür. Hakim çocuğun güvenliğinin korunması amacını sağlamaya yeterli olduğu takdirde daha hafif tedbirlerle yetinmelidir. Çocuğun ana-babadan alınması velayetin nezi tedbirlerin en ağırlarıdır. Bu nedenle bu tedbirlere ancak daha hafif müdahalelerin sonuç vermeyeceği veya yetersiz olduğu daha başlangıçta bilinir ya da daha hafif tedbirlerin uygulanması sonucunda bunların amaca ulaştırarnayacağı anlaşılırsa başvurulabilir. Böylece çocuğun ana-babası tarafından korunmasına devletin müdahalesi yardımcı olmalıdır. Medenî Kanunun 273. maddesindeki "etkili başka ıslah çaresi bulunmadığı takdirde" ibaresi ile koruma tedbirlerinin ana-babaya yardımcı olması gerektiği ifade edilmiştir.

DİPNOTLAR l)SAY MEN,s.l72 2)MÜLLER,s. 15 3)MÜLLER,s. 16. 4)MÜLLER,s. 16. 5) HEGNAUER, Art. 283, Nr. 250. 6 ) M A l E R , s. 31 7) EDİS, s. 193; Yg. HGK. 21.11.1962, E.6-29, K. 64(OLGAÇ,1967,s.22,N.I.) 8) İNAN, s. 140. 9) EGGER, Art. 283, N. 14; SILBERNAGEL, Art, 283, Nr. 18 vd.; MAİER, s. 29; HEGNAUER, Art. 283 N. 101. 10) EGGER, Art. 283, Nr. 15. ll)LE HMANN.s.29. 12) KAUFMANN, s. 13 vd. 13) İNAN, s. 141. 14) GROB, s. 33, 34; LEHMANN, s. 25; MÜLLER, s. 15. 15)MÜLLER,s.l5. 16) EGGER BBL 1944, 1110; bu görüşün eleştirisi MNOOKIN, FamarZ 1975, s. 1 vd. 17) BOEHLEN, MBUR 1954, s. 370; BÜHLER. ZSR 1955, s. 411; EGGER, Art. 283, N. 31; HENKEL, s.35. 18) HEGNAUER, Art. 283, N. 43; MNOOKİN,

FamRZ 1975, s. 4 vd. 19) GROB, s. 33; HEGNAUER, Art. 283; HENKEL, s. 36. 20) HERZKA, ZVW 1973, s. 137; MNOOKN, FamRZ 1975, s. 2. 21) HEGNAUER, Art. 283, N. 45. 22) SJZ 1915-16, 320; 1916-1917, 33. 23) Semjud 1958,431; ZVW1960,136. 24) Semjud 1958, 431; SJZ 1924-1925, 304 vd.; Grossen, Pro juventute 1972, s. 251. 25) SJZ 1915-1916, 320. ZVW 1950,15. 26) HENKEL, s, 39. 27) 7VW 1970, 62; 1970, 69; ZVW 1960, 138; 1967, 22. 28) BGE 82 II476. 29) BGE 53 II 194; 54 II 9; ZVW 1968, 32 vd.; 1972 17 vd. 30) BGE 54 11 72; ZVW 1960, 138; 1962, 16; 1966, 66 1971; 149; 1972, 122.

31) HENKEL, s. 20-21, 75. 32) HENKEL, s.75. 33) HEGNAUĞR, Art. 283, N. 118. 34)MÜLER,s.34. 35) ÖZTAN, s. 397. 36) HEGNAUER, Art. 283, Nr. 119.


37) HENKEL, s. 81. 38) HEGNAUER, Art. 283, Nr. 119,120. 39) BGE 80 W103; ZVW 1962,135. 40) HEGNAUER, Art. 283, Nr. 139 a. 41) ZVW 1958, 143; HEGNAUER, Art. 283; Nr. 132,134. 42) HEGNAUER, Art. 283, Nr. 131. 43) HEGNAUER Art. 283, Nr. 131 44) HENKEL, s. 80; HEGNAUER, Art. 283, Nr. 139. 45) HENKEL, s. 80; HEGNAUER, Ar. 283, Nr. 136. 46) BOWLBY, s. 70. 47) HEGNAUER, Art. 284, Nr. 7, Art. 285 Nr. 9. 48) GROB, s. 76; EGGER, Art. 284, Nr. 3 49) JORIO, s. 321 vd.; MAIER, s. 29 vd. 50) HEGNAUER, Art. 275, Nr. 30, 31, Art.293, Nr.60. 51) ZVW 5/1950,1İ, Nr. 12. 52) HEGNAUER, Art. 283, Nr. 67 vd. 53) ZVW 5/1954,124, Nr. 54. 54) SJZ 12 1914-15, 319, Nr. 79. 55)ZVW 51/1950,81,15. 56)BGE53 II 194. 57)BGE 54 II 9. 58) HEGNAUER. Art. 284, Nr. 17. 59) Koruma tedbirleri alınması bakımından uygula nacak ilkeler hakkında geniş bilgi için bkz., İNAN, s. 104-105; AKYÜZ, Çocuğun Güvenliği, s. 49-55. 60) United Nations, Childrens Fund, Child Ubııse und Neglect in a Global perspectice, UNICEF 1986/CRP 4,14 March 1986. 61) Enfants prives d'un milieu familial noral Naüons Unies. Departement de questions Sociales, s. 4. 62) REİCHER, s. 718. 63) CLOSTERMANN. s. 829. 64) LEHMANN, s. 44. 65) İNAN, s. 144. 66) MÜLLER, H., s. 69; İNAN, Çocuk Huk., s. 144. 67) Bir babanın eğitimi, güç. çocuğunu zincirle bağ layarak evde tutmaya çalışmasına dair bir haber televizyonda verilmiştir.

68) EGGER, Art. 284, Nr. 6. 69) GROB. s. 21; HEGNAUER, Konim., Art. 284, Nr. 27. 70) SCHEURER, s. 108,109. 71) WOLF, s. 16; HEGNAUER, Konim. Art. 284, Nr. 24. 72) Kurum ve koruyucu aile bakımını yarar ve sakın caları üzerinde diğer bir incelemede ayrıntılı biçimde dur duğumuzdan konuyu burada özetle ele aldık (bkz. AKYÜZ-E. "Çocuğun Güvenliği ilkesi Işığında Korunmaya Muhtaç Çocukar", A.Ü.E.B.F. Dergisi, Ankara 1990. s. 73)ClLGA,s.45. 74) GÖKÇE, s. 162. 75) Bugün memleketimizde yeterli sayıda kurum ol madığı gibi koruyucu aile uygulaması da çok sınırlıdır. Bu nedenle yetkili makamlar yöntem mücadelesinden çok (ku rum mu-koruyucu aile mi) korunmaya muhtaç çocukları bakım altına alma ve zorunlu ihtiyaçlarını karşılama ça bası içindedirler. Mevcut kurumlarımız kapasitesinin üs tünde çocuk barındıran, bunları yalnızca doyurup giydi ren, eğitme ve sosyalleştirme yönünü ihmal eden kışla tipi kurumlar durumundadır. Binalar bir çok yerlerde çocuk ların yerleştirilmesine uygun şartlara sahip değildir. Ço cukların yetiştirilmesinde en büyük faktör olan onların sosyal ve duygusal gelişmelerini olumlu yönde etkileyecek şartlar da bulunmamaktadır. Nitelikli personel yetersizliği kurumların çoğunun en büyük sorunudur. Keza özel eğiti me ihtiyacı olan çocuklar için yeterli sayıda kurum mevcut değildir. 76) SCHWEİZER, s. 116; RUTZ, s. 89, 96: TARAKÇIOĞLU, s. 69. 77) WEİSSy s. 65; MARKUS. s. 114. 78) WE SS, s. 65; EGGER, Art. 278. Nr. 1, Art. 284,Nr.l3. 79) MAİER, s. 42; RUTZ, s. 64; İNAN, s. 144. 80) ROSSEL, s. 118; EGGER, Art. 378, Nr. 19; OETLİ, s. 78; HOERNİ, s. 234. Memleketimizde çocuğun yerleştirileceği ailenin seçiminde din pek rol oynamaz. Çünkü islam dinindeki mezhep ayrımları hıristiyan dinin deki katolik ve protestan ayrımındaki kadar kesin değildir. 81) HINTERKAUSEN/WEİNOHL, s. 46; GOODE, s. 64; MİTSCHLERLİCH, s. 70 vd. 82) KUDAT, s. 99; CILGA. s. 30.


KAYNAKLAR 1) AKYÜZ, Emine: Çocuğun Güvenliği Sorunu, Ank, 1989. 2) BOEHLEN, Markı: "Entzııg und Wiederherstellung der elterlichen Ge\valt, Voaussetzung und Wirkungen" (MBUR 1954, s. 369 vd.) 3) BOWBL John, Muit erli ebe und Kindliche Entwicklung, Basel 1972, 4) CILGA, ibrahim: Korunmaya Muhtaç Gençlerin Sorunları ve Yetiştirme Yurtları, Ankara 1989. 5) CLOSTERMANN, Heller: Enzyclopadisches Handbuch d es Kinder schııtzes und der Jugendfürsorge, Leipzig 1930. 6) EDİŞ, Seyfullah: Medeni Hukuka Giriş ve Baş langıç Hükümleri, Ankara 1979. 7) EGGER,A.: Das F amili enrehct, 2. Aht., Die Verwantschaft, Art. 252-359, Zürich 1943. 8) GOODE, William: Struktur der Familie, Köln 1960. 9) GÖKÇE, Birsen: Memleketimizde Cumhuriyet Devrinde Kimsesiz Çocuklar Sorunu, Ankara 1967. 10) GROB, Hans: Das rechi des Kindes a uf die Für sor ge der E it em, Diss., Zürich 1912. 11) GRÖSSEN, JacoqueS'Michel: "Elterüche Gewalt und Kindeschutz" Pro. Juventute, 1972, s. 246., vd. 12) HEGNAUER, Cyril: Bemer Kommentar zum ZGB, Bd. II, FamiUenrecht, 2. Abteilung Die Venrantschaft. Teil-band, das eheliche Kindesverhartniss, Art. 252301 ZGB, Bern 1964. 13) HENKEL. Helmııi: Die Anordnung von Kindesschuîzmassnahmen Gemass Art. 307. Çev. ZGB, Diss., Zürich 1977. 14) HERTZKA, Stefan: "Der rechtliche Kinderschutz aus Kinderpsychiatrischer Sicht", Z\/W, 1973, s. 136 vd. 15) HOERNI, Margrit: "Über die rcligiösc Erziehung Bovermundeter Kinder", in Fesischrift für A. Egger, 1945. 16) İNAN, Ali Naim: Çocuk Hukuku, İstanbul 1968. 17) JORIO, Ti no: Der Inhaber der elterlichen Gewalt nach dem nenen Kindesrecht Diss, Zürich 1977. 18) KAUFMANN, Joscph: Das Züchtigungsrecht der elterlichen Ge\valt und Erzieher, Zürich 1909. 19) KUDAT, A.: "Aile ve Yeniden Üretim", Toplum ve Bilim Dergisi, Sayı 2, s. 94 vd. HINTERKAUSENWEINOHZ

20) LEH M ANN, W a it er: Die Einschrankung der el terlichen Gewalt dur eh Mossnalımen gemas Ari. 283 und 284 des sclnveizerischen Zivilgeseizbuches, Diss., Bern 1949. 21) MAIER, Eduard: Contribution a Vetüde de L'intervention des Aut or i es du Tutelles dans l'e.\ ercice de la puissance Pat er ne II e Diss. Laussanne 1921. 22) MARKUS, A. Madeleine: Die Pflegekindschaft, eine rechtsvergleichende Studie, Diss., Zürich 1954. 23) MNOKIN, Robert: "Was stimmt nicht mit der Formel Kindesvvohl (FamRZ 1975, s. 2 vd). 24) MÜLLER, Hulda: Das Staatliche Eingreifen in der elterlichen Rechte zum Shutz der Person des Kindes, Diss, Zürich 1923. 25) O ETLİ, Hedwig: Die Persöhnliche Für sor ge des Vormundes für das Mündel, Diss. Zürich, 1941. 26) OLGAÇ, Senai: Türk Medenî Kanunu Şerhi B2, İstanbul 1969. 27) ÖZTAN, Bilge: Aile Hukuku, 2 B. Ankara 1979, 1983. 28) ROSSEL, Jean: Les mesures de proteetion administiratives de l'enfant dans Leurs rapports avec le purssance pat emelle en d rot suisse Zeitsclırift für Schweizerisehes reeht 1917. 29) RUTZ, Alois: Das unmündiğe Kind ausserhalb der elterlichen Haushaltes nach schweiz. Zivilgesetzbuch. Diss., Freibourg 1928. 30) S AY M EN, Ferit Hakkı: "Medeni Kanunumuzda Çocukların Ana-babalanna Karşı Korunmaları", tş Mec muası 1943, C.9, sayı 34. s. 172 vd. 31) SCHEURER, Daniel: Eltern und Kind im Schweizerrecht, Zürich 1916. 32) SCHWEHZER, Dora: Die Versorgung Vernachlâssigster Kinder nach Art. 284 des schweizerischen Zivilgesctzbuches, Zürich 1948. 33) SİLBERNAGEL, Alfred.Familienrecht, II. Abı., Die Verwantschafi, Bern 1927. 34) TARAKÇIOĞLU, Nurettin: Le controle de la puissance paternelle, Diss. Neuchâtel 1955. 35) TUOR, Peter-SCHNEIDER, Bernhard: Das Schweizerische Zivilgezetzbuch, 8. A. Zürich 1968, 36) WEISS, Hans: Das Pflcgekindenvesen in der Sc/nveiz Diss., Zürich 1920. 37) WOLFER, Ernst: Die behördliche Jugendhilfe. Zürich 1940.


Sosyal Güvenlik Kuruluşlarının Çocuk Sağlığına Etkisi • • • •

ÖZET Aile reisinin bağlı olduğu sosyal güvenlik kuruluşunun, 0-6 yaş grubu çocukların sağlık hizmetlerinden yararlanma düzeyine etkisini belirlemek amacıyla, Kayseri Eğitim ve Araştırma Sağlık Grup Başkanlığı Bölgesi'nde 1496 çocuk üzerinde anket yöntemiyle bir araştırma yapıldı, Sosyal güvenlik kapsamında olan çocuklarda, özellikle 2, ve 3, basamak tedavi örgütlerine başvurma ve yazılan reçetelerin alınma oranlan sosyal güvenlik kapsamında olmayanlardan, daha yüksek bulundu. Buna karşılık, koruyucu sağlık hizmetlerinden yararlanma yönünden, sosyal güvenlik kapsamında olanlarla olmayanlar arasında belirgin bir fark bulunamadı. Tüm gruplarda yaşına göre tam aşılı oranlan % 90'nın üzerinde bulundu. Anahtar Kelimeler; Sosyal güvenlik, sağlık örgütü, çocuk, başvuru.

Doç. Dr. Osman GUNAY* Doç. Dr. Muallâ AYKUT* Prof. Dr. Yusuf ÖZTÜRK* Doç. Dr. Osman CEYHAN*

SUMMARY This investigation has been carried out in Kayseri on 1496 children in 0-6 age group in order to determine the effects of the social security organizations on the chiid heaith, it has been found that the chtldren inciuded by various sociai security organizations apply to the hospîtals and their prescriptions are bought rnore frequ~ entiy ihan the other chtldren, On the other hand, no significant difference has been fond between the chtldren who are inciuded and not inciuded by the social security organizations from the utilization of the preventîve health services, The percentages of the chifdren who are fully immunized according to the age have been found higher than 90 percent in alt groups.

48 - * E. Ü.Tıp Fak.Halk Sağlığı Anabilim Dalı Ögr.Üyeleri


Giriş Bilindiği gibi, 1980'li yıllar tüm dünyada çocuk sağlığında önemli atılımlara sahne olmuştur. Bu dönemde başlatılan "Ucuz maliyetli devrim" sayesinde, dünyada 5 yaş altı ölüm hızı yılda % 1.9 oranında düşüş göstermiştir. 2000 yılına kadar bu gelişmenin daha da hızlanması ve 5 yaş altı ölüm hızının yılda % 4.4 oranında düşürülmesi hedeflenmektedir8. Bu hedefe ulaşılabilmesi için herşeyden önce finansman sorunlarının çözümlenmesi gerekir. Çocuklara verilen sağlık hizmetlerinin finansmanı toplumun diğer kesimlerinden ayrı düşünülemez. Sağlık hizmetlerinin finansmanı genel olarak, devlet bütçesi, sağlık sigortası ve doğrudan ödeme olmak üzere üç ana kaynaktan sağlanır. Endüstrileşmiş ülkelerde sağlık hizmetlerinin finansmanı genel olarak, devlet bütçesi ya da genel sağlık sigortası tarafından karşılanır. Ülkemizde ise, bu alanda tam bir karışıklık hakimdir. Emekli sandığına bağlı olan kesimin sağlık harcamaları devlet bütçesinden. Sosyal Sigortalar Kurumu ve BağKur'a bağlı olanlarınki kendi sağlık sigortaları tarafından karşılanmakta, bunların dışındakiler ise sağlık hizmetlerini doğrudan satın almaktadır. Ayrıca koruyucu sağlık hizmetleri ile sağlık ocakları ve dispanserler tarafından verilen tedavi hizmetleri devlet bütçesinden finanse edilmektedir7. Öte yandan, sosyal güvenlik kapsamında olan

bireyler, çeşitli nedenlerle, zaman zaman sağlık hizmetlerini doğrudan satın almak zorunda kalmaktadır. Ailenin bağlı olduğu sosyal güvenlik kuruluşunun, 06 yaş grubu çocuklara verilen sağlık hizmetlerini ne ölçüde etkilediğini belirlemek amacıyla bu araştırma yapılmıştır.

Materyal ve Metod Araştırma, Kayseri Eğitim ve Araştırma Sağlık Grup Başkanlığı Bölgesinde, 1990 yılında yapıldı. Araştırma bölgesinde 1/10 oranında hane örneklemesi yapıldı. Örneğe çıkan hanelerdeki, son 6 yıl içinde doğan tüm çocuklar araştırma kapsamına alındı. Araştırma kapsamına alınan çocukların anneleri ile görüşülerek, ailenin sosyal güvenlik durumu ve çocuğun sağlık hizmetlerinden yararlanma durumuna ilişkin 43 soru içeren anket formu dolduruldu. Örneğe çıkan 1640 çocuktan 144'ünün annesi ile görüşülemedi. 1219 annenin 1496 çocuğu ile ilgili veriler burda değerlendirildi.

Bulgular ve Tartışma Tablo l'de görüldüğü gibi, araştırma kapsamına alınan çocukların aile reislerinin yaklaşık % 13'ü Emekli Sandığı'na, % 31'i Sosyal Sigortalar Kurumana (SSK), % 12si Bağ-Kur'a bağlıdır. % 43'ü ise herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna dahil değildir. Türkiye genelinde, bu oranların yaklaşık olarak

TABLO 1: Araştırma Kapsamına Alınan Çocukların Sosyal Güvenlik Durumuna ve Hayatta Olma Durumuna Göre Dağılımı Sosyal Güvenlik Kuruluşu

Yaşayan Sayı (%)

Ölen Sayı

(%)

Toplam Sayı (%)

Emekli Sandığı Sosyal Sigortalar K. Bağ-Kur Yok Toplam

191 444 182 631 1448

3 24 1 20 48

1.5 5.1 0.5 3.1 3.2

194 100.0 468 100.0 183 100.0 651 100.0 1496 100.0

X2= 11.530

98.5 94.9 99.5 96.9 96.8

S.D.=3 P<0.01


sırasıyla, % 18, % 36, % 17 ve % 29 olduğu bildirilmektedir7. Aynı tabloda. Emekli Sandığı ve Bağ-Kur'a bağlı olanlarda ölen çocuk oranlarının diğer iki grup-

tan daha düşük olduğu da görülmektedir. Tablo 3'de görüldüğü gibi, çeşitli sosyal güvenlik kuruluşlarına bağlı olanların ve sosyal güvencesi olmayanların sağlık örgütü tercihleri birbirlerinden

TABLO 2: Araştırma Grubundaki Yaşayan Çocukların Yaş ve Cinslere Göre Dağılımı Yaş Grupları Kuruluşu

Erkek Cins (%) Sayı

Kız Sayı

(%)

Toplam Sayı (%)

0-12 Ay 13-24 Ay 25-60 Ay

169 146 432

49.4 52.0 52.4

173 135 393

50.6 48.0 47.6

342 100.0 281 100.0 825 100.0

Toplam

747

51.6

701

48.4

1448 100.0

TABLO 3: Ailenin Bağlı Olduğu Sosyal Güvenlik Kuruluşlarına Göre Son 12 Ayda Sağlık Örgütlerine Başvuru Durumu Son 12 Ayda Sağlık Sosval

Sağlık

Örgütüne Başvuranlar

2.Basamak

Üniversite

Özel Hekim

Güvenlik Kuruluşu

Çocuk Sayısı

Ocağı Sayı

(%)

Hastaneler Sayı (%)

Hastanesi Sayı

(%)

ve Hastane Sayı %

Emekli Sand.

191

99

51.8

46

24.1

64

33.5

42

22.0

SSK Bağ-Kur Yok Toplam

444 182 631 1148

214 118 337 768

48.2 64.8 53.4 53.0

146 39 88 319

32.9 21.4 13.9 22.0

40 29 32 165

9.0 15.9 5.1 11.4

74 55 162 333

16.7 30.2 25.7 23.0

X2

14.77

54.69

119.24

17.92

S.D. P

3 <0.01

3 <0.001

3 <0.001

3 <0.001

farklıdır. Sağlık ocağına başvuru oranı SSK'na bağlı

hastanesi dışındaki tüm resmi yataklı tedavi kuruluş-

olan grupta en düşüktür. 2 basamak hastanelere baş-

ları 2. basamak hastane olarak kabul edilmiştir.

vuru ise bu grupta en yüksektir. Burada, üniversite

SSK'na bağlı olanların genellikle SSK hastanelerine


başvurmaları nedeniyle bu oranın yüksek olması doğaldır. Sağlık ocaklarında yazılan ilaçların SSK tarafından verilmemesi, bu grubun temel sağlık örgütüne başvurusunu azaltmaktadır. Nitekim aynı bölgedeki Caferbey sağlık ocağında yapılan iki ayrı araştırmada da SSK'na bağlı olanların sağlık ocağına daha az başvurdukları gösterilmiştir(1,6) Aynı tabloda görüldüğü gibi, Üniversite hastanesine başvuru oranı Emekli Sandığı'na bağlı olan grupta en yüksek, sosyal güvencesi olmayanlarda en düşüktür. Bu oran SSK'na bağlı grupta da oldukça düşük görülmektedir. Bunun nedeni Emekli Sandığı'na bağlı olanların üniversite hastanesine daha kolay sevkedilmesidir. Öte yandan, araştırma kapsamına alınan çocukların % 23'ü son 12 ayda özel muayenehane ya da

hastanelere götürülmüştür. Bu oran tüm gruplarda birbirine oldukça yakındır. Yani sosyal güvencesi olanlar da sıklıkla özel muayenehane ya da hastanelere başvurarak sağlık hizmetini doğrudan satın almak zorunda kalmaktadır. Belirlenen bir başka önemli nokta da, ikinci basamak hastanelere başvuruların % 76.5'sinin, Üniversite hastanesine başvuruların ise % 76.2'sinin doğrudan yapılmış olması, yani sevk zincirine uyulmamış olmasıdır. Üniversite hastanesine başvuranların % 10.3'ü sağlık ocaklarından ve sadece % 13.5'i ikinci basamak hastanelerden sevkedilmiştir. Tablo 4 ve 5'de görüldüğü gibi, son 12 ayda hekime başvuran çocukların % 88.6'sına reçete yazılmış ve yazılan reçetelerin % 93.4'ü alınmıştır. Reçete yazılma oranı sağlık ocaklarında en düşük, özel

TABLO 4: Son 12 Ayda Çeşitli Sağlık Kuruluşlarına Başvuran Çocuklara Reçete Yazılma Durumu Reçete Yazılma Durumu Başvurulan Sağlık Kuruluşu

Yazılan Sayı

(%)

Yazılmayan Sayı (%)

Toplam Başvuru Sayı (%)

Sağlık Ocakları 2.Basamak Hastaneler Üniversite Hastanesi Özel Hekim ve Hast. Toplam

1031 450 226 350 2057

83.6 92.2 95.4 96.2 88.6

202 38 11 14 265

1233 100.0 488 100.0 237 100.0 364 100.0 2322 100.0

X2=56.922

S.D.= 3

muayenehane ve hastanelerde ise en yüksektir. Yazılan reçetelerin alınma oranı sosyal güvencesi olmayan grupta diğer gruplardan önemli ölçüde düşük bulunmuştur. Araştırma kapsamına alınan çocukların koruyucu sağlık hizmetlerinden yararlanma düzeylerinin bir göstergesi olarak, yaşına göre tam aşılı oranlan saptanmış ve Tablo 6'da gösterilmiştir.

16.4 7.8 4.4 3.8 11.4 P<0.001

Tabloda görüldüğü gibi, tüm gruplarda 6 hastalığa karşı yaşına göre tam aşılı olanların oranlan % 90'ın üzerinde olup. Emekli Sandığı ve Bağ-Kur'a bağlı olanlarda oranlar daha yüksektir. Gruplar arasındaki bu farklılık sosyal güvenceden çok, eğitim düzeyi ile ilgili olabilir. Nitekim anne-babanın eğitim düzeyi yükseldikçe, tüm gruplarda aşılanma oranlarının da yükseldiği tespit edilmiştir.


TABLO 5:Araştırma Grubundaki Çocuklara Yazılan Reçetelerin Alınma Durumu Reçeteleri Alınma Durumu n Sosyal Güvenlik

Alınan

Alınmayan

Kuruluşu

Sayı

(%)

Emekli Sandığı

324

96.7

11 3.3

335 100.0

SSK Bağ-Kur Yok Toplam

591 291 716 1922

95.3 93.9 90.4 93.4

29 4.7 19 6.1 76 9.6 135 6.6

620 310 792 2057

X2=21.556

Sayı

S.D .= 3

Çocuk sağlığı ile ana sağlığı yakından ilişkili olduğu için, araştırma kapsamına alınan çocukların annelerinin gebelikten korunma, doğum yapma ve doğurganlık düzeyine ilişkin veriler de elde edilmiş ve Tablo 7, 8 ve 9'da gösterilmiştir. Tablo 7'de görüldüğü gibi, araştırma grubundaki çocukların annelerinin yaklaşık % 70'i gebelikten

(%)

Toplam Sayı

(%)

100.0 100.0 100.0 100.0

P<0.001

korunmaktadır. Korunanların yaklaşık 2/3'ü ise etkili yöntemlerle korunmaktadır. Gebelikten korunma ve etkili yöntem kullanma yönünden gruplar arasında önemli bir fark bulunamamıştır. Tablo 8'de görüldüğü gibi, araştırma grubunda kendi kendine doğum oranı % 8.5 olup, bu oran sosyal güvencesi olmayanlarda ve SSK'na bağlı olanlar-

TABLO 6:Ailenin Bağlı Olduğu Sosyal Güvenlik Kuruluşlarına Göre Çocukların Bağışıklanma durumu

Sosyal Güvenlik Kuruluşu

BCG Sayı

Yaşın Göre Tam Aşılılar a DBT ve Polio (%) Sayı (%)

Emekli Sandığı

185

96.9

178 98.4

169

99.4

SSK Bağ-Kur Yok Toplam

413 178 593 1369

93.0 97.8 94.0 94.5

412 95.2 174 98.3 583 94.2 1347 95.5

376 160 528 1233

95.7 98.2 94.3 95.9

Kızamık Sayı (%)

X2

8.15

9.61

12.84

S.D. P

3 <0.05

3 <0.05

3 <0.01


TABLO 7:Araştırma Grubundaki Çocukların Annelerinin Sosyal Güvenlik Kuruluşlarına ve Gebelikten Korunma Durumuna Göre Dağılımı Gebelikten Korunma Durumu Etkili Siniri

1

(%)

Yöntemler Sayı

(%)

93

51.1

37

20.3

52

173 64 236 566

45.2 39.5 48.0 46.4

89 49 102 277

23.2 30.2 20.7 22.7

121 49 154 376

Sosyal

Etkili

Güvenlik Kuruluşu

Yöntemler Sayı

Emekli Sandığı SSK Bağ-Kur Yok Toplam

X2=9.213

Korunmayan (%) Sayı

Toplam Sayı

(%)

28.6

182

100.0

31.6 30.2 31.3 30.8

383 162 492 1219

100.0 100.0 100.0 100.0

P>0.05

S.D.=6

TABLO 8:Araştırma Grubundaki Çocukların Annelerinin Sosyal Güvenlik Kuruluşlarına ve Son Doğumu Yaptığı Yere Göre Dağılımı Son Doğumun Yapıldığı Yer ve Yaptıran

Sosyal

Evde Kendi

Güvenlik Kuruluşu

Kendine Sayı

(%)

Ebe île Sayı

Hastanede (%) Sayı

(%)

Toplam Sayı

(%)

Emekli Sandığı

4

2.2

26

14.3

152

83.5

182

100.0

SSK Bağ-Kur Yok Toplam

31

8.1 48 1.9 26 13.4 118 8.5 218

12.5 16.0 24.0 17.9

304 133 308 897

79.4 82.1 62.6 73.6

383 162 492 1219

100.0 100.0 100.0 100.0

3 66 104

Evde

X2=62.607

S.D.=6

da yüksek. Emekli Sandığı'na ve Bağ-Kur'a bağlı olanlarda ise düşüktür. Araştırma bölgesinde kendi kendine doğum oranı 1987 yılında % 12, 1989 yılında ise % 8.2 olarak bulunmuştur(3,5). Tablo 9'da görüldüğü gibi, araştırma kapsamına alınan çocukların annelerinin ortalama gebelik sa-

P>0.01 yısı 3.27, canlı doğum sayısı 2.64 ve yaşayan çocuk sayısı 2.23 olarak bulunmuştur. Bu ortalamalar Emekli Sandığı'na bağlı grupta diğer gruplardan belirgin olarak düşüktür. Bu farklılık emekli sandığına bağlı olanların genel olarak daha yüksek öğrenim düzeyine sahip olmalarına bağlı olabilir.


TABLO 9:Araştırma Grubundaki Çocukların Annelerinin Bazı Doğurganlık Göstergeleri Ortalamalar Sosyal Güvenlik Kuruluşu

Kadın Sayısı

Toplam Gebelik

Spontan Düşük

Canlı Kürtaj Doğum

Ölen Yaşayan Çocuk Çocuk

Emekli Sandığı

182

2,70

0,30

0,22

2,09

0,23

1,86

SSK

383

3,39

0,30

0,29

2,71

0,49

2,22

Bağ-Kur

162

3,00

0,15

0,30

2,50

0,25

2,25

Yok

492

3,43

0,29

0,35

2,79

0,46

2,33

Toplam

1219

3,27

0,28

0,31

2,64

0,41

2,23

Araştırma grubundaki annelerde 100 canlı doğuma karşılık 12 isteyerek düşük olduğu belirlenmiştir. Türkiye genelinde, 1987 yılında 100 canlı doğuma karşılık 35 isteyerek düşük olduğu bildirilmektedir4. Araştırma grubumuzda bu oranın Türkiye geneline göre çok düşük bulunması, araştırma grubumuzdaki annelerin doğum ve düşüklerinin uzun bir zaman dilimine dağılmış olmasına bağlı olabilir. Çünkü son yıllarda isteyerek düşük oranı hızla artmaktadır2. Yine Tablo 8'de görüldüğü gibi/araştırma grubundaki annelerin ortalama ölen çocuk sayısı 0.41 olarak bulunmuştur. Yani bu kadınların canlı doğan çocuklarının % 15.5'i ölmüştür. Bu oran Emekli Sandığı'na bağlı olanlarda % 11, SSK'na bağlı olanlarda % 18.1, Bağ-Kur'a bağlı olanlarda % 10 ve sosyal güvencesi olmayanlarda % 16.5 olarak bulunmuştur. Görüldüğü gibi, çocuk ölüm oranları sosyal güvencesi olmayanlarda ve SSK'na bağlı olanlarda diğer iki gruptan daha yüksektir. Bu bulgular Tablo l'de gösterilen, son 6 yıl içindeki doğumlardaki ölüm oranları ile benzerlik göstermektedir.

Sonuç Bu araştırmada başlıca şu sonuçlar elde edilmiştir.

1. Sosyal güvenlik kapsamında olan ailelerin çocukları genel olarak 2. ve 3. basamak tedavi örgüt lerine daha yüksek oranda başvurmaktadırlar. Ancak bu kesimin, sosyal güvencesi olmayanlara yakın oranda, özel muayenehane ve hastanelere başvura rak tedavi hizmetlerini satın almak zorunda kalması, sosyal güvenlik sistemlerinin yeterli sağlık güvence si sağlamadığını ortaya koymaktadır. 2. Sosyal güvenlik kapsamında olanlara yazılan ilaçların alınma oranları sosyal güvenlik kapsamında olmayanlardan daha yüksektir. 3. Bağışıklama ve aile planlaması gibi koruyu cu sağlık hizmetleri yönünden, sosyal güvenlik kuru luşlarının önemli bir katkısı yoktur. 4. Sosyal Sigortalar Kurumu'na bağlı olan ka dınlarda kendi kendine doğum oranı sosyal güvence si olmayanlara yakın bulunmuştur. Benzer şekilde, bu kadınların çocuklarının ölüm oranlan da Emekli Sandığı ve Bağ-Kur kapsamında olanlardan çok da ha yüksektir.


KAYNAKLAR 1) Çetinkaya F: Sağlık Ocağı Hizmetlerinden Ya rarlanmada Aile Reisi Eğitiminin Rolü. Halk Sağlığı Bi lim Uzmanlığı Tezi, Kayseri, 1988. 2) Dervişoğlu AA: Türkiye'de Kadın Sağlığı ve So runları, Jinekoloji ve Obstetride Yeni Görüş ve Gelişme ler. 1 (1): 13-19, 1990. 3. Günay O ve Diğerleri: Kayseri Sağlık Grup Baş kanlığı Bölgesinde Doğum öncesi Doğum ve Doğum Son rası Bakım Hizmetleri, Halk Sağlığı Günleri-I. Sivas, 2022 Haziran 1989. 4. H.ÜN.E.E.: 1988 Turkish Population and He alth Survey. Ankara, 1989.

5. Öztürk Y, Günay O, Hasanoğlu E: Ana ve Çocuk Sağlığını Etkileyen Olumsuz Bazı Etkenler ve Önerilen Çözüm Yolları. Ulusal Halk Sağlığı Kongresi-88. Antal ya, 7-11 Kasım 1988. 6. Öztürk Y ve Diğerleri: Kentsel Bölgede Sağlık Ocağına Başvuruda Mesafe Faktörünün Rolü, Ulusal Halk Sağlığı Kongresi-88. Antalya, 7-11 Kasım 1988. 7. Sağlık Bakanlığı: Genel Sağlık Sigortası Kılavu zu. Ankara, 1990. 8. UNICEF: Dünya Çocuklarının Durumu 1990. Ankara, 1990.


Vakıfların Çocuğun Korunmasına Yönelik Fonksiyonel Yapıları Prof.Dr.İbrahim CANAN*

Giriş: Vakıf müessesesi, eskiden beri, islam cemiyetinde, medrese, kervansaray, cami, çeşme, aşevi, kütüphane, kopili, yol... gibi pek çok faydalı tesisler yaparak, gerek maddî, gerek manevî mühim hizmetlerde bulunmuştur. Günümüzde de bu çeşit hizmetlere devam etmektedir. Vakıf deyince bu hizmetleri hatırlamayan yok gibidir. Burada, sözü edilecek olansa vakıfların verdiği bir başka hizmet olan: Çocuk himaye hizmetleridir. Görüleceği üzere vakıflarımızın bu yolda verdiği hizmetler de küçümsenemeyecek bir derecededir.

veya bir yakını olan çocuklar birdir. Hepsi de himayeye, şefkate muhtaçtır. Ancak, elbette ki, kimsesi olmayan veya bâzı yakınları olsa bile yaşlılık, sakatlık, fakirlik gibi sebeplerle onlardan istifade edemeyen, himaye göremeyen bir çocukla, ihtiyaçlarına el atacak, himaye verecek bir yakını bulunan çocuk aynı durumda değildir. Dolayısıyla, kimsesizin, yetimin himayeye olan ihtiyacı çok, hem de pek çok fazladır ve farklıdır.

Bir milletin geleceğini temsil eden çocukların küçük yaşta himayeleri millî hayatın mühim meselelerinden bilidir. Ancak, çocukların himâyesi deyince ne anlıyoruz? Önce bunu belirtmek gerekecektir.

Bu sebeptendir ki, çocukların himâyesi deyince, öncelikle himayeciden mahrum, kimsesiz çocuklar hatıra gelir. Yine bu sebeptendir ki, Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde çocuk himayesine müteallik emirler, irşadlar, teşvikler çoğunluk itibarıyla yetimlerle ilgili olarak ele alınır.

Şüphesiz himaye çok geniş bir mefhumdur. Mesele hakiki vüsati içerisinde mütalaa edecek olursa, yaratılışlarındaki acz sebebiyle bütün çocukların himayeye muhtaç olduklarını kabul etmek gerekir. Bu açıdan cami avlusuna, sokak köşelerine terkedilmiş hiç kimsesi bulunmayan bir çocukla, anne-baba

Biz bu yazımızda, daha çok, yetim ve yeterli himayeden mahrum çocuklara vakıflarca sağlanan himayeden bahsedeceğiz. Bu çeşit himayeye daha ziyade maddî yardım, maddî himaye denebilir. Hepsine şâmil himayeye de mânevî-himâye diyebiliriz.

Atatürk Üniversitesi Öğretini Üyesi


Öyle ise, önce, kısa olarak, bütün çocuklara yönelik mânevi himaye faaliyetlerinden söz etmek gerekirse, bilindiği üzere, çocukların hayata hazırlanmasını gaye edinen bütün terbiye ve maarif müesseseleri bu çeşit himayenin tezahürleridir. Bugünkü ilkokulun karşılığı olan sıbyan mektebleri -ki bunlara mahalle mektebi de denir-, Kur'ân mektepleri, daha büyük çocukların devam ettiği medreseler, kütüphaneler, çocuklar için oyun mahalleri vakıfların en mühim hizmet sahalarını teşkil eder. Vakıfların ifa ettiği hizmetler arasında bu çeşit hizmetlerin nisbeti hakkında bir fikir verebilmek için 18. asırdaki vakıflardan ihtimali sondaj metoduyla seçilen 330 adedinin üzerinde yapılan incelemeden elde edilen bir iki noktayı belirteceğiz: Sözkonusu araştırmaya göre, bu vakıfların toplam bütçesinin % 28,16'sı eğitim-öğretim hizmetlerine harcanmaktadır; % 30,75'i dini hizmetlere geri kalanı da başka hizmetlere... Dini hizmetler deyince öncelikle camiye bağlı hizmetler kastedilmektedir. Günümüzde olduğu gibi, her devirde camilerin çocuklara da hizmet verdiği gözönüne alınınca, vakıfların çocuklara yönelik hizmetlerinin nisbetinde daha da artma olacağı söylenebilir. Bu noktanın anlaşılması için, vakıfların bütçesi ne kadardır? Meselesine temas edelim: Bu mevzuda kesin bir rakam vermek zor. Ancak, konuya ışık tutacak, kısmen tahmin, kısmen hesaba dayanan bazı açıklamalar kaydedebiliriz: 1-18. ve 19. asırlarda Osmanlı İmparatorluğunu gezen bazı batılılar imparatorluk dahilindeki gayr-ı menkul emlakin dörtte üçünün vakıf olduğunu tahmin etmişlerdir. 2- Cezayir, Fransızlar tarafından işgal edildiği zaman, buradaki emlakin yarısının vakıf olduğu gö rülür. 3- Keza, Tunus arazisinin üçte ikisinin vakıf ol duğu tesbit edilmiştir. 4- 1925'te yapılan bir hesaplama Mısır'da ekilen arazinin sekizde birinin vakıf olduğunu göstermiştir. 5- 18. yüzyılla ilgili, yukarıda temas ettiğimiz araştırma, bizzat vakfiyelerdeki rakamlara dayana rak, daha ikna edici bir fikir vermektedir: Buna göre, vakıfların bütçesi imparatorluk bütçesinin yarısına eşittir.

Böylece, vakıfların deruhte ettiği hayır hizmetlerine, üzerinde güneş batmayan imparatorluk bütçesinin en az, üçte birine eşit bir meblağa ulaştığı anlaşılır. Bu, elbette büyük bir yekûn teşkil etmektedir. İşte, çocuklara yönelik hizmetlerin yer aldığı % 28,16'lık eğitim-öğretim kalemine giren meblağın hacmini böyle değerlendirmek gerekecek.

Çocukların Maddi Himayesine Yönelik Vakıflar Yazımızın ağırlıklı kısmını teşkil edecek bu maddi himaye vakıflarına gelince: Hemen belirtelim ki, Islamda, başta Hz. Peygamber (a.s.), Hz. Ömer, Hz. Ali olmak üzere ilk nesil müslümanlarıyla başlayan vakıf işlerinde, betahsis "çocukların korunması" diye bir kayda raslanmaz. Bir başka ifadeyle, islam tarihinde çocuklara yönelik vakıflara daha çok sonraki asırlarda raslanır. Üstelik bugünkü kadar çok, çocuk himaye müesseseleri hiçbir devirde görülmez. Bunun bidayette görülmeyişi, sonraki devirlerde de sayıca azlığına nedendir? Vakfiyelerde zamanla çocukların da zikredilmesi, yetimlere mahsus dâruleytam'larm doğuşu bir ilerleme midir, yoksa bir gerileme midir münakaşa edilebilir. Ancak, bizce "içtimaî açıdan bir tedenninin göstergesi" kabul edilebilecek olan bu durumu bir kaç sebeple açıklayabiliriz: 1- ilk asırlarda içtimaî ve dini hayat sağlamdı. Sokağa atılan sahipsiz çocuk azdı. Ayrıca, dini duyguların kuvvetli oluşu, sahipsiz çocukların aileler tarafından hemen kabullenilmesine âmil olmaktadır. Zira yetim himaye etmenin ehemmiyetini belirten, dindarları buna teşvik eden pek çok hadîs mevcuttur. Bunlardan bir kaçını kaydedelim: "Ben ve yetime bakan kimse, cennette şöyle (iki parmağıyla göstererek) yan yanayız." "Müslümanlar arasında en hayırlı ev, içerisinde yetim olan ve yetime iyi muamele yapılan evdir." "Kim Müslümanlar arasında bir yetimi (evine alıp) kendi yediğinden yedirir, kendi içtiğinden içirirse, affı kabil olmayan bir günah (yâni şirk) işlemediği takdirde Allah onu mutlaka cennetine kor." "Kalplerinizin yumuşamasını, hacetinizin


kabul bulmasını isterseniz yetime merhamet ve ona lütf ile muamele edin." "Küçüklerimize acımayan bizden değildir." 2- Öte yandan bu ilk asırlarda, İslam cemiye tinde devletçilik de güçlüdür, şuurludur ve dolayısıy la devlet raiyyetine sahiptir. Bir hadîste: "esSultânu veliyyu men lâ veliyye leh" yâni "Sultan velîsi olmayanların velisidir" buyrulur. Bir başka ifade ile, kimsesiz çocukların sahibi, velîsi baştaki hâkimdir, yani devlettir, onun temsilcisi mahallî amirdir, yani Devlet-Baba'dır. Hakimiyeti, liderliği, istibdad ve sömürü değil, "Seyyidü'l-kavm hâdimuhum" hadîsine uygun olarak halka hizmet anlayan ilk devre devletçiliğinde sokakta sahipsiz çocuk kalması mümkün değildir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) ve onun yolunda gidenler Fırat nehri üzerindeki bozuk bir köprüden düşen keçinin sorumluluğunu vicdanının derinliklerinde duyabilmiştir. Bu şuur sadece Hz. Ömer'de (r.a.) değil, onun valilerinde, komutanlarında ve onun izinden giden muakkıplarında da vardır. Bu şuur islam tarihinin ilk beş asırlık döneminde müşterek bir vasıftır. 3- Bu ilk devrede müstakil çocuk himaye mü esseselerinin yokluğunu izah eden bir üçüncü nokta daha var. Konumuz açısından arzettiği nezaket ve ehemmiyet sebebiyle buna da temas edeceğiz: Gerek Kur'ân-ı Kerîm ve gerek hadîs-i şerifler, çocukların "aile içerisinde" himaye ve terbiyelerine amirdir. Öyle ise ideal islâmî cemiyette, himayeye muhtaç çocuklar, müstakil çocuk müesseselerinde değil, ai leler içerisinde himaye edilecektir. Âyet-i Kerîme şöyle emreder: "Bir de sana yetimleri sorarlar, De ki: Onları faydalı ve iyi bir hâle getirmek hayırlı dır. Şayet kendileriyle bir arada yaşarsanız, on lar sizin kardeşlerinizdir" (Bakara 2, 220). Öyle ise. Devlet, kimsesiz çocuklara, hasbî olarak bakan aile çıkmadığı takdirde, ücretle bakan aileler bulacaktır.

Bazı Müesseselerden Örnekler: Anlaşıldığı üzere, değişen şartlar sonucu, gerek raiyyetin ve gerekse devlet sorumlularının hayatında dinî tatbikatın zayıflaması sonucu islam cemiyetinde, kimsesiz çocukların sayısının arttığı devreler olmuştur, işte bu durumlarda, Müslümanın vicdanında

kökleşip müesseseseleşmiş olan Allah rızası için yardım ve hizmet etme duygusu, bir emniyet sübabı gibi derhal ortaya çıkarak, vakıf kıyafetine bürünmüş olarak cemiyetin yarasını müessir şekilde sarmıştır. Bu çeşit durumlarda yardımcı olmak maksadıyla kurulan vakıflara avarız vakıfları denir. Ömer Nasuhî Bilmen'in açıklamasında on bir çeşide çıkan vakıf hizmetlerinden sadece birini teşkîl eden avarız vakıfları hakkında bir iki kelime açıklama sunalım: Avarız, arapça, arıza kelimesinin çoğuludur. Beklenmedik, ani gelen musibet, bela, kaza, hastalık... demektir. Öyle ise bununla, belaya düşen, kazaya uğrayan, hastalanan insanlara yardım yapmayı gaye edinen vakıfların hepsi kastedilir. Bu konunun mütehassıslarından Ali Himmet Berki avarız vakıflarını şöyle açıklar: "Varidatları, bir mahalle veya köyde fukaradan vefat edenlerin techîz ve tekfinine, hasta olan fakirlerin tedavilerine ve hastalık gibi bir sebeple kâr ve kisbten (kazançtan) âciz kalanların ve bunların evlat ve iyallerinin infak ve iaşesine, mahalle ve köyün tamire muhtaç olan kaldırım ve su yollarının tamirine sarf olunmak üzere yapılan vakıflardır." Şu açıklama, bu vakıfların daha nerelere kadar el attığını göstermek için ayrıca kayda değer: "Fakirlere vakit vakit ve bilhassa ramazan-ı şerifte regâib ve berat gibi mübarek gecelerde para veya erzak dağıtmak, fakir kızlara çeyiz tedarik etmek, fakir cenazeleri kaldırmak, yetim yoksul çocuklara, fakir dul kadınlara bayram elbisesi satın almak, desti ve bardak gibi şeyleri kıran hizmetçileri serzenişten kurtarmak için kırdıkları şeylerin benzerlerini hemen alıvermek için yapılmış vakıflardır."

Gazan Mahmut Han Vakfiyesi Gazan Mahmut Han İlhan prenslerindendir. Milâdî 1225 - 1304 yılları arasında hükümdarlık yapmıştır. Hakimiyeti sırasında Müslüman olmuştur. Tebriz yakınlarında Şeneb-i gazan diye anılan bir şehir ve burada vakıf yoluyla büyük müesseseler kurmuştur. Ebvâbi'l-birri Gazan diye söylenen bu müesseseler şunlardır: Büyük bir terbiye evi, Hanefîlere ait bir cami, Şâfiîlere mahsus iki medrese, firevn Hangâh, dâruşşifa ve ıslahhane, kütüphane, Beytu'l-


Kanun (Devlet arşivi), mütevelliye mahsus bina, umumî hela, umûmî hamam ve eytamhâne (yüz yetim çocuk için) ve metruk çocuklara bakmak üzere kurulmuş bir müesseseden ibarettir. Bunlardan başka, dul kadınlar, yoksullar, fakirlerle kimsesizlerin cenazelerini kaldırmak, yolları temizlemek, efendilerden korkan kölelerin kırdıkları çanak-çömlek vesairenin tazmini, kışın aç kalan kuşların beslenmesi için ayn ayrı hizmetler te'sîs olunmuştur.

Gökbörü Vakfiyeleri Musul'da, Erbil'de, Erbil Atabeyi, Muzafferüddin Ebû Saîd Gökbörü vakfiyesidir. Adı geçen vakfiyelerle Erbil'de hastalar ve körler için bir yetimhane, sokaklardan toplanan çocuklar için bakım yurtları te'sîs olunmuştur. Ayrıca bu iki müessesedeki küçük çocuklar için sütanneleri tayin etme hizmetleri de konulmaktadır. Erbil Atabeyi Selçuk imparatorluğunun atabeylerindendir. Selçukîlerin Suriye, Mısır, Iran, elCezîre sahasını da kaplayan imparatorluklarında 12, 13 ve 14. asırlarda pek çok vakıflar yaptıkları görülür. Bu müesseseler hep vakıflar sayesinde payidar olmuşlardır. Osmanlı imparatorluğu devirlerinde de Selçukîlerin vakıflarıyla idare olunmuştur.

Fatih Sultan Mehmed Vakfı 370 sayfa tutan muazzam vakfiyenin, bilhassa çocuklara ait kısmı bizi ilgilendirmektedir. 313-315. sayfalarda yer alan bu bölümde, hülâsa olarak, yetimlerin ve fukara çocuklarının yetiştirileceği bir dâru'ttâlim'den bahsedilir. Buraya, tâlim işlerini yürüten hocaların tayininden başka, yetim ve fakir çocuklara nakden ödenecek maddî yardım da vakfiyede zikredilir. Bu vesîkada günümüzün diliyle şöyle denir: "Saltanat merkezim istanbul'da yaşayan yetimlere, her gün yüz akçe olmak üzere bir ayda 3.000 akçe sarfoluna. Ebeveyni olmayan kız ve erkek her yetime günde yarım dirhem olmak üzere her ay 15 akçe dağıtıla. Bu tahsisat, her bir yetime, hidane yaşından çıkıp istiğna yaşına girene dek (yâni yeme, içme, giyinme ve bir kavle göre, istinca işlerini kendi kendine yapabilir hâle gelinceye kadar ki 78 yaşına basması demektir) verilmeli, bu yaşa gelince kesilerek bir başka yetime bağlanmalıdır.

Tahsisatın bağlandığı ve kesildiği vakitler, merkez kadısı defterine kaydedilmeli ki, vakıf sorumlularının, işleri dürüstlükle yürüttüğü Allah ve halk nazarında da bilinerek kendisine teşekkür edile.*1 Bu vakfiyenin en mühim bölümlerinden biri de, her senenin sonunda 70 sayfalık vakfiye metninin, bilcümle muallim, müderris ve diğer hizmet erbabının huzurunda okunması ve böylece içindeki vazifelerin hakıyla ifa edilip edilmediğinin ve şartlarının yerine getirilip getirilmediğinin tedkîk edilmesi şartıdır.

Daye Server Hatun Vakfiyesi 1551 tarihinde kurulmuştur. "Fakir çocuklar için bir mektep yapılması" şart kılınan vakfiyede "mezkur mektepte okuyan yetim çocuklara elbise giydirilmesi için her sene yüz dirhem verilmesi" gereği de kaydedilir.

Hoca Abdullah Vakfı Ödemiş kazasının Birgi nahiyesinde Hoca Abdullah adında bir zâtın 979 hicrî 1571 milâdî tarihli vakfiyesidir. Vakfiye birçok hayır işleriyle birlikte yetimlerle ilgili hizmet de vermektedir. Vakfiyede şu bilgiler var: "Birgi nahiyesinin Kalenderhâne mahallesinde okuyan çocuklardan 25 yetime kapama gömlek, don, birer çift pabuç, mest ve arabiye kumaştan mürekkep bir takım elbiseliğin her sene ramazan bayramında giydirilmesi, kurban bayramında da çocuklara birer çift pabuç alınması ve talebe için, yetişecek kadar hasır, desti, kuzu deresi alınması" yazılıdır.

Katibzâde Vakfı İzmir'de kâtipzâde Ahmad Reşid Efcndi'nin 1163 (1749 miladi) tarihi vakfiyesinde birçok hayır şartları ve hizmetleri arasında bir de mektep kurulması kaydı vardır. Bu mektepte okuyan çocuklar, vakfiyede yer alan bir şart uyarınca, yıllarca güneşli bir havada çimenli ve çiçekli bir sahraya götürülme imkanı bulmuşlardı, ilgili fıkra şöyle: "... Adı geçen mektepte mevcut olan çocukların, her sene i l k baharda hocaları marifetiyle sahraya (pikniğe) gitmeleri için 1200 akçe verile..."


Mehmet Vânî Efendi Vakfiyesi Bursa'nın Kestel köyünde Vâni Mehmet Efendi adında bir hayırsever (1671 miladi) tarihli vakfiye siyle bir cami, bir medrese, bir de imarethane yaptırmış ve medresedeki çocukların yiyeceklerinin de imaretten verilmesini şart koşmuştur, imarette pişipte talebeden artan aşların fukaraya dağıtılması da yine şartlar arasındadır. Vazifelerin ifası için Kestel köyündeki han, hamam, altı dükkan ve bahçeler, Ada köyündeki hamam,ve bahçeler, çiftlik, Koyun Hisar köyündeki meralar vakfolunmuştur. Vakfın bizi ilgilendiren kısmında vâkıf şunu söyler: "Cenâb-ı Hakkın fazl u keremi olarak bana verdiği mal-i helal ile Bursa Livası köylerinden Kestel köyünde müzminlerin farz namazları cuma ve bayram namazlarını kılmaları için bir camii şerif ve yanında ilim öğrenmek ve ahlakı güzel kılmak için ayrı bir mübarek bina inşa ettirdim ki medrese ve zaviye olmak üzere iki kısımdır. Bu medreselerde ancak ilim öğrenenler ve amelde ilerleme gayreti gösterenler kalabileceklerdir, işbu meskendeki odaların sayısı semavarın adediyle yedidir. Ve mezkur mesken dahilinde ilimler öğrenilmek ve Allah rızası için Amel olunmak üzere dershane denen bir ver daha inşa eyledim. Ve yine derununda ulemâ ve fukaraya taam pişirilmek için başka bir kısım daha te'sîs eyledim.."

Mısır'da Seyfeddin Kaiavun Vakfı Mısır'da 1284 yılında kurulmuş olan Seyfeddin Kaiavun Hastanesi de burada zikre değer. 1279'da tahta geçen Seyfeddin Kalavun tarafından yaptırılmıştır. Mansûre hastanesi de denen bu müessese, kendisine müracaat eden her çeşit hastayı kabulden başka evdeki hastaları da tedavi için hususi teşkilata sahiptir. Hastahanenin bizim için mühim olan yönü, bir de medrese ile bir dâruleytam da ihtiyva etmesidir.

Konya Mahalle Sandıkları Milletimizin hayırsever ve himayeci ruhunu aksettiren değişik bir müessese de Konya mahalle sandıklarıdır. Konya mebuslarından Prof. Dr. Sadi Irmak'm bir makalesinde, "yakın zamana kadar" de-

vam ettiği belirtilen, Konya mahalle sandıkları hakkında şu bilgi verilir: "Yetim kalan, fakir düşen kimseleri ve çocukları çıraklık, kalfalık ve ustalık safhalarını geçirerek yetiştirdikten sonra sermaye vererek bunları müstakil birer iş sahibi yapardı. Konya'daki dükkanlardan alınan küçük bir pay, sandığın sermayesini daima elde tutmasını sağlardı. Böylece Konya'da sefalete düşmüş, işsiz adam kalmazdı. Bu sandıkların asıl dikkate değer tarafı şu idi: Sandıklar sadaka şeklinde yardım yapmayıp muhtaçlara ve yetimlere iş bulmayı ve şehirlerde geçerli olan sanatlar öğretmeyi ve böylece memlekete faydalı adam yetiştirmeyi gaye edinirdi. Daha fazla gelişmesi beklenen bu müesseseler, tafsili uzun sürecek sebeplerden dolayı sönmüştür."

Kayseri Köy Vakıfları Kısmen, Konya mahalle sandıklarını hatırlatan bir müesseseye de Kayseri köylerinde rastlanmaktadır: Şer'iyye sicillerinin tedkîkinden anlaşıldığına göre, "varlıklı köylüler, hem hayatlarında bilmeden ve istemeden işledikleri günahlarından sıyrılmalarını ve hem de kendilerinin ölümünden sonra hayırla söylenmelerini sağlamak maksadıyla vakıflar yapmışlardır. Bunlar arasında tarla, ev, değirmen, bağ ve bahçe gibi gayr-ı menkuller bulunmakla beraber para halinde de vakıflar vardır. Bunların irat getiren mallar olmalarına dikkat edilmiştir. Vakıfların iradı, köyün değirmen ve camiine olduğu kadar, kimsesiz kalan kızların evlenmelerine ve cihazınave köy mektebine devam eden öksüz ve yoksul çocukların türlü masraflarına tahsis olunur." Şüphesiz, çocuk himaye müesseseleri deyince, vakıflar tarafından verilen hizmetler bu kadar değildir. Biz örnek kabilinden bir kaç misal vermiş olduk. Bunlar denizden bir katre mesafesindedir. Vakıfların çocuk himaye hizmetlerini inceleyen araştırıcılarımızdan Osman Korkut Akol "Hemen her vakfiyede korunmaya muhtaç çocuklar hakkında esaslı hükümler konduğunu ve bu işe mühim paralar tahsis edildiğini" ifade eder. Bu mevzuya temas eden bir diğer müellifimiz Hüseyin Sapmazlı da birçok vakfiyelerde yer alan çocuklarla ilgili hükümler meyanında şunları sa-


yar: "Öksüz kızlara çeyiz verilmesi, çocuklara meyve yedirilmesi, yetimlere yardım edilmesi, çocukların ilk baharda açık havalarda gezdirilmesi, açık hava mektepleri yaptırılması, gıda, elbise, tedris levazımı tedarik edilmesi, yakacak ve mesîre masraflarının verilmesi, bayramlarda çocukların sevindirilmesi, spor meydanları ve teşkilâtı vücûde getirilmesi için tahsisat konmuştur ve vakıflar yapılmıştır."

Bazı Modern Çocuk Himaye Müesseseleri: Vakıflar, kendi kendini finanse eden hususi mahiyetteki müesseselerdir. Bunlara devletin maddî katkısı yoktur. 19. asrın sonlarına doğru, bizzat devlet teşebbüsüyle ve millî bütçeden beslenen, çocukları himaye maksadıyla modern müesseseler de kurulmaya başlamıştır.

gelip hükümetin resmi emriyle alınması istenen çocukların alınacağı kabul edilmiştir.

Darülacezeler Çocukları koruma gayesiyle kurulan müesseselerden biriside budur. Kuruluş gayesi, "Sokaklarda dilenen çocuklarla, sakat erkek ve kadınların dilenmekten kurtarılmaları ve güçlerinin yettiği kadar çalıştırılabilmeleri" şeklinde ifade edilmiştir. İlk darülaceze, 1890 yılında Halit Rıfat Paşa'nın dâhiliye nazarlığı zamanında düşünülmüş ve devrin Padişahı 2. Abdülhamid'in emri ve büyük mali yardımlarıyla 7 Kasım 1892'de İstanbul Okmeydanı semtinde Kağıthane sırtlarında temelleri atılmıştır. Birçok tesislerle hizmete başlaması 1896'da mümkün olan müessese çocuklara san'at da öğretmek suretiyle hayata hazırlıyordu.

Daruleytamlar (Yetimevleri) Islahhaneler Vakıflardan ayrı olarak, çocuğu, bedenî, ruhî, aklî ve fikrî tehlikelere karşı korumak maksadıyla devlet tarafından teşkil edilen ilk müesseseyi Mithat Paşa kurmuştur. Mithat Paşa nereye gitmişse daima çocuklarla meşgul olmuş, onlara ait müesseseleri ya kurmuş, veya kurdurmuş, yahut vakıflardan istifade ederek ve münderis olmuş vakıfları meydana çıkararak yine çocuklara ve gençlere faydalı olmaya çalışmıştır. Tuna vilayeti valisi iken Niş'te kurduğu ilk müesseseye "Çocuk Islahhanesi" adını verir. Mithat Paşa ıslahhanenin çalışmasını tanzî eden bir de nizamname hazırlar. Dâhiliye nezâretince, her tarafta aynen tatbik edilmek maksadıyla 1868 yılında bütün valiliklere tamim edilen nizamnamede başlıca şu hususlar yeralır. 1- Yerli, yabancı, islam, Hıristiyan farkı gözet meksizin ve müsavata riâyet edilmek şallıyla 12-13 yaşından yukarı olmayan anasız, babasız, öksüz yetim olanlar veya anne-babası amel-i manda (işten kesil miş) fakir ve zaruret hâlinde bulunan, 2- Yahut terbiye ve ıslah edilmek üzere bir ıslah haneye kabulü istenen analı, babalı, hısım akrabalı 13 yaşından aşağı olan, 3- 13 yaşından aşağı olup irtikap, töhmet ve ci nayetle kanunen bir sene ve daha ziyâde hepsi lâzım

Trablus ve Balkan harpleri sebebiyle çoğalan yetim ve kimsesiz çocukların himayesi için kurulan bu müesseselerin mâlî yükünü kaldırmak üzere evlâd-ı şühedâ vergisi ihdas edilmiştir. Bu müesseselerin birinci gayesi, harplerde şehit düşenlerin yetimlerini okutmak ve onları cemiyete faydalı hale getirmektir. Bu yetimlerin korunma işini en ziyâde kendine konu edinen Araç ilçesi, Boyalı bucağı, Balcı köyünde 1869'da doğmuş bulunan İsmail Mahir Efendi'dir. Mahir Efendi, meşrutiyet inkılabından sonra Kastamonu milletvekili olarak Meclise girdi. Mecliste bu meseleye ait sık sık takrirler verdiği için arkadaşları kendisine Ebu't-Tekârîr lakabını verdiler. Mahir efendi, ciddî çalışmalarında ısrar ederek bir proje hazırlar, İttihad ve Terakki fırkasınca kabul edilen bu projeye göre, evlâd-ı şühedâ vergisi adı ile tütüne bir miktar zam yapılarak, kolay, sağlam ve bol bir gelir temin edilebilecek. Bu para ile yurdun her yerinde, bilhassa şehîd çocukları olmak üzere, öksüz ve kimsesiz yavrular yetiştirilecekti. Buna uygun kanun çıktıktan sonra Daruleytamlar Umum Müdürlüğü kurulmuş ve İsmail Mahir Efendi, teşkilatın başına getirilmiştir. İlk dâruleytam Sait Halim Paşa tarafından teşkîlata hediye edilen Bebek Yalısı'nda açılmıştır. Birinci Cihan Harbi sırasında, diğer vilâyet-


lerdekilerden ayrı olarak yalnız İstanbul'da ikisi kız olmak üzere 9 dâruleytam vardı. Kız-erkek beş bin şehîd yavrusu veya kimsesiz çocuğun yetiştirildiği bu müesseseler, yabancılara ait olup boş kalan mektep binalarına yerleştirilmişti. 1918 müterâkesini müteakip İstanbul işgal edilince, Dâruleytamlar Umum Müdürü bulunan rahmetli Selâhaddin Öksüzcü, işgal ordusu komutanlığından, yabancı mekteplerin 24 saat içinde boşaltılması emrini alır. Umum müdür bizzat Padişah Vahdettin'e çıkarak Validebağı köşkü, Çağlayan ve Balmumcu kasırları, Ortaköy sarayı gibi yedi mühim binayı Dâruleytamlara tahsis etmesini te'mîn eder. Bilhassa İstanbul'daki dâruleytamlar mütâreke devresinde pek ciddî malî sıkıntılar çeker. Fakat Selâhaddin Öksüzcü, meşhur hattat Mehmed Yusuf Efendiye Fe-emme'l-yetîme fe-lâ takhar âyetini yazdırıp sattırarak bu buhranlı devreyi muvaffakiyetle atlatmış ve müesseseyi yaşatmak" imkânını sağlamıştır. Dâruleytamlarda çinicilik, marangozluk, terzilik, kunduracılık, çorapçılık gibi mühim san'at şubeleri vardı. Kızlar için dikiş, örgü, oya şubeleri vardı. Buralardan mühim şahsiyetler yetişmiştir.

Dâruleytamların Ortadan Kalkışı En buhranlı günlerde bile, hayatiyetini koruyarak milletimize değerli hizmetler ifa eden bu müessesenin sönüşü hakkında Osman Korkut Akol'un izahını ibretle okuyalım: "İstiklal savaşı sırasında Anadolu'da bulunan dâruleytamlar millî hükmetçe. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı'nın idaresine verilmişti. Bu Bakanlık, işi, biı* koruma meselesi değil, bir eğitim davası saymış ve müesseseleri Millî Eğitim Bakanlığına bırakmıştır. Millî Eğitim Bakanlığı, evlâd-ı şühedâ ver-

gisi olarak tütünden te'mîn edilen geliri umîmî bütçeye eklemiş ve müesseseleri şehir ve köy yatı okulları haline sokmuştur. Bilâhare özel idarelere devredilen bu müesseseler devam ettirilemeyerek kapanıp gitmiştir. İstiklal savaşı sırasında Garp Cephesi komutanı rahmetli General Kâzım Karabekir de kendi bölgesinde kimsesiz çocukları okutup yetiştiren müesseseler kurmuş, fakat bunlar da devam ettirilememiştir. Bu modern müesseselerin kısa zamanda sönmeleri, bize vakıf müessesesinin ehemmiyetini anlamaya yardımcı olmaktadır. Çünkü vakıf kurulurken onun masrafını karşılayacak gelir kaynaklan düşünülmekte ve bu, devlet bütçesine dayanmamaktadır. Böylece vakıflar, kültürel ve sosyal hizmetleri, devlet bütçesinin dışında kalan mâli kaynaklara dayandırdığı için, devletin mâlî bakımdan zayıfladığı dönemlerde bile, bu zaaftan fazla müteessir olmayarak hizmetini aralıksız yürütebilmiştir. Bugünkü eğitim sistemimizde olduğu gibi, tamamen devlete dayalı olsaydı, devamlı dış güçlerle uğraşmış bulunan Osmanlı Devletinde, kültürel hizmetler daha kısa zamanda çöküntüye uğrayabilir ve Osmanlı Devleti daha erken çağlarda çökebilirdi. Gerek ilkokul ve gerekse Üniversitelerimizin istikbâlini bu açıdan tehlikede görebiliriz. Çünkü Allah korusun, meselâ İran'da olduğu şekilde uzun yıllar devam edecek bir dış gaile ile karşılaşacak olsak devlet bu kadar me'murların maaşını vermekte zorluk içinde kalacaktır. Kanaatimizce, devletimiz tarihimizdeki bu tatbikattan örnek alarak, maarif müesseselerini, devlet dışı bir bütçe ile kendi kendini idare edecek bir mâli yapıya dayandırma istikametinde tedbîrler almalı, tekrar vakıf müessesesenin yaygınlaştırılması cihetine gitmelidir.


Yaşlılıkta Ortaya Çıkan Fiziksel Değişiklikler Yrd.Doç.Dr.Canan YERTUTAN*

Giriş: Yaşlılık; çocukluk, gençlik, orta yaşlılık gibi hayatın bir devresidir. İnsanın doğumdan itibaren geçirdiği bu devrelerde fonksiyonları, metabolizması, psikolojisi ve sosyal ilişkileri de değişmektedir. Bu nedenle yaşlılık bir hastalık değil, kendine özgü özellikleri olan fizyolojik bir süreçtir. Yaşlılıkta, kişilerin fiziksel ve ruhsal durumlarının bir daha yerine gelmeyecek şekilde yavaş yavaş kaybolduğu görülür0}. Bütün canlılar yaşlanacaklar, yaşlandıkça da değişeceklerdir. Bu nedenle yaşlılık da durulamaz. Fakat günümüzde bu devreye özgü hastalıklaım tıptaki modern gelişmelerle tedavi edilebilmesi, aynca çeşitli teknolojik gelişmelerin sağladığı yaşam koşullarındaki kolaylıklarla işdeki yıpranmanın ve aşırı yorgunluğun önlenmesi, ortalama insan ömrünün uzamasını ve daha çok insanın ileri olgunluk çağma ulaşmasını sağlamıştır (1,2,3). Örneğin, Roma imparatorluğunda doğan bir insan, ortalama 23 yıl yaşamayı ümit edebilirken, 1900'lü yıllarda 49 yıl yaşamayı ümit edebilir duruma gelmiştir. 20 yy .da ise ortalama ömür hızla artmış, gelişmiş ülkelerde 70 yaşa ulaşmıştır. Bu durum yaşlı nüfusun artmasına ve gençlere oranının yükselmesine neden olmuştur(3). Ülkemizde 1960 nüfus sayımında 65 yaşın üs-

* H.Ü. Ev İdaresi ve Aile Eko. Böl Öğr. Üyesi

tünde bulunan kişilerin oranı % 3.5 iken 1980 nüfus sayımında % 4.7'ye ulaşmıştır(4). 1985 nüfus sayımına göre ülkemizde 60 yaşın üzerinde 3 milyon kişi bulunmaktadır(5). Fakat ileri yaşa gelmiş bu kimselerin, sağlıkları bozuk, dinçlikleri kalmamış, bir veya birden fazla hastalığa sahiptirler. Bu şekilde olan kimselerin üreticilik yetenekleri azalmış, birer tüketicidirler. Halbuki dinç ve sıhhatli bir şekilde ileri yaşa gelmiş bir kimsenin, topluma üretici olarak pekçok faydası olacaktır. Çünkü senelerin kazandırdığı tecrübe ile, olayları genç ve yüksek zekalı, fakat tecrübesi olmayan gençten daha doğru bir şekilde çözebilecektir( 3 , 6 ) Bu nedenle Amerika Birleşik Devletlerinde tıbbi araştırmalara harcanan paranın büyük bir miktarı yaşlılıktaki (hepertansiyon, kalp, kanser, diabet, pankerias gibi) kronik hastalıkların tedavisine aynlmaktadır(6). Aslında yaşlanma olayı hayatla başlar. Yaşlılığa özgü klinik belirtilerin ilk tohumlan 40 yaş civarında atılır. Bu bakımdan 40 yaşından sonra geçen ömrü, hücre ve dokulardaki yaşlanma dikkate alınarak 3 devreye ayırmak mümkündü. 40-60 ileri olgunluk çağı, 60-75 yaşlılık çağı, 75 + ihtiyarlık çağıdır, Fakat bu kesin bir ifade taşımaz(3). Yaş kavramı, biyolojik ve kronolojik yaş olarak ikiye ayrılır. Kronolojik yaş tüm insanlarda aynı


olduğu halde, biyolojik yaş kişilere göre değişir. Aynı günde doğan iki insan 50 sene sonra kronolojik olarak aynı yaştadır. Ancak biyolojik yaşlanma kişilere göre değiştiğinden birisi diğerinden daha yaşlı veya genç olabilir(1). Hatta aynı kişide de her doku ve organ aynı kronolojik zaman içinde farklı derecelerde yaşlılık belirtisi gösteril*. Bunda yaşam, çevre koşulları, genetik yapı ile ağır işte çalışma ve ağır stres altında bulunma etkili olmaktadır(3,4,7). Belirtilen nedenlerle yaşlılığın kesin olarak ne zaman ortaya çıktığını belirlemek çok zordur. Kişi kendisini hissettiği oranda yaşlıdır(2). Fakat unutulmaması gereken gerçek, yaşın ilerlemesine bağlı olarak doku ve organlarda yaşlanmanın olmasıdır. Karaciğerde, kalpte, damarda, iç salgı bezlerinde değişmeler görülür. Beyinde yaşayan hücre toplamı azalır, hafıza zayıflar, dolaşım, sindirim ve diğer sistemlerde fonksiyon zayıflamaları olur, çoğalma yeteneği kaybolur, deri yağsız buruşuk bir hal alır, saçlar beyazlaşır ve onarım olayları zayıflar. Romatizmaya bağlı olarak şekil bozuklukları oluşur, hareket güçleşir, ayak, bacak ağrıları sıklaşır. Organlarda istem dışı titremelere neden olan parkinson hastalığı başlar. Ayrıca göz merceğinin uyum kapasitesi ile işitme, tad alma, koku alma yeteneğinde azalma olur. Ağrı ve sıcaklık duyuları eşiği düşer(l,3,4) Her türlü hastalığa karşı direnci azalır ve daha kolay ve sıklıkta hastalanır. Yapılan bir çalışmaya göre ortalama olarak kronik hastalıklara ait başlangıç belirtilerinin en sık rastlandığı yaş 40-55 yaş arasındadır. Yaşın ilerlemesine bağlı olarak da hastalıklarda artma başlar(1) Yaşlanma ile birlikte kişinin harcadığı enerji miktarında da değişiklik görülür. 30-50 yaş arasında erkek 2700 kcl. harcarken, 70 yaşdan sonra 2200 kcl, kadın ise 30-50 yaş arasında 2000 kcl harcarken, 70 yaşından sonra 1700 kcal harcar(7).

Boy uzunluğuna gelince, 20 yaşından sonra boy kısalmaya başlar. 25-85 yaş arasında erkekte 10, kadında 15 cm kısalma olur(1). Kadın 20 yaşında 1.62 m iken, 70 yaşında 1.5 m, erkek ise 20 yaşında 1.73 m, 70 yaşında ise 1.67 m dir. Ağırlık kadın ve erkekte faklılıklar gösterir. Erkekte 40, kadında 50 yaşından sonra azalma başlar. Kadında 40 yaşında kilo kaybı olur. Sonra 50 yaşına kadar kilosu artar. 50 yaşından sonra azalmaya başlar. 70 yaşındaki bir kadın 60 kg gelirken erkek 66.kg gelir. Kuvvette de azalma görülür. 20-50 yaş arasında yavaş, sonra hızlı bir şekilde kuvvette düşme olur.

Yaş

Ayakta kalça genişliği 40 cm Eğilmişken, duvardan yumruğa kadar olan uzaklık 80 cm Ayakta kol yukarı doğru kaldığında yumrukla duvar arasındaki uzaklık 32 cm

30-50 50-70 70 +

Erkek

Kadın

Ağırlık

Enerji

65 65 65

2700 2500 2200

Ağırlık Enerji 55 55 55

2000 1800 1700

Ayakta

Robert (1960)

Birmingham (1964)

Yerden-başa kadar

155 cm

156 cm

Yerden göz hizası Yerden omuz Yerden dirsek Ayakta ulaşılabilen en yüksek uzaklık

144 cm 128 cm 96 cm 184 cm

146 cm 130 cm 97 cm 173 cm

Otururken Oturma yeri dirsek Oturma yeri baş

19 cm 79 cm

22 cm 80 cm

Oturma yeri göz

68 cm

69 cm

Oturma yeri omuz 53 cm Kuyruk sokumu kemiği ile dizin önü (Üst bacak uzunluğu) 56 cm Kuyruk sokumu dizin 47 cm arka kısmı

55 cm 58 cm

Omuz genişliği Omuzdan yumrukta kalem tutulan mesafe Yerden oturulan yüzyüze olan mesafe

48 cm

41 cm

39 cm

73 cm

71 cm

41 cm

41 cm

Ayakta fazla zorlanmadan ulaşılacak mesafe 145 cm


Bazı organların çevresinin genişliği de değişir. Kol ve bacak kaslarının çevresi erkeklerde 30 yaşa kadar artar, sonra azalmaya başlar. Kadında ise 30'a kadar artar, 30-40 arasında azalır. 40-50 yaş arasında artar, 50'den sonra azalır. 20 yaşında bir erkeğin 26 cm, kadında 25 cm olurken, 70 yaşında erkeğin 24.5 cm, kadının 27 cm. dir.(8), Bu değişimlerin dışında bazı vücut ölçülerinde de değişiklikler olur. İki ayrı yılda kadınları kapsayan iki ayrı araştırmada, otururken, ayakta dururken çeşitli vücut ölçümleri alınmıştır(9). 1964 yılında yapılan ölçümler 1960 yılında yapılan ölçümlerden yalnız 4 tanesi hariç (ayakta uzanma, ayakta omuz genişliği otururken kolun birşey tutarken uzandığı mesafe, oturulan yüzeyin altı ile yer arasındaki uzaklık) daha fazla olduğu belirlenmiştir. Bu da giderek vücut ölçümlerinin arttığını göstermektedir. Bir takım fiziksel değişikliklerin olduğu yaşlılıkta önemli olan bir düşünürün dediği gibi yaşlıların hayatlarına sene katmak değil, senelerine hayat katmak gerektiğidir(4). Kişi 65 yaşından evvel de sonra da aynı insandır. Yalnız, fiziksel, psikolojik durumları ve heyecanlan farklıdır. Yaşlılık dönemini yaşayan kişilerin yapmaları gereken en önemli şey, güçleri ile orantılı olarak mutlaka etkinliklerini sürdürmeleridir. Bir gencin elinden sorumluluğu alınıp bir köşeye oturtulduğu zaman ne hissederse, yaşlı insan da aynı duyguları hisseder. Çünkü insan aklı ve vücudu kullanılmayan işe yalamayan bina değildir, insan hangi yaşda olursa olsun aklını ve fiziksel yeteneklerini kullanmak ve faal olmak için yaratılmıştır. Yalnız faaliyetlerde yaşın, ilerlemesine bağlı olarak değişiklik olmaktadır. Bu değişiklik, enerji yetersizliği başta olmak üzere, zamanın bol olmasından ve ailedeki değişimden kaynaklanmaktadır(10). Yaşlının faaliyetlerini sürdürebilmesinde iş ve günlük yaşam biçiminin düzenli olmasının rolü büyüktür. Yaşlılıkta değişimlere uyum kapasitesi azaldığı için, iş, semt, komşu ve alışkanlıkların değiştirilmesi yoluna gidilmemelidir. Günlük yaşantılarında kendilerini yormayan hafif işlerle uğraşmaları sağlanmalıdır. Bazı hafif uğraşı isteyen mesleklerde çalışanların daha zinde kaldıkları belirlenmiştir. Çünkü bu mesleklerde ya-

ratma heyecanı ve vakit geçirme birleşmektedir(4). Yürüttüğü bir işi, bir mesleği olmayan yaşlının gerek mantal gerekse fiziksel sağlığı için bir uğraşı seçmesi, boş vaktinin hem zevkli hem de işe yarar geçmesini sağlar. Yalnız yeteneğine ve kapasitesine uygun bir uğraşı seçmesi gerekir(4). Bu uğraşı; el sanatları, hafif bahçe işleri olabildiği gibi sosyal etkinliklere katılma da olabilir. Bu yolla insanlarla ilişkiler kurulur ve korunur. Belirli bir grubun istenen, benimsenen üyesi olarak, sosyal ihtiyaçlarını da karşılayabilirler. Yapılan bu uğraşılarda fiziki faaliyet olmakla birlikte vücudun tüm adaleleri aktif halde kullanılmamaktadır. Eksersizler yaparak adeleleri faal halde tutmak gerekir. Organların kullanılmaması sonucunda fonksiyonel gerileme başlar. Vücudun tümü için devamlı faaliyet gerekil. Bu eksersizler her kişiye ve her organın özelliklerine göre ayarlanmalıdır. Yaşlılıkta belirli kapasitelerin azalması nedeni ile kazalarda önemli bir artış olur. Düşmelere en fazla yaşlılarda rastlanır. Bunun için ufak ve yerde kayan halıların koyulmaması, kenarı kıvrık, bükük halıların olmaması, sallanan merdiven, bozuk trabzanın tamir edilmesi, küçük ve kolay kayan komidinlerin yatak kenarına koyulmaması, tuvaletle yatak arasındaki yolda engellerin olmaması ve yakın olması ve gece lambasının yakılması gerekir(3). Sağlıklı ve dinç bir ihtiyarlık için çocukluktan itibaren uygulanmış dengeli bir beslenme de oldukça önemlidir. Fakat insanların alıştığı beslenme şeklini değiştirmesi çok zordur. Çünkü hayat boyu kazanılmış ve adet haline gelmiş bir durum söz konusudur. Ayrıca yaşlının karakteri keskin çizgiler halindedir. Yaşlı için alıştığı ve sevdiği şekilde yemek yemek en büyük tatmin aracı ve zevkidir. Bunu değiştirmek için uygun ve gerekli olan beslenme şekli, belli bir plan ve program içinde öğretilmelidir. Noksan ve yanlış beslenme yaşlılarda daha sıktır. Sebebi, dişlerin kaybolması, bütçenin daralması, aile biteyleri ile sürtüşme gibi nedenlerle iştahının azalması, pişirmeye üşenme ve kulaktan dolma yanlış bilgilerdir(3) Yaşlılıkta beslenme ile ilgili olarak sık görülen iskelet hastalığı osteoporozdur. Bu nedenle iskeletin iki önemli unsuru Ca ve Proteinin alınması gerekir. İki maddeyi birlikte yüksek miktarda kapsayan süt ve


türevleri yaşlıların beslenmesinde ihmal edilmemelidir. Ömür düşük kalorili gıda ile kısalır, yüksek kalorili gıda ile uzar. Yaşlılık döneminde önem kazanan ve yaşlıların uyum sağlamaları gereken problemlerden birisi de konut sorunudur. Yapılan bir araştırmada yaşlıların önemli bir bölümünün eşi ile eşi olmadığında yalnız yaşamayı tercih ettikleri bulunmuştur. Bu nedenle huzurevi sayısının artmasından çok, yaşlılar için özel konutların planlanması çalışmalarına ağırlık verilmesi gerekmektedir(11). Yaşlıların bakımı da önemli bir konudur. Toplumda yaşlılığa hazırlık öğretiminin olması gerekir. Yaşlanmakta olan kimsenin psikolojisi ve yaşlılıktaki farklı fiziksel sınırlamaların neler olacağı konusunda kişiler önceden hazırlanmalıdır. Tüm bu değişikliklerin kaçınılmaz olduğu, emeklilik devresine uymanın ve bu devreyi yaşa uygun faaliyetlerle değerlendirmenin yolları, aile çevresi içinde kuşaklara davranışın uygun şekilleri, onların davranışlarına cevap veriş ve fiziki hayata kendini ayarlama şekli, buna ek olarak yalnız yaşayanlar için dengeli beslenme, işlerini kolay yapma ve güvenlik önlemleri ile ilgili bilgi verilmelidir. Bunun yanısıra aileler de yaşlılara nasıl davranacakları, hastalık hallerinde nasıl bakacakları, dengeli beslenebilmeleri için nasıl hareket edecekleri konularında bilgi sahibi yapılmahdırlar(1,4). Ayrıca günümüzde aile bünyesinin küçülmesi

nedeniyle yaşlıların bakım ve korunması ile ilgili aile dışı hizmetlere duyulan ihtiyaçda artmaktadır. Bu tip ihtiyaçların eskiden olduğu gibi rastgelc değil, bilimsel ve rasyonel bir biçimde karşılanması gereği ortaya çıkmıştır. Yaşlılara verilecek bu tip hizmetleri yürütecek ve bilgi vermek amacıyla eğitecek olan grubun, doktor, fizyoterapist, diyetisyen, sosyal hizmet uzmanı ve ev ekonomistinden oluşması gerekir. Ancak bu şekilde yaşlı kendi kendine yeterli olacak hatta etrafına yararlı olacaktır. Tüm bunların dışında yaşlılara yardım edebilmek için, yapılan araştırmalar sadece hastalıklarla ilgili olmamalı onların, ailedeki ve toplumdaki rolleri, toplumda değerlerinin korunması için ne yapılması gerektiği, ilgileri ve ihtiyaçlarının da ne olduğunun araştırılması gerekir. Ülkemizde halen yaşlılara götürülen hizmetler kurum bakımı şeklindedir. Yaşlılara kendi ailesi veya kendi evinde götürülen bakım hizmetleri örnek bir proje olarak evlere yemek servisi olarak başlatılmıştır. Ayrıca yaşlılar için yaşlı kulüpleri hizmete girmiştir. Sürekli bakıma muhtaç yatağa bağlı kişiler için özel bakım kurumları ise henüz kurulmamıştır. Yalnız, Sağlık Sosyal Yardım Bakanlığı Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğüne bağlı huzurevlerinde 665 özel bakım bölümleri bu tür yaşlılara ayrılmıştır(5).

KAYNAKLAR 1. Karsh, O. Yaşlılık ve Türkiye'de Yaşlılık So runları. T.C. S.S.Y.B. Hıfzıssıhha Okulu Sosyal Hizmetler Bölümü Ankara: 1982. 2. Bilen, M., Ailede Sağlıklı İlişkiler. Mars Matba ası, Ankara, 1978. 3. Kayhan, Ş., Geriyatri İhtiyarlamanın Biyolojisi ve ihtiyarlığın Klinik Özellikleri. Hilal Matbaacılık Koli Şti., İstanbul. 1970. 4. Velicangil. S., Hekimler, Sanayi (İş) Hekimleri, Dişhekimleri Eczacılar ve Sağlık Çevre Mühendisleri İçin Koruyucu ve Sosyal Tıp. Filiz Kitabevi. 1980. 5. Türk Aile Yapısı. VI. Beş Yıllık Kalkınma Planı A.İ.K. Raporu. T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşki latı Yayın No: DPT 2165, OİK: 338, Nisan 1989. 6. Nichelson, E. Physical and Psychological Adequ

ecy. Journal of Home Economics, 54 (8) October: 700-705,1962. 7. Baysal. A.. Beslenme. Hacettepe Üniversitesi Yayınları. A: 13. Yargıçoglıt Matbaası, 1975. 8. Heron, A., Chown, S. Age and Funchon Little Brown and Company Boston. 1967. 9. Wardj. S., Kirk N.S. Antropometry of Elderly women Ergonomics, 10(1): 17-24, 1967. 10. Meeuwig, J. Housing and Activities of the El derly. Journal of Home Economics, 62 (S) October: 592597. 1970. 11. Bilgin, 0. Yaşlıların Konuta İlişkin Tercihleri nin İncelenmesi. Ya\mlanmamış Master Tezi. Ankara, 1989.


Yaşlılık Psikolojisi Yrd. Doç. Dr. Bilal AK*

ÖZET Türkiye'de psikoloji alanında çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmalar çocuk psikolojisi, eğitim psikolojisi, örgüt psikolojisi v.b, alanlarda kendisini göstermektedir. Günümüzde; nüfusumuzda yaşlıların sayısı da giderek artmakta ve yaşlılıktan meydana gelen birçok problem de ortaya çıkmaktadır. Bu problemlerden birisi de yaşlıların psikolojik yapısıdır. Yaşlılık psikolojisi kendine has özellikler taşımaktadır ve Türkiye'de bu alan ile ilgili çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu makale ile yaşlılık psikolojisine ilgi çekmeye çalışılmıştır.

Giriş:

B

ilindiği gibi psikoloji bilimi, insan davranışlarını incelemekte; insan davranışlarının ne olduğunu, davranışlarını nelerin etkilediğini ilmi yollarla ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır. İnsanın gözlenebilen tüm eylem ve etkinlikleri de insan davranışını oluşturmaktadır.( 1 ) İnsan; hayatı boyunca sürekli gelişim içindedir. İnsan bir fert olarak bedeni, zihni, duygusal, cinsi, törel ve toplumsal gelişim içindedir.(2) Bu gelişmeler; doğum öncesi, bebeklik, anaokulu, ilkokul, ergenlik, gençlik, olgunluk, emeklilik, yaşlılık ve ileri yaşlılık çağlarını kapsamaktadır, insanların çeşitli gelişim dönemlerinde yetenekleri arasındaki farklılık çok fazla ve öğrenilmiş davranış ömekleri'de birbirinden çok farklıdır.(3) Türkiye'de psikolojik alanında; çocuk psikolojisi, eğitim psikolojisi, örgüt psikolojisi v.b. üzerine çalışmalar yoğunlaşırken yaşlılık psikolojisi üzerinde de çalışma ihtiyacı gündeme gelmektedir. Çünkü; Türkiye'nin nüfus pirami-

H. Ü. Sağlık idaresi Yüksekokulu Öğretim Ü\esı

dinde yaşlıların payı çoğalmaktadır. Dolayısı ile yaşlıların beden ve ruh sağlığında da yeni problemler karşımıza çıkmaktadır. Yaşlıların davranışları özellik göstermektedir. Bunun için yaşlıların psikolojik durumlarının incelenmesi de psikoloji ile uğraşanların gündemine girmelidir. Bu nedenle bu makalede yaşlılık psikolojisine bir giriş yapılmaya ve konunun önemi vurgulanmaya çalışılacaktır.

İnsanın Toplumsallaşması Her insan biyolojik bir organizma olduğu kadar toplumsal bir varlık, bir kültür taşıyıcısı, içinde yaşadığı toplumun bir ürünüdür. Her insan bir grup içinde doğmakta ve toplumsal niteliklerini guruplarda kazanmaktadır. Bir toplumun hayat biçimleriyle o topumda yaşamak için gereken bilgilerle değerler, gruplar aracılığı ile bireye aktarılmakta ve bu bilgi ve değerlerle birey belli bir toplumun üyesi olma niteliği kazanmaktadır. Çocukluk dönemindeki toplumsallaşma birey-


lere, toplumda yaşamak için gerekli temel bilgi, beceri ve özbenlik kavramlarını vermekte fakat toplumsallaşma böylece tamamlanmış olmamaktadır, insan yaşamının, ergenlik, annelik, askerlik, yaşlılık v,b. her yeni devresi yeni toplumsal ilişkilere dolayısı ile de yeni becerilere, bilgilere, özbenlik kavramı değişimlerine yol açmaktadır. Ekonomik hayat bireylerin meslek çevresine, bu çevrede değişen işlere, yenileşen teknolojiye, yeni örgütlere ve yeni yaşayış dönemlerine alışmasını gerektirmektedir. Coğrafi hareketlilik, göç, yeni komşular, yeni davranış ölçütleri, emeklilik, yaşlılık v.b. yeni yaşayış biçimleri ve hatta yeni siyasal bağlantılar anlamına gelmektedir.(4) Sosyal hayata; biyolojik (soya çekim) etmen, coğrafya etmeni, ekonomik etmen, kültür etmeni ve grup etmeninin şekil verdiği görülmektedir(5) Psikologlar, bireylerin toplumsal bir boşlukta varoldukları varsayımında çalışırken, bu boşluğu doldurmak için kişilik araştırıcıları kişiliğin oluşmasında ailevi davranış kalıplarının önemini isbatlamışlar fakat bireylerin yalnızca büyümüş çocuklar olarak değil, toplumsal sistemin yetişkin üyeleri olarak da davrandıkları gerçeğini gözönüne almamışlardır. Örgüt ve kurumlar içinde insan davranışlarının en büyük merkezcil alanı ve bu toplulaşmaların psikolojik özellikleri görmemezlikten gelinmiştir6 Fakat şunu da unutmamak gereklidir ki örgütlerde yer alan insan davranışlarını önceden tahmin etmek oldukça güçtür. Bunun nedeni, insan davranışlarının bir takım köklü ihtiyaçlardan ve belirsiz değer sistemlerinden kaynaklanmasıdır. insanlarla birlikte çalışmanın basit ve hazır formülleri yoktur. Fakat bilimin katkıları ile insan davranışlarının anlaşılması ve tahmin edilmesi ihtimali artmıştır.17 insanın sosyalleşmesi, hayatının büyük bölümünü örgütlerde geçirmesi birçok farklı davranışları ve çatışmaları da beraberinde getirmektedir8,9 Bireyin örgüt içindeki davranışlaıını örgütsel davranış bilimi incelemektedir. Fakat; bunun yanında endüstri psikolojisi, mühendislik psikolojisi (10) , örgüt psikolojisi, örgüt sosyolojisi, sosyal psikoloji( 1 1 ) , yönetim bilimi ve ekonomi de insanın örgüt içindeki davranışlarını incelemektedir12 Yetişkin insan davranışları veya yaşlı insan davranışlarını inceleyen psikoloji disiplinlerinin de

gelişmesi gereklidir. Örgüt psikolojisi içerisinde emeklilik psikolojisine onun içinde de yaşlılık psikolojisine değinilmektedir ama, Türkiye için yaşlılık psikolojisinin ayrı bir disiplin olarak yer alması gerekmektedir.

Yetişkin İnsan Davranışları insanın; bebeklik, okul çağı, ergenlik çağı v.b. olduğu gibi yetişkinlik (olgunluk) çağında kendine has davranışları vardır. Yetişkin insanın davranışları, akli mantıki bakımdan üç grup içinde toplanmaktadır. 1- Akli ve mantıki davranışlar, 2- Akıl ve mantık dışı davranışlar, 3- Gayri akli davranışlar. Beşeri davranışların çoğu ne akli ne de gayri aklidir. Beşeri davranışlar daha çok akıl ve mantık dışı davranışlar olup duygulara dayanmaktadır. Akli ve mantıki davranışlar muhakeme sonucunda ortaya çıkmaktadırlar. Akıl ve mantık dışı davranışlar, ferdin içinde bulunduğu cemiyetin sosyal adetlerine uygun hareket etme duygusuna dayanmaktadır. Gayri akli davranışlar ise çoğunlukla, ferdin sosyal çevrede karşılaştığı hadise ve durumlara intibak edememesi neticesi ortaya çıkan psikolojik tatminsizlikten doğmaktadır13 Görüldüğü gibi insanın gelişim devrelerine göre davranış şekilleri de farklılıklar göstermektedirler. Çocukluk, gençlik, olgunluk yaşlılık gibi insanın çeşitli zamanlarında ve okul, örgüt, aile, toplum gibi çeşitli mekanlarında davranışlar farklılaşmaktadır.

Yaşlılık Psikolojisi Doğuştan başlayan ve yıl birimiyle ölçülen zaman yaş olarak tanımlanmaktadır. Yaşı ilerlemiş ihtiyar kimselere yaşlı, yaşlı olma durumu yani ihtiyarlığa da yaşlılık denilmektedir14 Yaşlı insanların da kendilerine özel davranış şekilleri vardır. Bu davranışlar yani yaşlılık psikolojisinin karekteristikleri genelde şu şekildedir: Yaşı ilerlemiş bir kimsenin karşılaşabileceği problemlerin ilk belirti ve arazı, ruhi bir depresyondan yersiz ve aşırı bir iyimserlik ve sevince; ya da gelecek için aşırı endişe duymaktan sebatsız ve düşüncesizce yapılan ani davranışlara kadar değişebilir. Yaşlıların çoğu kendi kendilerini tenkit etmeye başlarlar veya başkalarına karşı mantıklı olmayan


kızgınlık hisleri belirtirler. Bu belirti ve araz zamanında teşhis edilemediği takdirde ortaya çıkacak problemler bir ruh hastalıkları mütehassısının müdahalesini gerektirecek kadar ciddi mahiyet alabilir. Yaşlı kişiler; her ne kadar içinde bulundukları ruh halini sıhhatle tasvir etmiyorlar ise de, böyle kimseler dışardan bakılınca ruhi bir çöküntü içinde görünürler, işi bitmiş kabuledilecekleri düşüncesindedirler. Çabuk öfkelenir ve kızgınlıklarını açıkça gösterirler; veya öfkeleri davranış ve konuşmalarından kolaylıkla anlaşılır. Kendilerini ya dev aynasında ya da dürbünün tersi ile görürler. Başarısızlık ve hayal kırıklığı hislerini açığa vururlar ve bundan dolayı, genel olarak akıl hastalarında görülen davranışlarla çevrelerini suçlarlar. Yaşlılar; misilleme korkusu ile suçlu olduklarını ifade eder, bu suçluluk duygusunun etkisi ile intihar etmeyi düşündüklerini veya ölmek arzusunda olduklarını söylerler. "Yaşamam için ne sebep var." diye düşünürler. Aynı zamanda intihardan vazgeçmek için manevi ve sosyal sebeplerin mevcut olduğunu ileri sürerler. Yaşlı hasta intihar fikrini ciddiye aldığı takdirde kendisine dini yönden telkin yapacak yetkili bir din adamının veya sosyal işlerde çalışan kimselerin, yahut da psikolog veya psikiyatrların yardımını istemek doğru olur. Şahsın ailesi tehlikeden haberdar edilmeli ve tehlikeli devreyi atlatıncaya kadar hasta ile daima temas edilerek nezaret altında bulundurulmalıdır.(15) Türk toplumunda aile en önemli sosyal kurumlardan biridir. Toplumun çekirdeği ve özü durumundadır.(16) Fakat hızlı değişme sürecinde ailede eskiyle çatışan yeni davranış beklentileri oluşması sonucu intiharlar artmaktadır. Aile içi duygusal atmosferin ve kontrol ortamının kişilik gelişmesine olumsuz, sevgi ortamının ise psikolojik gelişime genellikle olumlu etkisi vardır17 "Yaşlılar, neşesizlikten, hiçbir şeyden zevk alamadıklarından, kendilerini faydasız bulduklarından ve ümitsizliklerinden şikayet ederler. Yemek, uyku, kişisel ilişkileri, iş, merak ve meşgalelerine ve her çeşit eğlenceye karşı ilgi ve heyecanlarını kaybettiklerini söylerler. Yaşlılığa hissi bakımdan layıkı ile hazırlanabilmek, çocukluk çağındaki ruhi sorunların başarılı bir şekilde çözümlenmesi ile başlar. Birçok durumlarda

çocukluktaki hissi ihtilaflar baskı altına alınmış ve yetişkin şahıs intibakını kendini koruma mekanizması ile sağlamıştır. Yaşlı hastaların birçoğu çocukluklarında şiddetli ailevi baskılara, disipline ve anne ve babanın aşikar inkar ve reddine maruz kalmıştır, ileri yaşlarda, baskı altında tutulmuş olan bu ihtilaflar nüksederek mutat kendini koruma ölçülerini aşabilir. Yaşlı kimselerde korku ve endişeleri bertaraf edebilmek için görülen diğer korunma şekilleri alınganlık, şüphecilik, istifçilik, değişikliklere karşı koymak ve aşırı evhamlı tutumlardır. Yaşlılarda; ruhi depresyon en fazla görülen arazdır. Bu durum, özellikle toplumun gençlere fazlasıyla önem verdiği fakat yaşlıları kaale almadığı hallerde kendisini gösterir. Böyle toplumlarda yaşlılar kendi kendilerini inkar etme durumuna düşerler ve kendilerine yönelttikleri düşmanlık hisleri ruhi depresyonlara ve kendilerini değersiz görmelerine sebep olur. Gerçeği tahrif etme de çok görülen belirtilerden biridir. Şahıs yaşlılık dolayısı ile bedeni ve fikri bakımdan birçok şeyler kaybettiğini kabul etmek istemez. Emekliye ayrılmış yaşlı kişiler için eski durumuna nazaran maddi imkanlarının kısıtlanmış bulunması ve bu yüzden başkalarına daha fazla yük olması da çok mühim bir problemdir. Artık sadece maddi veya bedeni hususlarda değil, aynı zamanda ve hepsinden daha mühim olmak üzere hissi yönden yakınlarının destek ve ihtimamına muhtaçtır. Yaşlı ve genç nesiller arasında dış görünüşteki farklılıklar da genellikle gerginlik yaratır ve iki nesil arasında istikrarsız ve tatminkar olmayan ilişkilere yol açar. Kişi, yaşlanma dolayısı ile yakınlarına daha fazla muhtaç oldukça şimdi koruyucusu durumunda bulunan genç nesil için bir problem haline gelebilir. Aynı zamanda bu hale düşmüş olmak şahsın "hiçbir işe yaramadığı" hissine kapılmasına sebebiyet verir. Buna karşılık yaşlılar kendilerine daha çok teminat verilmesi ve saygı gösterilmesinde ısrar ederler. Hatta inatçı birer insan olur, kendilerine sorulmadığı halde akıl vermeye kalkarlar. Bu tip reaksiyonlar düşmanlık hislerinin doğmasına, aradaki ahenksizliğin artmasına ve gerginliğe sebep olur. Yaşlı kişi ileri yaşlarda evlilik hayatında da güçlüklerle karşılaşabilir. Bu durum, zaten başarısız


bir evlilik yapmış olan çiftler için çok daha nazik bir mahiyet arzeder. Bu tip evliliklerde dışarı ile olan ilgi ve faaliyetlerin azalması, eşler arasındaki ilişkilerin bozulmasına sebep olur. ihtimam ve merhamet duygularını celbetmek amacı ile eşler arasında adeta bir "rekabet" doğar. Emekliliğin sebep olduğu hissi darbe ile kişinin bağlı olduğu kimselerden ayrılması veya onlan kaybetmesi ihtimali karşısında duyduğu hissi darbe arasında büyük bir benzerlik olduğu kanısındadır. Emeklilik orta yaşlarda ve daha sonraki yıllarda meydana gelen, birbirine bağlı buhranlı devrelerden biridir ve diğerleri gibi üzerinde durulmalıdır. Bu buhranların müşterek bir yönü vardır: Hissi bakımdan derin bir şekilde bağlı olduğu şahsın şefkatini veya hissi desteğini kaybetmek tehlikesi ile karşılaşmış olmak. Bu şahıslar genellikle anne-baba, eş veya çocuklardır. Anne ve babanın ölümü, çocukların okul veya evlenme dolayısı ile evden ayrılması, eşin hastalığı ve yaş dönümü devresi bu buhranlara örnek olarak verilebilir. Emekliliğin veya yaklaşan emekliliğin düzen bozucu etkileri kısmen şahsın sahip olduğu itimat hislerine dayanır. Karşısındakilere güvenen şahıs yalnız kalmaktan daha az endişe duyar. Diğer önemli bir faktör de kişinin şuuraltında kendi kendisine verdiği değer hissidir. Esas itibariyle kendisini değersiz gören kimse, iyi bir işi başarmakla duyulan güven hissinden, ya da bir memur olarak kendi değerini takdirden mahrum kalır. Muhtemelen anababanın ölümü, eşinin hastalanması, çocukların kendisine gösterdiği ilginin azalması veya patronu yahut iş arkadaşları ile arasındaki hissi bağların kaybolması gibi hallerde diğerlerine nispetle daha büyük bir üzüntüye kapılacaktır. Ölümden korkmak veya onu filozofça karşılamak; mali bakımdan emniyetsizlik içinde bulunmak veya daha düşük bir hayat seviyesini rahatça kabul edebilmek; yalnız kalmak veya ayrılığa razı olmak; psikosomatik rahatsızlıkları bahane ederek şefkat ve ilgi beklemek; yerli yersiz taleplerde bulunmak veya ruhen çökmüş görünmek; yahut ihtimam ve arkadaşlığı daha makul yollarla aramak. Bütün bunlar genel olarak yaşlılıkta olduğu kadar emeklilikte de iyi veya kötü intibakı gösterir. Yukarıdaki durumların herbirinin ne şekilde tecelli edeceği aile efradının birbi-

rinden ayrı kalması veya ölümü, etrafındakilerin sağlayacağı destek ya da onlar tarafından kabul edilme gibi hususların sebep olacağı endişenin derecesine bağlıdır. Yaşlılığa intibaka hazırlık genellikle olgunluk çağında başlar. Şahsın yaşlılığa tam anlamı ile intibak edebilmesi için gerekli şartlar henüz emekliye ayrılmadan, eşini kaybetmeden, ciddi bir rahatsızlığı yokken veya anî ve büyük teessür yaratabilecek bir olay bahis konusu olmadan vuku bulur. Yaşı ilerlemiş kimsede yaşlılığın sebep olduğu bazı organik noksanlıkların bulunacağı hatırdan çıkarılmamalıdır. Yaşlılarda en çok görülen araz hafıza kaybı, düşünme kabiliyetinin azalması, zihni karışıklık devreleri ve daha ileri yaşlarda zaman ve mekân duygusunun kaybolmasıdır. Birçok emekliler bedeni ve zihni kabiliyetlerindeki azalmadan dolayı haksız yere kendilerini sorgularlar? Yaşı ilerlemiş şahıs kendisinden gençliğinde yapabildiklerini beklememelidir. Yapabileceğinden fazlasını istemek itimada muhtaç olunduğunu veya karşısındakinden yardım beklendiğini gösterir. Bu da maalesef, insanı hayattan daha fazla uzaklaştıracak olan bir rededilmeye yol açar. Tedavi ve rehabilitasyon hayatın son devreleri için şahsın duyduğu tereddüt ve müphemiyetleri gidermek gayesini gütmektedir. Kişinin kendisine olan saygısını geliştirmek sureti ile arkadaşlarından, sosyal faaliyetlerden ve ailesinden uzak kalmasını önlemek mümkün olur. Emekliye ayrılan şahıs toplum ve aile içinde bir yeri olduğunu, kendisine saygı duyulduğu, bedenen ve zihnen gösterdiği gerilemeye rağmen kabul edildiğini bilmek ihtiyacındadır. Yaptığı planlar sonucu elde ettiği başarı ne kadar önemsiz olursa olsun yakınlarından göreceği destek ve teminat onun için başarılı veya başarısız olmak demektir. Yaşlanan şahsın eşi ve değer verdiği kimseler arasında tatminkar bir haberleşme olmalıdır. Endişe ve problemler karşılıklı konuşmak sureti ile giderilebilir. Geçim için ihtiyaçlar karşılanmalı, refah yolla rı geliştirilip açık tutulmalıdır. Her ne kadar kendilerini faydalı hissetmeleri ve mümkün olduğu kadar faal bir hayat sürmeleri gerekli ise de, yaşlılar kendi kabiliyetlerini aşmamayı bilmelidirler. Kendilerin-


den ne bekleyebileceklerini makul bir şekilde takdir etmeleri gerektir. Ancak bu suretle yaşlı bir kimsenin daha büyük sorumluluktan almasını teşvik edecek bir duruma girebiliriz. Genellikle, bütün iyi niyetimize rağmen yaşlıları kendi sınırlarını aşan bazı yapıcı faaliyetlere teşvik etmekteyiz. Yaşlılık yıllarına başarı ile intibak edebilmek için kişi kendi yeteneklerini öğrenmeli, işten yavaş yavaş el çekip boş zamanlarını dinlenme ve eğlence kabilinden işler ve oyunlarla değerlendirebilme kabiliyetine sahip olmalıdır."

Sonuç Görüldüğü gibi yaşlılığın kendisine has psikolojik bir yapısı vardır. Yaşlılara bu davranış özelliklerini bilerek yaklaşmak gereklidir. Türkiye'de de yaşlıların psikolojik yapılarını belirleyici araştırmalar yapılmalıdır. Yaşlılara sahip çıkılmalı, onlara özen göstermeli, psikolojik ve fiziki problemleri ile ilgilenmelidir. Türkiye'nin nüfus pramidinde yaşlı nüfusun çoğalmaya başlaması, bu probleme şimdiden tedbir almayı gerektirmektedir.

KAYNAKLAR 1. ibrahim Ethem Başaran, Psikoloji, Ankara, 1977, S. 8,9. 2. İbrahim Etlıenı Başaran, Eğitim Psikolojisi, Pars Matbaası, Ankara, 1978, S. 27-170. 3. James, D., Thompson, (Ural Sözen, Tengiz Üçok) Örgütler Çalışırken Yönetim Teorisinin Toplum Bilimsel Temeli, Kalite Matbaası, Ankara, 1976, S. 124. 4. Mine TAN, Toplum Bilimine Giriş, Sevinç Mat baası, Ankara, 1981, S.35-41, 42. 5. Hüseyin Öztürk, Eğitim Sosyolojisi, Kadıoğlu Matbaası, Ankara, 1983, S52. 6. Daniel Katz, Robert L. Kahn, (Halil Can, Yavuz Bayar), Örgütlerin Toplumsal Psikolojisi, Doğan Bası mevi, Ankara, 1977, S. 1. 7. Keıth Davıs, İşletmelerde İnsan Davranışı, Ve nüs Ofset, 1984, S.3. 8. E.W. Stewart, J.A. Glynn, Introduction t o Sociology, Mac Graw Hill Pub. Co. Ltd., New Delhi, 1981, S.74-76. 9. Harold, J. Leavitt, Louis R. Pondy, David M. Boje, Readings in Managerial Psychology, The University of Chicago Press, chicago, 1980, S .471-492.

10. Edwin A. Fleishman, Studies in Personnel and Industrıal Psychology, The Dorsey Press, İne 1965, S579-624. 11. Roger Brown, Social Psychology, the Free Press, New York, 1965. 12. ibrahim Et hem Başaran, Örgütsel Davranış, A.Ü. Basımevi, Ankara, 1982. S.11-12. 13. R.Tagiuri, A. Baransel, Organizasyonların Beşe ri Yönü, Hüsnütabiaî Matbaası, İstanbul, 1966. S.119. 14. Kemal Demiray, Türkçe Sözlük, Milliyet Matba ası, İstanbul, 1990, 5.711-712. 15. Ronald Chen, "Yaşlanmaya Bakış" Public Per sonnel Review, Temmuz, 1967 (Nükhet Erdem, Emekliliğe Hazırlık Programı Devlet Personel Dairesi, Ankara, 1968. S. 18-21. 16. Selman Erdem, Sosyoloji, Kurtuluş Ofset Matba ası, Ankara, 1974. S.98. 17. Çiğdem Kağıtçıbaşı, insan ve İnsanlar, Beta Basım-Dağıtım, İstanbul, 1985. S.300-301. 18. Nükhet Erdem, Emekliliğe Hazırlık Programı, Başbakanlık Devlet Personel Dairesi Yayın No: 27, Anka ra 1968. S 21-24.


Ailenin ve Toplumun Akıl Hastalıkları ile İlgili Tutumları Doç.Dr.Doğan EKER*

ÖZET Bu makalede, toplum içinde hizmet (community-based mental health çare) anlayışı çerçevesinde aile ve toplumun akıl hastalıktan ile ilgili tutumlarının önemi üzerinde durulmuştur. Kişiye "akıl hastası" etiketini ilk koyanın yakın çeyre ve kişinin kendisi olduğu görüşüne yer verilmiş ve hangi tip davranış örüntülerinin toplumda daha çok akıl hastalığı etiketi aldığı, tedaviye karar verme ve toplumun hastayı kabulü İle ilgili araştırmalar gözden geçirilmiştir. Toplumun genelde olumsuz olan tutumlarının değiştirilmesi konusu işlenmiş, bulguların tutarsız olduğu ve bir sonuca varmak İçin erken olduğu ifade edilmiştir. Akıl hastalıkları ile ilgili tutumların değiştirilmesi konusunda daha çok araştırma gerektiği sonucuna varılmıştır.

O.D.T.Ü. Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi

SUMMARY Attitudes toward mental illness. İn this arîicle the importance of the attitudes of the community toward mental ///nes for community-hased mental heaith çare is discussed. The viewpoint that the tabel of mentat illness î$ first apptied by significant others or the person himself is pointed out and the studies on perception of mental itiness in various behaviorat patterns> preferred treatment modalities, and acceptance o the mentalty ili are reviewed. The generally negative attitudes of the public and the attempts to modify them are examined and it is indicated that it is too early to reach a clear conclusion on attitude change due to inconsistent results. İt is suggested that more research is needed on the subject of attitude change.


Giriş

A

kıl hastalıklarının toplum içinde ilk olarak farkına varma ve akıl hastası olarak etiketleme, bu konuda çare aramak için karar aşaması, iyileştirme için hastane veya benzeri kurumlara baş vurma, tedavinin bir parçası olarak rol oynama, hasta kişinin hastaneye yatmadan evde kalması ve ayakta takip edilmesi ve eğer yattıysa hastaneden eve dönüşünden sonra tekrar uyum sağlaması gibi durumlarda ailenin ve çevrenin önemli etkileri olabilmektedir. Ailenin ve çevrenin yukarıda sayılan etkileri veya rolleri toplum içinde hizmet yaklaşımı (community-based mental health care; community care) çerçevesinde oldukça ilgi görmektedir. Kısaca, bu yaklaşım büyük ve merkezi olan hastanelerin ilgili birimleri veya hastaneler yerine ulaşılması daha kolay olan ve toplum içinde hizmet veren daha küçük birimleri içeren bir yaklaşımdır. En önemli hedeflerinden biri de tedavi etmekten ziyade akıl hastalıklarını önleyici bir rol üstlenmektedir. Yazarın toplum içinde hizmet yaklaşımı ve ailenin rolü konulan arasında vurgulamak istediği nokta kendi araştırma alanı olan ve literatürde üzerinde çok çalışılmış olan ailenin ve toplumun akıl hastalıkları ile ilgili tutumlarıdır. Ailenin ve toplumun tutumları akıl hastalıklarının tanınmasında, tedavisinde ve tedavi sonrasında rol oynayan faktörler arasında kabul edilmektedir. Ayrıca, özellikle toplum içinde hizmet yaklaşımı çerçevesinde bu tutumlar önem kazanmaktadır. Hastanede yatmak yerine evde kalmak ve varsa işine devam etmek ailenin ve yakın çevrenin kişiyi kabulüne bağlı olacaktır.

Etiketleme Akıl hastalığı ile ilgili tutumların önemine, ailenin ve yakın çevrenin kişiyi akıl hastası olarak tanımlamadaki rollerinden bahsederek girebiliriz. Bhugra (1989) ve Mechanic (1967) genel olarak akıl hastalığı tanısının hastaneye başvurmadan önce ve konuda uzman olmayan kişilerce (aile, arkadaşlar, iş yerindekiler, v.b.) konduğunu ileri sürmektedirler. Diğer bazı durumlarda ise kişinin kendisi de bu tanımlamayı yapmaktadır. Yani ilk önce problemi tanıyan veya problem olarak tanımlayan kişinin kendisi ve/veya çevresi olmaktadır, Bu basamaktan sonra

ise, eğer karar verilmişse, kişi konunun uzmanına götürülmektedir. Toplumun ve çeşitli kesimlerinin bazı davranış örüntülerini nasıl tanımladıkları konusunda çok sayıda araştırma yapılmıştır. Genelde toplum paranoid şizofreni tipinde bir tabloyu diğerlerine (depresif ve kaygı durumları, kişilik bozukluğu, v.s.) oranla daha çok akıl hastası olarak tanımlamaktadır. Erinhosho ve Ayonrinde'nin (1978) karşılaştırdığı kültürlerde (Kuzey Amerika, Japonya, Yeni Zellanda, Avusturalya, Nijerya), Parra ve Yin-Cheong So (1983) tarafından Meksika kökenli Amerikalılar arasında yapılan çalışmada, Malla ve Shaw (1987) tarafından Kanada'da yapılan çalışmada ve nihayet bu makalenin yazarının Türkiye'de üniversite öğrencileri (Eker, 1989) hemşireler (Eker ve Arkar, baskıda), ve hasta yakınları arasında (Arkar ve Eker, 1991) yaptığı çalışmalarda yukarıdaki genel sonucu destekleyen bulgular elde edilmiştir. Rabkin'e (1972) göre garip ve rahatsız edici davranışlar, içe kapanma, çevreden kopma ve depresif davranışlar gibi davranışlardan daha az toplum tarafından kabul görmektedir. Yukarıdaki araştırma bulgularını bu açıdan yorumlamak mümkün görülmektedir. Hastalık belirtilerinin toplum tarafından görülebilirliliği (visibility) önemli bir faktör olarak ortaya çıkmaktadır (Mechanic, 1967). Bu arada farklı kültürler arasında tanımlama açısından farklılıklar da olabilmektedir. Mesela, Nijerya'da yapılan bir çalışmada (Erinhosho ve Ayonrinde, 1978) kullanılan o zamanki adları ile basit tip şizofreni ile nevrotik vaka hikayeleri birbirlerinden farklı derecelerde akıl hastası olarak algılanırlarken Türkiye'de (Eker, 1989) bu iki tablo birbirleriyle aynı derecede akıl hastası olarak algılanmışlardır.

Tedaviye Karar Verme Aile ve/veya kişinin kendisi tarafından hasta olarak tanımlama yapıldıktan sonra hastane veya başka çarelere başvurmada özellikle eğitim olanakları daha az olan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde ilk anda durumun pek beklendiği gibi olmadığı ve modern yöntemlerin tercih edilmediği düşünülebilinir. Araştırmalar bunun her zaman böyle olmadığı yönünde sonuçlar vermiştir. Çeşitli servislerde ça-


lışan Türk hemşireler arasında yapılan bir çalışmada (Eker ve Arkar, baskıda) hastalığın nedeni olarak psikolojik nedenler ve psikoterapi organik nedenler ve ilaç tedavisinden daha çok tercih edilmiştir. Benzeri bir şekilde Eskin (1989) tarafından güneybatı bölgemizde bir köyde yapılan çalışmada köylüler en fazla "psikolojik" nedenleri göstermişlerdir, ikinci sırada "sosyal", üçüncü sırada da "tıbbi" nedenleri göstermişlerdir. Aynı örneklemde ilginç bir şekilde psikiyatrist en faydalı, akıl hastanesi ikinci derecede faydalı ve geleneksel tedavi (hoca) ise en az faydalı yaklaşımlar olarak değerlendirilmişlerdir. Sözü edilen araştırmacı köy örnekleminin görüşlerinin modern psikiyatri ile uyum içinde olduğu sonucuna varmıştır. Ilechukwu (1988) tedavi yöntemleri konusunu incelememekle beraber akıl hastalığı nedenleri konusunda Afrika'da benzeri sonuçlar elde etmiştir. Bir eğitim hastanesinde ayakta takip edilen psikiyatri hastalan arasında mistik ve benzeri nedenler de gösterilmekle beraber beklenenin aksine en fazla "psikososyal" ve "tıbbi" nedenler gösterilmiştir. Sözü geçen araştırmacı, modern yaklaşımların hastaların çoğunluğunun ulaşması mümkün olduğu durumlarda ve geleneksel çarelerden daha başarılı oldukları takdirde çoğunluk tarafından kullanılacaklarını tahmin etmektedir. Dünya Sağlık Örgütü tarafından gelişmekte olan bazı ülkelerde yapılan birseri çalışmada (Harding, Busnello ve ark., 1983) toplum içinde ve mahalli hizmet anlayışı benimsenmiş ve eskiye oranla daha yüksek oranda akıl hastalığının farkına varma ve daha fazla modern sağlık hizmetlerini tercih etme yönünde bulgular elde edilmiştir. Tabii ki yukarıda özetlenen çalışmalar belirli merkezlerde yapıldıklarından sonuçlar bütün topluma genellenmeyebilir. Bununla beraber hizmetin olmasının ve tanıtılmasının kullanıma yol açacağı düşünülebilinir. Çeşitli eğitim çalışmalarının akıl hastalıkları ile ilgili tutumlar üzerindeki etkileri konusu bu makalede daha sonra işlenecektir.

Toplumun Akıl Hastalarını Kabulü Bu noktada toplum içinde hizmet anlayışı üzerinde biraz daha durulacak ve toplumun hastayı kendi içine kabulü üzerine yapılan çalışmalar gözden geçirilecektir.

Makalenin başında kısaca toplum içinde hizmet yaklaşımının mahalli ve küçük birimler şeklinde hizmet vermeyi ve ideal olarak da önleyici çalışmaları amaç edindiği belirtilmişti. Iscoe ve Harris (1984) "arenanın" mahalli seviyedeki gruplar, kurumlar ve organizasyonlar olduğunu ve amacın özellike imkanları kısıtlı ve başkalarına bağımlı olan kişilere problemlerle başa çıkabilmelerinde yardımcı olmak ve hayat şartlarının iyileştirilmesi veya iyi hayat şartlarının devamının sağlanması olduğunu belirtmektedirler. Sözü edilen yaklaşımla ilgili çalışmalar ilk anda düşünüldüğü kadar kolay olmayabilir. Mesela, Heller (1990) literatür taramasında mahalli grupların daha ziyade büyük çoğunluğu etkileyen ve sık görülen problemleri çözmek için biraraya geldiklerini, fakat beklenmeyen, sık olmayan veya çok az insanı etkileyen olaylarda ise başa çıkmanın zor olduğunu ve etkili desteğin daha az olduğunu belirtmektedir. Heller, okul ve iş yerlerinde de ancak alışılagelinmiş tarzların yarattığı kısıtlamalar çerçevesinde program çalışmaları yapılabildiğine dair görüşlere ve bulgulara yer vermektedir. Hatta, Gralnick (1985) hastane sistemini yeniden canlandırmak için iyi nedenler olduğunu ve toplum içinde hizmet yaklaşımının amacına ulaşamadığını ileri sürmüştür. Gralnick'e göre Amerika'da toplum içinde iyileştirme çabalan akıl hastalığında bir azalmaya götürmemiştir. Hapishanelerde, yetersiz şartlardaki otel odalarında, huzur evlerinde ve benzer yerlerde artan sayılarda akıl hastalarının bulunduğunu ve evsizlerin en az %.25'inin akıl hastalarından oluştuğunu ileri sürmüştür. Yazar, akıl hastalarının toplum içine bırakılmalarının aileler üzerinde büyük baskı yalattığını ve bazı ciddi vakaların hastanede bile başa çıkılması zor vakalar olduklarını işaret etmektedir. Bu da ailenin diğer fertlerinde çeşitli rahatsızlıklar ortaya çıkmasına neden olabilir. Bu görüşe karşılık Okin (1985) eğer hastaların çoğunluğu toplum içinde yaşayacaksa onların toplum içinde uyum sağlamak için gereken becerileri öğrenecekleri en iyi yer gene toplumdur demektedir. Hastane ancak başa çıkılması güç olan hastalar için gerekli olacaktır. Bu tartışmada kilit rolü herhalde toplumun ve özellikle ailenin akıl hastasını ne derece kabul edece-


ği ve içine alacağı gerçeği oynayacaktır. İşte bu noktada toplumun akıl hastaları ile ilgili tutumları oldukça önem kazanmaktadır. Toplumun akıl hastalarını ne dereceye kadar kabul veya reddettikleri konusunda oldukça çok araştırma yapılmıştır. Bu çalışmaların genelde sonuçları halkın akıl hastalarına olumsuz baktıkları ve reddettikleri yönündedir (Greenley, 1984, Nieradzik ve Cochrane, 1985; Rabkin, 1972; Trute ve ark., 1989). Toplumun tutumları derken yalnızca aile ve yakın çevre değil, Bhugra'nın (1989) belirttiği gibi, ekonomik kaynakların ve personelin temin edilmesinde söz sahibi olan kişilerin tutumları da önem kazanmaktadır. Ayrıca toplumun ilgili konularda eğitilmesinde kilit rol oynayan uzmanların (psikiyatrist, psikolog, hemşire, vb.) tutumları da önemli rol oynayabilir. Çeşitli eğitim çalışmaları, yayınlar, aileler ve hastalarla ilişkiler ve bürokratlarla ilişkiler yoluyla akıl hastaları ile ilgili tutumların başkalarına aktrılması mümkün olabilir. Toplum içinde farklı kesimlerin farklı özelliklere sahip hastalara karşı tutumlarında farklılıklar görülmektedir. Rabkin (1981), daha yaşlı, eğitimi daha düşük ve ekonomik bakımdan daha alt gelir seviyesindekilerin daha az tolerans gösterdiklerine işaret etmektedir. Hasta özelliklen açısından ise görülebilir şekilde rahatsızlığı olan, önceden tahmini güç davranışlarda bulunan, erkek olan, bir azınlık grubuna dahil bulunan, ilişkileri kopuk ve bir eyalet hastanesinde organik tedavi gören kişiler en fazla negatif tutumlara neden olmaktadır. Akıl hastalıkları ile ilgilenen sağlık personelinin tutumları da incelenmiştir. Genelde mesleki eğitimi daha yüksek olanlarda düşük olanlara oranla daha olumlu olarak nitelendirilebilecek tutumlar görülmektedir (Rabkin, 1972). Uçman (1983) Türkiye'de buna paralel sonuçlar elde etmiştir. Bununla beraber, Rabkin (1972) meslek gruplarının bazı demografik özellikler açısından farklılıklar gösterdiklerine ve bu özelliklerin önemli ölçüde tutumları ve meslek seçimini belirleyeceğine dikkati çekmiştir. Literatürde, sağlık hizmeti verenlerin hangi tipde hasta veya davranışlara daha az tolerans gösterdiği yönünde araştırmalar da bulunmaktadır. Mesela, tıp öğrencile-

ri arasında yapılan bir çalışmada (Elizur ve ark., 1986) hastanın davranışlarının şiddetinin ve saldırganlığının artması hastaya karşı daha az yakınlıkla ilişkili bulunmuştur. Mirabi ve arkadaşları (1985) ise çeşitli meslek grublarından olan ve akıl hastalarına hizmet veren elemanların çoğunluğunun kronik akıl hastalarını tedavi için tercih etmediklerini göstermişlerdir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde yetişmiş elemanın az bulunması ve merkezi yerleşim birimlerinde toplanmış olması gibi problemlerden dolayı toplum içinde hizmet anlayışında uzmanların dışında uygun elemanların da gerekli noktalarda kullanımı gündeme gelmektedir. Ruh Sağlığı Bülteni'nin önsözünde (Ruh Sağlığı Bülteni, 1988) ruh sağlığı hizmetlerinin temel sağlık hizmetleri ile bütünleştirilmesinden ve en uç birimler olan sağlık ocakları, sağlık evleri ayrıca acil servis, dispanser ve poliklinik gibi bilimlerde çalışan pratisyen hekimlerin ön plana çıkmasından söz edilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü (Harding, Busnello ve ark., 1983; Harding, Climent ve ark., 1983; Murthy ve Wig, 1983; Sartorius ve Harding, 1983) gelişmekte olan bazı ülkelerde yaptığı bir dizi çalışmada daha ucuza malolan ve halk tarafından ulaşılması daha kolay olan bir yöntem olarak temel sağlık hizmetleri çerçevesinde hizmet veren personeli kısa bir eğitimden geçirerek kullanma yoluna gitmiştir. Bu tip personelin akıl hastalan ile ilgilenmeye karşı olan direncine dikkati çeken araştırmacılar verilen kısa eğitim sonucu beklenen yönde olumlu değişiklikler olduğunu belirtmişlerdir.

Akıl Hastalıkları ile İlgili Tutumların Değişmesi Toplum içinde hizmet anlayışı çerçevesinde akıl sağlığı korunacaksa yukarıda belirtildiği gibi toplumun, halk olsun bazı seviyelerdeki sağlık elemanları olsun, tutumlarında değişiklikler gerekebilecektir. Yardıma ihtiyacı olan kişinin ailenin ve yakın çevrenin desteği ile ve varsa işinden kopmadan takip edilerek uyum sağlaması toplum içinde ve özellikle ailesi tarafından kabul edilmesine bağlıdır. Sosyal desteğin sağlık üzerinde olumlu etkileri olduğu yönünde bulgular bulunmaktadır (Heller, 1990; Kess-


ler ve ark., 1985). Ailenin Ve çevrenin desteğinden söz ederken gerçekçi olmayan ve sahte bir yakınlık beklentisinden söz edilmemektedir. Dünya Sağlık Örgütü taralından yürütülen ve daha önce sözü edilen çalışma çerçevesinde Wig ve arkadaşları (1980) akıl hastalarının nasıl algılanması ve onlara nasıl reaksiyon gösterilmesi konularında standart bir yaklaşım empoze edilmesine karşıdırlar. Yetersiz bilginin ve yanlış etiketlemenin olduğu durumlarda tutumların değiştirilmesi gerektiğine işaret etmektedirler. Araştırmacılar mümkün olan en iyimser ve olumlu tutumları geliştirmekten söz etmedikînerini belirterek bazı durumlarda gerçekçi olmayan seviyede iyimser tutumlar olduğuna da dikkati çekmektedirler. Akıl hastalarının tabii ki bazı yetersizlikleri olduğu ve toplumun problemin farkında olarak gerçekçi ve insancıl bir yaklaşım sergilemesi gerektiği yönünde görüşler belirtmişlerdir. Daha önce Gralnick'in (1985) akıl hastalarının aileleri üzerinde baskı yarattığı konusundaki görüşü ifade edilmişti. Kessler ve arkadaşları (1985) sosyal destek vermenin verene olan etkisine araştırmalarda pek ilgi gösterilmediğine dikkat çekerek uzun süre destek verenin duygusal açıdan tükenebileceğin! belirtmişlerdir. Ayrıca, ailenin işbirliğini isteyen programlanıl yaygınlaştırılmalarından önce risklerin değerlendirilmesini ve mümkün olduğu kadar azaltılmalarını tavsiye etmektedirler. Hatta, Rabkin (1981) akıl hastalarına karşı tutumların her zaman ilgisizlikten kaynaklanmadığını ve hangi şartlarda ve ne karşılığında hasta yakınlarının onları evde kabul edecekleri veya ilişkilerini devam ettirecekleri konularında çalışmalar yapılması gerektiğini ifade etmektedir. Toplumdan olumlu reaksiyon alma konusunda ilginç bir yaklaşımı Peterson (1986) sergilemiştir. Halka eğitim vermek yerine hastalara dışarıda uyum sağlamalarına yardımcı becerileri (telefon kullanmak, genel görünüşüne dikkat etmek, bütçe yapmak, v.s.) öğreterek onların toplumdan olumlu reaksiyon almaları sağlanmıştır. Bhugra (1989) literatür taramasında eğitimin akıl hastalıkları ile ilgili tutumlara etkisi konusunda araştırma sonuçlarını tutarlı görmemektedir. Rabkin (1972) ise bazı mesleki gruplarda tutumlarda beklenen yönde değişmeler olduğunu ve kritik faktörün

doğrudan akıl hastanesi ve akıl hastası ile etkileşim ile birlikte ilave eğitim verilmesi olduğunu belirtmiştir. Bu yönde bir kombinasyonu kullanan Dünya Sağlık Örgütü (Harding, Busnello ve ark., 1983; Murthy ve Wig, 1983) sağlık elemanlarında beklenen yönde tutum değişmeleri olduğunu belirtmiştir. Roman ve Floyd (1981) akıl hastaları ile daha fazla doğrudan pratik deneyimi olanlarda daha az deneyimi olanlara oranla daha fazla hastayı kabul yönünde bulgular elde etmişlerdir. Jaffe ve arkadaşları (1979) hemşireler arasında yaptıkları çalışmada yalnızca sınıfta eğitimin etkisi olmadığını, akıl hastaları ile doğrudan etkileşimin olduğu pratik deneyimin tutumları etkilediğini bulmuşlardır. Ayrıca pratik deneyimin olduğu hastane ortamının önemli olduğunu ve olumlu tutumların hakim olduğu bir hastanede deneyimin olumlu tutum gelişmesine götürdüğünü bulmuşlardır. Yukarıdaki olumlu bulgulara karşılık değişme bulmayan araştırmalarda vardır. Türkiye'de hasta yakınları arasında yapılan bir çalışmada (Arkar ve Eker, 1991) psikiyatri bölümünde hastası olanlarla başka bölümlerde hastası olanlar arasında tutum farklılıkları bulunmamıştır. Türk üniversite öğrencileri ile çoğunluğunu psikiyatristlerin oluşturduğu uzmanlar arasında yapılan karşılaştırmalarda da bazı istisnalar dışında benzer tutumlar görülmüştür. Farklı bölümlerden olan öğrenciler bazı farklılıklar olmakla beraber genelde benzer tutumlar göstermişlerdir (Eker, 1988) ve ayrıca birinci ve dördüncü sınıf psikoloji öğrencileri ile çoğunluğunu psikiyatristlerin oluşturduğu deneyimli meslek gurubu arasında gene bazı farklılıklar olmakla birlikte temelde benzer tutumlar görülmüştür (Eker, 1985). Üniversiteye yeni girenler ile dört sene psikoloji okuyanlar ve pratik/akademik bakımdan deneyimli olanlar arasında temelde benzeyen tutumlar olması ilginç görülmektedir. Rabkin'de (1979) benzeri bir şekilde değişik bölümlerden olan üniversite öğrencilerinin çoğunluğu teşkil ettiği bir "genel halk" gurubu ile çoğunluğunu psikologların oluşturduğu uzmanlar grubu arasında farklılıklardan çok benzerlikler oduğuna işaret etmiştir. Gene Türkiye'de yapılan bir çalışmada (Eker ve Arkar, baskıda) hemşirelerde meslekte geçen seneler ile deneyim sahibi olunan farklı servis


sayısı akıl hastalıkları ile ilgili tutumlarla ilişkili bulunmamıştır. Malla ve Shaw (1987) akademik/pratik psikiyatri eğitimi alan ve almayan hemşireler arasındaki karşılaştırmalarında tutumların çoğunda farklılıklar olmadığını görmüşlerdir. Malla ve Shaw sağlıkla ilgili meslekleri seçenlerin zaten olabilecek en olumlu seviyede tutumlara sahip olduklarını ve istisnalar dışında daha fazla değişmeye imkan bulunmadığını ifade etmişlerdir. Aynı şekilde, benzer özelliklere sahip kişilerin benzer meslekleri seçmeleri veya belirli bir seviyede genel eğitimin temelde benzer tutumlar geliştirebileceği yönünde görüşler bu makalenin yazarı (Eker, 1985) tarafından da ifade edilmişti. Bu yazarın görüşüne göre ölçülen tutumlara ve değerlere bağlı olarak farklı eğitim/deneyim seviyelerinde tutumların gelişmesi ve yerleşmesi mümkün görülmektedir. Bu makalede toplum içinde hizmet anlayışı çerçevesinde toplumun ve özellikle ailenin akıl hastalarını kabulü konusu vurgulanmış ve gerektiği takdirde hastanın gerçekçi bir seviyede kabulü için bazı tutumlarda değişiklik yapılması gerektiğine işaret edilmişti. Yukarıda örnekleri verilen literatür çok tutarlı sonuçlar vermemektedir. Bu durumda akıl hastalıkları ile ilgili tutumlaıın değiştirilmesi konusunda bir sonuca varmak için erken olduğu görüşü ön plana çıkmaktadır. Akıl hastalıkları ile ilgili değer yargılarının ve tutumların çok erken yaşlarda başlayarak yerleşmesi ve katılaşması mümkündür. Daha yüzeysel olan bazı bilgileri belki değiştirmek mümkün olabilir. Mesela, akıl hastalıklarının nedenleri ve te-

davisi konularında bilgiler vererek gerçekçi beklentiler geliştirmek mümkün olabilir. Eker ve Arkar'ın (baskıda) hemşireler üzerinde yaptıkları araştırmada diğer tutumlar arasında yalnızca psikoterapi ve prognoz ile ilgili olanlardaki değişmeler üniversite eğitimi ile ilişkili bulunmuştur. Bu açıdan baktığımızda daha işin başlarında olduğumuz ve bu konuda daha çok araştırma yapmamız gerektiği ortaya çıkmaktadır. Mesela, akıl hastalıkları ile ilgili hangi tutumlar ne kadar erken yaşlarda gelişmeye ve yerleşmeye başlamaktadır? Hangi tutumlar ileri yaşlarda meslek eğitiminde ve meslek hayatında gerçekçi bir yönde değişmeye açıktır? Bu araştırmacının üniversite öğrencileri ve uzmanlar üzerinde yaptığı ve yukarıda sözü edilen çalışmalarda (Eker, 1985, 1988) ölçülen tutumlaıın önemli bir kısmının yüksek öğrenime gelinceye kadar oldukça yerleştikleri ve fazla değişmeye açık olmadıkları izlenimi uyanmıştır. Fakat daha öncede belirtildiği gibi tutumlarda değişmeler elde eden araştırmaların da olduğu bir gerçektir. Bhugra (1989) tutumlardaki değişmelerin yayılması içinbirden fazla neslin geçmesi gerektiğine ve bilgiyi bir defa verip unutmak yerine devamlı ve ısrarlı verilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Bu arada tıp öğrencilerinin ve pratisyen hekimlerin tutumları ile ilgili olarak meslekte erkenden "yakalanmalarının" akıl hastasını kabule ve erken tedaviye katkıda bulunacağını ifade etmiştir. Bu makalenin yazarı, yukarıdaki tartışmalar çerçevesinde akıl hastalıkları ile ilgili tutumların er-

KAYNAKLAR l)Arkar, //., ve Eker, D. (1991). influence ofiıavıng a hospitalized mentally ili memher in the family on attitudes loward mentalpat ients in Turkey. Yayınlanmamış araştırma raporu. 2) Bhugra, D. (1989). Attitudes to\vards mental ili ne ss: A revie\v of the literatüre. Açta Psychiatrica Scandinavica, 80,1-12. 3) Eker, D. (1985). Attitudes ofTurkish and Ameri can elinicians and Tıırkish psychology sîudents toward mental patients.

4) International Journal of Social Psychiatry, 31, 223-229. 5) Eker, D. (1988). University sîudents' attitudes toward mental pat ients in a developing Country. Social Psychkıtry and Psychiatric Epidemiology, 23, 264-266. 6) Eker, D. (1989). Attitudes toward mental illness: recognition, desired social dislance, e.\pected hürden and negative influence on mental lıealth among Turkish freshmen. Social Psychiatry and Psychiatric Epidemiology,, 24, 146-150.


7) Eker. D., and Arkar. 11. (Baskıda). Expcrienced Turkish nurses' attitudes toward nıerüal illness and the predictor variables of their attitudes. International Journal of Social Psychiatry. 8) Elizur, A., Neunıann, M., and Bawer, A. (1986). Inîerdependency of attitudes, diagnostic assessment and therapeutic recomnıendations of medical students towards nıental patients. International Journal of Social Psychi atry, 32, 31-40. 9) Erinhosho, O.A., and Ayonrinde, A. {1978). A comparative study of opinion and knowledge about nıental illness in deffer erit societies. Psychiatry, 41,403-410. 10) Eskin, M. (1989). Rural pop ula t i ons' opinion about the causes of mentai illness, modern psychiatric help-soure.es and traditional healers in Turkey. Internatio nal J ournal of Social Psychiatry y 35,324-328. 11) Gralnick,A. (1985). Biti id a better state hospital: deinstutionalization has failcd. Hospital and Community Psychiatry, 41,403-410 ' 12 f Grenley, J.R. (1984). Social factors, nıental illness, and psychiatric çare: recent advences from a sociologıcal perspective. Hospital and Community Psychiatry, 35, 813-820. 13) Harding, T.W.t Busnello, E. d'Arrigo, Climent, C.E., Diop. Mb., El-Hakim, A., Giel, R., ibrahim, H.H.A., Ladrido-lgnacio, L.. and Wig. N.N. (1983). The W110 col laborative study on strategies for e.\tending nıental health çare, III: evaluative design and illustrative results. Ameri can Journal of Psychiatry, 140,1481-1485. 14) Harding. T.W., Climent, C.E., Diop, Mb., Giel, R., ibrahim. H.H.A., Mıırthy. R.S., Suleiman, M.A., and Wig, N.N. (1983). The W110 collaborajive study on strate gies for e.Ytending nıental health çare, II: the development of ne\v research methods. American Journal of Psychi atry, 140,1474-1480. 15) Heller, K. (1990). Social and community intervention. Annual Review of Psychology, 41, 141-168. 16) Hechııkwu, S.T.C. (1988). Inter-relationships of beliefs about nıental illness. psychiatric diagnoses and nıental health çare delivery among Africans. International Journal of Social Psychiatry, 34, 200-206. 17) Iscoe, /., and Harrls, L.C. (1984). Social and community interventions. Annual R*eview of Psychology, 35,333-360. 18) Jaffe, Y., Maoz, B., and Avrattı, L. (1979). Mental hospital e.yperience. classroonı instruction and change in conceptions and attitudes towards nıental illness. British Journal of Medical Psychology, 52, 253-258. 19) Kessler R.C.. Price, R.H., and Wortman. C.B. (1985). Social factors in psychoj?atholog\: stress, social support, and coping processes. Annual Review of Psycho-

logy, 36,531-572. 20) Malla, A., and Shaw, T. (1987). Attitues towards nıental illness: the influence of education and e.Kperience. International Journal of Social Psychiatry, 33,33 -41. 21) Mechanic, D. (1967). Some factors m idenüfying and defining nıental illness. İn T.J. Scheff (Ed.), Mentai ill ness and social processes. New York: Harper and Row. 22) Mirabi, M., Weinman, ML., Magnetti, S.M., and Keppler, K.N. (1985). Professional attitudes toward the ehronic mentally ili. ospital and Community Psychiatry, 36,404-405. 23) Murthy, R.S., and Wig N.N. (1983). The WHO collaborative study on strategies for extending nıental he alth çare IV: a iraining approach to enhancing the availibility of nıental health nıanpower in a developing Country. American Journal of Psychiatry, 140,1486-1490. 24) Nieradzik, K., and Cochrane, R. (1985). Public attitudes to\vards nıental illness-the effects ofbehavior, roles anii psychiatric labels. International Journal of Social Psychiatry, 31, 23-33 25) Okin, R.L., (1985). E.ypand the community çare systenı: deinstutionalization can work. Hospital and Comm u nUy Psych iatry, 36, 742-745, 26) Parra, E., and Yin-Cheong So., A. (1983). The changing perceptions of nıental illness in a MexicanAmerican community. Intenational Journal of Social Psychiatry, 29, 95-100. 27) Peterson, CL. (1986). Changing community atti tudes toward the ehronic mentally ili through a psvehosocial program. Hospital and Community Psychiatry, 37, 180182. 28) Rabkin, J.G. (1972). Opinions about nıental ill ness: a review of the lliîerature, Psychological Bulletin, 77,153-171. 29) Rabkin, J.G. (1979). Who is called mentally ili: public and professional views. Journal of Community Psychology, 7, 253-258. 30) Rabkin. J.G. (1981). Public attitudes: new rese arch direetions. Hospital and Community Psychiatry, 32, 157. 31) Roman, P.M., and Elnoyd, II.II. Jr. (1981). Soci al acceptance of psychiatric illness and psychiatric treatnıent. Social Psychiatry, 16,21-29. 32) Ruh Sağlığı Bülteni. (1988). Önsöz. Ruh Sağlığı Bülteni, 1,1. 33) Sartorius, N., and Harding T.W. (1983). The WIIO collaborative study on strategies for e.\ tendi ng men tai health çare. I: the genesis of the study. American Jour nal of Psychiatry, 140,1470-1473. 34) Trute, B., Tefft, B.. and Segall, A. (1989). Social


rejection of the mentally ill: a replication study of public attiîude. Social Psychiatry and Psychiatric Epidemiology, 24, 69-76. 33) Uçman, P. (1983). Attitudes of psychiatric personnel and the therapeutic miUieıı. Hacettepe Medical Journal, 16,191-197.

36) Wig, N.N., Suleiman, MA., Routledge, R.. Murthy, R.S., Ladrido-lgnacio y L., ibrahim H.H.A., and Harding, T.W. (1980). Community reactions io mentol disorders: a key informantstudy in three developing countries. Açta Psychiatrica Scandinavica, 61,111-126.


Madde Bağımlılığı ve Alkolizmde Aile Prof.Dr.Mehmet ÜNAL*

Giriş: Bu konuyu ele alırken madde bağımlısı kişi ile ailesi arasında geçmişte, şimdi ve gelecekteki ilişki ve etkileşimleri gözden geçirme, bağımlılığı hazırlayan kalıtsal-dirimsel (biyolojik) ve psiko-dinamik etkenleri araştırmak, bağımlılığın kişiye olduğu gibi ailesine yaptığı zararlı etkenleri iyi saptamak gerekir. Bunun için konuyu iki bölümde ele alabiliriz. 1. Bağımlılığı hazırlayan ailesel etkenler, 2. Bağımlılığın kişide ve aile de yaptığı etkenler.

I- Bağımlılığı Hazırlayan Ailesel Etkenler A- KalıtsalDirimsel (Biyolojik) Yaklaşımlar Williams (1966) alkoliklerde kalıtımla geçen bir enzim bozukluğu bulunduğunu, Randolp alkoliklerin alkolün elde edildiği gıdalara (karbonhidratlara) karşı doğuştan duyarlı olduklarını, Lipscomb ve ark. (1980) alkole dayanıklı kişilerin direnci az olanlara göre, aynı ölçüde otonomik belirtiye ulaşabilmeleri için daha çok alkol aldıklarını bulmuşlardır. Fenna ve arkadaşları alkolizm oranının yüksek olduğu Amerikan yerlilerinde (kızılderili ve eskimo) alkol metabolizmasının yavaş işlediğini; Wolf, Ja-

80 - Ç.Ü. Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı

pon, Çin'li ve Korelilerde kafkas kökenlilere göre dayanıklılığın az olduğunu, daha az alkolle daha fazla etkilendiklerini saptamışlardır, bu uluslarda alkolizm oranı düşüktür. İrlanda, Iskoçya gibi Avrupa kökenli uluslardan gelen ailelerde daha yüksektir. Birçok araştırmada alkoliklerin yakın akrabalarında; % 50-60, alkol ve ilaç bağımlılarının yakın akrabalarında; % 60-70 oranında bağımlı kişi saptanmıştır. Alkoliklerin babalarında alkolik oranı; % 30-50, erkek kardeşlerde; % 30, annelerde ve kız kardeşlerde; % 10-15, tek yumurta ikizlerinde; % 70-80 oranında alkolik vardır. Genelde alkoliklerin yakın akrabalarında alkolizm oranı alkolik olmayan topluma göre 5 kat fazladır. Ana-babası alkolik olan evlat edinilmiş çocuklarda, ana-babası alkolik olmayanlara kıyasla alkol bağımlılığı oranı yüksektir. Yine alkoliklerin yakın akrabalarında depresyon oranı yüksektir. Kimi yazarlar bu tür ailelerde; erkeklerde alkolizm, kadınlarda depresyonun görüldüğüne dikkat çekerek alkolizm ile depresyon arasında ilişki kurar. Alkoliklerde birincil affektif bozukluk oranı; % 50-60, sosyopati: % 40-67 bulunmuştur. Alkoliklerin çocukluğunda hiperkinetif tepkimeler, prefrontal korteks, nörobiyokimyasal yapı ve işlevlerde bo-


zukluklar genel topluma göre daha yüksek bulunmuştur. B- Psikodinamik Yaklaşımlar: Alkoliklerin ailelerinde; dinsel, toplumsal, töresel bağlar, birliktelik, sevgi, saygı, yetkeye güven duygusu zayıflamıştır. Çelişkili iletiler, denetimsiz, tutarsız davranışlar belirgindir. Ailede törelere aykırı çarpık bir rol dağılımı vardır. Baba yetersiz, edilgen; anne baskın, buyurgan ve egemendir. Baba ile ilişkiler zayıf, anneye bağımlılık çok ileri düzeydedir. Sağlıklı, insancıl bir eğitim yerine, dayak ve kırıcı sözler gibi şiddet öğeleri ve saldırganlık egemendi. Bu tür aileler kaçırılmış fırsatlar, yitirilmiş olanaklarla kültürel yoksunluk içindedir. Alkolizm ve madde bağımlılıkları, psikonörotik ve psikosomatik bozukluklar, antisosyal ve yasal sorunlar yaygındır. Aile içi çatışma, tartışma, kavga, ayrı yaşama ve boşanmalar sıktır. Böyle bir ortam içinde doğan, büyüyen ve gelişen gençte; oral saplantı, preganital çatışmalar, karmaşalar, bilinç dışı gizli eşcinsellik, saldırganlık ve yıkıcı eğilimler, derin özsever (narsisistik) duygular, engellenme eşiğinde, özsaygıda ve benlik (ego) değerinde düşüklük, benlik zayıflığı, üstbenlik (superego) yetersizliği olacaktır. Aile içinde öğrendiği ya da koşullandığı yönde gelişen psikopatalojik özellikler ve madde bağımlılıkları ile; uyumsuz, mutsuz, sağlıksız bir yaşam yolunda yuvarlanıp gidecektir. Bir diğer aile örneği ise; azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde toprağa bağlı, geniş ve varlıklı ailelerdir. Bu tür ailelerde erkek çocuğun ayrıcalıklı bir yeri vardır. Çocukluğunda uzun süre emzirilmiş ve meme almıştır. Çocukluğunda ve gençliğinde ne isterse, ne zaman isterse karşılanmıştır. Çocukta kendi sorumluluğunun bilincine varma ve yüklenme yerine "Senin hiç birşeye gereksinimin yok. Sen hiçbir şeyi düşünme. Biz senin için herşeyi düşünür ve yaparız. Bizim varlığımız sana, çocuklarına ve torunlarına da yeter" ile "sen bir şey yapamazsın, bir şey olamazsın, her zaman bize bağımlısın" iletisi birlikte verilir. Aile içinde dilediğini yapan çocuk; özel okullarda, özel öğretmenlerle ayrıcalıklı bir eğitim görmüştür. Okulda uyumsuz davranışları gözardı edilmiş, ya da "benim oğlum yapmaz, benim oğlum haklı" gibi bir yadsıma ve ussallaştırma içine girilmiştir. Bu gençlere askerlik yaşamında da ailenin

parasal gücü ile önemli ayrıcalıklar sağlanmıştır. Yurt içi eğitim kurumlarında yapay desteklerle orta öğrenimini güçlükle yapabilen genç üniversite sınavlarında başarısız olunca yurt dışına yollanmıştır. Kendisinden büyüklerle arkadaşlık, erken cinsel deneyim, bol para harcama ve tatlı eğlence yaşamı içinde bağımlılık yapan alkol ve değişik maddeleri kullanma olanağı bulmuştur. Genç toplumsal gelenek-görenek ve töreler yerine, emeğin değerini öğrenmeden, emeksiz kazancın; sınırsız, ölçüsüz harcaması özendirilmiş, ödüllendirilmiş ya da en azından sınır konmamıştır. Yurt içinde ya da dışında; barpavyon, kumar, seks, eğlence, alkol, kokain, eroin gibi maddelere yönelme olmuştur. Bol para harcaması, borçlanması, yasal sorunları ailesi tarafından örtbas edilmiş ve kapatılmıştır.

II- Bağımlılığın Kişiye ve Aileye Etkisi Alkol ve madde bağımlılığı kişiye, ailesine ve topluma zarar veren önemli bir halk sağlığı sorunudur. Kişilerde yaptığı ağır ruhsal ve bedensel hastalıklar yanında, kişiler arası ilişkilerin bozulmasında, aile içi çatışma ve gerginliklerin artmasında, boşanmada, çocukların olumsuz yönde etkilenmelerinde çeşitli ekonomik kayıplarda, yasal ve toplumsal sorunlarda, trafik ve iş kazalarında, yaralama, ölüm ve öldürmelerde en başta gelen bir sorumludur. Schuckit (1985) alkolikler arasında ayrı yaşama ve boşanmanın; % 50-60 oranında, Hasselbrock ve ark. (1985); % 43 oranında bulmuşlardır. Chafety ve ark. (1971) alkoliklerin çocuklarında; gelişme geriliği, okul ve öğrenme güçlükleri ve değişik ruhsal bozuklukları yüksek bulmuştur. Gebelikte alkol ve sigara kullanan annelerin çocuklarında; düşük, erken doğum ve doğum anomalileri, fiziksel ve zihinsel gelişme bozukluğu oranı yüksektir. Buna "fetal alcohol syndrome denir. Eroin ve morfin alan annelerin çocukları doğuştan morfin bağımlısı olarak doğar, Uzun süre esrar alanlarda RNA-DNA da bozulmalarla genetik kusurlar oluşur. Alkolizm aile üzerine önemli bir psikososyal stresdir. İş ve ekonomik kayıplara, toplumsal gerilemeye neden olur. Alkole erken başlama, hızlı gelişme ve kötü sonlanıma götürür. Alkolik kocada cin-


sel güçsüzlük oluşur, kendine güveni sarsılır, önderlik ve sorunları çözme yetisi kalkar. Karısı ve çocukları tarafından eleştirilir, yerilir, suçlanır, aşağılanır. Ailede roller karışır. Anne, büyük oğlunu babasının yerine, evin yetki ve sorumluluğunu almasını destekler, yönlendirir. Alkoliklerin eşinde; psikonörotik, psikosomatik bozukluklar ve alkolizm oranı yüksektir. Kıskançlık, aldatılma, tartışma, kavga, yaralama ve öldürmeler görülür. Alkolik ana-baba da çocuklarına karşı cinsel eğilim ve saldırılar, genel topluma göre daha yüksektir. Alkoliklerde, erkek arkadaşlarıyla alkol alma, erkek arkadaşını eve getirme, evinde erkek arkadaşlarının karısına karşı cinsel istek ve eğilimlerini belirtmesi klinik gözlemlerimizde sıkça dinlediğimiz öykülerdir. Burada cinsel güçsüzlük, gizli eşcinsellik eğilimleri etkili olmaktadır. Kıskançlık ve aldatılma kuşkuları sanrıya (hezeyan) dönüşerek yaralama ve öldürmeler de görülebilir. Esrar, LSD, eroin kullananlar ise geleneksel aile yapısnın dışında, değişik, çarpık bir yaşam sürerler. Olgu Öyküleri 1- Susanna Y. : Susanna 21 yaşında, İsviçre doğumlu, hemşire. Doğu illerinden bir Türk'le İsviçre'de çalışma izni alabilmek için- 4 yıl önce evlenmiş. Kocasıyla birlikte lokanta işletiyorlarmış. Aralarında cinsel ilişki yokmuş. Kocasının köyde başka karısı ve 6 çocuğu varmış, izine geldiğinde tedavi için kliniğimize başvurdu. Baba İsviçre'de kent plânlamacısı. Anne teknik ressam. Birlikte, evden uzak, yoğun ve yorucu bir çalışma içindeymişler. 4 kardeşi varmış. 1. geri zekâlı, 2. evli, 1 çocuklu haşhaş alırmış. 3. hastamız, 4 erkek, bekâr alkolik ve haşhaş alırmış. Çocukların bakımı ve eğitimiyle anne-baba- işleri nedeniyle ilgilenememiş. Özel bakıcı ve okullarda bakım ve eğitimleri sürdürülmüş. Baba katı, kuralcı işinden ve paradan başka birşey düşünmeyen biriymiş. Susanna 15 yaşında sigara ve haşhaşa başlamış. 18 yaşında evden ayrılmış. Arkadaşlarıyla yaşamaya başlamış. Marijuana, LSD, kokain, benzodiazepin alıyormuş. Alman arkadaşı eroin alarak ölünce, 20 yaşında eroine geçmiş. 23 yaşına geldiğinde 1 gün eroini damardan alıyormuş. Hippilerle dünyanın bir-

çok ülkesini dolaşmış. Filistin'de teröristlerce ağır yaralanmış, iki arkadaşı ölmüş, israil'de bir süre tutuklu kalmış, İsviçre'de ve Almanya'da eroin kullanırken satmaya, başlamış. Yakalanmış 40.000 DM. ceza ödemiş. Hapis yatmış. Uyuşturucu mafisına karışmış. Hastanede 3 hafta kaldı. Kesilme belirtileri tedavi edildi. Genel durumu düzelince çıktı. 2- A.K. : 28 yaşında, Adana doğumlu, lise çıkışlı bekâr, işsiz. Yürüme ve denge güçlüğü, aşın zayıflama, konuşma ve düşünme bozukluğu, dikkatini toplayamama, alkol, kodein, barbitürat, esrar bağımlılığı nedeniyle ailesi tarafından getirildi. Baba oldukça varlıklı, geniş toprakları olan bir çiftçi, iki evli. ilk evliliğinden 3, 2. evliliğinden 3 çocuğu var. Baba A. 5 yaşında iken sağ hemipleji geçirmiş. Evde egemenliğini yitirmiş. Önce kız kardeşleriniıiu sonra A'nın annesinin sözü geçer olmuş. Halalar A.'yi taşınır ve taşınamazlarının tek varisi olarak görmüşler. A'nın büyüme, eğitim ve öğretiminde yetkili kılınmışlar. Halalar annenin yerine geçmiş, A'nın annesi gibi davranmışlar. Anne 2 yaşında kendi annesini yitirmiş. Anne yoksunluğu içinde büyümüş. Çocuklarına karşı soğuk, uzak ve az ilgili. Günün büyük bir çoğunluğunu iskambil oyunlarında geçirirmiş. A. hiç anne sütü almamış. Biberonla beslenmiş. Yürümesi ve konuşması zamanında olmuş. 6. ayda havale (konvülziyon) geçirmiş. 6 yaşında sünnet olmuş, İlkokuldan sonra çok okul değiştirmiş. Özel kolejlerde okumuş. 13 yaşında özdoyuruma, 14-15 yaşında genel kadınlarla yatmaya başlamış. 11 yaşında sigaraya, 14-15 yaşında alkole, 18 yaşında kodein ve esrara, daha sonra bulabildiği değişik maddeleri kullanmaya başlamış. Askerliğini Adana'ya çok yakın bir yerde, çok rahat geçirmiş. Şimdiye değin hiç bir iş ve uğraşısı olmamış. Kendi deyimiyle "Elbebek, gülbebek; ekmek elden su gölden" hiç bir sorumluluk almadan ne isterse, ne zaman isterse verilerek, hiç bir sınır konmadan, sınırsız bir hoşgörüyle büyütülmüş. Alkol ve madde kullanımıyla ilgili yasal sorunları örtbas edilmiş. Sağlığı bozulunca tedaviye getirilmiş. 2 aya yakın hastanemizde kaldı. Genel durumu oldukça düzelmişti. Ancak daha son-


ra yine başlamış ve değişik hastanelerde uzun süre yatırılarak tedaviler görmüş. 3- F.İ. : 36 yaşında. Lise II''den ayrılmış, 3. evliliğini yapmış, çocuksuz, memur, erkek. Aşırı al kol alma, alkole bağlı bedensel bozukluklar (polinöropati, karaciğer büyümesi, gastrit v.b.) nedeniyle yatırıldı. Baba da ağır alkolik. İçer-içer eşini ve çocuklarını dövermiş. Hastamız 10 kardeşten altıncısı ve ilk erkek çocuk. İlk 5 çocuk kız olunca baba anneye daha da öfkelenmiş, şiddeti yoğunlaştırmış, alkolü arttırmış. Anne 5 kızdan sonra erkek olunca, oğluna aşırı bir ilgi göstermiş. 3 yıl meme vermiş. Oğul büyüdükçe ona olan sevgi ve ilgisi daha da artmış. Hastamız 15 yaşında alkol ve sigaraya başlamış. Anne, babadan gizli, istediği parayı sağlarmış. 16 yaşında öğretmenine aşık olmuş ve evlenmişler. Bunun üzerine okuldan atılmış. Eşi 1 yıl sonra doğumda, oğlu da 1 yaşında enfeksiyondan ölmüşler. Alkol miktarını arttırmış. Askerliği rahat geçmiş. Asker dönüşü dayısının kızı ile 2. evliliğini yapmış. Mutlu değilmiş. Eşini sık-sık dövermiş. 1 yıl sonra eşini kovmuş,sonra boşanmış.. Belediye'ye memur olarak girmiş, önce şef yardımcısı sonra şef daha sonra şube müdürü olmuş. Belediye'de kendisinden 14 yaş büyük bir memur ile 3. evliliğini yapmış. Çocukları olmamış. Cinsel uyumsuzluk varmış. Sürekli tartışma ve kavga ile günleri geçermiş. Belediye'de alkol miktarını daha da arttırıp işini aksatınca, disiplin cezaları verilmiş ve ünvanı kantar memurluğuna indirilmiş. 4- N.A. : 32 yaşında, üniversiteden ayrılmış. Evlenip, boşanmış, çocuksuz, erkek. Bir kamu kuru luşunda memur. Anne ve ağabeyi eşliğinde süreğen ve aşırı alkol alma, alkole bağlı sorunlar nedeniyle getirilerek yatırıldı. Baba 61 yaşında alkollü iken trafik kazasında ölmüş. O sırada hastamız 16 yaşında imiş. Hiç üzülmemiş, ağlamamış, ilişkileri iyi değilmiş. Anne 72 yaşında, 4 yaşında babasını, 13 yaşında annesini yitirmiş. Teyze büyütmüş. Kocasının 3. eşi. Kocası alkolik olduğu ve 5 çocuktan sonra hastamıza gebe kaldığı için düşürmek istediyse de başa-

rılı olamamış ve doğurmuş. "En çok sevdiğim çocuğum. "Yalnızlığımı paylaştığım arkadaşım" diyormuş. Hastamız 6 kardeşin sonuncusu. 1. erkek, alkolik. Eşi bırakıp gitmiş. 3. evli, evkadını. 3. erkek, 39 yaşında, alkolizm tedavisi için Antabus almakta iken, fazla alkol içmiş ve ölmüş. 4. evli, kadın, motel çalıştırıyor. Eşi alkol alırmış. 5. evli, evkadını, Almanya'da yaşıyor. Eşi alkolik. Hastamız hastalıklı bir çocukluk geçirmiş. 1,5 yaşında yürümüş. 3 yaşında tuvalet eğitimini kazanmış. 4,5 yaşına değin annesi emzirmiş. Gecekondu mahallelerinde, aile içinde ayrıcalıklı bir çocukluk geçirmiş. 8 yaşında sünnet olmuş. 16 yaşına değin anne ile aynı yatağı paylaşmış. İlkokulda ve orta okulda akciğer hastalığı (tbc) nedeniyle sınıfta kalmış. 16 yaşında bira ve sigara içmeye başlamış. Liseyi bitirince annesinin isteğiyle İstanbul'da üniversiteye ve profesyonel bir futbolcu olarak bir kulüpte futbola başlamış. Alkolü arttırdığı için futbolu bırakmış, okuldan atılmış. Anne Almanya'ya ablasının yanına yollamış. Orada da alkol almayı sürdürdüğü için abla evden kovmuş. Mezar kazıcı olarak bir iş bulmuş. Bir Alman bayan barmenle arkadaş olmuş ve evlenmek istemiş. Anne öğrenince öfkelenmiş Türkiye'ye çağırmış. Sarhoş olunca anneye saldırır, ayıkınca pişman olur, özür dilermiş. Komşularla alkollü iken kavga etmiş, karakola götürülmüş. Polise saldırmış. 2 ay tutuklanmış. 26 yaşında askere gitmiş. Orada da alkol almasını sürdürmüş. Dayak yemiş, ceza almış. Askerde Bourger tanısıyla iki yanlı sempatoktemi olmuş. Askerlikten çürüğe ayrılmış. Bir çok işe girip çıkmış. Bir döviz kaçakçısıyla tanışmış. Para taşıyıcılığı yapmış. 20.000 doları alıp kaçmış. Viski alıp sarhoş olunca üzerindeki paraları çaldırmış. Polis yine yakalamış. 1 hafta tutuklu kaldıktan sonra delil yetersizliğinden çıkmış. Annesi ve yakınlarının desteğiyle bir kamu kuruluşuna sokulmuş. Orada içki almayı sürdürmüş. Annesi işyerinden bir bayanla-kendi isteğine karşıt- nişanlamış. 2 yıl sonra evlendirilmiş. İlk gece 700 cc rakı alıp sızdığı için ilişkiye geçememiş. 2 yıllık evliliklerinde aynı durum sürdüğü için eşi -kız olarak- baba evine dönmüş ve boşanmış. Evlilik süresince anne eve gelir, oğlunu ve çamaşırlarını yıkarmış. Anne "sen


bensiz yapamazsın, bensiz olamazsın." Ağabey "sen adam olamazsın. Ölsen daha iyi" derlermiş. 37 gün kliniğimizde tedavi gören N.A. alkolün neden olduğu, bedensel bozukluklar iyileştikten ve Antabus tedavisine alındıktan sonra ayaktan izlemek üzere çıkarıldı. Ç.Ü. Tıp Fakültesi Psikiyatri kliniğine yatırılarak incelenen alkol ve madde bağımlılığı tanısı almış hastaların genel istatistiksel dökümü şudur. Erkek/ kadın oranı: 20/1 dir. Yaş dağılımı: 20-30 yaş: % 25, 30-40 yaş: % 40, 40 yaş ve üstü: % 25'dir. % 20'si ilk, % 75'i orta-lise, % 5'i yüksek okul çıkışlıdır. % 25'i 5-10 yıl, % 50'si 10-20 yıl, % 25'i 20 yıldan fazla bir süredir alkol ya da madde kullanmaktadır. % 50'si yalnız alkol, % 50'si alkol ve değişik maddeleri birlikte almaktadır. Babalarında; % 25, kardeşlerinde; % 50 oranında bağımlı kişi vardır. % 25'i bekâr, % 25'i evli, % 50'si boşanmış ya da ayrı yaşamaktadır. Evli olanların önemli ailesel sorunları vardır. Cinsel güçsüzlük oranı % 80 dolayındadır. % 50'sinin yasal sorunları olmuştur. % 25'i işsiz, % 60'ının işi bozulmuş, % 10'unun işi orta, % 5'inin işi iyi durumdadır.

Sonuç Konuyla ilgili bilimsel çalışma ve yazılar incelendiğinde, yazarlar özgül bir bağımlı kişilik ve aile-

sini betimlemenin güçlüğünü vurgularlar. Bununla birlikte giriş bölümünde belirtildiği ve olgu öykülerinde görüldüğü gibi, ortak özellikler şöyle özetlenebilir. Bağımlılık yapan maddeler, belli bir sürede, kişide, ailesinde ve toplumda önemli yaralar açar. Bağımlı kişilerin özellikle alkoliklerin ailesinde kalıtsal bir yatkınlık vardır. Ailesel psikopatoloji (psikonörotik, psikosomatik, psikotik ve psikopatik) ve aile üyelerinde bağımlı kişi oranı yüksektir. Genelde anneler baskın, egemen, aşırı ilgili, çocuklarını kendilerine kul-köle edercesine bağımlılığı körükleyen tutum ve davranışlar içindedir. Babalar soğuk, katı, ilgisiz, sorumsuz, kimileri öfkeli saldırgan, korkutucu, kimileri varlığı ile yokluğu belli olmayan, silik, edilgen, yetersiz özellikler gösterir. Alkoliklerin ve bağımlı kişilerin süt çocukluğu (oral) döneminde daha belirgin olmakla birlikte; ruhsal-cinsel-toplumsal gelişme ye olgunlaşmaları sağlıklı değildir. Engellenme eşiği düşük, benlik gücü ve üstbenlik gelişmesi yetersizdir. Sınırsız, sorumsuz bir çocukluk ve gençlik, başarısız bir öğrenim, iş, askerlik ve toplumsal yaşamı, sorunlu bir evlilik ve aile yaşantısı olmuştur. Alkoliklerin eşlerinde ve çocuklarında da ruhsal sorun ve uyum bozukluğu, alkol ve ilaç bağımlılığı oranı yüksektir. Genelde çok değişik maddeler değişik sürelerde denenmiş, kimileri sürekli, kimileri ara ara kullanılmıştır.


KAYNAKLAR 1- Chafety M, Blaine II, Hill M. (1971): Children of Alcoholics: Ohservations in a Child Guidance Clinic, QJ Stııd Alcool 32: 687-698, 2- Donovan JM (1986): An Etiologıc Model of Acoholism Am. J. Psychiatry V: 143/1, P: 1-11. 3- Freedman AM (1980): Drug Dependence in Comprehensive Texthook of PsychiatrylHI (Eds: H. I. Kaplan, AM Freedman, BJ Sadock) Wiİliams, Wilkins, V: 2, PP: 1591-1645. 4- Hasselbrock, MN; M eyer, RE; Keener, JJ; (1985): PsycJıopatlıology in Hospitalized Alcoholics, Ardı Gen Psychiatry, 42-11, 1050-1055. 5- Kaufman, E., (1986): The family of the AlcohoUc Patient, Psydıosomatics V: 2715, P: 347-360. 6- Pattison, EM; (1986): Clinical Approachess to the AlcohoUc patient, Psychosomatics, Vol: 27. N: 11 P:

762-770. 7- Öztiirk MO (1988): Ruh Sağlığı ve Bozuklukları. Nurol Matbaacılık A.Ş.. S: 343-367 Ankara. 1988. 8- Schuckit, M.A., (1985): The Clinical Inıplications of Primarx Diognostic Groups Among Alcoholics. Ardı Gen Psychiatry Vol: 42 N: 11, 1043-1049. 9- Schuckit, MA, (1986): Gcnetic and Clinical Inıp lications of Alcoholism and Affective Disorder, Am J Psychiatry, 143/2, P: 140-147. 10- Ünal M. (1981): Alkolizm ve Alkol Psikozları, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ders kitabı içinde (Ed. M.O. Öztiirk), Meteksan Ltd. Şti. S: 263-292, Ankara. 11- Winokur G., Cadoret R, Dorzjab J, etal. (1971): Depressive Disease: A Genetic Study. Ardı Gen Psychi atry 24:135,135-144.


Karaman-Taşkale Kasabası Eski Kadın Kıyafetleri* Mualla SEZGİN

ÖZET Bu çalışmada Karaman ili Taşkale kasabası kadın giysileri incelenmiş ve eski Türk kadın kıyafetleri ile karşılaştırılması yapılmıştır. Taşkale kasabası kadınlarının giysilerinin dış giyim, iç giyim ve baş süslemesi olmak üzere üç kısımdan ibaret olduğu tespit edilmiş ve bunların detayları incelenmiştir. Bu giysilerin eski Türk kadın giysileriyle benzerlikler gösterdikleri anlaşılmıştır.

SUMMARY People of Taşkale who come from Middle Asia to Anotolia are called as Kızıllar, So we can see the most beautiful exampte of art and culturel activities of Middle Asla. Women ctothes of Taşkale consist of underwear and dresses, Underwear consists of underports and woments slip. Dresses consist of green dress and coften, There is a fas on the head and there is also a black head scarf, Then, A beft is tied which is made up of red clothes.

Giriş daima bir kültür ortamı içinde yaşarlar. Bu içindeki yeri araştırma konumuzun esasını teşkil etİnsanlar kültürü nesilden nesile aktarmak ve yaşatmak, miştir. Bu kıyafetlerle eski Türk kıyafetleri arasında milli kültürümüz açısından önemlidir. Ülkemizde giyim; iklim, mevsim ve tabiat şartlarına göre değişiklikler göstermektedir. Ülkemiz tarihi geçmişi içinde birçok uygarlıkların, bazı devletlerin ve kültürlerin içinde yaşadığı bir ülke olmuştur. Ayrıca farklı iklim bölgelerine sahip olan ülkemiz, bu farklı kültürlerin de etkisiyle farklı giyim şekillerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Üzerinde araştırma yaptığımız, Taşkale Kasabası kadın kıyafetlerinin özellikleri ve kıyafet tarihi

benzerlikler bulunmaya çalışılmıştır. Taşkale Kasabası Karaman iline bağlıdır. Karaman'a uzaklığı 60 kilometredir. Kasaba Yeşildere suyunun geçtiği dar bir vadi üzerinde kurulmuştur. Kasabanın kuzeyi dik bir kaya kitlesi ile çevrilmiştir. Geleneksel konutların tümü güney yönüne yöneliktir. Sokakları dardır. Evler birbiri üstünde araziye uygun olarak yapılmış olup toprak damla örtülüdür. Sokakta yürürken aynı zamanda bir evin damı üzerinde yürünür.

* Bu araştırma Selçuk Üniversitesi Araştırma Fonunun desteği ile gerçekleştirilmiştir. * S. Ü. Kız Sanat Eğitim Y. O. Öğretim Üyesi


Yeni yapılmakta olan evlerin bazılarında kiremit örtüsü görülmektedir. Evlerin ambarlan kayalara oyularak yapılmıştır, bu ambarlarda daha çok buğday, ceviz ve elma saklanmaktadır. Taşkale halkı Orta Asya Cürcen Etrek Irmağı kenarından gelip Anadolu'ya yerleşen Kızıllar boyuna mensuptur. Bu nedenle Orta Asya Kültür ve sanatlarının en güzel örneklerini Taşkale'de görebilmekteyiz. Özellikle kadın giyimleri bozulmamış ve özelliklerini korumuştur. Geleneksel kadın giyimini siyah renkte, yünlü kumaştan, çok bol olarak dikilmiş şalvarla çok uzun ve enli, kırmızı renkte ve saçaklı kuşak teşkil etmektedir. Bu araştırma yapılırken Taşkale Kasabası'na gidilmiş ve yerinde araştırma yapılarak kıyafetlere ulaşılmıştır. Kıyafetlerin mevcut olanları evlerden tek tek derlenmiş, giyim sırasına göre giyilerek fotoğrafları çekilmiştir. Kıyafetlerin ölçüleri alınarak kalıplan hazırlanmıştır.

parçalar bulunmaktadır. Bu parçaların önceden işlendiği ve yan kısımlara elde çırpma dikiş tekniği ile tutturulduğu görülmektedir, işleme "susma nakış" tekniği ile yapılmıştır. Bu nakış kumaş üzerine desen çizilmeden sayılarak, eksiltip çoğaltarak yapılan, eski kilim desenlerinden yararlanılarak işlenen bir nakış türüdür. Kırmızı ve siyah renkli yün ipliklerle işlenmektedir. Bu işleme donlara mutlaka geçirilmektedir. Donların beline kendi renginden uçkur geçirilmektedir. Bu uçkur önde bağlanmaktadır. (Çizim-1) Donlar pamuklu kumaştandır.

Taşkale Kasabası Kadın Kıyafetleri A- Taşkale Kadınının Özellikleri ve Giyimi: Taşkale kadını tipik bir Anadolu kadınıdır. Evine, işine ve çocuklarına bağlıdır. Kocasının sözünden çıkmaz. Geleneklerine bağlı ve yaratıcıdır. El emeği göz nuru dökerek dokuduğu halılarla ailesinin geçimine büyük ölçüde katkıda bulunmaktadır. Misafirperverdir. Evinin temizliğine önem verir. Çocuklarına karşı sevgi ve şefkat doludur. Yaşlılarına karşı saygılıdır. Taşkale kadını giyimine de çok önem verir. Özellikle baş süslemesi yöredeki kadınların vazgeçemedikleri hususlardan biridir. Ev içinde bile baş bağlamasına ve süslemesine önem verirler. Taşkale kadınının karakteristik giyim özelliği şalvardır, kadınlar günlük işlerini yaparken şalvar giyerler. Bu şalvarların kumaşları eskiden el tezgahlarında dokunurdu, şimdi satın alınmaktadır. Kadınlar önemli günlerde geleneksel kıyafetlerini giyerler. B- Genel Giyim 1- İç Giyim a) Don: Belden ayak bileğine kadar uzanan paçalan lastik veya uçkurla toplanan ağlı geniş pantolondur. Genişliği üste giyilen şalvardan dar olarak yapılmaktadır. Donların yan kısımlarında işlemeli

Çizim 1 b) Gömlek: Pamuklu kumaştan dikilmiş önden bele kadar açık olarak yapılmıştır. Elde dikilmiştir.

Çizim 2


Yaka ve ön kısmına basit olarak "kaneviçe nakış" tekniğinde süsleme yapılmıştır. Gömleklerin uzunluğu dize kadardır. Gömleklerin kol oyuntuları düz olarak yapılmaktadır. Kol altına bedene rahatlık vermesi için parça konulmuştur. Kumaşı elde dokunmuştur. (Çizim-2) c) Göğüslük: Kadınlar göğüslük kullanmamaktadır. 2- Dış Giyim Eşyaları a) Yeşil Entari: Yeşil renkte yünlü kumaştan dikilmiş, iç kısmı beyaz pamuklu kumaşla astarlanmış bir çeşit üst giyimdir. Boydandır, ilik ve düğmesi yoktur. Yan dikişlerde ve kol uçlarında yırtmaçlar bulunmaktadır. Etek boyu uzunluğu diz kapağının altındadır. (Çizim-3) Çizim 4

Çizim 3

b) Çizgili Kutnu: Yeşil entarinin üzerine giyi len boydan yapılmış, önden açık, ilik ve düğmesi ol mayan bir üst giyimdir, iç kısmı beyaz pamuklu ku maşla astarlanmıştır. Kol ağızları düzdür. Yan dikiş leri yırtmaçlıdır. Elde dikilmiştir. (Çizim-4) Çizgili kutnunun kol altlarına giyimde rahatlık sağlanması için parça konulmuştur. c) Kırınızı Cepken: Çizgili kutnu giyilmediği zamanlarda yeşil entarinin üzerine giyilen bir çeşit

kısa cekettir. Kol ağızları manşetle toplanmıştır. Yakasız ve önden açıktır, içi pamuklu kumaşla astarlanmıştır, ipek kadife kumaştan yeni dikilmiş bir giysi olduğundan ölçüleri ve kalıbı alınmamıştır. d) Peştemal: Siyah renkte yünlü kumaştan ya pılmış bir çeşit önlüktür. Giyim tamamlandıktan sonra bele bağlanmaktadır. Kadınlar şalvar giyme dikleri zamanlarda mutlaka peştemal bağlamaktadır lar. (Fotoğraf-1) Peştemalin uzunluğu entarilerin bo yunu geçmektedir. Peştemalin bir adı da önçektir. Peştemalın beline mekik örümü (elde mekik yardımı ile örülür) Türkmen kolonu dikilmiştir. Bu kolonun uzunluğu 2 m. dir. Beli üç kez sararak arkada bağ lanmaktadır. Kolonlar değişik renk ve desende örü lür. (Fotoğraf-2) (Çizim-5) e) Şalvar: Taşkale'de kadınların vazgeçeme dikleri giyimlerden biridir. Şalvarın beli uçkurludur. Beline ince mekik örümü geçirilir. Şalvarın boyu ayak bileklerine kadar uzanır, ağı az oyunculudur. Elde dikilmiştir, çok geniştir. (Çizim-6) 3- Bele Sarılanlar a) Acem Şalı: ince yünlü kumaştan 90x90 ölçülerinde bele sarılan bir çeşit kuşaktır. Hazır olaıak alınmaktadır. Uçlarına ince bağcıklar dikilmiştir.


Fotoğraf 1

Çizim 5

Çizim 6

Acem şalını Taşkale kadınlan sürekli olarak bellerine kuşanmaktadırlar. b) Al Kuşak: Taşkale'de kadın kıyafetlerinde en önemli sayılan kuşaklardan biridir. El dokuması olan kuşağın eni 32 cm, boyu 8,5 m.dir. Eskiden, yeşil kutnu giyildikten sonra bele sarılmaktaydı. Fotoğ-

raflarda al kuşağın bele sarılması ve önde bağlanması görülmektedir. Al kuşağının saçaklarının uzunluğu 7 cm. dir. Al kuşak gelin olacak kızlara özellikle bağlanmaktadır. (Fotoğraf 3) 4- Başa Giyilenler a) Fes: Baş ölçüsünde ince ve keçeden yapıl-


Fotoğraf 3

mıştır. Fesin üzerine önce oyalı çemberler (yazma veya tülbent) dolanır, sonra onun üzerine desenli veya düz renkte eşarplar sarılır. Bu şekilde hotoz görünüşünü alır. Fesin üzerine aldıkları baş örtülerini serbest bırakırlar. Baş örtüleri arkada etek uçlarına kadar uzanır. Siyah baş örtüsünün altına, ve başın arkasına ince yünlerden örerek hazırlanmış, üzerinde gümüş paralar ve salyangoz kabuklan bulunan nazarlık takılmaktadır. (Fotoğraf-4) 5- Ayağa Giyilenler a) Çorap: Yünden çeşitli renklerde elde örül müştür. Daha çok mavi, yeşil, sarı, kırmızı ve siyah renkler tercih edilmektedir. Evlenecek kızlara beyaz ve siyah yünden elde örülerek yapılan "çekirdekli çorap" giydirilmektedir. b) Ayakkabı: Eskiden çivili ayakkabı dedikleri ayakkabıları giyen Taşkale'li kadınlar, bugün sürekli olarak siyah lastik ayakkabılar giymektedirler. Çivili ayakkabı örneğine rastlanmamıştır. C- Özel Giyim, Saç ve Yüz Bakımı Özel giyim denince aklımıza gelinlikler gelmektedir. Taşkale'de kadınlar eskiden gelin olurlarken günlük giysilerini giyerlerdi. Yalnız kuşaklarının arasına "al mendil" adı verilen küçük kırmızı renkte bir mendil, ortadan katlanarak ucu iki parmak genişliğinde görünecek şekilde yerleştirilirdi. Bu mendil önem taşımaktaydı. (Fotoğraf-5) Kadınların saçları genellikle uzun ve örülüdür. Gelin kızların gözlerine sürme çekerlerdi. Saçlardan zülüf bırakılırdı.

Fotoğraf 4

D- Taşkale Kadın Kıyafetlerinin Genel Dikiş Teknikleri Kumaşların biçildikten sonra dikme işlemi elde yapılmıştır. Giysiler astarlı olaıak çalışılmış, aslar ve kumaş arasına bir şey konmamıştır. Elde yapılan dikişler çok sıkı oyulgama dikişi olarak yapılmıştır. Kapanma vasıtaları (ilik, düğme, kopça, kemer tokası) görülmemiştir. Şalvarların ve donların paça kısımlarına işlemeli parçalar geçirilmiştir. İşlemeler "susma nakış" tekniğiyle yapılmıştır. Uzun, siyah örtülerin saçakları elde basit düğümle bağlanmıştır. Gömleklerin yaka kenarlarına ve ön ortalarına basit nakış işlemeleri yapılmıştır. Gömleklere sonradan "çıt çıt" dikilmiştir. E- Taşkale Kadın Kıyafetlerinin Genel Kalıp Özellikleri Kıyafetler boydan çalışılmıştır. Omuz dikişleri yapılmamıştır. Ön ortasına üçgen şeklinde bir parça


Fotoğraf 5

geçirilmiştir. Kol oyuntuları düz olarak çalışılmıştır. Kol ağızlarına yırtmaç yapılmıştır. Kol altına kuş parçası çalışılmıştır. Kol ağızları genellikle üst kısma göre biraz dardır. Etek boyları dizkapağı ve bilek arasındadır. Bedende pens yoktur. Kadınların çok önem verdikleri önçek veya peştemal dikdörtgen şeklinde bir kumaş parçasıdır. DEĞERLENDİRME VE SONUÇ Kıyafetler inşaları dış etkilerden koruyan, ülke ve uluslara göre değişiklikler gösteren giyeceklerin bütünüdür. Bu araştırmada incelediğimiz Taşkale kasabası kadın kıyafetleri Orta Asya'dan beri süreklilik göstermektedir. Kıyafetlerin ana hatları Orta Asya kültür çevresinden izler taşımaktadır. Kıyafetler iç giyim ve dış giyim olmak üzere iki guruptur. İç giyim don ve gömlekten oluşmaktadır. Donun ağı geniştir. Beli uçkurla bağlanmaktadır. Paça-

larına işli parçalar geçirilmiştir, ince yünlü ve pamuklu kumaşlardan yapılmıştır. Gömlekler kısadır ve önden bele kadar açıktır. Kapanma vasıtası olaıak ilik-düğme, bazan da "çıt çıt" kullanılmaktadır. Ön kısımlarına ve yaka etrafına nakış işlenmektedir. Dış giyimi entariler ve şalvar oluşturmaktadır. Entariler iş yapılmadığı zamanlarda ve özel günlerde giyilmektedir. Bu entarilerle ençek veya peştemal mutlaka kullanılmaktadır. Al kuşak ve acem şalı kıyafetleri tamamlayan unsurlardır. Al kuşağın çok uzun olması ve bele sarılma biçimi ilgi çekicidir. Baş süslemesi, fes ve siyah örtüdür. Fesin üzerine desenli veya düz renkte örtü sarmak fesin daha görkemli olarak görünmesini sağlamaktadır. Çoraplar yünden ve el örmesidir. Ayakkabı olarak lastik ayakkabı giyilmektedir. Çivili ayakkabı örneğine rastlanmamıştır. Bu kıyafetler eski Türk kadın elbiseleri ile karşılaştırılacak olursa bazı benzerlikler görülür. B. Ögel'in yayınladığı Orta Asya kadın kıyafetleri arasında yer alan baş bağlamaları Taşkale kasabası kadınlarının baş bağlamalarına benzemektedir1. Orta Asya kültür çevrelerinde kaftan veya entariye benzeyen kıyafetere rastlanmaktadır. Selçuklu döneminde kadın kıyafetlerinin zenginleştiği görülmektedir. Minyatürlerde, taş kabartmalarda, çini ve madeni malzemeler üzerinde kaftanlı, cepkenli kadın figürleri vardır2. Ayrıca bu kadınların baş bağlamaları dikkat çekici güzelliktedir3. Osman Hamdi Bey'in 1873 Viyana sergisi için hazırladığı Kıyafet-i Osmaniye Albümünde benzer kıyafetler ve baş süslemeleri bulunmaktadır4. Bu kıyafetler Sabiha Tansuğ'un Türkmen Kadın Giyimleri ile de benzerlikler göstermektedir. Bu benzerlikler deyre, ön gerge, göynek, bel bağı ve çoraplarda aynıdır5. Şalvar, Konya eski kadın giysileri arasındadır ve Selçuklulardan beri süreklilik göstermektedir6. Anadolu kadın giyimlerinde bulunan kemerin Taşkale'de kadınlar tarafından kullanılmadığı görülmüştür. Bunun yanında al kuşak kemer görevini görmektedir. Bel bağı veya al kuşak Orta Asya Türklerinin kullandığı bir aksesuardır7. Kendine has özellikleri bulunan ve Türkmen kıyafetlerine benzeyen bu kıyafetlerin yok olmadan korunmaya alınması ve arşivlenmesi Türk kültürü-


müz açısından önemlidir. Çevremizde bulunan diğer köy ve kasabalardaki eski kıyafetler araştırılarak Konya ili için bir kıyafet kataloğu oluşturulmalıdır.

Diğer illerde de benzer çalışmalar yapılmalı, böylece kataloglar oluşturulmalı, bu kataloglar bir araya getirilerek Türk Kıyafet Tarihi hazırlanmalıdır.

DÎPNOTLAR 1) B, ÖgeL, Türk Kültür Tarihine Giriş, Cilt V, Ankara, 1978, s. 233. 2) N. Atasoy, "Selçuklu Kıyafetleri Üzerine Bir De neme", Sanat Tarihi Yıllığı, Cilt IV, İstanbul, 1971, s. 128. 3) M. Önder, "Selçuklu Devri Kadın Başlıkları", Türk Etnografya Dergisi, Sayı: XIII (Ankara 1973) s.3 4) Osman Hanıdi Bey (Hazırlayan), Les Costümes Popularies de La Turauie, istanbul, 1873.

5) S. Tansuğ, "Türkmenlerde Giyim Gelenekleri", Türk Folklor Araştırmaları, Cilt 7, Sayı: 336 (1977). s. 8035-36. 6) M. Sezgin, "Eski Konya Kadın Giysilerinin Model ve Kalıp Özellikleri", I. Uluslararası Folklor Kongresi Tebliğleri, Konya, Ekim-1984, Türk Folklorunde Yeni Görüşler, Ankara, 1985 s. 415-416. 7) B. Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, Cilt V- An kara, 1978, s. 73.

BİBLİYOGRAFYA 1) Atasoy, N., "Selçuklu Kıyafetleri Üzerine Bir De neme", "Sanat Tarihi Yıllığı, Cilt, I\\ istanbul, 1970-71 s. 111-151 2) Es, S., "Konya Eski Kadın ve Erkek Kıyafetleri", "Türk Etnografya Dergisi, Sayı: XIII, Ankara, 1973, s. 18 3) Henrı de Coliboeyf de Bloceveville, Türkmenler Arasında, Ankara, 1986, s. 50 (Çeviren: Rıza Akdemir) 4) Kaşgarlı Mahmut, Divanü Lügat-it Türk, (Besim Atalay Tercümesi) Ankara, 1943. 5) Konya İl Yıllığı, 1973. Osman Hanıdi Bey, (Hazırlayan) Les Costümes Popularies de La Turquie, istanbul. 1873.

6) Ögel, B., tslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara, 1962., Türk Kültür Tarihine Giriş, Cilt, 5, Ankara, 1978. 7) Sezgin, M. "Eski Konya Kadın Giysilerinin Model-Kalıp ve Dikiş Özellikleri", Türk Halk Edebiyatı ve Folkloründe Yeni Görüşler, Ankara, 1985. s. 415-417. 8) Süner, F., Oğuzlar (Türkmenler), Ankara. 1967. 9) Tansuğ, S., "Türkmenlerde Giyim Gelenekleri "Türk Folkor Araştırmaları, Cilt, 15 Sayı: 305. (1974), s. 7168. 10) Tizer, G., "Giyim Kuşam ve Türk Kadın Kıyafet leri" Türk Folklor Araştırmaları, Cilt, 15 Sayı: 305, (1974), s. 7168 Taşkale'de Alman ZDF TW Ekibi çalışma raporları


Endüstrileşme Sürecinde Bir Tüketim Objesi Olarak Aile Feramuz AYDOĞAN*

ÖZET Bu çalışmanın amacı; endüstrileşme sürecinde, bir tüketim objesi olarak ailenin, tüketimle olan ilişkisini ortaya koymaktır. Bu bağlamda, öncelikle; tüketim ve tüketici kavramları tanımlandıktan sonra, dünyada ve ülkemizde tüketicinin korunmasına yönelik çalışmalar sıralanmıştır. Çalışmada bir tüketim objesi olan ailenin, tüketici fonksiyonları ve bu fonksiyonlarında meydana gelen değişmeler belirlendikten sonra, ailenin tüketimi gerçekleştirirken, çevreyle kurduğu ilişki ve sorumlulukları üzerinde durulmuştur. Bir tüketim objesi olarak aile ve tüketici olarak korunmasının gerekliliği ve bunun önemi belirtildikten sonra da ailenin ortalama gelir, ortalama tüketim ve tüketim eğilimi ile hane halkının gelir, tasarruf ve tüketim yüzdelerinin bölgelere göre göstermiş oldukları dağılımların değerlendirilmesi yapılmıştır. Bu çalışma, bir tüketim objesi olarak aileye ilişkin teorik bilgilerle birlikte, DİE verilerinin yorumlanmasıyla oluşturulmuştur. Çalışmanın sonucunda aşağıdaki temel düşüncelere ulaşılmıştır. Bütün toplumlar için tüketim temel bir olgudur. Tüketim kavramı, tüketici kavramını da beraberinde getirmektedir. Toplumun en küçük birimi olan aile de, en büyük tüketici olarak tüketimin temel objesidir.

SUMMARY The purpose of this study is to bring up the relatious betwen consumption and the family which is an object of consumption in the process of industrialization. in this frame, first of all, having defined the concepts of consumption and consumer, İn the world and in our own Country, have been mentioned about After having stated the functions and the changesoccuring in these functions of the fami ly which is an object on consumption the relations and the responsibilities of the family which i$ in the position and process of consumption are concentrated on. After, as an object of the family, the necessity of its protection as a consumer and impor* tance of this protection have been stated; income of the family on average, consumption and tendency of consumption and income of the family members on average, distributions of savings andpercents of consumption according to the regions have been interpreted. This study has been done throught the research of resorces, and the tables of DİE have been interpreted. At the end of the study, those bebw have been reached at


Tüketim öz olarak, ihtiyaçların karşılanması, arzuların tatmin edilmesi amacıyla, ekonomik varlıkların harcanması ve kullanılmasıdır. Bir başka deyişle tüketim; "bir ekonomide belirli bir dönem içinde, tüketilen mal ve hizmetlere yönelik harcamalar toplamı(1) olarak tanımlanabilir. Tüketici ise, ihtiyaçlarını karşılamak ve arzularını tatmin etmek için, varlıkları tüketen bütün canlılardır. Tüketiciyi; "üretilen herhangi bir mal ya da hizmeti bir fayda elde etmek amacı ile kullanıp, yokeden kimse"(2) olarak tanımlamak mümkündür. Canlılar içerisinde insanlar, tüketim eylemlerini bilinçli ve planlı gerçekleştirirlerken, insan dışındaki diğer canlılar, tüketimlerini şuursuzca ve plansız olarak gerçekleştirmektedirler. Tüketicinin tüketimde bulunduğu mallan genel olarak üç başlık altında toplamak mümkündür. Birinci gruba girenler; yiyecek ve içecek maddeleri gibi, bir veya birkaç defalık kullanım sonucu yok olan mallardır. Bunlara ekmek, süt, yoğurt, sebze vb. örnek olarak gösterilebilir, ikinci gruba giren mallar, giyecek, maddeleri ve bazı kullanım malzemeleridir. Bunlar kullanıldıkları anda yok olmayan ve sağladığı faydanın devam ettiği mallardır. Örneğin, elbise, ayakkabı, kitap, defter vb. mallar bunlardandır. Üçüncü gruba girenler ise dayanıklı tüketim mallandır. Örneğin, buzdolabı, çamaşır makinası, araba vb. mallar bunlardandır. Kullanmalan sonucu, değer kaybına değil, aksine; değer artışına yolaçan, tablolar, antikalar ve değerli taşlar gibi mallar da bu üçüncü gruba girmektedir. Bir tüketim objesi olan aile, yukanda sözü edilen mallardan herbirini mütemadiyen tüketmek durumundadır. Tüketim kavramının içerdiği, 'ihtiyaçların karşılanması' ve 'arzuların tatmin edilmesi' belirlemesi, fertleri ve onların ailelerini işaret etmektedir.

Tüketicinin Korunması Olgusunun Dünyadaki Genel Durumu Batıda, sanayi devriminden sonra, sanayi alanında görülen büyük değişikliklerin, ekonomik etkinliklere yansıması sonucu olarak üretim ve tüketim anlayışlarında meydana gelen değişmeler, beraberinde üreticilerin örgütlenmelerini de ortaya çıkar-

mış olmakla birlikte, aynı durum tüketiciler için oluşmamıştır. Tüketicinin korunmasına yönelik çalışmalara ancak, 20. yüzyılda başlanılmış ve artık günümüzde çokça tartışılan konulardan biri haline gelmiştir, (özellikle ülkemizde, tüketiciler üzerine eğilme, son birkaç yıl içerisinde başlamıştır.) Fert ve içerisinde bulunduğu aile, daha geniş bir grup olan topluluk tarafından çevrelenmektedir. Bundan dolayı da, özellikle günümüz modern toplumunda fertler ve aileler, ancak örgütlenmelerle meselelerini çözümlendirme yoluna gidebilmektedirler. Yetersiz de olsa, tüketicilerin örgütlenme yolunu seçmeleri, ancak 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış ve 20. yüzyılda ilk tüketici toplulukları oluşturularak, tüketicinin korunması çalışmaları başlatılmıştır. Tüketicinin korunmasına yönelik çalışmaların ilki, 1900 yılında, uzun yıllar boyunca, artan fiatlara karşılık, düşen gelirler sonucu ortaya çıkan huzursuzluk ve hareketlenmelerin sonucunda, sendikalarla ilgili hızlandırılan çalışmaların içinde yer almıştır. 1927 yılı ise tüketicilerin korunmasına yönelik çalışmalann dönüm noktası olmuştur. "...F. J. Sching adlı bir ABD vatandaşı, Paranızın Değeri' adlı bir kitap yayımlamış ve bu kitabı yayımlama amacının hileli satış ve reklamların ardındaki gerçekleri gözönüne sermek olduğunu belirtmiştir" Kitabın büyük ilgi görmesi üzerine Sching'e çok sayıda mektup gelmeye başlayacaktır. Bunun üzerine Sching, bazı yardımcılar bularak, okuyucu mektuplarını teksir ederek cevaplama yoluna gitmektedir. Böylece, "...Tüketiciler Kulübü Emtia Listesi adlı ilk tüketici yayını basılmıştır"(4). 1929'da ise Tüketici Araştırmalan Örgütü çalışmalarına başlamıştır." Bu kuruluşun tüzüğünde amaç maddesi, 'tüketici sorunları ve bunların kullanıldığı mal ve hizmetlerle ilgili bilimsel araştırmalar yapmak' şeklinde tanımlanmıştır. Tüketici Araştırmaları Örgütü, aynı zamanda, tüketicinin satın aldığı mallan, test etmek amacıyla kurulan ilk kuruluştur". 1930larda ise, büyük ekonomik bunalımın doğurduğu huzursuzluklar yaşanmış ve bu huzursuzlukların sonucu olarak da, bazı toplu tüketici ayaklanmalan yapılmıştır. Mesela isveç'e özgü bir kurum olan Tüketici Ombudsmanlığının, tüketicilerle ilgili başkaldırılan bunlardan birisidir.


1960'lara gelindiğinde, gelirler üzerindeki baskıların, yine tüketici hareketlenmelerine yol açtığı görülmektedir. Bu hareketlenmelerin en üst düzeye ulaştığı yıl ise 1966'dır. Bu yılda, tüketicilerin son derece üst sınıra ulaşan ayaklanmaları üzerine, devletler tarafından tüketiciyi koruyucu çalışmalar içerisine girilmiştir." Bu aşamalardan sonra tüketiciyi korumaya yönelik örgütlerin kurulma çabaları hızlanmış ve bu örgütlerin etkinlikleri giderek artış gösteren bir ivme kazanmıştır".

Tüketicinin Korunması Olgusunun Türkiye'deki Durumu Bizde, tüketicinin korunmasına yönelik örgütlenmelerin ilki, Ahi Birlikleri'nde görülmektedir. Türklerin Anadolu'ya yerleşmeleri ile birlikte, yerleşik hayatın getirdiği yeni ihtiyaçları karşılamaya matuf ve Bizans'tan kalma üretim birimleri ile müesseseler karşısında tutunabilmek ve güç olarak varlık gösterebilmek amacıyla kurulan Ahi Birlikleri, aynı zamanda üretici ahlakı ile tüketici haklarını koruyucu özellikte bir yapı geliştirmiştir. "Asya'dan gelme esnaf ve sanatkâr Türklerin, yerli tüccar ve sanatkarlar karşısında tutunabilmeleri, onlarla yaşayabilmeleri, ancak aralarında bir teşkilat kurarak, dayanışma sağlamaları, bu yolla iyi, sağlam ve standart mal yapıp satmalanyla mümkün olabilirdi". Selçuklu ve Osmanlı kaynaklan ile şer'iyye sicillerine bakıldığında, Ahi Birlikleri'nin X. ve XI. yüzyıllarda kurulan organize müesseselerden olduğu görülmektedir. Daha sonra gelişen ve genişleyen Ahi Birlikleri, el sanatları ve tezgahlarda yapılan üretim faaliyetlerini kontrol altına alarak, üretici ve tüketici ilişkisi içerisinde, adeta 'selfkontrol' sağlamış bir kurum olmuştur(8). Osmanlı İmparatorluğu döneminde, tüketicinin korunmasına ilişkin olarak, çeşitli tedbirler alınmıştır. Bu tedbirlerin içerisinde, çeşitli kanunlar, kararnameler, nizamnameler, tüzükler, yönetmelikler ve tebliğler vardır(9). İmparatorluk döneminde, pazarın denetiminde loncalar'ın hayli etkin olduğu görülmektedir. Her mesleğin dürüst uygulanmasını sağlamakla görevli

olan bu örgütler, mesleğin içinden seçilen kişiler tarafından yönetilmekte ve üretimin kalitesi ve fıatını denetleyerek, hatalı üretim yapılmasını engellemektedirler(10). XVII. yüzyıldan itibaren ise "... özellikle kadıların fetvaları ve pazar nizamnameleri aracılığı ile pazarı denetleme uygulamaları bulunmaktadır. Konulan kurallara uymayanlar için çeşitli cezalar sözkonusu olmaktadır(11). İmparatorluğun zayıf düşmesinden sonra bu sistemde de çözülmeler başlamış ve imparatorluğun bitişiyle birlikte tükenmiştir. Günümüz Türkiyesinde ise, tüketim ve tüketicinin korunmasına yönelik, son yıllara kadar kayda değer bir ilerleme yoktur. Tüketicinin korunmasına yönelik çalışmaların ilklerinin TSE ve Ticaret Bakanlığı bünyesindeki ilgili birimlerde yürütüldüğü görülmektedir. Ülkemizde tüketiciyle igili olarak ilk kez, 1929'da iktisadi buhranın olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak amacıyla, "Ticarette Tağşişin Men'i Kanunu" yürürlüğe konulmuştur. Günümüze kadar, tüketicinin korunmasına yönelik, çeşitli kanun ve tüzüklerle uygulamaya konulan önlemler şunlardır: 1929 tarihli Ticarette Tağşişin Men'i Kanunu"; 1931 tarih ve 1782 sayılı "Ölçü ve Ayarlar Kanunu"; 1930 tarih ve 1593 sayılı, "Hıfsıssıhha Kanunu"; 1936 tarih ve 3003 sayılı, "Sınai Mamullerin Maliyet ve Satış Fiatlarının Kontrolü ve Tesbiti Kanunu"; 1952 tarihli, "Gıda Maddeleri Tüzüğü"; 1930 tarih ve 1580 sayılı, "Belediyeler Kanunu"; 1960 tarih ve 132 sayılı "Standartlar Kanunu"; 1960 tarih ve 88 sayılı "Toptancı Haller Kanunu"; 1965 tarih ve 551 sayılı "Markalar Kanunu"; 1953 tarih ve 3003 sayılı "Eczacılar ve Eczaneler Kanunu"; 1965 tarih ve 632 sayılı "Tanıtmalık ile Satış Kanunu"; 1982 tarih ve 172 sayılı "Tüketicinin Korunması Kanunu". Türkiye'de tüketicinin korunması olgusunun gündeme gelmesi, ancak, 1970 yılında Sanayi Bakanlığı'nın "Tüketici Sorunları Semineri" düzenlemesiyle olmuştur. Seminerin sonucu olarak, Sanayi Bakanlığı bünyesinde bir Tüketici Sorunları Dairesi1 kurulmuşsa da, bu girişim 1974'te bütçe darlığı gerekçesiyle sona erdirilmiştir. Daha sonra tüketicinin korunması sorunu, 1982 Anayasası'nda yer almıştır. Tüketicinin korunmasına yönelik bu maddede "Devlet tüketiciyi koruyucu ve aydınlatıcı tedbirler alır.


Tüketicilerin kendilerini koruyucu girişimlerini teşvik eder" denilmektedir. Bu kanun maddesi hükümlerinin ışığında 1982'den sonra "Tüketicileri Koruma Derneği" kurulmuştur. 1986'da ise gazetecilerden ve ev hanımlarından oluşan bir grup "Tüm Tüketicileri Koruma Derneği"ni kurmuşlardır. Görüldüğü gibi, 1982 Anayasası'nda yer alan ilgili kanun maddelerinin sonucu olarak tüketicilerin korunmaları yönünde yol alınmıştır. Nitekim, 1982 Anayasası'nın "Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler" başlığını taşıyan bölümde "...ilk olarak üzerinde durulan konu: Ailenin korunmasıdır. Aile, tüketici bireylerden oluşan ilk ve en küçük birim olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüketim dediğimiz insanî ve ekonomik olayın, büyük bir bölümü bu küçücük topluluk içerisinde gerçekleşmektedir. Bu sebeple tüketicinin korunması ile ailenin korunması aynı anlama gelmektedir"(12). Yine aynı anayasanın 41. maddesinde, "Aile, Türk toplumunun temelidir. Devlet ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocuklarının korunması (...). için gerekli tedbirleri alır" hükmüne yer verilmektedir.

Bir tüketim Objesi Olan Ailenin Tüketici Fonksiyonu ve Meydana Gelen Değişmeler Bütün toplumlar için tüketim, temel bir olgudur. Toplumda, en küçüğünden en büyüğüne kadar hemen herkes, birer tüketim obje durumundadırlar. Toplumun en küçük birimi olan aile de, tüketim olgusunu doğrudan yaşayan, tüketim harcamalarını tayin eden ve tamamen tüketici durumunda olan objedir. "Bir tüketim birimi olarak ailenin çeşitli ihtiyaçlarını karşılayacak mallar için yapılan tüketim harcamalan, -iktisat bilimin ortaya koymuş olduğu üzere- gelir ve fiatlar ile sınırlandırılmıştır. Bir başka ifade ile tüketici, kısa dönemde değişmez kabul edilen geliri ve serbest rekabet düzeni içerisinde malların alıcısı olarak fiatları etkiliyememesi nedeniyle, fiatları veri olarak kabul etmek zorundadır. Bu yüzden tüketici, yalnız seviyesine değil, aynı zamandasatın alacağı malların fiatlarını da gözönünde tutarak, tüketim harcamalarını tayin edecektir"(13). Üretimin temel örgüt birimi şirket olduğu gibi,

tüketimde de, temel örgüt birimi ailedir. Ülke genelinde düşünülecek olursa, bir ülkedeki iki tüketici grubundan biri aile, diğeri ise ordu, yatılı okul, hastane, cezaevi gibi tüketici gruplarıdır. Bir ülkede üretilen mal ve hizmetlerin % 80'i aileler, kalan % 20'si ise diğer gruplar tarafından tüketilmektedir(14). Değişme süreci içerisinde meydana gelen değişmelere paralel olarak, tüketimin temel objesi olan ailenin yapmış olduğu tüketim şeklinde ve tüketim eğilimlerinde de değişmeler olmuştur. Örneğin, hızlı şehirleşme, apartman hayatı, radyo, televizyon gibi imkan ve haberleşme araçlarının; ailenin barınmış olduğu konutunun içine daha çok girmesiyle birlikte, ailenin tüketim eğilimlerinde ve beğenilerinde de değişmeler meydana gelmiştir. Bunlara bağlı olarak, ailenin tüketeceği mamullere yönelik üretim etkinliklerinde de değişiklikler kendini göstermiştir. Bu minvalden olmak üzere, "Evvelce aile tarafından yapılan bazı hizmetler, geniş ölçüde gıda imalatçıları ve diğerlerine intikal etmiştir. Böylece aile, daha bağımlı bir tüketim ünitesi olmuş ve üreticilerin etkisi altına girmiştir. Üretim örgütleri ihtisaslaşma yolunda ilerlerken, tüketim üniteleri geçmiş örneklerinden daha bilgisiz ve daha etkin duruma düşmüştür"(15).

Bir Tüketim Objesi Olarak Aile ve Çevre İlişkisi Toplumun çekirdeğini meydana getiren aile, aynı zamanda, içerisinde bulunduğu çevrenin de merkezini oluşturmaktadır. Bu sebeple, tüketim süreci içerisindeki aileyi, tüketimi gerçekleştirme eylemi esnasında, bir dizi sorumluluklar beklemektedir. Çünkü; aileler tüketici olarak çevrelerine bağımlılık arzetmektedirler. Çevre, yeterli ve sağlığa uygun besin, su ve enerjiyi sağlamalıdır ki, hayatiyetini sürdürebilsin. Örneğin, "şehir hayatında, deterjanların gereğinden fazla, kır hayatında suni gübrenin bilinçsizce kullanılması, toprak ve su kalitesini bozduğundan bireyin orta ve uzun vadede daha büyük bir boyutlarda ihtiyaç duyacağı, kendisi için şart olan yeterli besin üretimini ve temiz suyun teminini zorlaştırmaktadır. Ayrıca bu zararlı etkilerin giderilmesi için yapılacak tüm arıtma-ıslah harcamaları da açık olarak kaynak israfına yol açmaktadır''(16).


Aile içerisinde üyeler arasında alınan kararlar, aynı zamanda, aile üyelerinin birer tüketici olarak içinde bulundukları toplumu ve bu toplumun tüketim eğilimlerini de belirlemektedir. "Aileler hergün aldıkları kararlarla, aile ünitesini ya da üyelerini ferdi olarak tatmin etme amacını güderler. Bu seçimler, doğrudan aileyi çevreleyen fizikî ve sosyal çevreye iletilir. Ailenin özel kararlan, toplumla ilgili kararlarda da etkili olur. Örneğin, ailelerin sahip olacakları çocuk sayısı, mal ve hizmet seçimleri, kullandıkları oy ile toplumu şekillendirirler. Aile hangi dergi ve gazetenin alınacağına, hangi radyo ve televizyon programının izleneceğine karar vererek, eve giren bilginin türünü belirler(17).

Bir Tüketim Objesi Olarak Aile ve Tüketicinin Korunması Tüketicinin korunmasını öz olarak, "tüketicilerin güçlerini artırmaya yönelik bir sosyal hareket"(18) olarak tanımlamak mümkündür. Tanımda işaret edilmek istenilen obje, tüketilenlerin tüketilmesinde güçlerini biraraya getirerek, sosyal hareket içerisinde bulunacak olan ailelerdir. Nitekim, tüketici durumda olan iki objeden biri (Tüketimin % 80'ini aileler, kalanını ise diğer toplu tüketim yerleri gerçekleştirmektedir.) her zaman tüketici durumunda olan aileler olmaktadır. Üretim ve üretilenin tüketiciye sunulması sonucu meydana gelecek olumsuzluklarda ise ilk etkilenecek olanlar da yine ailelerdir. Bu sebeple, tüketicinin korunmasında, birincil tüketici olan ailelerin korunması, günümüzün ağır ekonomik şartlarında aciliyet arzetmektedir. Tüketicinin korunması girişiminin temelinde yer alan sebepleri şu şekilde sıralamak mümkündür (19),

1. Yanıltıcı reklamların giderek artması ve tü keticilerin büyük ölçüde bunun farkına varmaları, 2. Sosyal konuların, özellikle çevre kirliliğinin, giderek hissedilir hale gelmesi, 3. Bazı işletme ve ticarethanelerin sadece kâr etmek güdüsüyle davranmaları, sosyal çıkarları ikin ci plana bırakmaları, 4. Tüketicilerin pazar şartlan ve firmalarla ilgi li olarak, yetersiz bilgiye sahip olmaları,

5. Gelişen teknolojiye paralel olarak üretilen ürünlerin, daha komple bilgi ve detaylı inceleme ge rektirmeleri, 6. Tüketici ve tüketicinin korunmasına yönelik düşüncelerin ön plana çıkması, 7. Tüketici çıkarlarını korumak amacıyla ilgili kişilerin teşkilatlanma yoluna gitmeleri, 8. Devletin ve diğer kamu kurum ve kuruluşla rının tüketicinin korunması yönünde teşkilatlanmaya gitmeleri, 9. Tüketicilerin üzerindeki enflasyonist baskı nın artması ve tüketicinin tüketim alanında gitgide bilinçlenmesi. Ekonomik faaliyetlerin önde gelen amaçlarından biri de, sınırlılık arzeden mevcut kaynakların, rasyonel bir şekilde kullanılması ve bu yolla tüketicilerin sınırsızlık arzeden tüketim ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Tüketimin birer objesi olan aileler, kendi ihtiyaçlarının karşılanması ile ilgili olan faliyetlerde, kendilerine sunulan çeşitli mal ve hizmet karşısında, tamamen ailelerinin iradelerine bağlı olarak, yapmış oldukları tercihlerle etkili olmaktadırlar. Birer tüketici olan aileler; "... günümüzde çeşitli siyasi ve ekonomik sistemler içerisinde, üretici ve araçların bilgi noksanlıklarından veya kaliteli mal sunamamalarından ve de en önemli olarak, aldatıcı ve yanıltıcı reklamlardan kaynaklanan zorluklarla karşılaşmakta ve bu durumdan önemli derecede zarar görmektedir"(20). Öyleyse, bir tüketim objesi olan ailenin, tüketici olarak korunması yönünde çalışmalarda bulunulmamasının önemli olumsuzlukları bulunmaktadır. Ülkesi, rejimi ve ekonomik durumu hangi düzeyde ve yerde olursa olsun, her aile tüketmek zorundadır. Ailelerin hayatlarını sürdürebilmelerinde önde gelen ve hayatî rolü oynayan etmen, tüketimdir. Kaynakların kıtlığı ya da bolluğu, fakirlik ya da zenginlik olguları dahilinde, nihayetinde tüketici olan aile ve onun fertleri, güçleri ve imkânları oranında, tüketim tercihleri yaparak, tüketim etkinliğinde bulunmak durumundadır(21) Her halükârda tüketim eğiliminde bulunan ailelerin, tüketimi gerçekleştirirken korunur olmalarının önemi her ülke için, acillik arzedici niteliktedir. Ni-


tekim, "Kapitalist sistemde tüketici daha geniş bir kültüre ve seçme hürriyetine sahip bulunmaktadır. Sosyalist blok ülkelerinde, kaynakların kontrollü kullanılması ve tüketimin dar ve planlı olarak yönlendirilmesi, tercih ve seçim unsurunu önemli ölçüde ortadan kaldırmıştır"(22). Türkiye'nin yaşadığı ekonomik sistemde ise tüketici konumunda olan ailelerin korunmasına yönelik çalışmaların yavaş ilerleyişi, aileleri güç duruma sokabilmektedir. Bunun yanında, "Sosyal ve ekonomik gelişme, toplumda refahı birlikte getirmekle birlikte, refahın sınırlı olması, önemli bir tatminsizlik ve bunalımı da ortaya çıkarmaktadır. Doyumsuz olan insan, bolluk ve refahın içerisinde, daha büyük ve değişik arayışlara yönelmekte, ruhi bunalımlara düşmektedir"(23) Tüketici konumunda olan ailelerin, birer tüketici olarak korunmalarının temelinde, şu sorunlar yatmaktadır: "Piyasaya arzedilen her türlü malın kalitesi ve ihtiyaca cevap verme özelliği hemen kolay anlaşılır bir durum değildir. Diğer yandan, yeni teknik ve teknolojilerin gelişimi, reklam olayının tesiri ile malların değişik biçim ve görünümlerde ve de olduklarından çok farklı takdim edilmeleri, tüketiciyi büyük ölçüde yanıltmaktadır. Serbest rekabet sisteminin doğmasından kaynaklanan ve sadece "kâr' unsurunun tek gaye olarak hedeflendiği sistemlerde tüketicinin yanıltılması, aldatılması daima gündemde olagelmiştir. Özellik arzeden husus, insan sağlığı ile doğrudan ilgili mal üretimlerinde dahi kasıtlı, ya da ihmal ve hatadan doğan yanlışlıkların mevcudiyetidir. Kanserojen maddeler ile petrol türevlerinden üretilen malların insan sağlığına zararları, plastik

maddelerin olumsuz etkileri ile son zamanlarda dünya çevresindeki ozon tabakasının incelmesine sebep olan sorumsuz ve tehlikeli üretimlerin bir yerde mutlaka önlenmesi, dizginlenmesi gerekmektedir"(24). İşte bu yönlerden dolayı, oldukça güçsüz ve zayıf durumda bulunan ve tüketim konusunda bilgisiz olan ailelerin, belli oranlarda da olsa güçlendirilmesi, bilinçlendirilmesi ve korunması gerekmektedir. Aileler belli tüketim eylemlerini gerçekleştirirlerken korunmakla birlikte, bir çoğunda da mevcut olumsuz şartlardan dolayı korunamamaktadırlar. "Elektrik, su, hava gazı, telefon gibi mal ve hizmetlerin devlet tekelinde olması, tüketici için bir güvence olmasına karşın, piyasada bir tekel olarak üretilen diğer mallara karşı tüketici (aile) savunmasızdır"(25) Reklam konusu da, ailelerin tüketimde bulunmalarında önemli bir mekanizmadır. Nitekim, "Eğer tüketici bilinçli ise, reklamlar da denetim altında ise reklamın sakıncalı değil, alternatif mal ve hizmeti tanıyabilmesi bakımından tüketicinin korunmasında etkili olacağı düşünülebilir".

Bir Tüketim Objesi Olarak Ailenin Ortalama Gelir, Ortalama Tüketim ve Tüketim Eğiliminin Dağılımı Ülkemizde hane halkı büyüklükleri doğal olarak, bölgeye, şehir ve şehir dışı alanlara göre değişiklikler göstermektedir. Bu duruma paralel olarak, gelir, tüketim, tasarruf miktarlarında da farklılıklar olmaktadır.

Tablo 1: Hanehalkının yıllık ortalama gelir, ortalama tüketim ve tüketim eğiliminin hanehalkı büyüklüklerine göre dağılımı Ortalama Gelir

Hanehalkı Büyüklüğü

Türkiye Toplam

Kent

3.680.544 4.146.756

Ortalama Tüketim

Kır

Türkiye

Kent

3.164.412

2.886.782

3.575.352

Kaynak : DÎE, 1987 Tüketim Harcamaları

Tüketim Eğilimi

Kır

Türkiy e

2.124.504 78.43

Tasarruf Eğilimi

Kent

Kır

Türkiy e

Kent

Kır

86.22

67.14

21.57

13.78

32.86


Tablo l'de görüldüğü gibi, Türkiye'de genel olarak hanehalkı ortalama gelir seviyesi miktarı 3680,544 TL'dır. Buna karşılık, hanehalkı ortalama tüketimi 2886.78 TL olup, tüketim eğilimi % 78,43 tasarruf eğilimi ise % 21,57'dir. Bu rakamlar, şehir yerleşim birimlerinde, ortalama gelirin 4.146.756 TL., ortalama tüketimin 3.575.352 TL., tüketim eğiliminin % 86.22 ve tasarruf eğiliminin de % 13.78 olduğunu göstermektedir. Kır kesiminde durum ise daha farklıdır. Ortalama gelir 3.164.412 TL., ortalama tüketim 2.124.504 TL iken, tüketim eğilimi % 67.14 olup, tasarruf eğilimi % 32.86'dır. Açıklanan verilerden de anlaşılacağı gibi, şehirde yaşayan ailelerin gelir miktarlarının yüksek olmasına karşılık, tasarruf eğilimleri daha düşük düzeyde kalmaktadır. Çünkü, şehirli ailenin tüketim eğilimleri ve tüketim harcamaları yüksek seviyededir. Kır kesiminde ise şehrin aksine birdurum söz-

sarruf eğilimi olarak ise Türkiye ortalamasının üzerindedir.

Hanehalkının gelir, Tüketim ve Tasarruf Yüzdelerinin Bölgelere Göre Dağılımı Türkiye'nin bölgeleri itibariyle, ailelerin tüketim, tasarruf ve elde ettikleri gelir yüzdeleri, ülkemizin sosyal haritası bakımından oldukça önemlidir. Tablo 2'deki ailelerin tüketim ve tasarruf yüzdelerinin bölgelere göre dağılımına bakıldığında, Marmara ve Ege bölgelerinin, Türkiye'nin toplam hanehalkı sayısının en yoğun bölgeleri olduğu ve bu bölgelerin, Türkiye'nin toplam gelirinin % 44.99'unu elde ettiği görülmektedir. Bu bölgeler tüketimde (% 48.14) ve tasarrufta da (% 33.56) en büyük yüzdeyi oluşturmaktadırlar. Marmara ve Ege bölgelerinden sonra, toplam hanehalkı büyüklüğü ikinci sıra yüksek olan bölge

Tablo 2 : Hanehalkı gelir, tüketim ve tasarruf yüzdelerinin bölgelere göre dağılımı Bölgeler

Hanehalkı

Gelir

Tüketim

Tasarruf

1. Bölge Marmara - Ege 2. Bölge Akdeniz 3. Bölge İç Anadolu 4. Bölge Karadeniz 5. Bölge Doğu-Güneydoğu

36.96 13.44 24.27 10.60 14.72

44.99 10.66 21.57 8.92 13.91

48.14 10.29 20.54 8.78 12.25

33.56 11.98 25.06 9.43 19.97

Toplam

100.00

100.00

100.00

100.00

Kaynak: DİE, 1987 Gelir Dağılımı

konusudur. Ortalama gelir miktarları, şehirli hane halkına göre daha düşük, tüketim eğilimleri daha aşağı, ortalama tüketim harcamaları daha az ve fakat tasarruf eğilimleri daha yüksektir. Şehir ailesi tüketim eğilimi bakımından, Türkiye ortalamasının epeyce üstünde, tasarruf eğilimi olarak ise Türkiye ortalamasının altındadır. Dolayısıyla, gelirden harcamaya ayrılan bölüm artmaktadır. Kır kesiminde ise ailelerin tüketim eğilimleri Türkiye ortalamasının altındadır. Buna karşılık ta-

(% 24.27) Içanadolu bölgesidir. Içanadolu bölgesinin geliri, toplam gelir içerisinde % 21.57, tüketimi % 20,54, tasarrufu ise % 25.06'dır. Bölgeler içerisinde hanehalkı büyüklüğünün en düşük olduğu yer (% 10.60) Karadeniz bölgesidir. Karadeniz bölgesi hanehalkı büyüklüğünün yüzdesine paralel olarak, gelir düzeyinde (% 8.92), tüketim düzeyinde (% 8.78) ve tasarruf düzeyinde de (% 9.43) gerilerde kalmaktadır. Bu tablodan çıkarılacak bir diğer sonuç ise,


Türkiye'nin nüfus potansiyelinin yoğun olduğu bölgelerin, % 50.40 ile Marmara, Ege ve Akdeniz Bölgeleri olduğu, toplam gelirin % 55.65'inin bu bölge-

lere kaydığı, tüketimin % 58.43 ile bu bölgelerde gerçekleştiği ve tasarruflarında % 45.54 oranında bu bölgelerde gerçekleştiğidir,

DİPNOTLAR

(1) (2)

(3) (4) (5) (6) (7) (8) (9) (10) (11) (12) (13)

AKYÜZ, Müfik, ERTEL, Nesrin, Ansiklopedik Eko nomi Sözlüğü, Dünya Yayınları, İstanbul, 1990, S. 368. YENER, Müberra: "Ülkemizde Tüketicinin Sorunmasının Gereği Önemi ve Bu Konuda Ev Ekono mistlerinin Yerinin Belirlenmesinde Öneriler", Ev Ekonomisi Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 1 Ocak 1986 YENER, Er gün, "Verimlilik Kalite Güvenliği ve Tü keticinin Korunması", Standart Dergisi - Özel Sa yı-, S. 72. Y. a. g. m., S. 72 A. g. m., S. 72 A. g. m., S. 72 ÇAĞATAY, Neşet, Bir Türk Kurumu Olarak Ahilik, A. Ü. İlahiyat Fak. Yayını, 1974 EKİNCİ Yusuf, Ahilik ye Meslek Eğitim, MEB. Yay., İstanbul, 1989, GÜLLÜLÜ, Sebahattin, Ahi Birlikleri, Ötüken Yayınları, İstanbul. GÜNER, Ahmet, 'Tüketicinin Korunması, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Uygulamaları", Standart Der gisi-Özel Sayı-S. 48 YENER, Er gün, Verimlilik Kalite Güvenliği ve Tü keticinin Korunması, S. 72. Y.a.g.m.,S.72 ATASOY, Ömer Adil, "Tüketicinin Korunmasının Hukuki Yönü", Standart Dergisi, Temmuz 1988, S. 11 EKE, Beğlü; Yaşama Tarzı ile Gelir Seviyesi Ara-

(14) (15) (16)

(17)

(18) (19) (20) (21) (22) (23) (24) (25) (26)

sındaki İlişki, 1. Ü. Sosyal Bilimler Ens. (Basılmamış Dok. Tezi) AYDİN, Mehmet, Tüketici Günlüğü ve Standartlaş tırma, Gonca Matbaası, Ankara, 1972, S. 88. Y. a.g.e., S. 88. MELSON G. F., Family and Environment An Ecosystem Perspective, Burgess Publishing Çompany 7108 Ohms Lanc Mihnoarosis; BAYRAKTAR Meltem, "Aile ve Çevre" Standart Dergisi, Türk Standartları Enstitüsü Yayını. PAOLUCCİ, B. Hal, OXİN, O. A., Family Desicion Making: An Ecssytem Aproach Wiley and Sons Inc.; BAYRAKTAR Meltem, "Aile ve Çevre" Standart Dergisi, Türk Standartları Enstitüsü Yayını. AKDOĞAN Şükrü, "Tüketicinn Korunmasında ve Standartisyonda Devlet Üretici Tüketici İlişkisi Standart D. S. 20. Y.a.g.m.,S.2O. GÜNGÖR, Yener, "Tüketicinin Korunması ve Tür kiye Odalar ve Borsalar Birliğinin Uygulamaları", Standart Dergisi. -Özel Sayı- 1990, Sayfa: 28. Y.a.g.m.,S.28. A. g. m. S. 29 A. g. m., S. 29. A. g. m., S. 29 ÜNVER Özkan, "Tüketicinin Korunması ve Stan dartlaştırma", Standart Dergisi, S. 98. Y.a.g.m.,S.98.


Aile ve Boş Zaman

Joffre DUMAZEDİER Çev : Eriman TOPBAŞ*

Aile Hayatına Boş Zamanın Bazı Tesirleri

V

eblen (1899)'den beri, çok sayıda toplumbilimci boş zamanın meslekî meşguliyetler ve umumî olarak iş ile olan münasebetlerini enine boyuna incelemiştir. Fakat boş zamanın ev işleri ve umumî olarak aile hayatı ile olan münasebetleri henüz ortaya konmamıştır. Ev içi işlerin ve aile içi vazifelerin çalışmadan arta kalan zaman içindeki vaziyeti boş zamanlara göre henüz yeterince bilinmiyor. "Üç sekiz"(1) semasıda (8 saat iş, 8 saat uyku, 8 saat boş zaman), herşey sanki ev işleri yokmuş gibi ceryan ediyor. Bu hususta şaşırmamak elde değil, zira aile içi işler üzerindeki yeni çalışmalara göre anılan meşguliyetler bir ülkenin iş hayatında önemli bir zaman dilimini ortaya koyuyorlar. 1947'de evli hanımların zaman-bütçeleri hakkında yapılmş bir ankete göre{2), 1946'da Fransız nüfusun tamamından istenen 105 milyar saatlik çalışmanın 45 milyar saatlik kısmını ev işleri, 43 milyar saatlik kısmını da meslekî çalışma teşkil ediyor(3) Bu neticeler, 10 yıllık bir aradan sonra aynı enstitü (Millî Nüfus Çalışmaları Enstitüsü) tarafından yapılan bir başka anketle doğrulanıyor. 1958'de, şehirde çocuksuz ailelerde ev işlerine ayrılan süre haftada kırk iki buçuk saat, ek çocuklu

Bolu Eğitim Yüksek Okulu

ailelerde bu süre 66, iki çocuklularda 78 ve üç çocuklularda 83 saate yükseliyor. Bu miktarlara evdeki diğer kişilerin evin hanımına yaptıkları yardımlar da dahildir(2). Bu şartlar çerçevesinde ailede boş zaman nasıl ortaya çıkar? Bu gerçek, yeni meselelerin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Aile hakkında geleneksel teorilere mahkum bir sosyoloji ise bu meseleleri hem iyi ortaya koyamıyor hem de iyi tahlil edemiyor. Goode'un sociology today'de belirttiği gibi, eski bir kelime olan "aile" kelimesi bünyesinde saklanan bu gerçeği yakalamak için yeni hipotezlere ihtiyaç vardır (4) . Bununla birlikte, ailenin fonksiyonları hakkında Ogburn'un(5) klasikleşmiş tahlillerini yeniden ele alan JJ. Stoezel, bazı görünüşlere rağmen ailenin "dinlendirme fonksiyonu'nun geniş anlamlı olduğunu altını çizerek belirtiyor. Anılan fonksiyon, faaliyetler, vazifeler ve ailevî değerler sisteminin tamamını değiştirmeye doğru yöneliyor(6). Ailedeki harcama kalemleri arasında "boş zaman kalemi" (yaz tatili dahil), toplam masrafı, bütçenin diğer kalemlerinden de kısıntıya yol açarak, çok hızlı bir şekilde artıran tek bütçe kalemidir(7)


Bir Annenin Zaman - Bütçesinde İş, Boş Zaman ve Yarı - Boş Zamanı Ailenin muhtelif üyeleri, ev işleriyle birlikte boş zamanlan için de belli bir zaman ayırırlar. Bu zaman nasıl bir zamandır? Hesaplamalarımıza göre, şehirde çalışan bir işçinin her hafta kendi boş zamanlarına ayırdığı süre 20 ila 30 saat arasında değişmektedir. Bu süre işçinin esas veya ilave işinden, ev içi veya toplumsal faaliyetlerinden arta kalan zamandır. 1958'de, I. N. E. D. (Millî Nüfus İnceleme Enstitüsü)'nün verilerine göre, çocuksuz bir ev hanımının ortalama günlük boş zamanı dört saattir Diğer kesimlerdeki bütün hanımlar için (herhangi bir işte çalışan, çocuklu, ev hanımı) günlük boş zaman süresi ortalama iki saat on dakikayı geçmemektedir. Bu süre, hem çalışan hem de bir, iki veya üç çocuklu hanımlar için daha da azalıyor. Zaman birimi olarak hafta alınırsa ve bu değişmeler hesaba katılır ise, evli bir hanımın boş zamanı haftada 14-21 saat civarında olacaktır. Bu anketler bazı yorumları da beraberinde getiriyorlar. Boş olmanın, özellikle de evdeki hanımlarınkinin değerlendirilmesi ailevî zaruretlerin yapısından ileri gelen kendine has güçlüklerle karşı karşıya kalır. Bu güçlükler, eğer zaman-bütçesi hakkında soruşturma yapanları engelleyemezler ise, çoğu zaman belirsiz sınıflandırma kıstaslarından kaynaklanırlar. Evdeki çalışma, niteliği.çok değişik olabilen sayısız faaliyetler halinde dallanıp budaklanır: Meselâ dikiş dikme, örgü işleri, tamirat, bahçe işleri v.s. gibi. Yukarıda belirttiğimiz ankette, bu faaliyetler sistemli bir biçimde evdeki çalışma hanesine kaydedilmişlerdir. Oysa, bu faaliyetler her zaman bir gerekliliğe tekabül etmezler, çoğu zaman keyfi olarak tamamlanırlar ve kişiler bunları rahatlatıcı faaliyetler türünden kabul ederler. Bu yan-zarurî faaliyetleri biz "yarı-boş zaman" diye isimlendiriyoruz. Anılan faaliyetler, ev hanımlarının günlük hayatında oldukça geniş biı yer tutarlar. Bunlar yemek yapmak, bulaşık yıkamak gibi zarurî meşguliyetlerle aynı planda bulunmazlar. Hem vecibeler ve hem de boş zamanlar içinde değişik derecelerde bulunurlar. Matematik ifadeyle söylenecek olursa, anılan faaliyetler iki bütünün kesiştiği yerde ortaya çıkarlar. Bu durumda, zaman-bütçesi anketlerinde, muhtelif meşgu-

102 - AİLE VE TOPLUM / HAZİRAN 1991

liyetlerin zorlayıcı dereceleri ve bunların boş zamanlarla çakışma derecelerini ayırtetmek isabetli olacaktır, işte böylece, yarı-boş zamana ait ara bir bölge ortaya çıkacaktır. Anılan bölgenin genişliği muhtemelen boş zaman denilen bölge kadar ve hatta daha da fazla olabilir. Bu aynımın yokluğu "çalışma" zamanına fazla değer biçmeye sebep oluyor. Evli hanımların boş zamanı tetkik edildiğinde, karşılaşılan ikinci güçlük zamanın niteliği ile ilgilidir. J. Fourastie'nin belirttiği gibi, ev işlerinin ilmî olarak tetkiki henüz bakir bir alan olarak kalmaya devam ediyoı(8). Böyle bir eksiklik ailedeki boş zaman meselesini anlamamızı sınırlandırıyor. Bizim için, ev işlerini oluşturan çerçeve olmadan, boş zamanın evdeki ve ailevî faaliyetler örgüsündeki yerini bilebilmek hakikaten çok zordur. iş zamanı ile evdeki çalışma zamanı arasında birbiriyle mukayese edilemeyen farklılıklar mevcuttur. Hiçbir durumda, bunlan anlamamız mümkün olmayacaktır. Birincisi pratik olarak engellenemez/ Her işin süresi her ferdin ritmine göre ayarlanmıştır. Yapılan iş ile icra zamanı arasında doğrudan bir münasebet vardır. Ev işleri hakkında böyle söylenemez. Ev işlerinin yapılma süresi hiç bir denetime tabii değildir. Ev işlerine ayrılan zaman oldukça esnektir, İlgilinin tavrına, zevkine ve kaprisine göre uzayabilir, kısalabilir. Yalnızlık veya komşuluk çerçevesinde yaşanmış ölü zamanların çok değişik anlamlar kazandığı büyük alışkanlık vasıtasıyla kendisini belirler; geleneksel zenaatin kararsız zamanını hatırlatır. Evdeki çalışma günü Naville'in "gözenekli gün"(9) diye adlandırdığı gün ile aynı türdendir. Anılan gün eğlence mönülerinden yapılmıştır. Pratik olarak "güzenekli gün"ün sınırları belli değildir, boş zaman faaliyetleri biçimsiz ve kararsız olarak bu zaman çerçevesinde yer alırlar. Bu durumda acaba boş zaman için teorik olarak çoğu zaman gün içinde parçalanmış ve dağılmış bu ölü zamanların bir araya getirilmesiyle elde edilen süre denebilir mi? Son olarak, boş zamanın süresinin ev işinin kendisine kazandırdığı değere göre basitten karmaşığa doğru çeşitlenebildiğim de belirtmek gerekir. Bazıları için, bu devamlı bir fetihtir. Fakat o zamanda ev işi değişiyor. "Kendine ait zaman"a sahip olmayı arzu eden bir hanım işlerini normâlleştirir ve kayıp


zamanı azaltan akılcı bir çalışma düzeni kurar. Böylece maddi meşguliyetler üzerinden zaman kazanır. Zaman çizelgesi bu durumda yeni değerlerin, iş ve boş zaman münasebetleriyle ilgili bir başka kavramın rehberlik ettikleri bir tercih vasıtasıyla belirlenir. Böylece görüyoruz ki, boş zaman kronografik usullerle değelendirilmesini güçleştiren zamana ait yaşanan pratiklerle belirlenir.

Hayat Tarzının Modernleşmesi ve Ev İşinin Azaltılması J. Fourastie'ye göre, Amerikalı bir ev hanımı ev işlerine günde ortalama bir buçuk saat ayırıyor(10) Aynı işler için bir Fransız hanım beş saat harcıyor. Niçin bu kadar fark? Muhtemeldir ki, bu fark yalnızca ev donanımının mekanikleşme seviyesindeki farktan ileri gelmiyor. Ev işinin azalması ve boş zamanın çoğalması, sanayileşmiş ve şehirleşmiş ülkelerin tamamında hem maddi hem de manevî planda yaşama biçiminin bütün cephelerine yayılan bir yığın amilin modernleşmesinden kaynaklanıyor. Maddi ve ahlaki direnmelere rağmen, modernleşme hareketi bütün ülkelerde ve bu ülkelerin bütün kesimlerinde yaygın hale gelmişlerdir. Bu yüzden yaklaşık onbeş yıldan beri Fransa kendisini şehirleşme dönüşümünün belirgin gayreti içine bıraktı. Sanayi ihtilali en ayrıcalıklı bölgelerde dahi ev işini değiştirmeye başlıyor. Üç yıl içinde (1954'den 1957'ye kadar) Paris'de ve bütün Fransa'da bundan önceki otuz yılda yapılanlardan daha çok bina yapılmıştır. Yıllardan beri hedeflenen rakama (yılda 300.000 yeni konut) bu sene ulaşıldı. Konut meseleleri hükümetin bugünkü toplumsal politikasında geniş bir yer işgal etmektedir. Mimarlar ve şehircilik uzmanları daha önceden yerleşme ve çevre düzenlemesi şartlarını azamî ölçülerde ortaya koymaya uğraşıyorlar. İlk defa Fransız sosyologlar fertlerin ve ailelerin konut hususundaki özlemlerini ve ihtiyaçlarını inceliyorlar(11) Toplumsal eylem, evleri kullananların hizmetine yeni hayat tarzına uyum sağlamalarında yardım eden personele de veriyor. Konutların fonksiyonel düzeni yorucu hareketleri azaltıyor. Sıcak su, sağlık aletleri, çöp kutusu müştemilatı en ağır angaryaları ortadan kaldırıyor. Zemi-

nin yeni örtüleri ve mobilyalar artık kısa yoldan bir düzenlemeyi gerektirmiyor. Ev donanımı makinalaştı. Teknik gelişmeden yararlananlar ev aletleri türlerine göre şehir ailelerinin henüz sadece beşte birini veya onda birini temsil ederken Amerika'dakiler yaklaşık yüzde seksenini temsil ederler. Fakat bir kaç yıldan beri ev aletleri harcamaları belirgin bir yükselme kaydetmektedir. 1957'de 1957'ye oranla 2.25 arttı ve fiyatları da yüzde sekiz çoğalttı1 Yeni ev aletlerini temin etmeye en elverişli toplumsal kesimler öncelikle yüksek kadrolulardır, fakat işçiler de ev aletlerini elde etmek hususunda büyük gayretler göstermeye başlıyorlar(7) Hakikaten, yeni bir evdeki müştemilat modern ev aletlerinin alınmasını tahrik ediyor. Çağdaş bir yapıda barınmaya aday olanlar, toplumsal durumları ne olursa olsun, harcama programlarının en başına elektronik ev aletleri alımını yerleştiriyorlar. Evdeki teknik gelişme, evinde ihsan çalıştıran hali vakti iyi sınıfların imtiyazı olarak kaldığından, başlangıçta ev kadrosunun yenilenmesi fikrine bağlıdır. Bugün, bu daha çok, kadını toplumsal muhitlerin tamamında ev işleri konusunda serbest bırakma endişesine tekabül eder. Üstelik büyük barınma kümelerindeki müştemilat ev işleriyle ilgili yeni müşterek ihtiyaçlar geliştirildi. Eski evde, ev hanımı her işi tek başına bir sanatkâr gibi yapıyordu. Bundan böyle, bazı angarya işler müştereken paylaşılmışlardır. Otomatik yıkayıcılar bazen müşterek kullanılmak üzere sitelere yerleştirilmişlerdir. Karo ve parke bakımıyla ilgili müşterek servisler kullananların emrine amadedirler. Çoğu zaman tertemiz zeminler bulmak çok daha kolaydır. Tüketim kooperatifleri aileye bağlanarak teşkilatlanıyorlar. Son olarak, şehirlerde en azından öğle yemeğini kantinde yemek mümkündür. (Annecy'de bin çocuktan beşte biri öğle yemeğini kantinde yiyor). Müşterek düzenleme, büyük güçlüklerine rağmen yaygınlaşmıştır. Chombart de Lauwe, yeni bir ankette, eğer insanların büyük bir çoğunluğu (üçte ikisi) komşuluk ilişkilerinin çoğalmasını istemez ise, bunların arasından yüzde altmışından fazlasının müşterek hizmetleri ısrarla isteyeceğini ve bu hususta müşterek temin etmeye hazır olacağını belirtiyor.


Bu uygulamalar ailevî fonksiyonun bazı transformasyonlarını getirebilirler. Ailenin muhtelif mensupları arasında işlerin en iyi paylaşımı, ev işinin daha sıkı bir şekilde düzenlenmesi ev işlerinde geçen zamanı da kısaltmaya katkıda bulunur. Bu işlerin paylaşımı A. B. D.'de Fransa'ya göre daha yaygındır. Fransa'da erkeğin ev işlerine katkısı çoğu zaman bulaşık ve büyük hizmetlerle sınırlanır. En kalabalık (ve çoğu zaman en ağır) işler hanıma kalır; evin düzeni, çamaşır, pazar, mutfak v.s. Fakat genç çiftlerde kocanın ev işlerine katkıda bulunma eğilimi daha yaşlı çiftlere göre daha güçlüdür. Son olarak, ailevî meşguliyetler ev işleriyle sınırlı kalmıyor. Annelik vazifesi çoğu zaman feci şekilde silip süpürücü maddi işler yekunudur. Hakikaten bu, kadının boş zamanındaki en ciddi engeli değil midir? Fakat bu engel azalmaya yüz tutuyor, ilk önce, yüz sene içinde, ailenin boyutu küçüldü. 1945'den beri, belirgin bir şekilde nüfusun artmasına rağmen, ailenin boyutu iki-üç arasında sabitleşmektedir(13). Çocukların eğitimi artık ailenin yegane gayesini teşkil etmiyor. Çiftler mutluluğa da hakları olduğunu beyan ediyorlar. Diğer taraftan, anne şefkati daha da basit hale geldi. Bu da modern hayatın avantajlarından nasibini alıyor. Artık bebek malzemeleri seri halde kolayca üretiliyor. Çocuk bakımı büyük ölçüde tekleşti. Eğitimleri ana okullarında ve çocuk yuvalarında sağlanıyor. Öyle görünüyor ki, bir annenin çocuklarına zorunlu olarak ayırmak mecburiyetinde olduğu zaman giderek azalıyor. Küçük yaşta çocuğu olan bir hanımın çalışması istisnaî bir durum arzetmiyor artık. Şu anda, Paris'te bu şartlarda 150.000 kadın mevcuttur. 3-5 yaş grubundaki çocukların % 60'ı günde 6 saat annesinden uzak ana okulunda kalmaktadır. Son olarak, çok sayıda kadın da çocukları okul çağma gelinceye kadar işi bırakmaktadır. Yaşa göre kadınların faaliyet oranları eğrisi 35 yaşa doğru bir çıkış göstermektedir. Bugün kreş ve ana okulları sayı itibariyle yetersiz olmalarına rağmen, umumiyetle yetişkin bir kadının fonksiyon olarak dörtte bir oranda yerini tutuyorlar. Küçük çocuklar haliyle ev hanımının zamanını azaltıyor, fakat çocuklar büyüdükten sonra bu defa

aynı ev hanımının boş zamanı erkeğe göre çok daha artıyor. Bu yüzden, teknik gelişmeler, ev işlerinin müşterekleşmesi ve ev içi düzenlemenin tesiriyle ev işleri azalırken, boş zaman imkânları da çoğalmaya yüz tutuyor.

Boş Zaman Fonksiyonlarının Aile Hayatıyla Bütünleşmesi Faydacı faaliyetlerin azalması ailede boş zamanlar vasıtasıyla elde edilen önemin kararlı kıstası olarak kabul edilebilir. Boş zamanlar günlük zaruretlere rağmen çoğu zaman kişilerin zaman çizelgesinde ortaya çıkarlar. Hakikatte, ailedeki boş zamana ait çağdaş olgu kendi temel gücünü değerlerin tekamülünde ve medeniyetin teknik kısmıyla bağlantılı aile yapılarının tekamülünde ve bunların toplumsal neticelerinde, geleneksel merasimlerin azalmasında, taşıma ve yayılma vasıtalarının gelişmesinde v.s. bulunur. Bir boş zaman ihtiyacı ortaya çıktı ve eğlence vasıtalarının gitgide artan bir oranda çoğalmasıyla gelişti. Bu aletlerin (radyo, televizyon, müzik seti v.s.) eve girmesiyle birlikte bu ihtiyaç aile içine yerleşti. Fransa'da, bazı şehir mimarları boş zaman ihtiyacının ev anlayışına getirme eğilimi gösterdiği felaketi tahmin etmişlerdi. 1945 tarihli kitabinde Le Corbusier tatmin edilecek ilk ihtiyaçlar sırasına "telafi etme" ihtiyacı ve "nitelenme" ihtiyacı dediği şeyi koyar. Bu önemli bir nokta olmasına rağmen, Le Corbusier eğlenme, ibadet, seyretme v.s. ihtiyaçlarını biraz çabuk bir şekilde ortadan kaldırmıştır. Kafayı dinleme arzusunun çeşitliliği bir konut bu ihtiyaçları ya tamamen ortadan kaldırmalı ya da hiç olmazsa azaltmalıdır. Anketlere göre, çağdaş medeniyetin bu ihtiyaçları esas itibariyle evde bir doyumsuzluğa yol açmıyorlar. D. Riesman çağdaş ailede cansıkıntısının arttığını ve hatta yerleştiğini ve bunun da anılan sıkıntıyı bertaraf edecek vasıtaların olağan üstü çeşitliliğinden çok daha çabuk olduğunu çok iyi belirtmiştik(15). Aynı şekilde "nitelenme" ihtiyacı Le Corbusier tarafından her şeyden önce ev dışı müşterek vasıtalarla bağlantılı olma şeklinde belirtilmiştir: Okullar,


dernekler, gruplar; bir düşünce doğru olmasına rağmen yetersizdir. Bu müesseseler hangi şartlarda gelişirler veya batarlar? Televizyonun vazifesi nedir? Boş zamanın gelişmesi, fonksiyonunu aşağı yukarı herkese uygun düşen vasıtalarla ev içinde de kendini göstermek eğilimindedir. Ev sosyologları boş zamanla ilgili bu mesele ile de karşılaştılar, işçi aileleriyle ilgili çalışmasında, Chombart de Lauwe dinlenme meselesini ele almıştır. O'nun sayesinde "dinlenme - ihtiyacı" iyice aydınlanmıştır. Buna rağmen, çağdaş ailede dinlenme ihtiyacının anlamı bu çalışma türünün ilave bir noktası olarak kalmıştır. Diğer meseleler çok daha iyi bir şekilde incelenmişlerdir: söz gelişi, hayat seviyesi düşük bazı ailelerde bu tip ihtiyaçların tatmin edilmesine karşı olan iktisadî ve toplumsal sınırlar meselesi. Chombart de Lauwe, bu ailelerde serbest ilgilerin bu ailelere mensup fertlerin şuurunda daima mevcut günlük sıkıntılarla karşılaştırıldığını açık seçik göstermiştir. "Sıkıntılar" "Serbest ilgi" ile ilgili çalışmayı engellediği vakit, burada boş zaman ihtiyacı her biçimiyle git gide dayanılmaz hal alır. Bilhassa genç ailelerde yeni tüketim ve davranış alışkanlıkları yaratır ve böylece aile ekonomisini ve aile kültürünün geleneksel dengesini tehdit eder. Her şeyden önce, telafi etme fonksiyonu modern ailede fazladan bir önem kazanmıştır. Dinlenme, annelerin çoğunun birinci özlemidir. Baba işten döndükten sonra, herşeyden evvel sükunet arıyor. Müşterek konutlarda en yaygın şikayet gürültüden kaynaklanıyor(11) Bunun için ailedeki her ferdin dinlenme ihtiyacı açık hava, yeşil alan ve sessiz muhit olarak ortaya çıkıyor. Günümüzde, anılan şartlar, her ferdin kendi dinlenmesi için bu hususta istemek mecburiyetinde kaldığı asgarî hayatiyetin bir kısmını oluşturma eğilimi göstermektedirler. Günümüzde bile, kişiler dinlenme ihtiyaçlarını eğlence içinde tatmin ediyorlar. Dedelerimizin devrinde aile eğlenceleri bayramlarla bağlantılıydı. Bunlar hemen hemen değişmeyen bir kurala göre düzenlenirdi. Tarihleri ise takvimlerle belirlenirdi. Daha önce de belirttiğimiz gibi eğlenme günümüzde günlük hale geldi. Cumartesi akşamı eğlenmek açısından ayrıcalıklı bir gecedir, fakat haftanın her gecesi şenlik vesilesi olabilir. Şehrimizde aile re-

islerinin yarısı haftada bir defa şehir dışına çıkar. % 52 oranında sinema aile için bir eğlencedir; bu hususta açık havada bir eğlence türüdür. Bunda, izciliğin, motorlu bisikletlerin ve otomobillerin çoğalması önemli rol oynamaktadır. 1957'de tatile çıkan yüz kişiden elli biri tercihen aileleriyle birlikte olmuştur (17) . Çoğu zaman genç çiftler harcamalarında ilk sırayı evden daha ziyade arabaya ayırıyorlar. Gençlik hakkında yapılan bir ankete göre(18), bilinci ihtiyaç tatil süresinin uzatılması, ikincisi şahsi bir araba sahibi olma, üçüncüsü eğlencelerin artırılmasıdır. Eğlence ihtiyacı genç ailelerin özlemlerini alt üst ediyor. Yeni buluşlar da bu ihtiyacı canlandırıyor. Eskiden kahveye ve eğlence yerlerine has faaliyetler, bugün evlere girmiş durumdadır. Ev içerisinde bir radyo çoğu zaman devamlı müzik ihtiyacı doğuruyor ve bu ihtiyacı tatmin ediyor. Televizyon, müzik seti v.s. bunu daha belirgin hale getiriyorlar. Annecy şehrinde oturan ailelerin % 20'sinde diskoteklerle karşılaştık. Genç işçiler ve öğrenciler bu sesli makinaları zaman zaman eve girdiriyorlar ve ev müsait olduğu vakit, muhtelif ortamlara göre, danslı, balolu küçük toplantılar tertipleniyor. Fakat evdeki eğlence faaliyetleri ve ve aileler arası ilişkiler konusunda en önemli ihtilâl seksiz şüphesiz televizyon tarafından gerçekleştirilmiştir. Fransa'da, televizyon karşısında ortalama iki veya üç kişi görülür. Televizyon, evdeki sinema, tiyatro, eğlence, sergi, tartışma veya röportaj demektir. Gördük ki, bütün toplumsal ortamlarda, televizyonla bağlantılı donanımların tamamı artan bir ritmle hızlanmaktadır. Bugün, televizyon seyircisi ortalaması aralıklı da olsa yaklaşık 16 saat televizyon karşısındadır. Bu da ev işlerinin programlara göre düzenlenmesi eğilimine sebep oluyor. Ev işlerinin süresi azalırken, faydalı tamirat zamanı da azalıyor. Aile eğlencesi yeni bir değer kazanabiliyor. Boş zaman kendisini sadece eğlence ile sınırlandırmıyor. Eskiden, haberleşme hemen hemen ebeveynlerle, komşu ve arkadaşlarla konuşmak suretiyle gerçekleşiyordu. Bu toplantılar hala devam ediyor. Anncey'de, şehir nüfusunun yaklaşık dörtte bilini meydana getiren kırsal kesim işçilerinde yaygın bir şekilde bunun devam ettirilmesi bizi şaşırttı. Annecy'li ailelerin yarısına yakını ayda bir defadan da-


ha fazla olmak üzere böyle toplantıları ve aile ziyaretlerini zevkle veya alışkanlıkla yapıyorlar. Fakat çağdaş aile boş zamanının gittikçe artan bir kısmını haberleşme vasıtalarıyla dışardan gelen haberleri dinleyerek dolduruyor. Zaten radyo haberleri özellikle müzik yayınından sonra veriyor.

levî, hem kişisel, hem faydalı, hem faydasız, hem konformist hem de yaratıcı fonksiyonları bünyesinde taşır hale geliyor. Bu yarı-boş zamanların aile içinde ferdin gelişmesine tesiri henüz pek açıklığa kavuşmamıştır. Bu tesir çoğu zaman sınırlı olmasına rağmen mevcut gibi görünüyor.

Günlük gazetede de aile reisinin yarım bir saatlik zamanını alması yönünden benzer bir öneme sahiptir.

Boş Zamanın Çağdaş Aile Yapısına ve işleyişine Tesiri

Kadınlar ve çocuklar da gazeteyi okurlar. Tefrikaların, kadın ve ev bölümlerinin tercihen okunması, hanımlarla ilgili yayınların nerdeyse tamamının bunlara yer vermesine yol açmıştır. Aile yalnızca bütün dünya ile ilgili küçük bir haber ajansı olma eğilimi göstermiyor, aynı zamanda git gide karşılıklı biçimlendirme yeri de oluyor, ilk önce sanıldı ki, büyük yayılma vasıtaları kitleler üzerinde doğrudan etki yapıyor. Hakikatte, anılan vasıtalar kitle iletişim araçlarının muhtevasını halka nakleden ve yorumlayan önderler üzerinde etkili oluyorlar. Aile çoğu zaman bu önderleri çıkartıyor. Politik olarak bu görevi baba, sinema konusunda da abla bu görevi yerine getiriyor(19). bu yüzden aile nerdeyse teşkilatlı ve tutkulu bir tartışma halkası olabilir. Fakat en orijinal karşılıklı şekillendirme meselesi muhtemelen çocukların oyunları ve tahsilleri yoluyla ortaya konabilir. Çağdaş ailede çocuğun statüsünü değerli kılma ebeveynleri aile içi oyunlarda bir araya getiriyor. Ebeveynlerin bu katılımında okul ödevinin ve eğlencenin yeri nedir? Belki çocukların okul ödevlerine yardımcı olma bazen ebeveynler açısından, fayda sağlamayan bilginin git gide ilerleme ve toplumsal prestij vasıtası olduğu bir dünyada, yeniden tahsil hayatına atılma vasıtası olur. Üstelik, şehrin bütün kesimlerinde, aile kütüphanelerinin nisbî önemi bizi hayrete düşürdü. Bu yüzden çağdaş aile, bilhassa çocuğun tahsil ihtiyaçlarının baskısı altında, bazı şartlarda müşterek eğitim merkezi olabilir. Ailevî boş zaman, bu sebeple, yalnızca haberleşmenin değil, aynı zamanda bilgi ve tavırların gelişme imkanlarını da sunar. Çok sayıda el işleri, entellektüel veya musiki kültürü olmayanlar açısından önemli bir rol oynamaz mı? Evlerde gelişen aile sanatkarlığı git gide ai-

"Riesman'a göre, çalışma süresi kısıldıkça, şehirde yaşamayı kabul edecek çocuklu aileler de seyrekleşecektir(21). Amerikalı bir aile, bu hususta imkânlar elde eder etmez, öğle sonlarında, hafta sonlarında kendisini rahatlatıcı bir mekân arıyor. Aile yuvasının iş yerine yakın değil de tercih edilen boş zamanla ilgili yere kurulma eğilimi var. ABD'de son savaştan bu yana şehirler için köylerden ayrılma banliyöler için şehirlerden ayrılmaya göre pek fazla önemsiz hale geldi. Elli milyona yakın Amerikalı küçük evlere yerleşmişlerdir. Günümüz Fransa'sında gündemdeki mesele şehirlerde büyük yapıların kurulmasıdır. Bu konut tarzı barakalara göre harikulade bir gelişmeyi gösterir. Üstelik para açısından da en iyi çözümdür. Fakat insanlara konut hakkında arzulan sorulduğunda, çoğunluk bahçelik küçük bir evi tercih ettiğini söylüyor. Sosyologlar büyük göçlerin sakıncaları üzerinde ısrarla duruyorlar. Bunlar, yeşil banliyöde yapılaşma ve yerleşme imkanları ölçüsünde azalıp veya aksine umumileşmiyorlar mı? Bizim hipotezimize göre, konut meselesini çözmek için, hayat seviyesinin yükselmesi ve boş zamanın değerlendirilmesi ölçüsünde, boş zaman konusunda halkın arzularına daha fazla önem vermek gerekecektir. Eğer şehirler ve şehirlerin devasa yapılan köklü bir şekilde yeniden tanzim edilmez iseler, mekansız, gürültüsüz, havasız, ağaçsız, gezinti yerinden, oyun alanından ve bahçeden mahrum müşterek yerleşim birimlerinin işsizleşeceğini on yıl öncesinden tahmin etmek gerekir. Ve aynı Amerikalıların yaptığı gibi, yeni ve uzak banliyölerden küçük evlere doğru giden bir şehir göçüne şahit olacağız. Böyle bir harekette, çalışma hayatından kaynaklanan, insanın dinlenme ihtiyaçlarını tatmin edemeyen bir şehir medeniyetine karşı sessiz ve karşı


konulamaz bir isyanı görmek gerekmez mi? Büyük Fransız şehirleri Amerikan şehirlerinden daha çok böyle tepkilerin barınağı olmayacaklar mı? Şehir planlamacılarının ve mimarların ekseriyesinin bu sahada muhayileden mahrum olmaları şaşırtıcıdır. Onlar şu anda ancak 2000 yılında kullanılacak evler inşa ediyorlar ve kendilerine göre, kendi kendilerine halkın zevklerini soruyorlar. Konut sosyolojisi çok statik yapıdadır veya ileride gerekli olacak büyük tahmini incelemeleri yapacak imkânlardan mahrumdur. Üstelik bu alana da pek girmemiştir. Boş zaman belki de ailevi hayat modelleri seviyesinde en büyük ve en hassas felâketleri beraberinde getiriyordur. Jean Stoetzel'in tespit ettiği gibi, aile ortamında oluşan değerler sistemi geleneksel olarak ailevi işe ve sülale mutluluğuna yönelik faydacı bir ahlâkı ortaya çıkarıyor. Oysa, mesleki işin üstünlüğüne karşı ilân edilen "tembel olma hakkı" 75 yıl sonra aynı şekilde ailevi işin mutlak gücüne karşı kendini ortaya koyma eğilimi taşıyor. Cemaatci ideoloji vasıtasıyla hakim duruma getirilmiş aile ilişkileri sistemi tehdit altındadır. Boş zamana sahip olma hakkı ailenin her ferdi için, aile içinde ve dışında, ferdi mutluluğa sahip olma hakkıyla birliktedir. Bu yeni eğilimler orta sınıflarda işçi sınıflarına göre daha çabuk ortaya çıktılar, işçi sınıflarında zor hayat şartlarının sürekliliği geleneksel aile modelinin yaşamasını teşvik etti. Fakat anılan eğilimler bütün kesimlerin genç ailelerinde hâlâ hassastırlar. Kendilerini hissettirerek ilerliyorlar ve ilerleyecekler. Muhtemelen, 1975 "medeniyeti"nin hakim özelliklerinden biri olacaklardır. Ailenin iç tutkunluğu ve dış münasebetleri açısından ve ailenin toplumsal ve kültürel hayata katılımı açısından buradan ne sonuç çıkar ve çıkacaktır? Evi ve ev donanımı kötü olan çok sayıda Fransız aile için, boş zaman yaşama alışkanlıklarını pek değiştirmiyor. Ailevî meşguliyetler bilhassa annelere ağır yükler getiriyor. Fakat bazıları bugün çağdaş aile düzeninde hemen hemen faydasız gibi görünüyorlar. Gerçek vecibeler yanında geleneksel değerler sistemini ortaya çıkaran ve çoğu zaman eskimiş bir konformizme dönüşen yarı-vecibeler veya yalancıvecibeler de vardır. Bunlar "el ne der" korkusuna tekabül ederler; çocuklarından ayrılmak, güneş banyo-

su yapmak, saatlerce roman okumak, akşamleyin kocası olmadan sokağa çıkmak v.s. kötüdür. Bunlar aynı zamanda özlem eksikliğine, ailenin modern hayata uyumsuzluk göstermesine, aile hayatının yeni boş zaman ihtiyaçlarına uyum sağlamaya da tekabül ederler. Bunların aksine, dinlenme ihtiyacı özellikle de yeni çiftlerde daha da çekilmez hale gelebilir: düş kurmak, dışarı çıkmak, dans etmek, okumak, geceleri, hafta sonlarını, tatilleri uzatmak, ev bünyesinde, eşlerin uyumunda veya çocukların eğitiminde zaruri işlere tecavüz eden meşguliyetler ve kaygılardır. Bugün, hem aile ocağının işleyişine, hem yeni aile ahlakına ve hem de kişiliklerin gelişmesine tam elverişli ortam neresidir? Bu yeni kültür modellerine sağlam psikososyolojik temeller vermek için, ailevî faaliyetlerin tamamını, vecibelerle, boş zamanla, yarı-vecibe veya yarı boş zaman ile ilgili dinamik bir sistem olarak dengeli veya dengesiz fert veya müessese açısından gözlemek esastır. Son otuz yılda, aile sosyolojisi aile içi tutarlılığın amillerini hem inceledi hem de belirgin hale getirdi. Anılan amiller boş zamanın gelişmesiyle ne oluyorlar? Aile yeni durumuna iyi uyum sağlayamıyor, Burgess(22) gibi bazı sosyologlar Amerikan ailesi gibi çağdaş bir ailede baskı azalmasını müşahade etmişlerdir. Aile içi oyunların gelişmesi, otomobille birlikte çıkmalar, müştereken televizyon seyretmeler v.s. ailenin bütün fertlerini, genç-ihtiyar, birbirine yaklaştırıyorlar. Toplumsal ve kişisel alışverişleri teşvik ediyorlar. R. Meyersohn veya Bogart(23) gibi başka sosyologlara göre de, aile içi faaliyetlerin paylaşılması her zaman kişiler arası alış-verişle sonuçlanmıyor. Ailenin her ferdi aile bünyesinde tamamen tek başına kalabiliyor. Aksine, boş zaman kişileri aile dışı bir eğlence, bir saplantı veya bir tutku etrafında bir araya getiren aileden ayrı olarak düzenlenmiş veya kendiliğinden oluşmuş gruplar için imkânları artırmıştır. Nasıl olur da aile, bir biline zıt bunca eğilimler arasında kendi birliğini yeniden kurabilir? Boş zaman eşlerin müşterek eğlenme vesilelerini de çoğaltmıştır. Scheuch(24) karşılıklı konuşmaların ve müşterek faaliyetlerin, eşlerin uyumu için boş zamanın önemini ve bu iki varlığın karşılıklı dayanışmasını tetkik etmiştir. Aynı zamanda boş zaman faaliyetlerinin ve ilişkilerinin serbest seçim hakkı eş-


lerden herbiri için çok önemli olduğundan, bunun sonucunda her kişilikle ilgili kişisel ve toplumsal daha tam bir gerçekleştirme meydana gelebiliyor. Bununla birlikte, eşitlik henüz uzaklardadır. Fougeyrolles, Makakoffun işçi ailelerinde, evli erkeklerin % 30'u akşamları tek başlarına çıkarken, evli bayanlardan % 5'inin bunu gerçekleştirdiğini müşahade etmiştir(25). Orada geleneksel modeller yeni özlemlerin tatmininde hâlâ engel teşkil ediyorlar. Bu vaziyet içinde, eskiye göre çok daha kalabalık gibi görünen eşler arası gerginliklerin sebeplerinden birini görmek gerekmez mi? Ebeveynlerle çocuklar arasındaki ilişkiler çoğalmıştır. Müşterek eğlenceler artmıştır: top, tenis, iskambil v.s. oyunları ve değişik radyo ve televizyon eğlencelerine iştirak... Akşam, cumartesi, pazar ve yaz tatillerinde zaman geçen asra göre, gençlerde ve yaşlılarda boş zaman türü bakımından çok daha uzundur. Eğitimin işlevi bu yüzden yeni biçimlere bürünüyor. Bu tekâmül ebeveynlerle çocuklar arasındaki diyalogu daha kolay hale getiriyor. Baba kendini bundan pek tecrit edemiyor. Artık baba yapmacık ağır başlılığını kaybetti. Baba otoritesi bu boş zaman faaliyetleri vasıtasıyla biçim değiştiriyor. Fakat bazı ailelerde, ebeveynlerle çocuklar arasındaki oyun arkadaşlığı yetişkinlere ait bazı rollere saygıyı, gençlerin şahsiyetinin biçimlenmesinde gerekli bazı aile değerlerine saygıyı da alt üst etmedi mi? Bu yüzden, çağdaş aile, boş zaman içinde, boş zamana rağmen artık bulması oldukça güç olan yeni bir aile içi tutarlılığın temellerini arıyor. Son olarak, bu ailevî tutarlılık gerekli olmasına rağmen mutlak değildir. T. Parsons ve Amerikalı sosyologların çoğu aile bünyesindeki iç uyum biçimlerini tahlil etmişlerdir. Fakat, bu bize toplumsal ve kültürel hayata dıştan katılım biçimlerini incelemek bakımından da önemli gibi görünüyor. Bu katılım aile fertlerini muhtelif gruplar bünyesinde kaybetme tehlikesini de taşıyor. Bu durumda da grubun önemi aileninkiyle yer değiştirebilir. Buna rağmen, toplumsal katılım olmaz ise bu defa da aile kendi içine kapanıyor. Aile fertleri kültür ve cemiyet hareketlerine yabancı kalıyorlar. Boş zamanın ailevi katılım ile toplumsal katı-

lım arasındaki denge üzerindeki tesiri nedir? Bu belki de boş zaman medeniyetinde aile içi tutarlılığın en büyük meşelerinden biridir. Boş zamanın ailenin toplumsal ve kültürel hayata katılımını hangi derecede değiştirebildiğini gördük. Radyonun kullanılması gazetelerin okunması, televizyonun seyredilmesi, çocukların oyunlarına ve derslerine iştirak etme, demek faaliyetlerine katılma merakı genişletip toplumsal anlamı geliştirebilirler. Fakat ailelerin çoğunluğu zamanını maddi işleri en aza indirgemek, gün sonu, hafta sonu ve yıl sonunda boş zamanla ilgili eğlendirici faaliyetleri dengelemek üzere faydasız tamirat ve gevezelikleri azaltmak için düzenleme arzusu ve gücü varmıdır? Grup ve fert açısından bu mümkün müdür? Ortada henüz aile ihtiyaçlarına ve boş zaman medeniyetinin hazırlanmasına uygun olmayan geleneksel modeller varlığını devam ettiriyor. Ev işlerinin aşın inceliği toplumsal ve kültürel hayat fukaralığının ifadesi olabilir. Evinde her şeyi tam olan bir amerikalı hanım için: "Çocuklara ve eve aşın derecede özen göstermek kendi için çoğu zaman hem kendisini temize çıkarma hem de bir kaçış yoludur (21) ." Belli bir hayat seviyesinden itibaren, kişisel ve toplumsal hayat açısından canlandırıcı boş zaman biçimlerini ele almak korkusuyla veya yeteneksizliği ile eski ailevi zorlamaların kalan bir kısmı yok mudur? Bu yüzden, yeni ihtiyaçlar ile aile hayatına ait eski normlar arasındaki açıklık gittikçe büyüyen dengesizliklere sebep olmaktadır. Yeni normlar henüz açıklığa kavuşturulmamışlardır. Çok sayıda aile artık pek inanmadıkları konformist modeller ile kendilerini yok edici anarşist modeller arasında sallanıp durmaktadır. Yeni bir denge mekank kölelik ile vazifeler arasında, vecibeler ile boş zaman arasında, dinlendirici faaliyetlerle geliştirici faaliyetler arasında, fertlerin boş zamanlarıyla ailenin boş zamanlan arasında saklanmaktadır. Bu dengesizliklere cevap olmak üzere ve yeni dengeler bulmak için, aile ideolojileri, ister dindar, ister sosyalist, ister muhafazakâr, ister ilerici, ister cemaatçi, ister ferdiyetçi olsunlar, çoğu zaman uyumsuz veya yetersiz gibi görünüyorlar. Bu durumda anılan ideolojiler boş zaman medeniyetinin eşi-


ğinde bulunan ailenin ve aile fertlerinin yeni ihtiyaçlarıyla ilgili somut bir inceleme bazında yeniden ele alınmalıdırlar; ideoloji dışında hakikaten benimsenme eğilimindeki yeni hayat türü nedir? Serbestçe yaşanmış hangi kültür hem fertlerin özlemlerine, hem de aile ve günümüz cemiyetinin ihtiyaçlarına uygun düşer? Bu yeni kültüre ulaşmak için, aile çoğu zaman dış yardıma ihtiyaç duyar. Ailelere tavsiye edilen toplumsal yardımcılar bu meselelere cevap vermeye

hazırlanmışlar mıdır? Sauvy, ailelerin yanında yeni yardımcıların olması gerekliliğinden bahsediyor. Din adamı, eğitimci, doktor, sosyal yardımcı anılan yardımcıların yerini tutabilecekler mi? Bu yeni vazifeye hazırlanmış olmak kaydıyla, soruya "evet" denebilir. Aile toplantılarını ve bu yeni yerleşim birimlerindeki topluluğa ait merkezleri düzenleyenlerin yeni konut türlerinde bir araya gelmiş bir halk kültürünün gelişmesinde önemli bir sorumlulukları vardır.

DİPNOTLAR 1)

2)

3) 4) 5) 6) 7) 8) 9) 10) 11)

DUMAZEDIER J., HENNION R., Revue internationale des Sciences sociales, numero special, 1, ASpects sociologiques du loisir, UNESCO, vol. XII. 0°Z, 1960. STOETZEL J., "Une etüde du budget-temps de le femme mariee dons les agglomerations urbaines", Population, mora 1948, n°l. - GIRARD A., "Une etüde du budget-tempo de la femme mariee dans les agglomerations urbaines", Population, oct-dec. 1958, n°4, p 591-618. - GIRARD A. et BASTIDE H., Le Budget-temps de la femme mariee a la compagne.", Population, avril-juin 1959. n°2, p. 253-234. DARIC J., "La Valeur economique du travail de la femme â sonson fayer.", famille (Belgigue), juin 1952, n°t. GOODE W., "Horizons in famıly theory", Socıology to-day, New York 1949. OGBURN W. - F. et NIMKOFF MEYER A., A Handbook of Sociology, London, Routledge and KeganPaul, 2eeU, 1950. STOETZEL J., "Changements dans les fonctions familiales", Renouveau des idees sur la famille, p. 343-369, Paris, 1954. Consommation, Annales du Centre de recherches et de documentation Janvier-mero 1958, n° I et, octdec-195 8 n°4, Paris. FOURASTIĞ J. et F., Les ARts Menagers, Paris, 1947. NAVILLE P., "La Vıe du travail et sus problemes". Cahiers de la Fondation naturale des Sciences politiques,Paril951. FOURASTIE J., Machmisme et Bien - etre, ap-cıt. CHOMBAR DE LAUWE P., Menages et

12) 13) 14) 15) 16) 17) 18) 19) 20) 21) 22) 23) 24) 25)

Categorıes sociales dons les habitations nouvelles, ertrait des Information socıetes n°5, Paris, ed. de V U.N.C. A.R, 1958. "Enquete sur Fequipenent menager des Français" Bulletin hebdumadaire de statisques, Paris, I. N. S. E. E., 12 maı 1956, et I. N. S. E. E., oct. 1960. GIRARD A., "Sitauation de la famille contomporaine as: Economie et Humanısme, 16,103. supplement lertr. 1957. LE CORBUSIER, Les Troıs Etablissement, humains, Paris,ed. de Minuit, 1959. RIESMAN D., The Lonely crowd, op. cıt. DUMAZEDIER J. et RIPERD A., Le Loısır et le Vılle, ler tome, â paraitre 1962, ed. C. N. R. S. "Les Vacances des Francaıs" Etudes et Conjonctures, Paris, P. U. F. Juillet 1958. EUROUD F., La Nouvelle Vogue. Portraits de la jeunesse, op cit. LAZARSFELD P. et KATZ E., Personal Influence, Glencoe, III. The Free Press 1955. CHAMBRE P., Enquerte sur le travail scolaire â la maisones courrier de la recherche pedagugique, Pa ris, juın 1955, et Ğcole nouvelle, n° 29. RIESMAN D., The lonely crowd, op. cıt. BURGESS E. - W. et LOCKE J. - H., The Fa mily, from institution to communionship, New York American, book company, 1945. MEYERSOHN R., "Social Research in televısıon", Moos culture, op. cit. SCHEUCH E. - L., "Family cohesion in leisure ti me", The sociological revievv, vol. 8, n°l, july 1963. FOUGEYROLLAS P., "Predemınance du man ou de la femme dans le menage", Population, jonu-mers 1951, n°l.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.