Aile ve toplum 4 sayi

Page 1


Yıl : 4 • Cilt: 1 • Sayı : 4

Eylül-Aralık 2001

T.C. BAŞBAKANLIK AİLE ARAŞTIRMA KURUMU BAŞKANLIĞI Eğitim - Kültür ve Araştırma Dergisi AİLE ve TOPLUM DERGİSİ YAYIN İLKELERİ

Sahibi Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Adına Sedat ÖKSÜZ • Genel Yayın Yönetmeni Muammer Uğur BAYBURTLUOĞLU • Yazı İşleri Müdürü İrfan ÇAYBOYLU • Yayın Kurulu M. Uğur BAYBURTLUOĞLU Prof. Dr. Rüveyde BAYRAKTAR Prof. Dr. Yıldırım Beyatlı DOĞAN Doç. Dr. İbrahim CILGA Filiz KAVACIKLI Erdal BOZKURT Dr. Aysel GÜNİNDİ ERSÖZ • Adres Meşrutiyet Caddesi No: 19 06650 Kızılay-ANKÂRA Tel: (312) 419 29 79-(12 Hat) Fax:(312) 419 29 70 • Aile ve Toplum Dergisi'nde yayınlanan yazılardaki görüşler yazarına aittir.

1. Aile ve Toplum Dergisi, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu tara fından üç ayda bir çıkarılır. 2. Dergide telif ve tercüme makaleler, araştırma makaleleri, bildiri ler, yayın değerlendirme ve tartışma yazıları Türkçe ya da bir ya bancı dilde yer alır. 3. Dergi, "Hakemli" bir yayındır. Dergiye gönderilen yazı, konusu ile ilgili bir akademisyen ve Yayın Kurulu tarafından incelendik ten sonra yayınlanabilir. Dergiye gönderilen yazıların başka bir dergide yayınlanmamış ya da yayınlanmak üzere gönderilmemiş olması gerekir. 4. Gönderilen yazıların yayınlanma zorunluluğu yoktur. Dergiye gelen yazılar yayınlansın ya da yayınlanmasın geri gönderilmez. 5. Dergiye gönderilen yazıların Türkçe ve bir yabancı dilde (İngiliz ce, Fransızca, Almanca) 100-150 kelimelik özetleri çıkartılmalı dır. Yazı herhangi bir bilimsel toplantıda sunulmuş ise belirtilme lidir. 6. Dergide yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. 7. Dergide yayınlanacak her yazının yazarına telif ücreti ödenir. 8. Yazının kapak sayfasında, çalışmanın adı yazar/yazarların (bir den fazla yazar varsa sıralama yapılarak) adı, soyadı, unvanları, çalıştıkları kurumlar belirtilmeli, Türkçe ve İngilizce özetler yer almalıdır. 9. Makalelerdeki dipnot ve kaynakçalar mutlaka genel kabul gör müş standartlara uygun olmalıdır. l0.Gönderilen yazıların dili açık ve anlaşılır olmalı, dilimizde karşılığı tam olarak olmayan ifadelerin Türkçe karşılığı parantez içinde verilmeli ve gönderilen yazılar yazım düzeni açısından aşağıdaki özellikleri taşımalıdır: - Yazılar, A4 boyutundaki beyaz kağıdın bir yüzüne, 1,5 satır aralıklı, bütün kenarlardan 3'er cm. boşluk bırakılarak ve arial 11 punto kullanılarak yazılmalıdır. - Dergiye gönderilen metin PC ile yazılmalı, Microsoft Word'un Ofis 98 ve 2000 sürümleri tercih edilmelidir. Metin tek kopya olarak sunulmalıdır. Ayrıca metin diskete kaydedilmeli, diske tin üzerinde kullanılan bilgisayar programı ve sürüm numarası belirtilmelidir. Yazı, Hakem Kurulu'nun bir değişiklik önerisiy le kabul edilmişse en son durumu içeren çalışma disketle bir likte teslim edilmeli, önlem olarak dosyanın bir kopyası da ya zarda bulunmalıdır. - Satır sonlarında sözcükler kesinlikle hecelerine bölünmemelidir.

Aile ve Toplum Dergisi üç ayda bir yayımlanır.

Grafik & Baskı Yorum Matbaacılık 395 21 12-ANKARA

- Çizimler bilgisayardan çıkarılmadı ise, beyaz aydinger kağıt üzerinde çini mürekkebi ile çizilmelidir. Çizimlerde fotokopi yöntemi kullanılmamalıdır. Fotoğraflar siyah/beyaz, net ve par lak fotoğraf kağıdına basılmış olmalıdır. Renkli fotoğraflar ve fotokopiye çekilmiş fotoğraflar kullanılmamalıdır. Ayrıca, her bir şeklin metin içinde gireceği yer açık bir biçimde gösterilme lidir.


DANIŞMA KURULU Prof. Dr. Birsen GÖKÇE Prof. Dr. Hamza UYGUN Prof. Dr. Olcay İMAMOĞLU Prof. Dr. Nuray KARANCI Prof. Dr. Nuran HORTAÇSU Doç. Dr. Yıldız ECEVİT Doç. Dr. Mehmet ECEVİT Prof. Dr. Rüveyde BAYRAKTAR Doç. Dr. İhsan DAĞ Prof. Dr. Ferhunde ÖKTEM Prof. Dr. Işık SAYIL Prof. Dr. Yıldırım B. DOĞAN Prof. Dr. Eser KERİMOĞLU Prof. Dr. Ayşe YALIN Prof. Dr. Saynur CANAT Prof. Dr. Zehra ARIKAN Prof. Dr. Zafer İLBARS Prof. Dr. Serhat ÜNAL Prof. Dr. Belma AKŞİT Prof. Dr. Nergiz GÜVEN Prof. Dr. Emine AKYÜZ Prof. Dr. Latife BIYIKLI Prof. Dr. Ülker GÜRKAN Prof. Dr. Bülent ÇAPLI Doç. Dr. Oya ÇİTCİ • Prof. Dr. Sevda ULUĞTEKİN Prof. Dr. Işıl BULUT Prof. Dr. İlhan TOMANBAY Doç. Dr. İbrahim CILGA Doç. Dr. Çiğdem ARIKAN Yrd. Doç. Dr. Sunay İL Yrd. Doç. Dr. Kasım KARATAŞ Yrd. Doç. Dr. Veli DUYAN Prof. Dr. Talat HALMAN Prof. Dr. Tülin İÇLİ Prof. Dr. Günsel TERZİOĞLU Prof. Dr. Müberra BABAOĞUL Doç. Dr. Veliddin KALINKARA Doç. Dr. Gülay TOKGÖZ Prof. Dr. Nilgün SARP Prof. Dr. Seniha HASİPEK Prof. Dr. Duyan MAĞDEN Prof. Dr. Meziyet ARİ Prof. Dr. Mübeccel GÖNEN Prof. Dr. Beyza BİLGİN Doç. Dr. Aylin GÖRGÜN BARAN Prof. Dr. Ergül TUNÇBİLEK Prof. Dr. Orhan AYDIN Prof. Dr. Ahmet Yaşar OCAK

H.Ü. Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi H.Ü. Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi O.D.T.Ü. Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi O.D.T.Ü. Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi O.D.T.Ü. Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi O.D.T.Ü. Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi O.D.T.Ü. Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi H.Ü. Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi H.Ü. Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi H.Ü. Çocuk Ruh Sağlığı Bölümü Öğretim Üyesi A.Ü. Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü Öğretim Üyesi A.Ü. Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü Öğretim Üyesi A.Ü. Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Bölüm Başkanı A.Ü. Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Böl. Öğretim Üyesi A.Ü. Tıp Fakültesi Ergen Psikiyatrisi Bölüm Başkanı Gazi Üniversitesi Psikiyatri Bölümü Öğretim Üyesi A.Ü. D.T.C.F. Sosyal Antropoloji Bölümü Öğretim Üyesi H.Ü. Tıp Fak. Enfeksiyon Has. Öğretim Üyesi Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı H.Ü. Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölüm Başkanı A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi A.Ü. Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi A.Ü. İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi TODAİE Öğretim Üyesi H.Ü. Sosyal Hizmetler Y.O. Öğretim Üyesi H.Ü. Sosyal Hizmetler Y.O. Öğretim Üyesi H.Ü. Sosyal Hizmetler Y.O. Öğretim Üyesi H.Ü. Sosyal Hizmetler Y.O. Öğretim Üyesi H.Ü. Sosyal Hizmetler Y.O. Öğretim Üyesi H.Ü. Sosyal Hizmetler Y.O. Öğretim Üyesi H.Ü. Sosyal Hizmetler Y.O. Öğretim Üyesi H.Ü. Sosyal Hizmetler Y.O. Öğretim Üyesi Bilkent Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı H.Ü. Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi H.Ü. Ev Ekonomisi Yüksek Okul Bölüm Başkanı H.Ü. Ev Ekonomisi Yüksek Okulu Müdürü H.Ü. Ev. Ekonomisi Yüksek Okulu Öğretim Üyesi A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi A.Ü. Sağlık Eğitimi Fak Sağlık Yönetimi Dekan Yrd. A.Ü. Ev Ekonomisi Y.O. Öğretim Üyesi H.Ü. Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi H.Ü. Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi H.Ü. Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi A.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi H.Ü. Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi H.Ü. Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi H.Ü. Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi H.Ü. Tarih Bölümü Öğretim Üyesi

Prof. Dr. İlber ORTAYLI

A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi

Prof. Dr. Ayla BAYIK

Ege Üniversitesi Hemşirelik Y.O. Halk Sağlığı Bl., Başkanı


İÇİNDEKİLER

• Ankara'da Akraba Evliliği Dr. Dursun AYAN - Rahime BEDER-ŞEN - Gülsen ÜNAL- Semra YURTKURAN............................................. 7

• 1995-2000 Yılları Resmi Kayıtlarından Batman'da Gerçekleşen İntihar ve İntihar Girişimleri Üzerine Bir İnceleme İdris DENİZ - Dr. Aysel GÜNİNDİ ERSÖZ - Nihal İLDEŞ - Dr. Nesrin TÜRKARSLAN........................................27

Eşler Arasındaki Uyum: Kuramsal Yaklaşımlar ve Görgül Çalışmalar Dr. Ayşen YILMAZ .......................................................................................................................................... 49

• Sosyal Hizmette Güçler Perspektifi ve Çözüm Odaklı Mülakat Dr. Fatih ŞAHİN .............................................................................................................................................. 59

• Gençlerin Gelişiminde ve Madde Kullanımlarını Önlemede Gençlik Merkezlerinin Rolü Doç. Dr. İbrahim CILGA.................................................................................................................................. 73

• Madde Kullanımı ve Bağımlılığı Prof. Dr. Yıldırım B. DOĞAN.......................................................................................................................... 79

• İstanbul'da 22 Şubat 1945 Tarihinde Elli Yıllık Evliler İçin Fatih Halkevi'nin Düzenlediği Törene İlişkin İki Belge Dr. Dursun AYAN - Doç. Dr. Özbay GÜVEN................................................................................................. 87

• HIV/AIDS Epidemiyolojisi ve Korunma Dr. Aygen TÜMER - Prof. Dr. Serhat ÜNAL .................................................................................................... 97


EDİTÖRDEN

Değerli okurumuz... Yayınlanması uzun bir süre duraksamaya uğrayan derginizi sizlerle yeniden buluşturmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Yayın hayatına döndüğümüz bu sayı ile birlikte, Aile ve Toplum Dergisinin farklı bir formatta yayımlandığını göreceksiniz. Hakemli dergi hüviyeti kazanmanın yanı sıra, dergimiz bundan böyle daha çok bilimsel makaleleri, araştırmaları ve eğitim-kültür odaklı yazıları içerecek. Sayfalar arasında gezinirken farklı renklere ve magazin haberlerine sanırım pek rastlamayacaksınız. Dergimizi incelediğinizde, amacımızın sosyal bilimler alanında bir ihtiyacı karşılamak, dergiye bilimsel bir kimlik kazandırmak, sıradan olmamak ve sürekliliği sağlamak olduğunu göreceksiniz. Üç ayda bir yayımlanacak olan dergimiz, üniversitelerimizin seçkin üyelerinin yer aldığı bir Danışma Kurulunun sürekli gözetiminde olacak. Dergimizde Yayın İlkeleri ile Danışma Kurulu'nda yer alan değerli akademisyenler hakkındaki bilgiler de bulabileceksiniz. Okurlarımızın, yazarların ve bilim insanlarının önerileri ise bize daima yol gösterici olacak. Eleştiri, öneri ve yazılarınız, dergimizi zaman içerisinde beğeni düzeyi daha yüksek bir yapıya kavuşturacak. Bizler de büyük önder Atatürk'ün, HAYATTA EN GERÇEK YOL GÖSTERİCİ İLİMDİR özdeyişinin ışığında sizlere en iyiyi, en güzeli sunmaya çalışacak ve bundan büyük kıvanç duyacağız. Saygılarımızla...

Muammer Uğur BAYBURTLUOĞLU


ÖNSÖZ

Aile ve Toplum Dergisi'ni uzunca bir aradan sonra yeniden okurlarıyla buluşturduğumuz için sevinçliyiz. Dergimiz aracılığıyla sizlere daha sık ulaşmayı amaçlıyoruz. Dergimizin, okurlarını, toplumların çekirdeğini oluşturan aile kurumu ile ilgili konularda aydınlatacağına ve yeni açılımlar sağlayacağına inanıyoruz. Bilineceği gibi, Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Anayasamızın 41. Maddesi doğrultusunda, aileye yönelik sosyal araştırmalar yapmak üzere kurulmuştur. Araştırma fonksiyonunun yanı sıra eğitime dönük bir işleve de sahiptir. Kurumun eğitim faaliyetleri bağlamında yayınlanan dergimizde, bilimsel değere haiz makaleler ağırlıklı şekilde yer alacaktır. Kurumun eğitsel faaliyetlerine ve aileye yönelik milli bir politikanın oluşumuna katkı sağlayacağına inandığımız bu dergi, bilimsel içerikli yazılara ulaşımı da kolaylaştıracaktır. Aile Araştırma Kurumu, halen TBMM'de görüşülmeyi bekleyen kuruluş yasa tasarısının yasalaşmasıyla işlevsel bir yapıya ulaşacak, ilk sayısından bu yana yayınına sıklıkla ara verilen dergimizin yayını da süreklilik kazanacaktır. Uzun bir aradan sonra yayımlanan dergimize sosyal bilim çevrelerinden yakın ilgi gösterilmiştir. Dergimizin hazırlanmasında katkısı olan bütün kişi ve kuruluşlara teşekkür ediyoruz. Saygılarımla...

Hasan GEMİCİ Devlet Bakanı


Ankara'da Akraba Evliliği • Dursun AYAN (Uzman) • Rahime BEDER - ŞEN (Uzman) • Gülsen ÜNAL (İstatistikçi)• Semra YURTKURAN (Uzman) (**) (**) Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu

Özet Bu yazının konusu Ankara merkez ilçelerinde oturan akraba evliliği yapmış ailelerdir. Akraba evliliği yapan 378 kadın ve 346 erkeğe uygulanan anketle akraba evliliğinin kültürel boyutları anlaşılmak istenmiştir. Araştırma betimsel bir araştırmadır ve kartopu örneklemi kullanılmıştır. Sonuçlar istatistik değerler ve akraba evliliği ile ilgili sözel kültür mirasından örnekler olarak verilmiştir. Bulgular şimdiye kadar Türkiye'de akraba evliliği ile ilgili yapılan araştırma bulguları ile benzerlik göstermektedir. Ancak, akraba evlilikleri Türkiye genelinde baba soyunda genişlerken, Ankara kent nüfusu örneğinde ana soyunda genişleme göstermiştir. Bu ailelerin çocuklarında herhangi bir nedenden kaynaklanan sakatlık ve hastalık oranı % 7' dir. Anahtar kelimeler: Akraba evliliği, akraba evliliği ile ilgili sözlü kültür mirası, eğitim ve akraba evliliği, doğurganlık ve akraba evliliği, Ankara

Summary Consanguanity in Ankara

The subject ofthis study is families of central Ankara that had been esteslished as consanguineus marriage. İt has been aimed to understand the cultural dimentions ofconsanguineous marriage by applying questionnaire to 378 female, 346 male in consanguinity. This is a descriptive study, and snow bali sampling research technique have been used. Findings of the research showed as statistical values, tables and also samples of oral narrative cultural heritage. Conclusions of Consanguineous Marriage at Ankara study shows similarities of the other studies concerning with consanguinity in Turkey. But stili with a remark; consanguineous marriage at Ankara urban districts extents in maternal way, hovvever, generally in Turkey consanguinity extention have been existing on patriarchal w ay. Rate of childeren suffering from disablity and iIIness which caused of any reason is % 7. Key words: consanguineous marriage, oral narrative cultural heritage concerning with consanguineous marriage, education and consanguineous marriage, fertility and consanguineous marriage. Ankara

Bu yazı Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı tarafından yapılan "Akraba Evliliğinin Kültürel Nedenleri /Ankara Örneği1999" adlı proje çalışmasına dayanmaktadır. Genetik ve pediatri uzmanı olarak Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof, Dr. Ergül Tunçbilek projenin danışmanlığını üslenmiştir. Çalışmaya kurum uzmanları anket uygulamalarıyla katkıda bulun-


1. ÇALIŞMANIN KONUSU Akraba evliliği Türkiye'de geleneksel altyapı ile uzun zamandan beri süreklilik gösteren bir olgudur. Akraba evliliğinin (consanguineous marriage) nedenleri ve sonuçları üzerine dünya genelinde olduğu gibi Türkiye'de de bazı çalışmalar yapılmıştır. Ancak konunun etraflıca anlaşılması için yeni çalışmalara gerek vardır. Kaldı ki akraba evliliği son yıllarda bir sağlık sorunuyla birlikte de gündeme gelmektedir. Bu amaçla Ankara ili merkezi örneğinde akraba evliliği yapmış ailelerin sosyo-demografik, sosyo-ekonomik özellikleri ile birlikte belirlenen kültürel yapılarının akraba evliliği tercihindeki etkisi incelenmiştir. Araştırma sırasında edinilen veriler bir yandan istatistiki olarak değerlendirilip ortaya konulurken bir yandan da folklorik malzeme olarak bugüne kadar yaşayan sözlü kültür unsurlarına dikkat çekilmek istenmiştir. 2. ÇALIŞMANIN AMACI Akraba evliliği yapan, yaptıran, tavsiye eden ya da buna tamamen karşı olan herkesin bu konuda bir düşüncesi vardır. Bu düşünceleri savunacak bir dizi gerekçe de mevcuttur. Bütün bunlar akraba evliliği olgusunun kültürel hayatta yansımaları olarak araştırma öncesinde her araştırmacının karşısına çıkmaktadır. Akraba evliliği konusunun tıbbî sorunları da ortaya çıkarması ve gündemde kalmasını etkileyen nedenlerin başında, bazı hastalıkların kan bağı olan akrabalar arasındaki evlilikler sonucunda doğan çocuklarda daha sık görülmesidir. Bilim alanında bu gibi çalışmalar ve tartışmalar sürerken bilimsel araştırma sonuçlarının kamusal alana taşınması, halk arasında konuşulması insanları büyük bir sorunun cevabını öğrenmeye itmiştir. "Akraba evliliklerinden doğacak çocukların mutlaka sakatlıkları ve önemli sağlık sorunları mı olacaktır?" Akraba evliliğine yönelik bu çalışma, birinci derecede tıp alanındaki gündemi dikkate almasa da, bu konuyu da bir ölçüye kadar akılda tutarak, aileleri ve bireyleri akraba evliliği yapmaya götüren nedenleri ve bu geleneği devam ettiren kültürel dinamikleri Ankara ili merkez ilçeleri örneğinde tespit

etmeye çalışmaktır. Durum tespitine yönelik bu çalışma, Türkiye geneli düşünüldüğünde oldukça sınırlı olan, Ankara il merkezi sınırlarında ikamet eden aileleri dikkate almıştır. Ankara ili merkez sınırları içinde oturan, akraba evliliği yapmış ailelerde kadın ve erkeklere yönelik sorulan sorular ile bu kimselerin yaşları, eğitim düzeyleri, meslekleri, ilk evlenme yaşları, evlenme kararının kim tarafından alındığı, nikah şekli, çocuk sayıları, bazı doğurganlık özellikleri, sağlık sorunu olan çocukların varlığı ve akraba evliliğine ilişkin özellikler ortaya konmuştur. 3. KAVRAM Türkçede, gündelik dilde "akraba" sözcüğü geniş anlamda kullanılmaktadır. Uzaktan akraba, yakından akraba gibi kavramlar vardır. Ancak "akrabadan birisiyle evlendim" diyen herkesin evliliği akraba evliliği olmayabilir. Sosyal bilimler ve tıp bilimlerinde akraba evliliği kavramından murad edilen kardeş çocuklarının ve kardeş torunlarının evliliğidir. Kardeş çocuklarının evliliğine birinci derece, kardeş torunlarının evliliğine de ikinci derece akraba evliliği denilmektedir. İki koldan ilerlemeler belirleyicidir. Baba soyundan ve anne soyundan. Akraba evliliğinin baba soyundan (amca ve hala çocukları) ve anne soyundan (dayı ve teyze çocukları) akraba evliliği şeklinde iki ana karakteri vardır. Paralel yeğen evliliği (= parallel-cousin marriage) ve çapraz yeğen evliliği (= cross cousin marriage) şeklindeki ayrım da sosyolojik ve genetik çalışmalar için kuramsal anlamda önemlidir (Balaman, 1982; Güvenç, 1984; Örnek, 1991; Winick, 1996; Tunçbilek, 1997). 4. ÇALIŞMADA KULLANILAN YÖNTEM VE TEKNİKLER Bu yazının dayandığı ve bir kısmını oluşturduğu "Akraba Evliliğinin Kültürel Nedenleri-Ankara Örneği-1999" başlıklı çalışma birinci derecede betimsel bir çalışmadır ve herhangi bir varsayımı dikkate alarak yola çıkmamıştır. Sadece Ankara merkezinde oturan aileleri dikkate alarak yapılan bir saha çalışması kimliğiyle Türkiye genelini kapsayacak diğer çalışmalara destek olduğu, onların belirli yanlarını


verileri ile desteklediği ölçüde işlevsel olacağı düşünülmektedir.

Ankara nüfusu = 2.984.083 (yaklaşık olarak 3.000.000) Ortalama hane halkı sayısı yaklaşık olarak = 5 kişi

Araştırmada bilgiler birinci derecede anket soruları aracılığıyla toplanmıştır. Değerlendirme istatistiksel anlamda sayılarla ve yüzdelerle yapılmıştır. Verilerin gruplandırılması ve ifadelendirilmesi için tablolar verilmiş, yazılı metnin anlaşılmasına matematiksel katkı sağlanmaya çalışılmıştır. Ayrıca, anket soruları içinde, kültürel bakımdan önemli görülen, akraba evliliği ile ilgili atasözleri, deyimler, maniler, kalıplaşmış diğer ifadeler de olabildiğince toplanmıştır. Halkın itibar ettiği, düşünce ve tutumlarını yansıtan sözlü kültür göstergeleri de kısa bir değerlendirme ile sıralanmış, okuyucu tarafından kolayca anlaşılacak ifadeler olduğu için, bunların yorumlanmasına gidilmemiştir. 5. EVREN VE ÖRNEKLEM Bu çalışmada kartopu örneklemesi tekniği ile belirlenen ve akraba evliliği yapmış (378) üçyüzyetmişsekiz kadın ve (346) üçyüzkırkaltı erkeğe anket uygulanmıştır. Ankara'nın farklı semtlerinde oturan ailelerde yöre, eğitim düzeyi, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik düzey sınıflamalarına gidilmemiştir. Orta Anadolu'da akraba evliliği ve Ankara nüfusu dikkate alındığında, bu çalışmada Ankara merkezde görüşme yapılan her bir kadın Ankara nüfusunda 7.894 kişiyi temsil ederken; anket uygulanan her bir erkek de 8.624 nüfusu temsil etmektedir. Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması (1993) verilerine dayanarak yapılan akraba evliliğinin bölgelere göre dağılımını gösteren bir çalışmada (Hancıoğlu-Tunçbilek, 1998) İç Anadolu Bölgesinde akraba evliliği oranı %25.6 (yüzde yirmibeş/altı) olarak verilmektedir. Kadın gözlem sayısı ise 1.433' dür. Ankara'yı ve İç Anadolu Bölgesinin güney kesimini kapsayan tüm nüfus için ise gözlem sayısı 872'dir. Söz konusu oran ve sayılar ile bu çalışmanın örneklemi karşılaştırıldığında, kadın sayısını 378 hane halkı sayısından hareketle yaklaşık olarak hesaplamak mümkündür.

Ankara merkezde yaklaşık hane sayısı = 600.000 hane (Veriler D.İ.E.'den alınmıştır)

Yaklaşık olarak her hane için bir kadın dikkate alınırsa; %25.6 oranındaki akraba evliliği yapmış kadın sayısı yine yaklaşık olarak 153.600 kadındır. 153.600 kadını temsilen 378 kadınla görüşülmüş ise görüşme oranı yaklaşık %0.25 (binde yirmibeş)'dir. Kadın ve erkek sayısı birlikte (724 kişi) dikkate alındığında toplam Ankara merkez nüfusundaki 2.984.083 kişiden 4.122 kişiye karşılık bir kişiye anket uygulanmıştır. Bu durumda Ankara merkez nüfusun %0.14 (binde ondört)'ü ile görüşme yapılmış olmaktadır. 6. ARAŞTIRMANIN BULGULARI 6.1. Ailelerin Sosyo-Demografik Özellikleri

Bu bölümde akraba evliliği yapan bireylerin sosyo-demografik özelliklerinden olan yaş, eğitim, meslek ve medeni durumlarına ait betimsel yorumlar yapılmıştır. Öncelikle kadınların eğitim düzeyleri ele alınmıştır. Ortaya çıkan sonuçların Türkiye genelini yansıtması bakımından anlamlı olduğu görülmektedir..Nitekim Türkiye geneli hatırlanacak olursa, ülkemizde ilkokul mezunu kadınlar çoğunluğu oluşturmaktadırlar. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü (HÜNEE) 1998 Nüfus ve Sağlık Araştırması sonuçlarına göre erkeklerin %75'i ile kadınların %60'ı en az ilkokulu bitirmiş, erkeklerin %19'u ve kadınların %12'si ortaokulu bitirmiş veya daha yüksek bir eğitim düzeyini tamamlamıştır ( HÜNEE, 1999). Bu yazının dayandığı "Akraba Evliliğinin Kültürel Nedenleri-Ankara Örneği-1999" başlıklı araştırmada kadınların %67'si ilkokul mezunudur. Bunu %24 ile lise mezunu olan kadınlar izlemektedir. Okur-yazar olmayanlarla fakülte mezunu olanların oranı da %5'tir.


Akraba evliliği yapan erkeklerin eğitim düzeyleri kadınlara göre daha yüksek bulunmuştur. Bununla ilgili olarak erkeklerin %40'ı ilkokul mezunu, %39'u lise mezunu, %20/ si de yüksekokul mezunudur. Araştırmanın, konusu itibariyle akraba evliliğini içermesi ve akraba evliliğinin geleneksel aile yapılarında yerleşikliğini devam ettirmesi, bu çalışmada erkek ve kadınlarda ilkokul mezunu olanların fazla olmasının sebepleri arasında gösterilebilir. Araştırma grubundaki kadınların yaş gruplarına göre dağılımlarına bakıldığında 30-39 yaş grubunda bir yoğunlaşma (%43) dikkati çekmektedir. Bu grubu %24 ile 40-49 yaş grubundaki kadınlar izlemektedir. 17-29 yaş grubuna dahil kadınlar ise %21 oranındadır. Araştırma bulguları, ankete katılan kadınların çoğunluğunun doğurgan çağdaki kadınlar olduğunu göstermektedir (%88). Erkeklerde de yaş itibariyle en fazla orana %44 ile 36-45 yaş grubundaki erkekler sahiptir. Bunu %30 ile 25-35 yaş grubundaki erkekler izlemektedir. 46-55 yaş grubunu temsil edenlerin oranı ise %20'dir. Araştırmadaki erkeklerin de özellikle orta yetişkin yaş grubunda yoğunlaştığı görülmektedir. Araştırma grubundaki kadınlara ilişkin veriler, mesleki farklılaşma bakımından Türkiye genelindeki profile de uymaktadır. Araştırma bulgularına göre kadınların %84'ü ev hanımıdır. %33'ü memur olan kadınların geriye kalanı (%3) ise serbest meslekle uğraşmaktadırlar. Araştırma grubundaki erkeklerin çalışma durumlarına bakıldığında %90'ının gelir getiren bir işte çalıştığı, %10'unun ise herhangi bir işte çalışmadığı görülmektedir. Çalışan erkeklerin %45'inin memur, %42'sinin serbest çalışan, %8'inin işçi, %5'inin ise emekli olduğu belirlenmiştir. Erkeklerde memur olarak belirlenen meslek grubunda yer alanlar arasında polis, mühendis, öğretim görevlisi, uzman, askeri personel gibi üst düzey memuriyetlere de rastlanmıştır. Serbest çalışanların yaptıkları işler arasında da muhasebecilik, şoförlük, galericilik, elektrik-

çilik, kaynakçılık, döşemecilik, avukatlık, kuaförlük, tamircilik, lokantacılık, marketçilik, kasaplık, tuhafiyecilik, terzilik, matbaacılık, müteahhitlik gibi işler sıralanmaktadır. 6. 2. Akraba Evliliğinin Kuruluşuna İlişkin Bulgular Evliliğin kuruluşuna ilişkin özellikler açısından çiftlerin ilk evlenme yaşları, evlilik kararını nasıl aldıkları, nikah şekilleri, başlık parası verilme olgusu üzerinde durulmuştur. Kadınların ilk evlenme yaşlarına bakıldığında 13 yaşından başlayıp 32 yaşına kadar uzanan bir yaş periyodunun olduğu görülmektedir. Araştırma kapsamında yer alan kadınlara ait ilk evlenme yaşı ortalaması 19'dur. İlk evlenme yaşlarını gruplara ayırarak değerlendirmek gerekirse en fazla oranı %61 ile 18-21 yaş grubunda evlenen kadınlar oluşturmaktadır. Bu oran Türkiye profiline de uymaktadır. Bunu takip eden grup ise %19 ile 22 yaş ve üstü yaş grubunda evlenen kadınlardır. Birinci yaş grubunda (1 3-17 yaş grubu) evliliklerini yapan kadınların oranı ise %20'dir. Yapılan araştırmalar, eğitim seviyesinin artması ve kadınların çalışma hayatına katılımlarıyla birlikte evlenme yaşının yükseldiğini göstermiştir. Bu çalışma sonunda elde edilen bulgularda kadınların akraba evliliği yapmaları geleneksel çevre faktörü, ilkokul mezunu olmaları, yaş itibariyle doğurgan yaşta bulunmaları ve ilk evlenme yaşlarının düşük oluşu (kadınların %81 oranında büyük çoğunluğu 13-21 yaşları arasında evlenmişlerdir) birbirleriyle oldukça ilişkilidir. 1998 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırmasında da, 15-19 yaş grubunda olan kadınların %15'i evlenmiş kadındır. Ortanca ilk evlenme yaşı 19.5 'dur. İlk evlenme yaşında sürekli bir yükselme gözlenmektedir. 45-49 yaş grubundaki kadınların ortanca ilk evlenme yaşı 18.4 iken, 25-29 yaş grubundaki kadınlar için bu değer 20.4 olarak bulunmuştur (HÜNEE, 1999). Akraba evliliği araştırmasında yer alan erkeklerin ilk evlenme yaşları bakımından ortaya çıkan so-


nuçlara göre, evliliklerini 18-21 yaşları arasında gerçekleştiren erkeklerin oranı %44'dür. Evlilikte erken yaş grubu olarak kabul edilen 13-17 yaş grubunda evlenenlerin oranı da %51 olarak bulunmuştur. 22 yaş ve üzerinde evlenenlerin oranı ise %5'dir. Örneklemi oluşturan grubun akraba evliliği yapmış olmalarının, erkeklerde evlilik yaşının tahmin edilenden daha düşük olmasını sağladığı düşünülebilir. Yapılan bazı çalışmalarda ise daha farklı sonuçların ortaya çıktığı görülmektedir. Nitekim diğer çalışmalarda erkeklerin evlenme yaşlarının Türkiye ortalamasına uygun olarak kadınlara oranla daha yüksek olduğu görülmektedir. Bu sonuçlara göre 18 yaşından daha küçük yaşlarda evlenen erkek oranı kadınlara göre daha düşük, 27 yaş ve üstünde evlenme oranı ise kadınlara oranla çok daha yüksek çıkmıştır. Erkeklerin eğitimi sürdürme eğilimlerinin kadınlara oranla daha yüksek oluşu, bir meslek kazanmak için geçirdikleri süreç gibi nedenlerle ilk evlenme yaşları daha büyük olmaktadır. Kadınlar ise eğitimlerini sürdürmedikleri ve çalışma hayatına katılmadıkları takdirde nispeten daha erken yaşta evlenmeye yönlenmekte/yönlendirilmektedir. Erken yaşta evlenen kadınlar genellikle eğitim düzeyi düşük ve çalışmayan kadınlar olmaktadır (Öngel ve diğ., 1997). 1998 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması'nda da ortanca ilk evlilik yaşı erkekler için 24 olarak hesaplanmıştır (HÜNEE, 1999). Evlilik kararının nasıl alındığı konusunda ailelerin geleneksel ya da demokratik tutumlarına bakılmıştır. Sonuçlar açısından ailelerin çoğunluğu (%55) geleneksel bir tavır sergileyerek "ailem karar verdi, biz onayladık" seçeneğine uymaktadırlar. Demokratik bir tutumun ifadesi olan "biz karar verdik, ailemiz onayladı" seçeneğine göre hareket edenler ise %34 oranındadır. "Rızam olmadan ailem kararlaştırdı" diyenlerin oranı ise %12'dir. Evliliği meşrulaştıran nikah şekillerine bakıldığında, ailelerin %88 gibi büyük bir çoğunluğunun hem resmi hem dini nikahlı oldukları, sadece %1'inin dini nikahla evlendiği görülmektedir. Sadece resmi nikahlı ailelerin oranı ise %11'dir. Araştırmaya katılan ailelere "önce hangi nikahın kıyıldığı" sorulmuştur. Sonuçlara göre ailelerin

%55'inin önce dini nikahları, %29'unun da önce resmi nikahları yapılmıştır. Hem resmi hem de dini nikahı birlikte yapılanların oranı ise %16'dır. Dini nikahın resmi nikahtan önce kıyılması geleneğine ülkemizde yaygın bir şekilde rastlanmaktadır. Bazı yörelerde kız ve erkeğin düğüne kadar birbirlerini tanımaları ve görüşmeleri maksadıyla dini nikah önceden yapılmaktadır. Bu yolla gençler için gelenekler ve dinsel yaptırımların öngördüğü meşru bir taban oluşturulmaktadır. Araştırmada, Türkiye'de eskiden beri oldukça yaygın bir gelenek olan başlık parası da sorgulanmıştır. Başlık parası, dünyanın birçok ülkesinde görülen, evlenme ile ilgili en yaygın kültür kalıplarından birisidir. Ülkemizde de çeşitli bölgelerde (özellikle Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde) kırsal kesimde hala süregelen bir kültür kalıbıdır. Başlık parası, evlenecek erkeğin ya da akrabalarının kız babası ya da akrabalarına yaptığı, toplumlara göre değişen hukuksal ve toplumsal uygulamaları içeren armağan niteliğinde bir ödemedir. Bu ödeme genellikle para, hayvan, çeşitli süs eşyaları ya da törensel değerler gibi şeylerdir (Tezcan, 1998). Bu çalışmada da akraba evliliği yapan ailelerin %16'sı evlenirken başlık parası geleneğini uyguladıklarını belirtmişlerdir. Bu oran ülkemizde başlık parasının halen süregeldiğine işaret etmesi bakımından anlamlı bulunmuştur. Araştırmaya katılanlara "aslen nereli" oldukları sorulduğunda, alınan cevaplara göre,en fazla oran %67 ile İç Anadolu kökenliler olurken, bunu %12 ile Karadeniz ve %11 ile Doğu Anadolu kökenlilerin izlediği görülmüştür. Araştırma alanının Ankara olmasının bu sonucu etkilemiş olması normaldir. Bu veriler Ankara'ya göçlerin daha çok çevre il ve ilçelerden olduğuna dikkat çekmektedir. 6. 3. Kadınların Doğurganlık Özelliklerine İlişkin Bulgular

Türkiye'de doğurganlık 15-29 yaş grubunda yığılma göstermekte olup, bu grup toplam doğurganlığın dörtte üçünü oluşturmaktadır. En yüksek do-


ğurganlık hızı ise 20-24 yaş grubundaki kadınlarda görülmektedir. Doğurganlık eğitim düzeyine göre belirgin bir şekilde farklılaşmaktadır (HÜNEE, 1999). Bu çalışmada, kadınların doğurganlık özellikleri açısından, öncelikle ailelerin çocuk sayılarına bakılmıştır. Buna göre ailelerin %38'i iki çocuğa sahiptir. Bunu %34 ile üç çocuğa sahip olanlar takip etmektedir. Bir çocuğa sahip annelerin oranı %13'dür. Dört çocuğu olan annelerin oranı ise %10'dur. Ailelerde çok çocukluluğa rastlanmamakla birlikte kadınların doğurganlık tercihlerinde iki ya da üç çocuklu olmanın çalışma durumları (meslekleri) ve eğitim durumları ile birlikte değiştiği görülmektedir. Doğurganlık ile ilgili olarak, kadınların "halen gebe olup olmadıkları" sorusuna verdikleri cevaplarda %96'sının gebe olmadığı tespit edilmiştir. Akraba evliliği yapan kadınların daha önce gebe kalıp kalmamaları ve canlı doğumları ile ilgili olarak yöneltilen sorular üzerine, bu kadınların %97'sinin daha önce gebe kaldıkları, %96'sının ise daha önce canlı doğum yaptıkları saptanmıştır. Kadınların %81'inin doğumdan sonra ölen çocukları olmadığı, %19'unun ise doğumdan sonra ölen çocuklarının bulunduğuna ilişkin bilgiler alınmıştır. Kadınların %14'ünün 1 çocuğu, %3'ünün 2 çocuğu, %1 'inin de 3 çocuğu doğumdan sonra ölmüştür. Çocuğun hayatta kalma şansı, annesinin eğitim düzeyi ile yakından ilişkilidir. Türkiye genelinde anneleri eğitimsiz olan çocuklar arasında bebek ölüm hızı bin canlı doğumda 60'dır. Bu hız, anneleri en az ilkokul mezunu olan çocuklara göre 1.7 kez daha fazladır (HÜNEE, 1999). Doğurganlık özellikleri bakımından kadınların ölü doğumla sonuçlanan gebeliklerinin oranı %8 olarak saptanmıştır. Kadınların %33'ü isteyerek ya da istemeden düşük yapmışlardır. Bir düşük yapanların oranı %18 iken, iki düşük yapanların oranı %8'dir. İkiz ya da üçüz doğuran kadınların oranı da %6 olarak bulunmuştur. Türkiye genelinde gerçekleştirilen Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırmalarına dayanılarak yapılan akraba evlilikleri ile ilgili çalışmalar sonucunda bu tür evliliklerin doğurganlığı önemli ölçüde etkilediği

görülmüştür. Akraba evliliği yapan kadınların, diğer, kadınlara göre daha fazla doğurdukları gözlenmektedir. Halen ilk evliliğini sürdüren kadınlardan akraba evliliği yapan kadınların evlilik sürelerine göre kuşak doğurganlık hızlarına bakıldığında evlilik süresi arttıkça doğurganlık hızının da arttığı görülmektedir. Söz konusu kadınlardan evliliğinin ilk beş yılını yaşayanların tamamlanmış doğurganlık hızları 0.8 iken evlilik süresi 5-9 yıl olanların evliliklerinin ilk beş yılındaki tamamlanmış doğurganlık hızı 0.9 ve evlilik süresi 10-14 yıl olanlarda 0.95'e yükselmektedir. Evlilik süresi 5-9 yıl olan kadınların tamamlanmış doğurganlık hızları 2.2 iken evlilik sü resi 10-14 yıl olan kadınların evliliklerinin ikinci beş yılında doğurganlık hızları 2.4'e yükselmektedir. Bu durum akraba evliliği yapan kadınlarda evlilik süresi arttıkça doğurganlık hızının arttığını göstermektedir. Başka bir deyişle akrabası ile evlenen kadınlarda da doğurganlık zaman içinde azalmaktadır (Beder-Şen, 1996). Diğer yandan genellikle akraba evliliğinin çocuk ölümlerine etkisini göstermek oldukça zordur. Akraba evliliklerinde ölü doğumlar, bebek ve çocuk ölümleri daha fazla gerçekleşiyorsa, bunlara neden olarak resesif hastalıklar gibi tek faktörlü gen hastalıkları düşünülmektedir. Akraba evliliklerinin etkilerini incelemek üzere yapılan araştırmalarda, akraba evliliklerinde görülen çocuk ölüm fazlalığının sadece akraba evliliğinden ileri gelmediği, çocuk ölümlerinde sosyo-ekonomik nedenlerin büyük payı olduğu, bu nedenler birbirinden ayırt edilmeden akraba evliliğinin etkisinin kesin olarak söylenemeyeceği sonucuna varılmıştır. Tunçbilek ve Koç'un (1994) çalışmasında akraba evliliklerinin bebek ölümleri üzerindeki olumsuz etkisini açık olarak görmek mümkündür. Bebek ölümleri ile akraba evlilikleri arasındaki ilişkiyi arayan çalışmaların hemen hepsi, çocuk temel alınarak yürütülen araştırmalar olup, ölüm nedenlerinden hareket edilmiştir. Kesin ölüm nedenlerinin saptanamamasından dolayı da arada ilişki kurulması genellikle zor olmaktadır. Ayrıca bebek ölümlerinde önemli etkisi olan olumsuz sosyo- ekonomik faktörlerin akraba evliliklerinin sık yapıldığı grupta daha fazla oluşu, ölüm nedeninin akraba ev-


liliği olduğu konusunda karara varmayı güçleştirmektedir. Bu çalışmada yukarıdaki bilgiler ışığında, anket uygulanan ailelere "önemli sağlık problemi olan çocukları olup olmadığı" sorulmuştur. Sonuçlara göre ailelerin %93'ünün hasta çocuklarının olmadığı, geriye kalan %7'sinin çocuklarında (Toplam 26 çocuk) ise aşağıdaki hastalıkların mevcut olduğu saptanmıştır: Hastalık Çeşidi - Zeka geriliği

Sayı 4 çocuk

- Serebral palsi

4 çocuk

- İşitme bozukluğu

2 çocuk

- Konuşma bozukluğu

2 çocuk

- Menenjit

2 çocuk

- Anatomik bozukluk

2 çocuk

- Görme bozukluğu

2 çocuk

- Spastik engellilik

1 çocuk

- Ortopedik bozukluk

1 çocuk

- Böbrek rahatsızlığı

1 çocuk

- Epilepsi

1 çocuk

- Astım

1 çocuk

- Fenil Ketonüri

1 çocuk

- Akdeniz Anemisi

1 çocuk

- Hepatit B

1 çocuk

Araştırmaya katılan ailelerdeki hasta çocukların, 7 tanesi dayı oğlu-hala kızı evliliğinden; 5'i amca çocukları evliliği ile teyze çocukları evliliğinden; 4'ü hala oğlu- dayı kızı ile kardeş torunları evliliğinden, 1 tanesi de teyze torunu evliliğinden olan çocuklardır. Bu hastalıkların akraba evliliğinden kay-

naklanıp kaynaklanmadığı hususunda fikir belirtmek mümkün değildir. Çalışmanın kapsamında böyle bir ilişki irdelenmemiştir. 6.4. Akraba Evliliğine İlişkin Bulgular Ülkemizde kırsal ve kentsel alanlarda çeşitli fonksiyonlar itibariyle kendini gösteren akrabalık ilişkilerinin toplumsal alandaki yansımalarından biri de akraba evlilikleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerek akrabalık kurumu gerekse akraba evlilikleri sosyo-kültürel sistemimizde yer alan önemli gerçekliklerdendir. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki Türkiye'de akraba evlilikleri uzun yıllardır kuşaklar boyunca yaygın biçimde yapılagelmektedir (Şaylı, 1991). Akraba evlilikleri amca, dayı, hala, teyze yani kardeş çocukları evliliği olarak yakın akraba evlilikleri şeklinde tanımlanmaktadır. Bunun yanında ikinci derece akraba evlilikler olan kardeş torunlarının evliliğine de rastlanmaktadır. Daha sonra üçüncü derece ve uzak akrabalar gelmektedir. Türkiye'de akraba evliliğinin ülke çapındaki sıklığına, çeşitliliğine ve çeşitli sosyo-demografik özelliklerine ilişkin bulgular geniş çaplı sosyo-demografik araştırmaların sonuçlarından elde edilmektedir (Tunçbilek ve Hancıoğlu, 1998). Bu konuda yapılan ilk çalışma Serim Timur'un Türk aile yapısını çeşitli formlarıyla ortaya koyduğu 1968 Türkiye Aile Yapısı ve Nüfus Sorunları Araştırması adlı çalışmasıdır. 1968 araştırması verilerine göre ülkemizde kırsal kesimde evli çiftlerden akrabalarıyla evli olanlar %36'dır. Akraba evliliklerinin %29'u kardeş çocukları evliliğidir. Kardeş çocukları evliliği arasında da amca çocukları evliliği %9'dur (Timur, 1972). 1983 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması verilerine göre de birinci ve ikinci derece akraba evliliklerinin tüm evlilikler içindeki payı bütün Türkiye'de %21'dir(HÜNEE, 1983). 1988 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması sonuçlarına göre ise akraba evlilikleri %20, yakın akraba evlilikleri ise %15 oranındadır. Yani, yapılan her


beş evlilikten biri akraba evliliğidir. Akraba evliliği yapan kadınlar akraba evliliği yapmayan kadınlara göre bir yıl daha erken evlenmektedir. Akraba evliliği yapanlarda ilk evlenme yaşı 18, akraba evliliği yapmayanlarda ise 19 olarak hesaplanmıştır (HÜNEE, 1988). Devlet Planlama Teşkilatı (1992) tarafından yapılan Türk Aile Yapısı Araştırmasında da akraba evliliği yapanların oranı %17 olarak tespit edilmiştir. 1993 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması verilerine göre de doğurgan çağdaki kadınların %23'ü akraba evliliği yapmışlardır. Akraba evliliklerinin büyük çoğunluğunun birinci derece kuzen evlilikleri olduğu, en çok yapılan evliliğin ise amca çocukları arasında olduğu görülmüştür. Bulgular Türkiye'de son yıllarda akraba evliliklerinin sıklığında önemli bir değişme yaşanmadığını göstermektedir (Tunçbilek ve Hancıoğlu, 1998). Beder-Şen'in (1996) TNSA 1993 verilerine dayanarak yaptığı çalışmada halen ilk evliliğini sürdüren kadınlardan (6124) %33'nün akraba evliliği yaptığı, bunların %15.2 'sinin birinci dereceden ve %7.8'inin ikinci dereceden akrabaları ile evlendikleri belirtilmektedir. Kadınların evlilik sürelerine göre bakıldığında, zaman içinde birinci ve ikinci dereceden akrabaları ile evlenenlerin oranının azaldığı, buna karşın akrabalık dışı yapılan evliliklerin oranının arttığı görülmektedir. 1993 Nüfus ve Sağlık Araştırması verileri göstermektedir ki oldukça hızlı ekonomik, sosyal ve demografik değişmelerin yaşandığı ülkemizde akraba evliliğinin yaygınlığı devam etmektedir. Akraba evliliği hem kadın hem de erkeğin eğitim düzeylerinin yüksek olduğu, Türkiye'nin gelişmiş yörelerinde yetişen ve bu yörelerde yaşayan ve kent kökenli gruplar arasında düşük düzeylere inmekte, ancak geri kalan nüfus gruplarında yaygın bir uygulama olarak varlığını sürdürmektedir (Tunçbilek ve Hancıoğlu, 1998). Akraba evliliğine ilişkin bu araştırmada da temel soru eşlerin birbirleriyle akrabalık dereceleri olmuş-

tur. Araştırma sonuçlarına göre, akraba evliliklerinin en fazlası %23 ile teyze çocuğu evlilikleridir. Bunu %21 ile dayı-hala çocuklarının evlilikleri ve %17 ile amca çocuklarının evlilikleri izlemektedir. Bu sonuçlara göre araştırmamız kapsamındaki ailelerin %81'i Birinci derece akraba evliliği yapmıştır ki bu bulgu akraba evliliği literatürü ile de paralellik göstermektedir. Araştırmada İkinci derece akraba evliliği yapanların çoğu (%6) kardeş torunları iken, amca torunu evlilikleri %4 oranındadır. Yine yukarıdaki sonuçlara göre araştırmada yapılan akraba evliliklerinin ana soyuna dayalı evliliklerde (teyze çocuğu evlilikleri, dayı-hala çocuğu evlilikleri) daha fazla olduğu görülmüştür. Türkiye genelinde yapılan akraba evliliklerinde önceliği baba soyundan amca çocukları evlilikleri alırken, Ankara merkez ilçelerinde yapılan bu çalışmada ana soyuna dayalı (teyze çocuklarıyla) akraba evliliklerinin fazla olduğu görülmüştür. Bu durum Türkiye'ye ilişkin toplumsal değişme kuramları açısından anlamlıdır. Tampon mekanizmalar/ kurumlar kavramı ile kuramsal bir açıklama getiren Mübeccel Kıray geleneksel toplumlarda yeni oluşumlara dikkat çekmektedir. Örneğin kentleşme ile birlikte kocanın ailesi yerine kadının ailesinden kimselerin hane halkına dahil olması ve ilişkilere daha yoğun girmesi geleneksel yapıda bir değişme olarak diğer gelenekler yanında yer alabilmektedir (Kıray, 1961). Geleneksel bir yapı özelliği olarak akraba evliliğinin baba soyu şeklinde değil de Ankara kent nüfusunda ana soyunda ilerlemesi bu bakımdan anlamlıdır. Tampon kurumlar açısından ilişkilendirilebilir. Araştırmada akraba evliliğinin kuşaklararası sürekliliği ile ilgili olarak, kadınların ve erkeklerin anne-babalarının da akraba olup olmadıklarına bakılmıştır. Kadınların %23'ünün ebeveynleri de akraba evliliği yapmışlardır. Bunların %76'sı birinci dereceden akrabalardır. Kadınların %81 'nin eşleriyle birinci derece akraba olduğu hatırlanacak olursa, bu bulgu akraba evliliğinin belli oranlarda bir gelenek olarak korunduğuna ve bu şekilde sürekli kılındığına işaret etmesi bakımından çarpıcı bir sonuçtur.


Bu konuda erkekler açısından da benzer sonuçlar bulunmuştur. Erkeklerin %23'ünün ebeveynleri de birbirleriyle akrabadırlar. Araştırma geneline göre ebeveynlerin akrabalık oranı düşüktür. Ancak, yine ebeveynlerin akrabalık derecesi dikkate alınacak olursa, birinci derece akraba evliliği yapmış olmaları {%75) bu geleneğin süreğenliğine de işaret etmektedir. Akraba evliliği ile ilgili olarak kadınlara ve erkeklere "niçin akraba evliliğini tercih ettikleri" sorulmuştur. Kadınların %42'si birbirlerini önceden tanıdıkları ve güvendikleri, %34'ü sevdikleri, %19'u da ailelerine yabancı girmesini istemedikleri için akraba evliliği yapmayı tercih etmişlerdir. Ailelerin sadece %3'ü beşik kertmesi olduklarını belirtmişlerdir. Kadınlara "akraba evliliği yapmanın, doğacak çocukların sağlığı açısından herhangi bir sakıncası olup olmadığı" sorulduğunda, sakıncası olmadığını savunanların oranı %29'dur. Bu düşünceye katılanlar %30, sakıncası olabileceğini savunanlar ise %30 olarak belirlenmiştir. Kadınların çoğu akraba evliliğinde sağlıksız doğan çocuklarının olabileceği ihtimalini göz ardı etmemektedirler. "Akraba evliliğinin doğacak çocukların sağlığı açısından zararlı olduğunu kimden öğrendikleri ya da nereden duydukları" hakkındaki soruya kadınların %49 'u doktorlardan, hastanelerden ve çevrelerinden, %42'si televizyon veya kitaplardan, %9'u da kendi yaşantılarından öğrendiklerine ilişkin cevaplar vermişlerdir. Kadınların bu konudaki bilgilenme ve etkilenme kaynakları büyük oranda doktorlar ve medya olmaktadır. Bu konuda erkeklerin %78'i televizyondan ya da kitaplardan öğrendiklerini; %13'ü de doktorlardan ya da çevrelerinden duyduklarını belirtmişlerdir. Geriye kalan %6'sının öğrenme yolu ise kendi yaşantılarıdır. Erkeklerin bu konudaki bilgilenme kaynakları kadınlardan biraz daha farklıdır. Akraba evliliğinin kültürel aktarımla kuşaklararası nasıl bir gelişim gösterebileceği hususunu orta-

ya koymak amacıyla kadınlara ve erkeklere "Çocuklarının akraba evliliği yapmalarını nasıl karşılayacakları" sorulduğunda, yarıya yakını (%47) akraba evliliğini onaylamayacaklarını, %17'si ise onaylayacaklarını ifade etmişlerdir, %36'sı ise "fark etmez" cevabını vermişlerdir. Bu sonuçların akraba evliliğinin, Ankara merkez örneğinde gelecek kuşaklarda daha da azalabileceğine dair mesajları içerdiği savunulabilir. Bu konuyla ilgili olarak, erkeklerde de benzer sonuçlar kaydedilmiştir. Nitekim erkeklerin %45'i çocuklarının akraba evliliği yapmasını onaylamamakta, %18'i onaylamaktadırlar. %37/ si ise akraba evliliğinin fark etmeyeceği görüşündedir. Kadınlara ve erkeklere "İslam dininin akraba evliliğine nasıl baktığını bilip bilmedikleri" sorulduğunda %38'i bu konuda herhangi bir bilgiye sahip olmadıklarını belirtmişlerdir. İslam dininin akraba evliliğini onayladığını savunanların oranı %46'dır. Kadınların %9'una göre İslam dinince akraba evliliği teşvik edilmektedir. Yasakladığını söyleyenlerin oranı da %7 olarak tespit edilmiştir. Bu soru karşısında erkeklerin %60'ı akraba evliliğini dinin onayladığını savunmaktadır. Sonuçlar açısından akraba evliliğinin kültürel ve yapısal sürekliliğinin arkasında, geleneklerin yanı sıra dini algılamaların etkisinden de bahsedilebilir. Yine akraba evliliği hususunda kadınlara ve erkeklere "Akraba evliliği yapmaktan memnun olup olmadıkları" sorulmuştur. Kadınların büyük çoğunluğu (%80) akraba evliliği yapmaktan memnundurlar. Akraba evliliği yapmaktan memnun olan kadınların gerekçeleri arasında eşlerini sevmek ve iyi anlaşmak (%72), eşlerinin tanıdık olması ve yabancı biriyle evliliğin daha kötü olabileceği (%28) gibi ifadeler yer almaktadır. Bu ifadelerin geleneksel bir evlilik şekli olan akraba evliliğinin temelinde yatan yapı taşları olabileceği düşünülmelidir. Akraba evliliği yapmaktan dolayı memnun olan erkeklerin oranı %83'dür. Buna gerekçe olarak erkeklerin %87'si eşlerini sevmelerini ve anlaşmalarını, %13'ü de adetlerin devam ettirilmesini önemli görmektedirler.


Akraba evliliği yapmaktan dolayı memnun olmayan kadınların ve erkeklerin oranı %16'dır. Bu konuda kadınların %32'si eşleri ve aileleriyle geçinemediklerini, diğer %32'si aile içi ilişkilerin herkesçe bilindiğini ve her şeye karışıldığını neden olarak göstermektedirler. Çocukların hasta olmasını gerekçe gösterenlerin oranı da %22'dir. Bu hususta erkeklerin %83'ü çocukların hasta ve özürlü olmasından dolayı memnun olmadıklarının belirtirken, %14'ü ise "eşim ve ailesi ile çok yüz-göz olduk, mutlu değilim" görüşündedirler. "Akraba evliliğinin ne gibi olumsuz yönleri olabileceği" konusunda kadınların %28'i doğacak çocukların hasta olma riskini öne sürmüşlerdir. Bunu %26 ile aile baskısının ve müdahalesinin devam etmesini, %14 ile seçme şansının olmamasını savunanlar izlemektedir. Kadınların %23 ise akraba evliliğinin hiçbir olumsuz yönü olmadığı inancındadırlar. Bu konuda erkeklerin %44'ü çocukların hasta olmasını, %38'i aile baskısı ve müdahalenin devam etmesini, %19'u da seçme şansının olmamasını sıralamaktadırlar. Akraba evliliğinin olumlu yönleri konusunda ise kadınların %47 gibi yarıya yakını "aileler tanışık olduğu için eşler arasında çatışmaların engellendiği" görüşündedir. Kadınların %33'ü de adetlerin devam ettirilmesini akraba evliliğinin olumlu yönü olarak görmekteyken, "malın bölünmemesi" olarak ifadelendirilen geleneksel kalıba uyanların oranı ise sadece %4'dür. Bu sonuçlar açısından akraba evliliğinin temelinde yatan meselelerden biri olan malın bölünmemesi gibi maddi ihtiyaca dayanan maddi kültür öğelerinin yerini daha manevi temelli kültür unsurlarının aldığı savunulabilir (Tanıdık olması, karşılıklı güven gibi). Akraba evliliğinin olumlu yönleri konusunda erkeklerin %57'si ailelerin tanışık olmasının eşler arasındaki çatışmaları engellediği görüşündedirler. Erkeklerin %40'ı adetlerin devam ettirilmesini, %3'ü de malın bölünmemesini savunmaktadırlar. Araştırmada akraba evlilikleri ile ilgili diğer bir konu da kadın ve erkeklerin akraba evliliklerinin

sağlıksız doğumlara yol açtığı düşüncesine katılıp katılmadıklarıdır. Kadınların %80'i bu düşünceye katılırken, %16'sı katılmamaktadır. Akraba evliliği sonucunda doğacak olan çocukların sağlıksız olabilecekleri düşüncesine katılan kadınların %73'ü buna gerekçe olarak biyolojik aktarımı, yani hastalıkların genlerle aktarılacağını, %17'si kan uyuşmazlığının sakat doğumlara yol açabileceğini göstermektedir. Kadınların %10'u da bu sorunu kendilerinin bizzat yaşamış olmasını sebep olarak belirtmektedir. Erkeklerden yukarıdaki düşünceye katılanların oranı %65, katılmayanların oranı ise %25 olarak bulunmuştur. Akraba evliliğinin doğacak çocukların sağlığı açısından sakıncalı olduğunu bildiren erkeklerin %67'si gerekçe olarak biyolojik aktarımı ya da kan uyuşmazlığını; %22'si kendi çevresinden gördüğünü ileri sürmektedirler, %11'i de çocuklarında böyle bir sorunun halihazırda yaşanıyor olmasını öne sürmektedir. Akraba evliliğinin doğacak çocukların sağlığı açısından sakıncası bulunmadığını savunan erkeklerin %83'ü kendi çocuklarının sağlıklı olmalarını; %13'ü bunun tıbben ispat edilmediğini ifade ederken geriye kalan %4'üne göre akraba olmayanlarda da sakat doğumlara rastlanılmaktadır. Akraba evliliği ile ilgili olarak "akraba evliliği yapmalarına akraba, komşu ya da uzak akrabalarından tepki gösterenlerin olup olmadığı"na ilişkin soruya cevap veren kadınların %14'ü bu konuda çevrelerinden tepki aldıklarını belirtmişlerdir. Akraba evliliğine tepki gösterenlerin %6'sı aile fertlerinden biri (anne, baba, kardeş ya da ağabey gibi)'dir. Geriye kalanlar arasında "amca, teyze, dayı, hala, diğer akrabalar, komşular, arkadaşlar" yer almıştır. Tepki verenler, ailelerarası ilişkilerde olumsuzluklar yaşanabileceğini, sakat doğumlar olabileceğini, aile baskısı olabileceğini öne sürmüşlerdir. 6. 5. Akraba Evliliği ile İlgili Bazı Değişkenlere Ait Çapraz Tablolar Bu çalışma metodolojik olarak ilişki arayıcı bir çalışma değildir. Betimsel bir nitelik taşımaktadır.


Bu nedenle de araştırmamızda bağımsız değişkenlerden hareketle bağımlı değişkenlerin açıklanması ya da hipotez sınanması gibi bir yaklaşıma gidilmemiştir. Yapılan saha araştırmalarında temel sosyodemografik değişkenlerin (eğitim, yaş, meslek, yaşanılan yer vb.) düşünce, davranış ve tutumlarda meydana getireceği farklılıklar araştırmaların da temel argümanıdır. Özellikle eğitim olgusunun kişilerin kültürel, sosyal, psikolojik yapılarında etkili olduğu varsayımı bu araştırmanın da kabullerinden birisidir Bu kabulden hareketle araştırmada eğitim değişkeninin çeşitli değişkenlerle ilişkisine bakılmış ve anlamlı yorumlara gidilmiştir. Kadınların eğitim düzeyleri ile ilk evlenme yaşları arasındaki ilişkiye bakıldığında (Tablo 1), değişkenler arasında anlamlı sonuçlar çıkmıştır. Kadınların her üç eğitim grubunda da ilk evlilik yaşının 1821 yaş diliminde yoğunlaştığı belirlenmiştir. Türkiye'de ortalama evlenme yaşının 21 olduğu hatırlanacak olursa bizim araştırmamızın sonuçlarının Türkiye geneline uyması beklenen sonuçlar dahilindedir. 22 yaş ve üzerinde evlenenler arasında en

fazla oranı da fakülte mezunu kadınlar (%47) oluşturmuştur. Okur-yazar olmayan kadınların çoğunluğu (%47) erken denilebilecek 13-17 yaş grubunda evlenmişlerdir. Oysa üniversite eğitimi alan kadınlarda evliliğini 13-17 yaş grubunda yapan hiçbir kadına rastlanmamıştır. HÜNEE 1998 Araştırmasında da ortanca ilk evlilik yaşı ile eğitim düzeyi arasında doğru orantı olduğu bulunmuştur. Özellikle eğitim düzeyi en az ortaokul olan kadınlar ile diğer kadınlar arasındaki farklılıkların belirgin olduğu; en az ortaokul mezunu olan kadınlarda ortanca ilk evlilik yaşı olan 23.5'in, eğitimi olmayan kadınların ortanca ilk evlilik yaşından 6 yıl daha yüksek olduğu hesaplanmıştır. Erkeklerde eğitim durumuna göre ortanca ilk evlilik yaşında görülen farklılıklar kadınlarda olduğu kadar dikkat çekici bulunmamıştır. Kadınlarda görülen daha yaşlı kuşaklardan daha genç kuşaklara doğru ortanca ilk evlilik yaşındaki artış, erkeklerde görülmemiştir.

Tablo 1. Akraba Evliliği Yapan Kadınların Eğitim Düzeylerine Göre İlk Evlenme Yaşları

Toplam

Evlilik Yaşı Eğitim Düzeyi S

Okuryazar değil

İlkokul Lise

S

8

47,1

9

52,9

59

23,4

150

59,5

43

7

7,6

63

68,5

9 231

Üniversite Toplam

18-21 S %

13-17 %

74

19,6

22+ %

S

%

17

100,0

17,1

252

100,0

22

23,9

92

100,0

52,9

8

47,1

17

100,0

61,1

73

19,3

378

100,0


Tablo 2. Akraba Evliliği Yapan Erkeklerin Eğitim Düzeyleri İle Evlilik Yaşı

S

Eğitim Düzeyi

Toplam 22+

18-21 S

13-17 %

S

%

%

S

%

5

100,0

Okuryazar değil

2

40,0

. 3

60,0

İlkokul

75

57,7

46

35,4

9

6,9

130

100,0

Orta-Lise

70

53,8

55

42,3

5

3,8

130

100,0

Yüksekokul

24

35,3

42

61,8

2

2,9

68

100,0

Toplam

171

51,4

43,8

16

4,8

333

100,0

146

Erkeklerin eğitim düzeyine göre ilk evlenme yaş-

te düzeyinde eğitim almış erkeklerde ise çoğunlukla

larına bakıldığında (Tablo 2), okur-yazar olmayan-

orta yaş grubunda (18-21) evliliğe rastlanılmaktadır

ların %40'ının 13-17 yaşları arasında, %60'ının ise

(%62). Yani akraba evliliği yapan üniversite eğitimli

18-21 yaşları arasında evlendikleri, yani 22 ve daha yukarı yaşlarda evlenen olmadığı görülmektedir. İlkokul ve orta öğretim düzeyinde eğitim görmüş er-

erkekler kadınlara göre büyük oranda erken evlilik eğilimi göstermişlerdir. Bu sonuç, erkeklerin ev-

keklerde de bu çalışmaya göre geç denebilecek yaş

lendikten sonra üniversite eğitimlerini tamamladık-

grubunda evlenenlere az rastlanmaktadır. Üniversi-

ları şeklinde bir yorumu getirmektedir.

Tablo 3. Kadınların Eğitim Düzeyi ile Evlilik Kararının Nasıl Alındığı Evlilik Kararı Rızam olmadan

Aileler

Biz karar verdik,

ailem

kararlaştırdı,

ailem onayladı S

kararlaştırdı S

biz onayladık

%

Eğitim Düzeyi

%

S

Toplam S

%

%

Okuryazar değil

7

41,2

6

35,3

4

23,5

17

100,0

İlkokul

34

13,5

150

59,5

68

27,0

252

100,0

Lise

3

3,3

44

47,8

45

48,9

92

100,0

6

35,3

11

64,7

17

100,0

206

54,5

128

33,9

378

100,0

Üniversite Toplam

44

11,6


Kadınların eğitim düzeylerine göre evlilik kararının nasıl alındığı konusunda elde edilen verilere bakıldığında (Tablo 3), okuryazar olmayan kadınların %41'inin evlilik kararları, rızaları olmadan aileleri tarafından verilmiştir. Aynı grupta "ailem kararlaştırdı, biz onayladık" şeklinde ifade edilen ve geleneksel ve yaygın bir uygulamadan söz edenlerin oranı ise %35'dir, "Biz karar verdik, ailemiz onayladı" diyenlerin oranı ise %23'tür. Üniversite mezunu olan

kadınlara bakıldığında "rızam olmadan ailem kararlaştırdı" ifadesi hiçbir karşılık bulmamış, fakat kadınların %65 gibi büyük bir oranı "biz karar verdik, ailemiz onayladı" şeklindeki demokratik tavrı ifade etmişlerdir. Tablo 3'te görüldüğü gibi kadınların eğitim düzeyleri yükseldikçe evlilik kararlarının alınmasında kendi seçimlerini sergileyebilmelerine ilişkin oranlar da yükselmektedir.

Tablo 4. Akraba Evliliği Yapan Erkeklerin Eğitim Düzeyi ile Evlilik Kararının Nasıl Alındığı Eğitim Düzeyi

Evlilik Kararı Rızam olmadan ailem

kararlaştırdı S % Okuryazar değil

İlkokul Orta-Lise

Ailem kararlaştırdı, biz onayladık S %

Biz karar verdik,

Toplam S

ailem onayladı S %

%

1

20,0

2

40,0

2

40,0

5

100,0

12

8,8

83

60,6

42

30,7

137

100,0

7,4

73

54,1

52

38,5

135'

.10.

100,0

Üniversite

4

5,7

30

42,9

36

51,4

70

100,0

Toplam

27

7,8

188

54,2

132

38,0

347

100,0

Erkeklerin eğitim düzeylerine göre evlilik kararlarının alınmasında kimlerin etkili olduğu konusunda elde edilen verilere bakıldığında (Tablo 4), bütün eğitim düzeylerinde "rızam olmadan ailem karalaştırdı" diyenlerin oranı en düşüktür. Okuryazar olmayan, ilkokul mezunu ve orta eğitimli erkeklerin çoğunluğu (sırasıyla %40, %61, %54) ailelerinin evliliklerini kararlaştırıp kendilerinin de onayladığını belirtmiştir. Üniversite mezunu olanlarda ise bekle-

nildiği gibi %51 oranı ile çoğunluğu evliliklerini kendilerinin kararlaştırıp ailelerinin de onayladığı konusunda bilgi vermişlerdir. Tablo 4'den de anlaşılacağı gibi, kadınlarda olduğu gibi erkeklerin de eğitim düzeyleri yükseldikçe evlilik kararlarının alınmasında kendi tercihlerini sergileyebilmelerine ilişkin oranlar yükselmektedir.


Tablo 5. Kadınların Eğitim Düzeyleri ile Akraba Evliliği Yapma Sebepleri Eğitim Düzeyi

Akraba Evliliği Yapma Nedenleri 1 (*) %

2(*)

Toplam S

%

S

S

%

Okuryazar değil

12

75,0

4

25,0

16

100,0

İlkokul

179

71,0

73

29,0

252

100,0

Lise

51

55,4

41

44,6

92

100,0

Üniversite

6

35,3

11

64,7

17

100,0

248

65,8

129

34,2

337

100,0

Toplam

1(*) Malın bölünmemesi, aileye yabancı girmemesi, önceden tanıma avantajı, beşik kertmesi. 2(*) Sevdiği için

Kadınların eğitim düzeyleri ile akraba evliliği yapma sebepleri arasında anlamlı ilişkiler olduğu görülmektedir. Eğitim düzeyi düşük kadınlarda akraba evliliğinin yapılma sebepleri arasında "önceden tanıma avantajı" , "aileye yabancı girmemesi", "malın bölünmemesi" gibi geleneksel ifadeler yer almıştır. İlkokul mezunu kadınların %71' i, okuryazar olmayanların %75'i birinci kategoriyi tercih et-

mişlerdir. İkinci kategoride yer alan ve severek evlendiklerini söyleyenler en fazla %65 ile üniversite mezunu, %45 ile lise mezunu kadınlar arasındadır. Bu konuda eğitim düzeyinin düşmesi ile birlikte tedrici bir azalma da görülmektedir. Üniversite mezunu kadınların diğer gruptaki kadınlara nazaran davranışları belirgin bir şekilde farklılaşmaktadır (Tablo 5).

Tablo 6. Akraba Evliliği Yapan Erkeklerin Eğitim Düzeyleri ile Akraba Evliliği Yapma Sebepleri Eğitim Düzeyi

Akraba Evliliği Yapma Nedenleri

1(*)

2(*) S %

Toplam S %

S

%

Okuryazar değil

2

40,0

3

60,0

5

100,0

İlkokul

83

61,9

51

38,1

134

100,0

Lise

93

68,9

42

31,1

135

100,0

Üniversite

39

56,5

30

43,5

69

100,0

217

63,3

126

36,7

343

100,0

Toplam

1(*) Malın bölünmemesi, aileye yabancı girmemesi, önceden tanıma avantajı, beşik kertmesi. 2(*) Sevdiği İçin


Erkeklerin eğitim düzeyleri ile akraba evliliği yapma sebepleri konusunda her eğitim grubunda erkeklerin çoğunluğu malın bölünmemesi, aileye yabancı girmemesi, önceden tanıma avantajı gibi geleneksel ifadeleri seçmiştir. Üniversite mezunu

erkeklerde de çoğunluğun (%S7) akraba evliliği yapma nedeni olarak malın bölünmemesi, aileye yabancı girmemesi, önceden tanıma avantajı gibi nedenlerin gösterilmesi ilginç bir sonuçtur (Tablo 6).

Tablo 7. Akraba Evliliği Yapan Kadınların Eğitim Düzeyi ile Evliliklerinde Başlık Parası Alınıp Alınmadığı Eğitim Düzeyi

Başlık Parası

S

Evet %

Hayır S

Toplam S

%

%

Okuryazar değil

4

23,5

13

76,5

17

100,0

İlkokul

50

19,8

202

80,2

252

100,0

7

7,6

85

92,4

92

100,0

17

100,0

17

100,0

317

83,9

378

100,0

Lise Üniversite Toplam

61

16,1

Ülkemizde özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde varlığını devam ettiren başlık parası konusunda araştırma sonuçları değerlendirildiğinde (Tablo 7), kadınların eğitim düzeylerinin yükselmesi ile birlikte başlık parası adetinin azaldığı ve ortadan kalktığı görülmüştür. Başlık parası ile evlenen kadınlar özellikle okuryazar olmayan ve ilkokul mezunu olan kadınlardır. Eğitim düzeyinin yüksel-

mesinin toplumsal değişmede oynadığı anahtar rolün fonksiyonu burada da aşikardır. Nitekim fakülte mezunu kadınların hiçbirinde başlık parası sözkonusu olmamıştır. O halde bu araştırmanın temel bulguları doğrultusunda başlık parası geleneğinin eğitim düzeyi yükseldikçe azaldığı ya da ortadan kalktığı savını ileri sürebiliriz.


Tablo 8. Akraba Evliliği Yapan Kadınların Eğitim Düzeyi ile Sahip Oldukları Çocuk Sayısı Çocuk Sayısı Eğitim Düzeyi

S

Okuryazar değil

5

29,4

3

17,6

9

İlkokul

104

41,9

99

39,9

45

Orta-Lise

63

75,8

21

25,0

Yüksekokul

14

82,4

2

11,8

1

186

50,8

125

34,2

55

Toplam

S

Toplam

1-2 %

Kadınların eğitim düzeyi ile sahip oldukları çocuk sayısı arasında ilişkilerin anlamlı olduğu saptanmıştır (Tablo 8). Nitekim lise mezunu kadınların %75'i 1 ya da 2 çocuğa sahip iken üniversite mezunu kadınların %82'si 1 ya da 2 çocuğa sahiptir. İlkokul mezunu olanlarda ise bu oran %42'dir. Eğitim düzeyi yükseldikçe çocuk sayısının azalması iki değişken arasında ters orantılı bir ilişkinin olduğunu göstermektedir. Ancak bu sonuç birden fazla faktörün birlikteliği ile daha iyi anlaşılabilir. (Kadının çalışma durumu, kentleşme gibi). Araştırma sonuçları genel olarak değerlendirildiğinde, eğitim olgusunun temel sosyo-demografik ve sosyo-kültürel değişkenlerden biri olarak toplumsal kalıp ve yargıları değiştirebilme işlevinin bu araştırmada da ortaya konduğu görülmüştür. 7. AKRABA EVLİLİĞİ İLE İLGİLİ SÖZLÜ KÜLTÜR BULGULARI

Bütün kültürler genel kabul görmüş konularda ve fikirlerde bir bilgi birikimi oluşturarak bunu gelecek kuşaklara aktarmaktadırlar. Deyimler ve atasözleri şeklinde sözlü kültürde ifadesini bulan bilgi ve düşünce birikimleri mâni, türkü ve tekerleme, bilmece gibi diğer folklor unsurlarında da kendini göstermektedir.

3%

S

S

%

52,9

17

100,0

18,1

248

100,0

84

100,0

5,9

i7

100,0

15,0

366

100,0

4 %

Okur-yazarlığın yaygın olmadığı, çağcıl anlamda kitle iletişim araçlarından yoksun olunan dönemlerde bilgi aktarımının birinci derecede sözlü kültür malzemesine dayanması, hem halk edebiyatı geleneğinin temelini hem de yazılı edebiyatın kaynaklarını oluşturmuştur. Okur-yazarlığın yaygınlaşmaya başladığı dönemlerde de sözlü kültür geleneği ile bilgi aktarımı önemini yitirmemiş, hatta bazı koşullarda yazılı metinlerden daha etkili olmaya devam etmiştir. Ortak bilgi birikiminin bireyler ve toplumsal birimler arası aktarımında, bilgilerin akılda kalabilmesi için olabildiğince kafiyeli, ahenkli, estetik ve edebî bir yön de gelişmiştir. Kısa, anlaşılır, kafiyeli ifadeler bu nedenle olsa gerek, uzun yıllar içerik ve tarzlarından kayıp vermeden yaşayabilmiştir. Gündelik hayatın bütün yönlerine ilişkin bilgi ve değer yargısı içeren halk kültürünün, genelde akrabalık, evlilik ve aile, özelde de akraba evliliğine ilişkin olarak kültürel mirası yansıtması normaldir. Akraba evliliği ile ilgili olarak bu başlık altında verilecek halk bilgisi birkaç başlık altında toplanmıştır. Yöntem olarak yazılı metinlere yaklaşımda yorumlama tekniği (hermenötik) kullanılmaktadır. Bu teknik son zamanlarda sosyal bilimlerle uğraşanlarca oldukça kabul görmüş, hatta hemen hemen her


konuda anketin ve mülakatın yerini tutarmışçasına ideolojik bir boyut kazanmıştır. Burada uzun boylu bir teknik/yöntem tartışmasına girilmeyecektir. Aşağıda verilen örnekler sadece yapılan anket sırasında derlenmiş örneklerdir. Bunları tamamlayacak Türkiye genelinde pek çok sözlü ifade ürünü bulmak mümkündür. Başka bir çalışma konusu olarak ele alınmaya değer bu kültürel birikimin aşağıdaki örneklerinin anlaşılırlığı için sadece birkaç küçük açıklama verilecektir.

lerinden gelen kişilerin söyledikleri folklorik malzemede de akraba evliliğine ilişkin kanaatlerin olduğu kendini göstermiştir. Anket ile alınan istatistiksel verilerin yanında bu gibi kanaatlerin de önemi göz ardı edilmemelidir. Bu sözlü verilerin, çalışmanın istatistik yönünü sayısallıktan kurtarıp bir ölçüye kadar yorumlamacı bir anlayışla dengeleyeceği düşünülmektedir. Kaldı ki yapılan ankette akraba evliliğini onaylayanlarla onaylamayanların durumu atasözlerindeki ikili yapıyla paralellik göstermektedir. Akraba Evliliğini Onaylayan Atasözleri

ATASÖZLERİ

Atasözleri bu konuda çalışan araştırmacılar tarafından uzun yıllardan beri farklı tanımlanmış olsa da "Tecrübenin Çocuğu" (Yurtbaşı, 1993) ve "Atalardan gelen ve onların yüzyıllar içindeki tecrübe müşahadelerine dayalı düşüncelerini öğüt ve hüküm şeklinde nakleden anonim mahiyette kısa ve özlü söz" (Oy, 1991) tanımlarında olduğu gibi, tecrübe ve yaygın kabul görmüş olma özelliğini tüm tanımlarda içermiştir. Ancak, bir konu ile ilgili olarak atasözlerinin genelinde olduğu gibi diğer folklorik malzemede birbirleri ile çelişen ifadeler yer alsa da bu durum onların tecrübe ve genel kabul görmüşlüğünü ortadan kaldırmamaktadır. Bu durumu basit bir çelişki olarak almak yerine, aynı olgu ile ilgili farklı görüngüler olarak düşünmek gerekir. Zıtlıklar bir olayın ya da olgunun oluşmasında farklı taraflarda olanların kendi taraflılık konumlarını ortaya koyabilmektedir. Örneğin evlilik ve bekarlık birbirine zıt olgulardır. Bir kişi için birisinin varlığı diğerinin yokluğu demektir. Oysa atasözlerinden birisi aile kurmayla ilgili "Bekarlık sultanlıktır" derken, bir diğer atasözü "Bekarın yakasını bit, parasını it yer" demektedir. Akraba evliliği konusunda da bir atasözü "Kendi kötün elin iyisinden daha iyidir" derken bir diğeri "Akrabanın akrabaya yaptığını akrep yapmaz" diyebilmektedir. Kısaca, birbirine zıt bilgi ve değerler varolsa da evlilik ve akraba evliliği olgusu tarihsel ve sosyolojik sürekliliği olan kültürel bir gerçekliktir. Akraba evliliği ile ilgili anket uygulaması sırasında Ankara'da yaşayan ama Türkiye'nin çeşitli yöre-

1- El kızından akraba kızı iyidir 2- Elin yoğurdundan kendi ekşi ayranımız daha iyidir 3- Kendi kötün elin iyisinden daha iyidir 4- Evde kalan kızın sorumlusu amcasının oğludur 5- Dibi görülmeyen kuyudan su içilmez 6- Elin akıllısından kendi delin iyidir 7- İyi kızı akrabası alır, kötü kız ele kalır 8- Bizi, bilen kurt yesin 9- Elinden (el=bilinen yaşanan yer) aşma (aşmak= uzağa gitmek, uzaklaşmak) dertlere düşme 10- Elle (el=yabancı) uğraşmaktansa kendi akra banla uğraş 11 - İyi kız evden eve, kötü kız köyden köye 12- Denenmiş ayranı denenmemiş yoğurda tercih ederim. 13- İyimizi niye el alsın, kötümüzü niye el bilsin? 14- Kendi kepeğimiz (kepek = buğdayın kabuğun dan yapılan un) köpeğimize yeter 15- Kendi itim kendi bitimi yesin 16- Akrabanın huyu-suyu ve soyu bellidir 17- Bilmediğin atın altından geçilmez 18- Sarımsak içli dışlı, soğan yalnız başlı 19- Caminin içi dururken dışı haramdır 20- Candan yananım başka, yandan yananım başka Akraba Evliliğini Onaylamayan Atasözleri 1234-

Akrabadan kız alıp vermeyeceksin Senin gibi akrabayı akrep soksun Ye iç hısım ile, alış-veriş etme Akraba ile ye iç, alış-veriş yapma


56789-

Akrabanın yaptığını akrep yapmaz Akraba akrabaya har (har = ateş) olur, iki gözü kör olur Akraba akrep acısı El adamı öldürür, akraba hem öldürür hem gö mer Bahçedeki ot acıdır MANİLER VE DİĞER MANZUM İFADELER

Anadolu'daki sözlü halk edebiyatının halen yaşamakta olan ve yazıya geçirilen pek çok örneği vardır. Bu örneklerden maniler kısa, ahenkli, esprili ve imgesel çağrışımlara da yer veren, hece ölçüsünde manzum ifadeler olarak bazı düşünce ve duyguları anlatmada oldukça kullanışlıdır. 1

neklerden sadece anket ile toplananlardır. Akraba evliliğini hem onaylayan hem de onaylamayan mâni ve atasözlerinin olması halk kültürünün deneyim aktarımında dönemsel ve öznel durumları hesaba katmasıyla ilgilidir. Buradaki örneklere Ankara folklorunun vazgeçilmez oyun havalarından olan Emmioğlu adlı ezginin sözlerini de eklemek mümkündür. Emmoğlu ele benzer Boyu fidana benzer SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Genel olarak eğitim düzeyinin bu çalışmadaki değişkenler (ilk evlenme yaşı, evliliğin kararlaştırılması, akraba evliliği yapma nedenleri, başlık parası ve çocuk sayısı) açısından beklenen olumlu etkileri gösterdiği kanıtlanmıştır.

Eğmeli eğmeli Dayı kızı dururken Kiminle evlenmeli 2

Başlık parası ile akraba evliliği arasında anlamlı bir ilişki kurulamamıştır. Akraba evliliğinin yapılmasında dini bilginin önemli bir etki olmadığı dikkat çekmiştir.

Dayımın / Halamın oğluna Sarılsam boynuna 3 Bahçelerde kelebek Dalları benek benek Amcam oğlu dururken El oğluna ne gerek 4 Halam kızı gönlümü gam keder sardı Doktora göründüm sana yolladı

5 Ala yeşil giyemiyom Amcamın oğluna vurgunum (aşığım, tutkunum) Diyemiyom 6 Amca oğlu damdadır İki eli kandadır Gittim kanı silmeye Dedi gönlüm sendedir Burada verilen örnekler Türkiye'deki geniş ör-

Akraba evliliği yapanların çoğunluğu evliliklerinden memnun olmakla beraber çocuklarının akraba evliliği yapmasını onaylamamaktadır. Akraba evliliği, hastalıklı ve sakat çocuk doğumlarına neden olması bakımından bazı kesimler tarafından tereddütle karşılanmaktadır. Akraba evliliği yapanların %7'sİnin çocuklarında hastalıkların olduğu tespit edilmiştir. Kentleşme ile beraber kültürel normlarda değişiklikler olsa bile, kente göçün gerçekleşmesinden hemen sonra ani ve kesin bir değişimin olduğunu peşinen kabul etmek güçtür. Çünkü kente gelen ailelerin kendileri dışındaki insan ve toplumsal birimlere karşı bir tolerans geliştirebilmesi için belirli bir sürenin geçmesi gerekmektedir. Genellikle malın bölünmemesi gibi bir malî gerekçenin akraba evliliğini etkilediği şeklindeki düşünceyi destekler veriler sağlanmamış, akraba evliliğinin nedeni daha çok ailelerin birbirlerini tanımaları gibi daha soyut bir kültür olgusuna dayandırılmıştır.


Genelde akraba evliliğinin yapılmasında, şimdiye kadar baba soyu ön plana çıkarken bu çalışmada anne soyundan akraba evliliği olan teyze çocuklarının evliliğinin fazla olduğu kendini göstermiştir. Bu durumu kentleşme ile birlikte kadının ön plana geçmesi şeklinde tanımlamak ve Mübeccel Kıray'ın "tampon kurum/mekanizma" kavramı ile ilişkilendirmek mümkündür.

Eröz, Mehmet, (1977), Türk Ailesi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1977. ayrıca aynı yazı için bkz. Dikeçligil, B. - A. Çiğdem, (ed), "Türk Ailesi", Aile Yazıları, cilt: I, Aile Araştırma Kurumu yay., Ankara 1991, (s: 225-247).

Toplumumuzda akraba evliliğinin olumsuz sonuçlarına ilişkin bilgiler, akraba evliliği yapan ya da yapmayanlarda yaygın olmakla birlikte, bu olgunun kısa sürede ortadan kalkacağını düşünmek mümkün değildir.

Güvenç Bozkurt, (1984), İnsan ve Kültür, (geliştirilmiş dördüncü basım) Remzi Kitabevi, İstanbul.

KAYNAKÇA________________________________________ Altuntek, Serpil, (1993), Van Yöresinde Akraba Evliliği Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara. Balaman, Ali Rıza, (1982), Akrabalık, Evlilik ve Türleri, Karınca Matbaacılık yay., İzmir. Bayık, Ayla, (1993),"Bomova Eğitim ve Araştırma Bölgesi Naldöken Sağlık Ocağı Bölgesinde Akraba Evliliklerinin Yaygınlığı", Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi, cilt: 9, sayı:2. Beder-Şen, Rahime, (1996), Evliliğin Kuruluşuna İlişkin Özelliklerin Doğurganlık İle İlişkisi, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara. Bittles, H. Alan, (1998), "Emprical Estimates of the Global Prevalance of Consanguineous Marriage" in Contemporary Society, Stanford Univesity. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, "Kan Yakını Evliliklerinin Diyarbakır Toplumundaki Sıklığı ve Bazı Etkileri Üzerine Araştırmalar", Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 12, (3/4), 1985, s:149-160. Eliböyük, Zehra, (1989), Hacettepe Üniversitesi Çocuk Hastanesi Genetik Ünitesine Başvuran Hastalarda Akraba Evliliği ve Tıbbi Sonuçların İncelenmesi, Hacettepe Üniversitesi uzmanlık tezi, Ankara.

Eyüboğlu, İsmet Zeki, (1991), Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, (ikinci baskı), Soysal yay., İstanbul. Gökçe, Birsen," Aile ve Aile Tipleri Üzerine Bir İnceleme", Hacettepe Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, cilt:8, sayr.1-2, (s: 46-77), ayrıca aynı yazı için bkz. Aile Yazıları, I, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yay., Ankara, 1991, s:205-223.

Hacettepe University, Institute of Population Studies (HÜNEE), (1987), 1983 Turkish Population and Health Survey, Hacettepe Üniversitesi yay., Ankara. Hacettepe University, Institute of Population Studies (HÜNEE), (1989), 1988 Turkish Population and Health Survey, Hacettepe Üniversitesi yay., Ankara. Hancıoğlu, Attila - Ergül Tunçbilek, (1998), "Akraba Evlilikleri, Sosyo-Demografik Özellikleri ve Çocuk Ölümleri Üzerine Etkileri", Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi, 1998/41, s:139-153. Oy, Aydın, (1992), "Atasözü" maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, cilt: 4, İstanbul, s: 44-46. Örnek, Sedat Veyis, (1971), Etnoloji Sözlüğü, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi yay., Ankara. Şaylı, Bekir Sıtkı, (1991), "Anadolonun Genetik Yapısı Üzerine Çalışmalar: İnfertil Evliliklerde Belirlenebilen İnfertilite Sebepleri", Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 8, (I), 1/3, 1991, s: 75-91. Tezcan, Mahmut, (1998), Türk Kültüründe Başlık Parası Geleneği, Kültür Bakanlığı yay., Ankara. Timur, Serim, (1972), Türkiye'de Aile Yapısı, Hacettepe Üniversitesi yay., D. 15, Ankara. Tunçbilek, Ergül, (1985), "Türkiye'de Akraba Evlilikleri", Katkı, 6/(2), s: 129-136. Tunçbilek, Ergül - Mahir Ulusoy, (1989), "Consanguinity in Turkey in 1988, Nüfusbilim Dergisi, cilt:11, s: 35-46. Tunçbilek,Ergül- İsmet Koç, (1994), "Consanguineous Marriage in Turkey and its Impact on Fertility and Mortality", Ann. Human Genetics, 1994/58, s: 321-329.


1995 - 2000 Yılları Resmi Kayıtlarından Batman'da Gerçekleşen İntihar ve İntihar Girişimleri Üzerine Bir İnceleme • Idris DENİZ - Dr. Aysel GÜNİNDİ ERSÖZ • Nihal İLDEŞ • Dr. Nesrin TÜRKARSLAN (*) (*) Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu

Özet

Summary

İnsanlık tarihi boyunca tüm toplumlarda görülen intihar olgusunun ekonomik, kültürel, toplumsal ve psikolojik yönleri bulunmaktadır.

A Study on Sulcides and Suicide Attempts İn The Official Records of The Province of Batman During The Period 1995-2000

İntihara ilişkin farklı disiplinler farklı tanımlar geliştirmekle birlikte, intihar genel olarak bireyin kendine yönelik bilinçli bir şiddetidir ve birey bu eylemi ile kendini ortadan kaldırmayı amaçlar.

Suicidal behavior, has been discernİble amongst the majörİty of the globe ali round the mankind history, has economic, cultural and societal guises. Suicide refers to detiberate self-yiolent deeds and the victim's eventual goal is to end her/his life, albeit several scientific approaches vary to delineate.

Sosyal, kültürel ve ekonomik faktörlerin etkisi ile başlayan intihar süreci bireyin psikolojik sorunları ile devam eder ve bireyi ölüme sürükler. Bu nedenle, intihar olgusu bir çok disiplini yakından ilgilendirir. Batman'da intiharların arttığına yönelik basında çıkan haberler ve Batman Valiliğinin talebi üzerine, Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı elemanlarınca Batman'da ilgili kurum ve kuruluşlar ziyaret edilerek bir değerlendirme çalışması gerçekleştirilmiştir. Ayrıca, 1.1.1995-12.10.2000 tarihleri arasında yaklaşık 6 yıllık bir süreçte Batman'da meydana gelen İntihar ve intihar girişimleri, Batman Emniyet Müdürlüğü, İl jandarma Alay Komutanlığı kayıtları ile ilçelere gönderilen ve valilik aracılığıyla toplanan bir form esas alınarak bir çalışma gerçekleştirilmiştir. Yaklaşık altı yıllık süreçte Batman'da meydana gelen intihar ve intihar girişimlerinin toplamı 191 'dir. İnceleme sonuçlarına göre;

The influence of social, cultural and economic agents triggers off suicidal conduct that later prolonged by psychological agents, can lead to demişe of the victim. Hence the suicide quandary is subject to a multidisciplinary approach. On account of an invitation by the governorship of Batman Province to probe the raising figures of suicide incidents m Batman and wide coverage of the news related the suicide incidents in Batman ali över the natıonal media sources during 2000, 4 research staff from the Institute of Family Research cpnductedan assessment inquiry and visited concerned publiç authorities. Furthermore, the official evıdence data about reported suicide and suicide a ttempts occurred during 01.01.1995 and 12.10.2000 from the poliçe archives of Batman, the records of the Command ofProvincial Gendarme and other administrative sources outside the municipal hub of Batman was collected using a structured information form. The total number of reported people committing suicide and attempting suicide is 191 in the period ofroughly 6 years.

- İntihar ve intihar girişimleri Batman'da yıllar içinde artmıştır. - İntihar eden veya intihar girişiminde bulunanların yaklaşık %75'ni kadınlar oluşturmaktadır. - İntihar eden veya girişimde bulunanlar genç yaş kategorisinde yo ğunlaşmaktadır. - İntihar eden kadınların %15.8'i imam nikahı ile evli iken %8'nin kuması bulunmaktadır. - Kadın intiharları daha çok yaz aylarında yoğunlaşmaktadır. -12-18 saatleri arası en çok intihar edilen saatlerdir. - İntihar eden veya girişimde bulunan, kadınların çoğunluğu okur yazar bile değildir. - Kendini asmak ve ateşli silah en çok kullanılan intihar etme yön temidir. - İntihar nedenleri arasında belirgin bir kategori öne çıkmamakla beraber, psikolojik durum ve aile içi tartışma en çok belirtilen intihar ne denidir. - İntihar eden veya girişimde bulunanların çoğunluğunu kırsal kö kenli, alt sosyo-ekonomik düzeydeki kişiler oluşturmaktadır. Resmi kayıtlar esas alınarak yapılan çalışmanın bulgularına göre, intihara götüren süreci anlayabilmek için, sorunun psikolojik, psikiyatrik, sosyolojik ve antropolojik yanını gözardı etmeden, ele alınması ve detaylı araştırmalar yapılması zorunlu görülmektedir.

Some outlined findings are as follows: - Suicide and suicide attempts are increasing by years. - An overwhelming majority of the sexes reported in the documents was female (75%). - The victims were mostly young, majority among 14-30 years. -15.8% of the women committed suicide had a religious marriage and 8% had lived together with a second wife at home. - The woman suicide incidents occurred widely during summer time. - The mostly happening hours round the day were in the course of 12pm-18pm. - The women committed or attempted suicides were mostly illiterate. - The mostly preferred suicide methods were hanging and firearms. - The majority ofsubjects were from rural areas and low socioeconomic /eve/. - Despite the lack ofreliable data about thesignificantcause to lead suicide in the reported documents, psychological and famİly related disputes were reported for underlying causes frequently. Based on the official records, this ştudy lacks in descriptive and analytİcal power due to unreliable and invalid records. Therefore, it is


A- İNTİHAR: SORUNUN GENEL GÖRÜNÜMÜ, TANIMLAR, NEDENLER VE ETKİLERİ İnsanlık tarihi boyunca, farklı toplumlarda, farklı sıklıklarla görülen intiharlar, sadece ruh sağlığı uzmanlarını ilgilendiren bir sorun olmayıp, ekonomik, kültürel, toplumsal yönleri de bulunan bir olgudur. İlkel toplumlarda dahi intihar eyleminin olduğu bilinmekte, hatta kimi toplumlarda yaşlı bireyin intiharı seçmesi normal bir davranış olarak kabul edilmektedir. İntihar düşüncesi, eğilimi ve girişimi yaşama dürtüsüne karşıdır. Bu nedenle ruhsal açıdan bir bozukluk belirtisi olarak kabul edilir. Köknel (1987:399) intiharı saldırgan dürtülerin, isteklerin bastırılması ve insanın kendi öz benliğine yönelmesi sonucu ortaya çıkan bir eylem biçimi olarak tanımlar. Bu davranışın ortaya çıkmasında ve eyleme dönüşmesinde, benlikle üst benlik arasındaki çatışmadan kaynaklanan kaygı önemli bir rol oynamaktadır. Diğer bir tanımda ise, intihar; insanın öz benliğine yönelmiş bir saldırganlık ve yok etme eylemi olup, bireyin istemli olarak yaşamına son vermesidir. Durkheim intiharı; bir insanın doğuracağı sonucu bilerek olumlu ya da olumsuz bir eylemle doğrudan doğruya ve araçlı olarak kendi kendini ölüme sürüklemesi olarak tanımlar. İntihar olgusunun gerçekleşmesinde üç etmenin rol oynadığı kabul edilmektedir: 1. İntihar kavramına karşı toplumun grup olarak geliştirmiş olduğu tutum. 2. Kişinin kendi dışından gelen zorlamalar, 3. Bu etmenlerin bireyin karakteri ve kişiliğiyle etkileşimi (Geçtan 1995:163). İnsanın kendi canına kıymayı düşündürecek kadar güçlü zorlamaları Coleman üç grupta toplar; ki-

şinin a) ilişkilerinde ortaya çıkan bunalımlar, b) yenilgiye uğrayarak kendi gözünde değersizleşmesi, c) yaşamının anlamını ve umudunu yitirmesi (Coleman'dan aktaran Geçtan 1995: 165). İntihar oranı bir toplumdan diğerine değişmektedir. İntihar oranının bazı toplumlarda oldukça düşük olmasına karşılık, bu olgu bazı kültürlerde benimsenmekle kalmamış, belirli koşullar ortaya çıktığında girişilmesi zorunlu bir davranış biçimi olarak kabul edilmiştir. İskandinavya'nın eski savaşçı insanları ve antik Yunanlılar intihar etmeyi kutsal bir olay olarak karşılamışlardır. Bilindiği gibi, Japonya'da intihar olayı bazı özel koşullarda, örneğin bireyi ya da toplumu küçük düşürücü bir duruma tepki olarak ortaya çıktığında, toplumun onayıyla karşılanmaktadır. Günümüzde intihar günah ve suç olarak hatta bazı görüşlerde şiddet biçimi olarak değerlendirilmektedir. Durkheim 1887'de yayımlamış olduğu "Le Suicide" adlı ünlü monografisinde, bu sorunu istatistik verilerle ve toplumsal yönleriyle geniş ve ayrıntılı bir biçimde ele almıştır. Durkheim intiharın ırkla, sarhoşlukla, akıl hastalığı ile, taklitle, iklimle, soyaçekimle ilişkisini araştırdıktan sonra toplumsal nedenlerde karar kılar ve üç intihar tipi belirler. a-Bencil intihar b-Elcil intihar c-Anomik intihar Bencil intiharlar; bireyi topluma bağlayan herhangi bir bağın kalmamasıdır. Birey topluma ailesi, dini ya da politik grubu ile bağlı olabilir. Eğer bu bağlar zaman içerisinde çeşitli sebeplerle zayıflarsa bencil intiharlar görülür. Bu konuda Durkheim şu sonuca varmaktadır: İntihar sayısı bireyin dine, aileye ve devlete olan bağlılığı ile ters orantılıdır. Elcil intiharlar; bireyin içinde yer aldığı topluma çok bağlı olmasından kaynaklanan intiharlardır. Örneğin; Hindistan'da, kadınların ölen kocalarının ardından kendilerini öldürmeleri zorunlu olmaktadır. Toplumda hakim değerlere boyun eğme düşüncesi


birey için intiharı zorunlu kılmaktadır. Got'larda, yaşlılıkta normal ölüm ayıp olduğu için, ilerlemiş yaşta olanlar kendilerini öldürmeyi seçmek zorunda kalmışlardır. Bu intihar türünde; kendini öldüren birey toplumsal bir ödevi yerine getirmek için ölümü seçmektedir. Anomik intiharlar ise, toplumsal bunalımlardan kaynaklanmaktadır. Toplumun yapısında meydana gelen bir değişme, bireylerde uyum bozuklukları meydana getirmektedir. Bireyin hayat koşullarını manevi değerlerini alt üst eden bu değişiklik intihara kadar gidebilmektedir. Durkheim aynı çalışmasında; ekonomik bunalım ya da savaş yenilgisi sonrası gibi toplum değerlerinin bozulduğu dönemlerde de intihar olaylarının arttığını saptamıştır. Durkheim bu bulgulardan, kişinin özdeşleştiği toplum grubuyla olan bağlarının zayıflamasının ve gruba yabancılaşmasının intihar olaylarında başlıca etmen olduğu sonucuna varmıştır (Geçtan 1995:164). İntihar olaylarının ekonomik bunalımlar döneminde artması, ülkelerin gelişme dönemlerinde ya da savaş gibi herkesin ortak bir amaç çevresinde toplandığı durumlarda azaldığı gözlenmiştir. Bu veriler Durkheim'in görüşlerini doğrulamaktadır. Sainsbury tarafından 1956 yılında Londra'da yapılan çalışmada intihar olaylarında toplumdan kopma duygusunun etken olduğu bulunmuştur. Yap'ın ise, 1958 'de Hong Kong'da yaptığı çalışmasının bulguları özellikle kırsal bölgelerden göç etmiş kişiler arasında intihar etme oranının daha yüksek olduğunu saptayarak toplumsal etmenlerin önemini bir kez daha doğrulamıştır (Geçtan 1995:164). Shapiro (1994:14) ABD'de on beş ile on dokuz yaş arasındaki gençlerin ölüm nedenleri arasında; İntiharın ikinci sırada geldiğini vurgulamıştır. Yine ABD' de her gün beş genç intihar ederek yaşamına son vermektedir. 1957'den 1987'e yılına kadar gençler arasındaki intihar oranı üçe katlanmıştır. 19801i yıllardan başlamak üzere intihar oranı yüz binde 10.8' de seyretmektedir.

ABD'de intiharların yüksek olmasını araştırmacılar parçalanmış aile yapısı, dini inanç azlığı, silahların kolay elde edilmesi, madde kullanımı ve bağımlılığı ile açıklamaktadırlar. ABD'de yapılan çalışmalar, intiharın beyaz erkeklerde, intihar girişiminin ise kadınlar arasında yüksek olduğunu göstermiştir. Yine araştırmalar, duygusal zorluklar yaşamış sorunlu bireylerin intihara tanıklık etmesinin, daha kolay intihara yol açtığını ve medyada görülen intiharların da taklit edildiğini göstermektedir. Pakistan'da 2 yıl boyunca yayınlanan gazetelerdeki intihar haberlerinin analizi sonucunda elde edilen veriler değerlendirildiğinde, 208'i erkek, 98'i kadın olmak üzere 306 intihar vakasında; erkeklerin çoğunun bekar olmasına karşın, kadınların çoğunluğunun evli ve büyük bir kısmının 30 yaşın altında olduğu görülmüştür. En sık rastlanan İntihar nedeni ise, "Aile içi problemlerdir. İntihar edenlerin yarıdan fazlası, fosfat (organophosphate) türü tarım ilacı kullanmışlardır. Yine araştırmaların sonuçlarına göre, olumsuz ekonomik ve sosyal koşulların intiharda etken olduğu düşünülmektedir. Göç etme durumu ve işsizliğin de intihar yönünden risk taşıdığı tespit edilmiştir. Ayrıca, öğretim durumu ile intihar arasındaki ilişkiler incelendiğinde, öğretim durumu düşük olanlarda, yüksek olanlara göre intihar etme riskinin fazla olduğu görülmektedir. Dünya Sağlık Örgütü'ne göre, tüm dünyada 2000 yılında yaklaşık bir milyon kişi intihardan ölecektir. Bunun tüm dünyadaki ortalaması 100 000'de 16'dır. Bir başka deyişle her 40 saniyede 1 kişi intihar ederek ölürken her 3 saniyede 1 kişi de intihara teşebbüs etmektedir. Yine Dünya Sağlık Örgütü'ne göre, son 45 yılda tüm dünyada intihar oranları %60 artmıştır. İntihar, günümüzde tüm ülkelerdeki ölümlerin ilk 10 nedeni arasında sayılırken; Amerika Birleşik Devletlerinde 8. sırada yer almaktadır. Yine ABD'de 15-24 yaş arası ölümlerin üçüncü önemli nedeni intihardır. Dünyada ise beşinci sırada yer almaktadır. Bu eğilim, gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde benzerlik göstermekte-


dir. Geleneksel olarak en yüksek oranlar hala yetişkin erkeklerde görülmekteyse de, 15-34 yaş arası gençlerde artış gösteren intihar oranları dikkat çekici bir problem haline gelmiştir. Avrupa ülkelerinde intihar görülme sıklığı 100 binde 25 ile en yüksek oranda İskandinav (Baltık) ülkelerinde, en az Tablo 1. Dünyada İntihar Oranları [ Dünya Sağlık Teşkilatı ] Bazı Dünya Ülkelerinde İntihar Oranları (100,000 'de) Ekim 2000 Ülke

Yıl

Erkek

Kadın

Almanya Amerika Birleşik Devletleri Avustralya Avusturya

1998 1997 1995 1998 1998 1998 1998 1994 1996 1996 1998 1996 1997 1984 1995 1997 1997 1991 1996 1996 1996 1995 1997 1997 1997 1998 1998 1998 1997 1997 1991 1998 1998

21.5 18.7 19.0 30.0 63.4 26.2 25.3 14.3 15.9 24.3 59.4 38.7 28.4

7.3 4.4 5.1 9.2 10.1 10.6

Beyaz Rusya

Bulgaristan Çek Cumhuriyeti Çin Çin (Hong Kong ) Danimarka Estonya

Finlandiya Fransa Guatemala Hindistan Hollanda İngiltere İran İsveç İsviçre İtalya İzlanda Japonya Kanada Kazakistan Letonya Litvanya Macaristan Rusya Federasyonu

Slovenya Sri Lanka Türkiye Ukrayna

6.5

17.9 9.1 9.8

10.5 10.7 10.1

0.9

0.1

11.4 13.5 11.0

8.0

0.3

0.1

20.0 29.2 12.4 16.4 26.0 19.6 51.0 59.8 73.7 51.1 66.4 49.3 44.6 3.5 51.7

8.5

Dünya Sağlık Teşkilatı, Cenevre, Ekim 2000 - Türkiye verileri tarafımızdan ekle edilmiştir.

6.7 3.2

11.6 4.2 3.8

11.9 5.1

9.4 12.2 13.7 14.7 12.3 11.8 16.8 2.4 10.6

100 binde 10 ile İspanya'da görülmektedir. Genellikle Avrupa'nın kuzeyinde daha yüksektir. Ülkemizde yapılan araştırmalar, kadınlarda ve erkeklerde en yüksek intihar oranının 15-20, 20-25, 25-30 yaş grupları arasında yoğunlaştığını göstermektedir. Türkiye'de istatistiklere bakıldığında intihar oranın yıllara göre bir artış gösterdiği görülmektedir. Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre, intihar oranı 1987de 100 binde 1.92 iken, 1990 yılında bu oran 2.42 'ye 1997'de 3.30'a kadar yükselmiştir. Ayrıca 15-24 yaş grubu, intihar oranı en yüksek olan yaş grubu olarak saptanmıştır. İntihara teşebbüs açısından bakıldığında, 15-24 yaş grubunun yanı sıra depresif ve distimik kadın hastaların önemli bir risk grubu oluşturdukları görülmektedir. Türkiye'de 1992 yılında yapılmış bir araştırmada intihar edenlerin %37.7'si bekar, %9.5'i dul ya da boşanmış, %52.8'i ise evlidir, %62.1'i kent kökenli, %37.9'u ise kırsal kesimdendir. Dünyada yapılan araştırmalar erkeklerde intiharın, kadınlarda ise intihar girişimlerinin daha sık olduğunu ortaya çıkarmıştır. Ülkemizde yapılan araştırmalarda, intiharların en önemli nedeni %36'lık bir oranla hastalık olarak bulunmuştur. İntihar nedenlerinde aile geçimsizliği ve geçim zorluğu ise ikinci ve üçüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde intiharların %51'i kendini asma, %17'si ateşli silah kullanma, %13'ü de kendini yüksekten atma şeklindedir. İntiharlar en çok Marmara ve Batı Anadolu bölgesinde görülürken, son iki yıl içerisinde ülke ortalaması üzerinde seyreden intihar olayları ile Batman ve Güneydoğu Anadolu bölgesi öne çıkmaktadır. En az görülen bölge ise Karadeniz bölgesidir. B- BATMAN'IN NÜFUS VE SOSYAL YAPISI

Batman 1 Eylül 1957 yılında ilçe, 16 Mayıs 1990 tarihinde ise il statüsüne kavuşmuştur. 1950'li yıllarda 4713 olan nüfus günümüzde 465.000'e yükselmiştir (2000 yılı sayımı, kesin olmayan sonuç ).


Tablo 2. Türkiye'de Yaş Grubu, Cinsiyet ve Nedene Göre İntiharlar Yaş Grubu

Tic. Boz.

Hissi İliş.

277 238 39 48 43 85 66 10 89

114 114 - . 8 8 -. . 33 33

247 131 116 8

44 33 37 22 15 16

79 10 39 36 3 12

36

38 26 81

13 3 4

56 25 53 39 14

2 2 1 1 -

Toplam

Hastalık

Aile Geç.

Geçim Zor

Toplam Erkek Kadın Toplam Erkek Kadın Toplam Erkek Kadın Toplam Erkek Kadın Toplam

1890 1125 765 66 22 44 661 306 44 418 263 155 306

597 348 249 9 2 7 113 54 7 115 65 50 82

502 207 295 33 14 19 203 49 19 131 62 69 77

55-64

Erkek Kadın Toplam Erkek Kadın Toplam

221 85 193 139 54 100

47 35 80 47 33 64

65-74

Erkek Kadın Toplam

69 31 92

Erkek Kadın Toplam Erkek Kadın

65 27 64 40 14

Toplam

-15

15-24

25-34

35-44

45-54

75-+

(DIE,199 ) 8

1997 yılında Batman'ın 406.000 civarında olan nüfusunun 213.714'ü Batman il merkezinde, 192.286'sı ise köy ve ilçelerde bulunmaktaydı. Günümüzde ise Batman ili özellikle kırsal kesimden aldığı göçle çok hızlı nüfus artışı yaşamaktadır. Batman'ın nüfus yoğunluğu 85 kişi olup, sayım dönemi nüfus artış hızı %21.30'dur. İl genelinde okur yazar oranı ise %74'dür. Yüzölçümü 44.654 km2, 1995 verilerine göre GSMH 1157 USD, işsizlik oranı %58'dir. Batman'da 1 Anaokulu, 259 İlköğretim okulu, 10 Genel Lise, 8 Meslek Lisesi, 3 özel ilköğretim okulu ve 1 özel lise olmak üzere 282 okul bulunmaktadır. 282 okulda 2565 öğretmen görev yap-

Öğ. Boz Diğer

8 190 97 8 37 25 12 9

79 39 40 13 4 9 65 34 9 1 1 -

74 48 26 3 2 1 34 21 1 16 11 5 13

30 30 7

8 1 2 2 -

-

7 5 5 4 1 1

10 2 4

7 -

1

-

1 2

4

-

1 -

-

-

-

36

- .

-

-

2 -

makta ve 100.500 öğrenci eğitime devam etmektedir. Bu okullara devam eden öğrencilerin cinsiyete göre dağılımı incelendiğinde; kız öğrenci sayısı 39.104 ve erkek öğrenci sayısı 61.396'dır. Orta öğretim kurumlarına ve üstü eğitim kurumlarına devam eden kız öğrenci sayısı sadece 4210'dur. 118 adet ilköğretim okulu kapalı bulunmaktadır. Ayrıca Dicle Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi, Batman Meslek Yüksek Okulu ile Sağlık Bilimleri Meslek Yüksek Okulu da mevcuttur. Batman Merkezde, bir Rehberlik Araştırma Merkezi, Eğitim Gönüllüleri Vakfı ile ortaklaşa çalışmalar gerçekleştirmektedir. Batman'da 1 Devlet Hastanesi, 1 SSK Hastanesi, 1 Özel Hastane, 1 Verem Savaş Dispanseri,1 Adet Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Merkezi ile 8


adet Sağlık Ocağı bulunmaktadır. Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğüne bağlı bir Toplum Merkezi ile GAP İdaresi Başkanlığına bağlı iki adet ÇATOM mevcuttur. C- ÇALIŞMANIN YÖNTEM VE SÜRESİ Bu çalışma, 1.1.1995 ile 12.10.2000 tarihleri arasındaki yaklaşık 6 yıllık bir süreçte meydana gelen intihar ve intihar girişimlerinin Emniyet Müdürlüğü ve Jandarma Komutanlığında bulunan dosyalara göre değerlendirilmesi ile yapılmıştır. 6 yıllık süreçte intihar eden ve intihar girişiminde bulunan 191 kişi saptanmıştır. Bu kişilere ait dosyalar ayrıntılı bilgi içermemektedir. Bu durum sağlıklı bir değerlendirme yapmayı güçleştirmiştir. Buna rağmen, varolan veriler değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Batman çalışmasında ulaşılamayan ilçe verileri için yapısallaştırılmış bir bilgi formu hazırlanarak, Valilik kanalıyla ilgili birimlere ulaştırılmıştır. Yanıtlanan formlar değerlendirilmeye alınmıştır. Ancak kayıtların yetersizliğinden dolayı formda yer alan bir çok bölümde yeterli bilgi yer alamamıştır.

D- ÇALIŞMA BULGULARI Tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de intihar oranları az da olsa yıllara göre artış göstermektedir (Sayıl 1997). Batman'da, özellikle 2000 yılının ikinci yarısında ulusal medya gündemine giren ve mahalli basında da sıkça yer alan intiharlar için yapılan ön inceleme sonucunda, intiharlarda 1999 yılından önceki yıllara göre sayısal bir artış, intihar oranlarının Türkiye ortalamalarının üzerinde seyrettiği ve kadın intiharlarının daha fazla olduğu görülmüştür. 1995 ve 2000 yılları arasında Batman ili ve ilçeleri genelinde resmi kayıtlara geçmiş, 191 intihar ve intihar girişimi kaydına ulaşılmış ve kayıtlarda var olan bazı özellikler açısından incelemeler yapılmıştır. Güvenlik kuvvetleri tarafından rutin bir kayıt sistemi ile tutulan olgular intihar ve girişimler hakkında deskriptif bir analize fırsat verecek tutarlık, güvenirlik ve kapsam kriterlerini karşılamaktan oldukça uzaktır. Bu yüzden elde edilen bulguların açıklayıcı gücü kısıtlı olmakta, intiharların altında yatanları ve bağlantılı değişkenleri incelemek için daha ileri düzeyde çalışmalara gereksinim duyulmaktadır.

Şekil - 1 İntihar Oranları, Batman 1995 - 2000


1995 yılında Batman ve merkez ilçelerinde 11 gerçekleşmiş intihar vakası bulunurken, 01.01.2000 ile 12.10.2000 tarihleri arasında Batman kırsal kesimi dahil 28 intihar vakası gerçekleşmiştir. 1995 yılından 1999 ve 2000 yıllarına artış oranı yaklaşık yüzde 250 civarında olmuştur. 1999 yılına kadar intihar oranı Türkiye ortalamasından çok belirgin biçimde sapmamıştır. 1995 ve 1997 yıllarında oranlar artma eğilimi göstermiş, ancak anlamlı bir trend göstermemiştir. Asıl artma eğilimi 1998 ile 1999 yılları arasında görülmektedir. Bir başka deyişle 1995

İntiharlarda Cinsiyet Farklılığı

yılında yüz binde 2.15 ila 4.5 civarında seyreden intihar oranı, 1999 ve 2000 yılında yüz binde 6.3 oranına kadar çıkmıştır. Bu oran Türkiye ortalamasının yaklaşık iki katıdır. Bu verilere göre 1999 yılı intihar oranı Batman için yüz binde 6.3 olarak görülmektedir. Gerçekte bu oranın da Türkiye ortalamasının üzerinde olduğu, sorunun aslında geçtiğimiz yıl dikkat çekici boyutlara ulaşmış olduğu görülmektedir. Bu tabloya göre Batman ilinde Türkiye ortalaması üzerinde, dünya ortalaması altında seyreden bir intihar oranı söz konusudur.

İntihar Girişimlerinde Cinsiyet Farklılığı Erkek % 23.3

Erkek % 25.7

Kadın %74.3

Kadın %76.7

Şekil - 2 İntihar ve İntihar Girişimlerinde Cinsiyet Farklılığı Grafik (1995-2000) Tablo 3. Yıllara Göre İntihar ve İntihar Girişimleri (1995-2000) İntihar Ölüm Yıllar

1995 1996 1997

Toplam Girişim

11

6

17

10,9 8

6,7 9

8,9 17

7,9

10,0

8,9

18

7 7,8

25

13,1

17,8 1998

9 8,9

17

26

18,9

13,6

1999

27

23

50

26,7

25,6

26,2

28

28

56

27,7

31,1

29,3

101

90

191

100

100

100

2000 Toplam


Tablo - 2'de resmi kayıtlara geçmiş intihar ve intihar girişimlerinin dökümü görülmektedir. İntihar girişimleri, intiharlarla aynı oranlarda seyretmektedir. Amerika Birleşik Devletlerinde yılda 31.000 intihara karşın, 500.000 intihar girişimi gerçekleşmektedir. İntihar girişimleri genelde intiharlardan daha fazladır. Batman'da ise intihar girişimleri intiharlarla yaklaşık aynı sayıdadır. Ancak, bu durum muhtemelen girişimlerin kayıtlara geçme oranlarının çok az olmasından kaynaklanabilir. Tablodan görüldüğü gibi 1995 - 2000 yılı arasındaki intihar olaylarının yarısı son iki yılda yaşanmıştır. Benzer şekilde girişimlerin de yarısından fazlası 1999 ve 2000 yıllarında gerçekleşmiştir. Tablo-3'de, Batman'da, intiharların en tipik özelliklerinden biri olan ve literatürdeki bulgularla çelişen bir durum gözlenmektedir. İntihar edenler arasında kadınların sayısı, erkeklerin üç katıdır. Bu durum tüm yıllarda benzer şekilde gerçekleşmiştir. Oysa tüm dünyada bu ilişki tam tersine, yani ölümlü intihar olaylarında erkek / kadın oranı katları şeklinde erkek lehinedir. Ülkemiz genelinde ise yaklaşık %60 erkek, %40 kadın şeklindedir. Bazı ülkelerin istatistiklerine bakılınca erkek oranının kadınlardan birkaç kat fazla olduğu görülmektedir. Dünya Sağlık Örgütü'nün elinde istatistiksel verileri mevcut olan dünya ülkelerinin intihar istatistikleri kadın ve erkek ayrımına göre Tablo 1 'de yer almaktadır. Tabloda yer alan ülkelerden sadece Çin'de, ülke genelinde kadın intihar oranı erkeklerden %25 daha fazladır. Tabloda görüldüğü gibi erkekler, Çin hariç, kadınlardan daha çok ölümlü intiharlar gerçekleştirmektedir. Bu oran Litvanya'da erkeklerin 7 kat daha fazla intihar etmelerine kadar yükselmektedir. Çin'de özellikle kırsal iç kesimlerde, Batman örneği benzeri bir şekilde bölgesel olarak kadın intiharları ülke genelindeki %25 farktan daha yüksektir. Dünyada, kadınlar erkeklerden daha fazla (yaklaşık üç kat) intihar girişiminde bulunurlar. Batman'da da 1995 - 2000 yılları intihar girişimlerinde

kadınlar (%36) erkeklerden (%11) üç kat daha fazla intihar girişiminde bulunmuştur. Bu oranlar, ölümlü intihar oranlarına oldukça benzemektedir. Dünyada, kadınların erkeklerden daha fazla intihar girişiminde bulunduklarının bilinmesine rağmen, erkeklerin tamamlanmış intihar oranı açısından kadınların üzerinde bir orana sahip olması, erkeklerin daha öldürücü ve vahşi intihar yöntemleri (ateşli silah gibi) kullanması ile açıklanabilir. Ülkemizde, intihar eden nüfusun 1 5 - 3 4 yaş grubunda yoğunlaştığı ve kadınların erkeklere nazaran daha genç yaşta intihar ettiği gözlenmektedir. İntihar eden erkeklerin yaklaşık yarısı 35 yaşından, kadınların ise yaklaşık yarısı 25 yaşından daha küçüktür (DİE,1998) . Batman bulgularında da benzer durum söz konusudur. Ancak 25 yaşından küçük kadınlar, tüm kadınların %72'si kadardır. Genç kadın intiharı özellikle göze çarpmaktadır. Bu durum Türkiye göstergesinden biraz farklıdır. 25 yaşından küçük kadınlar tüm kadınların 2/3'ü kadardır ve daha üzücü bir tablo oluşturmaktadır. 30 yaş ve daha küçük erkekler ise tüm erkeklerin %57'si kadardır. Kadınlar arasında en fazla intihar görülen yaş grubu ise %28 ile 14-17 yaş grubudur. Erkeklerde ise 31-40 yaşı, %23 ile en fazla rastlanan gruptur. İntihar girişimleri ise, kadınlarda en fazla 18-21 yaş grubunda (%34.8), erkeklerde ise yine 31-40 yaş grubunda (%33.3) görülmektedir. Kadınlarda 25 yaş altı, tüm intihar girişiminde bulunan kadınların %68'i kadar iken, erkeklerde tam tersine 25 yaş üstü %61 civarındadır. Bu grupta intihar eden kadınlardan farklı olarak 26-30 yaş arası kadın yüzdesi %21'e vararak dikkat çekmektedir.


Tablo 4. Yaş Gruplarına ve Cinsiyete Göre İntiharlar İntihar

Cinsiyet Kadın

Erkek

S

1

83,3

16,7

6 100

% Cinsiyet

6,7

3,8

5,9

Sayı % Yaş

21 80,8

5 19,2

26 100

% Cinsiyet

28,0

19,2

25,7

Sayı % Yaş

15

5

75,0

25,0

20 100

% Cinsiyet

20,0

19,2

19,8

10-13

Sayı % Yaş

14-17

18-21

22-25

Sayı

13

13

% Yaş

100

100

% Cinsiyet

17.3

Yaş 26-30

12,9

55,6

9 100

% Cinsiyet

6,7

15,4

8,9

Sayı % Yaş

10 62,5

6 37,5

100

% Cinsiyet Sayı

13,3 3

23,1 4

15,8 7

% Yaş % Cinsiyet

42,9 4,0

57,1 15,4

100 6,9

Sayı % Yaş

3 75,0

1 25,0

4 100

% Cinsiyet

4,0

3,8

4,0

Sayı %

75

26 25,7

101 100

56>

Toplam

Sayı % Yaş

5

4 44,4

31-40

41-55

Toplam

74,3

16

Tablo 5. İntihar Edenlerin Medeni Duruma Göre Dağılımı İntihar

Cinsiyet Kadın

Medeni Hal

İmam Nikahı

Sayı %

16 15,8

Toplam Erkek 4 4

20 19,8

Sayı

11

6

17

Medeni Nikah

% Sayı

10,9 47

5,9 16

16,8 63

Bekar Dul-Ayrı

% Sayı %

46,5 1 1

15,8

62,4 1 1

Sayı %

75 74,3

26 25,7

101 100,0

Toplam


Tablo 6. İntihar Girişimlerinde Medeni Durum İntihar Girişimi

Medeni Hal

İmam Nikahı

Medeni Nikah

Cinsiyet

Toplam

Sayı %

Kadın 13 18,8

Sayı % Sayı

20 29,0 34

38,1 13

28 31,1 47

%

49,3

61,9

52,2

Bekar Dul-Ayrı

Sayı

% Toplam

13 14,4

8

2

2

2,9

2,2

69 100,0

Sayı %

Erkek

21 100,0

90 100,0

Tablo 7. Yıllara Göre İntihar Olaylarında Cinsiyet Farklılığı İntihar

Cinsiyet Kadın

1995

1997

1998 Yıllar

4 36,4

100

9,3

15,4

10,9

7 87,5

1 12,5

8 100,0

% Cinsiyet

9,3

3,8

7,9

Sayı % Yıl

13 72,2

5 27,8

18 100,0

% Cinsiyet

17,3

19,2

17,8

Sayı % Yıl

Sayı % Yıl % Cinsiyet

1999

2000

Toplam

Erkek

63,6

Sayı % Yıl % Cinsiyet

1996

Toplam

7

11

6

3

66,7

33,3

9 100,0 8,9

8,0

11,5

Sayı % Yıl

21 77,8

6

17

22,2

100,0

% Cinsiyet

28,0

23,1

26,7

Sayı % Yıl

21 75,0

7 25,0

28 100,0

% Cinsiyet

28,0

26,9

27,7

Sayı % Yıl % Cinsiyet

75

26

101

74,3 100,0

25,7 100,0

100,0 100,0

İntihar eden kadınların %46.5'i bekar olup,

deni nikah, %4'ü ise imam nikahı ile evlidir. Tüm

%15.8'i imam nikahı, %10.9'u ise medeni nikahla

intihar edenlerin arasında bekar olanların oranı her

evlidir. Erkeklerin ise %15.81 bekar %5.9'u ise me-

iki cins için yüksektir. Bu durum dünya örnekleri ile


benzerlik göstermektedir. İntihar eden ve evli olan kadınların yaklaşık %60'ı imam nikahı ile evlidir. İntihar girişiminde bulunan 69 kadının %49.3'ü bekardır. Kadınların %47.8'i ise evlidir. Evli kadınların yaklaşık %40/ı imam nikahı ile evlidir. İntihar girişiminde bulunan erkeklerin ise %38'i bekar, %61.9'u medeni nikah ile evlidir. Hem intihar olaylarına hem de girişim olaylarına bakıldığında girişimde bulunan kadınların medeni nikahla evli oldukları, buna karşın intihar eden kadınların daha çok imam nikahı ile evli olduğu görülmüştür. 1995 - 2000 tarihleri arasında intihar edenlerin cinsiyete göre dağılımına bakıldığında altı yıllık sü-

reçte kadınların daha fazla intihar ettiği görülmüştür. 1995 yılında intihar edenlerin %63.6'sını, 1996 yılında %87.5'ini, 1997 yılında %72.2'sini, 1998 yılında %66.7'sini, 1999 yılında %77.8'ini ve 2000 yılının ilk on ayında intihar edenlerin %75'ini kadınlar oluşturmuştur. Bu oranlar erkeklerde yıllara göre; %36.4, %12.5, %27.8, %33.3, %22.2 ve %25 olarak gerçekleşmiştir. Tablo 8'e bakıldığında altı yıllık süreçte intihar edenler arasında kadınların oranı küçük değişimler gösterse de, kadın oranı tüm yıllar içinde erkeklere göre oldukça yüksektir. Tüm yıllara ait intihar vakalarına bakıldığında erkeklerin kadınlara oranı ortalama 1/3 civarında seyretmiş ve bu ilişki son beş yılda benzer şekilde devamlılık göstermiştir.

Şekil - 3 İntiharlarda Cinsiyet ve Aylar


İntihar edenlerin daha çok hangi aylarda intihar ettiğini belirlemek ve cinsiyet açısından bir farklılık olup olmadığını tespit etmek amacıyla yapılan bar grafikte kadınların, en çok (%14.7) Haziran ayında intihar ettiği görülmüştür. Erkekler ise en çok Şubat (%26.9) ayında intihar etmiştir. Bunu kadınlarda %12/i ile Ağustos ayı izlerken, erkeklerde ikinci sırayı %15.4'le Mayıs ayı almıştır. Kadın intiharları Eylül (%9.3), Ekim (%9.3) ve Aralık (%9.3) aylarında da oldukça yüksektir. Kadın intiharların en az görüldüğü dönem %2.7 ile Kasım ve Mart aylarıdır. Erkek intiharlarında ise %11.5'le Ağustos ve Haziran ayları üçüncü ve dördüncü sırayı almaktadır. Kadınların %53'ü Mayıs, Haziran, Temmuz,Ağustos ve Eylül gibi yaz aylarında intihar etmiştir. Bu dönemde intihar eden erkek oranı %46'dır. Erkeklerin %38'i Ocak, Şubat ve Mart gibi soğuk mevsimde intihar ederken aynı dönemde intihar eden kadın oranı %17 dir.

İntihar girişimlerinin aylara göre dağılımına bakıldığında (Şekil 5) en çok girişimin %15.6 ile Haziran ayında gerçekleştiği görülmüştür. Bunu %14.4'le Aralık ayı izlemiştir. İntihar girişimi ile cinsiyet arasındaki ilişkiye bakıldığında ise, intihar girişimde bulunan kadınların %15.9'nun Haziran, %15.9'nun ise Mayıs ayında girişimde bulunduğu görülmüştür. Erkekler ise en çok %19 ile Aralık ayında girişimde bulunmuştur. Erkeklerin %14.3'ü Ağustos, yine %14.3'ü ise Haziran ayında girişimde bulunmuştur. Kadınların en az girişimde bulunduğu ay %1.4'le Ocak ayıdır. Mart ve Nisan aylarında intihar girişiminde bulunan erkek bulunmamaktadır. Erkeklerin %33.3'ü Aralık, Ocak ve Şubat aylarında girişimde bulunurken, bu dönemde girişimde bulunan kadın oranı %18.8'dir. Kadınların %36.2'si Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarında girişimde bulunmuştur.

Tablo 8. İntihar ve İntihar Girişimlerinde Saat Aralıkları İntihar

Cinsiyet Kadın

Ölüm

Saatler

24-06

06-12 12-18 18-24 Belli Değil Girişim

Toplam

Sayı %

06-12

Toplam

6,7

8 7,9

24

9

33

32,0

34,6

29

6

%

38,7

23,1

32,7 35 34,7

Sayı % Sayı % Sayı

24-06

Erkek

3 11,5

5

Sayı % Sayı

%

Saatler

Toplam

16

8

24

21,3

30,8

23,8

1,3 75 100,0

26

101

100,0

100,0

2 ■9,5

8 8,9

3 14,3

15 16,7

7

32

35,6% 35 38,9%

69

33,3% 9 42,9% 21

100,0%

100,0%

100,0%

Sayı %

6 8,7

Sayı

12 17,4 25 36,2 26 37,7%

% Sayı

12-18

%

18-24

Sayı % Sayı %

1 1,0

1

90


İntihar eden kadınların %38.7'si bu eylemini 12-

Kadınların %38.7'si 12-18, %32.2'si 06-12 ve

18 saatleri arasında gerçekleştirmiştir. Bunu sırasıy-

%21.3'ü ise 18-24 saatleri arasında İntihar girişim-

la, %32'si 06-12,%21.3'ü 18-24 saatleri arasında

de bulunmuştur. Kadınlarda en az intihar girişimi

intihar edenler oluşturmaktadır. Erkeklerin %34.2'si

24-06 saatleri arasında gerçekleşmiştir. Erkeklerin

06-12 saatleri arasında intihar girişiminde bulun-

%42.9'u 18-24, %33.3'ü 12-18, %14.3'ü 06-12,

muştur. Yine erkeklerin %30.8'i 18-24, %23.1'i

%9.5'i ise 24-06 saatleri arasında intihara teşebbüs

12-18 saatleri arasında intihar etmiştir.

etmiştir.

Tablo 9. İntihar ve İntihar Girişimlerinin Eğitim Durumuna Göre Dağılımı İntihar

Erkek

Kadın

Ölüm

Cahil

Eğitim Durumu

Sayı

% Sayı

Okur-Yazar

% Sayı

İlkokul

% Sayı

Ortaokul

% Say»

Lise

% Sayı

Belli Değil Üniversite

%

22

4 15,4

1 1,3

2 7f7

12 16,0

56 19,2

17 16.8

3 4,0

3

6 5,9

S 6,7

32 42,7

Sayı

Cahil

100,0

100,0 15,6 4

% % % Sayı

% Sayı

Toplam

101

20,3 4

Sayı

Sayı

Belli Değil

26

14

Sayı

Lise

23,1 1 3,8%

38 37,6 1 1,0%

14

%

Ortaokul

9,9

Sayı

Sayı

İlkokul

6

10

75 100,0

%

Okur-Yazar

11,5 5 19,2

3,0

Sayı

Toplam Eğitim Durumu

26 25,7 3

29,3

%

Girişim

Toplam

Cinsiyet

%

5,8 18

8

4,4 26

26,1

38,1

28,9

4

2

6

5,8 6

9,5

6,7

5

11

8,7 23

23,8 6 28,6

12,2 29 32,2 90 100,0

33,3 69 100,0

21

100,0


İntihar eden kadınların %29.3'u okuma- yazma dahi bilmemektedir. Kadınların %16'sı ilkokul mezunu, %4'ü ortaokul mezunu ve %6.7'si lise mezunudur. Kadınların %42 gibi oldukça yüksek bir oranının eğitim düzeyi hakkında bilgi bulunmamaktadır. Erkeklerin %19.2'si ilkokul, %19.2'si Lise ve %11.5'i ortaokul mezunu iken, %15.4'nün okuryazar olmadığı görülmüştür.

İntihar girişimde bulunan kadınların eğitim düzeyine bakıldığında %20.3'nün okur-yazar olmadığı görülmektedir. İntihar girişiminde bulunan kadınların %26.1'i ilkokul, %5.8'i 0rtaokul,%8.7'si lise mezunudur. Girişimde bulunan kadınların %33.3'nün eğitim durumu ile ilgili verilere ulaşılamamıştır.

Tablo 10. İntihar Şekillerine Göre İntihar ve İntihar Girişimleri İntihar

Cinsiyet Kadın

Ölüm

İntihar Şekli

Kendini Asarak

Sayı %

Erkek

47 62,7

14 53,8

61 60,4

2

1

3

İlaç

%

2,7

3,8

3,0

Sayı %

6 8,0

4

Yüksekten Atlama

15,4

10 9,9

Sayı %

16

7

23

21,3

26,9

22,8

Sayı

2

2

2,7

2,0

Sayı

Silahla Zehirli Madde

%

Girişim

Toplam

Kesici Alet

Sayı

1

1

1,3

Kendini Yakarak

% Sayı

1,0 1

%

1,3

Toplam Kendini Asarak İntihar Şekli

Sayı % Sayı % Sayı

İlaç Yüksekten Atlama Silahla Zehirli Madde Kesici Alet Kendini Yakarak

%

1 75 100,0

101

100,0

100,0

5 7,2

1 4,8

6 6,7

38

8

46

55,1

38,1

51,1 5

Sayı

4

1

% Sayı %

5,8 4 5,8

4,8 1 4,8

5,6

5 5,6

Sayı

16

4

20

% Sayı % Sayı

23,2

19,0

22,2

2 2,9

4

19,0

6 6,7

2

2

9,5

2,2

% Sayı

Toplam

1,0 26

%

69

21

90

100,0

100,0

100,0


İntihar girişiminde bulunan erkeklerin eğitim durumuna bakıldığında, %28.9'la en yüksek oranı ilkokul mezunlarının oluşturduğu görülmektedir. Bunu sırasıyla %23.8'le lise %6.7'i ile ortaokul mezunları izlemiştir. Girişimde bulunan erkeklerin %15.6'sı okur-yazar olmayıp %4.4'ü ise okur-yazar, ancak bir okul mezunu değildir. Hem intihar edenler hem de girişimciler arasında ortaokul ve üstü eğitim kurumlarından mezun olanların oranı yaklaşık %10 dur.

%2.7'si ilaç kullanmak ve %2.7'si de zehirli madde kullanmak suretiyle intihar etmiştir. Kadınlarda olduğu gibi, erkeklerin en fazla kullandığı intihar yöntemi, %53.8 oranıyla kendini asarak intihar etmedir. Erkeklerin %26.9'u silah kullanmak, %15.4'ü yüksekten atlamak ve %3.8'i de ilaç içmek suretiyle intihar etmiştir.

İntihar eden kadınların %62.7'si kendini asmak suretiyle yaşamına son vermiştir. Kadınların kullandığı ikinci yöntem %21.3'Ie silahla kendini öldürmektir. Kadınların %8.0'i yüksekten atlamak,

İntihar girişiminde bulunan kadınların %55.1'i ilaçla bu eyleme kalkışmıştır. Zehirli madde kullanımı, %23.2 oranıyla kadınların girişim için tercih ettiği ikinci yoldur. Kadınların %7.2'si kendini asmak suretiyle, %5.8'i ise yüksekten atlamak suretiyle intihara teşebbüs etmiştir. İntihar girişimde bulunan

Göre İntihar Nedenleri . Cinsiyete İntihar

Cinsiyet Kadın

Ölüm

İntihar Nedenleri

Aile İçi Tartışma-İlişkiler

Ekonomik Namus

Toplum Psikolojik Psikiyatrik Fiziksel Rahatsızlık Aile Baskı

Belirsiz Çocuk Olmaması

Yakın Ölümü Toplam

Toplam Erkek

Sayı %

7

1

9,3

3,8

8 7,9

Sayı

1

6

7

%

1,3

23,1

6,9

Sayı %

4,0

3 3,0

3

Sayı %

1,3

Sayı

8

1

1 3,8

2 2,0

5 19,2

13

12,9

4

9

Sayı

10,7 5

% Sayı

6,7 3

15,4 1

8,9 4

%

4,0

3,8

4,0

Sayı % Sayı

5

5

6,7 38

5,0

%

% Sayı %

50,7 3

7 26,9

4,0

45 44,6 3 3,0

Sayı

1

1

2

% Sayı %

1,3

3,8 26

2,0 101

100,0

100,0

75 100,0


erkeklerin %38.1'i yöntem olarak ilaç kullanmayı tercih etmişlerdir. Zehirli madde (%19), Kesici alet (%19) ve kendini yakma (%9.5) erkekler tarafından kullanılan diğer intihar etme yöntemleridir. Tablo 10'a bakıldığında intiharlarda kesin sonuca götüren yöntem olarak kendini asmak kullanılırken, intihar girişimlerinde, kurtulma olasılığı yüksek olan ilaç almak daha fazla kullanılmıştır. Beyan edilen intihar etme nedenlerine bakıldığında bir çok farklı nedenin olduğu, dolayısıyla nedenlerin geniş bir yelpazeye yayıldığı gözlenmektedir. Kadın intiharlarının arasında psikolojik nedenlerin (%10.7) ilk sırayı aldığı görülmektedir. Bunu sırasıyla, aile içi tartışmalar (%9.3), aile baskısı (%6.7), Psikiyatrik rahatsızlık (%6.7), Namus (%4.0), Çocuk olmaması (%4.0) ve fiziksel rahatsızlıklar (%4.0) izlemektedir. İntihar nedenine ilişkin dosyalarda kadınların yarısı hakkında bilgi bulunmamaktadır. Ayrıca, toplum baskısı, bir yakının ölümü ve ekonomik nedenler de kadınlarda intihara neden olabilmektedir. Erkek intiharlarının nedenlerine bakıldığında, erkeklerin %23.1'nin ekonomik nedenlerle intihar ettiği görülmektedir. Erkeklerin intiharında ikinci neden %19.2 ile psikolojik rahatsızlıklar, üçüncü neden ise %15.4 ile psikiyatrik hastalıklardır. Erkekler ayrıca, aile içi tartışma, fiziksel rahatsızlıklar ve aileden birinin ölümüne bağlı olarak intihar etmişlerdir. Kadınları intihar girişimine götüren nedenler arasında %21.7'i ile aile içi tartışmalar ilk sırayı almaktadır. Kadın intiharları arasında %15.9'la aile baskısı ikinci sırayı almaktadır. Kadınların intihar girişimlerinde psikolojik rahatsızlıklar ve psikiyatrik hastalıklar üçüncü ve dördüncü sırayı almaktadır. Kadınların %5.8'i istemediği evliliğe zorlandığı için intihara kalkışırken, okulda başarısızlık ve fiziksel rahatsızlıklar da kadınlar arasında intihar girişimine neden olmaktadır. Erkeklerin intihar girişimlerinde ekonomik nedenler %33.3'le ilk sırada yer almaktadır. Bunu psikolojik rahatsızlıklar, psikiyatrik hastalıklar, hissi bir ilişkinin sona ermesi ve aile içi tartışma izlemektedir.

Cinsiyet bazında bakıldığında; erkeklerin hem intihar hem de girişimlerinde ekonomik nedenlerin, kadınlarda ise aile ve toplum baskısından kaynaklanan nedenlerin daha fazla olduğu gözlenmiştir. Aile baskısı nedeniyle intihara kalkışan bir erkeğe karşılık, on bir kadın bu nedenle intihar girişiminde bulunmuştur. Batman'da görülen intihar ve intihar girişimlerinin nedenleri hakkında yukarıda yapılan sayısal yorumlarla gerçek nedenlerin yeterince açıklanabildiğim söylemek; yorumlanan verilerin, resmi kayıtlarda yer alan ve genellikle intihar edenin yakınlarının beyanı ile kayıt tutanın yargısına dayanmasından dolayı zor görünmektedir. Çoğu olayda, intihar edenin yakınlarının resmi ifade sırasında korku veya diğer nedenlerle intihar ya da girişim nedenleri hakkında doğru bilgi vermemesi de olası bir sonuçtur. İntihar eden kadınların kumasının olup olmadığına bakıldığında, %88'nin kumasının olmadığı görülmüştür. İntihar eden kadınların %8'inin kuması var iken, %4'ünün kumasının olup olmadığı belli değildir. İntihar eden erkeklerin %92.3'ü tek eşli, %3.8'i çok eşli olup %3.8'inin ise eş sayısına ilişkin bilgi bulunmamaktadır. İntihar girişiminde bulunan kadınların %89.9'nun kuması bulunmamaktadır. İntihar girişiminde bulunan kadınların %8.7'si kumasının olduğunu ifade etmiştir. İntihara teşebbüs eden erkeklerin tamamı ise tek eşli olduğunu beyan etmiştir. Başlangıçta; Batman ve yöresindeki özellikle kadın intiharlarında "kuma" olgusunun önemli bir etmen olduğu düşünülmekteydi. Ancak, bu bulgular "kuma" olgusunun intihar üzerine ağırlıklı ve tekil olarak etkili olmadığı izlenimini doğurmaktadır. Bu değişkenlerin ve ona bağlı alt değişkenlerin daha sağlıklı elde edilmesi ve buna bağlı olarak yapılacak daha ileri bir analizle bu konuda geçerli ve güvenilir bir sonuca ulaşılabilir. İntihar eden kadınların evlilik sürelerine bakıldığında %62.7 kadarının bekar olduğu görülmekte-


3, %3.8'nin 4 ila 6 ve yine aynı oranda erkeğin de 7 ve daha fazla çocuğu bulunmaktadır. İntihar eden kadınların %62.7'sinin bekar olduğu düşünülürse, geri kalan %9.3 bir yıl veya daha az süreli evlidir. İntihar eden kadınların %44'nün ailelerinin gelir türü konusunda dosyalarda bilgi bulunamamıştır. İntihar eden kadınların ailelerinin %29,3'nün yaşamını çiftçilik ve hayvancılıkla sürdürdüğü görülmektedir. Bunu serbest kategorisinde olanlar izlemektedir. İntihara teşebbüs eden erkeklerin %36.6'sının aile gelir türüne ilişkin bilgi bulunmamaktadır. Erkeklerin %31.7'nın gelir kaynaklarını çiftçilik ve hayvancılık oluşturmaktadır. İntihar girişiminde bulunan kadınların %43.5'nin gelir türü konusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. İntihara teşebbüs eden kadınların %15.9'u çiftçilik veya hayvancılıkla geçimini sağlarken, %13'nün memur- işçi, %11.6'sının serbest ve %8.7'sinin ise ücretli kategorisindeki işlerde yoğunlaştığı görülmüştür.

İntihar girişiminde bulunan erkeklerin ise %23.8'i yaşamını çiftçilik ve hayvancılıkla sürdürmektedir. Bunu %19'la serbest olarak çalışanlar ile memur ve işçi olarak çalışanlar izlemektedir. İntihar girişiminde bulunan erkeklerin %28.6'sının gelir kaynakları hakkında bilgi bulunmamaktadır. İntihar eden kadınların doğum yerlerine göre dağılımına bakıldığında; %40'ının Batman, %18.7'sinin Kozluk, %8'nin Sason, %5.3'ünün Beşiri, %4'ünün Gercüş, %1.3'ünün Hasankeyf kökenli olduğu görülmektedir. Kadınların %18.7'si ise Güneydoğu Anadolu Bölgesinin diğer illeri veya Batman'a komşu illerde doğmuştur. Batman'ın en az kadın intiharı görülen ilçesi Hasankeyf, aynı zamanda intihar eden kadınların doğum yeri açısından da en az rastlanan ilçedir. Erkeklerin %53.8'i Batman doğumlu olup, diğer intihar eden erkeklerin yerleşim yerine göre dağılımı şöyledir; Kozluk, Beşiri, Sason %7.7, Gercüş %3.8 dir. Güneydoğu Anadolu bölgesinin diğer illerinde veya komşu illerde doğanların oranı %11.5'dir.

Tablo 14. İntihar ve İntihar Girişimlerinin Olduğu Yere Göre Dağılımı (1995-2000) İntihar

Cinsiyet Kadın

Ölüm

Merkez Olay Yeri

İlçe

Köy

Sayı % Sayı % Sayı % Sayı

Girişim

Toplam Olay Yeri

% Merkez

Sayı

Köy

16

58

56,0

61,5

57,4

12

4

16

16,0

15,4

15,8

21

6

27

28,0

23,1

26,7

75

26

101

100,0

100,0

100,0

46

14

60

66,7

66,7

66,7

12

4

16

% Sayı

17,4

19,0

17,8

11

3

14

%

15,9

14,3

15,6

69

21

90

100,0

100,0

100,0

Sayı Toplam

Erkek

42

Sayı

% İlçe

Toplam

%


İntihar eden kadınların sahip olduğu çocuk sayısına bakıldığında çocuğu olmayanların oranının %72 olduğu görülmüştür. Kadınların %6.7'sinin 1 ila 3, %4'nün 4 ila 6 arasında ve %2.7'sinin 7'den

fazla çocuğu bulunmaktadır. İntihar eden kadınların %14.7'sinin çocuk sayısına ilişkin bilgi bulunmamaktadır. İntihar eden erkeklerden çocuğu olmayanların oranı %61.5'tir. Erkeklerin %7.7'sinin 1 ila

Tablo 13 . İntihar ve İntihar Girişimlerinde Doğum Yerleri (1995-2000) İntihar Ölüm

Doğum Yerleri

Batman

Sayı %

GüneydoğuKomşu İller

Sayı

Doğum Yerleri

Erkek 14

44

40,0

53,8 3 11,5

43,6 17 16,8 5

14

18,7 3 4,0

2 7,7 2

16

7,7

15,8

2

6 5,9

Diğer İller Kozluk

Sayı %

14 18,7

Beşiri

Sayı %

4 5,3

7,7

5,0

Sayı

3

1

4

Gercüş

% Sayı

4,0 6

3,8 2

4,0 8

Sason Hasankeyf

%

8,0

7,7

7,9

Sayı

1

1

% Sayı %

1,3

75 100,0

26

1,0 101

100,0

100,0

39

10

49

56,5

Batman

Sayı %

47,6

54,4

GüneydoğuKomşu İller

Sayı % Sayı

12

3

17,4

14,3

3

2

15 16,7 5

Diğer İller

%

4,3

9,5

5,6

9

13,0

3 14,3

12

Kozluk

Sayı %

13,3

Sayı %

1 1,4

1 4,8

2 2,2

Sayı %

3 4,3

Sayı %

1 1,4

Sayı %

1 1,4

Sayı %

69

21

90

100,0

100,0

100,0

Beşiri Gercüş

Sason Hasankeyf

Toplam

%

Kadın 30

Sayı %

Toplam Girişim

Toplam

Cinsiyet

3 3,3 2 9,5

3 3,3 1 1,1


3, %3.8'nin 4 ila 6 ve yine aynı oranda erkeğin de 7 ve daha fazla çocuğu bulunmaktadır. İntihar eden kadınların %62.7'sinin bekar olduğu düşünülürse, geri kalan %9.3 bir yıl veya daha az süreli evlidir.

İntihar girişiminde bulunan erkeklerin ise %23.8'i yaşamını çiftçilik ve hayvancılıkla sürdürmektedir. Bunu %19'la serbest olarak çalışanlar ile memur ve işçi olarak çalışanlar izlemektedir. İntihar girişiminde bulunan erkeklerin %28.6'sının gelir kaynaklan hakkında bilgi bulunmamaktadır.

İntihar eden kadınların %44'nün ailelerinin gelir türü konusunda dosyalarda bilgi bulunamamıştır. İntihar eden kadınların ailelerinin %29.3'nün yaşamını çiftçilik ve hayvancılıkla sürdürdüğü görülmektedir. Bunu serbest kategorisinde olanlar izlemektedir. İntihara teşebbüs eden erkeklerin %36.6'sının aile gelir türüne ilişkin bilgi bulunmamaktadır. Erkeklerin %31.7'nin gelir kaynaklarını çiftçilik ve hayvancılık oluşturmaktadır. İntihar girişiminde bulunan kadınların %43.5'nin gelir türü konusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. İntihara teşebbüs eden kadınların %15.9'u çiftçilik veya hayvancılıkla geçimini sağlarken, %13'nün memur- işçi, %11.6'sının serbest ve %8.7'sinin ise ücretli kategorisindeki işlerde yoğunlaştığı görülmüştür.

İntihar eden kadınların doğum yerlerine göre dağılımına bakıldığında; %40'ının Batman, %18.7'sinin Kozluk, %8'nin Sason, %5.3'ünün Beşiri, %4'ünün Gercüş, %1.3'ünün Hasankeyf kökenli olduğu görülmektedir. Kadınların %18.7'si ise Güneydoğu Anadolu Bölgesinin diğer illeri veya Batman'a komşu illerde doğmuştur. Batman'ın en az kadın intiharı görülen ilçesi Hasankeyf, aynı zamanda intihar eden kadınların doğum yeri açısından da en az rastlanan ilçedir. Erkeklerin %53.8'i Batman doğumlu olup, diğer intihar eden erkeklerin yerleşim yerine göre dağılımı şöyledir; Kozluk, Beşiri, Sason %7.7', Gercüş %3.8 dir. Güneydoğu Anadolu bölgesinin diğer illerinde veya komşu illerde doğanların oranı %11.5'dir.

Tablo 14. İntihar ve İntihar Girişimlerinin Olduğu Yere Göre Dağılımı (1995-2000) İntihar

Cinsiyet Kadın

Ölüm

Merkez Olay Yeri

İlçe

Köy

Girişim

Toplam Olay Yeri

Merkez

İlçe Köy Toplam

Toplam

Erkek

Sayı %

42

16

58

56,0

61,5

57,4

Sayı %

12

4

16

16,0

15,4

15,8

Sayı %

21

6

27

28,0

23,1

26,7

Sayı

75

26

101

% Sayı

100,0

100,0

100,0

46

14

60

%

66,7

66,7

66,7

Sayı

12

4

16

% Sayı

17,4

19,0

17,8

11

3

14

%

15,9

14,3

15,6

Sayı %

69

21

90

100,0

100,0

100,0


İntihara teşebbüs eden kadınların %56.5'i Batman, %17.4'ü Güneydoğu Anadolu Bölgesinin diğer illerinde, %13'ü Kozluk, %4.3'ü Gercüş, %1.4'ü Beşiri, Sason ve Hasankeyf ilçelerinde doğmuştur. Bu oranlar erkeklerde Batman için %47.6, Güneydoğu Anadolu Bölgesinin diğer illeri için %14.3, Kozluk için %14.3 ve Sason için %9.5, Beşiri için %4.8 ve diğer kategorisindeki iller için yine %9.5 tir. Yine erkekler için gerek intihar, gerekse girişim vakalarında Hasankeyf ilçesinde doğana rastlanmamıştır. Çalışma kapsamına giren 101 intihar olayının %57.4'ü Batman merkezinde, %26.7'si köylerde ve %15.8'i de ilçelerde gerçekleşmiştir. İntihar girişimlerinin ise %66.7'si Batman merkezde, %17.8'i ilçelerde ve %15.6'sı köylerde gerçekleşmiştir. Hem intihar, hem de intihara girişimlerine bakıldığında olayın gerçekleştiği yerleşim yeri açısından cinsiyetlerin kendi içlerinde sergilediği oranlar, cinsiyetler arasında da oldukça benzer bir tablo göstermektedir. Hatta intihar girişimlerinde, Batman merkez olay yeri için hem kadın, hem erkek için oranlar aynıdır (%66.7). E- GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇ • Batman'da intihar olaylarında yıllara göre bir artış gözlenmektedir. • İntihar girişimleri ile intihar oranları aynı gö rünmekle beraber, intihar girişimlerinin ka yıtlara yeterince yansımadığı düşünülmekte ve intihar girişimlerinin intiharlara göre daha fazla sayıda olduğu tahmin edilmektedir. • İntihar edenlerin yaklaşık %75'i kadın, %25'i ise erkektir. Bu sonuç, dünya ülkelerinde er keklerde daha fazla görülen intihar oranları ile çelişmektedir. Sadece Çin'de kadınlar er keklerden daha fazla intihar etmektedir. • 1995-2000 tarihleri arasındaki süreç incelen diğinde kadınların erkeklere oranla daha faz la intihar girişiminde bulunduğu görülmekte dir. Bu sonuç diğer ülkelerde görülen ka dın/erkek oranları ile uyum göstermektedir.

• İntihar eden kadınların %72'si 25 yaşından küçük, erkeklerin ise yaklaşık yarısı 30 yaşın altındadır. • Hem intihar edenlerin, hem de intihar girişi minde bulunanların yarıdan fazlası bekardır. İntihar edenlerin %19.8'i, intihara teşebbüs edenlerin ise %14.4'ü imam nikahı ile evli dir. • Batman'daki kadın intiharlarının yarıdan faz lasının Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos ve Eylül aylarında gerçekleştiği görülmektedir. Yoğunlukla, bir işyerinde çalışmayan, geçim kaynakları tarım ve hayvancılık olan, 15-25 yaş arası gençlerin (özellikle de kadınlar) yaz aylarında (Haziran-Temmuz-Ağustos) intihar eğilimi artmaktadır. Bunda, bireylerin tarım sal alanda zor koşullarda çalışması, yaz ayla rında gelenek-töre açısından sosyal yaşamla rının daha fazla kısıtlanması ve evliliklerin daha çok yaz aylarında yapılmasının etmen olduğu düşünülebilir. Yaz aylarında kadınla rın %53'ü, erkeklerin ise %46'sı intihar et mektedir. • İntihar ya da intihar girişiminde bulunanlar dan, kadınların intihar saatleri 12-18 arasın da yoğunlaşırken, erkeklerin daha çok 18-24 saatleri arasında yoğunlaştığı dikkat çekmek tedir. İntihar girişimlerinin ise 18-24 saatleri arasında yoğunlaştığı görülmüştür. • İntihar eden ve intihar girişimde bulunanla rın öğrenim düzeyi son derece düşüktür. • İntihar edenlerin çoğunlukla kendini asma yöntemini kullandıkları görülmüştür. İntihar girişimlerinde ise daha çok ilaç kullanılmak tadır. • İntihar nedenleri arasında psikolojik ve psiki yatrik nedenler dışında, kadınlarda aile ve toplum baskısı, erkeklerde ise daha çok eko nomik nedenler öne çıkmaktadır.


• İntihar eden kadınların %8'nin, intihara te şebbüs edenlerin ise %8.7'sinin kuması bu lunmaktadır. • İntihar edenlerin ve intihar girişimde bulu nanların çoğunluğunun gelir kaynaklarını çiftçilik ve hayvancılık oluşturmaktadır. Batman'da artma eğilimi gösteren intihar olaylarının nedenlerini ve intihara götüren süreci anlayabilmek için, sorunun psikolojik, psikiyatrik, sosyolojik ve antropolojik boyutlarını uygun tekniklerle ortaya çıkaracak detaylı ve derin araştırmalara ihtiyaç vardır. Bütün bu analizlerin Batman ve çevresinin sosyokültürel, demografik ve ekonomik sorunlarıyla birlikte ele alınması zorunluluğu da vardır. İntihar birçok faktörün bir araya gelmesi ile oluşan bir olgudur. İntiharın sosyal, kültürel, ekonomik ve psikolojik nedenleri bulunmaktadır. İntiharları sosyal, kültürel ve ekonomik nedenler hazırlamakta, psikolojik faktörler bitirmektedir. 1-Sosyal Faktörler Daha önceki yapılan çalışmaların bulguları ile karşılaştırıldığında, Batman intiharlarının hızlı toplumsal değişmelerden etkilendiği sonucuna varılmıştır. Özellikle maddi değerlerin manevi değerlere göre daha hızlı değişmemesi, yani sosyolojik anlamda bir kültürel gecikmenin yaşanması, intiharları etkileyen başlıca faktörlerden birisidir. Yine okuma-yazma oranının düşüklüğü, kız çocuklarının eğitime katılmasının zor olması veya engellenmesi, kırdan kente göç olgusu da önemli belirleyiciler arasındadır. 2- Ekonomik Faktörler

Başta gelen ekonomik neden, gelir dağılımındaki adaletsizliktir. Batman' da GSMH 1157 USD gibi oldukça düşük bir orandadır. İşsizlik oranı ise oldukça yüksektir. İntihar eden ve intihar girişiminde bulunanların yoksul ailelerden geldiği ve gecekondularda yaşadığı gerçeği de bizi ekonomik faktörlerin çok önemli olduğu noktasına götürmüştür.

3- Kültürel Faktörler İntiharlarda kültürel faktörlerin de etken olduğu görülmüştür. Özellikle Dünya örneklerinin tersine, kadın intiharlarının yüksekliği Batman 'da "kadın olmanın" ne demek olduğunun irdelenmesini zorunlu kılmaktadır. Ataerkil toplum yapısının bir uzantısı olarak kadın, ikinci sınıf vatandaş konumundadır. 14-44 yaş grubundaki kadınların okumayazma oranı %40 dır. Kız çocuklar okula gönderilmemekte, ekonomik dayatmaların da bir sonucu olarak, erkek çocuk tercih edilmektedir. Erken yaşta yapılan ve dini nikaha dayalı evlilikler yaygındır. Çoğu zaman kadın için bir güvence olan resmi nikah yapılmamaktadır. Akraba evlilikleri yaygın olup, kuma ve berdel uygulamaları sürmektedir. Yapılan evliliklerde baba tek başına karar vermekte, evlenecek kızın görüşü dahi sorulmamaktadır. Diğer yandan kitle iletişim araçları ile sunulan zengin, gösterişli, sınırsız aşk, lüks ev ve arabalar ile çelişen, kendi gerçeklerini tolere edemeyen genç kızlar; diğer yandan kadına atfedilen değer, yargı ve tutumlara bağlı olarak kadının bekareti ve bunu korumayı ailenin erkeklerine teslim eden geleneksel bir toplumsal yapı mevcuttur. Tüm bu faktörlerin, intihar edenlerin neden daha çok kadınlar olduğu gerçeğine cevap verebileceği düşünülmektedir. 4- Psikolojik Faktörler İntiharların nedenleri arasında bireyin daha önce psikiyatrik tedavi görmesi de bulunmaktadır. Ayrıca, İntiharı etkileyen faktörler arasında sıralanan, yakınlardan birinin ölümü veya intihar etmesi bulgusuna bu çalışmada da rastlanılmıştır. Ailelerin ortalama çocuk sayısı göz önüne alındığında, çocuklarına yeterince sevgi vermeleri mümkün görünmemektedir. Bazı araştırmalar, böylesi sevgisiz ortamlarda büyüyen çocukların, istenmedikleri duygusuna kapılmalarına bağlı olarak intihara kalkışabildiklerini göstermiştir. Kitle iletişim araçları aracılığıyla gelen yoğun mesajlardan etkilenme sonucu karamsarlığa kapılarak intihar etme davranışı gözlenebilmektedir. Yüksek bir yerden kendini atarak intihar etme olayları, kişinin kırgınlığının bir ifadesi olabi-


leceği gibi, silik ve değersiz kalmış varlıklarına insanların dikkatini çekme davranışı da olabilir. Yine, sınav ya da okuldaki başarısızlıklar intihar davranışını etkilemektedir. Kişinin saldırgan bir kişiliğe sahip olması da kendine zarar vermesini etkileyebilmektedir. Yapılan çalışmalar, toplumların ortak bir amaç etrafında toplandığı dönemlerde intiharın azaldığını, aksi halde arttığını göstermektedir. Batman ciddi bir terör ortamından çıkmıştır. Bu durumda intiharların artması olağandır. Yine, araştırma bulguları, özellikle kırsal bölgelerden göç alan yerleşim yerlerinde intiharların artabileceği göstermektedir. Batman ili de oldukça fazla göç alan bir yerleşim yeridir.

KAYNAKÇA AKSOY, Lütfullah 2000 Batman'da İntihar Vakaları Batman: Yayınlanmamış Rapor ARIKAN, Ç. VE Diğerleri 2000 İntihar ve İntihar Girişimi Yayımlanmamış Lisans Tezi Ankara: H.Ü Sosyal Hizmetler Yüksek Okulu GEÇTAN, Engin 1995 Psikodinamik Psikiyatri ve Normal Dışı Davranışlar İstanbul: Remzi Kitabevi DEVLET İSTATİSTİK ENSTİTÜSÜ 1998 Hayati İstatistikler Ankara: DİE Web Sayfaları KÖKNEL, Özcan 1987 Zorlanan İnsan İstanbul: Altın Kitaplar SAYIL, Işık 1997 Review of Suicide Studies in Turkey Crisis:The Journal of Crisis Intervention and Suicide Preventıon, Vol.18, No:3 SHAPIRO, Patricia G. 1994 Çocukluk ve İlk Gençlik Depresyonu Çeviren: Meral Kesim İstanbul: Papirüs Yayınları WHO İntihar İstatistikleri 2000 Dünya Sağlık Teşkilatı Web Sayfası


Eşler Arasındaki Uyum: Kuramsal Yaklaşımlar ve Görgül Çalışmalar • Dr. Ayşen YILMAZ Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Psikoloji Bölümü

Özet

Summary

Eşler arasındaki uyum psikolojide son yıllarda en çok incelenen konulardan biri olmuştur. Eşler arasındaki uyumun Ölçümüne ilişkin, makalelerde görüş ayrılıkları ve farklı yaklaşımlar yer almaktadır. Bu yazıda eşler arasındaki uyum hakkında kuramsal ve görgül araştırmalara yer verilmiş, batı literatüründe ve ülkemizde yapılan çalışmalar kısaca özetlenmiştir. Anılan çalışmalarda eşler arasındaki uyum ile psikososyal gelişim, benlik saygısı, psikolojik uyum ve akademik başarı gibi bazı temel psikolojik değişkenler arasındaki ilişkiyi inceleyen gelişimsel çalışmalar özetlenmiştir. Buna ilaveten, eşler arasındaki uyumun anne, baba ya da çocuklar tarafından değerlendirilmesinin araştırma bulguları yorumlanırken dikkat edilmesi gereken konular olduğu belirtilmiştir. Literatürde, çocuğun çatışmayı yorumlamasının gelişimsel olarak değiştiği vurgulanmaktadır. Anılan çalışmalarda, farklı yaşlardaki çocukların farklı türden çatışmalara farklı şekilde tepki verdikleri ifade edilmektedir. Okul öncesi ve ilkokulun ilk yıllarındaki çocuklar anne-babası arasındaki çatışmadan," ergenlere kıyasla kendilerini daha çok suçlamaktadırlar. Bununla birlikte gelişimsel çalışmalarda, bu çatışmadan belirli bir yaş grubunun diğerinden daha fazla etkilendiğini söylemenin de güç olduğu belirtilmektedir. Son olarak, eşler arasındaki uyumun algılanmasında ve yorumlanmasında kültürel farklılıklara değinilmiş ve ileride yapılacak olan araştırmalar için önerilerde bulunulmuştur.

Marital quality: Theoretical Consideration and Empirical Studies

Anahtar sözcükler: Eşler arasındaki uyum, gelişimsel çalışmalar, kültürel farklılıklar

Key words: Marital quality/ developmental studies, cross-cultural differences.

Abstract Marital quality has emerged as an important topic in psychology över the I ast decade. Literatüre on marital quality has been characterized by considerable conceptual confusion and disagreement about measurement for a long time. The preseni paper aims to review the majör approaches and emprical studies on marital quality conducted in western cultures and our own culture. İn this review, developmental studies investigating the relationship betvveen marital quality and some majör psychological variables, such as psychosocial Development, self-esteem, psychological adjustment and academic achievement were summarized.. Moreover/ it was discussed that both children's and parenfs understanding of marital quality were important in terms of interpretation offindings. Age differences regarding how children respond to marital conflict are evident. Fr om the ser i es of studies a findin g of particular interest was that children of different ages reacted to different types of conflicts very differently. Preschoolers and young school-aged children are more likely to blame themselves, for parental conflict, than are adolescents. However, it is not possible to conclude from developmental studies that one age group is more vulnerable than another. Finally, in the context of marital quality/ cultural differences in perception and interpretation of marital relationship were discussed and some suggestions for the future research in this area were made.


Bu yazıda ilk olarak eşler arasındaki uyuma ilişkin kuramsal, kavramsal ve ölçmeye ilişkin konular ve daha sonra da gelişimsel boyutta eşler arasındaki uyum ile bazı psikolojik sonuç değişkenleri arasındaki ilişkileri inceleyen araştırma bulguları tartışılmıştır. EŞLER ARASINDAKİ UYUMA İLİŞKİN KURAMSAL, KAVRAMSAL VE ÖLÇMEYE İLİŞKİN KONULAR

Eşler arasındaki uyumun ölçümüne ilişkin, makalelerde görüş ayrılıkları ve farklı yaklaşımlar yer almaktadır. Bazı araştırmacılar, eşler arasındaki uyumu ölçerken eşlerin evlilikleri hakkında nasıl hissettikleri ile ilgilenmişler ve eşler arasındaki uyumun belirleyicileri olarak eşlerin evlilik doyumu ya da mutluluğuna ilişkin bizzat kendilerinden aldıkları bilgileri kullanmışlardır (Örneğin, Locke ve Wallace, 1959). Bazı araştırmacılar ise eşler arasındaki uyumu, eşlerin ayrı ayrı duyguları olarak değil de, eşler arasındaki ilişkinin bir özelliği olarak değerlendirmişlerdir. Anılan araştırmacılar eşler arasındaki uyumu ölçerken iletişim ve çatışma gibi ilişkiyi içeren özellikleri kullanmışlardır (Örneğin, Spainer, 1976). Spainer'ın hem bireysel değerlendirmeleri hem de ilişkiyi ifade eden maddeleri bir araya getiren çok boyutlu Çiftler Uyum Ölçeği, 1970li yılların sonlarına doğru eşler arasındaki uyumun ölçülmesinde çok yaygın olarak kullanılmıştır. Ancak eşler arasındaki uyum kavramı ve çok popüler olan eşler arasındaki uyumu ölçen ölçekler, bir çok eleştiriye maruz kalmıştır, (örneğin, Fincham ve Bradbury, 1987; Johnson, White, Edwards ve Booth, 1986; Fincham ve Bradbury, 1987), hem evliliğin bireysel anlamda genel olarak değerlendirilmesinin hem de iletişim ve çatışma gibi değişkenlerin aynı ölçek içerisinde yer almasını eleştirmişlerdir. Johnson ve ark. (1986) ise Spainer'ın ölçeğinde olduğu gibi, alt ölçek puanlarının kuramsal ve kavramsal boyuttta değil de görgül düzeyde toplanmasını eleştirmişlerdir. Johnson ve ark. (1986) doğrulayıcı faktör analizi sonucu, eşler arasındaki uyumun beş ayrı bölümden oluştuğunu (eşler arasındaki mutluluk, etkileşim, anlaşmazlıklar, problemler ve boşanma eğilimi) ve

bunların iki boyut altında toplandığını belirtmişlerdir. Mutluluk ve etkileşim birinci boyutunu, diğer üçü de ikinci boyutunu oluşturmaktadır. Eşler arasındaki mutluluk, bireyin evliliği hakkındaki doyum hissidir. Kişinin hem evlilik hakkındaki genel duygularını (genel olarak mutlu olma, evliliğini 3 yıl öncesiyle karşılaştırma ve aşkının gücü gibi) hem de ilişkisinin belirli yönleri hakkındaki duygularını (anlaşma, aşk ve sevgi miktarı, eşiyle aynı fikirde oldukları şeylerin miktarı ve cinsel ilişkileri gibi) içerir. Eşler arasındaki etkileşim yemek saatleri, alışveriş, arkadaşları ziyaret ve eğlence yerlerine gitme gibi karı kocanın günlük faaliyetlerde ne kadar birlikte vakit geçirdiklerini içerir. Eşler arasındaki anlaşmazlık ise ilişkideki sözel ve fiziksel çatışmanın yoğunluğu ve miktarı olarak tanımlanmaktadır. Eşler arasındaki problemler çabuk sinirlenme, kolayca incinme hissi, kıskançlık, kimseyle konuşmama, evde çok bulunmama, savurganlık, içki ya da psikoaktif ilaç kullanma gibi eşlerin kişisel özellikleri ya da davranışlarının evlilikte problem yaratıp yaratmadığıyla ilgilidir. Boşanma eğilimi ise evliliğin problemli olduğunu ve boşanma olasılığını düşünme gibi evlilik ilişkisinin bilişsel yönünü ve arkadaşlarıyla ya da eşiyle boşanma olasılığı hakkında konuşma ve eşden ayrılma gibi davranışları birlikte içermektedir. Evlilik süresi ve cinsiyet gibi evliliğin yapısına bağlı olarak bu boyutlar zaman içerisinde çok farklılaştıkları için, anılan araştırmacılar her iki boyutu da içeren ölçeklerin muğlak sonuçlara yol açabildiğini ve evlilik sürecinin anlaşılmasına çok az katkıları olduğunu belirtmişlerdir. Eşler arasındaki uyumun ölçülmesinde bireylerin duygularını dikkate alan ilk yaklaşım açısından, Johnson ve arkadaşları tarafından öne sürülen iki boyutun bir boyut altında birleştirilmesinin pek uygun olmadığı belirtilmiştir (Glenn, 1990). Bu bakış açısına göre, sadece eşler arasındaki mutluluk eşler arasındaki uyumun bir yönüdür ve diğer dördü eşler arasındaki mutluluğu etkileyebilir ya da bundan etkilenebilir (Glenn, 1990). Örneğin, eşler arasındaki mutluluğun düşük olması, eşler arasında boşanma eğilimine yol açabilir.


Son yıllarda ise Johnson, Amazola ve Booth (1992) eşler arasındaki uyumun doğasını ve eşler arasındaki uyumun durağanlığını anlamak için evli çiftlerle 8 yıllık zaman içinde üç kez görüşme yapmışlardır. Yaptıkları analizler sonucunda, eşler arasındaki uyumun nasıl ölçülürse ölçülsün kişilik özellikleri kadar durağan olduğunu belirtmişlerdir. Ayrıca, araştırmada eşler arasındaki mutluluk ve etkileşimin zaman içinde düştüğü bulunurken, boşanma eğilimi ve anlaşmazlığının değişmediği görülmüştür. Erel ve Burman (1995) ise yaptıkları meta-analiz çalışmasında eşler arasındaki uyum ile ilgili olan 68 araştırmayı incelemişler ve bu çalışmaları 3 boyuttan birine yerleştirmişlerdir. Bu boyutlar; 1) eşler arasındaki doyum (eşler arasındaki uyumu ahenk, doyum, gerilim çerçevesinde pozitif ya da negatif olarak değerlendiren çalışmalar) 2) eşler arasındaki çatışma (eşler arasındaki fiziksel ve sözel saldırganlığın sıklılığı ve yoğunluğunu ölçmeye çalışan araştırmalar) ve 3) evlilik koalisyonudur (evlilik ilişkisini ebeveyn-çocuk ilişkisine göre değerlendiren çalışmalar). Benzer şekilde Grych ve Fincham (1990), eşler arasındaki doyum ile eşler arasındaki çatışma (marital conflict) kavramlarının birbirine zıt kavramlar olarak görülmesine rağmen, mutsuz evliliklerin daima çatışma ile tanımlanmayacağını ve çoğu evlilikte de doyumlu olan çiftin çatışma içinde olabileceğini belirtmişlerdir (Grych ve Fincham, 1990). Ayrıca eşler arasındaki çatışma; örneğin, ebeveynçocuk ilişkisi gibi çocuğun uyumunu etkileyen diğer faktörlerle de ilişkilidir (Belsky,1981). Görüldüğü gibi çok boyutlu olan eşler arasındaki uyumun, nasıl tanımlanması, içinde hangi boyutların olması ve bir ölçek altında toplanıp toplanmamasına ilişkin araştırmacıların görüş ayrılıkları 19001ü yılların sonuna kadar sürmüştür ve bu tartışmalar halen devam etmektedir. Dolayısıyla evlilik ilişkisi incelenirken, kavramların işevuruk tanımının çok iyi yapılması ve eşler arasındaki uyumun, çatışmanın ve doyumun farklı kavramlar olduğunun anlaşılması gerekmektedir. Bu bilgiler ışığında aşağıda eşler arasındaki uyum ile ilgili çalışmalar özetlenirken araştırmacıların ifade ettikleri terimlerin aynen kullanıl-

masına özellikle dikkat edilmiştir. Bundan dolayı aşağıda anlatılan çalışmaların bazılarında eşler arasındaki uyum, bazılarında ise çatışma terimleri kullanılmıştır. EŞLER ARASINDAKİ UYUM İLE ÇOCUKLARIN DAVRANIŞLARI ARASINDAKİ İLİŞKİYİ İNCELEYEN ÇALIŞMALAR

Aile içinde yaşanan huzursuzluk ve gerginlik, başta çocuklar olmak üzere, aile fertlerini olumsuz yönde etkilemektedir. Dolayısıyla eşler arasındaki uyum ile çocuğun uyumu arasındaki ilişki sıklıkla araştırılan konuların başında gelmektedir (Amato ve Rezac, 1994; Grych, Seid, Fincham, 1992; Long, Forehand, Fauber ve Brody, 1987; Jennings, Salt ve Smith, 1992; Jouriles, Murphy ve O'Leary, 1989; Şirvanlı-Özen, 1999). Çocuğun uyumu denildiğinde, çocuğun davranışının uygunluğu, duygusal açıdan iyi olma, benlik kavramı ve başarı gibi unsurlar anlaşılmaktadır. Eşler arasındaki çatışma ile çocuğun uyumu arasındaki ilişkiyi inceleyen bir grup çalışmada çocuktaki saldırganlık (Johnston, Gonzalez ve Campell, 1987), antisosyal davranış (Peterson ve Zili, 1986) ve kaygı (Long, Slater, Forehand, Fauber ve Brody, 1988) gibi değişkenler ele alınmıştır. Örneğin, çocuklar model alma yoluyla ebeveynlerinden kavganın, ortaya çıkan anlaşmazlıklarda bir çözüm yolu olduğunu öğrenmekte; bu da çocuğun saldırganlığını arttırmaktadır. Ben-merkezci olan küçük çocuklar ise anne-babaları arasındaki çatışmadan dolayı kendilerini suçlamaktadırlar (Grych ve Fincham, 1990). Diğer bir grup çalışmada ise eşler arasındaki çatışma ile çocuğun sosyal yeterliği (Long ve ark., 1987), bilişsel yeterliği (Long ve ark., 1987; Wierson, Forehand ve McCobs, 1988), akademik başarısı (Long ve ark.,1987; Beer, 1989 ) ve benlik değeri (Beer, 1989; Garber, 1991) arasındaki ilişki incelenmiştir. Ayrıca çoğu çalışmada çocuğun, anne-baba arasındaki çatışmaya korku, kızgınlık ve sıkıntı gibi duygusal (Cummings, 1987; Davies ve Cummings, 1994; Long ve ark., 1988) ve hatta fizyolojik (El-Sheikh, Cummings ve Goetsch, 1989) tepkiler verdiği belirtilmiştir.


Eşler arasındaki uyum ile çocuğun uyumu arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmalarda, eşler arasındaki uyumun çeşitli ölçekler yoluyla ölçüldüğü görülmektedir (Amato ve Rezac,1994; Grych ve ark., 1992; Long ve ark., 1987; Jennigs ve ark., 1992; Jouriles ve ark., 1989; Şirvanlı-Özen, 1999; Yılmaz, 2001). Bu çalışmaların bazılarında anne-baba arasındaki ilişkiyi çocuklar (Grych ve ark., 1992; Long ve ark.,1987; Jennigs ve ark, 1992; Yılmaz, basımda), bazılarında ise anne-babalar kendileri değerlendirmişlerdir (Amato ve Rezac,1994; Jouriles ve ark., 1989; Şirvanlı-Özen, 1999; Yılmaz, 2001). Son yıllarda yapılan çalışmaların birinde ise eşler arasındaki çatışmanın, hem ebeveynler hem de ergenler tarafından değerlendirildiği ölçekler kullanılmaktadır (Tschann ve Flores, 1999). Bu ölçekler eşler arasındaki çatışmayı sıklık, yoğunluk, çocukla ilişkili çatışma, çatışmalı davranış, çocuğun katılımı ve çözümlenme olmak üzere 6 boyutta ölçmektedir. Sözü edilen ölçek, eşler arasındaki çatışmanın çeşitli boyutlarının hem ergenler hem de ebeveynler tarafından değerlendirildiği ilk ölçek olma özelliğini taşımaktadır. Anılan çalışmada, eşler arasındaki çatışmanın aile içindeki ergenler ve ebeveynler tarafından değerlendirilmesinin aile ilişkilerini inceleyecek olan çalışmalarda önemli bir yer tutacağı belirtilmiştir. Literatürde, eşler arasındaki uyum ile çocuğun bazı psikolojik sonuç değişkenleri arasındaki ilişkiyi inceleyen pek çok sayıda araştırma yer almaktadır. Bu yazıda anılan ilişkileri gelişimsel boyutta ele alan çalışmaların bir kısmı özetlenmiştir. Çalışmaların birinde eşler tarafından değerlendirilen çatışma ile 11-15 (ort. yaş: 13) yaşlarındaki ergenlerin bilişsel ve sosyal yeterliği arasındaki ilişkiler incelenmiştir (Long ve ark., 1987). Araştırmaya alınan ergenlerin bilişsel ve sosyal yeterliği hem ergenlerin kendileri tarafından hem de öğretmenleri tarafından değerlendirilmiştir. Sonuçta eşler arasındaki çatışma ile ergenlerin algıladıkları bilişsel ve sosyal yeterlikleri arasındaki ilişkinin anlamlı olmadığı bulunurken, eşler arasındaki çatışmanın yüksek olduğu durumda öğretmenler tarafından değerlendirilen bilişsel ve sosyal yeterliğin düşük olduğu bulunmuştur.

Benzer şekilde yapılan başka bir çalışmada ise hem ergenlerin ebeveynleri arasındaki çatışmayı algılamaları hem de ebeveynlerin kendilerinin çatışmayı algılamaları ile ergenlerin bilişsel ve sosyal yeterliği arasındaki ilişkiler incelenmiştir (Wierson ve ark., 1988). Anılan çalışmada da araştırmaya alınan ergenlerin bilişsel ve sosyal yeterliği öğretmenleri tarafından değerlendirilmiştir. Sonuçlar, hem ergenlerin hem de ebeveynlerin algıladıkları çatışma arttıkça, ergenlerin bilişsel ve sosyal yeterliklerinin düştüğünü göstermiştir. Amato (1986) ise eşler tarafından algılanan çatışma ile yaşları 8-9 ve 15-16 arasında değişen ergenlerin algıladıkları benlik saygısı arasındaki ilişkiyi incelemiştir. Küçük yaş grubunda eşler arasındaki çatışma arttıkça, benlik saygısının düştüğü bulunurken; ergenlerde, eşler arasındaki çatışma ile benlik saygısı arasındaki ilişkinin anlamlı olmadığı görülmüştür. Eşler arasındaki çatışma ile üniversite öğrencilerinin bazı psikolojik sonuç değişkenleriyle olan ilişkisini inceleyen sınırlı sayıdaki araştırmaların birinde ise 18-22 yaşlarındaki gençlerin ebeveynleri arasındaki algıladıkları çatışma arttıkça evliliğe karşı olumsuz tutumlarının arttığı bulunmuştur (Jennings ve ark. 1992). Bu bulguya paralel bir başka bulgu, üniversite öğrencilerinde algılanan ebeveynler arası çatışma arttıkça romantik ilişkilerdeki yakınlığın azaldığını göstermiştir (Ensign, Scherman ve Clark, 1998). Eşler arasındaki çatışmaya ilişkin 68 çalışmanın incelendiği bir meta-analiz çalışmasında da, eşler arasındaki çatışmanın gençlerin çeşitli alanlardaki faaliyetlerindeki azalmayla ilişkili olduğu görülmüştür (Buehler ve ark., 1997). Özellikle eşler arasındaki çatışmanın çeşitli davranış problemleriyle, çatışmalı ebeveyn-çocuk ilişkisiyle, kardeşleriyle olan anlaşmazlıklarla, kişilerarası ilişkilerde başarısızlıkla, okuldaki düşük sosyal yeterlik ve akademik yeterlikle ilişkili olduğu bulunmuştur. Görüldüğü gibi, yapılan çalışmalarda eşler arasındaki uyum farklı ölçekler yoluyla ölçülmekte ve bu ölçekler anne, baba ya da çocuklar tarafından değerlendirilmektedir. Dolayısıyla, sonuçlar yorumlanırken ya da araştırma özetlenirken bu konular özellikle açıklanmalıdır. İncelenen çalışmalarda,


Arasındaki İlişkiyi Etkileyen Faktörler:

manın boyutları etkileyebilir. Eşler arasındaki çatışma ile çatışmaya bağlı olarak çocuklarda ortaya çıktığı öne sürülen problemlerin derecesi çatışmanın sıklığı, yoğunluğu, içeriği ve çözümlenme şekline bağlı olarak değişiklikler göstermektedir (Grych ve Fincham, 1990). Örneğin anne-baba arasındaki çatışmaya çok sık maruz kalan çocuklarda davranış problemleri daha fazla ortaya çıkmaktadır (Johnston ve ark., 1987; Long ve ark.,1987; VVierson ve ark., 1988). Eşler arasındaki çatışma yoğunluk açısından da farklılık göstermektedir. Çatışmasının yoğunluğu, eşler arasındaki olumsuz duygu ve düşmanlığın düzeyine bağlı olarak değişmektedir. Eşler arasındaki düşmanca tavırlar, fiziksel saldırganlığı da içeriyorsa çocuklar olumsuz yönde etkilenmektedir (Jouriles ve ark., 1989). Ayrıca, araştırmalarda eşler arasındaki çatışmanın içeriği ile çocuğun davranışları arasında da ilişki olduğu belirtilmektedir. Çatışmanın içeriği, çocuk yetiştirme konusunda ise ve bu konuda eşler arasında anlaşmazlık varsa, bu anlaşmazlık çocuklara yönelik tutumlara yansımakta ve bu da tutarsız uygulamalara yol açmaktadır. Annebabanın tutarsız uygulamaları ise çocukta olumsuz davranışların ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Eşler arasındaki çatışmanın nasıl çözümlendiği de çocuklar açısından çok önemlidir. Yapılan araştırmalarda çatışmalarını başarılı bir şekilde çözümleyen eşlerin çocuklarına problem çözmede çok iyi model oldukları belirtilmektedir (Cummings, Vogel, Cummings ve El-Sheikh,1989). Davies ve Cummings'e (1994) göre de çocuklar ve ergenler sadece eşler arasındaki çatışmaya tepki vermezler, aynı zamanda çatışmanın nasıl çözümlendiğiyle de ilgilenirler. Dolayısıyla, çocukların duyguları ve davranışları eşler arasındaki çatışmanın nasıl çözümlendiğiyle ilişkilidir. Plunket ve Hernry (1999) tarafından yapılan çalışmanın bulguları da, eşler arasındaki çatışmayı yüksek olarak ve çözümlenemediğini algılayan ergenlerin aile içinde mutsuz olduklarını ve okulda uyum problemlerinin olduğunu göstermiştir.

Hem eşler arasındaki çatışma hem de çocuğun uyumu çok boyutludur. Her iki değişken arasındaki ilişkiyi sıklık, yoğunluk, içerik ve çözüm gibi çatış-

Ayrıca eşler arasındaki çatışma ile çocuğun uyumu arasındaki ilişkiyi çocuğun cinsiyeti ve yaşı gibi çeşitli demografik değişkenler etkilemektedir. Eşler

ebeveynler arasındaki çatışmanın çocuklar tarafından değerlendirildiği durumlarda yordamaların daha güçlü olduğu belirtilmiştir (Grych ve Fincham 1990; Grych ve ark., 1992). Anılan araştırmacılara göre çocuklar çevrelerini aktif olarak yorumladıkları ve tepki verdikleri için çocukların, ebeveynleri arasındaki çatışmayı değerlendirmelerini incelemek çok önemlidir. Bu bakış açısını destekleyen çalışmalar, çocukların çok sıradan olan bir çatışmayı farklı algıladıklarını ve algılarının çatışmaya verdikleri duygusal tepkilerle ilişkili olduğunu göstermişlerdir (Cummings ve ark., 1994; Grych ve ark., 1992). Grych ve Fincham (1990) tarafından öne sürülen bilişsel- bağlamsal (cognitive- contexual) modelde de eşler arasındaki çatışmanın doğurguları için çocuğun çatışmayı anlamasının ve değerlendirmesinin çok önemli olduğu belirtilmektedir. Bu konudaki çalışmalarda aynı çatışmaya maruz kalan kardeşlerin bile farklı tepki verdikleri belirtilmektedir. Bir başka çalışmada ise eşler arasındaki çatışmayı çocukların değerlendirmesinin, olumsuzluk yanlılığına (negativity affectivity bias) yol açtığı belirtilmiştir (Harold, Fincham, Osborne ve Conger, 1997). Olumsuzluk yanlılığı, çatışmayı olumsuz değerlendiren çocuğun, ebeveyni ile olan ilişkisini ve kendine yönelik algılarını da olumsuz değerlendirebileceğini ifade etmektedir. Ayrıca konuya ilişkin çalışmalar incelendiğinde, eşler arasındaki çatışma ile çocuğun uyumu arasındaki ilişkinin araştırılmasının yanında, bu ilişkinin gücünü etkileyebilecek faktörlerin ve iki değişken arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışan mekanizmaların da tartışıldığı görülmüştür (Grych ve Fincham, 1990). Aşağıda sırasıyla ilk olarak eşler arasındaki çatışma ile çocuğun uyumu arasındaki ilişkiyi etkileyen faktörlere, daha sonra ise anılan ilişkiyi açıklamaya çalışan mekanizmalara yer verilmiştir. 1. Eşler Arasındaki Çatışma İle Çocuğun Uyumu


arasındaki çatışma ile çocuğun cinsiyeti arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmaların bulguları çelişkili görülmektedir. Bu konuda yapılan ilk çalışmalarda eşler arasında yaşanan çatışmadan erkek çocuklarının, kız çocuklarından daha çok etkilendiği görülürken (Block, Block ve Morrison, 1981; Emery ve O'leary, 1982), son yıllarda yapılan araştırmalarda hem kızların hem de erkeklerin eşler arasındaki çatışmadan aynı derecede etkilendiği görülmektedir (Cummings ve ark., 1989; Long ve ark.,1987; Jouriles, Pfifner ve O'Leary, 1988). Anılan çalışmalarda, erkek çocukların stresle başetmede saldırganlığı kullandıkları, kızların ise genellikle saldırgan davranışlarını gizledikleri ve bu nedenle stres düzeylerinin daha fazla olduğu belirtilmektedir (Johnson ve O'Leary, 1987; Cummings, lonitti ve Zahn-Wawler, 1985). Dolayısıyla saldırganlık ve uyum problemleri erkek çocuklarında, çekingenlik ve kaygı ise kız çocuklarında daha çok görülmektedir (Block, Block ve Gjerde, 1986; Cohn, 1991). Bu durumda, annebabası arasında yaşanan uyumsuzlukla baş etmede erkek çocuklar, kızlardan daha çok zorluk çekmektedirler. Başka bir çalışmada ise, eşler arasında yaşanan uyumsuzluğun, erkek çocukların uyum problemleriyle daha çok ilişkili olduğu, kızların ise problemleri daha çok içselleştirdiği ve kendilerini suçlu hissettikleri belirtilmiştir (Cummings, Davies ve Simpson, 1994). Ayrıca ergenler üzerinde yapılan bir başka çalışmada da eşler arasındaki çatışma ile erkeklerin saldırganlık gibi dışa yönelik davranışları arasında ilişki olduğu bulunmuştur (Harold ve Conger, 1997). Eşler arasındaki çatışma ile çocuğun yaşı arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmaların bir kısmında ise, çocuğun çatışmayı yorumlamasının gelişimsel olarak değiştiği izlenmektedir (Cummings ve ark., 1985; Hetherington, Stanley-Hagen ve Anderson, 1989). Anılan çalışmalarda çocukların olgunlaştıkça stresli olayları hem daha iyi anlayabildikleri hem de bunlarla daha iyi başa çıkabildikleri görülmektedir. Hetherington ve ark. (1989) farklı yaşlardaki çocukların anne-baba arasındaki çatışmayla başa çıkmalarının farklı olduğunu, ancak bu çatışmadan belirli bir yaş grubunun diğerinden daha fazla etkilen-

diğini söylemenin de güç olduğunu belirtmişlerdir. Küçük çocuklar çatışmanın ve onun sonuçlarının daha az farkındayken, büyük çocuklar çatışmanın nedenlerini ve sonuçlarını daha iyi anlayabilmektedirler. Dolayısıyla küçük çocuklar çatışmayla baş etmede zorlanırken, büyük çocuklar çatışmayla başa çıkmada daha iyi stratejiler kullanabilmektedirler (Hetherington, 1989). Yaklaşık 6 aylıktan ergenlik döneminin sonuna kadar çocuklar, anne-babaları arasındaki çözümlenemeyen öfkeye ya da huzursuzluğa tepki vermektedirler (Cummings, Ballardd ve El-Sheikh,1991). Diğer yandan, verilen tepkiler yaşla birlikte değişmekte ve çocuklar farklı yaşlarda farklı türden psikolojik problemlere daha duyarlı olmaktadırlar. Örneğin, bebekler ve küçük çocukların saldırgan ve uyumsuz davranışları gösterme olasılıkları daha fazladır (Glasberg ve Aboud, 1982). İçe kapanma ve depresyon ise çocukluğun sonları ve ergenlikte daha çok görülür (Angold ve Rutter,1992). Son yıllarda yapılan bir çalışmada ise 5, 7 ve 9 yaşlarındaki çocukların eşler arasındaki çatışmayı farklı yorumladıkları ve farklı şekilde anladıkları bulunmuştur (Jenkins ve Bucconi, 2000). Anılan araştırmacılara göre, eşler arasındaki çatışma çocukların bilişsel gelişim düzeyine bağlı olarak değişen farklı bir stres kaynağı olarak görülmektedir. Dolayısıyla buradaki temel soru, evlilikteki uyumsuzluktan hangi yaş grubunun daha çok etkilendiği değil, farklı yaş dönemlerinde belirli problemlere ve sonuçlara çocukların ne kadar yatkın olduğu ve içinde bulunduğu bilişsel gelişim düzeyine bağlı olarak olayları nasıl algıladığı ve yorumladığıdır. Anılan çalışmalarda, eşler arasındaki çatışmanın bir yaş grubunu diğer bir yaş grubundan daha çok etkileyip etkilemediğini incelemenin yetersiz olduğu belirtilmektedir. 2. Eşler Arasındaki Çatışmayla Çocuğun Uyumu Arasındaki İlişkiyi Açıklayan Mekanizmalar:

Eşler arasındaki çatışma ile çocuklarda görülen problemler arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışan hipotezler ikiye ayrılmaktadır. Bunlardan birine göre çatışma çocukların uyumu üzerinde doğrudan etkilidir. Diğerine göre ise çatışmanın çocukların uyu-


mu üzerindeki etkisi dolaylıdır. Doğrudan etkiler model alma ve stres, dolaylı etkiler ise ebeveyn-çocuk etkileşimi ve disiplin uygulamalarıdır. Doğrudan etkileri inceleyen, araştırmalar, ebeveynin çocuk üzerindeki etkisini açıklarken model almanın ve strese neden olmanın önemini vurgulamaktadırlar. Bilindiği gibi, çocuk, kişiler arası ilişkiler hakkında pek çok şeyi ebeveynlerini gözlemleyerek öğrenmektedir. Eğer ebeveynler çatışma sırasında saldırganca ve düşmanca tavırlar alıyorlarsa, çocuk saldırganlığın karşı görüşle başa çıkmada en uygun yol olduğunu öğrenmekte ve böylece, çatışmalı ortamlarda yaşıtlarına saldırganca davranışlarda bulunabilmektedir. Aynı zamanda, eşler arasında yaşanan çatışmanın bazı düzeyleri normal bir aile süreci olarak görülmesine rağmen, eşler arasındaki çatışma potansiyel stres kaynağı olarak düşünülmektedir (Davies ve Cummmings, 1994). Anne- baba arasındaki çatışma çok sık ortaya çıkıyor, fiziksel saldırganlığı içeriyor ve çözümlenemiyorsa bu durum çocuğu olumsuz olarak etkilemekte ve üzüntü duymasına neden olmaktadır (Compas, 1987). Buehler ve ark. da (1997) eşler-arasındaki çatışmanın çok boyutlu bir yapı olduğunu sıklık, içerik, yoğunluk ve çözüm gibi faktörleri içerdiğini belirtmişlerdir. Dolaylı etkiler, eşler arasındaki çatışma ile çocukların uyumu arasındaki ilişkide ebeveyn-çocuk etkileşiminin aracı bir rol oynadığını göstermektedir. Evlilikteki doyumun düşmesi çatışmanın artmasına ve ebeveyn-çocuk ilişkisinin olumsuz yönde etkilenmesine neden olabilmektedir. Yapılan çalışmalarda, eşler arasındaki çatışma ile çocuğun uyumu arasındaki ilişkiyi anlamak için ebeveyn-çocuk arasındaki etkileşimin önemli olduğu belirtilmektedir (Erel ve Burman, 1995; Fauber ve Long, 1991, Fincham, 1998). Örneğin, anne-babası arasındaki çatışmaya çok sık maruz kalan çocuk, bu çatışmanın içinde kendisini taraf tutmak zorunda hissedecek, anne ya da babasıyla olan ilişkisi buna bağlı olarak zedelenecek ya da çatışmanın nedeni olarak kendini görecek ve suçlayacaktır (Emery ve O'Leary, 1982). Ayrıca bazı çalışmalarda eşler arasındaki çatışmanın tutarsız anne-baba tutumlarını beraberinde getirdiği ve bu durumun da yine çocukta

davranış problemlerinin ortaya çıkmasına neden olduğu belirtilmektedir (Grych ve Fincham, 1990; Peterson ve Zili, 1988). Özetle, yukarıda da belirtildiği gibi çatışmanın nasıl ifade edildiği her evlilikte birbirinden çok farklı olabilir (Davies ve Cummmings, 1994). Eğer çiftler sürekli kavga ediyorlarsa, bu onların mutsuz olduğu anlamına gelmeyebilir. Bazı eşler çoğu konularda anlaşamazlar, fakat karşılıklı konuşarak sorunlarını çözümleyebilirler. Çocuğun davranışlarını yordamak için de, çatışmanın nasıl çözümlendiğinin incelenmesi gerekmektedir. Eşler arasındaki çatışmaya uzun süre maruz kalan çocukların, daha sonraki çatışma ortamlarında daha incinebilir (vulnerable) oldukları ve daha çok duygusal tepki verdikleri görülmektedir. Ayrıca ileri boyuttaki çatışmalar, çocukların duygusal güvenlik hislerini olumsuz etkilemekte ve çocuklarda olumsuz davranışların ortaya çıkmasına neden olabilmekte ve ebeveyni ile olan ilişkisini olumsuz etkilemektedir (Davies ve Cummings, 1994). Literatürde çatışmanın, aslında insanın yaşamının bir parçası olduğu ve eşler arasında yaşanan sıradan çatışmalara çocukların maruz kalmalarının, yaşamda karşılaşacakları çatışmalarla nasıl başa çıkacaklarını öğrenmeleri açısından yararlı olabileceği de vurgulanmaktadır. Ancak bu çatışmalar kişilerarası ilişkileri yıpratmamışsa, çözümlenebiliyorsa ve fiziksel şiddet uygulama aşamasına gelmemişse böyle bir yaşantının çocukların duygusal gelişiminde önemli olduğu görülmektedir (Grych ve Fincham, 1990; Jouriles ve ark., 1989). ÜLKEMİZDE EŞLER ARASINDAKİ UYUMA İLİŞKİN YAPILAN ÇALIŞMALAR

Batı literatüründe eşler arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmalar çok yaygın olarak araştırılmasına ve çok sayıda araştırma yapılmasına karşın, ülkemizde bu konuya ilişkin kuramsal ve görgül yaklaşımların çok sınırlı düzeyde olduğu görülmektedir. Sunulan yazıda ülkemizde anılan konuyla ilgili ulaşılabilen çalışmalara yer verilmiştir. Ülkemizde eşler arasındaki ilişkiyi ölçmeye yönelik olarak batı literatüründeki ölçeklerin Türk kültürüne uyarlama çalışmala-


rı yapılmıştır (Örneğin, Tutarel-Kışlak, 1992; Fışıloğlu ve Demir, 1997). Uyarlama çalışması yapılmış olan ölçekler daha sonraki çalışmalarda kullanılmıştır. (Örneğin Şirvanlı-Özen, 1999; Yılmaz 2001). Şirvanlı-Özen (1999) tarafından yapılan bir çalışmada çatışma ve boşanmanın davranış ve uyum problemleri üzerindeki rolleri incelenmiştir. Eşler arasındaki uyumun anne-babalar tarafından değerlendirildiği bu çalışmada, çatışmalı ve boşanmış anne-babaların çocuklarının psikolojik problem düzeyleri ve kaygı düzeylerinin, çatışmasız anne-babaların çocuklarına oranla daha yüksek olduğu; çatışmasız anne-babaların çocuklarının, çatışmalı ve boşanmışlarınkine oranla çevrelerinden daha fazla sosyal destek algıladıkları ortaya çıkmıştır.

ların algıladığı anne-baba arasındaki uyumun çocuğun benlik algısının çeşitli boyutlarını yordamada anlamlı katkısı olup olmadığı araştırılmıştır. Elde edilen bulgular, çocuklar tarafından algılanan annebaba arasındaki uyumun, benlik algısının akademik yeterlik, davranıştan hoşnut olma ve bütünsel özdeğer alt ölçeklerini yordamada anlamlı katkıları olduğunu göstermiştir. Sonuç olarak, eğer çocukların anne-babaları arasındaki uyuma ilişkin algıları yüksekse, benliklerine ilişkin değerlendirmeleri olumlu olmakta; eğer algılanan uyum düşükse, bu olumsuzluk onların benliklerine ilişkin algılarını da olumsuz yönde etkilemektedir.

Yılmaz (2001) tarafından yapılan çalışmada ise eşler arasındaki uyumun ve anne-baba-çocuk etkileşiminin, çocukların benlik algıları ve akademik başarıları ile olan ilişkileri ilköğretim, lise ve üniversite öğrencilerinde gelişimsel olarak incelemiştir. İlköğretim döneminde eşler arasındaki uyumun benlik algısının alt boyutlarıyla ilişkili olmadığı bulunurken, lise öğrencilerinde eşler arasındaki uyumun davranıştan hoşnut olmayı ve bütünsel öz-değeri; üniversite öğrencilerinde ise atletik yeterliği ve anne-babayla ilişkileri yordamada anlamlı katkısı olduğu görülmüştür. Anılan çalışmada eşler arasındaki uyum araştırmaya alınan deneklerin anneleri tarafından değerlendirilmiştir. Bu çalışmanın bulguları, ebeveyni ile olumlu ilişki içinde olan ve anne-babası uyumlu evliliğe sahip çocukların kendilerine ilişkin algılarının da daha olumlu olabileceğini göstermiştir. Ayrıca, ülkemizde anne-baba arasındaki uyumun çocuklar tarafından değerlendirildiği bir ölçeğe ve bu konuda yapılan herhangi bir çalışmaya rastlanmadığı için, ilköğretim dönemindeki çocukların anne-babaları arasında doğrudan gözlemledikleri çatışmaya ilişkin algılarının ölçüldüğü bir çalışma yapılmıştır (Yılmaz, basımda). Bu çalışmada çocukların anne-babaları arasındaki çatışmaya ilişkin algılarını ölçmek amacıyla, eşler arasındaki çatışmayla ilgili çalışmalarda vurgulanan çatışmanın sıklığı, yoğunluğu, içeriği ve çözümlenme şekli gibi boyutlar temel alınmıştır. Anılan çalışmada, çocuk-

Bu yazıda eşler arasındaki uyum ile çocukların bazı psikolojik sonuç değişkenleri arasındaki ilişkileri inceleyen çalışmaların bulguları özetlenmiştir. Eşler arasındaki uyum ile çocuğun davranışları arasındaki ilişkiler incelenirken, uyumun anne, baba ya da çocuk tarafından değerlendirilmesinin çok önemli olduğu görülmektedir. Dolayısıyla anılan ilişkiler incelenirken, kullanılan ölçekler ve bunların kimler tarafından değerlendirildiği, araştırma bulgularını yorumlarken dikkat edilmesi gereken önemli konulardır. Aynı zamanda eşler arasındaki uyuma ilişkin çalışmalar incelenirken, uyum, doyum ve çatışma gibi kavramların tanımlarının zaman içinde değişikliğe uğradığı ve işevuruk tanımlarının da çoğunlukla ölçekler bağlamında yapıldığı görülmektedir. Bu bağlamda, böylesine geniş kapsamlı ve çok boyutlu olan eşler arasındaki uyuma ilişkin çalışmalar incelenirken, özellikle kuramsal ve kavramsal konuların gözardı edilmemesi ve bu konuda duyarlı olunması gerekmektedir. İleride yapılacak olan çalışmalarda da kavramların çok iyi tanımlanması ve gerçekten içinde bulunulan kültürde ölçmek istenileni ölçüyor olmaları gerekmektedir. Aynı zamanda, aynı kültür içinde farklı sosyo-ekonomik düzeyde ve farklı eğitim düzeylerindeki kişilerin eşler arasındaki uyumu algılayışları çok farklı olabilir. Bu amaçla ülkemizde de eşler arasındaki uyumu ölçmeye yönelik olan ölçeklerin farklı SED'ler için geçerlik ve güvenirlik çalışmalarının

SONUÇ VE ÖNERİLER


yapılması önemli görülmektedir. Dolayısıyla, ileride ülkemizde yapılacak olan çalışmalarda da eşler arasındaki uyumunun nasıl ölçüldüğü ve çocuğu nasıl etkilediğinin kültüre özgü standart ölçekler geliştirilerek değerlendirilmesi gerekmektedir. Daha aydınlatıcı ve daha genel sonuçlara varmak için anılan konuya ilişkin çok sayıda araştırma bulgusuna ihtiyaç duyulmaktadır. KAYNAKLAR Amato, P.R. (1986). Marital conflict, the parent-child relationsh'ıp, and child self-esteem. Family Relations, 35, 403-410. Amato, P.R. & Rezac, S.J. (1994). Contact with nonresident parents, interparental conflict, and children's behavior. Journal of Family Issues, 15,191 -207. Angold, A. &. Rutter, M. (1992). Effects of age and pubertal status on depression in large clinical sample. Development and Psychopathology, 4, 5-28. Beer, J. (1989). Relationship ofdivorce to self-concept, self-esteem and grade point average of fifth and sixth grade school children. Psychological Reports, 65, 1379-1383. Belsky, J. (1981). Early human experience: A family perspective. Developmental Psychology, 17, 3-23.

Erel, O. & Burman, B. (1995). Interrelatedness of marital relations and parent-child relations: A meta-analytic review. Psychological Bu İletin, 118, 108-132. El-Sheikh, M., Cummings EM. & Goetsch, V. (1989). Coping with adults' angry behavior: Behavirol, physiological, and self-reported responding in preschoolers. Developmental Psychology, 25, 490-498. Emery, R.E. & O'leary, K.D. (1982). Children's perceptions of marital discord and behavior problems of boys and girls. Journal of Abnormal Child Psychology, 10,11-24. Ensign, J., Scherman, A. & Clark, J.J. (1998). The relationship of family structure and conflict to levels of intimacy and parental attachment in college students. Adolescence, 33, 575582. Fincham, F.D. & Bradbury, T.N. (1987). The assessment of marital quality: A reevaluation. Journal of Marriage and the Family, 49, 797-809. Fişi loğ lu, H. & Demir, A. (1997). Türk Örnekleminde Çiftler Uyum Ölçeği'nin Geçerlik ve Güvenirlik Çalışması. (Yayınlanmamış veri). Garber, R.J. (1991). Long-term effects of divorce on self-esteem of young adults. Journal of Divorce and Remarriage, 17, 131137. Glasberg, R. & Aboud, F.E. (1982). Keeping one's distance from sadness: Children's şelf reports of emotional experience. Developmental Psychology, 18, 287-293.

Block, J.H., Block J. & Gjerde, P.J. (1986). The personality of children prior to divorce." Child Development, 57, 827-840

Glenn, N. D. (1990). Çuantative research on marital quality in the 1980s: A critical review. Journal of Marriage and the Family, 52, 818-831.

Block, J.H., Block J. & Morrison, A. (1981). Parental agreementdisagreement on child-rearing orientations and gender-related personality correlates in children. Child Development, 52, 965-974.

Grych, J.H. & Fincham, F.D. (1990). Marital conflict and children's adjustment: A cognitive-contextual framework. Psychological Bu İletin, 108,267-290.

Buehler, C, AnthonyC, Krishnakumar A., Stone G., GerardJ. & Pemberton, L. (1997). İnterparental conflict and youth problem behaviors: A meta-analysis. Journal of Child and Family Studies, 6, 233-247.

Grych, J.H., Seid, M & Fincham, F.D. (1992). Assessing marital conflict from the child's perspective. The children's perception of interparental conflict scale. Child Development, 63, 558-572.

Cohn, L.D. (1991). Sex differences in the course of personality development: A meta analysis. Psychological Bu İletin, 109, 252-266.

Hetherington, EM. (1989). Coping with family transitions: Winners, losers, and survivors. Child Development, 60: 1-14.

Compas, B. E. (1987). Coping with stress during childhood and adolescence. Psychological Bu İletin, 101, 393-403. Cummings, E.M. (1986). Coping with background anger in early childhood. Child Development, 58, 976-984. Cummings, EM., Ballard M. & El-Sheikh, M. (1991). Responses of children and adolescents to interadult anger as a function ofgender, age and mode of expression." Merrill- Palmer Quarterly, 37, 543-560. Cummings, EM., lonatti R. J. & Zahn-Waxler, C. (1985). Influence of conflict betvveen adults on the emotions and aggression ofyoung children. Developmental Psychology, 21, 495507. Cummings, EM., Vogel D., Cummings J.S & El-Sheikh, M. (1989). Children's responses to different forms of expression of anger between adults. Child Development, 60, 13921404. Davies, P.J. & Cummings, EM. (1994). Marital conflict and child adjustment: An emotional security hypothesis. Psychological Bu İletin, 116, 387-411.

Hetherington, E. M., Stanley-Hagan M. & Anderson, E.R. (1989). Marital transitions: A child's perspective. American Psychologist, 44, 303-312. Horald, G.T. Ve R.D. Conger(1997). Marital conflict and adolescent distress: The role of adolescent awareness. Child Development, 68, 333-350. Horald, G.T., Fincham, F.D., Osborne, L.N. & Conger, R.D. (1997). Mom and dad are at it again: Adolescent perceptions of marital conflict and adolescent psychological distress. Developmental Psychology, 33: 333-350. Jenkins, JM. & Bucconi, JM. (2000). Children's Understanding of marital conflict and the marital relationship. Journal of Child Psychology and Psychiatry, 41(2), 161-168. Jennings, A.M., Salts, C.J. & Smith, TA. (1991). Attitudes toward marriage: Effects of parental conflict, family structure, and gender. Journal of Divorce and Remarriage, 17, 67-79. Johnson, D.R., Amazola TO. & Booth, A. (1992). Stability and developmental change in marital qality: A three wave panel analysis. Journal of Marriage and the Family, 54, 582-594. Johnson, P.L. & O'leary, K.D (1987). Parental behavior patterns


and conduct disorders in in girls. Journal of Abnormal Child Psychology, 15, 573-581. Johnson, D.R., White L.K., Edwards J.N. & Booth, A. (1986). Dimensionsof marital quality: toward methodological and conceptual refinement. Journal of Family Issues, 7, 31-49. Jouriles, E.N., Murphy, CM. & O'leary, K.D. (1989). Interspousal aggression, marital discord and child problems. Journal of Consulting and Clinical Psychology, 57, 453-455. Locke, H. & Wallace, K. (1959). Short marital adjustment and predictions tests: Their reliability and validity. Marriage and Family Living, 21,251-255. Long, N., Forehand, R., Fauber, R. & Brody, G. (1987). Self-perceived and independently observed competence of young adolescents as a function of parental marital conflict and recent divorce. Journal of Abnormal Child Psychology, 15,1527. Long, N., Slater E., Forehand R. & Fauber R. (1988). Continued high or reduced interparental conflict following divorce: Relation to young adolescent adjustment. Journal of Consulting and Clinical Psychology, 56, 467-469. Peterson, J.L. & Zili, N. (986). Marital disruption, parent-child relationships and behavior problems in eh i İd ren. Journal of Marriage and the Family, 48, 295-307. Plunket, S.W. & Henry, C.S. (1999). Adolescent perceptions of interparental conflict, stressors, and coping as predictors of adolescent family life satisfaction. Sociological lnquiry, 69, 599-620.

Spainer, G. (1976). Measuring dyadic adjustment: Newscales for assesing the quality of marriage and similar dyads. Journal of Marriage and the Family, 38, 15-27. Şirvanlı-Özen (1999). Eşler arası çatışma ve boşanmanın çocuklar üzerindeki etkileri I: Davranış ve uyum problemleri. Çocuk ve Gençlik Ruh Sağlığı Dergisi, 6(1), 19-29. Tschann, J.M. & Flores, E. (1999). Assessing interparental conflict: Reports of parents and adolescents in European American and Mexian American Families. Journal of Marriage and the Family, 61,269-283. Tutarel-Kışlak, Ş. (1992). Cinsiyet, Evlilik Uyumu, Depresyon ile Nedensel ve Sorumluluk Yüklemeleri arası İlişkiler Üzerine Bir Araştırma.(Yayınlanmamış Doktora tezi) Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. VVierson, M., Forehand, R. & Mccombs, A. (1988). The relationships of early adolescent funetioning to parent-reported and adolescent-perceived interparental conflict. Journal of Abnormal Child Psychology, 16,707-718. Yılmaz, A. (2001). Eşler arasındaki uyum, anne-baba tutumu ve benlik algısı arasındaki ilişkilerin gelişimsel olarak incelenmesi. Türk Psikoloji Dergisi, 16(47),1-24. Yılmaz, A. (Basımda). Çocukların algıladığı anne-baba arasındaki uyum, anne-baba tutumu ve benlik algısı arasındaki ilişkiler. Çocuk ve Gençlik Ruh Sağlığı Dergisi.


Sosyal Hizmette Güçler Perspektifi ve Çözüm Odaklı Mülakat • Dr. Fatih ŞAHİN Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Öğretim Görevlisi

Özet Sosyal hizmet uygulama literatüründe "güçler perspektifi" üzerinde bir odaklanma gözükmektedir. Bu makale, problem odağının problemlerini açıklamakta ve güçler temelli uygulamanın değer temeli, sayıltıları ve uygulaması incelenmektedir. Peşisıra, güçler perspektifine dayanan çözüm odaklı mülakata ve onun temel faaliyetleri olan müracaatçının referans çerçevesi içinde müracaatçı ile birlikte iyi yapılandırılmış amaçların gelişimi, müracaatçı ile birlikte istisnalara dayalı çözümlerin oluşturulması ve mülakat sorularına yönelinmektedir. (İstisnaları bulma, mucize, ölçme, başetme ve ne daha iyi soruları) Anahtar sözcükler: güçler perspektifi, çözüm odaklı mülakat, mikro sosyal hizmet uygulaması

İnsan yaşamı zıtlıklar ve çelişkiler ile doludur. Toplumlar, karmaşık gerçeklikler ile başetmeye çalışırken iyi ile kötü, güvenli ile güvensiz, dost ve düşman gibi bölünmeler yaratmıştır. Tuhaf bir gerçek olarak, ilgi, olumsuz boyuta yönelmiştir: kötüye, güvensize, düşmana. Yaşamın olumsuz boyutuna ilişkin bu vurgu, insanı biçimlemiş ve sosyal hizmet ve diğer yardım veren mesleklerde patolojiye yönelmeye yol açmıştır. (VVeick ve ark. 1989:350). Sosyal hizmet literatüründe şimdilerde üzerinde önemle durulan güçler perspektifi, (strenghts pers-

Summary A focus on "strenghts perspective" have begun to appear in social work practice literatüre. This article explains the problem with problem focus and the assumptions, value -base and practice of strenghts-based practice has been examined. Afterthat, it adresses solution focused interviewing which are based on strenghts perspective and its fundemental activities development of well-formed goals with the client vvithin the client's frame of'reference and development with the client of solutions based on exceptions and the interviewing questions themselves (exception finding, miracle, scaling, coping questions/ VVhat's better questions) Keywords: strenghts perspective, solution focused interviewing, micro social work practice

pective) problem ve patolojilerden ziyade insanların güçleri ve kaynaklarının sosyal hizmette yardım sürecinin odağı olması gerektiğini savunmaktadır (Chapin 1995; Covvger 1994; Goldstein 1990; VVeick ve ark. 1989). 1930'larda bireylerin problemlerini tanımlamada teorik bir yapı olarak gelişen "psikoanalitik teori" ve zaman içinde gelişen bu teoriye dayalı olarak gelişen yaklaşımlar sosyal hizmeti derinden etkilemiştir. Sosyal hizmet, psikoanalitik teori ve türevleri ile ya-


kın ilişkiye geçmek, insan problemlerini anlamada insanın "güçsüzlüğü, patolojisi, eksiklikleri" kavramlarını beraberinde getirmiştir. (Weick ve ark. 1989, 350). Güçsüzlük, patoloji kavramı ise mesleki dilde somutlaşmış ve teşhisçi kategoriler insanın eksikliği, güçsüzlüğü, patolojisi ile ilgilenmiştir. Böylelikle, problemin yeterli bir biçimde değerlendirilmesi ve teşhisi, adeta sosyal hizmet mesleğinin temel yönelimi haline gelmiştir. Nitekim Compton ve Galaway (I979) sosyal hizmetin odağını, problemleri çözmek amacıyla problem çözme yaklaşımını kullanmak olarak ifade etmektedir. Bu çerçevede, güçler perspektifinin karşı çıktığı problem odaklı yaklaşımı irdelemek önemli hale gelmiştir. PROBLEM ODAKLI YAKLAŞIM VE YETERSİZLİKLERİ

Şu anki yardım perspektifinin temellerinde, insanların eksiklikleri ve bu nedenle profesyonel yardıma ihtiyaç duymaları yatmaktadır. Yardım veren meslekler, insanların problemleri olduğundan dolayı yardıma ihtiyacı olduğuna inanır. Problemlerin varlığı, mesleki açıdan yardım veren kişinin de varlık nedenini oluşturur. Sosyal hizmet uzmanları (SHU) müracaatçılara yönelen mesleki müdahalelerini tasarlarken problemlerin nedenlerini ortaya koymaya çalışır. Müracaatçı sistemlerinin problemleri tanımladığında gerçekte bir başka problem bir daha ve yeni bir biçimde oluşmaktadır. Sosyal yapılandırmacı bakış açısından, o problemi yaşayan müracaatçı sisteminin yaşadıklarını isimlendirmek, onu terapötik çabaların yöneltilmesi gereken bir "gerçek" olarak ortaya çıkartır. Müracaatçının içinde yaşadığı ve hissettiği tüm duygular, sezgiler, fikirler artık bir isim almış, kaynağı anlaşılmıştır. Bir başka deyişle, bilinmeyen kategorize edilmiş ve etiketlenmiştir. Problem rasyonel sürece konu edilerek, müracaatçı onun bazı görünümleri olduğunu anlar ve onunla mücadele edilebileceğini görür. Meslek elemanının gücü, problemi isimlendirme ve bu güçlükle başetmek için bir stratejiye sahip olmasından kaynaklanır (Weick ve ark. 1989, 351-352). Yine bu isimlendir-

me süreci meslek elemanına ait bir dildedir. Kadushin ve Hollis'in de belirttiği gibi, örneğin bir "terapi" kelimesinden müracaatçı ile SHU'ının anladığı şey birbirinden farklı olabilir ve teknik bir dil kullanımı mesleki açıdan yararlı değildir (Kadushin, 1972, 29; Hollis, 1965, 469). Teşhisçi kategoriler kullanan SHU'ları, müracaatçıların özel karakteristiklerinden ziyade benzerliklerinin üzerinde durur. Müracaatçının durumu daha önceden belirlenmiş problem kategorilerine uyacak biçimde belirlenmek durumundadır. Ayrıca bu kategoriler, müracaatçının kendi durumuna uygun olarak tasarlayabileceği tanımlamalar da değildir. Bir kişinin durumunu "depresyon" olarak kategorize etmek yapılabilecek en genel değerlendirmedir. Böylesi bir değerlendirme ne o insanın göstermiş olduğu çabanın ne de bu insanın hikayesinde saklı güçleri ortaya çıkarır (Weick ve ark. 1989, 350). Problem odaklı değerlendirme insan problemlerinin sosyal-çevresel açıklanmasından ziyade bireysel olarak açıklanmasına olanak tanımaktadır. Nitekim, Ryan'nında belirttiği gibi, bir problemden etkilenen ve etkilenmeyen bireyler arasındaki farklılıkları problemin sebebi olarak tanımlayıp bu farklılıkları düzeltmek için müdahaleler tasarlamak aldatıcı bir mantıktır ve bu mantık Kagle ve Covvger (I984, 347) tarafından "müracaatçıyı suçlamak" olarak adlandırılmaktadır. Problem odaklı değerlendirmede, insanları önemli ölçüde etkileyen çevrenin önemi bilinse de geniş sosyal değişkenler nadiren dikkate alınır. Sosyal koşulları değiştirmedeki zorluk, meslek elemanlarını bu faktörleri tablodan çıkartmaya zorlar. Böylelikle meslek elemanları, problemin kaynağı olarak problemli insanları görmeye başlar (Weick ve ark. 1989, 350; Cowger, 1994, 264). Esasen, problem üzerinde odaklaşma, müracaatçının kişisel ve sosyal güçlerini kullanmasını kısıtlarken, müracaatçıyı kurban haline getiren ve eşitsiz güç ilişkilerini üreten ve düzenleyen sosyal yapıyı sağlamlaştırır (Cowger 1994, 264). Bu çerçeve içerisinde, problem odaklı yaklaşım ile güçler perspektifi temel odak, müdahalenin doğası, ruh sağlığı oryantasyonu, müracaatçının rolü, meslek elemanının rolü, toplum oryantasyonu konularında aşağıdaki biçimde karşılaştırılabilir.


Tablo 1. Problem Odaklı

Yaklaşım İle Güçler Perspektifinin Felsefi Çatılarının Karşılaştırılması* Problem Odaklı Yaklaşım

Güçler Perspektifi

Temel Odak

Problem ya da yetersizlikleri değerlen-

Güçleri değerlendirme ve güçlere da-

dirme ve bunlara yönelme

yanma

Müdahalenin

Uygulamacı eylemin yönünü yasallaş-

Müracaatçının kendi kendine yönlen-

Doğası

tırır

mesini artırmak için tasarlanmıştır.

Problemin belirtilerini yok etmek için

Müracaatçının durumuna holistik yak-

lineer yaklaşım

laşım

Müracaatçının "ihtiyaçlarına" dayalı

Müracaatçıların "isteklerine" önem ve-

sağlanan hizmetler

ren hizmetler

Müracaatçıları rutin hizmetlerle sınır-

Müracaatçı ile informal ve formal des-

landırma

tek sistemleri arasında işbirlikçi çabaları artırma

Ruh Sağlığı

Müracaatçıdaki "hastalıkların" nedenle-

Müracaatçıyı etkileyen içsel ve dışsal

Oryantasyonu

rini belirleme çabası

etkilerin çoklu düzeylerini anlamak

Müracaatçının Rolü

İşbirlikçi ve pasif

Aktif karar verici

Meslek Elemanının

Bakımdan sorumlu uzman

Eşit ilişkide katılımcı

Rolü

Belirli amaçlara doğru müracaatçının ilerlemesinde yol gösterme

İşbirlikçi çabaya müracaatçıyı dahil etme

Toplum

Bireysel olarak müzakeresi gereken en-

Çalışma, ilişki ve yaratıcı fırsatlar tanı-

Oryantasyonu

gel kaynağı Müracaatçının ilerlemesine dayalı bütünleşme

yan bir kaynak

*

Hizmetler yolu ile maksimum bütünleşme

Perkins ve Tice 1995, s. 85'ten aynen aktarılmıştır

Şahin (1999, 69)'in de belirttiği gibi, sadece mesleğin ilke değer ve felsefesinin özsel bir deyişle doğasının uygulamaya aktarıldığı faaliyetler sosyal hizmet karakteri taşır. Bu değerler içerisinde en önemlileri, insanların eşsiz oldukları ve gelişme, öğrenme ve değişme kapasite ve yeteneklerinin oldu-

ğudur. Problemler üzerinde odaklanma sosyal hizmet literatüründe iki bakımdan eleştirilmektedir. Öncelikle, sosyal hizmet müracaatçının self-determinasyona, bireyin değer ve onuruna saygıya büyük önem atfetmektedir. Değer ve onuruna büyük önem atfedilen, self- determinasyonuna büyük


önem verilen, değişme ve gelişme kapasitesine, eşsizliğine inanılan insanları problem, patoloji, eksiklik kavramları ile tanımlamak mesleğin özü ile uyuşmamaktadır. Yine, uygulama düzeyinde, probleme ilgi, uygulamacıyı - mesleki terminolojinin de etkisi ile - otorite pozisyonuna koymakta ve müracaatçıların yaşamlarını nasıl geliştireceklerine ilişkin olarak kendi duygularını güvenmelerini zorlaştırmaktadır. Bununla beraber, sosyal hizmetin değerleri, mesleki yardımın temelinde insanın güçlerinin gelişimini görmektedir. Esasen, değerler mesleki uygulamanın olmazsa olmaz unsurlarıdır. İşte tam bu noktada güçler perspektifi, sosyal hizmetin uygulama modeli olarak belirmeye başlamaktadır. Güçler perspektifinin dayandığı sosyal yapılandırmacı görüş, ampirik görüşün tersine, dünya hakkındaki gerçeğin bireyden bağımsız olmadığını ve bireyin algılama, düşünce ve inançlarına bağlı olduğunu savunmaktadır. Sosyal yapılandırmacılık, sosyal psikolojik yaklaşım içerisinde gelişmiştir. Yapılandırmacıların, objektif gerçeğin kavranamayacağı görüşü ile paralel olarak sosyal yapılandırmacılar bilme biçimimizin sosyal boyutunu vurgularlar. Sosyal yapılandırman düşünce Berger ve Luckman'ın (1971) çalışmalarına dayalıdır. Berger ve Luckman' a göre gerçek, davranışlarımıza rehberlik eden bilgi (knowledge) olup, onun hakkında her birimizin farklı farklı fikirleri vardır. Paylaşılan bir gerçeklik görüşüne ulaşabilmek için, onu organize eden ve objektif kılan çeşitli sosyal süreçler aracılığı ile bilgilerimizi diğerleri ile paylaşırız. Dünyadaki şeylerin nasıl olduğuna ilişkin sayıltılarımızı paylaştığımızdan dolayı sosyal eylemler daimi, alışılmış bir hal alır. Toplumun ilgili boyutuna ilişkin olarak pek çok kişi anlaştığında bu basmakalıplar, anlaşmalar kurumsal hale getirilir (Payne 1997: 14). Sosyal yapılandırmacılığın temellerinde, her bireyin farklılıkları olduğu sayıltısı yatmaktadır. İnsan işlevselliğini geliştirmek ya da değiştirmek için uygun teknik ya da müdahaleler dizisi yoktur. Tersine, bu yaklaşım, müracaatçının özel ihtiyaçlarına uyarlanması gereken belirli müdahaleler gereğini ortaya

koymaktadır. Sosyal yapılandırmacılık bakış açısından bilgi, gözlemcinin çevresi ile etkileşiminden doğar. Bunun anlamı ise, açıkça, bilimsel araştırmacının tarafsız bir noktada kalarak dünyaya ilişkin bilimsel gözlemler yapamayacağıdır. Sosyal yapılandırmacılara göre, gözlemcinin değer ve ilgileri her zaman işin içindedir ve gözlem yapmanın bizatihi kendisi gözleneni değiştirir. Bilgi keşfedilmez, yaratılır ve önemli olan bağlamdır. Bu perspektiften bakıldığında, bilgi ve algıyı etkileyen nörolojik ve biyolojik faktörler kadar bilgi ve algıyı biçimleyen sosyal, kültürel, tarihsel, ekonomik ve politik koşullarda önemlidir ( Dean, Rhodes, 1998:256). Bir başka deyişle, politik ve sosyal güçler, sosyal hayatta kullanılan kavramsallaştırmaları, kategorileri etkilemektedir. Bu kategorilerde, onlara hayat veren politik ve soyal kurumları desteklemektedir. Bu bakış açısı ile dil, anlamı ortaya çıkarmaktan ziyade anlamı belirlemekte merkezi bir role sahiptir( Dean, Rhodes, 1998:256). Uygulamacıların değerleri, iletişimde müracaatçılarının değerlerinin önüne geçmemelidir. Çünkü, uygulamacılar daha iyi ya da daha doğru olan kendi değerleri konusunda uzmandır (Laird, 1995, 152). Sosyal yapılandırman yaklaşımda, ilgilenilen müracaatçı sistemi değerlendirilmez. Bildiğimiz anlamda değerlendirme kavramı yoktur. Teşhis ve değerlendirme, bir başka kişinin geçmişteki ya da şu anki deneyimlerini yorumlayan uzman bir "bilene" işaret eder. Böylesi bir durumda da müracaatçının hikayesini dinlemek iyice zorlaşır. Bu çerçevede güçler perspektifinin temellerini ve insana bakışını ele almak önemli hale gelmektedir. GÜÇLER PERSPEKTİFİNİN TEORİK TEMELLERİ VE SAYILTILARI Güçler perspektifi, insanları semptomlara göre kategorize ederken çevresel durumun önemli faktörlerini gözardı eden ve böylelikle müracaatçıyı suçlayan şu anki teşhisçi modele alternatif olarak ortaya çıkmıştır (Weick ve ark. 1989). Bunun tersine, güçler perspektifinde, müracaatçının ve çevresinin güçleri ortaya konarak müracaatçıyı suçlamanın önüne geçilir, müracaatçının motivasyonunun güçler üzerinde odaklanmaktan kaynaklandığı gözönü-


ne alınır ve müracaatçı ile SHU arasında işbirliğine dayanan bir ilişki geliştirilir. Güçler perspektifi, mesleğin savunduğu değerler ile şu anki uygulaması arasında varolan boşluğu doldurmak amacıyla insan ve çevresindeki olumlu güçlerle ilgilenmeye ve müracaatçının bulunduğu yerden başlama ilkesine büyük önem verir (Ronen, Dowd, 1998, 87; Stevens, 1998,291). Güçler perspektifi, belirli sayıltılar üzerine bina edilmiştir. Bu yaklaşımın dayandığı sayıltılar, ampirik gerçeklerden ziyade değer pozisyonlarını yansıtan inançlardır. Bu sayıltılar: 1. Bireylerin henüz ortaya koyamamış olsalar da kaynak, yeterlilik ve kapasiteleri olduğu ve bu bireysel ve sosyal kaynakların geliştire bileceği ve bu gelişmenin sürdürülebileceği düşüncesi, 2. İnsanların ortaya koyduğu olumlu nitelikli kapasitenin takdir edilmesi gerektiğine inanı lır. Güçler perspektifinde bilinçli tercih yal nızca kazanılan başarılar üzerinedir ve güç lere ilgi modelin önemli sayıltısını ortaya çı karır. Bireylerin hali hazırda gerçekleştirdik leri olumlu kapasitelere vurgu yapılarak birey bu güçlerin çizgisi boyunca gelişmesini sür dürecektir. İnsanın sürekli gelişmesi, bireysel ve toplumsal güçlerinin bilincine varması ve bunları geliştirmesi ile gerçekleşir. İnsanların eksiklikleri olduğu bir gerçektir, fakat bireyle rin ilerideki başarılarını desteklemenin en iyi stratejisi, bilinçli bir biçimde onların hali ha zırda başardıkları üzerinde odaklanmaktır. (Weick ve ark. 1989; Weick, 1987), 3. Yeni güçleri canlandırabilmek için müracaat çı ile işbirliği (collaboration) içinde çalışma. 4. Müracaatçıların kendi durumlarını, varolan seçenekleri en iyi şekilde bildiklerine ve en iyi çözüm yolunu belirleyebileceklerine dair olan inanç. Bireyler dışarıdakilerin görüş açı sından yanlış görünen tercihleri yaptıklarında bile kendileri için en iyi olanı bulmak amacı

ile kapasitelerini kullanmaktadırlar. Bir başkasının yaşamında en iyinin nasıl olacağını o kişinin dışındaki hiç kimse —en mükemmel eğitimi almış meslek elemanları dahil olmak

üzere- bilemez (Wick ve ark. I989). Böylece değişmeyi sağlama çabalarında müracaatçı mesleki ilişkide eşit bir üye noktasına ulaşmaktadır. Bu nedenle, müracaatçıların yaşamları üzerinde kontrol sahibi olmaları ve bu şekilde kendi çözümlerini bulmalarına yardım edilir. Modelin amacı, müracaatçıların içinde bulunduğu durumu daha iyiye götürecek bir dizi yeterlilik ve kaynaklara zaten sahip olduklarını varsayarak onların beceri ve kapasitelerini geliştirmektir. 5. Yetersizlikleri düzeltmekten ziyade yeterlilikler üzerinde odaklaşmak temeldir. Modelde, teşhisten ziyade değerlendirme tercih edilen kelime olmuştur. Bireyin özgeçmişi ve kişilik özellikleri toplumdaki politik, ekonomik, sosyal ve doğal güçler ile sürekli olarak etkileşim halindedir. Tüm bu faktörler zorunlu bir biçimde tahmin etmeyi ve kesinliği zorlaştırır. Bu nedenle, güçler perspektifi, müdahale sürecini, müracaatçının isteklerine büyük önem atfeden holistik bir yaklaşım görür ve müdahaleyi, işbirliğini artırarak müracaatçının kendi kendini yönlendirmesine yöneltir. Güçler perspektifine dayalı bir uygulama belli başlı aşamaları içermektedir. Güçler temelli sosyal hizmet uygulamasını çalışmanın aşamaları ve özellikleri açısından incelemek olanaklıdır. Karşılaşma (Engagement): Güçler perspektifinde

yardım ilişkisinin başlangıcı karşılaşma olarak adlandırılır. Bu süreç, müracaatçı ile yüz yüze gelmeden önce yardım sürecinin başlangıcında yer alan yapılandırılmamış olaylar, informal tesadüfler (telefon konuşmaları v.b.) olarak tanımlanmaktadır. Yardım ilişkisindeki karşılıklılığa ilişkin bir inançta, müracaatçı ile formal soru sorma ve cevap sürecinden ziyade onun özgün yetenekleri, tolerans düze-


yi ve ilgilerine göre sosyal diyalog içerisinde ilgilenmektir (Kisthardt, 1992 akt. Russo, 1999, 27). SHU - Müracaatçı İlişkisi: Sosyal hizmet uzmanı müracaatçı ilişkisinin gelişiminde güçler perspektifinin değer ve prensipleri anahtar noktadadır. SHU'ının rolü, insanların içindeki güçleri beslemek, cesaretlendirmek, desteklemek, mümkün kılmak, teşvik etmek, uygun çevresel güçleri ortaya çıkartmak ve sosyal adaleti geliştirmektir. SHU'ları müracaatçıların zaten sahip oldukları güçleri tanıma ve kullanmalarına yardım etmek için oradadırlar (Cowger, 1994). SHU'ları müracaatçılar ile işbirliği içerisinde çalışırlar. Bu işbirliği, müracaatçının self-determinasyon hakkına bağlılığı gerektirir. Uzman ve müracaatçı birlikte çalışarak uygulamaya rehberlik edecek ölçülebilir ve başarılabilir amaçları belirlerler. Güçler Temelli Değerlendirme: Güçler perspektifinde, SHU'ları bireysel güçleri (psikolojik, bilişsel, duygusal, motivasyonel, başetme becerileri, kişilerarası ilişki becerileri, fizyolojik güçler), çevresel güçleri, kişisel ve duygusal yetersizlikleri dikkate almak ihtiyacındadır. Teşhisten ziyade değerlendirme tercih edilen kelime olmuştur (Cowger, 1994; We-ick ve ark. 1989). Müracaatçı ve SHU kişisel amaçları ve bu amaçları gerçekleştirmek için gerekli bireysel ve sosyal kaynakların nasıl biraraya getirileceğinin tartışmasına birlikte katılırlar (Weick ve ark. 1989). Güçler perspektifinde değerlendirme, teşhisçi kategorilere uyan özellikleri açısından müracaatçının durumunu anlamaktan ziyade özgünlüğünü ortaya koyacak noktaları bulmak amacı ile yapılır. SHU müracaatçının geçmişteki ve şu anki beceri, yetenek, başarı ve ilgilerine yönelik veri toplar. Bu ise, müracaatçının, özgünlüklerini ortaya koymaktır. Başarılar üzerinde odaklaşmak, yardım sürecinde temeldir (Sullivan, 1992, 206). Değerlendirme bir ürün olduğu kadar süreçtir. Süreç olarak değerlendirme, müracaatçılara durumlarını tanımlamada yardım etmektir. Bunun anlamı,

müracaatçıların durumlarını etkileyen faktörlere anlam vermektir. Müracaatçılara hikayelerini anlatmada yardım etmek özellikle önemlidir. Hikaye müracaatçıya aittir. SHU bu aidiyete saygı duyduğu takdirde müracaatçı hikayesini paylaşabilecektir. "Durum" sözcüğü problemlerin içinde oluştuğu çevresel muhtevayı (contex) tasdik ettiği için özel olarak önemlidir (Cowger, 1994, 264). Cowger (1994, 265-267) değerlendirmede, müracaatçının olguları anlayışına önem verme, müracaatçıya inanma, müracaatçının isteklerini keşfetme, değerlendirmeyi kişisel ve çevresel güçlere yöneltme, güçler değerlendirmesini çok boyutlu yapma, değerlendirmeyi eşsizlikleri keşfetmek için kullanma, müracaatçının anlayacağı dili kullanma, değerlendirmeyi SHU ve müracaatçı arasında katılımlı hale getirme, suçu ve suçlamayı önleme, nedensonuç düşünme biçiminin önüne geçme, teşhis etmeden değerlendirmeye yönelme konuları üzerinde önemle durmaktadır. Değişme Süreci: Güçler perspektifi, değişme sürecinde, müracaatçının motivasyonu ve SHU-müracaatçı ilişkisine güvenir (Cowger, 1994; Weick ve ark. 1989). Değişme, SHU müracaatçının özlemleri, duyguları, algılamaları ve güçlerini tasdik ettiğinde oluşur. Güçler perspektifine dayalı bir uygulamada, SHU, değerlendirme sürecinde anlaşılan müracaatçının ilgi, yetenek ve özlemlerine dayanmak durumundadır. Güçler perspektifine dayalı bir tedavi planı kişiye özel ve insanların özgün amaçlarını yansıtır tarzda olmalıdır. Uygun kaynakların gözden geçirilmesi sürecinde, toplum, sınırsız kaynak ve fırsatların potansiyel kaynağı olarak görülür (Sullivan, 1992). Ayrılma (Disengagement): Sonlandırma kavramını kullanan diğer sosyal hizmet perspektiflerinin tersine, güçler perspektifi ayrılma (disengagement) kelimesini tercih eder. Derecelendirilmiş bir sonlandırma, müracaatçını diğer hizmet verenler ve toplumda doğal olarak oluşan yardım verenler ile ilişkisini artırmak amacı ile oluşturulmuş amaçlı eylemlere işaret eder (Kisthardt, 1992 akt. Russo,


1999, 30). SHU ayrılma sürecinde, ayrılığa ilişkin kendi duygularını tanımalı, müracaatçıya duygularını ifade etmesinde yardım etmeli, müracaatçının çocukluktaki ayrılık deneyimlerine duyarlı olmalı ve en iyi ayrılma biçimini belirlemeye çalışmalıdır. (Moss, Moss 1967 akt. Russo, 1999, 31). Ayrılma süreci ve müracaatçının gelecekteki gelişmesi bağlantılı olarak ele alınmalıdır. Temelleri ve aşamaları bu biçimde ele alınan güçler perspektifi sosyal hizmet mesleğinin temel bileşenlerinden olan mülakat ile nasıl bütünleştirilecektir? Bu soruya verilen yanıt, çözüm odaklı mülakat (solution focused interviewing) olmaktadır. Sıklıkla, mülakatta çözüm odaklı yaklaşım olarak bilinen bu sorular, Milwauke Brief Family Therapy Center'da Shazer ve arkadaşları tarafından geliştirilmiştir (akt. Jong ve Miller 1995). Çalışmada verilen mülakat örnekleri Jong ve Miller (1995)' den aktarılmıştır. ÇÖZÜM ODAKLI MÜLAKAT Çözüm odaklı mülakat, iki eyleme dayalıdır. Bunlardan birincisi, müracaatçının referans çerçevesi içerisinde müracaatçı ile birlikte, iyi yapılandırılmış amaçların gelişimi, ikincisi ise istisnalara dayalı olarak müracaatçı çözümlerinin gelişimi olarak

ele alınmaktadır. İyi Yapılandırılmış Amaçlar: Berg ve Miller (1992 akt. Jong ve Miller 1995:730-731) kendi tecrübelerinden yararlanarak iyi yapılandırılmış amaçların yedi özelliğini tanımlamıştır. Bunlar: 1. Amaçlar müracaatçı için önemlidir. Amaçlar, müracaatçıya ait olduğunda ve müracaatçının dilinde ortaya konulduğunda iyi yapılandırılmış olur. SHU tarafından uygun olarak düşünüldüklerinde ve SHU'nun kategorilerinde ifade edildiklerinde iyi yapılandırılmış olmazlar. Bu özellik, amaçlarına güvenilen müracaatçıların daha fazla motive oldukları inancına dayalı uygulama ilkesinden kaynaklanır. Müracaatçının güçleri ve başetme kapasitesinin diğerlerine ya da başkalarına za-

rar verme durumu oluştuğuna ikna olunur ise bu ilke gözardı edilir. 2. Amaçlar küçüktür. Küçük amaçlara ulaşmak büyüklere ulaşmaktan daha kolaydır. Örne ğin, "iş başvuru" formunu doldurmak "işe gir mekten" daha kolaydır. 3. Amaçlar, somut, belirli ve davranışsaldır. Önemli ölçüde belirlenmiş amaçlar, süreci anlamada hem müracaatçı hem de SHU'ya yardım eder. Bu çerçevede, "bir arkadaşla haftada iki kere yemeğe çıkmak", " diğerleri ile daha sık bir araya gelmeye" tercih edilir. 4. Amaçlar yokluktan ziyade varolana yönel miştir. Amaçları sorulan müracaatçılar, sık lıkla, SHU'lara yaşamlarından ihraç edilmeyi istediklerini söylerler. Örneğin, "hayal kırıklı ğına uğramak". Uygulama çıktıları, müraca atçıların amaçlarının, bir şeyin varlığı olarak (yürüyüş yapmak) ifade edildiğinde geliştiği ni göstermektedir. 5. Amaçların, sonlardan ziyade başlangıçları ol malıdır. Müracaatçılar amaçlarını son nokta lar olarak kavramsallaştırma eğilimimdedirler. Örneğin "iyi bir evlilik yapmak" gibi. SHU'lar amaçları başarmanın bir süreç oldu ğunu ve buna yardımın yolunun ilk adımla rı istendik sonucu üretecek şekilde kavramsallaştırmak olduğunu bilirler. Örneğin "gele cek yıl tatil için bir yer ayarlamasını kocam dan istedim" gibi. 6. Amaçlar, müracaatçının yaşam bağlamı içe risinde gerçekçi olmalıdır. Bu özellik, genel likle önceki amaçlar yönünde otomatik ola rak başarılın Bununla birlikte amaçlar belir siz olduğunda, müracaatçıya bu belirli ama cın onun hayatında niçin önemli olduğunu onun ile birlikte SHU açıklayabilir. 7. Amaçlar, müracaatçı tarafından "sıkı çalışma yı" gerektiren şeyler olarak algılanır. Bu bi çimde, müracaatçıları, amaçları hakkında


düşünme konusunda cesaretlendirmek hem gerçekçi hem de müracaatçının onurunu korumak açısından yararlıdır. Gerçekçidir, çünkü amaçlar müracaatçıda değişiklikleri gerektirir fakat değişiklik zordur. Amaç, müracaatçının onurunu korur, çünkü eğer müracaatçı amacı başarırsa, başarı dikkate şayandır. Eğer müracaatçı başaramazsa, bunun anlamı, sadece, yapılacak işlerin hala var olduğudur. İyi yapılandırılmış amaçların kavramsallaştırması, bu amaçların SHU ve müracaatçı tarafından müzakere edildiğini gösterir. Bu amaçlar, müracaatçıların nadiren yardım ilişkisine iyi yapılandırılmış amaçlarla geldiğini ve SHU'ların müracaatçılar için hangi amaçların uygun olduğunu belirleme hakkı ya da gücüne sahip olmadıklarını belirtmektedir. Bunun yerine, uygulayıcı ve müracaatçı, müracaatçının referans çerçevesi içerisinde başarılabilir amaçları birlikte tanımlamalıdır. İstisnalar (Olağanüstülükler)

İstisnaları keşfetmek, çözüm odaklı yaklaşımdaki ikinci temel mülakat faaliyetini oluşturur. İstisnalar, müracaatçının yaşamında oluşabilecek fakat oluşmamış durumlardır. Örneğin, bir çift "devamlı kavgadan" dolayı sorunlu ilişkiden şikayet ediyor ise, çözüm odaklı uygulamacı, çiftlerden birlikte bulundukları, fakat kavga etmedikleri ya da en azından daha az yıkıcı kavga ettikleri zamanları tanımlamalarını ister. Uygulamacı tarafından gerçekleştirilen çözüm odaklı mülakat üsteleyicidir, fakat müracaatçının problemlerinin derinliğine açıklanmasına karşı durur. Uygulamacı, probleme ilişkin olarak kim, ne, ne zaman, nerede sorularının yerine istisnalara ilişkin kim, ne, ne zaman, nerede sorularının üzerinde odaklaşır. Sonuçta, amaçlara ilişkin olarak müracaatçı ve SHU'nun güçleri üzerinde, problemlere ilişkin olarak müracaatçının yetersizliklerinden daha fazla durulur. Bir kere bu güçlere bilinç kazandırıldığında ve böylelikle uygun hale getirildiklerinde, müracaatçılar kendi yaşamları için uygun çözümler yaratmada güçlerini harekete geçirirler.

MÜLAKAT SORULARI Çözüm odaklı yaklaşımda, iyi yapılandırılmış amaçlar ve müracaatçının amaçlarına ilişkin en uygun güçleri ortaya çıkarma şansını artırma üzerinde durulur. İyi Yapılandırılmış Amaçlar İçin Mülakat

Müracaatçı ve SHU arasındaki ilişki genellikle müracaatçının ilgi ve problemleri üzerinde odaklaşır. Müracaatçılar SHU'larına hayatlarında "neyin yanlış" olduğunu söylemekte ısrar ederler. SHU için bu bilgileri dinlemek önemlidir. Peşisıra, acil bir durum olmadığı konusu ortaya çıktığında iletişim iyi yapılandırılmış amaçları geliştirmeye yönelir. "Mucize" sorusu görüşmeyi başlatmanın iyi bir yoludur (de Shazer 1988 akt. Jong ve Miller 1995:731) SHU aşağıdaki soruyu sorabilir. Farzetki bu gece uyurken bir mucize oldu. Bana bahsettiğin problemin bir biçimde çözüldü. Uykuda olduğundan dolayı bilmiyorsun. Bir mucizenin olduğunu nereden anlarsın? Bu soru, müracaatçının ilgisini zorluklardan uzaklaştıracak ve problemin çözüldüğü bir gelecek düşlemesi üzerinde odaklanmak üzere oluşturulmuş bir dizi uydu (satellite) sorusunun başlangıcıdır. Aşağıdaki uydu soruları kullanılabilir. • Mucizeden sonra dikkatini çeken ilk şey ne olacaktır? • Kocana (çocuğuna, arkadaşına) senin için birtakım şeylerin daha iyi gittiği düşüncesini verecek olan şeyler nelerdir? • O, bunları farkettiğinde neyi farklı yapacak tır? • O, bunu yaptığında sen ne yapardın? • Sen bunu yaptığında evinde neler farklı ola caktır?


Bu soruların amacı, müracaatçıya detaylı bir şekilde, mucize olduğunda hayatında nelerin "farklı" olacağını formüle etmesi konusunda yardım etmektir. Müracaatçı bu farklılıkları tanımlamaya çalıştıkça, aynı zamanda değişim beklentisi ve çabaları yönlendiren amaçlarda büyüme duygusu geliştirir. Uydu soruları, iyi yapılandırılmış amaçların özelliğini yansıtır. Sonuçta, bir müracaatçı mucize sorusuna "esenlik duygum var" şeklinde yanıt verdiğinde, SHU "kocan senin esenlik duygusuna sahip olmaya başladığına dair ne gibi farklılıklar fark edebilir" şeklinde soru sorabilir. Bu soru ile uygulamacı, sonundan ziyade başlangıcı olan ve müracaatçının diline güvenen bir tarz ile onun daha somut amaçlar geliştirmesine yardım eder. Bir başka örnekle açıklamak gerekirse, bir müracaatçı mucize sorusuna yanıt olarak "daha az ağlıyorum" dediğinde uygulamacı "ağlamanın yerini ne aldı?" diye sorabilir. Bu soru, bir şeyin yokluğundan ziyade varlığını gösteren iyi yapılandırılmış amaçlara işaret eder. Müracaatçının Güçlerine Yönelik Mülakat İstisna Bulma Soruları: İstisna bulma soruları, SHU tarafından, müracaatçının amaçlarına yönelik olarak şu anki ve geçmişteki başarılarını keşfetmek için kullanılır. Bu başarılar, çözüm üretmede kullanılır. İstisna bulma sorularının örnekleri aşağıdadır: SHU: Mucize olduğunda, sen ve kocan "daha fazla iletişime girdiğinizi ve birbirinize daha çok sarıldığınızı" söylediniz. Geçmişte ya da şu an, bunu yapabildiğiniz zamanlar var mıydı? SHU: Tamam, eğer yanlış hatırlamıyorsam, siz "az içtiğiniz ve eşiniz ve çocuklarınız ile daha fazla zaman geçirdiğinizde" beni görme ihtiyacı içerisinde olmadığınızı söylediniz. Peki en son ne zaman "az içip, eşiniz ve çocuklarınız ile daha fazla zaman geçirdiniz?" Genellikle müracaatçılar problem çözüldüğünde yaşamlarının nasıl farklılaşacağını tanımlayamazlar. Sadece problemleri üzerinde konuşurlar.

Böyle durumlarda, SHU mucize sorularına cevaptan ziyade problem üzerinde çalışarak istisnaları açıklayabilir. SHU: "Geleceğin hakkında daha az ödünün koptuğunu hissettiğin günler var mıydı?( müracaatçının problem tanımlaması). En son iyi bir günü ne zaman geçirdin? O günü daha iyi yapan farklılık neydi? Bu nerede oldu? Seninle birlikte kim vardı? Daha iyi yaptığını söylediğinde seninle beraber olanların dikkatini çeken neydi? İstisnalar bir kere ortaya çıktığında, sosyal hizmet uzmanı bu durumun nasıl ortaya çıktığını keşfeder. Sosyal hizmet uzmanı olabildiğince somut bir biçimde istisna durumun oluşumunda müracaatçının katkılarını belirginleştirme çabalarına girişir. Müracaatçının bilinçliliğine yönelik olarak müracaatçı ve sosyal hizmet uzmanının birlikte ortaya koydukları katkılar müracaatçının güçleridir. Aşağıda, müracaatçının istisna durumun oluşmasındaki katkısının ortaya çıkarılışının bir örneği yer almaktadır. SHU: "geleceğinden daha az korktuğun" o günler nasıldı? O günlerde neyi farklı yaptığını düşünüyorsun? Müracaatçı: Emin değilim (ara), arabayı yıkamak, yaprakları toplamak herhalde SHU: Başka Müracaatçı: Evet, başka bir iş için, dün, iş arama ilanlarını kontrol ettim. İstisnaya katkıda bulunan müracaatçının güçleri sosyal hizmet uzmanı ve müracaatçı tarafından ortaya çıkarıldığında, sosyal hizmet uzmanı kendi tarzı ve mesleki faaliyeti ile uyumlu olarak bu güçleri onaylar ve güçlendirir. SHU: O iyi günlerde "arabayı yıkamak, avluyu tırmıklamak, daha iyi bir iş için iş ilanlarını kontrol etmek" gibi işler yapıyordun. Bu işler yardımcı oluyordu. Bunlar iyi bir fikir gibi gözüküyor. Tüm bunları yapma fikrine nasıl kapıldın? (ya da bunları yap-


mak senin için yeni miydi? Bunları yapmak senin için zor muydu? Ölçme Sorulan

Ölçme soruları, müracaatçının yaşamının karmaşık özelliklerini daha da somutlaştırmanın akıllıca bir yolu olup, hem SHU hem de müracaatçı için uygundur. SHU'lar sıklıkla müracaatçının kendi kendisine O'dan 10'a kadar numara vermesine dayalı ve müracaatçının belirli bir noktada olduğunu en iyi gösteren formları kullanırlar. SHU, genellikle,. 10 değerini en pozitif değer olarak alır. SHU: bu noktada, 0 ile 10 arasında derecelendirme yapmanı istiyorum. 0'ı, beni görmek için telefon ettiğin ve bu probleminin olduğu zamanı kabul edelim. 10'un anlamı ise probleminiz çözüldü. Şu anda nerede olduğunun numarasını verebilir misin?. Bir müracaatçının yaşamının neredeyse tüm boyutları ölçülebilir. Bunun içerisine, çözüm bulmaya yönelik ilerleme, çözüm bulma konusuna ilişkin güven, çözüm üzerinde çalışma motivasyonu, problemin şiddeti, kendini ya da diğerlerini incitme oranı, benlik saygısı gibi. Müracaatçı bir kere 0'dan büyük rakam vermeye başladı mı, SHU süren soruların gösterdiği gibi, müracaatçının güçlerini ortaya koyan ve genişleten soruları sürdürür. SHU: Şu an 2 ya da 3'tesin. İlk beni aradığın zamana göre daha iyi yaptığını sana belirten şeyler neler? Müracaatçı: Oh, buraya gelmeye karar verdim ve patronuma boş zamana ihtiyacım olduğunu nasıl söyleyebileceğim konusunda düşünmeye başladım. SHU: (müracaatçının doyum hissini algılayarak). Bu önemli, "buraya gelmeye karar vermek" senin için zor muydu? (ayrıca:) "buraya gelme kararını" nereden edindin? Çözümü bulmaya başladığın ya da neyi farklı yapmaya ihtiyaç duyduğun nokta bu muydu?

Başetme Sorulan: Uygulama deneyimleri,müracaatçıların %80'inden fazlasının amaçları geliştirme ve istisnaları belirlemede üretkence çalıştığını göstermektedir. Bununla beraber, umutsuzluk hisseden, varlıklarının ne kadar berbat olduğunu ve geleceğe ne kadar olumsuz baktıklarını anlatan müracaatçılarla da karşılaşılmaktadır. Zaman zaman bu müracaatçılar, umutsuzluklarını güçlendiren akut krizler yaşarlar, diğer zamanlarda umutsuzluk kendi kendini ifade etmenin ve diğerleri ile ilişkili olmanın biçimi haline gelir. Bu sorular müracaatçının algılarını kabul eder ve müracaatçının böylesi zor durum ve duygularla nasıl başedebildiğini anlamaya çalışır. SHU: (empati yaparak ve uzun süren depresyon ve yaşamında onun cesaretini kıran bir olay tanımlayan müracaatçıya yönelik olarak) kendinizi depresyonlu hissetmeniz için pek çok nedeniniz olduğunu görüyorum. Sizin arzu ettiğiniz biçimde gitmeyen pek çok şey var. Çok merak ediyorum, nasıl sürdürebildiniz? Bir başka güne nasıl dayandınız? Müracaatçı: Gerçekten bilmiyorum. SHU: Hayretler içerisindeyim. Tüm bunlarla (müracaatçının terimlerinden cesaret kırana işaret ediyor). Nasıl yaptığını bilmiyorum, nasıl yaptın. Müracaatçı: Bu benim içinde sürpriz oldu doğrusu. Hepsinin bitmesini istedim. Fakat yapamadım. Çocuklarıma kim bakacaktı? SHU: İşte bu, bunu nasıl başardığını açıklıyor: çocuklarının sana ne kadar ihtiyaç duyduğunu düşünmen. Onlara bakmak için neler yaptığından daha çok bahset.( sosyal hizmet uzmanı anne-baba olma güçlerini ve motivasyonunu keşfediyor). Sosyal hizmet uzmanı müracaatçıya güçlerini ortaya çıkarmada yardım ettikçe müracaatçının kendine güveni artar. Genellikle, müracaatçının daha önce hiç düşünmediği konular başedici güçler


olarak ortaya çıkar. Bununla birlikte, müracaatçıların problem tanımlamaları ve problemle bağlantılı engeller ortaya çıkabilir. Bu oluştuğunda, sosyal hizmet uzmanı güven verici ve empatik bir tarzda dinler ve güçlerin açıklanması ve tasdiki sürecine yavaşça geri döner. "Ne Daha İyi" Soruları "Ne Daha İyi " soruları çözümleri oluşturmak ve müracaatçının güçlerini ortaya çıkarma görevini sürdürmenin başlangıç sonrası süreçlerin belirli bir soru dizisi değildir. İleriki süreçlerde belirlenen ev ödevlerinin gözden geçirilmesi yerine çözüm odaklı sosyal hizmet uzmanı basitçe, "hayatında daha iyi olan neler oluyor" sorusunu sorar. Bu soru iki nedenle sorular İlk olarak, sosyal hizmet uzmanının son ziyaretinden bu yana oluşmuş istisnaları gün yüzüne çıkartma şansını artırır. İkinci olarak, amaçlar da içerilecek biçimde, müracaatçıların yaşamları süreç olarak görülür ve dünün aynısı olmak zorunda değildir. Sonuçta, "Ne Daha İyi" yaklaşımı şu an müracaatçı için uygun ve en anlamlı olan bağlantılı güçleri ve saklı istisnaları ortaya çıkarma şansı verir. "Ne Daha İyi"yi açıklamak istisnaları açıklamak ile aynıdır. Bu istisnalar ile müracaatçı sorulara cevap vermekte zorluk çekebilir ya da çekmeyebilir. Bu yüzden, sosyal hizmet uzmanları duruma göre, az ya da çok inatçı olabileceklerdir. Aşağıdaki, anksiyete semptomları nedeni ile yardım arayan bir müracaatçı ile olan etkileşimdir. SHU: (ikinci sürecin ilk sorusu olarak) Evet, neyin daha iyi olduğunu anlatır mısın? Müracaatçı: evet, Emin değilim, hala titremelerim var, fakat belki de kötü değil. SHU: evet, "kötü değil". Müracaatçı: evet öyle, fakat hala oluyor ve olduğunda ben acı çekiyorum.

SHU: acı çektiğine eminim, (sessizlik) fakat şunu merak ediyorum, "titremelerin kötü olmadığı son zaman ne zamandı? Sana yardım edecek tarzda bazı şeyleri yaptığını arkadaşların fark etti mi( o sabah boyunca)? 0 ile 10 arasındaki bir ölçekte 10 her fırsat olursa bu güne benzeyen kaç günün oldu son zamanlarda? Bu güven düzeyi sana ne kazandırıyor? Titremelerin kötü olmadığında, daha fazla böyle sabahları artırmanı hatırlatan en önemli şey nedir? Çözüm odaklı mülakatta, sosyal hizmet uzmanı mülakatın sonundan önce bir ara vermesi ve müracaatçıya yönelik dönütler hazırlaması adettendir. Dönütler müracaatçının iyi oluşturulmuş amaçlarının tasdikinden ve amaçlarına ya da travmalarla başetmesine hali hazırda katkıda bulunan düşünce, eylem ya da duyguları ortaya koymaktan oluşur. Bu düşünce, eylem ya da duygular müracaatçının kendi kategorileri içerisinde ifade edilen ve tasarlanan çözüm yollarını ilişkin gücüdür. SONUÇ Sosyal hizmet uygulamalarının tümünde en temel kaynaklardan biri bizatihi sosyal hizmet uzmanının kendisidir. Bu nedenle, müracaatçı ile iletişimin en temel kaynağı olarak mülakat son derece temel bir noktada yer almaktadır. Çözüm odaklı mülakatta, müracaatçının gerçeklik tanımlaması ön plana geçmektedir. Örneğin, müracaatçı "depresyonda olabilirim" dediğinde sosyal hizmet uzmanı "hayatındaki hangi şeyler, sana, depresyonda olabileceğini gösteriyor" şeklinde cevap vermektedir. Uzman, müracaatçıyı, depresyonu sona erdirmek amacıyla kendi amaçlarını, olağanüstülüklerini, kendine güven ve motivasyon düzeyi üzerinde çalışmak üzere cesaretlendirir. Tüm bunlar müracaatçının kendi dilinde olmaktadır. Böylelikle, müracaatçı, hem kendi dünyasını kavram laştırmakta hem de bu dünyanın içinde nasıl yaşayacağının kararını oluşturmaktadır. Mülakatların müracaatçının dilinde olması müracaatçıyı sosyalleştiği kültürel boyuttan koparma-


yarak onun temel güçlerini ve olanaklarını kullanmasına olanak sağlamaktadır. Böylelikle süreçte (Saleebey 1992)'nin de belirttiği gibi, müracaatçı ile işbirlikçi bir anlayış ile çalışma, müracaatçıların algı ve hikayelerini onaylama, müracaatçının yaşam çaba ve başarılarını anlama ve müracaatçıyı güçlerini besleyebilecek bağlamlar ile ilişkilendirme konuları rahatlıkla ele alınıp başarabilmektedir. Yine, çözüm odaklı bir mülakatta, müracaatçılar yaşadıkları zorluklara yönelik olarak kendi amaçlarını, olağanüstülüklerini kendileri tanımladığından daha iyi bir yaşam için kendi içsel ve dışsal kaynaklarını ortaya çıkarmalarına yardımcı olunur ve olumlu değişme sağlanabilir. Çözüm odaklı mülakatta, uydu soruları farklılıkları mümkün kılarak müracaatçı ve sosyal bağlamı arasında geliştirici bir ilişki düzeni kurar. Bu da, yeni ve beklenmedik kaynaklar yaratmaya olanak sağlar. Diyalog ve işbirliği açısından bakıldığında ise, bir müracaatçı ile gerçekten diyalog kurmak müracaatçının farklılığını (otherness) anlamak ve onaylamak anlamına gelmektedir. Çözüm odaklı mülakat, tam olarak bunu yapmaktadır. Müracaatçının algı ve güçleri ortaya çıkarılarak sosyal hizmet uzmanı müracaatçının farklılığına (otherness) güven duyar ve onaylar. Müracaatçı ile işbirliği yapmak müracaatçının danışması ya da müzakere etmesi ya da ona uzman görüşleri vermek demek değildir. Müracaatçılar problem üzerinde konuşmaya ya da sosyal hizmet uzmanından yanıt istemekte ısrar ettiklerinde uzman dinler, empati gösterir ve nazikçe konuyu daha iyi bir gelecek için amaçlarını tanımlaması ve yaşamındaki olağanüstülüklerin önemini incelemeye getirir. Çözüm odaklı mülakat müracaatçının dirençlerine panzehir olarak onun algılarına saygıyı görmektedir (Jong ve Miller 1995). Belki de sosyal hizmette önemli olan, insanların pek çok güçlüğe rağmen nasıl ayakta kalabildikleri, sorunlarla nasıl başedebildikleri, bu süreçte içsel ve dışsal kaynakları nasıl kullandıkları ve bunları yap-

maktan dolayı kazandıkları temel becerilerdir. Tüm bu güçlü yönler sürece dahil edilerek müracaatçının yaşam durumları ile başetmesinde yardım sağlanabilir. Tüm çözüm odaklı mülakat soruları (olağanüstülükleri bulma, mucize, uydu, ölçme, başetme ve ne daha iyi soruları) sosyal hizmet uygulamaları için vazgeçilmez önemdedir. Çünkü bu ele alış ve çözüm odaklı mülakat insana en üst düzeyde önem atfeden ve odağında insan bulunan sosyal hizmet meslek ve disiplininin temellerinde yatan insan anlayışı ile son derece uyumludur. Bu çerçevede, insanın ve toplumun kendi kendine yardım etmesine yardım etme iddiasında kimliğini yeşerten ve geliştiren sosyal hizmet, belki de, bu ele alışını geliştirme açısından, patolojiden ziyade başarılar üzerinde odaklaşmalı ve çözüm odaklı mülakat kavramına yönelmelidir. Kanımca, güçler perspektifi ve çözüm odaklı mülakat sosyal hizmetin şu anki patoloji odaklı uygulama modeline ve sosyal hizmetin uygulanış biçimine alternatif değildir. Belki de, sosyal hizmetin temel felsefi değerlerini kendi felsefi derinlikleri içerisinde ele almak, çağımızda sosyal hizmeti güçler perspektifi ve çözüm odaklı mülakata götürmektedir. Bu anlamda, güçler perspektifi ve ona dayalı yaklaşımlar sosyal hizmetin bizatihi kendisidir. KAYNAKÇA ________________________________________ 7.

BERGER, Peter, Thomas LUCKMANN. The Social Construction of Reality, Harmondsworth, Middlesex, Penguin, 1971.

2. CHAPIN, Rosemary Kennedy. "Social Policy Development: The Strenghts Perspective", SOCİAL WORK, C. 40, Y. 1995, S. 4, s. 506-514. 3. COMPTON, Beulah,Robert, Burt GALAWAY. Social Work Processes, Homewood, llinois: The Dorsey Press, 1979. 4. COWGER,Charles D. "Assessing Client Strengths: Clinical Assessment For Client Empowerment", SOCİAL WORK, C. 39, Y. 1994, S. 3, s. 262-268. 5. JONG PETER, Scott D. MİLLER. "How to lnterview for Client Strenghts", SOCİAL VVORK, C. 40, Y. 1995, S. 6, s. 729-736. 6. DEAN, Ruth G., Margaret L. RHODES "Social Constructionism and Ethics: What Makes a "Better" Story", FAMILIES İN SOCIETY, C. 79, Y. 1998, S. 3, s. 254-262. 7. GOLDSTEIN, Howard. "Strenghts or Pathology: Ethical and Rhetorical Contrasts in Approaches to Practice", FAMILIES İN SOCIETY, C. 71, Y. 1990, S. 5, s. 267-275. 8. HOLLIS, Florence. "Casework and Social Class", SOCİAL CASEWORK, C 46, Y, 1965, S. 10, s. 463-471.


9. KADUSHIN,Alfred. The Social Work lnterview, New York: Columbia University Press, 1972. 10. KAGLE, IHI Döner ve Charles D. COWGER. "Blaming the Client: implicit Agenda in Practice Research" SOCİAL WORK, C. 29, Y. 1984, S. 4, s. 347-352. 11. LAIRD, Joan. "Family Centered Practice İn the Postmodern Era", FAMILIES İN SOCIETY, C.76, Y. 1995, S. 3, s.150-162.

15. RUSSO, RosalieJ. "Applying a Strenghts-Based Practice Approach in VVorking with People with Disabilities and Their Families", FAMILIES İN SOCIETY, C. 80, Y. 1999, S. 1, s. 25-33. 16. STEVENS, VVest J. "A Çuestion of Values in Social VVork Practice: VVorking with the Strenghts of Black Adolescent Females", FAMILIES İN SOCIETY, C. 79, Y. 1998, S. 3, s. 288296.

12. PAYNE, Malcolm. Modern Social Work Theory, Macmillan Press Ltd., 1997.

17. SULLIVAN, W. Patrick. "Reclaming the Community: The Strenghts Perspective and Deinstutionalization", SOCİAL VVORK, C. 37, Y. 1992, S. 3, s. 204-209.

13. PERKINS, Kathleen ve Carolyn TİCE. "A Strenghts Perspective in Practice: Older People and Mental Health Challenges", JOURNAL OF GERONTOLOGICAL SOCİAL VVORK, C. 23, Y. 1995, S. 3/4, s. 83-97.

18. ŞAHİN, Fatih. "Sosyal Hizmetin Doğası ve Paradigmaları" Prof. Dr. SEMA KUTA ARMAĞAN: YAŞAM BOYU SOSYAL HİZMET, Editör: Prof.Dr. Nesrin G. Koşar, Ankara: Aydınlar Matbaası, 1999, s. 60-74.

14. RONEN, Tamie ve Therese DOWD. "A Constructivist Model for VVorking with Depressed Elders", JOURNAL OF GERON TOLOGICAL SOCİAL VVORK, C. 30, Y. 1998, S. 3/4, s. 8399.

19. VVEICK, Ann. "Reconceptualizing the Philosophical Perspec tive of Social VVork" SOCİAL SERVİCE REVIEVV, C. 61, Y. 1987, s. 218-230. 20. VVEICK, Ann, Charles RAPP, W. Patrick SULLIVAN ve Walter KISTHARDT. "A Strenghts Perspective For Social Work Practice", SOCİAL WORK, C. 34, Y. 1989, S. 4, s. 350-354.


Gençlerin Gelişiminde ve Madde Kullanımlarını Önlemede Gençlik Merkezlerinin Rolü • Doç. Dr. İbrahim CILGA Hacettepe Üniversitesi) Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Öğretim Üyesi

Özet Bu yazıda gençlerin madde bağımlılığından korunmasında gençlik merkezlerinin rolü ele alınmıştır. Gençlerin madde kullanımını önlemek için ortak amaç ve hedefler belirlenmelidir. Ulusal eylem planı kapsamında, gençleri odak olacak aktiviteler aynı anlayış ve ölçütlerle geliştirilmelidir. Gençlik Merkezleri örneğinde gerçekleştirilecek çalışmalar katılımcı, gelişmeye dönük ve başarılı bir anlayışı temel almalıdır.

Summary This study mainly focuesan the role of youth centers in prevention of drug addiction in youth. İn order to prevent drug addiction in youth, national intentions and goals should be well determined. Activities those will be developed for youth should be built on concepts and parameters within the scope of a National Action Plan. in the case of Youth Centers, Participate, progressive and apeaveful understanding should from the basis of ali activities.

Gençlere; katkıda bulunma, açık iletişim ve diyalog, ortak çalışmalar yapma, genç, aile ve toplum arasında etkili bağlar kurma, gençlerle beraber merkezden kente yayılan aktivite programlar geliştirme, nitelikli insan olarak gençleri yetiştirme, sorun çözme becerisini geliştirme ve madde bağımlılığı alanında koruyucu önleyici bilimsel çalışmalar yapmak temel ilkeler olmalıdır.

Clear communication, teanı working, setting up effective interactions between young, family and society, contribution, acting in improvement of youth center oriented activities that will youther sprend to viban areas with other young peaple, bringing up youth as gualitied human being, improving problem soluing capabilities and performing protective and preventive scientifre studies against drug addiction should costtivite to fundamenta's for youth in youth centers

Anahtar kelimeler; "Madde Bağımlılığı", "Gençlik Merkezi", "Gençlerle Çalışma".

Key Words; Drug addiction, Youth Center, Youth Work.

NOT: Bu çalışma; T.C. Başbakanlık Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğünce 22-25 Haziran 2001 tarihleri arasında Elazığ'da düzenlenen "Gençlerde Madde Bağımlılığını Önlemek İçin Gençlik Merkezi Müdürlerinin Eğitimi" için hazırlanmıştır.


GİRİŞ İllerde gençler için geliştirici ve sağlıklı hizmetler ağı oluşturmaya katkıda bulunmak, her ortamda gençlerin zihinsel, bedensel, ruhsal, sosyal ve sanatsal açılardan gelişme ve yetişmesine olanak hazırlamak merkezde okulda, ailede ve kentte gençler için etkili iletişim ortamları hazırlamak düşüncesi çalışmaların ortak noktasıdır. Tüm ortamlarda ve gençlik merkezlerinde ortak anlayışla ve ölçülerde yeni programlar hazırlamak, aktiviteler düzenlemek için bu etkileşim olumlu sonuçlar çıkarılmasına olanak sağlarsa, bu tür çalışmalar hedefine ulaşmış olur. Bugüne kadar yapılan çalışmaları yeni anlayışlarla geliştirebilirsek, gençlerden sorumlu yönetici ve eğiticiler olarak; sorumluluklarımızı yerine getirmiş oluruz. ORTAK AMAÇLAR

Gençlerin madde kullanımını önlemek için yapılacak etkinliklerin organizasyonunda ortak amaçlar şunlar olmalıdır : 1. Gençlerin, gençlik merkezi yaşamı içinde et kililiğini sağlamak, aile arkadaş ve sosyal çevredeki yaşamı üzerinde gencin belirleyici olmasına yardımcı olmak, 2. Gençlerin kendi yaşam ve yaşam kaynakları üzerinde denetim sahibi olmasına olanak sağlayarak üretkenliğini ve yaratıcılığım ha rekete geçirmek, 3. Gençlerin gençlik merkezinde ve sosyal ya şamda kendi gücünü ve egemenliğini kullan masına olanak sağlayarak üretkenliğini ve ya ratıcılığını harekete geçirmek, 4. Gençlerin; çoğulcu, katılımcı demokratik gençlik merkezi yapısı içinde insanca yaşam ve gelişme koşullarını geliştirmek, 5. Gençlerin ve gençlik merkezinin gelişme dü zeyini yükseltmek için duyulan gereksinimle ri karşılama koşullarını oluşturmak,

6. Çoğulcu ve açık iletişim dinamiği içinde gençlerin, gençlik liderlerinin ve yöneticilerin sorun çözme yeteneğini geliştirerek gençlerin ve gençlik merkezlerinin yaşam kalitesini yükseltmek, özgür mutlu ve başarılı yaşam sürmesine yardımcı olmak. ANLAYIŞ VE ÖLÇÜTLER Gençlik merkezi ortamında, aktivite içinde ve aktivite dışında gençlerle yapılacak çalışmalarda ve kurulacak ilişkilerde demokratik değerlere ve ilkelere göre yaklaşımlar geliştirilmelidir. Genç merkezli bakmak, sorun odaklı yaklaşmak ve gencin gelişme perspektifini öne çıkarmak gerekir. Merkezde başlayan, aile ortamına yansıyan, arkadaş ortamını etkileyen ve kent ortamına yayılan aktiviteler ile gençlerin çağdaş insanlar olarak yetiştirilmesi, bilinçli kentiler olarak kent yaşamına katılımları ve nitelikli vatandaşlar olarak gelişmeleri sağlanabilir. Bunun için merkezlerde gerçekleştirilecek programlar, bir yönüyle sosyal eğitim olarak işlevsel olmalıdır. Gençlerle iletişim kurmada ve onların sosyo-kültürel yaşama katılımlarını sağlamada temel alınması gereken kriterler ve önlemler şunlardır: 1. Gencin merkez yaşamına katkıda bulunması na olanak sağlamak, 2. Merkez ortamında gençlerle açık iletişimi ve diyalogu geliştirmek, 3. Tüm gençler, liderler ve tüm personel için sosyal, kültürel, sportif ve sanatsal aktivitelerle ilgili açık amaç ve hedefleri belirlemek, bu amaç ve hedefleri paylaşmak, 4. Aile ve toplum arasında etkili, yapıcı, yararlı, üretken ve gelişen güçlü bağlar kurmak, 5. Gençlik Merkezinin fiziksel koşullarını, alt yapısını ve çevresini geliştirmek, gençlerin yaşadığı sokak, mahalle ve kent ortamında yaşam biçimini geliştirecek olanakları hazır lamak,


6. Gençlerin ilgi, istek ve katılımlarıyla; Merkez ortamında aktivite içinde ve aktivite dışında uygulanmak üzere, içinde yaşanılan çevreye ve kente açılan bilimsel, sosyal, kültürel, sa natsal ve sportif alanlarda kapsamlı bir aktivi te program hazırlamak, 7. Gençler ve tüm personel için insan ve top lum sağlığını geliştirme çalışmalarını organi ze etmek, bu çalışmalara gençlerin aktif katı lımına sağlamak, çalışmaları merkez odağın dan yakın çevreye yaygınlaştırmak, 8. Gençlere her alanda ve konuda model ol mak, olumlu örnekler sergilemek ve paylaş mak, 9. Gençlerin, merkezin, ailenin ve kentin genç lik çağına özgü konularda sorun çözme be cerisini geliştirmek, rehberlik yapmak, 10. Madde bağımlılığı alanında koruyucu, önle yici, gerçekçi ve geçerli olabilecek bilimsel yaklaşım, politika, etik değerlere dayalı işlev sel çalışmalar yapmak,

ne yardımcı olur. Gençlerde sorumluluk geliştirmek sağlanan katkı ve katılım olanaklarına bağlıdır. Sorumluluk, özgüveni geliştirir. Sorumlu ve kendine güvenen genç, katılım olanakları arttıkça kişiliğini ve sosyal varlığını geliştirir. Gençlere katılma olanaklarını sunmak ve katılma koşullarını hazırlamak yaşayarak öğrenme ortamını geliştirir. Merkez yaşamına katılma koşulları genişleyen gençlerin demokratik değer, tutum ve davranışları benimseme ve uygulama eğilimlerini yükseltir. Bunun için yöneticilerin, liderlerin anne ve babaların gençlere olanak sağlamaları, katılımlarını aktif olarak teşvik etmeleri yararlıdır. 2. Merkez Ortamında Gençlerle Açık İletişimi ve Diyalogu Geliştirmek: Gençlik eğitimi, insan öğesine dayanır. İnsan ilişkilerinin ve örgütsel ilişkilerin gelişme ve uygulanma düzeyi eğitimde etkililiği ve verimliliği etkiler. Açık iletişim ve diyalog eğitimde niteliğin gelişmesine olumlu bir altyapı oluşturur. Gençlerin kendi aralarında ve gençlerin liderlerle ve yöneticilerle olan ilişkilerinde açık iletişim en etkili iletişim yaklaşımıdır.

YAKLAŞIM VE İLKELER 1. Gençlerin Merkez Yaşamına Katkıda Bulunmasına Olanak Sağlamak;

Gençlik merkezi yaşamına katkıda bulunmak her gencin hakkıdır. Anayasamız, Gençlik politikaları ve Türk Milli Eğitiminin temel Amaçları ve İlkeleri bu olanağın gençlere sağlanması konusunda temel dayanaktır. Ayrıca, Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmenin ilke ve standartları gençlerin merkez yaşamına katkıda bulunmasını öngörmektedir. Uluslararası Gençlik Yılında, 1985'de benimsenen ilkeler, gençlerin yetiştirilmesinde katılımı, gelişmeyi ve barışı öngörmektedir. Gençlik merkezinde demokrasiyi geliştirecek ve bir yaşam biçimine dönüştürecek katılım, gelişme ve barış ilkeleri günümüzde gençlik politikalarının özünü oluşturmaktadır. Merkez yaşamına katkıda bulunmak, gençlerin sorumluluk sahibi bilinçli insanlar olarak yetişmesi-

3. Merkezin Gerçekleştireceği Tüm Aktivitelerle İlgili Açık Amaç ve Hedefleri Gençlerle Birlikte Geliştirmek ve Paylaşmak : Sosyal, kültürel, sanatsal ve sportif aktiviteler gençlerin gelişimi içindir. Gençlerin yetişmesine yol gösterecek açık amaç ve hedefler saptanmadan aktivilere yönelmek yanlıştır. Eğiticilerce öngörülen açık amaç ve hedeflerin gençlerle birlikte geliştirilmesi ve paylaşılması her aktivite için gereklidir. Bu aktiviteler, gençlik merkezinin dünyasında yer alan liderler ve tüm personel için de gereklidir. Çalışanların iş doyumu, mutluluğu ve kişisel gelişimleri gençlik aktiviteleri ortamında boyut kazanır. Merkez, kendi aktivitelerini aileye ve kente açarak ortak amaç ve hedefleri geniş bir düzeyde yaygınlaştırma ve benimsetme olanağını bulabilir. Gençlerin aktivitelerini aileye kente ve çevreye açan merkez, gençlerin yetişmesine ailenin ve toplumun desteğini sağlamada yeni olanaklar sağlayabilir.


4. Merkez - Aile ve Toplum Arasında Etkili, Yapıcı Yararlı, Üretken ve Gelişen Güçlü Bağlar Kurmak:

Her gençlik merkezi, bulunduğu toplumsal çevrenin gelişme odağıdır. Genci ve çevresini geliştiren merkez, kendisinden beklenilen işlevleri gerçekleştirmiştir. İyi insan ve iyi vatandaş yetiştirmek için, merkezin aile ve toplumla işlevsel bağlara gereksinimi vardır. Karşılıklı etkileşim içinde gelişen bağlar, her yönden yetişmiş nitelikli insanların topluma kazandırılması açısından önemli bir köprüdür. Demokrasi kültürünü karşılıklı olarak yeşertecek bu köprü, gençlerin yetişmesi açısından çok yönlü destek mekanizmalarını harekete geçirir.

Gençler ailede ve okulda öğrendiklerini yaşadığı sokakta, mahallede ve kentte yeniden üretir ve çevreye yansıtır. Merkezin bu açıdan sorumluluğu ise yetiştirdiği gençlerin yaşam biçimini geliştirmek olmalıdır. Gençlerin yaşadıkları çevredeki değer, tutum ve davranışları, okulun ve ailenin etkisi ile yetiştirme düzeyi açısından bir göstergedir. Yetişen gençlerin kendi sokağında, mahallesinde ve kent yaşamındaki davranışlarının düzeyini yükseltmek merkezin, okulun, ve ailenin işbirliğini gerektirir. Düzeyli arkadaşlıklar içinde olmak, nitelikli insanlar olarak toplumsal yaşama katılmak ve olumlu modeller olarak çevreye açılmak bilinci gençlere kazandırılmalıdır. 6. Gençlerin İlgi, İstek ve Katılımıyla; Merkez

5. Gençlik Merkezinin Fiziksel Koşullarını, Alt Yapısını ve Çevresini Geliştirmek, Gençlerin Yaşadığı Sokak, Mahalle ve Kent Ortamında Yaşam Biçimini Geliştirecek Olanakları Hazırlamak ve Yönlendirmek: Eğitim ve öğretim çalışmaları, eğitim yaklaşımına bağlı olduğu kadar eğitim için gerekli olanaklara ve koşullara da bağlıdır. Merkezin fiziksel koşulları ile alt yapısı eğitimin niteliğini belirler. Fiziksel koşullar ile alt yapı olanakları eğitim ve öğretimi destekleyici olmalıdır. Bina, araç-gereç gibi boyutları olan bu olanaklara yeni öğeler katmak gereklidir. Aktivite dışı zamanların değerlendirildiği mekanlar, merkez yaşamına yenilikler kazandıracak düzenlemeler olarak düşünülmeli; sosyal, kültürel, sportif ve sanatsal aktivitelerin mekanlarını düzenleme anlayışı ve organizasyonu olarak ele alınmalıdır. Merkezin çevresini geliştirmek düşüncesi, merkezin sosyal çevre ile olan karşılıklı etkileşimini etkilemeyi ve yönlendirmeyi içerir. Çevreden gelebilecek her türlü olumsuz etkilere karşı önlem almayı da gerektirir. Merkezin kendi çevresiyle olan etkileşiminin gençlerin sağlıklı yaşamalarını destekleyici, zararlı alışkanlıklara yönelmelerine ortam hazırlamayan ve merkezin çevresiyle ve gençleriyle gelişmesine fırsat sağlayan bir düzeyde olması sağlanmalıdır.

Ortamında Aktivite İçinde ve Aktivite Dışında Uygulanmak Üzere, İçinde Yaşanılan Çevreye ve Kente Açılan Bilimsel, Sosyal, Kültürel, Sanatsal ve Sportif Alanlarda Kapsamlı Bir Aktivite Programı Hazırlamak;

Her merkez, faaliyet programını oluşturmak ve gerçekleştirmek için gençlerin yetişmesine çok yönlü katkıda bulunmak amacıyla kapsamlı bir aktivite programı geliştirmelidir. Aktif öğrenme yaklaşımı, gençlerin ilgi ve isteklerine göre, bu programa düzenli ve sistemli katılımını gerektirir. Aktivite programı; gençlerin aktiviteler içinde gelişmesine olanak sağlar. Program ile gençlerin gelişimi arasında güçlü ve bilimsel bağlar kurulmalıdır. Gençlerin bilimsel formasyonunun gelişmesi merkezde yapacağı çalışmalarla olur. Bilimsel toplantıların organizasyonu ve organize edilenlere gençlerin katılımlarının sağlanması, gençlere bilimsel etkileşim ortamını hazırlar. Aktivite programı; merkezin ve gencin yaşadığı çevreye ve kente açılmasına, çevresel olanaklardan yararlanmasına yardımcı olur. Merkez aktivite programı yoluyla gençlerin yakın çevresi ve kentiyle bütünleşmesine destek olur. Programlar; merkezin çevreye açılma penceresidir. Bilimsel, sosyal kültürel, sanatsal ve sportif alanlarda gençlerle gerçekleş-


tirilecek olan programlar, merkezin toplumsal işlevini geliştirir. Çevrenin gelişmesine önderlik eden merkezin kimliği ve rolü gelişir. Merkezin aktivite programı; gençlerin kişisel ve sosyal gelişimine ortam hazırlar, gençlerin değer tutum ve davranışlarının gelişmesine etki yapar. Gençlerin ilgi ve eğilimlerinin ortaya çıkması, kendini gerçekleştirmesi, kişiliğinin gelişmesi ve benlik bilincinin oluşmasına katkıda bulunur. Gençlik Merkezi ortamında duygusal zekanın gelişmesi için aktiviteler büyük destek unsurudur. 7. İnsan ve Toplum Sağlığını Geliştirmede Merkez Odaklı Çalışmalar.

Gençlik merkezi; genç ve eğiticileriyle bir bütündür. Her merkezi, kendi sosyal çevresi içinde bir güç odağı olarak görmek gerekir. Kendi içinde üretken, devingen ve aktif olan merkezin sosyal çevreye yayılarak, her alanda etkili olması beklenir. Merkezin çevre ile etkileşimi; toplumun ve insanın gelişmesini, çağdaşlaşmasını ve yaşam standartlarının yükseltilmesini hedeflemelidir. Toplumun ve insanın sağlığı konusu yukarıda belirtilen yaklaşımla ele alınacak temel konulardır. Öncelikle, gençler ve tüm personel için toplum ve insan sağlığını geliştirici çalışmaların organize edilmesi sağlanmalıdır. Sağlık alanında koruyucu, önleyici, eğitici ve geliştirici organizasyonlar, gençlik merkezinin yaşam kalitesini yükseltir. Katılımcı modeller içinde gerçekleştirilecek etkinlikler; bilgi sağlayıcı, bilinçlendirici ve davranış değişikliği yaratan boyutlarda uygulanmalıdır. Yaratıcı ve geliştirici organizasyonlar merkezin ortak deneyimini ve birikimini güçlendirir. Sağlıklı gençlik merkezleri yaratmanın gücü; merkezin çevreye açılmasına ve aile odaklı çalışmalara yönelmeye destek oluşturur. Çevrenin sağlıklı yaşam standartlarının oluşturulmasında yönlendirici olmak, merkezin ve genç insan kaynaklarının ortak sorumluluğudur. Her merkez kendi sosyal çevresine olumlu etkiler yapabilecek koruyucu ve önleyici

programlar üretmelidir. "Merkezden-çevreye" anlayışı içinde katılımcı yapıda gerçekleştirilecek etkinliklerin aktörü gençler olmalıdır. 8. Gençlere Her Alanda ve Her Konuda Model Olmak, Olumlu Örnekleri Sergilemek ve Paylaşmak: Toplumsallaşma sürecinde bulunan gençler için modeller ve örnekler çok önemlidir. Gençlerin ideal seçtikleri; benzemek istedikleri; değer, tutum ve davranışlarını benimseyip taklit ettikleri modellerin merkez ve çevresi içinde oluşması önemlidir. Örnek kişilikler, örnek davranışlar ve örnek çalışmalar sergileyen yöneticileri ve liderleri genç her zaman değerlendirir. Gencin yetişmesi için olumlu, yapıcı ve geliştirici örnekler sergilemek temel ilkedir. Unutulmamalıdır ki, genç olumsuzu da örnek alıp kendi yaşamında uygulayabilir. Çağdaş toplumun nitelikli, demokrat genç bireylerinin yetiştirilmesinde olumlu örnekleri sergilemede her gençlik merkezinin bir stratejisi olmalıdır. 9. Sorun Çözme Becerisini Geliştirmek: Yaşam; olumlu ve olumsuzluklarıyla bir bütündür. Güçlü ve başarılı yanlar kadar, güçsüz ve başarısız yanlar da yaşamın bir gerçeğidir. Yaşam süreci, yetişme ve gelişme çağındaki gençler için belirli gereksinmeler ve sorunlar üretir. Gençlik merkezi; örgütsel olarak eğitim ve yönetim sürecinde aynı zamanda bu sorunların yansıma ve çözüm alanıdır. Merkez - aile ve genç ilişkileri, sorunlarıyla birlikte dinamik bir etkileşim sürecidir. İçinde yaşanılan toplumun ve kentin devingenliği içinde sorunlar da vardır. Merkezler sorunların çözümünde nitelikli personel yoluyla rehberlik ve danışmanlık yapmalıdır. Önemli olan, her aşamada ve her ortamda sorun çözme becerisinin geliştirilmesidir. Merkez yönetiminin ve liderlerin önderliğinde gelişecek etkileşimler içinde yapıcı ve geliştirici iletişim sürecinde, tüm tarafların sorun çözme yeteneğinin ve becerisinin geliştirilmesi temel hedef olmalıdır.


Gençlerin, merkezin, ailenin ve kentin gençlik çağına özgü konularda sorun çözme kapasitesini geliştirmek temel strateji olmalıdır. Demokratik anlayışlarla, katılımcı süreçlerle ve çoğulcu etkileşim dinamiği içindeki sorun odaklı çalışmalar, tarafların deneyimlerini geliştirir. Sorunlar, geliştirme için bir fırsattır.

kezli, insanca yaşama ve gelişme fırsatlarının olduğu organizasyonlar öncelikli olmalıdır. Merkezin öncü rolünü üstlenerek, insanın ve toplumun yaşam kalitesinin yükseltilmesini temel alan sosyal, kültürel, sportif ve sanatsal aktivitelere yönelmek gerekir. Madde Bağımlılığı ile mücadele için hazırlanan ulusal politika ve strateji belgesi ile ulusal eylem planı çerçevesinde programlar geliştirilmelidir.

10.Madde Bağımlılığı Alanında; Koruyucu, Önleyici, Gerçekçi ve Geçerli Olabilecek Bilimsel Yaklaşım, Politika ve Etnik Değerlere Dayalı İşlevsel Çalışmalar Yapmak:

Birey olarak gençlerin, merkezdeki küçük topluluğun, ve merkezin sosyal çevresinin bağımlılık sorunundan uzak bir yaşam alanına kavuşturulması için yeni yaklaşımlarla işlevsel çalışmalara yönelmek gerekir. Gençlik politikalarının temel ilkeleri ve çalışmaların bütünlüğü çerçevesinde insan mer-

Proje geliştirme ve uygulama anlayışı ile gençlerin katılımcı bir biçimde sorumluluk alacağı proje çalışmalarına öncelik verilmelidir. Proje geliştirme ve uygulamada gençler aktif biçimde rol almalıdır. Merkezden sosyal çevreye yayılan projeler yoluyla, yenilikçi yaklaşım ve anlayışların denenmesine zemin yaratılmalıdır. Gençlik merkezinin destekleyici rolü, genci, kendi gelişmesinde etkili olacağı ortamı oluşturmaya yöneltmelidir. Gençler; merkezde ve çevrede araştırıcı, yapıcı ve geliştirici bir vizyonu ve misyonu üstlenebilmelidir.


Madde Kullanımı ve Bağımlılığı • Prof. Dr. Yıldırım B. DOĞAN AAK Danışmanı, A.Ü. Tıp Fakültesi Psikiyatri A.D. Öğretim Üyesi

Özet Madde Kullanımı tıp alanında tanımlı klinik bir sorun gibi görünür. Aslında, bireysel sağlık ve sosyal yapı üzerinde eşzamanlı ve çok boyutlu etkileri olan bir sorundur. Bu ikisi arasında karşılıklı etkileşen bir ilişki vardır. Dolayısıyla tedavi işlemleri ile koruyucu, önleyici önlemler aynı devamlılık içinde yer almaktadır. Kısaca; iyi resmedilmiş ulusal nitelikli bir politika aynı zamanda kapsamlı bir mücadele silahı anlamına gelmektedir. Ulusal politika Resmi, Yarı Resmi ve Resmi Olmayan unsurların tek bir amaç etrafında tümleşik katılımı gerçekleşirse anlaşılır ve kabul edilir hale gelir. Ulusal politikalar küresel politikalardan bağımsız olamamaktadır. Küresel ve Yerel olan kendi içinde tanımlıdır. Ulusal politikalar, pahası ve işe yararlılığı açısından oldukça farklı yordamlar içermektedir. Ayrıntılı hazırlanması gerektiğinden, ulusal bir politikanın belirlenmesi zaman alan bir çabadır. Aksi taktirde yanlış hazırlanmış bir politikanın oturtulması boşa zaman kaybı olup, stratejik hedeflere ulaşmak oldukça zordur. Bu yazı yukarıdaki hususları kapsamakta olup yorum ve çıkarımlar sadece yazarı bağlamaktadır.

Summary SUBSTANCE ABUSE PROBLEM Substance abuse seems to be a clinical problem of medical domain. But in fact it has multidimensional impacts both on indivual health and social structure synchronically. İn other words a refractory re I at i on exists in between. Therefore treatment procedures and facilities on one hand, protective and preventive measures on the other should be considered within same continium. This briefly means a well-designed national policy as well as a comprehensive tool to fight against this tackling problem. A national policy requires integrative participation of ali interested parties (Govermental, Partly Govermental and Non-Govermental) around a sole goal which is understandable and acceptable. Another point of interest is the fact that none of the national policies is independent from global ones. What is global and local is quite definitive in their own senses. That is different inferences are subject to handle for the good of a national policy in terms ofcost- effectiveness and/or cost-beneficiary. Designing a national policy is a time consuming effort since it should be carried in fine details.Otherwise implementive efforts of a ill-designed policy is in vain and its strategical targets are hard to achive. This monoghrahp aims to deal with those issues in a comprehensive w ay. AH interprentations and deductions in the article is personal and bounds only the author.


GİRİŞ Madde kullanımı ve bağımlılığı sorunu ülkemizde ve dünyada yenilerde yaşadığımız bir sorun değildir ve sorunun insan tarihi ile eşdeğer bir geçmişe sahip olduğunu söylemek abartma olmaz. Birey, şu ya da bu nedenle ruh sağlığını ve buna bağlı olarak duyumsamasını/tutum ve davranışını etkilemek, değiştirmek üzere bazen bilinç ve bilgiyle bazen bunlar olmadan madde kullanmaya yönelmiş ve böylelikle farklı bir yaşam deneyimi gelişirken adı yıllar sonra konulacak bir sorunu da hazırlamıştır. Bu gelişim karşısında bazı toplumlar ya da toplumun bir kesimi buna tamamen karşı bir tavır geliştirirken, bazı toplum ya da toplum kesimlerinde madde kullanımı yaşamsal ve kültürel bir gereklilik gibi algılanmıştır. Hammurabi yasalarından IV.Murat'a, Hippi alt-kültüründen Post-Modernist yaşam kabullerine kadar renkli bir açılımda madde kullanmaya yönelik farklı kabul ve kaygıların, gerek birey gerekse toplum yaşamını biçimlediğini görmekteyiz. Küresel bakış açısı ile bugün,madde kullanımı bireyin kendini köleleştirdiği bir durumdur. Çünkü bağımlılık; bireyle nesnesi arasında kurulan ve bir süre sonra bireyin özerkliğini ve özgüllüğünü ortadan kaldıran bir sürece gönderme yapmaktadır.İnsan tutum ve davranışı ve de duyumsaması üzerindeki yıkıcı etkileri nedeniyle bireyi seçtiği nesne karşısında çaresiz bir köle haline getirmektedir.Böylelikle toplum, her planda bu hale gelmiş bireyin katkılarından/gücünden/emeğinden daha da önemlisi varlık olarak bireyin kendinden yoksun kalmaktadır. Yeryüzünde pek çok ulusta -yerine göre-geniş bir nüfus grubunun bu etki ile sarsıldığını varsayarsak, tüm toplumların hangi boyutta kayıplara uğrayacağını kolayca çıkarabiliriz. Bu saptamalara bağlı olarak çağımızın en önemli sorunu olarak tanımlanan madde kullanım ve bağımlılığı, yeryüzündeki tüm toplumları, ulusları etkisi altında bulundurmakta ve devletten devlete ortaklaşmış önlem ve politikaların öncelikli konusu

haline gelmektedir. Dolayısıyla yalnızca bu konuya bağlı ortak bir dil ve anlayış köprüsünün önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Böylelikle ortak davranabilmek de mümkün olacaktır. Ülkemiz açısından ele aldığımızda; baş etmemiz gereken ilk engel tanım ve tarifler konusundaki karmaşadır. Aynı sorundan; farklı tınılayan sözcük ve tanımlarla bahsetmek ciddi kavram kargaşalarına yol açmakta, gerek konuşanların birbirini anlaması gerekse bilgilenme açlığındaki kamu şaşkınlığa uğramakta, sorun için yanlış tarafa bakarken çözüm arayışları bu karmaşanın içine sıkışıp kalmakta-dır. Oysa yalınlaştırmaya ve indirgemeye ihtiyaç vardır. ULUSLARARASI YÖNÜYLE BAĞIMLILIK Çağlar boyunca insanın ve yarattığı toplumsal düzenin, ekonomik ve teknolojik gelişmelerin taşıdığı değişim ve ilerleme ivmesi her ne ise; madde kullanım ve maddeye bağımlılık sorununun taşıdığı ivme de aynı olmuş ve birlikte seyretmiştir. Bu niteliğine bakarak sorunu yalnızca ulusal planda bir ilgi ile sınırlandırmak, hem ilke olarak hem de neredeyse her ulusun küresel örgütlenmesinin zorunlu bir parçası olması nedeniyle pek mümkün görünmemektedir. Öte yandan madde kullanan ve/veya bağımlı hale gelmiş birey, varoluşu ve insan değerleri bağımlılığı doğrultusunda sapmış ve başka bir planda köleleşmiş bir birey olup; toplumsal rol ve ödevini yerine getirememekte toplumsal sistemden kopmaktadır. Bir diğer anlamıyla toplum, o bireyin her anlamdaki katkısından yoksun kaldığı gibi bu bireye verilecek hizmetler açısından yüksek bir maliyeti de göğüslemek zorunda kalmaktadır. Dolayısıyla bireysel ve toplumsal bütünlük ve esenlik adına önlemler almak kaçınılmaz hale gelmiştir. Ulusal nitelikli önlemlerin her ulusun kendi ekonomik gücü ve yapısı ile çerçevelenmesi nedeniyle madde kullanımı sorununu engellemede tek başına ulusal önlemler, bugüne dek pek yeterli olmamıştır,


Çünkü sorun sadece madde kullanımı değil, kullanılan maddelerin yasadışı trafiği ve rantı son derece yüksek/yaygın bir pazar alanı haline gelmesidir. Örneğin kara paranın bilinen en önemli kaynağı ve gücü bağımlılık yapan maddelerin ticaretidir. Hatta kara paranın yıkanması /aklanması gibi ekonomik maniplasyonlar devlet ekonomilerini ciddi biçimde tehdit etmekte, Türkiye gibi gerekli finansal önlemleri henüz yasalaşmamış ülkelerde, yatırımlar açısından ciddi bir girdi payı oluşturabilmektedir.Bunun anlamı "örgütlü suç" unsurlarının yasal nitelikli ekonomik bir güç haline dönüşme tehlikesidir. Böylesi bir gelişme toplumdaki tüm duyarlı dengeleri sarsabilir. Türkiye,1945 yılında kurulan Birleşmiş Milletler Örgütünün ilk üyelerinden olup örgüte girişi de aynı yıla rastlamaktadır. Dolayısı ile uluslararası ilişkilerin ön gördüğü vecibeleri yerine getirmek hususunda zorlu deneylerden geçmiş ülkelerden biri olmaktadır.Uluslararası ilişkilerimizin şekillenmesinde Birleşmiş Milletler Üyeliğimizin getirdiği sorumlulukların önem ve ağırlığı tartışılamaz. Birleşmiş Milletler Örgütü içinde yapılanmış ve politika belirleme konusunda otonomiye sahip belli örgütlere üyeliğimiz uluslararası ilişkilerimizin diğer bir boyutunu oluşturmaktadır. Bu anlamda otonomiye sahip ve esasen Birleşmiş Milletlere bağlı örgütlere örnek olarak ILO (Uluslarararası Çalışma Örgütü), WHO (Dünya Sağlık Örgütü) ve GATT'ı (Gümrük Tarifesi ve Ticaret Anlaşması) sayabiliriz. Her üçüne de üye olan ülkemiz, bu örgütler düzeyinde etkin biçimde temsil edilmekte olup; ülkemizin Ortadoğu ve Avrupa-Asya ekseninde yer alan Bağımsız Devletler Topluluğu açısından sahip olduğu stratejik önem, bu örgütlere üyeliğimizi daha da önemli hale getirmektedir. Örneğin Türkiye, Dünya Sağlık Örgütünün Avrupa Bölgesi içinde yer alan Tacikistan, Ukrayna, Kazakistan, Kırgızistan,İngiltere,İsveç vb. 51 (elli bir) üye ülkeden bir tanesidir. Madde kullanımı ve Bağımlılığı konusunda Uluslararası duyarlılığı ve işbirliğini yansıtan belli başlı antlaşmalar ve tarihleri şunlardır:

1961 Single Convention on Narcotic Drugs (1972 protokolü ile tadil edildi)

1971 Convention on Psychotropic Substances

1988 United Nations Convention against lllicitTrafic in Narcotic Drugs and Psychotropic Substances

Özetle ifade edecek olursak, madde bağımlılığı konusunda ülke çapında yapılması düşünülen ve atılacak her adımın bize ait sebepleri olduğu kadar, küresel bir gerekçesi ve uluslararası ilişkilerimizden kaynaklanan bir gerekirliği mevcuttur. ULUSLARARASI ÖRGÜTLER VE TÜRKİYE

Uluslararası antlaşmaların getirdiği yükümlülükler ve uluslararası otonomiye sahip örgütlerin yaklaşımları her ülkeyi olduğu gibi ülkemizi de etkilemektedir.Bu etki ve etkileşimi alkol dışı maddeler ve alkol olarak ayrı ayrı değerlendirmek uygun olur. Dünya Sağlık Örgütünün alkol konusunda gösterdiği duyarlık ayrıca ele alınmayı gerektiren bir yoğunlukta iken, alkol dışı maddeler konusundaki tartışma daha kapsamlı ve küresel niteliklidir. Çünkü alkol dışı olarak bilinen maddeler sayıca çok ve birbirinden farklıdır. Ayrıca kullanımda olan maddelerin kullanım yoğunluğu bir ülkeden diğerine, hatta aynı ülkede bir kesimden diğerine değişmekte ve çeşitlenmektedir.Kayıtlı bilgilerin azlığı ve nüfus araştırmalarının her ülkede yeterli önemde yapılmayışı, konuya gösterilen dikkatin bildiğimiz nedenleri olarak sıralanabilir. Uluslararası örgütler, ülke bazında yaptıkları tespitleri daha sonra kıyas yapmak üzere kullanmakta ve sonuç olarak uluslararası bağlamda genel değerlendirmelere ulaşmak suretiyle; dış politikalara yön verecek verilere kaynak teşkil eden kararların alınmasına yol açmaktadır.


ILO'nun bir raporunda; madde kullanımının belli ülkelerle sınırlı olmadığı ve işin içine katılan ülkeler; üreten-temin eden/geçiş yapılan /tüketilen-he-def ülke olmak üzere gruplandırılmaktadır. Ancak bu kesinlemesine bir ayrım olamaz. Çünkü aslolan tüketilmesi olup bu maddelerin varolduğu/üretildiği / bulunduğu ülkeler eşdeğer ağırlıkta bir sorunla yüz yüzedir. Uluslararası ilişkilerin sahip olduğu çok özel dinamik nedeniyle devletten devlete değişen anlayışlar ve bu anlayışların yansıdığı, farklı, hatta çelişen politikalara tanık olmaktayız. Küresel nitelikli en önemli ve en büyük örgüt olan Birleşmiş Milletler Örgütü, andığımız bu gözlemlerin sonucunda bundan yaklaşık 10 yıl önce, 1988'de, Birleşmiş Milletler Bağımlılık Maddeleri Antlaşmasını (United Nations Convention on Drug Trafficking) imzaya açmış ve üye ülkelerden - imza atmanın ötesinde- bu antlaşmaya uyma konusunda kendi ülkelerindeki ulusal meclislerin onayını alarak yasal değişiklikleri bir an önce hayata geçirmesini istemişti. İmza atan ülkelerin vecibeleri yerine getirip-getirmediğinin denetimi ise, tahmin edilebileceği üzere Amerika Birleşik Devletlerinin denetiminde olup, Başkan doğrudan yetkiyle bu incelemeyi yapmakta ve gereğinde önlemler almaktadır. Salt bu konuda başkana bağlı iki dairenin varlığı (Under Secretary for Global Affairs ve International Narcotics and Law Enforcement Affairs) konunun ne denli ciddi ve yakından izlendiğinin kanıtıdır. Değerlendirmede pek çok kaynaktan gelen bilgiler kullanılmakla birlikte, ana kaynak yıllık olarak düzenlenen "International Narcotics Control Strategy Report" isimli çalışmadır. ABD başkanı, ilgili ülkenin anılan antlaşmanın gereklerini yerine getirip getirmediğini farklı düzeylerde değerlendirerek, varılan sonuca göre alınacak önlemleri belirlemektedir.Önlemler kapsamında Dış Yardım, Silah Yardımı gibi başlıklar ve Export-lmport Bank ve OPIC gibi kuruluşların yönlendirilmesi gibi hususlar yer almaktadır. (Aslında Avrupa cephesinde de durum farklı değildir. Avrupa Konseyinin 10 Haziran 1991

tarihli kararnamesi Kara Para Aklama amacıyla finansiyel sistemlerin kullanılmasının engellenmesi hususunda ciddi yaptırımlar getirmektedir. Avrupa Birliği Üyeliğine kabulümüz tartışmasında önemli engellerden birinin de ülkemizde bu yolda bir adımın atılmamış olmasına bağlayanların sayısı bilinenden çoktur.) 1996 yılı raporunda ABD Başkanının onay vermediği ülkeler Afganistan, Burma, Kolombiya, İran, Nijerya ve Suriye olarak geçmektedir. Uluslararası dayanışma -görüldüğü üzere- sadece ilgili tarafların iyi niyetine ve sözel ifadesine dayanmamakta belli kural ve standartlar çerçevesinde gereğinde dayatıcı/cezalandırıcı eylemlere bağlı olarak sağlanmaktadır. Raporun Türkiye başlığını taşıyan bölümünde, ülkemizden, Güneydoğu Asya-Avrupa güzergahındaki anahtar "transit ülke" diye bahsedilmekte ve gerek dış pazar gerekse iç pazara yönelik olarak Baz Morfinin işlendiği en önemli ülke olduğu belirtilmektedir. 1998 antlaşmasının 1995 yılında TBMM'de onaylandığını, ancak onay belgesinin henüz Birleşmiş Milletlere gönderilmediğini belirten rapor; seçimler nedeniyle "kaçakçıların mal varlığına el koyma"; "kara para aklama" vb. yasaların henüz çıkarılmadığının altını çizerek genel değerlendirme içindeki en önemli eksiğin bu olduğu yorumunu getirmektedir. Ülkeye ulaşan esrar ve eroinin geçişinin yarısı kara diğer yarısı da deniz ve hava yolu ile olmakta, Marmara Bölgesi ve özellikle İstanbul birinci derecede öncelikli alanlar olarak değerlendirilmektedir. Son olarak ülkedeki sosyopolitik ve ekonomik koşulların ve siyasal istikrarsızlığın olumsuz etkisinden bahsedilmekte, madde kullanımının tüm gelir gruplarını içine alan bir yaygınlık taşımaya başladığının üzerinde durulmaktadır. Görüldüğü üzere ülkemizde olup bitenlere dair bilgilerimizin kaynağı, küresel ilişkilerimizin bize yansıttığı, ancak bizim üretemediğimiz ya da üretsek bile paylaşmada tereddüt gösterdiğimiz verilere


dayanmakta ve ülke adına tespitlerimizi ancak bu yolla yapabilmekteyiz. Her şeye rağmen bağımlılık sorunsalı açısından yansıttığımız bu küresel duyarlılığın bizim yönümüzle olumlu yanlarının olabileceğini de belirtmenin gereğine inanıyorum. Uluslararası örgütler ve bunların yaptırım gücü günümüzün tartışmasız bir gerçeği haline gelmiştir. Bir diğer anlatımla "küreselleşme-globalizm" dediğimiz tanım, bu tespitin bir sonucu olmaktadır. Küreselleşmenin evrensel planda insan gereklerini her vakit ayni doğrulukta tespit ettiği söylenemez. Ancak, insan haklarının değişmez doğruluğu, sağlık alanında gerçekçi ve saydamlığa ulaşmış amaçların oluşmasında her vakit belirleyicidir. Yerel hükümet ve politikalarının -bazı koşul ve örneklerde- göze çarpan eksiklikleri uluslararası ilişkilerin bu boyutu ile giderilmekte veya giderilmesi bir mecburiyet haline gelmektedir. TÜRKİYE'DE DURUM Çoğu resmi belgede alkol ve sigara için "zararlı alışkanlıklar", bunların dışındaki bağımlılık maddeleri için de "uyuşturucu maddeler" terimleri kullanılmakta ve böylesi bir yapay ayırıma dayanması nedeniyle de konu hakkında doğru ve sağlıklı bilgi derlemek mümkün görünmemektedir. Genelde, yakın zamana kadar alkol dışı maddeler için bildirilen rakamlar (çoğu hastane kayıtlarına ve narkotik polisin verilerine dayanmaktadır) olduk-

ça düşük olarak seyretmiştir. Ancak, bugün görüş birliği içerisinde inanılan şey, tarihsel nitelikteki bu düşük oranların giderek hatta katlanarak yükselmeye başlamasıdır. Bağımlılık sorunsalı etrafında risk grubu tanımı yapılırken 15-24 hatta 12-24 yaş sınırlarına dikkat edilmektedir. Böylece yukarıda belirtilen rakamlara bakarak ve de nüfus içinde bu yaş grubunun yüksek temsili nedeniyle ciddi bir sorun ile karşı karşıya olduğumuz sonucuna varmak abartmalı bir yaklaşım değildir.

Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Bölge Ofisi tarafından hazırlanan ve "Smoking, Drinking, DrugTaking in the European Region" ismini taşıyan ve 1997 yılı tarihli raporunda (hazırlayanlar: Anna M.Harris; Peter Anderson; Cees Goos) Türkiye için bildirilen veriler ilginçtir. Çünkü raporda sadece esrar ve opyatlarla ilgili rakamlara yer verilmiş olup, genç nüfus için herhangi bir verinin olmadığı özellikle belirtilmiştir. Alkol tüketimi konusunda doğrudan verilere sahip değiliz.Ancak bilinen şey; her yıl nüfus artışından bağımsız olarak, alkollü içkilerin üretiminin arttığı ve alkole başlama yaşının düştüğüdür. Alkole bağımlılık, alkol sorunları içinde sadece bir tanesidir.Diğer sorunları da kattığımız vakit, en az ilki kadar ciddi bir toplum sağlığı sorunu ile karşı karşıya olduğumuz kendiliğinden anlaşılacaktır. Alkole bağlı trafik kazaları, ev kazaları, cinayet / yaralama vb. suçlar, iş günü ve işgücü kaybı, hamile annelerin içmesine bağlı bozukluklar, karaciğer sirozuna bağlı ölümler ve daha pek çok dolaylı işaret, alkol içiminin bağımlı olsun olmasın; tüm içenler için taşıdığı riskin kapsam genişliğinin doğrudan bir ölçüsü olmaktadır. Tüm bunlara rağmen Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Bölge Ofisinin raporunda 1993 yılı için Türkiye'de kişi başına tüketilen saf alkol miktarı 0.8L (sıfır nokta sekiz!)olarak bildirilmekte ve 51 üye ülke içinde en az tüketime sahip bir ülke izlenimi doğmaktadır. Sigara ise benzer biçimde sadece bağımlılık yönüyle değil, diğer pek çok yönüyle ciddi bir toplum sağlığı sorunu olma özelliğini korumakta; onca önleme karşın erken yaşta sigaraya başlayanların sayısı giderek artmaktadır. Yasaklama ve diğer kampanyaların etkisi ve caydırıcılığı konusunda yapılmış bir araştırma da henüz yoktur. Ayrıca son derece önemli olmasına karşın, yeterli ciddiyetle ele alınamayan ve tehlike boyutlarına ulaştığına inandığım diğer bir sorun Solvent (uçucu çözücüler) tipi solunan maddelerin kullanımı-


dır. Çünkü deneyen çocukların %10'u kısa bir süre sonra sürekli kullanıcı haline gelmektedir.Büyük kentlerin en işlek caddelerinde; ağaç altlarında, otomatik para çekme makinelerinin kovuklarında rastladığımız çocuklarımız, günlük yaşamımızın neredeyse ihmal etmeye alıştığımız ve görmezden geldiğimiz doğal (!) bir ayrıntısı haline gelmiştir. Üstelik bu grup maddeler, sadece çocuklar ve gençler için değil, daha ileri yaşlardaki bireyler için de en ucuz ve en kolay ulaşılabilir ve temin edilebilir maddelerdir. Çünkü, çoğu endüstriyel tüketim maddesi olan bu grup (aseton, oje, solüsyonlar, yapıştırıcılar, saç spreyleri, kuru temizleme maddeleri, metal aksam temizlemeye/parlatmaya yarayan maddeler gi-

bi), bağımlılık maddesi tanımı içinde yer almaktadır. Genç yaşta madde kullanımına bağlı (özellikle, alkol olmak üzere) ölümlerin önemli bir kısmında ve çocuk ve erinlerin ölümünde büyük bir oranda neden; solvent tipi bağımlılık maddelerine bağlı ortaya çıkan ölümlerdir. Ülkemiz için gerçek rakamları bilmemekle birlikte bu saptamamız çoğu araştırmanın paylaştığı ortak bir sonuçtur. Görüldüğü üzere sorun,Türkiye için bir başka ülke için olduğundan daha az önemli değildir.Ülkemiz toplumsal sisteminden kaynaklanan özel zorluklar (veri kaybı, veri akışı olmayışı vb.), sahip ol-

duğumuz sorunu bir başka ülkeye göre daha da ağırlaştırmaktadır. Daha sorunun tarifi aşamasında başlayan karmaşa çözüm seçeneklerini -uygulama bir yana- düşünmeyi bile neredeyse imkansız kılıyor. ULUSAL POLİTİKA

Madde kullanımı ve bağımlılığı konusunda belirli kazanımlara ulaşmış ve başarılı olmuş ülkelerin yaşadıkları ve yaptıkları göz önüne alındığında; ilk adımın ulusal nitelikli olmak üzere geliştirilmiş politikalar olduğu hemen fark edilmektedir. Bir önceki bölümde değindiğimiz "temini ve talebi azaltma" tüm politikaların paylaştığı ortak bir amaç olmakla

birlikte her politikanın kendi sosyokültürel renklenmesini taşıyacak özelliklere yaslanması zorunluluğu vardır. Dolayısıyla gerek stratejilerin saptanmasında gerekse uygulama programlarının hazırlanıp hayata geçirilmesinde bir ülkeden diğerine gözlenen farklar bu tür yerel renklenmelerin ürünüdür. Madde kullanımı ve bağımlılığı sorunsalında ne tek bir neden, ne de tek bir sonuç söz konusudur.Bir başka ülkede başarıya ulaşmış politika / strateji ve uygulama planlarını olduğu gibi ve sınamadan almak gerçekçi olmaz ve kısa süre sonra yaşanacak tıkanıklık kaçınılmaz hale gelir. Yüksek Sağlık Şurasının 1995 Ekim ayında aldığı karar ile Türkiye'ye Metadon ithali ve bu yolla "uyuşturucu bağımlılığının önleneceği" yanılsaması bunun en tipik ve oldukça güncel bir örneğidir. Opyat bağımlılığında adeta "deva"gibi sunulan bu uygulamanın koruma ve önleme stratejileri henüz yerleşmemiş Türkiye'ye getireceği yük, hatta yeni bir madde pazarı yaratacak risk (örneğin İngiltere'de Home Office Addict lndex adı verilen bağımlılar listesinde opyat grubundaki doz aşırılığına bağlı ölümlerin %70'i metadon nedeniyle olmakta ve bu veri Dünya Sağlık Örgütünün resmi belgelerinde yer almaktadır.) uz-

manlarca görülmüş ve ortak bir çalışma sonucu, iki yıldır imzada bekleyen, Madde Bağımlılığı Tedavi Merkezleri Yönergesi oluşturulmuştur. Her türlü politika, mutlak surette ilgili ülkenin sosyokültürel yapı ve koşullarını gözetmek zorundadır. Aksi halde başarılı olamaz. Ulusal politikalar içinde belirlenen strateji ve uygulama programlarının gerisindeki tutum ve değerlendirme açısından belli ayrımların olduğunu bilmekteyiz. Kısa ve genel olarak değinecek olursak belli başlı tutum ve tepki örüntülerini ve buna bağlı yaklaşımları şöyle özetleyebiliriz: Moral-Legal Model : Kullanılan maddeye ağırlık vererek sıkı bir temini azaltma ve denetim yaklaşımıyla maddeleri bireyden uzak tutmaya çalışır. Tüm araçları caydırıcılığa odaklanmış olup uyarı ve ceza uygulamalarını ön plana alır.


Halk Sağlığı Modeli : Temini azaltmayı önemli bulmakla birlikte daha çok medikal bağlam içinde kalmaya özen gösterir. Kullanıcıların tedavisini önceleyerek önleme tedbirlerine aynen salgın bir hastalık anlayışı ile yaklaşır. (Bir anlamda bulaşmayı önlemek adına hasta olanı soyutlama gereğinde olduğu gibi.) Dolayısıyla kısmen yaftalayıcı olabilmekte ve bireyin topluma dönebilmesini zorlu koşullara bağladığından zaman kullanımı açısından etkili olamamaktadır. Psiko-Sosyal Model :

Ağırlıklı olarak maddeye değil bireyin kendisine odaklanmış, onu merkeze almıştır. Bireye aktif ve dinamik bir ajan olarak bakar. Madde kullanımının birey için ifade ettiği anlam ve işlevi araştırmayı ilke edinmiştir. Bireyin tutum ve davranışı, madde kullanma dışındaki diğer tepki örüntüleri ve toplumsal etmenleri tanımaya çalışarak sorunu hem tarif etmeye hem de çözmeye çalışmaktadır. Sosyo-Kültürel Model :

Ekolojik nitelikli bir yaklaşımdır. Birey,çevresi ve kullandığı madde kapsamında tümleşik bir anlayışla iletişim ve etkileşimi irdelemeyi ön plana çıkaran bir anlayışa temellenmiştir.

Ulusal bir politikayı yapılaştırırken rehberlik edecek etmenler ve tanımı ILO'ya göre şöyle sıralanabilir: • Gerek madde kullanımı ve bağımlılığı gerek se toplumsal düzeyde bu soruna yönelik tep kilere dair bilgilenmenin gereği/temini ve derlenen bilgilerin niteliği; • Sorunun şimdiki kapsamı/boyutu ve durumu (örn; hangi maddeler/nerede/kimlerce/ne miktarda tüketiliyor); • Resmi,Yarı Resmi ve Hükümet-Dışı Yapılarda ayrı ayrı varolan karar mekanizmalarının ni teliği ve bir arada bu mekanizmaların işleye bilmesi ve/veya işleme biçimi; • Politik yapıların niteliği ve süreç içindeki et kenliği; • Kaynak temini ve gereğinde bu amaçla ulus lararası düzeyde işbirliği; • Politikaların uygulamasında görev alacak eğitimli insan gücü ve bunun sağlanmasında kullanılacak kaynakların var edilmesi; • Benzer deneyleri yaşamış ya da yaşamakta olan ülkelerle sağlanacak işbirliği ve gereğin de kurulacak güç birliği.

Bu modellerin ve değişik uygulamalarının politika geliştirip strateji tespiti ve buna bağlı uygulama planı hazırlarken göz önüne alınması gereken, dışarıda bırakılacak yönleri elbette vardır. Ancak önemli olan karar verme mekanizmalarının yapacağı değerlendirmede ülke koşullarının dikkatle ve doğru biçimde tartışılabilmesidir.

Bu etmenlerin her biri ülkemiz örneğinde ayrıntılı şekilde tartışılamamıştır. Ancak, atılması beklenen ilk adım; sorunun niteliğini doğru tanımlamak ve varolan durumu saptamak olarak belirlenebilir. Daha sonra çok gerekli olan insidans ve prevalans çalışmalarının kotarılması ve başlamış olanların -eğer varsa-bir an önce tamamlanmasıdır.

Herhangi bir sorun alanında politika oluşturmanın anlamı; karar verme mekanizmalarının tanımı ile eylemin niteliğinin ve yönünün saptanması olarak ifade edilebilir. Bu ifade içinde amaçların belirlenmesi / bir araya getirilmesi ve işlevsel bir tümlükte sıralanabilmesi alt başlıkları yer almaktadır.

Aslında varolan verilerin tek bir havuzda toplanması ve bunu sağlayacak standart formlar hazırlayarak veri yolu ağı oluşturulması, başlangıç olarak en ekonomik olanıdır. Varolan verilerin ülkemizdeki bilinen kaynakları hastaneler ve güvenlik güçlerinin ilgili birimleridir. Oysa sağlık ocaklarından dispan-


serlere benzeri pek çok yapı bu amaçla kullanılmak üzere yeniden yapılandırılabilir. Varolan sistem içinde işe yarayacak diğer bir işlem 'raporlaştırma' olup, madde kullananların özellikleri hakkında bilgi vermesi dışında insidans ve prevalans açısından daha sağlıklı belirlemelere izin veren bir esneklik barındırmaktadır. Böylelikle madde kullanmaya yönelik eğilimlerin sosyo-kültürel çerçevede saptanması; risk gruplarının tanımı ve önleme/koruma çabalarının sonuçlarının değerlendirilmesi olanaklı olacaktır. Ulusal politikalar denince ilk çağrışım merkezi hükümetçe geliştirileceği yolundadır. Uygulama ise gene merkez denetiminde bölgesel olarak ele alınmaktadır. Buna seçenek oluşturacak diğer kurgu ise, doğrudan yerinde ve özerk olarak hazırlanacak ve yerel yönetimlerce uygulanacak politikalardır. Türkiye koşullarda merkezi yönetim örgütlenmesinden yerel yönetim örgütlenmesine doğru başlayan sancılı geçiş tüm sorunlarıyla halen sürmektedir. Dolayısıyla ülkemiz için düşünüldüğünde bu geçiş mutlak dikkate alınmalı ve olanaklar ölçüsünde dengeli bir bütünlük sağlanmaya çalışılmalıdır. Bu amaçla hukuksal varlığı tartışmasız olan ve yetkilendirilmiş bir kurul ulusal bir politikanın yasal doğuşunun ilk evresi olarak düşünülmeli ve benimsenmelidir. Kurulun ilk görevleri arasında tüm yapı ve örgütlerle işbirliği ve güç birliği koşullarını -kısa sürecek bir tartışma takvimi ile- ortak bir platforma

taşımak daha sonra da strateji / program ve politikaları yapılandırmaya çalışmak sayılabilir

Önleme kapsamında ele alınacak ve ulusal bir politikanın en önemli isterlerinden biri de yasal düzenlemelerdir.Yasal düzenleme bir yandan temin ve talebe yönelik engelleri -günün değişen koşullarına göre- belirlerken ulusal politika işleyişinin bürokratik engellere takılmadan yürümesini sağlama amacı da gütmektedir. AAK VE UYUŞTURUCU İLE MÜCADELE, TAKİP, YÖNLENDİRME KURULLARI Milli Güvenlik Kurulunun 26 NİSAN 1996 Tarih ve 393 Sayılı Kararı'nda; uyuşturucu ve uyarıcı maddelerin kullanımı ve bağımlılığı ile mücadele faaliyetlerini yürütmek ve alınacak tedbirleri tespit ve koordine etmek üzere Uyuşturucu Kullanımı ile Mücadele Takip ve Yönlendirme Üst ve Alt Kurul-

lan'nın oluşturulması öngörülmüş ve MGK'nın bu kararı, Başbakanlığın 13.05.1996 Tarih ve B.02.0.KKG/165-107/2001 Sayılı Direktifi ile gereğinin yapılması ricasıyla ilgili Bakanlıklara iletilmiştir. Ayrıca MGK'nın uyuşturucu ile mücadele konusunda alınması gereken tedbirlere ilişkin 393 Sayılı Kararının kabulü ve ekindeki listede adları belirtilen Bakanlıkların bu konuda görevlendirilmeleri hususu, Bakanlar Kurulu'nun 25.07.1997 Tarih ve 97/9700 Sayılı Kararı'nda belirtilmiş ve Bakanlar Kurulu'nun bu kararı da 12.08.1997 Tarih ve B.02.0.KKG/165-107/3474 Sayılı Başbakanlık yazısı ile ilgili Bakanlıklara iletilmiştir. Bir önceki başlık altında değinilen arayışların gerçekleşmesindeki en önemli adım, bu kurulların hayata geçirilmesi olmuştur. Ulusal bir platformda iş birliği ve güç birliği biçimindeki dayanışmayı simgeleyen bu kurulların günümüze dek olan süreçte yaşadıkları ise ayrı bir yazının konusu olacak kadar renkli ve kapsamlıdır.


İstanbul'da 22 Şubat 1945 Tarihinde Elli Yıllık Evliler İçin Fatih Halkevi'nin Düzenlediği Törene İlişkin İki Belge • Dursun AYAN (*) • Özbay Güven (**) (*) Dr., Uzman Sosyolog, Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı - Ankara (**) Doç. Dr. Gazi Üniversitesi Beden Eğitimi Spor Yüksek Okulu-Ankara

Özet Ailenin toplum hayatındaki önemini vurgulamak için İstanbul - Fatih Halkevi tarafından 50 yıl ve daha fazla süre evli olan 54 çift için bir kutlama yapılmıştır. 22 Şubat 1945 tarihindeki kutlamada şehir turu, Taksim Belediye Gazinosu'ndaki tören, yeni evlenen dokuz çiftin nikahı vardır. Geleneksel Türk evlilik törenlerindeki folklorik unsurlar bu programda yer almıştır. Konu ile ilgili belgeler Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı, Cumhuriyet Halk Partisi katalogundandır. Anahtar kelimeler: Aile, Halkevleri, İstanbulFatih Halkevi, Evlilik töreni

Summary Two Documents Conceming with the Celebration Ceremony for Couples Have Been Married for 50 Years Organized by Fatih Halkevi on 22 nd, February 1945 in istanbul For emphesaizing the importance offam iIy in the societal life, İstanbul-Fatih (a provinciel subdivision in central İstanbul) Halkevi ( House of Commons / People's Homes, educational and cultural public organization units of Republican People's Party) organized a celebration program for 54 couples have been married for 50 years and more. The program was date of February 22 nd, 1945 and, consists ofcity excursion, ceremony at Taksim Municipality Music-Hall, Wedding Ceremony for 9 new married couples. Folkloric elements oftraditional Turkish vvedding ceremonies had take part in this program. Documents concerning with the subject are from Cumhuriyet Halk Partisi ( Republican People's Party) Catalog in Prime Ministry State Archives General Directory, Department of Turkish Republic Archive Key words: Family, Halkevleri (House of Communs/People's Houses), İstanbul-Fatih Halkevi,


1. SUNUŞ Ekte sunulan iki belge ile gazete haberi, görüleceği gibi ve doğal olarak tarihleri itibariyle, Latin alfabesinde kaleme alınmıştır. Belgelerin anlaşılması okuyucu açısından zor değildir. Bu nedenle belgelerin olduğu gibi verilmesinde sakınca görülmemiştir. Belgelerin detaylı künyesi şöyledir. (Belge tarihi: 15.1.1947; sayı / dosya: 5; Belgenin yer numarası:490 1/835 300 1; Konusu: İstanbul Halkevi'nin faaliyetleriyle ilgili istek ve şikayetler; Belgenin sayfaları: 104, 105, 106) Birinci belge iki sayfadan meydana gelmektedir ve CHP Fatih Halkevi'nin, düzenledikleri törene ilişkin Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliğine yazdığı faaliyet raporudur. Rapor Fatih Halkevi Başkanı Müçteba Or tarafından imzalanmış ve yayım şubesine takdim edilmiştir. İkinci belge Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliğinin Fatih Halkevi Başkanlığı'na, onların raporuna cevaben yazdığı 27 Mart 1945 tarih ve 75666 sayılı kutlama ve teşekkür yazısıdır. Bu yazıda da ailenin önemini belirten cümleler ve İstanbul'da yapılan resmî bir törenin içerdiği folklorik malzeme konumuz açısından önemli bulunmuştur. Gazete haberi ise Akşam Gazetesinin 23 Şubat 1945 tarihli baskısındandır. 2. HALKEVLERİ HAKKINDA KISA NOT

Tek partili dönemde, Halkevleri, Cumhuriyet Halk Partisi'nin ülke genelinde örgütlendiği, halkla teması sağlayan kültür ve eğitim birimleridir. Halkevleri konusu uzun zamandır araştırmacıların ilgisini çekmiş, bu konuda bazı çalışmalar yapılmıştır. Halkevleri 19 Şubat 1932 tarihinde açılmıştır*1). 1910 yılının başlarında kurulan Türk Ocaklarının bir devamıdır. Bu iki kurumun kuruluşu, Türk aydınları tarafından geniş halk kitlelerinin eğitimi için düşünülmüş ve gerçekleştirilmiştir. Ancak, zamanla, özellikle çok partili döneme geçilmesiyle birlik-

te, bazı kurumlar gibi bu kurumlar da siyasal işlevleri kültürel işlevlerinden öne geçmiş, bazı siyasî tartışmalarının konusu olmuştur. N. Ersin'e göre; "Halkevleri, okul tahsilinin yanında halk eğitimi yapmak ve halkı birlikte çalıştırmak, bütün kuvvetleri ulvî bir maksat etrafında toplamak ihtiyacının duyulması üzerine Atatürk tarafından 1931 tarihinde kurulmasına karar verilen ve 19 Şubat 1932'de açılan Kültür Ocaklarının adı. Tüzüğündeki esaslara göre, partili partisiz herkesi toplayacak, birleştirecek ve tanıştıracak olan bu millî kültür ve eğitim yuvaları milliyetçilik, laiklik ve devrimcilik prensipleri içinde çalışmalarına başladı. Sınıf, yaş ve seviye farkı gözetmeksizin kadın, erkek, yetişkin bütün yurttaşların serbestçe girip çalışabileceği çok feyizli birer kültür ve halk eğitim merkezleri halini aldı. Milleti şuurlu, birbirini anlayan, birbirin seven, milli ideale bağlı bir topluluk haline getirmek için teşkilatlanan Halkevlerinin Türk İnkılâbı değerlerinin korunmasına, yayılmasına, hak tarafından benimsenmesine çalışmak da gayeleri arasında idi." (2) Belgelerin matbu şeklinden de anlaşılacağı gibi, Halkevleri Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) bir kuruluşudur. Faaliyetleri hakkında tek partili dönemin devlet partisi olan CHP'nin Genel Sekreterliğine bilgi vermektedir. Halkevi başkanları CHP'nin yöredeki parti örgütünce seçilmekte, sadece Ankara Halkevi başkanı CHP Genel İdare Heyeti tarafından seçilmektedir. Nüfusun az olduğu yerlerde Halkevlerinin yerine Halkodaları kurulmuştur. 8 Ağustos 1951 yılında Halkevlerinin kapanmasına kadar 478 Halkevi, 4322 Halkodası (3) hizmet vermiştir (4). Yapılan yayınlarla, yurdun çeşitli yerlerinde inşa edilen binalarla Türk kültür hayatında iz bırakan "Halkevleri için ondokuz yıl çeşitli kaynaklardan (48.637.780.-TL) para aktarılmıştır." (5)

(1) Halkevleri ve o dönemde kurulan diğer bazı kurumlar için bkz. Nilgün İnce, IV. TBMM Dönemi Türk Siyasi Hayatı (1931-1934), Hacettepe Üniversitesi İnkılâp Tarihi Enstitüsü, yayınlanmamış yüksek lisans tezi, 1993 Ankara. (2) Necmeddin Esin, "Halkevleri", Türk Ansiklopedisi, cilt. 18, (s. 411-412). (3) Bu rakamlar bazı yayınlarda ufak tefek farklılıklar göstermektedir. (4) Tevfik Çavdar, "Halkevleri", Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim yay., cilt 4, (s. 878-884). (5) Esin, yage, s. 412.


Halkevlerinin kuruluşunda dokuz ana çalışma konusu belirlenmiştir: 1-) Telkin, terbiye, tez aşılamak - Dil ve Edebiyat Şubesi, 2-) Mürebbi Sanat - Ar (Sanat) Şubesi, 3-) Tiyatronun eşsiz telkin Kudreti - (Temsil) Şubesi, 4-) Seçkin tekler değil gürbüz yüzbinler - Spor Şubesi, 5-) Sevinç ve Dertte Ortaklık - Sosyal Yardım Şubesi, 6-) Ümmilikle savaş - Dershane ve Kurslar Şubesi, 7-) Kahveden kütüphaneye - Kitapsaray (Kütüphane) ve Yayın Şubesi, 8-) Memleketin imarı, köyün imarı - Köycülük Şubesi, 9-) Millî Tarih ve Benlik-Tarih ve Müze Şubesi (6). Bu konular, hem Halkevlerinin kurulduğu yıllarda dünyada kendini gösteren ekonomik krizden Türkiye'nin az etkilenmesini amaçlayan siyasanın manevî ve psikolojik desteği için anlamlıdır, hem de Halkevlerinin öncesinde aynı amaçlı bir düşünce olan Türk Ocakları kuruluş ilkelerinin değişik isimle uygulamaya geçmesi bakımından anlamlıdır. Çünkü "milliyetçilik" yerine "devrimcilik" ilkesinin ön koşun (plan)'a çıkarılmak istenmesi bu iki kurum arasındaki fark olarak da belirtilmektedir (7) "Recep Peker yaptığı bir konuşmada "Halkevlerinin gayesi ulusu katılaştırarak ve sınıfsız katı bir kitle haline getirmektir." (8) demektedir. Türk Ocakları da fiilen 1911, resmen 1912 yılında kurulan bir kuruluş olarak Osmanlı'nın zor günlerinde ortaya çıkmıştır. Kuruluşundaki üç ilke şöyledir: 1-) Cemiyetin maksadı akvam-ı islâmiyenin bir rükn-i mühimi olan Türklerin millî terbiye ve ilmî, içtimaî, iktisadî seviyelerinin terakki ve i'lâsıyla Türk ırk ve dilin kemaline çalışmaktır. 2-)Cemiyet maksadını elde etmek için Türk Ocağı adlı kulüpler açarak dersler, konferanslar, müsamereler tertip, kitap ve risaleler neşrederek, mektepler açmağa çalışacaktır. 3-) Ocak maksadını tahsile çalışırken, sırf millî

ve içtimaî bir vaziyette kalacak, asla siyaset ile uğraşmayacak ve hiçbir vakit siyasî fırkalara hadim bulunacaktır." (9) Özellikle kuruluş dönemlerinde Halkevlerinin etkinlik alanları ve Türk Ocaklarının kuruluş ilkeleri arasındaki benzerlik dikkate değerdir. Kaldı ki Türk Ocakları'nın "İçtimaî bir mektep zarureti" (10) olduğu düşüncesi kuruluş döneminde ana ilke olmuştur. Burada yeniden CHP ile ilgili İsmet İnönü'nün Kamutay'da (TBMM'de) 5. 7. 1934 tarihinde yaptığı bir konuşma hatırlanabilir. " Cumhuriyet Halk Partisi'nin son inkişaf devri hususî siyasî bir partinin dar çerçevesinden çıkarak bütün vatandaşlara kucağını açan içtimaî ve millî bir müessese halini almıştır." OD Bugünkü siyasal çağrışımları ne olur ise olsun hem Halkevleri hem de Türk Ocakları aydınlar tarafından geniş halk kitlelerini eğitmek amacıyla kurulan kuruluşlar olarak Türk kültür hayatında yerini almaktadır. Demek gerekir ki Türk Ocakları ve Halkevleri Türk kültür tarihinde, tamamen olmasa da önemli ölçüde, siyasî partilerden ayrı düşünülmesi gereken olgulardır. Demokrat Parti'nin siyaset sahnesine çıkmasıyla birlikte siyasî partilerin örgütlenmeleri siyaset yapma bakımından içerik değiştirmiştir. Çok partili hayatın gidişatı içinde CHP'nin bir birimi olarak 8 Ağustos 1951 tarihinde 530 sayılı kanunla (12) Halkevlerinin kapanması durumu ortaya çıkmıştır; hatta 1947 yılında yapılan CHP Yedinci Büyük Kurultayı'nda partili partisiz herkesin Halkevlerine gelebileceği kabul edilmiş olsa da; 27. Mayıs İhtilali'nden sonra Halkevleri yerine Türk Kültür Dernekleri kurulmuş, bu derneklerin kamu menfaatine yararlı dernek olarak kabulü Bakanlar Kurulunca tas-

(6) Neşe G. Yeşilkaya, Halkevleri; İdeoloji ve Mimarlık, İletişim yay., İstanbul, 1996. (7) Bu konuda karşılaştırma: Tevfik Çavdar, Yaygın Eğitim ve Halkevleri, Eskişehir İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi yayınlarından., Yusuf Sarınay, Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Gelişimi ve Türk Ocakları, 1912-1931, Ötüken yay., İstanbul, 1994. Ayrıca bkz. diğer kaynakça. (8) Çavdar, yage, s. 879. (9) Hüseyin Tuncer, Yücel Halacoğlu, Ragıp Memişoğlu, Türk Ocakları Tarihi 1. Cilt, Türk Yurdu yay., Ankara 1998, s. 15. (10) Dursun Ayan, "Millî ve İçtimaî Bir Cemiyet Lüzumu", Nuri Gürgür ile Söyleşi, Düşünen Siyaset, (Sağ Siyaset Özel Sayısı), sayı. 9, Ekim 1999, s. 81-90. (11) Neşe G. Yeşilkaya, s. 64. (12) Esin, yage, s. 412.


tik olunmuştur. Sayıları seksenbeşi bulan Türk Kültür Dernekleri 22 Nisan 1963 tarihli olağanüstü kongrede yeniden Halkevlerine çevrilmiştir. 1965 tarihli yeni Halkevleri tüzüğünün 2. Maddesi derneğin tüzel kişi olarak siyasetle uğraşmayacağı ve hiçbir siyasi partiye bağlanmayacağı hükmünü getirmiştir (13). Ancak Halkevleri varlığını sürdürememiştir (14). 3. TÜRK TOPLUMSAL HAYATINDA AİLENİN KORUNMASI ESASTIR Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı'nın kurulmasında ve işlerliğini sürdürmesinde en önemli kültürel ve yasal meşruiyet unsuru, 1981 Anayasası Madde: 41'de belirtilen, "Aile toplumun temelidir" ilkesidir. Anayasada somutlaşan bu fikir / ilke daha önceki yıllardan beri hem Türk toplumunda hem de dünyanın değişik toplumlarında yaşatılagelmektedir. Evlilikleri uzun süreli olanlarının makbul tutulması, ailelerin ve eşlerin zaman zaman törensel ve maddî, ama her zaman manevî olarak onurlandırılmasına neden olmuştur. Topyekün toplumsal yapı ve kısmı sosyolojik birimlerdeki toplumsal değişme, ve tek tek insanların aile, birey, birliktelik, biz, ben ve öteki kavramları anlayışlarındaki değişme dünyanın bazı gelişmiş ülkelerinde olduğu gibi Türkiye'de de boşanma oranlarını ve sayısını fazlalaştırmaktadır.

Kentleşme ve tesadüfi nüfusa dayalı yapılardaki sosyo-ekonomik gündelik hayat örüntüsü dikkate alındığında, büyük kentlerde özellikle evliliğin önemini ön plana çıkartan törenler ve katılımlar kendisini göstermektedir. 1945 yılında İstanbul düşünülürse, Türkiye'nin en büyük kenti olduğu ve göçlerin burada öbeklenmeye başladığı bilinmektedir. Ancak aynı zamanda nüfus yapısının ve sosyo-kültürel yapının önemli değişimlerin eşiğine geldiği de dikkatten kaçmamalıdır: Bürokratik yapılanma, sanayi ve ticaretin İstanbul için önemi ve bu hayat tarzının popüler yansımaları, eğlence kültürünün aileyi olumsuz etkileyen yanları, 1950 sonrasına oranla az da olsa Anadolu'dan ve başka yerlerden gelen göçler İstanbul'un nüfus kompozisyonunun etkilemiştir. Elli yıllık evlileri kutlama töreninin İstanbul'da yapılması bu bakımdan anlamlıdır. Yoksa son zamanlarda artan aile içi huzursuzlukların, boşanmaların bazı işaretleri o günlerden mi veriliyordu? Ailenin korunmasının bu tür törenlerle bir anlamda teşvik edilmesi, törenlerde geleneksel ve folklorik unsurlara yer verilerek romantik ve nostaljik bir hava yaratılması, bunların İkinci Dünya Savaşı yıllarında olması, ayrıca kutlamada geleneksel düğünlerdeki yemek ve tören unsurlarının kentsel bir ortamda yaşatılması önemlidir. Belgede belirtilmemekle birlikte, törene deyinen gazete ve dergilerde kına gecesinden de bahsedilmektedir (15).

(13)Esin,yage,s412. (14) Halkevleri konusunda yapılan çalışmaların bir dökümünü yapmak işine burada girilmemiştir. Okuyucunun, bu yazının dipnotlarında verilenlerin dışında, kaynakçalara ulaşacağı, okumasını ilerleteceği birkaç çalışma olarak şunlara bakılabilir: Tevfik Çavdar, Yaygın Eğitim ve Halkevleri, Eskişehir İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi yayınlarından / Mahmut Şakiroğlu, "Halkevi Dergileri ve Neşriyatı"; Kebikeç, II-3, (1996) / Nurettin Güz, Tek Parti İdeolojisinin Yayın Organları Halkevleri Dergileri (1932-1950), Ankara, 1995 / Ömer Türkoğlu, "Halkevlerinin Kuruluş Amaçları, Örgütsel Yapısı ve Bazı Uygulamaları", Kebikeç, II-3, (1996) /Nejdet Bilgi, "Yeni Doğuş: Manisa Halkevi Dergisi", Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: 49 / Taha Parla, Türkiye'de Siyasal Kültürün Resmî Kaynakları, (değişik zamanlarda yayınlanan üç ciltlik çalışma) / Derleme Yazılar, Halkevleri ve Halk Eğitimi, Atatürk ve HalkevleriAtatürkçü Düşünce Üzerine Denemeler, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1974 / Anıl Çeçen, Halkevleri, Gündoğan yay., Ankara 1990/ Şevket Süreyya Aydemir, "Türk Ocağından Halkevine" Halkevleri Dergisi, Sayı. 76 / CHP'nin etkinliklerine ilişkin bilgi veren yayınlarda ve raporlarda da Halkevleri hakkında birinci elden bilgiler yer almaktadır. (15)23. Şubat 1945 tarihli Cumhuriyet gazetesi 1. sayfada bir fotoğraf verilmekte, konu ile ilgili haber 1. ve 3. Sayfalarda yer almaktadır. Törene 55 çiftin katıldığına ve kına gecesine deyinilmektedir: 23. Şubat 1945 tarihli Akşam gazetesi İstanbul valisi ve belediye başkanı olan Dr. Lütfi Kırdar'ın törene katıldığını ve ödülleri verdiğini bildirmekte, kına gecesine ve köçeklerin gösteri yaptığına deyinmektedir. Dönemin magazinel ve edebî konularını bütünleştiren haftalık dergisi Yedigün (626 nolu ve 4. Mart. 1945 tarihli sayısı) törene haftanın aktüalitesi kısmında 8. Sayfada üç adet fotoğrafla yer verilmiştir.


4. DEĞERLENDİRME 4.1. Törende Çağcıl ve Geleneksel Unsurların Birleştirilmesi

Törende (jübile ve altın yıl günü denilmekte) yeni evliler ile birlikte elli yıllık evlilerin de otomobil ile şehirde gezdirilmesi, kırsal kesimde at ile yapılan gelin alayının çağcıl bir görünümü olarak kendisini göstermektedir. Cumhuriyet Anıtı'na çelenk konulması ve İstiklal Marşı'nın törene dahil edilmesi, sadece bu tören için, geleneksel unsurlardan büyüklerin ziyaret edilmesini ve düğün evine bayrak asılmasını çağrıştırmakta, onların yerini almaktadır denilebilir. Ritüellerin yaşatılması bakımından bu durum önemlidir. Geleneksel yemekler, eski ve yeni evlilerin kol kola salonda yerlerini almasını bir tür yeni evlilik töreni normu gibi değerlendirmek mümkündür. Çünkü salon düğünü kavramı/olgusu kentleşme sürecinin ilerleyen yıllarında geleneksel / yerel unsurları da taşıyarak kendini sosyolojik anlamda kurumlaştırmış, ticari anlamda sektörleştirmiştir. Toplumsal değişme kuramları açısından bu dereceli değişme önemlidir. Etnografik anlamda, bu törendeki normlar eskiyeni, kırsal-kentsel, doğu-batılı etkileşiminin bir örneğidir. Buna benzer durumlar bugün büyük kentlerin pek çok yaşam alanında kendisini göstermektedir. Törenin Perşembe gecesine denk gelmesi, eğer programların ayarlanmasında zorunluluk değil de bilinçli bir tercih ise, sürekliliği olduğu düşünülen diğer bir geleneği işaret etmektedir ki, bu gelenek kendisini bir kına türküsünde yeralan "Perşembe gecesi bize gelesi" mısrasıyla oldukça somut şekilde ortaya koymaktadır. Toplumsal değişme kuramları açısından bakıldığında; Yapısal-fonksiyonalist (Structural-fonctionalism) kuramı çağrıştırır öğeler vardır. Bu kurama

Türkiye'deki örneklerden hareketle "tampon kurumlar/tampon mekanizmalar kavramları / olguları ile katkıda bulunan Mübeccel Kıray'ın toplumsal değişme anlayışları hatırlanabilir. Ayrıca gene aynı ekolden Amerikalı sosyolog Robert K. Merton'un "Innovation (= bidat = yenilik yaratma) kavramı da anlamlıdır. 4.2. Gündelik Hayatın Sosyolojisi Değişme kuramları, tarihin belirli dönemlerde akışı hakkında kuramsal ve yukarıdan tutturma önemli düşünceler belirtmek düşünüm kültürü için ne kadar önemli olur ise olsun gündelik hayatın taşıyıcısı olan insanlar her gün yeni cazibe alanları bularak kendi ruh dünyalarında kırılmalar yapabilmekte, böylece de toplumdan ve insandan kaynaklanan genel sorunların baskısından bir ölçüde de olsa kısa süreli uzaklaşarak nefes alabilmektedir. Törende elli yıl ve üzeri evlilere birer altın, yeni evlilere birer gümüş madalya verilmesi, Türkiye'nin ünlü okuyucusu / ses sanatçısı Müzeyyen Senar Işıl'ın konserini ücretsiz dinleyebilmek, Gümrük İdaresinin, Tekel İdaresinin, Yerli Mallar Pazarlarının, özel sektör kuruluşlarının armağanları bir gündelik hava yaratmaya yeterli olmuştur. Basında törenle ilgili, 93 sayfa yazının yayınlanması (yazılar jübile başlığı ile yayınlanmış), bu yazıyı okuyanların kendi evliliklerine bir değer atfetmelerinde mutlaka farklı psikolojik tonlamalar yaratmıştır. Eğlence kültürünün o zamanların İstanbul'unda gazino ağırlıklı olarak seçkinleşmesi törene katılımın yüksek düzeyde olmasını sağlamış ve yeterli davetiye dağıtımı yapılamamasına neden olmuştur.


5. BELGELER





HIV/AIDS Epidemiyolojisi ve Korunma Dr. Aygen TÜMER (*), Prof. Dr. Serhat ÜNAL (**) (*) Hacettepe HIV/AIDS Tedavi Araştırma Merkezi (HATAM) Koordinatörü (**) Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı, İnfeksiyon Hastalıkları Ünitesi Başkanı, HATAM Müdürü

Özet Dünyada ilk HIV/AIDS vakası 1981 yılında saptanmıştır. 1981-2000 yılları arasında HIV infekte kişilerin sayısı 36.1 milyondur. Aynı periyoddaki HIV/AIDS nedeni ile ölenlerin sayısı 21.8 milyondur. Türkiye'de ilk HIV pozitif vaka 1985 yılında rapor edilmiştir. Ocak 1985 ile Aralık sonu 2000 tarihleri arasında 1141 HIV/AIDS vakası (364 AIDS vakası ve 777 HIV infekte vaka) Sağlık Bakanlığı'na bildirilmiştir. Dökümente edilmiş HIV infeksiyonlarının %77.9'u 15-49 yaş arası genç erişkinler arasında görülmektedir. Türkiye'de HIV/AIDS vakalarının cinsiyete göre dağılımı ise %71.3 erkekler ve %28.7 kadınlardır. HIV pozitif kadın sayısının arttığı saptanmaktadır. Total 1141 vaka infeksiyonu kapma şekillerine göre gruplanırsa; %49.2'i heteroseksüel cinsel temas, %8.24'ü damar içi madde kullananlar ve %8.15'i ise homoseksüel cinsel temastır. %28.13 gibi büyük bir oranda bilinmeyenleri oluşturmaktadır. Türkiye'de HIV/AIDS infeksiyon artma hızı halen erken dönemde olmasına rağmen, HIV positif hasta sayılarının arttığı gözlenmektedir. Vakaların büyük çoğunluğunu 15-49 yaş arası gençler oluşturmaktadır ve kadın vakaların sayısı giderek artmaktadır. Halen heteroseksüelcinsel temas ana bulaş yolunu oluşturmaktadır.

Summary The first HIV/AIDS case in the world was reported in 1981. The number of HIV infected people in the period 1981-2000 was ahout 36.1 million. The number ofdeaths between this period was 21.8 million. İn Turkey the first HIV positive case was reported in 1985. A total of 1141 HIV/AIDS cases (364 AİDS cases and 777 HIV infected cases) have been reported to the Ministry of Health between january 1985 and end of December 2000. Among documented HIV infections 77.9 % occurred in young adults between 15 and 49 years ofage. The distribution of HIV/AIDS cases according to sex is 71.3% nıale and 28.7% female in Turkey. There is an increasing proportion of HIV positive women« The total 1141 patients were grouped according to their infection patterns. The results are; 49.2% heterosexual intercourse, 8.24% are intravenous drug use and 8.15% homosexual intercourse. The infection pattern in 28.13% of cases w er e unknown. Although the HIV/AIDS infection rate is stili in its early stage, the number of HIV patients is increasing in Turkey. Most of the cases belong to the 15-49 years age group and the percentage of female cases are rising continuously. Atpresent heterosexual intercourse is the main transmission route.


1981 yılında tanımlanan ve 20 yıldır 36.1 milyon kişinin mücadele ettiği, beraber yaşamaya çalıştığı, çağımızın salgını olarak kabul edilen hastalık, AİDS. Dünyada günde 14 500, dakikada 10 yeni vaka HIV/AIDS hastalığı ile tanışmaktadır. HIV/AIDS hastalığı ilk defa 1981 yılında Amerika Birleşik Devletlerin'de ve Haiti'den gelen göçmenlerde tanımlanmış ve bu hastalığa "Akkiz İmmün Yetmezlik Sendromu" adı verilmiştir. 1981 yılına kadar Pneumocystis carinii pnömonisi (PCP) ve Kaposi sarkomu (KS) vakalarının sporadik olarak görüldüğü ve herhangi bir probleme neden olmadığı bilinmekte idi. Aynı tarihlerde Los Angeles, San Fransisco ve New York'ta sağlık merkezi klinisyenleri ve epidemiyologlar özellikle genç homoseksüel erkeklerde, birlikte görülen hastalık tablolarını fark etmişler ve bu vakaları Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezine (Centers for Disease Control and Prevention, CDC) bildirmişlerdir. 8 Haziran 1981 yılında Amerika Birleşik Devletlerin'de sürveyans çalışmaları başlamış ve Şubat 1983 tarihine kadar 1000 HIV/AIDS vakası bildirilmiştir. İkinci 1000 vaka Temmuz 1983 tarihine kadar, üçüncü 1000 vaka ise bu tarihten 5 ay sonra bildirilmiştir. İlk başlarda HIV pozitif kişiler az sayıda olmaları ve homoseksüel erkek grubunda görülmeleri nedeni ile fazla ilgi çekmemiştir. Ne zaman ki biseksüel erkekler aracılığı ile kadınlara ve infekte hamile kadınlardan da virüsün bebeklere geçmesi ile vaka sayıları giderek artmaya başlamış, dünyanın ilgisi bu hastalık üzerine yoğunlaşmıştır. Bunu dikkate alan tıp dünyası, gönüllü kuruluşlar ve kişiler hastalığın öneminin anlatılabilmesi, toplumun bilgilendirilmesi ve korunma yollarının öğretilmesi için faaliyetler düzenlemeye başlamışlar ve 1 Aralık gününü de "Dünya AİDS Günü" olarak ilan etmişlerdir. Dünya Sağlık Örgütü her yıl 1 Aralık için bir slogan belirlemekte ve tüm ülkeler bu çerçevede toplumu bilgilendirmeye yönelik çalışmalar yapmaktadırlar. 2000 yılının sloganı "21. Yüzyıl AİDS Epidemisi: Arası giderek daha açılan uçurum!" olarak belirlenmiştir. 2000 yılının sloganındaki amaç, Afrika'da önlemlerin alınamaması sonucu dünyanın diğer ülkeleri ile kıyaslandığında hasta ve ölüm sayılarının

giderek daha da artması ve bu konu üzerine dikkatlerin çekilmeye çalışılmasıdır. 2001 yılı için belirlenen slogan ise "Erkekler fark yaratır!" dır. Bu slogan ile vurgulanmak istenen, erkeklerin HIV/AIDS hastalığından korunmada aktif rol oynayabilmelerini sağlamak, dolayısı ile kadınlara ve bebeklere HIV infeksiyonunun geçişini azaltmaya çalışmaktır. Kan ve kan ürünlerinin rutin HIV yönünden taranması, tedavide kullanılan antiretroviral ilaçların bulunması, fırsatçı infeksiyonların profilaksisinin yapılabilmesi, yaygın ve etkili eğitim programlarının uygulanmaya başlanması ile HIV/AIDS epidemisinde son yıllarda önemli değişiklikler gözlenmeye başlamıştır. DÜNYADA HIV/AIDS UNAIDS (Birleşmiş Milletler HIV/AIDS Ortak Programı) verilerine göre dünyada 1993 yılında toplam 14 milyon, 1998 yılında 33.4 milyon, 1999 yılında 33.6 milyon HIV/AlDS'li kişi yaşarken Aralık 2000 yılı sonunda bu rakamlar 36.1 milyona ulaşmaktadır. Epideminin başı olan 1981 yılından beri 21.8 milyon kişi hayatını HIV/AIDS nedeni ile kaybetmiş olup, vakaların 17.5 milyonu 15-49 yaş arası erişkin ve 4.3 milyonu 15 yaş altı çocuklardan oluşmaktadır. 2000 yılı içinde 3 milyon yeni HIV/AIDS vakası bildirilmektedir. Veriler, son iki yıldır toplam HIV/AIDS vakalarında bir önceki yıla göre %10 oranında bir artış olduğunu ve yeni infekte vakaların %10'unun 15 yaş altı ve %50'nin ise 15-24 yaş arası gençler olduğunu bildirmektedir. Epidemide yaşanan önemli değişikliklerden biri, 20 yaş olan hastalığın ilk görülme yaşının 15 yaşa inmesidir. Gençlerin bu hastalığa daha yatkın olma nedenlerinin HIV/AIDS ve cinsel yolla bulaşan diğer hastalıklar konusunda bilgilerinin kısıtlı olması ve bilgileri olsa bile nasıl korunulacağını bilmiyor olmalarından kaynaklandığı düşünülmektedir. Epidemide yaşanan ikinci önemli değişiklik ise epideminin başlarında %20 olan kadınlarla erkeklerin oranının %40-50'lere yükselmiş ol-


masıdır. Epidemiyologlar kadın erkek oranındaki bu eşitlenme trendinin geriye dönemeyeceğini tahmin etmektedirler. Tüm HIV/AIDS vakalarının %94'ü gelişmekte olan ülkelerde, %89'u da Sahra-altı Afrika, Güney ve Güney-doğu Asya'da görülmektedir (Şekil 1). Aralık 2000 yılı verilerine göre toplam 36.1 milyon vakanın 26.3 milyonu Sahra-altı Afrika'dan, 5.8 milyonu ise Güney ve Güney-doğu Asya'dan bildirilmektedir. 1980'li yılların başlarında Kuzey Amerika ve Avrupa ülkelerinde ilk vakalar görülmeye başlanmış ve bu ülkelerde 1994 yılından beri her yıl tanı konan yeni vaka sayılarında bir önceki yıla göre artış tespit edilmemiştir. Buna karşılık Afrika, Hindistan, Tayland gibi Asya ülkelerinde vaka sayılarının her yıl katlanarak arttığı bildirilmektedir. Bu farklılığın esas nedeninin eğitimden kaynaklandığı düşünülmektedir, çünkü gelişmiş ülkeler etkin eğitim programları ile hastalığı ve korunma yollarını halkına öğretebilmeyi başarmış gözükmektedir. Mali gücün eğitimde önemli bir faktör olduğu kabul edilmekte-

dir. Gelişmekte olan ülkeler kısıtlı bütçeleri ile giderek artan sayıdaki hastalarını tedavi için gerekli masrafı yapmakta zorlanırken, beraberinde eğitim programlarını yürütememektedirler. Kimi Asya ülkelerinin hükümetleri eğitime büyük finansal kaynaklar ayırmışlar ve özellikle Malezya ve Tayland'da geniş kapsamlı HIV eğitim kampanyaları düzenlenmiştir. Elde edilen ilk sonuçlara göre HIV/AIDS bu iki ülkede Filipinler ve Endonezya kadar hızlı yayılmamaktadır, ancak hastalığın pencere döneminin uzun sürmesi ve davranış değişikliklerinin değerlendirilmesinin net olarak yapılamaması kesin sonuç elde edilebilmesini güçleştirmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin bazılarında ve sanayileşmiş ülkelerde HIV infeksiyonunun yayılımını engellemeye yönelik çeşitli programlar düzenlenmektedir. İthal kan kullanımını sınırlayan politikalar, damar içi madde kullanımının önlenmesine yönelik çalışmalar, temiz enjektör değiştirme programları yapılmış olsa da bunların hiçbiri tek başına HIV bulaşını önlemede yeterli programlar olarak gözükmemektedir.

Şekil - 1 HIV/AIDS vakalarının coğrafi dağılımı (Aralık 2000 UNAIDS)


HIV/AIDS'İN BULAŞMA YOLLARI: Cinsel volla bulaş: HIV infeksiyonunun en önemli bulaş yolu cinsel temasıdır. HIV/AIDS her türlü cinsel temasla (homoseksüel, heteroseksüel, vajinal, oral, anal) bulaşmaktadır. Ancak semen veya kanla temasa neden olabilecek her türlü cinsel temasta bulaş riski bulunmaktadır. Bu tür bulaşa bağışık hiç kimse yoktur. Bulaş için HIV pozitif kişi ile yapılan tek bir cinsel temas bile yeterli olup, cinsel temas sayısı arttıkça bulaş olasılığı artmaktadır. Epideminin başlarında en fazla rastlanan bulaş yolunun homoseksüel cinsel temas olduğu bildirilirken, bugün HlV'nin %55-60 oranında heteroseksüel cinsel temas ile bulaştığı bilinmektedir. Kan ve kan ürünleri ile bulaş: Kanda virüsün yoğun miktarda bulunması nedeni ile, virüsü taşıyan kişilerden alınmış kan ve kan ürünleri ile hastalık bulaşabilmektedir. 1985 yılında antikor testlerinin bulunması ile dünyanın her yerinde kan ve kan ürünlerinin hastaya verilmeden önce HIV yönünden test edilmesi zorunlu hale getirilmiştir. Ülkemizde 1987 yılından beri tüm kan ve kan ürünleri ELISA yöntemi ile test yapıldıktan sonra hastaya verilmektedir. Bu nedenle ülkemizde bu tarihten itibaren kan ve kan ürünleri ile olan bulaş azalmış gözükmektedir. Ancak hastalığın pencere döneminin olması ve acil durumlarda test yapılmadan kan ve kan ürünlerinin kullanılabilmesi, bu yolla az oranda da olsa geçiş olduğunu bildirmektedir. HIV seronegatif olduğu bilinen donörden transfüzyon yolu ile HIV alma riski 1/36000-1/225000 arasında değişmektedir. ELISA yöntemi ile yapılan test HIV tanısında, taramasında ucuz olması, standardize edilmiş bir yöntem olması, güvenilirliğinin %97.3 oranında olması ve çabuk sonuç vermesi yönünden en fazla kullanılan bir yöntemdir. Optimal laboratuvar şartları altında bu testin duyarlılığı %98.6 olarak bildirilmektedir. FDA tarafından lisans alan ELISA kitleri

tanıda kullanılmaktadır. Yalancı pozitif sonuçların varlığı nedeni ile pozitif sonuç çıkarsa ELISA yöntemi ile testin tekrar yapılması ve sonucun "Western blot" ile doğrulanmasının yapılması gerekmektedir. Western blot testi pozitif ELISA testlerini doğrulamak ve HlV'e özgül antikorların hangi viral antijenlere karşı yapıldığını göstermek amacı ile uygulanmaktadır. ELISA yöntemi ile yapılan testten daha pahalı ve daha uzun sürede yapılabilen bir testtir. Yorum kriterlerine bağımlı olmakla birlikte testin özgüllüğü ve duyarlılığı çok yüksektir. Anneden bebeğe bulaş: HIV gebelik süresince, doğum sırasında ve postpartum dönemde emzirmekle bebeğe %20-30 oranında geçebilmektedir. Ancak HIV pozitif anneye gebeliğinin son trimesterında, doğumdan sonra da bebeğe antiretroviral tedavi başlanır ve elektif sezaryen uygulanırsa bu oran % 8-1 Olara düşürülebilmektedir. Sağlık personeline bulaş: Sağlık personeline HlV'nin geçişi iğne, enjektör batması ile, infekte vücut sıvıları ile bulaşmış mukozal temasla mümkün olabilmektedir. İğne batması ile bulaş riski, iğnenin lümen çapının geniş olmasıyla, derine batmasıyla ve iğne üzerinde kanın varlığında artmakta olup, ortalama risk %0.2-0.5'tir. Kaynak hastanın, serokonversiyon döneminde veya hastalığın geç evresinde bulunması yüksek viremi nedeni ile riski artırmaktadır. Mukozal temasta bulaş riski %0.1 olarak bildirilmektedir. Temas eden infekte vücut sıvısının miktarı ve temas süresi bulaşda önem taşımaktadır. Enjektör ve diğer aletlerle bulaş: Damar içi madde kullananlar enjektörlerini, iğnelerini paylaşabildikleri için önemli bir risk grubunu oluşturmaktadırlar. Madde bağımlısı olanların ekonomik nedenlerle para karşılığı seks yapabilmeleri ve ilacın etkisi ile birden çok partnerle ilişkiye girebilmeleri nedenleri ile riskleri fazladır.


HIV'IN BULAŞMADIĞI DURUMLAR HIV birçok vücut sıvısında bulunmasına rağmen sadece kan, semen ve vajinal sekresyonlar aracılığı ile bulaşabilmektedir. Dokunmak, el sıkışmak, sarılmak, aynı yerde oturmak, aynı saunayı, havuzu, banyoyu, tuvaleti paylaşmak, giysilerin ortak kullanımı ile, telefon kulaklığı ile, gözyaşı, ter ile, sivrisinek, böcek, arı sokması ile HIV bulaşmamaktadır. TÜRKİYE'DE HIV/AIDS: HIV infekte vakalar Asya kıtasında her yeni gün artarken Türkiye'nin bunun dışında kalması beklenmemektedir. Ülkemizde bu hastalığa karşı alınması gereken tedbirlerin alınamaması ve eğitim programlarının yeterli etkinlikte olamaması nedenleri ile HIV/AIDS büyük bir sorun olmaya başlamaktadır. Aralık 2000 T.C. Sağlık Bakanlığı verilerine göre 1141 kişi HIV/AlDS'li olarak bildirilmekte olup, bu vakaların 364'ü AİDS basamağında, 777'i ise HIV pozitiftir. Ancak ülkemizde sağlık kayıt sistemleri-

nin özellikle cinsel yolla bulaşan hastalıklar konusunda yeterli çalışmaması ve hastalığın uzun süren asemptomatik döneminin olması nedeni ile gerçek rakamların bunun çok üstünde olduğu tahmin edilmektedir. Türkiye'de ilk vakaya 1985 yılında tanı konmuş ve o tarihten itibaren 1992 yılına kadar vaka ve taşıyıcı sayılarında bir önceki yıla göre fazla artış saptanmaz iken, 1992 yılından beri vaka sayılarında katlanarak artma gözlenmektedir (Grafik 1) Türkiye'de HIV/AIDS vaka sayılarının artma sebepleri şöyle sıralanabilmektedir. • Ülke nüfusunun genç olması: HIV/AIDS en sık 15-49 yaş arası görülmekte olup, T.C. Sağlık Bakanlığı verilerine göre ülkemizde de en sık rastlanan yaş 15-49 arası olarak bildi rilmektedir. • Cinsel yolla bulaşan hastalıklar konusunda bilgilerin kısıtlı olması:

HIV/AIDS VAKALARININ YILLARA GÖRE DAĞILIMI (T.C SAĞLIK BAKANLIĞI 2000)


Turizm sektörünün ülkemizde giderek gelişmesi: Ülkemize her geçen gün daha fazla sayıda turist gelmektedir Özellikle HIV/AIDS vakalarının sık olduğu ülkelerden gelen turistler arasında bu hastalığa yakalanmış kişilerin olma olasılığı fazladır. Yurt dışında çalışan Türk vatandaşlarının çok sayıda olması ve giderek artması: Özellikle yurt dışında uzun süreli bulunan vatandaşlarımız bulundukları ülkedeki hasta sayısının sıklığına bağlı olarak bu hastalığa yakalanabilmektedir. Damar içi madde kullanımının giderek artması: HIV/AIDS bulaş yolları arasında heteroseksüel cinsel temas sonrasında ikinci sırayı damar içi madde kullananlar oluşturmaktadır. Damar içi madde kullananların sayılarının giderek artması HIV/AIDS vaka sayılarının da artmasına neden olmaktadır.

Tablo 1. Türkiye'de yaşayan HIV/AIDS vakalarının yaşlara göre oranları (Aralık 2000) YAŞLAR 0-14 15-49 50-60 Bilinmeyenler

ORAN (%) 2.2

77.9 10.6

dağılımına bakıldığında % 71.3 erkek, % 28.7 kadın olduğu gözlenmektedir. Yaşadıkları yere göre ise; %25'sinin sürekli yaşadığı yerin yurtdışı olduğu, toplam 53 ilden bildirim olduğu ve en fazla bildirimin olduğu illerin İstanbul, Ankara ve İzmir olduğu görülmektedir. Türkiye'de bulaş yollarına göre HIV/AIDS vakaları incelendiğinde (Tablo 2) % 49.2 heteroseksüel cinsel temas, % 8.24 damar içi madde bağımlıları, % 8.15 homoseksüel cinsel temas, % 3.33 transfüzyon alanlar, % 1.23 anneden bebeğe geçiş ve % 0.88 hemofili hastaları ve % 28.13 ise bilinmeyenlerden oluştuğu görülmektedir. % 28.13 gibi büyük bir oran eksik bildirim olduğunu göstermektedir ki, bu da ülkemizdeki epideminin boyutunu öğrenmedeki güçlüğü gözler önüne sermektedir. KORUNMA: HIV/AlDS'de henüz tam kür elde edilebilecek tedavinin olmayışı ve aşı çalışmalarının da devam etmesi nedeni ile epideminin kontrolünün zor olabileceği düşünülmektedir. Ayrıca yaşam kalitesini artırıp, yaşam süresini uzatan antiretroviral tedavilerin ve fırsatçı infeksiyonların profilaksisinde ve tedavisinde kullanılan ilaçların yan etkilerinin fazla olması, kullanım güçlükleri ve yüksek maliyetli olması erken dönemde HIV/AlDS'e özel bir önemin verilmesini ve hastalıkla ilgili eğitimlerin, bilgilendirmelerin hızla yapılmasını kaçınılmaz kılmaktadır.

9.3

Türkiye'de HIV/AIDS vakalarının cinsiyete göre Tablo 2. Bulaş yollarına ve cinsiyete göre HIV/AIDS vakalarının dağılımı BULAŞ YOLU Heteroseksüel cinsel temas İv madde bağımlıları Homo/biseksüel cinsel temas Transfüzyon alanlar İnfekte anneden bebeğe geçiş Hemofili hastaları Nozokomial bulaşma Homo/biseksüel cinsel temas+iv madde bağımlıları Bilinmeyenler TOPLAM

(Aralık 2000)

ERKEK

KADIN

TOPLAM

320 89

241 5

561 94

93

0

93

24 8 9

14 6 1

38 14 10

4

1

5

5 262

0 59

321

814

327

1141

5


Korunma, virüsün cinsel yolla, kan yolu ile ve anneden bebeğe geçişi önleme esasına dayanmaktadır. Cinsel yolla bulaşa karşı korunma: En sık bulaş yolu cinsel temasla olduğu için bu yolla korunma büyük önem taşımaktadır. Cinsel aktiviteden tamamen kaçınarak veya infekte olmayan partnerle monogamik bir ilişki sürdürerek kesin olarak HIV infeksiyonunun bulaşı önlenebilmektedir. Cinsel temas sırasında prezervatif kullanılmasının koruyuculuğu, prezervatifin lateks olması, doğru ve devamlı kullanılması, yırtık veya delik olmaması kaydıyla ispatlanmıştır. Kadınlar için hazırlanmış olan intravajinal kondomlar da doğru ve devamlı kullanımla etkili olmaktadırlar. HIV/AlDS'in cinsel yolla bulaşını engellemeye yönelik önlemler aslında cinsel yolla bulaşan diğer hastalıklara karşı korunmada da etkili olan yöntemlerdir. HIV/AlDS'e karşı korunmada önerilen lateks kondomlar aynı zamanda sifiliz, gonore, genital herpes virüs infeksiyonları, hepatitis B gibi hastalıklardan da korunmayı sağlamaktadır. Araştırmalar göstermektedir ki; şankroid, klamidya infeksiyonu, gonore, sifiliz ve trikomonas infeksiyonu varlığı HIV geçiş riskini 2-9 kez artırmaktadır. Tedavisi kolay olan cinsel yolla bulaşan diğer hastalıkların önleminin alınması HIV/AlDS'den korunma yönünden de önem teşkil etmektedir. Kan ve kan ürünleri ile bulaşa karşı korunma: 1985 yılında antikor testlerinin bulunması ile kan ve kan ürünleri hastaya verilmeden önce HIV yönünden taranmaya başlamıştır. Bu bir yasal zorunluluk olup, 1987 yılından beri de ülkemizde kan ve kan ürünleri HIV yönünden test edilmektedir. Organ ve doku nakilleri öncesinde gerekli serolojik testlerin yapılması HIV geçiş riskini minimuma indirmektedir. Damar içi madde kullanımı alışkanlığının önlenmesi, tedavi edilmesi, ortak enjektör kullanımı risklerinin anlatılması bu grup hastalarda HIV bulaş riskini azaltmaktadır. Bazı Avrupa ülkelerinde ve Amerika Birleşik Devletleri'nde devlet tarafından

temiz enjektör dağıtım programları uygulanmakta ve önemli ölçüde başarı sağlandığı bildirilmektedir. Gelişmiş ülkelerde enjektör paylaşımının azaldığı, steril iğne satın alınışında ve iğne temizleme işlemlerinde artma gözlendiği saptanmaktadır. Anneden bebeğe geçiş için korunma: Anneden bebeğe geçişte önemli olan HIV prevalansı yüksek olan bölgelerde doğurganlık yaşındaki ve HIV infeksiyon riski belirlenmiş olan kadınlara tüm bulaş yollarını öğretebilmektedir. Eğer kadın HIV pozitif ise doğum kontrol yöntemleri öğretilmeye çalışılmaktadır. Buna rağmen gebe kalan HIV pozitif kadınlara erken dönemde kürtaj yapılması pek çok ülke tarafından kabul edilmektedir. Eğer anne adayı bebeği doğurmakta ısrarlı ise gebeliğin son trimestrında anneye, doğumdan sonra da bebeğe antiretroviral tedavi başlanmakta ve hasta yakın takibe alınmaktadır. Vajinal doğuma göre elektif sezaryenin uygulanmasının bebeğe HIV geçişini 4-5 kat daha azalttığı belirtilmektedir. Anne sütü ile virüsün geçişi gösterildiğinden annenin bebeği emzirmemesi önerilmektedir. Sağlık personelinin korunması: Sağlık personelleri anamnez ve fizik muayene ile infekte hastaları ayırt etme olanağına sahip olamadıklarından tüm hastaların kan ve diğer vücut sıvılarını potansiyel infekte kabul ederek üniversal önlemlere uyarak çalışmalıdırlar. Hastalara uygulanan işlemler sırasında eldiven mutlaka kullanılmalı, işlem bittikten sonra eldiven değiştirilmeli ve eldivenler çıkartıldıktan sonra eller hemen yıkanmalıdır. Eğer eller veya diğer cilt yüzeyleri hastanın kanı ya da diğer vücut sıvıları ile kontamine olursa derhal su ve sabunla yıkanmalıdır. İğne batmasını engellemek için iğneler kullanıldıktan sonra plastik kılıfları tekrar takılmamalı, iğneler enjektörden çıkartılmamalı, eğilip bükülmemelidir. Yapılan bir işlem sırasında kan veya diğer vücut sıvılarının sıçrama olasılığı söz konusu ise ağız, burun ve gözleri korumak amacı ile maske ve gözlük takılmalı, diğer vücut yüzeylerine bulaşı önlemek için koruyucu önlük giyilmelidir.


Sağlık personelinin HIV ile temasında öncelikle bulaş yerinin dekontaminasyonu yapılmalı, deri ise su ve sabunla, göz ise steril salin ile, ağız ve burun ise suyla iyice yıkanmalıdır. Bulaşda bazal olarak HIV antikor testi yapılmalı, 6. hafta, 3. ay ve 6. ay sonrası test tekrarlanmalıdır. Tedaviye temas sonrası mümkün olan en kısa sürede, ideali 1 saat içinde başlanmalıdır. Profilaksi için önerilen rejim zidovudin (AZT) ve lamivudin kombinasyonudur. Eğer temasın yoğun olduğu düşünülüyorsa kombinasyona indinavir ilavesi önerilmektedir. Profilaksi 28 gün süre ile uygulanmalıdır. Ülkemizde henüz sayıları binlerle ifade edilen HIV/AIDS vakaları için, hasta sayıları milyonları bulan ülkelerden örnek alarak korunmayı öğrenmek, öğretmek ve davranış değişikliğinde bulunulmasını sağlamak hepimizin görevi olmalıdır. HIV pozitif kişileri toplumdan dışlamadan hep beraber elele vererek yaşamalıyız ki, bu hastalığa karşı mücadele edebilelim. KAYNAKLAR_______________________________________ 1. Barlett JG. Natural history and classification. ln:BarlettJG (ed). Medical Management of HIV Infection. 4th edition,US A,Maryland: Port City Press 1998:1-17. 2. Chamberland ME, Ward JW, Curran JW. Epidemiology and prevention of AİDS and HIV infection. ln:Mandell GL, Bennett JE, Dolin R (eds). Principles and Practice of Infectious Diseases. 4th edition, New York: Churchill-Livingstone 1995:1174-215. 3. Ergör G, Serdar B. HIV/AIDS epidemiyolojisi ve korunma. Ünal S (ed). Güncel Bilgiler Işığında HIV/AIDS. 1. Baskı, Ankara: Bilimsel Tıp Yayınevi 1998:7-21.

4. Frumkin L, LeonadrJ. Questions & Answers on AİDS. 3th edition. Los Angeles, California: Health Information Press 1997. 5. Greene WC: Molecular insights into HIV-1 infection: ln:Sande M, Volberding P (eds). The Medical Management of AİDS: Philadelphia, USA: WB Saunders Company 1998:17-25. 6. Joint United Nations Programme on HIV/AIDS (UNAIDS), 2000. 2000 VVorld AİDS campaign with children and young people. 7. On the global HIV/AIDS epidemic report. UNAIDS, VVHO 2000. 8. Piot P, Gr'iensven F. Epidemiology of AİDS. İn: Piot P, Griensven F (eds). Philadelphia, USA: Lippincott VVilliams & VVilkins 1998. 9. Quinn TC. Global epidemiology of HIV infections. İn: Sande MA, Volberding PA (eds). The Medical Management of AİDS. 2nd edition, Philadelphia: WB Saunders Company 1990:3-17. W. Stein ZA, Kuhn L. HIV in women: VVhat are the gaps in knovvledge? İn: Mann J, Tarantola D (eds). AİDS in the world II. 4th edition. Ne w York: Oxford University Press 1996:229-35. 11. T.C.Sağlık Bakanlığı, Temel Sağlık Hizmetleri Genel Md. Bu laşıcı Hastalıklar Daire Bşk, HIV/AIDS Sürveyans Verileri, Aralık 2000. 12. Ünal S, Çetinkaya Y, Fincancı M. İnsan immünyetmezlik vi rüsü infeksiyonu ve AİDS. Neyzi O, Yolsal N (eds). Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklar Tanı ve Tedavi Rehberi. 1. Baskı, İstanbul. İnsan Kaynaklarını Geliştirme Vakfı 1997:11-3. 13. Ünal S. Cinsel Temasla Bulaşan Hastalıklar. Kanra G, Akalın E (eds). İnfeksiyon Hastalıkları, 1. Baskı, Ankara: Güneş Kitabevi 1991:233-61. 14. Ünal S. HIV/AIDS: Başer Z (ed). AİDS Hakkında Bilinmesi Gerekenler. 1. Baskı, Ankara: Mediko Graphics Matbaacılık 1997:52-5. 15. VVard JW, Petersen LR, Jaffe HVV. Current trends in the epi demiology of HIV/AIDS. İn: Volberding PA (ed). AİDS. 3th edition, Philadelphia: VVB Saunders Company 1997:3-17. 16. VVofsyC. Prevention of HIV transmission. İn: Sande MA, Vol berding PA (eds). The Medical Management of AİDS. 2nd edition, Philadelphia: WB Saunders Company 1990:38-57.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.