Aile ve toplum 8 sayi

Page 1


Yıl 7 • Cilt 2 • Sayı 8

• Ocak - Şubat - Mart 2005

T.C. BAŞBAKANLIK AİLE ve SOSYAL ARAŞTIRMALAR GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

Eğitim - Kültür ve Araştırma Dergisi

AİLE ve TOPLUM DERGİSİ YAYIN İLKELERİ Sahibi Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü Adına

Nesrin AFŞAR ÇELİK

Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Nuri NURUAN

Genel Yayın Koordinatörü ve Yazı İşleri Müdürü İrfan ÇAYBOYLU

Yayın Kurulu Mesut TAŞÇI İrfan ÇAYBOYLU Dursun AYAN Sadık GÜNEŞ Ahmet Rasim KALAYCI

Adres Meşrutiyet Caddesi No:19 06650 Kızılay-ANKARA Tel: (312) 419 29 79-(12 Hat) Fax:(312)419 29 70

Aile ve Toplum Dergisi'nde yayınlanan yazılardaki görüşler yazarına aittir.

Aile ve Toplum Dergisi üç ayda bir yayınlanır

Baskı ve Tasarım Azim Matbaacılık

0312.342 03 71

1. Aile ve Toplum Dergisi, Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırma Genel Müdürlüğü tarafından üç ayda bir yayınlanır. 2. Dergide telif ve tercüme makaleler, araştırma makaleleri, bildiriler, yayın değerlendirme tartışma yazıları Türkçe ya da bir yabancı dilde yer alır. 3. Dergi, "Hakemli" bir yayındır. Dergiye gönderilen yazı, konusu ile ilgili bir akademisyen ve Yayın Kurulu tarafından incelendikten sonra yayınlanabilir. Dergiye gönderilen yazıların başka bir dergide yayınlanmamış ya da yayınlanmak üzere gönderilmemiş olması gerekir. 4. Gönderilen yazıların yayınlanma zorunluluğu yoktur.Dergiye gelen yazılar yayınlasın ya da yayınlanmasın geri gönderilmez. 5. Dergiye gönderilen yazıların Türkçe ve bir yabancı dilde (İngilizce.Fransızca.Almanca) 100-150 kelimelik özetleri çıkartılmalıdır. Yazı herhangi bir bilimsel toplantıda sunulmuş ise belirtilmelidir. 6. Dergide yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. 7. Dergide yayınlanacak her yazının yazarına telif ücreti ödenir. 8. Yazının kapak sayfasında, çalışmanın adı yazar/yazarların (Birden fazla yazar varsa sıralama yapılarak) adı, soyadı, unvanları, çalıştıkları kurumlar belirtilmeli, Türkçe ve İngilizce özetler yer almalıdır. 9. Makalelerdeki dipnot ve kaynakçalar mutlaka genel kabul görmüş standartlara uygun olmalıdır. 10. Gönderilen yazıların dili açık ve anlaşılır olmalı, dilimizde karşılığı tam olarak olmayan ifadeleri Türkçe karşılığı parantez içinde verilmeli ve gönderilen yazılar yazım düzeni açısından aşağıdaki özelikleri taşımalıdır:

Yazılar, A4 boyutundaki beyaz kağıdın bir yüzüne, 1,5 satır aralıklı, 98 ve 2000 sürümleri tercih edilmelidir. Metin tek kopya olarak sunulmalıdır. Ayrıca metin diskete kaydedilmeli, disketin üzerinde kullanılan bilgisayar programı ve sürüm numarası belirtilmelidir. Yazı, Hakem Kurulu'nun bir değişiklik önerisi ile kabul edilmiş ise en son durumu içeren çalışma disketle birlikte teslim, edilmeli önlem olarak dosyanın bir kopyası da yazarda bulunmalıdır. Satır sonlarında sözcükler kesinlikle hecelerine bölünmemelidir. Çizimler bilgisayardan çıkarılmadı ise, beyaz aydınger kağıt üzerinde çini mürekkebi ile çizilmelidir. Çizimler fotokopi yöntemi kullanılmamalıdır. Fotoğraflar siyah/beyaz, net ve parlak fotoğraf kağıdına basılmış olmalıdır. Renkli fotoğraflar ve fotokopiye çekilmiş fotoğraflar kullanılmamalıdır. Ayrıca, her bir şeklin metin içinde gireceği yer açık bir biçimde gösterilmelidir.


Danışma Kurulu Prof.Dr.Gönül AKÇAMETE.......................... Prof.Dr.Belma AKŞİT .................................. Doç.Dr.Aliye Mavili AKTAŞ.......................... Prof.Dr.Emine AKYÜZ ................................. Prof.ZehraARIKAN ..................................... Prof.Çiğdem ARIKAN .................................. Prof.Dr.Meziyet ARI..................................... Yrd.Doç.Dr.Metin ARSLAN ......................... Prof Dr.İbrahlm ARSLANOĞLU................... Prof.Dr.Orhan AYDIN................................... Doç.Dr.Aylin GÖRGÜN BARAN................... Prof.Dr.Ayla BAYIK ..................................... Prof.Dr.Latife BIYIKLI.................................. Doç.Dr.Kamil Ufuk BİLGİN.......................... Prof.Dr.Beyza BİLGİN ................................. Prof.Dr.Işıl BULUT....................................... Doç.Dr.Esra BURCU.................................... Prof.Dr.Saynur CANAT................................ Prof.Dr.Bülent ÇAPLI .................................. Prof.Dr.Nilgün ÇELEBİ................................ Doç.Dr.İhsan DAĞ....................................... Doç.Dr.Emin YAŞAR DEMİRCİ.................... Yrd.Doç.Dr.Nükhet DEMİRTAŞLI................. Prof.Dr.Beğlü DİKEÇLİGİL .......................... Doç.Dr.Zait DİRİK........................................ Prof.Dr.İsmail DOĞAN ................................ Prof.Dr.Yıldırım B. DOĞAN ......................... Doç.Dr.Veli DUYAN...................................... Prof.Dr.Yıldız ECEVİT.................................. Doç.Dr.Mehmet ECEVİT.............................. Prof.Dr.Nergiz GÜVEN................................. Prof.Dr.Ülker GÜRKAN................................ Prof.Dr.Mebeccel GÖNEN ........................... Prof.Dr.Seniha HASİPEK ............................ Prof.Dr.Nuran HORTAÇSU.......................... Prof.Dr.Olcay İMAMOĞLU........................... Prof.Dr.Tülin Günşen İÇLİ........................... Yrd.Doç.Dr.Sunay İL ................................... Prof.Dr.Zafer İLBARS.................................. Prof.Dr.Ahmet KARAARSLAN .................... Prof.Dr.Nuray KARANCİ.............................. Doç.Dr.Velittin KALINKARA........................ Doç.Dr.Mualla KAVUNCU............................ Prof.Dr.Kurtuluş KAYALI ............................. Prof.Dr.Eser KERİMOĞLU........................... Prof.Dr.Duyan MAĞDEN ............................. Prof.Dr.Ahmet Yaşar OCAK ........................ Prof.Dr.İlber ORTAYLI.................................. Doç.Dr.Ashhan ÖĞÜN................................. Prof.Dr.Ferhunde ÖKTEM ........................... Prof.Dr.Selahattin ÖVÜLMÜŞ ..................... Prof.Dr.Işık SAYIL........................................ Prof.Dr.Günsel TERZİOĞLU ........................ Prof.Dr.Mahmut TEZCAN ............................ Doç.Dr.Gülay TOKSÖZ................................ Prof.Dr.Ergül TUNÇBİLEK .......................... Prof.Dr.Sevda ULUĞTEKİN ......................... Prof.Dr.Hamza UYGUN................................ Prof.Dr.Serhat ÜNAL................................... Prof.Dr.Ayse YALIN.....................................

Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dekanı Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi H.Ü.Sosyal Hizmetler YO. Öğretim Üyesi A.Ü. Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Gazi Üniversitesi Tıp. Fak. Psikiyatri Bölümü Öğretim Üyesi H.Ü. Sosyal Hizmetler Y.O. Öğretim Üyesi H.Ü. Çocuk Gelişimi ve Eğitim Bölümü Öğretim Üyesi Kırıkkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi A.Ü. İlahiyat Fak. E. Öğretim Üyesi H.Ü.Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Ege Üniversitesi Hemşirelik Y.O. Halk Sağlığı Bl. Başkanı A.Ü. Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi TODAİ Öğretim Üyesi A.Ü.İIahiyat Fak.E.Öğretim Üyesi Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi H.Ü.Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi A.Ü.Tıp Fakültesi Ergen Psikiyatrisi Bölüm Başkanı A.Ü. İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi A.Ü. DTCF Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi H.Ü.Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi H.Ü.Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi. A.Ü.Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü Öğretim Üyesi H.Ü. Sosyal Hizmetler Y.O. Öğetim Üyesi O.D.T.Ü. Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi O.D.T.Ü. Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi H.Ü. Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi Başkent Üniversitesi Hukuk Fak. Öğr. Üyesi H.Ü. Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi A.Ü. Ev Ekonomisi Y.O. Öğretim Üyesi O.D.T.Ü. Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi O.D.T.Ü. Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi Dekanı H.Ü. Sosyal Hizmetler Y.O. Öğetim Üyesi A.Ü. D.T.C.F Sosyal Antropoloji Bölümü Öğretim Üyesi Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü, O.D.T.Ü. Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Pamukkale Üniversitesi Denizli Meslek Yüksek Okulu Müdürü Gazi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Öğretim Üyesi A.Ü.Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Bölüm Başkanı H.Ü. Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi H.Ü. Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Galatasaray Ünv. Hukuk Fak. Öğr. Üyesi H.Ü.Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi H.Ü.Çocuk Ruh Sağlığı Bölümü Öğretim Üyesi A.Ü.Eğitim Bilimleri Fak. Psikolojik ve Rehberlik Bölümü Başkanı A.Ü.Tıp Fakültesi Psikiyatrisi Bölümü Öğretim Üyesi H.Ü. Ev Ekonomisi Yüksek Okulu Bölüm Başkanı A.Ü. Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi H.Ü. Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi H.Ü. Sosyal Hizmetler Y.O. Öğretim Üyesi H.Ü. Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi H.Ü. Tıp Fakültesi Dahiliye Bölümü Başkanı A.Ü.Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Böl. Öğretim Üyesi


Sunuş Yapısı ve işleyişleri bakımından bazı farklılıklar göstermekle birlikte bütün toplumda varolan aile kurumu, günümüz toplumlarında işlevlerinden bazılarını diğer kurumlara devretmesine karşılık, başka bir şekilde yerine getirilmesi mümkün olmayan temel işlevleri nedeniyle varlığını ve önemini sürdürmektedir. Ancak, gerek dünyada gerekse ülkemizde son dönemlerde yaşanmakta olan değişim süreci teknolojik ve ekonomik şartlarla sınırlı olmayıp sosyal ve kültürel alanları da etkilemektedir. Bu değişimden etkilenen kurumların başında aile kurumu gelmektedir. Bilindiği gibi kırsal nüfusun ve tarımsal üretimin belirleyici olduğu sanayi öncesi tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş süreci insanlık tarihindeki en köklü dönüşümlerden birisini oluşturmuştur. Ülkemiz açısından konuya bakılacak olursa, ülkemizde bu sürecin özellikle son yarım yüzyıllık dönemde hızlı bir şekilde yaşandığı görülmektedir. 1950 yılında nüfusun yaklaşık % 75'i köyde, % 25' si şehirde yaşarken, kentli nüfus 1980'de % 50 günümüzde ise % 70' lere yaklaşmıştır. Bu durum, kısa sayılacak bir zaman dilimi içerisinde ülke nüfusunun yardan fazlasının köylerden şehirlere göç ettiği anlamına gelmektedir. Köy ve şehir ortamları arasındaki farklılıklar dikkate alınacak olursa bu dönüşümün ekonomik ve sosyal yönleri olduğu kadar kültürel sonuçları da önem taşımaktadır. Ayrıca son yirmi yıllık dönemde yaygınlaşan kitle iletişim araçlarının kültürel etkileri de göz önünde bulundurulacak olursa ülkemizin hızlı bir dönüşüm süreci içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Bunun yanı sıra, ülkemizin genç bir nüfus yapısına sahip olduğu gerçeği, konunun önemini bir kat daha arttırmaktadır. Öte yandan hızlı değişim sürecine bağlı olarak aile yapısıyla ilgili ortaya çıkan sorunlar diğer kurumlara da yansımakta ve zaman zaman önüne geçilemez sosyal problemlerin ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Ailenin bölünmesi, parçalanması, tek ebeveynli ailelerin giderek artması, boşanma oranlarının yükselmesi, suç oranlarının artması, uyuşturucu kullanımı, metropollerde sokak çocukları olgusunun ortaya çıkması ve giderek çoğalması, bireysel ve toplumsal şiddetin yaygınlaşması, kimlik bunalımı, psikolojik rahatsızlıklar, tatminsizlik vb. gibi insanları ve dolayısıyla toplumu tehdit eden sorunlar baş gösterebilmektedir. Sosyal sorunların üstesinden gelebilmenin yolu bu değişimlerin farkında olunması ve hesaplanabilir yapı analizlerinin yapılabilmesi ve sorunlar çözümü mümkün olamayacak bir aşamaya gelmeden gerekli önlemlerin alınmasıdır. Bu nedenle, toplum hayatının en temel birimlerinden birini oluşturan aile kurumu ve sorunlarıyla ilgili güncel bilimsel verilerin toplanması toplumsal değişim süreci içinde ortaya çıkan problemlerle ilgili önlemlerin alınması ve sağlıklı politikaların oluşturulabilmesi açısından hayati bir önem taşımaktadır. Ülkemizdeki sosyal sorunların tespiti ve çözümü ile Türk ailesinin bütünlüğünün korunması, güçlendirilmesi ve sosyal refahının artırılmasına yönelik ulusal ve uluslararası bilimsel araştırmalar yapmak veya yaptırmak, projeler geliştirmek, desteklemek, bunların uygulamaya konulmasını sağlamak ve aileye yönelik millî bir politikanın oluşmasına yardımcı olmak amacıyla faaliyet göstermekte olan Bakanlığına bağlı Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü aile konusundaki bilimsel çalışmaları desteklemek, toplamak ve yine bu alanda çalışanların bilgilerine sunmak amacıyla 'Aile ve Toplum' dergisini 7 yıldan beri yayınlamaya devam etmektedir. Akademik faaliyetler ile toplumsal gerçekliklerimiz arasında sağlam bir bağ kurulmasına ve olumlu bir etkileşim sürecinin gerçekleştirilmesine katkı sağlamasını ümit ettiğimiz 'Aile ve Toplum' dergisinin bu yeni sayısının yayınlanması vesilesiyle, katkı sağlayan makale sahiplerine, Danışma Kurulumuzun değerli üyelerine ve dergiyi yayına hazırlayan Kurum çalışanlarına teşekkür ederim.

Güldal AKŞİT Devlet Bakanı


İçindekiler • Tabulaştırılan/tabulaşan kurumun (ailenin) kurbanlıklar edinme pratiği........................... 9 Mazhar BAĞLI - Aysan SEVER • Korku kültürü, değerler kültürü ve şiddet. ................................................................... 23 Altay EREN • Intrapartum dönemde primapar kadınların yaşadıkları deneyimlerin kalitetif olarak incelenmesi ..........................................................................................37 Feride YİĞİT -Zübeyde EKŞİ - Özlem CAN GÜRKAN - Hediye ARSLAN • Yalnız yaşayan yaşlılara ilişkin aile politikaları ............................................................ 43 Arzu İÇAĞASIOĞLU ÇOBAN • Determining the Expenditure, Investment and Saving Patterns in Respect of Family Life Cycles.................................................................................................53 Arzu ŞENER - R. Günsel TERZİOĞLU •

Hastalık ve çocuk.......................................................................................................61 Gülümser GÜLTEKİN - Gülen BARAN

Şiddete maruz kalan gebe kadınların evde izlenimi. ................................................... 69 Şenay Unsal ALTAN - Ahmet ŞİRİN

• Evliliğe hazırlık aşamasındaki karı-koca adaylarının evlilik ve anne-baba olma üzerine düşünceleri. ........................................................................75 Behice EKŞİ • Aile içi şiddet. ...........................................................................................................85 Gülseren ÜNAL • Bir modernite rüyası-Ailenin sonu mu?....................................................................... 93 Ergün YILDIRIM • Sağlık yüksekokulu öğrencilerinin aile planlaması hakkında bilgi düzeylerinin değerlendirilmesi................................................................................... 101 Sencer OZAN TOKER •

Huzurevinde kalan yaşlılarda anksiyete durumu ve ilişkili risk örnekleri. ..................................................................................................111 Saliha ALTIPARMAK-Gülten KARADENİZ

• Diyarbakır'da erken yaş evlilikleri. ............................................................................ 115 Hamit ACEMOĞLU - Ali CEYLAN - Günay SAKA - Melikşah ERTEM • Bolu SSK hastanesinde çalışan evli hemşirelerin ev ortamında yaşadıkları sorunlar..................................................................................................121 Azize KARAHAN -Özgün BENER


Tabulaştırılan/Tabulaşan Kurumun (ailenin) Kurbanlıklar Edinme Pratiği: Levirat ve Sororat • Mazhar BAĞLI* • Aysan SEVER

Özet Bu çalışmada; levirat ve sororat tipi evliliklerin sos yo-kü ltür el ned en ler i ve so nuç lar ı araştırılmaktadır. Diyarbakır, Mardin ve Şanlıurfa örnekleminde yapılan araştırmada, bu evliliklerin neden olduğu/olabileceği temel toplumsal çatışma alanları ile bu evliliği yapmış olanların yaşadıkları rol çatışmalarına; yapılan görüşme ve uygulanan anketlerden elde edilen bilgiler çerçevesinde değinilmeye çalışılmaktadır. Konuya ilişkin var olan "ölen kişinin eşinin, çocuklarının ve malının aynı toplumsal grup içinde kalmasının sağlanması" şeklindeki genel yargı ve tez, elde edilen bulgular ışığında istatistikî verilerden hareketle analiz edilmeye ç a l ı ş ı l m ı ş t ı r . Araştırmanın sonucunda bu evliliklerin aile baskısı ile yapıldığı, evliliği yapanların gelir düzeylerinin düşük olduğu, son evliliklerinden dolayı rol çatışması yaşadıkları ve evliliklerinden tatmin olmadıkları bulgusuna ulaşılmıştır. Anahtar kelimeler: Aile, Evlilik Çeşitleri, Levirat, Sororat.

Summary İn this survey, we attempted to find out the reasons behind and the sociai problems caused by Levirat and Sororat types of marriages vvhich are common in Diyarbakır, Mardin and Şanlıurfa. The main reasons for the Levirat and Sororat type marriages and the major existing and probable sociai conflicts resulting from these types of marriages were investigated. İn the literatüre, Levirat is referred to as the (forced) marriage of a widow to her brother-in-law, in order to support and protect the children, and let them continiue living vvithin the same protective family. Similarly, Sororat is referred to the (forced) marriage of the widower with his adult sister-inlaw; assuming that she can be a good mother to her sister's children and that she can protect them. According to the major theory about levirat and sororat, these marriages are done to keep the widow(er), the children and her/his inheritance vvithin the same sociological group. As a result of this research it has been found that, these marriages are made by enforcement of families, the income of the marryign partners are very low, they experience a role conflict because of their last marriage, and that they are not satisfied by their marriage. Key vvords: Family, Types of Marriages, Levirate, Sororate.

Yrd.Doç.Dr. Dicle Üni. Fen Ed. Fak. Sosyoloji Bölümü Prof.Dr. Toronto Üni. Sosyoloji Bölümü, Toronto-KANADA

" Bu proje, Dicle Üniversitesi Araştırma Planlama Proje Koordinatörlüğü ile Sociai Sciences and Humanities Research Counil of Canada (SSHRC) tarafından desteklenmiş ve aynı zamanda DÜAPK'ın belirlediği jüri tarafından da onaylanmıştır."


1.1. Giriş Aile, sosyoloji literatüründe üzerinde en çok durulan temel kurumlardan birisidir. Çünkü toplumun sahip olduğu değer yargıları, normatif kurallar ve sosyalizasyonun en ciddi ve yoğun olarak yaşandığı toplumsal yapı ailedir. Ailenin bu pozisyonundan dolayı da o, çoğunlukla toplumun küçük bir örneği, prototipi olarak kabul edilir.* Kuşkusuz, ailedeki değişim ve dönüşümü anlamak, toplumdaki değişim ve dönüşümleri de anlamada önemli katkılar sağlayacaktır. Aynı zamanda ailenin sahip olduğu temel yapısal özellikler de toplum hakkında genel geçer ifadelerde bulunmaya öncülük edebilirler. Sosyolojinin kurucularından Le Play de aileyi toplumun en küçük birimi, sosyal hücresi olarak görür. Bütün toplumların en eskisi ve tek sosyal olan topluluğudur aile. Ailenin nasıl ortaya çıktığı konusu ise tartışmalıdır. Aile, insan doğasının bir gereği olarak mı doğmuştur yoksa tarihsel ve toplumsal koşulların dayatmasıyla mı ortaya çıkmıştır? Bu sorun, genelde üç temel insani konuyu içeren bir tartışma alanında ele alınır. İlki, çiftleşmenin, fizyolojik bir ihtiyaç olduğu ve bu ihtiyacın giderilmesinin hangi referanslarla çevrelendiğidir. İkincisi, ailenin ürettiği temel toplumsal yapının insan doğası ile olan ortak paydalarının olup olmaması (Lundberg, 1970:110) ve diğeri de üretim ilişkilerinin toplumsal değişim ve yapılanmaları nasıl şekillendirdiğidir. Toplumların sahip oldukları farklılıkları aile ekseninde ele aldığımızda; her toplumun kendine özgü bir aile yapısının varolduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Aile yapılarındaki bu farklılığın en önemli nedenlerinden birisi farklı toplumsal değerler ve ilişkilerdir. Toplumun sahip olduğu normatif yapılar evlilik çeşitleri ve evlilikle kazanılan statüleri belirler. Aile, özel mülkiyetin, klasik anlamda yöneten-yönetilen ilişkisinin de kaynağı olarak kabul edilir. Çünkü insanın soyut anlamda egemen olma (tahakküm etme) duygusunu güçlendiren ve şekillendiren "sahip olma durumu"nu somutlaştıran pratikleri üreten bir alan olarak da kabul edilir. Bu aynı zamanda insanın sahip olduğu ilkel duyguların (cinsellik ve özel mülkiyet gibi) belli normlara bağlı olarak toplumsallaşmasını da sağlayan bir süreci kapsamaktadır. Dini öğretilerde aileye olan güçlü vurgunun sebebi, onun cinselliği meşru kılan önemli bir kurum olması ve kutsal sayılan "insan türü"nün devamını sağlamasıdır. Aynı zamanda kültürün üretilip, bir Aile Türk toplumunun temelidir (TC Anayasa madde:41)

sonraki nesile öğrenme yolu ile aktarıldığı (Ozankaya, 1997:215) ve buna bağlı olarak da bir toplumsal organizasyonun somutlaştığı bir alandır. Bu öneminden dolayı da aile, sosyal bilim(ci)lerin önemle üzerinde durduğu bir konudur. Nitekim aile ile ilgili konulardaki literatür de hayli zengindir. Ancak, son zamanlarda bu konu daha mikro ilişki biçimlerinden hareketle ele alınmaya çalışılmaktadır ve bu çalışmaların daha da analitik olacağı düşünülmektedir. Bizim de temel amacımız, Türkiye'nin kimi bölgelerinde yaygın bir şekilde rastlanan ama literatürlerde fazla bahse konu olmayan bu durumu/konuyu adı geçen yaklaşım temelinde araştırmak ve aynı zamanda da konu ile ilgili literatüre mütevazı bir katkı sağlamaktır. Araştırmanın temel amacı, levirat ve sororat tipi evliliklerin ailede kim tarafından istenildiği, niçin istendiği ve gerçekleştirildiği, tarafların buna reaksiyonlarının ne olduğu, bu evlilikten beklenen toplumsal faydanın bireyleri feda edecek boyutlara varacak bir düzeyde bir kabule sahip olup olmadığı ve bu evliliklerin çocuklara nasıl yansıdığını irdelemektir.

11.1. Kavramsal Ve Kuramsal Çerçeve 11.1.1 Levirat Dul kadının ölmüş olan kocasının erkek kardeşi ile evlenmesi/evlendirilmesidir. Bir erkek öldüğünde geride eşi ve çocukları kalıyorsa, bunlara daha iyi bakacak ve aile bütünlüğünü de bozmayacak bir evlilik yaptırılma amacına yönelik olarak yapılan bu evlilikler, genelde evliliği yapanlardan çok, ailenin kararı ile gerçekleşmektedir. 11.1.2 Sororat Karısı ölen erkeğin ergen olan baldızı ile evlenmesine sororat denir. Sororat, çocuklara en iyi anneliği yapacak kişinin çocukların teyzesi olabileceği düşüncesinden hareketle yapılır ve burada da amaç kız alıp veren ailelerin arasında kurulmuş olan akrabalık ilişkisinin devamını sağlamaya yöneliktir. Evliliğin, bireysel işlevlerinden çok toplumsal işlevleri birinci düzeyde bir hedef olduğundan bu evliliklerde ailelerin kararı daha ön plandadır. 11.1.3 Aile Ailenin evrensel bir tanımını yapmak güçtür. Çünkü tarih boyunca ailenin gerek yapısında gerekse de işlevinde ciddi değişimler meydana gelmiştir (Aydın,


2000:35-36) ve bundan dolayı da aslında aile, tartışmalı bir alandır. Ancak tüm tartışma ve eleştirilere rağmen ailenin, insan için var olan ortak paydalar çerçevesinde tanımlanabilir bir toplumsal olgu olduğu da unutulmamalıdır. Her şeyden önce aile, toplum içindeki bireyler için roller ve statüler üreten bir mekanizmadır. Aile, evlilik veya kan bağı ile birlikte yaşayan gruba denir (Hançerlioğlu, 1996:13). Aile, sadece bağlılıkla ilgili değil, aynı zamanda düşünülerek ve planlanarak yapılan birlikteliktir. "Toplumsal yaşamın ana unsurlarından olan aile, anababa çocuklar ve tarafların kan akrabalarından meydana gelmiş ekonomik ve toplumsal bir kurumdur. Aile yaşamsal niteliği gereği toplumsal kurumlar içinde birinci sırayı almaktadır. Çünkü ailenin görevlerinden biri insan türünü üretmek ve devam ettirmektir. Ailenin temel bir kurum olmasının bir başka nedeni de çocuğun toplumsallaşmasında oynadığı roldür. Böylece aile, çocuğun dünyaya getirilmesinde, yetiştirilmesinde, korunmasında ve topluma kabul edilmesinde çok büyük bir görev üstlenmektedir" (Gökçe, 1996:155) Yerine getirdiği işlevler ve yaygınlığından dolayı aile, toplumdaki davranış örüntülerinin ve normların oluştuğu en temel birim olarak toplumsal değişme ile beraber bazen değişmiş bazen de toplumu değiştirmiştir. Bu yapı, zamanla toplumun temel kurumu haline gelmiş ve toplumda bireylere statüler ve roller biçen önemli bir kurum özelliği kazanmıştır. Ailenin ürettiği kurallar, hem aile üyelerinin hem de aile içindeki bireylerin rollerini de belirlemektedir. Aile, zaman içinde büyük yapısal değişimler geçirmiştir. "Bütün kurumlar gibi aile de toplumun tüm toplumsal yapısından etkilenir. Bu etkilenme nedeni ile farklı gelişme düzeylerinde olan toplumlarda farklı aile tiplerine rastlanır" (Kongar, 1986: 21). Günümüzde karşılaşılan en önemli farklılaşma ise, geleneksel geniş aile ile çekirdek ailedir. Geniş aile, anne, baba, teyze, dayı veya amca ve anneanne veya babaanne ve/veya onun erkek ve kız kardeşlerini içine alan aile tipidir. Çekirdek aile ise, anne baba ve evlenmemiş çocuklardan oluşan ailedir (Lundberg, 1970:99-100). 1.1.4 Evlilik Çeşitleri Aile sosyolojisinin üzerinde durduğu temel konulardan birisi de evlilik tipleridir. Toplumu tanıma noktasında ailenin temel bir referans olmasının en önemli nedenleri ise, topluma ilişkin bir çok değerin ve normun üretilen ilişkiler ağının merkezi konumunda olması ve insan türünün kabul edilen en yaygın üreme pratiği

olmasıdır. Bu anlamda, evlenme ile çiftleşmeyi karıştırmamak gerekir. İlkel veya uygar her kişi kendisine evlenmek için bir eş seçeceği zaman bazı kurallarla karşılaşır. Bunlar, kişilerden çok toplumsal taleplerin arzu ettiği kurallardır. Geleneksel toplumlarda bireyler, kişisel tercihlerini içinde bulundukları grubun dışına taşıyamadıkları için toplumsal grubun belirleyiciliğini dikkate almak zorundadırlar (Lundberg, 1970:110). Türkiye'de de bu durum halen devam etmektedir. Aile bireyleri kurumsal yapının öngördüğü roller çerçevesinde karşılıklı ilişkilerde bulunurlar. Bu ilişkilerin ve kurumsal yapının doğası ise, sahip olunan kültürel değerler tarafından belirlenir. Aileler, kendilerine bağımlı olan bireylerine kendilerini bakmakla sorumlu hissettiklerinden onların bir çok ihtiyacını da karşılarlar (Tepperman & Blain, 1999:125) çünkü insan yavrusu doğarken dış dünyaya karşı doğal bir korumaya sahip değildir. Her yeni doğan çocuk bir koruma ve bakıma muhtaçtır, bu uzun süreli korunma ihtiyacı, diğer canlılarınkinden farklı bir koruma ve bakımdır. Bu bağlamda insanın birlikteliği de diğer canlılarınkinden farklıdır. Hayvanlar aleminde bir çok birliktelik ve ilişki türü vardır fakat genellikle her türün davranışında bir devamlılık vardır. İnsan için de bir genelleme yapmak mümkün ancak evlenme tarzları açısından tek tip bir evlilikten veya eşleşme tarzından söz edilemez. Mesela kimi toplumlarda çok karılılık (polygyny) kimilerinde ise çok kocalılık (poliandry) tipi evliliklere rastlamak mümkündür. Esasında evlilik biçimleri ve aile tipleri, toplumların sahip oldukları dini değerler, hukuk anlayışı, geleneksel değerler ve akrabalık anlayışları ile belirlenen karmaşık bir yapılanmaya sahiptirler (Sayın, 1990). Aslında fizyolojik bir olay olan çiftleşme, insan için daha başka anlamlara da sahiptir. Sözgelimi karşılıklı duygu paylaşımı, birlikte yaşama ve bu yaşamın sorumluluklarını beraber üstlenme gibi işlevleri de içerir. Zaten birlikteliği meşrulaştıran da toplumsal kabullerdir. Tabi ki evlenme olmadan da çiftleşmenin olması mümkündür. Ancak, birliktelikten doğan her tür yetki ve sorumluluğun paylaşılması ve meşrulaştırılması, varolan toplumsal kurallar çerçevesinde kabul görmesini sağlama işidir evlilik. İşlevi hemen hemen her toplumda aynı olan evlenme, toplumdan topluma büyük farklılıklar gösterir fakat, genel bir sınıflandırma yapmak gerekirse evliliğin iki


formunun olduğu söylenebilir. "Eş sayısı"na göre yapılan evlilikler ve "evlenilenler arasındaki ilişkiye" göre evlilikler. 11.1.5 Şematik olarak Evlilik Türleri Şöyle Gösterilebilir: 1. Oturulan Yere Göre; a. Matrilokal: Erkeğin kadının ailesinin evinde oturması (iç güveyliği), b. Patrilokal: Kadının erkeğin ailesinin evinde oturması ve c. Neolokal: Kadın ve erkeğin ailelerinden ayrılarak ayrı ev açmalarıdır. 2. Eş Sayısına Göre ise; a. Monogami: Tek eşle evlilik, b. Poligami: Çok eşle evlilik Çok eşlilik de kendi içinde ikiye ayrılır: 1. Poliandri: Bir kadının aynı anda birden fazla erkekle evlenmesi, 2. Polijini: Bir erkeğin aynı anda birden fazla kadınla evlenmesi 3. Eşin Seçildiği Gruba Göre Yapılan Evlilikler: a. Endogami: Akraba arası evlilik, b. Ekzogami: Akraba dışı evliliklerdir (Lundberg, 1970:100-112). Aile içi ilişkilerin dayandığı otoriteye göre de ailenin yapısı değişiklik arz edebilir ve sanayi devrimi ile birlikte aile içi ilişkiler, karşılıklı iş bölümü ve paylaşım esasına dayalı olarak gelişmeye bağlamıştır. Bu anlamda ailede artık tek bir tarafın egemenliğinden veya belirleyiciliğinden söz edilemez. Ancak geleneksel toplumlarda kadınların önemli bir kısmı, hala hem ekonomik olarak hem de toplumsal statü olarak erkeğe bağımlı olarak kabul edildiklerinden adı geçen tarzda bir iş bölümü veya paylaşımdan söz edileme mektedir. Bütün bu farklılıklara rağmen sosyolojik anlamda hemen hemen tüm toplumlar için geçerli olan bir ayrımdan söz etmek mümkündür. Geleneksel evlilikler ve geleneksel olmayan evlilikler. Geleneksel tavır ve ilişkiler çerçevesinde yapılmış her evlilik gelenekseldir. Bu durum zaman ile (tarihle) veya formla ilgili değildir. Daha çok evliliğin yerine getirdiği işlevler ve evlilikten beklentiler çerçevesinde oluşan ilişkilerle ilgili bir durumdur. Toplumsal değişim ve dönüşümlere bağlı olarak da ailede büyük değişimlerin olduğu, olacağı da unutulmamalıdır. Sözgelimi Mustafa Aydın'ın da belirttiği gibi, günümüzde Türk ailesi, hem Batı görünümlü biçimiyle hem geleneksel kalıplar içindeki tam bir geçiş dönemi ailesi özelliği göstermektedir ve bu noktada (aile yapımızın sağlamlığına ilişkin görüşlerin aksine) bir tip oluşturamamıştır (Aydın, 2000:64).

11.1.6 Levirat ve Sororat Tipi Evlilikler İçten evlenme (endogami), belirli bir grubun kendi üyeleri arasındaki ilişkiyi devam ettirmek ve grup içi uyumu korumak için yapılır. Kuşkusuz her toplumdaki içten evlenmenin çeşitli nedenleri vardır ama Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu Bölgesindeki içten evlenmeler temelde "mal/miras bölümünün engellenmesi" (Gökçe, 1996:166, Altuntek, 1993). ve "sahip olunan sınıfsal yapıya denklik" esasında gerçekleşir. Bu nedenlerden ikincisi, sahip olunan sınıfsal yapıya denklik temelinde gerçekleşen evlilikler bireylerden çok sınıfsal yapının taleplerine ve uygunluğuna göre yapılır. Bireyin özgür iradesi aşiretin veya familyanın (geniş ailenin) dışında bir alanda kendini gerçekleştiremez. Bu iki nedene bağlı olarak geçekleşen en yaygın evlenme biçimleri ise levirat ve sororattır. İçten evlenmenin en yaygın görevi, evlenmeler yoluyla iki aile arasında kurulmuş olan birlikteliğin devamlılığını korumaktır. Nitekim bu yörelerde evlilik için kullanılan "kız almak- kız vermek" ifadesi de aslında evliliğin kişilerden çok aileler veya kabileler arasında yapıldığı anlamına gelir ve evlenenlerin yaşamı ve evlilikleri üzerinde başkalarının (alış-veriş işlemini gerçekleştirenlerin) söz hakkı devam eder. Bu bağlamda bazı toplumlarda evli erkek öldüğünde dul kalan karısı ölenin kardeşi ile evlendirilir. Veya karsısı ölen erkek karısının kız kardeşi ile evlendirilir. Birinci uygulamaya levirat, ikincisine sororat denir (Lundberg, 1970:111). Ailenin bütünlüğü ve devamlılığının esas olduğu ilkel toplumlarda ve geleneksel toplumlarda rastlanan bu e vl il ik , toplumsal alana yansımayan kimi sorunlara neden olabileceği kaçınılmazdır. En basit bir yönden konuya değinmek gerekirse her şeyden önce bireylerde ciddi ve keskin bir rol değişimine neden olduğudur. Kayınbirader olarak davrandığı ve buna göre ilişkide bulunduğu birisinin birden kocası olması doğal olarak kişiyi etkileyecektir. Günümüzde evliliklerin geleneksel evliliklerden temel bir farklılığı var ki o da; eş seçimidir. Geleneksel toplumlarda evliliği yapan bireyin, kendi başına karar verme imkanı ve şansı yoktur. Bu durum en çok da kadınlar için geçerlidir. Sözgelimi geleneksel evliliklerde kocası ölen kadınlar, ölen kocanın eşi olarak anılmaya devam ederler. (Kirwen, 1979). Hangi toplumlarda olursa olsun bu tip evlilikler; aile


birliğini ve devamını korumaya yönelik fedakar bir davranışın sonucudur. Bireyin topluluğa veya aileye kurban edilmesidir. Çünkü, bu evliliklerde "evlenmeye" karar verenler genelde bireyler değil aileler veya toplumsal koşullardır. Aslında levirat ve sororat tipi evliliğin kökeni Museviliğe kadar dayanır. "Ölenin kardeşlerinden birisi dul olan yengesi ile evlenmelidir" (www.bartleby.com). Özellikle de levirat tipi evliliğin Yahudilikten kalma bir gelenek olduğu söylenir. Muhtemelen Yahudilerin "öteki"ler ile olan ilişkilerinin sınırlılığından kaynaklanmaktadır. Sosyolojik ve dini anlamda kapalı bir toplum olan Yahudilerde böyle bir geleneğin oluşmasını anlamlandırmak çok zor değildir. Kadın erkek arasındaki ayrımcılığın en açık belirlendiği alanlardan birisi de kuşkusuz evlilik ile ilgili olan konularda oluşan toplumsal değer yargıları ve geleneklerdir. Geleneksel toplumlarda kimi kadınlar, evlendikleri aile veya eşleri ile anıldıklarından kendilerine ait kimlik oluşturma noktasında ciddi sorunlar yaşamaktadırlar ve bu durum, sadece geleneksel toplumların sorunu olarak da görülmemelidir. Günümüzde de aynı sorunun devam ettiğini söylemek mümkündür. Özellikle Hindistan'da kocası ölen kadının kendini yakması ve diğer başka toplumlarda rastlanılan dul kadının bir daha evlenememesi (evlenmesine izin verilmemesi) bunun açık örnekleridir. Çağdaş toplumlarda da ciddi yasal düzenlemeler yapılmasına rağmen, toplumsal normlar bazında kadının statüsünü evliliğin belirlemesi temel bir sorun olarak devam etmektedir. Oysa evlilikle birlikte kazanılan statü değişken bir statüdür. Geleneksel toplumlardaki tutuculuğun aşılamaması ise geleneğin veya geleneklerin top yekun bir "toplum projesi" o l a r a k d e ğ e r l e n d i r i l m e s i n d e n kaynaklanmaktadır. Bu tip toplumlarda toplumsal devamlılıktan çok devamlılığın hangi eksende kurulduğu önemlidir. Bu devamlılık için de her türlü yol meşru görülür. Bu bağlamda geleneksel toplumlarda dul kalan kadının daha önce gelin olarak geldiği ailenin dışında bir birey ile evlenmesi bir ilke olarak doğru kabul edilmez. Çünkü evlenen kadın, bir aileye dahil edilmiş sayılmaktadır ve kimliği o aile ile varlık bulmaktadır. Çünkü bu tip topluluklarda birincil gruplara özgü ilişki biçimleri egemendir. Temeli Cooley tarafından atılan birincil grupta bireylerin ilişkisi toplumsal-duygusal düzeydedir. Yaygın ve kendi hatırları için desteklenen ilişkilere sahip ve üyelerinin yüzyüze temasının

sağlandığı birincil grup özelliğine sahip olan topluluklarda (Kongar, 1985:203-204) birey, topluluğun öngördüğü ilişki biçiminin dışında farklı bir ilişki düzeyi geliştiremez. Kadınların sahip oldukları statülerin kendilerinin oluşturdukları başarıdan değil, ait oldukları aileden geldiğini kabul eden bir anlayışa sahip olan geleneksel ilişkilerin ve yapıların egemen olduğu toplumlarda, doğal olarak kadının dul kaldıktan sonraki hayatına da yön verme eğiliminde olması kaçınılmazdır. Çünkü onların ait oldukları "klan" onlara bir kimlik ve şahsiyet kazandırmıştır. Bu ise hem cinsel tatmin ve hazzın gerçekleşmesini engellemekte hem de evliliğin sahip olduğu temel işlevin veya işlevlerin gerçekleşmesine engel olmaktadır. Çağdaş sosyolojik yaklaşıma ve antropolojik iddiaya göre kadınların sahip oldukları rollere kaynaklık eden asıl şey, cinsiyet esasında değil, toplumsal esasta gerçekleşendir.(Mead, 1973) Bu konu tartışmalı olmakla beraber (Hellman, 1998:201-219) doğal hukuk ilkeleri çerçevesinde ele alındığında kişilerin doğuştan sahip oldukları özelliklerden dolayı herhangi bir hak mahrumiyetinin kabul edilemezliği bağlamında bir eşitlik ve denklik olgusuna dayanılması hem teorik olarak hem de pratik olarak ortaya konulmaktadır. 11.1.7 Rol, Statü ve Rol Değişimi Kısaca rol, toplumsal yapının ve pozisyonun bireylerden beklediği davranış biçimleridir (Hagedorn, 1980:90). Roller kimi zaman bireylerin kendi arzuları dışında bazı davranış ve tutumlarda bulunmalarına neden olabilirler. Roller, bireyin toplumsal yapı içindeki yerine ve statüsüne uygun olarak kendisinden beklenen davranış biçimidir. Aynı zamanda toplumsal yapının içinde değişik pozisyonlarda ve ilişkilerde değişik roller de takınabilirler (Sweedlun, Crawford, 1956:36) ve bu durum rol çatışmasına neden olur. Rol çatışması ise, sahip olunan rollerin yerine ve zamanına göre işlevselliğini yerine getirmemesidir. Bireyler, toplumda sahip oldukları rolleri yerine getirirken toplumsal yapının onlara vaaz ettiği değer yargılarına göre davranırlar (Hagedorn, 1980:91). En klasik ifadesi ile asker olan bir kişi kimi zaman evde de eşine ve çocuklarına karşı bir komutan gibi davranmaya devam edebilir. Statü ise, bireyin toplumda işgal ettiği yere, konuma denir. Statü bireyin toplum içinde kim olduğunu belirtir. Statü, bireylere birtakım hak ve ayrıcalıklar verebileceği gibi onu sınırlandırabilir de. Toplumlardaki statüleri ise toplumların sahip oldukları değer yargıları, dini


inançlar, ekonomik yapılar vs belirler. Statü belirleyicileri toplumdan topluma büyük farklılıklar gösterebilir. Statü ikiye ayrılır; kazanılmış olan statü ve atfedilen statü. Atfedilen statü bireyin doğuştan sahip olduğu özelliklerinden kaynaklanırlar. (Sweedlun, Crawford, 1956:36) Cinsiyet, ırk yaş gibi statüler bireyin dışındaki koşullarca belirlenen statülerdir. Geleneksel toplumlarda en belirleyici olan statü atfedilen statülerdir. Çağdaşlaşma ile birlikte ekonomi ve eğitimin önemli bir statü belirleyicisi olarak toplumsal mobiliteyi sağlaması ile, kazanılmış statüler daha belirleyici olmaya başlamışlardır. Kazanılmış statü doğrudan bireyin kişisel başarısı ile elde ettiği statüdür. II.2 Araştırmanın Yöntemi Araştırma, amaçlarımıza uygun bilgiler sağlayacak, kavramsal çerçeve ü z e r i n e k u r u l a n eylemlerin/etkinliklerin p l a n l ı bir şekilde gerçekleştirilmesi doğrultusunda hazırlanan anketlerin uygulanmasını kapsamaktadır. Araştırma; üzerinde daha çok mal bölümü ve ailenin bütünlüğünün sağlanması bağlamlarında durulan leviratve sororat tipi evlilik çeşitlerinin adı geçen alanların dışından hareketle ele alınmasına ve irdelenmesine yönelik olmuştur. Araştırmanın temel varsayımları dört ana eksende kurulmuştur: Bunlardan ilki, levirat ve sororat tipi evlilik yapanların sosyo-ekonomik durumlarını, ikincisi, rol değişimlerini, üçüncüsü, karar vericileri ve dördüncüsü de kadının pozisyonunu irdelemeye ve sınamaya yöneliktir. Araştırma, 2003 yılında Mayıs ayında başlayıp Temmuz'da bitirilmiştir. Diyarbakır, Mardin ve Şanlıurfa illerinden rasgele seçilen 45 kişilik bir örneklem grubu üzerinde uygulamalı bir saha araştırması olarak yapılmıştır. Araştırma şu temel hipotezlere bağlı olarak yapılmıştır; 1. Levirat ve sororat tipi evlilik yapanlar gelir ve eğitim düzeyi düşük olan ailelerden gelmektedirler. 2. Bu tip evlilikler, rollerde değişime neden olarak bireylerde rol çatışmasının yaşanmasına neden olmaktadırlar. 3. Levirat ve sororat tipi evliliklerde karar vericiler eşler değil, aileler (başkaları) dır. 4. Bu evlilikte özellikle kadınlar geleneksel toplumsal anlayışın baskısı altında karar verme durumundadırlar ve bundan dolayı da evlilikten beklenen maddi/manevi tatminler yeterince sağlanamamaktadır. Diyarbakır, Mardin ve Şanlıurfa illerinde yapılan

görüşmeler, araştırmacılar ve onların yardımcıları tarafından gerçekleştirilmiştir. 26'sı erkek, 19'u kadın olmak üzere toplam 45 kişi ile görüşülmüştür. Bunların; % 42.2'si 40 yaşın üstünde, % 40'ı 31-40 ve % 17.8'i de 26-30 yaş arasındadır. Uygulanan anket temel olarak yapılan evlilik biçimi, mal bölümü, rol değişimi, bireysel ve toplumsal sorunlar ile kadın erkek farklılaşmasının boyutlarını içeren davranış ve düşünceleri irdelemeye yönelik sorulardan oluşmaktadır. Ayrıca görüşme yapılan kişilerin özgür iradeleri ile cevaplamaları istenmiş bu konuda herhangi bir zorlamaya gidilmemiştir. Özel alanın kutsallığına ve mahremiyetine bağlı kalınmaya itina gösterilmiştir. Kimi sorularda bu durumun ihlal edilebileceği kaygısının aksine, görüşmeciler tüm soruları açıklıkla cevaplamış hatta bazı konuların özellikle vurgulanmasını istemişlerdir. Sözgelimi "böyle bir evlilik yapıldığında ilk gecede ne hissettin?" sorusunun özellikle cevaplanmaya çalışılması tüm görüşmeciler tarafından tespit edilmiştir. III. ARAŞTIRMANIN BULGULARI: III.1. Sosyo-ekonomik Durum: Türkiye'de sosyolojik anlamda bir sınıfsal yapıdan söz etmek güçtür. Bundan dolayı da toplumsal yapının kimi durumlarına ilişkin analizlerde bulunmak için genel olarak; eğitim düzeyi, doğum yeri, gelir düzeyi gibi bağımsız değişkenlerle sınanan bilgiler ülke geneli ile kıyaslanır. Bir çok araştırmanın vurguladığı konulardan birisi de; "düşük gelir düzeyi"dir. Kişi başına düşen yıllık millî geliri ortalama 2500-3000 $ olan bir ülkedeki düşük gelir düzeyine sahip olan insanlardan daha çok ne olabilir ki? Bu araştırmaya konu olan insanlar da aynı şekilde düşük veya orta düzeyde bir gelire sahip olanlardır. Dolayısıyla konunun sadece ekonomi eksenli bir tahlilde sürdürülmesi sosyolojik düşünceye uygun olmayacaktır. Belki de konu daha çok, geleneksel ilişki biçimleri içinde irdelenmelidir. Araştırmaya konu olan insanların sahip oldukları sosyo-ekonomik durum aşağıdadır; Tablo 1: Eğitim Durumu Dağılımı

Eğitim durumu Okur-yazar değil Okur-yazar İlkokul mezunu Lise Toplam

Frekanslar Yüzdelik 24 8 11

53.3 17.8 24.4

2 45

100.0

4.4


Eğitim durumlarını gösteren bu tablo, bu tip evlilikleri yapanların eğitim düzeylerinin düşük olduğunu göstermektedir. Ancak az bir oranda lise mezununun olması yine de eğitimli olmanın bu tarz bir evliliği yapmayı ortadan tamamen kaldırmadığı /kaldıramadığını da gösterir. Araştırmamızda bu tip evliliklerin, ortalamadan daha düşük gelir düzeyine sahip bireyler arasında yapıldığı görülmüştür. Her ne kadar ortalamanın üzerinde bir gelire sahip olanların

kişiler olduğu görülecektir. Cinsiyete göre meslek durumunu gösterir tablodan da bunu anlamak mümkündür. Tablo 4: Cinsiyete Göre Meslek Dağılımı Cinsiyet * Meslek Çapraz Tablosu Cinsiyet 'Meslek Çapraz Tablosu

Cinsiyet İşsiz Memur

Gelir Durumu Cevapsız 100 milyondan az 101-200 milyon arası 201-400 milyon arası 401-600 milyon arası 601-1000 milyar arası Bir milyardan fazla Toplam

Frekans 3 2 11 16 9 3 1 45

Yüzdelik 6,7 4,4 24,4 35,6 20 6,7 2,2 100

oranı yüzdelik olarak düşük ise de ülkede bu düzeyde gelir düzeyine sahip olanların oranının da düşük olduğu unutulmamalıdır. Gelir düzeyini gösteren tablo aslında örneklemin evreni de iyi temsil ettiği anlamına da gelir çünkü tabloda görülen gelir düzeyi yörenin genel gelir düzeyinden farklı değildir. Ortalamanın da altında bir gelir düzeyine sahip olan önemli bir oran ve bunu takip eden en alt gelir düzeyine sahip olan % 40'lara varan oranlarda bir kesimdir. Tablo 3: Meslek Durumu Dağılımı Meslek İşsiz Memur Esnaf Çiftçi Öğrenci Ev kadını Diğer Toplam

esnaf çiftçi öğrenci Ev kadını diğer

Kadın

Tablo 2: Gelir Durumu Dağılımı

Frekans

Yüzdelik

2 1 4 7 1 22 8 45

4,4 2,2 8,9

Toplam

Meslek

Erkek

Toplam

2 2

1 1

4 4

2 1 5 1 1

22 22

Herhangi bir yaşam güvencesi olmayan ev kadınlarının böyle bir evlilik yapmış olmaları yörede kadının erkeğe ve hatta erkeğin de ailesine olan bağlılığını zorunlu olarak devam ettirdiğini doğurmaktadır. Zaten adı geçen evliliklerin önemli bir kısmı aile bütünlüğünün sembolik dahi olsa dağılmamasını yaşamsal bir ön koşul olarak görmektedirler. Bundan dolayı da aile içinde "işlevsiz" nitelendirilebilecek bireylerin aile varlığı için bir işlev görecek bir konuma getirilme çabası içine girdikleri görülmüştür. Nitekim cinsiyet ile meslek arasında yapılan çaprazlamada da anlamlı bir ilişkiye rastlanmıştır. (Ki-kare=35.5, sd= 6, p.= ,000). Ayrıca cinsiyet ve gelir düzeyi değişkenleri arasında ise herhangi bir anlamlı ilişkiye rastlanmamıştır. (Ki-kare= 6.60, sd= 6, p=,359). Daha önce de belirtildiği gibi, geleneksel toplumlarda aile bireyleri kendi kazanımlarından çok, içinde bulundukları toplumsal statüden kaynaklanan imkanlar ve fırsatlarla kimlik edinmektedirler ve rolleri sergilemektedirler. Bu tip toplumlar, birincil ilişkilerin egemen olduğu "köy toplumlarıdır." Dar çevreli ve sıkı

15,6

2,2 48,9 17,8

100

Meslek durumunu gösteren tablodan da anlaşıldığı gibi bu tip evlilikleri yapan kişilerin geleneksel aile ilişkilerini ve geleneksel üretim biçimini devam ettiren

1 26 7 19 8 45

Tablo 5: Doğum Yeri Dağılımı Doğum Yeri Frekans Yüzdelik

Köy Kasaba ilce merkezi İl merkezi Toplam

31 1 10 3 45

68,9

2,2 22,2

6,7 100


Tablo 6: Levirat Ve Sororat Tipi Evlilikler Hakkındaki Düşünceler Frekans

Yüzdelik

Geleneklerimize uygundur

6

13,3

Duruma göre normaldir

14

31,1

Dinimize göre normaldir

2

4,4

Kadın ve çocuklar için gereklidir

9

20

Erkek ve çocuklar için normaldir

3

6,7

Fikrim yok

5

11,1

Şiddetle karşıyım

5

11,1

Başka

1

2,2

Toplam

45

100,0

Levirat ve Sororat tipi evlilikler hakkında ne düşünüyorsunuz?

ilişkili bu toplumlarda kadınların eşleri öldükten sonra başka birisi ile evlenmesi normal karşılanmaz. Bundan dolayı da dul kadının ailede kalması sağlanmaya çalışılır. Bu aynı zamanda salt toplumsal meşruluğa dayanan bir ilişki ve yapılanmaya dayanmaktadır. Bu evliliklerdeki resmi nikah durumu da bunu göstermektedir. Bu durum aynı zamanda bu toplumları belirleyen geleneksel değerler ve dinî söylemlere de uygun olmak durumundadır. Aşağıdaki tablolar hem levirat ve sororat tipi evlilik yapanların bu tip evlilik hakkında ne düşündüklerini hem de bu evliliklerdeki resmi nikâh durumunu göstermektedirler. Levirat veya sororat tipi evlilik yapmış olanların önemli bir kısmı bu durumu şartlara bağlı olarak kabul edilebilir görmektedirler, % 31.1. Yukarıdaki sonuçlar göstermektedir ki bu evliliği normalleştiren, aile ile ilgili sahip olunan değer yargılarıdır. Ailenin bütünlüğü ve devamını temel bir ilke olarak benimseyen kişiler bu konuda bir çok zorluğa katlanmak durumunda kalmaktadırlar. Bu tip evlilikler hakkında olumlu görüş bildirenler, konuyu toplumsal şartlara bağlı değerlendirmektedirler. Duruma göre yapılabilir diyenler ile çocuklar ve kadın için gereklidir diyenlerin toplam oranı % 50 civarındadır. Bu tip evlilik yapanların bu konuya nasıl baktıklarına yönelik soruya verilen cevapların oranı, aslında bu konuya bireylerin bireysel tercihleri olarak değil toplumsal bir tercih olarak normal gördükleri anlaşılmıştır. Toplum tarafından yadırganmamış olması

Tablo 7: Bireylerin Toplumdan Aldıkları Tepkilerin Dağılımı

Böyle bir evlilik yaptığı için toplum tepki gösterdi mi?

Frekans

Yüzdelik

Evet Hayır

3 31

6,7 68,9

Bazen Toplam

11 45

24,4 100

(% 68.9'u yadırgatıcı bir tavırla karşılaşmamış) toplumun bu durumu normal ve meşru olarak görmesinden kaynaklanmaktadır, fakat bireylerin kendileri bu durumu normal görmemektedirler. Nitekim aşağıda Tablo:13'te bu evliliği en çok kimin istediği sorusuna verilen cevapta, bireylerin kendilerinin istediği oran sadece yüzde 13.3'tür. Tablo 8: Yapılmış Olan Bu Evliliklerdeki Resmi Nikah Durumu Dağılımı Bu evlilikte resmi nikahı var mı? Evet Hayır Toplam

Frekans

Yüzdelik

29 16 45

64,4 35,6 100


Bilindiği gibi evlilik, genel anlamda toplumsal değerlerin onayladığı birlikteliktir. Evliliği meşru kılan da bu toplumsal onaydır. Ancak günümüz modern toplumlarında bu birliktelikten doğabilecek her tür pratiğin yasal bir temele oturtulması bir zorunluluktur. Bu aynı zamanda kişi haklarının korunması anlamına da gelir. İşte resmi nikah bunun en çarpıcı örneğidir. Resmi nikah birlikteliğin toplumsal meşruluğundan çok hukuki yükümlülükleri belirler. Bu evlilikler ise, daha çok toplumsal meşruluk temelinde gerçekleşmektedirler ve resmi nikah, evliliğin olmazsa olmazı olarak görülmemektedir. Resmi nikahı olmayanların oranı % 35.6'dır. III.2. Rol Değişimi ve Bu Değişimin Sonuçları Çalışmada irdelemeyi hedeflediğimiz temel konulardan birisi de, bu tip evliliklerde bireylerde ani bir rol değişiminin meydana geldiği ve bu değişimin kişilerin aile içi ilişkilerine önemli ölçüde etki ettiği yönündedir. Tablodaki veriler, rol değişimi ve çocuklara karşı farklı duygusal tutumlar içinde olma durumunu irdelemeye yönelik olan varsayımı doğrulamaktadır. Her ne kadar çoğunluk çocuklar arasında herhangi bir farkın olmadığını belirtmiş iseler de toplam % 38'lik bir kesim çocuklarına karşı farklı bir duygusallık içinde olduğunu belirtmiştir. Tablo 10: Cinsiyet İle Çocuklara Karşı Duygusal Farklılık Durumu

Tablo9: Çocuklara Karşı Duygusal Farklılık Durumu Dağılımı

Çocuklara karşı Frekanslar duygusal farklılık var mı?

Yüzdelik

Cevapsız Fark yok Şimdikilere daha bağlıyım Eskilere daha bağlıyım Esimin eski eşinden olanlara daha bağlıyım Fark yoktur

2 28 3

4,4 62,2 6,7

7

15,6

2

4,4

3

6,7

Toplam

45

100

Tablo 11: Eski Eşi İle Şimdiki Eşi Arasında Kıyaslama Yapma Durumu

Eş mukayesesi var mı?

Frekans

Yüzdelik

10 5 18 12 45

22,2 11,1

cevapsız Sık sık Bazen Çok değil Toplam

40

26,7 100

Cinsiyet * Çocuklarına karşı duygusal bir farklılık var mı? Çocuklarına karşı duygusal bir farklılık var mı?

Cinsiyet

Toplam

cevapsız

Fark yok

Şimdikilere daha bağlı

eskilere daha bağlı

Önceki eşinden olanlara daha bağlı

0%

20 % 76.9

2 7,70%

3 11,50%

1 3,80%

26 100,00%

2 10,50%

11 57,90%

1 5,30%

4 21,10%

1 5,30%

19 100,00%

2

31 68,90%

3 6,70%

7 15,60%

2 4,40%

45 100,00%

kadın erkek

Toplam

4,40%

Cinsiyet ile Çocuklara karşı duygusal bir farklılığın olup olmadığı değişkenleri arasında anlamlı bir ilişkiye rastlanmamıştır. (Ki-kare=4,098, sd=4, p=,393)

Bu araştırmanın temel amaçlarından birisi de bu tip evliliklerin bireylerde ani rol değişimlerine neden olduğunu ve bundan da bireylerin önemli ölçüde


etkilendiklerini/etkilenebileceklerini irdelemekti. Daha önce "kayınbirader" (kardeş) olarak gördüğü birisini "koca" olarak görmek, karşılaşılabilecek en karmaşık rol çatışmalarından birisi olmalıdır. Bu bir insan için belki de karşılaşılabilecek en karmaşık durumlardan birisidir. Nitekim araştırmanın bulguları bu konuda gerçekten bireylerde meydana gelen rol değişiminin aynı zamanda bir rol çatışmasına da neden olduğu yönündedir. Çocukların anne babalarına karşı tutumlarında bir değişiklik hissetmeleri de bundandır.

III. 3. Bu Evliliklerde Karar Vericiler ve Fertlerin Bu Evliliğe Karşı Tepkileri Yukarda da değinildiği gibi geleneksel ilişki biçimlerinin yoğun olduğu toplumlarda bireyler, bir çok konuda kendi başına karar verme özgürlüğüne sahip değildirler, daha çok içinde bulundukları toplumsal yapının öngördüğü değerlere ve normlara göre hareket etmek durumundadırlar. Bireyin kutsala veya tabuya kurban edilişinin farklı bir pratiği olan bu durum, en çok da seçme hakkı olmayan kadınlar için geçerlidir. Ailenin varlığı ve devamı bireyi koşullayan bir ideoloji olarak metafizik bir ideadır. Bu idea söz konusu toplumlarda kendini kurbanlarla (fedakarlıklarla) devam ettirir. Tablo 13, yukarda sözünü ettiğimiz durumu özetler niteliktedir. Bireylerin isteği ile olan evlilikler sadece % 13.3'tür. Geri kalanların kararını ise başkaları onların adına vermiştir. Anne/baba ve ailenin isteği % 57.8'dir. Akrabaların isteği (% 15.6) dahi bireylerin isteğinden daha fazladır. Aslında konu yorum gerektirmeyecek kadar açıktır. Yapılan görüşmelerden birisinde bu evliliğin özellikle köyün din görevlisi tarafından istenildiği ve gerçekleştirildiği tespit edilmiştir. İmam-din adamı, dul kadının kayın biraderleri ve kayınbabası ile aynı mekanı ve aile ortamını paylaşmasının sakıncalı olacağını ve bu durumun da ancak dini meşrulaştırımla, nikahla mümkün olabileceğini söyleyip tarafları buna zorlamıştır. Tablo 14: Evlenirken Herhangi Bir Baskıya Maruz Kalıp Kalmadığı Frekans Yüzdelik Evlenirken herhangi bir baskı var mıydı?

Tablo 12: Çocukların eski anne/babaları ile yeni anne/babalarını kıyaslama durumları

Çocuğunuz sizi eski anne/babası ile karşılaştır mı?

Frekanslar Yüzdelik

Cevapsız

8

17,8

Sık sık

2

4,4

Bazen

7

15,6

Çok değil

26

57,8

Çocuğumuz yok

2

4,4

Toplam

45

100

Tabloda da görüldüğü gibi çocuklar yeni anne/babalarını eski anne/babaları ile ortalama % 20 oranında kıyaslamaktadırlar ve bu durum aslında çocuklar için ciddi bir handikaptır. Belki birkaç ay önce "amca" diye hitap ettikleri birisine şimdi "baba" diye hitap etmek ve buna uygun bir davranış içinde bulunmak herhalde pek kolay olmamaktadır. Buna rağmen % 57.8 oranında da bir kabullenmenin var olduğu görülmektedir.

Bu evliliği en çok kim istedi? Baba/anne Akrabalar Eşim istedi Ben istedim Ailem istedi İmam-Din görevlisi istedi Diğer Toplam

Cevapsız Evet Hayır Toplam

1 23 21 45

Frekanslar

Yüzdelik

8 7 1

17,8 15,6 2,2 13,3 42,2 2,2 6,7 100

6 19

1 3

45

2,2 51,1 46,7 100


Evlenirken herhangi bir baskı görenlerin oranı % 51.1 'dir. Bu baskıyı yapanların oranı ise; % 8.9 baba, % 2.2 anne, % 2.2 kayınbaba, % 2.2 kayınvalide, % 33.3 aile ve % 4.4 geleneksel pozisyondan gelmektedir. Tablo 15: Kim Veya Kimler Baskı Yaptı Kim veya kimler baskı yaptı?

Frekans

Yüzdelik

21 4 1 1 1 15 2 45

46,7 8,9 2,2 2,2 2,2 33,3 4,4 100

Cevapsız Babam Annem Kayınbaba Kayınvalide Ailem Gelenek Toplam

Çalışmada araştırmak istediğimiz temel konulardan birisi de, bu tip evliliklerin yapılmasında kimin veya kimlerin asıl belirleyici olduğudur. Tablodan da anlaşıldığına göre aile % 33.3'lük oranla en baskın konumdadır. Bunu, % 8.9 ile baba, % 4.4 ile gelenek ve % 2.2 ile anne, kayınbaba ve kayınvalide izlemektedir. Tablo 16: Bireylerin Görüşü Alınıp Alınmadığı

Sizin görüşünüze baş vuruldu mu? Cevapsız Evet Hayır Toplam

Frekanslar

Yüzdelik

15 12 18 45

33,3 26,7 40 100

İlk Gecede neler hissettiniz?

Tablo 17: Cinsiyet Ve Görüşü Alınıp Alınmadığı Cinsiyet * Görüşü alındı t mı? Görüşü alındı mı? 0 Evet hayır Kadın 7 7 12 Erkek 8 5 6 Toplam 15 12 18

Cinsiyet

Bu evliliğin en çarpıcı özelliklerinden birisi de bireylerin karar alma sürecinde bulunmamalarıdır. Yukarıdaki her iki tablo birlikte ele alındığında bu evliliği yaparken görüşüne başvuruldu mu sorusundan elde edilen bulgular, cinsiyete göre bir ayrıma tabi tutulduğunda aslında anlamlı bir sonuca ulaşılamamıştır, (kikare=1.34, sd=2, p=,511) Ancak bireylerin görüşüne görece daha çok başvurulduğu ama bu görüşe uygun davranılmadığı anlaşılmaktadır. Bu evliliği ben istedim diyenlerin oranı % 13 (Yukarıdaki tablo), görüşüme başvuruldu diyenlerin oranı ise % 26.7'dir. Aslında bu durum, konunun uygulayıcıları tarafından da sorunlu olduğunu gösterir. Belki de durumu meşrulaştırmak için bireylere danışılmakta ama sonuçta aileler bildiğini uygulamaktadır. Bu aynı zamanda bu evliliğin birey için değil toplum için olduğunun da bir göstergesidir. Bu tabloda ise, cinsiyete göre bireylerin bu evliliği yapmaya kim tarafından zorlandığını göstermektedir. Cinsiyet ile bu evliliği yapmak için kimin baskı yaptığı değişkenleri arasında anlamlı bir ilişkiye rastlanmamıştır (Ki-kare=5.130, sd=6, p=,527) ancak, kadınların değişik odaklar tarafından erkeklerden daha çok baskıya maruz kaldıkları açıkça görülmektedir. 26 kadından 10'u ailesi ve 3'ü de babası tarafından bu evliliğe zorlanmıştır. Zaten kadınların bu tür olaylarda karar verici bir konumda olmadıkları bilinmektedir. Özellikle aile baskısının daha yoğun olduğu da açıkça fark edilmektedir. İsteğe ve gönül rızasına dayalı olmayan bir evlilikte, normal bir evlilikten beklenen işlevler de beklenmemektedir. Denekler bu tip evliliklerin temel işlevinden dahi uzak olduğunu belirterek, bu durumun önemli bir açmaz olduğunu vurgulamışlardır. Tablo 19: İlk Gecede Neler Hissettiğinin Dağılımı

Toplam 26 19 45

Cevapsız Bir felaketti Çok kötü hissettim Normal Zevkli idi Gayet zevkli idi Toplam

Frekanslar

Yüzdelik

5 17 17 3 1 2 45

11,1 37,8 37,8 6,7 2,2 4,4 100

Tablo 18: Kimin Baskı Yaptığının Cinsiyet Değişkenine Göre Dağılımı Cinsiyet Kim baskı yaptı çapraz tablo * Kim baskı yaptı

Cinsiyet

kadın erkek Toplam

Cevapsız

Baba

Anne

9 12 21

3 1 4

1

Kayın baba 1

Kayın Valide 1

1

1

1

Toplam Aile

Gelenek

10 5 15

1 1 2

26 19 45


Araştırmanın en ilginç verilerinden birisi de böyle bir evlilikte bireylerin ilk gecede neler hissettikleridir. Aslında geleneksel bir ortamda uygulanan ankette böyle bir soruya kolay ve sağlıklı bir cevap alınmayacağı endişesinin aksine, araştırmaya katılanların özellikle bu soruya cevap vermek istedikleri gözlenmiştir. İIk geceyi normal, zevkli ve gayet zevkli görenlerin oranı sadece % 13.3'tür. Bir felaketti diyenler ile kendini kötü hissedenlerin oranı ise toplam % 75.6'dır. Tablo 20: Cinsiyete Göre İlk Gecede Neler Hissettiği Durumu

sahip olmasına rağmen sadece bu işlevi yerine getirmez. Duygusal ve toplumsal olmak üzere çok önemli başka işlevler de yerine getirir. Bundan dolayı da toplumdaki bireylerin evliliği, sadece bireyleri ilgilendiren bir olgu olarak karşılanmaz. Özellikle Türkiye'de bir çok kişinin müdahil olduğu/olabildiği bir olaydır evlenme. Özellikle ferdin kendi başına bir birey olarak varlığını ortaya koyamadığı ve içinde bulunduğu topluluğun dışında kendine bir "kimlik" edinemediği toplumlarda aile ve ailesel klan bireye önemli ölçüde bir kimlik ve aidiyet duygusu kazandırır. Bu durum, yüz yüze

Cinsiyet * İlk gecede neler hissettin? Çapraz tablosu Cinsiyet

İlk gecede neler hissettin? Cevapsız Bir felaketti

Kadın Erkek Toplam

4 1 5

Çok kötü hissettim

13 4 17

Bu durumu cinsiyete göre değerlendirdiğimizde ise; kadınların % 50'si bu durumu bir felaket olarak görmektedirler ve hiç birisi ilk geceyi gayet zevkli, zevkli ve normal olarak değerlendirmemektedirler. Erkeklerde ise durum biraz farklı, erkeklerin % 31.5'i (1 tanesi zevkli, 2 tanesi gayet zevkli ve 3 tanesi de normal hissettiklerini belirtmişlerdir) ilk geceyi pek yadırgamadıklarını ifade etmişlerdir. İlk gecede neler hissettiği ile cinsiyet arasında da anlamlı bir ilişkinin olduğu görülmüştür. (Ki-kare=11,821, sd=5, p=,037). IV. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Aile, toplumun en küçük birimi olmasına karşılık toplumu en iyi yansıtan temel kurumlardan birisidir. Toplumu tanımak için de sosyologların önemli bir kısmı aile kurumunu bahse konu etmiş ve ailedeki değişimi/gelişimi ele almışlardır. Aile, aynı zamanda bireye temel toplumsal davranış örüntülerini de kazandıran önemli bir sosyalizasyon ajanıdır. İIk çağlardan günümüze kadar aile, önemli değişiklikler geçirmesine rağmen varlığını koruyarak çeşitli biçimlerde ve tiplerde devam etmektedir. Evlenme, temel olarak fizyolojik bir ihtiyacı karşılayan bir işleve

9 8 17

Normaldi

3 3

Toplam Zevkli idi Gayet zevkli idi

1 1

2 2

26 19 45

İlişkilerin egemen olduğu toplumlarda (birincil gruplarda) normal karşılanabilir ancak, modernleşme ile beraber ortaya çıkan bireyselleşme, bu durumu onaylamaz. Kaba bir gözlemle, Türk toplumunun evliliğe ilişkin genel tavrı "yakıştırma" tarzındadır. Kimin kime yakışacağı aslında bireysel olmaktan çok toplumsal bir ilgi alanıdır. Bu konu geleneksel ailelerde doğal olarak ebeveynlerin çocuklarına eş yakıştırması ve arayışı ile somutlaşıp toplumsal bir pratik olarak icra edilen bir "görevdir". Toplumun önemli bir kesimi hangi ünlünün hangisine yakıştığı konusunda derin entelektüel bir tartışma (!) içindedir. Bunun en somut örneği de son dönemlerde televizyonlarda rayting rekorları kıran "Biz Evleniyoruz", "Ben Evleniyorum", "Gelinim olur musun?" "Size anne diyebilir miyim?" reality showlarıdır. Bu showlarda, kimin kimle evleneceği konusu üçüncü şahısların kararına bırakılmıştır. Bu kişilerde, kendileri için kimin uygun görüldüğünü dikkate almaktan gurur duymaktadırlar. Kısaca bir çok alanda olduğu gibi evlilikte de toplumumuz pek sağlıklı bir ilişki ve duruş sergilememektedir. "Anlaşma" temelinde değil de


"yakıştırma" temelinde bir evlilik anlayışı yaygındır. Babanın yakıştırdığı, annenin yakıştırdığı, akrabaların uygun gördüğü ve nihayet toplumun uygun gördüğü bir eşle evlenmek toplumca en takdir edilen evliliktir. Tabi karar vericiler başkaları olunca da evlilik, kimi zaman en olmayacak bireyler arasında dahi gerçekleşebilmektedir. Bahse konu olan evlilik tipleri de bu anlamada bireylerden çok üçüncü şahıslar adına gerçekleşmektedirler. Evlenme biçimleri ise önemli ölçüde toplumların sahip oldukları sosyo-kültürel değerler tarafından belirlenir. Geleneklerin ve bireysel kararların dışındaki karar vericilerin egemen olduğu toplumlarda bunları belirleyenler daha çok geleneksel değerler ve toplumdaki otoritelerdir. Geleneksel değerlere göre yapılan evlilikler, geleneğe uygunluk esasında gerçekleşir, bireysel tercihleri dikkate almaz. Bir çok konunun paylaşıldığı bu birlikteliğin başkasının isteği ve arzusu doğrultusunda gerçekleşmesi ise, temelde bireysel talepleri ve tercihleri dışlayacaktır. Ataerkil toplumlar, ailenin devamını temel bir ilke olarak benimsemişlerdir ve bundan dolayı da kimi zaman aileye dair sorunların üstünü örtme yoluna gitmişlerdir. Bu durum, söz konusu toplumlarda hem bireysel anlamda hem de toplumsal anlamda derin kişilik krizlerine neden olmayabilir ancak, günümüzde bu durum artık hiçbir biçimde görmezlikten gelinemeyecek kadar kamusallaşmış bulunmaktadır. Bugünkü durumu garipleştiren asıl şey ise, yasal düzenleme, üretim ilişkileri ve sahip olunan değer yargılarının birbirinden tamamen farklı epistemolojik ve düşünsel referanslara sahip olmasıdır. Bu keşmekeşten de en çok kadınlar etkilenmektedirler. Çünkü sistem aslında biraz da kadınların taşıyıcılık (analık) özelliğinden de kaynaklanan sebeplerle kadın kişiliğini ezmek ve öğütmek üzerine dönmektedir. Türkiye'de bir çok sosyal problemi ekonomik nedenlerle açıklama ve temellendirme eğilimi yaygındır. Kuşkusuz ekonomik ilişkiler ve üretim araçları, değişim ve dönüşümün vazgeçilmez dinamikleridir ancak, bunları da kimi zaman harekete geçirecek başka faktörlere de ihtiyaç olduğu/olacağı unutulmamalıdır. En azından Weberyen anlayışın da bu konuda farklı bir bakışı ortaya koyma çabasında olduğunu bilmekteyiz. Araştırma, bu konuyu sosyolojik olarak dikkatlere sunma amacındadır. Aslında ülkemizde, özellikle de kimi bölgelerde sık rastlanan bir olgu olmasına rağmen, fazla araştırılmadığı gözlenmiştir. Levirat ve sororatın,

bir kural olarak değil, kimi sorunların çözümü için düşünülen (Altuntek, 1993) bir evlilik türü olduğu da unutulmamalıdır. Konunun sosyo-ekonomik ve sosyokültürel temelleri belirlendikten sonra bu tür evliliklerin yaşandığı ailelerde ortaya çıkan rol çatışmaları ve bunların insan psikolojisi üzerinde yarattığı gerginlikler bu tip evliliklerin salt tarafların mağduriyeti ile sınırlı kalmadığı da görülmüştür. Bu bağlamda evliliğin kişisel bir tercih ve yine kişisel bir uyum ve denklik gerektiren bir konu olduğunun fark edilmesinin sağlanması da çalışmanın amacına ulaştığını gösterecektir.

KAYNAKLAR Altuntek, N. Serpil, Van Yöresinde Akraba Evliliği, Kültür Bakanlığı Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 1993. Aydın; Mustafa, Kurumlar Sosyolojisi, Vadi Yayınları, Ankara, 2000. Gökçe, Birsen, Türkiye'nin Toplumsal Yapısı ve Toplumsal Kurumlar, Savaş Yayınevi, Ankara, 1996. Hagedorn, Robert, Sociology, Holt, Rinehart and Winston of Canada, Limited Toronto, 1980. Hançerlioğlu, Orhan, Toplumbilim Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1996. Hellman, Hal, Büyük Çekişmeler, Çeviri: Füsun Baytok, Tübitak Yayınları, Ankara, 1998. Kirwen, Micael C, African Widows, Orbis Boks, Maryknoll, New York 1979. Kongar, Emre, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985. Kongar, Emre, Türkiye Üzerine Araştırmalar, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1986. Lundberg, A. C. Schrag, N. Larden, Sosyoloji, Cilt II, Siyasal Bilimler Derneği Yayınları, Ankara, 1970. Mead, Margaret, Corning of Age in Samoa: a Psychological Study of Primitive Youth for Western Civilization. New York,

1973. Ozankaya, Özer, Toplumbilime Giriş, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1997. Sayın, Önal, Aile Sosyolojisi, Ege Üniversitesi Basımevi, Bornova-İzmir, 1990. Sweedlun, Verne S., Crawford, Golda M., Man in Society, American Book Company, NewYork, 1956. Tepperman, Lorne & Blain, Jenny, Think Twice Sociology Looks At Current Social Issues, Prentice Hail, New Jersey,

1999. www.bartleby.com


Korku Kültürü, Değerler Kültürü ve Şiddet

Altay EREN

Özet Korku, şiddet ve değer olgularının geçmişte olduğu gibi, günümüzde de toplumsal ve bireysel iyi oluşta son derece önemli olgular oldukları söylenebilir. Bireysel ve toplumsal boyutlarıyla geniş bir süreklilik üzerinde ele alınabilecek bu üç olgu, toplumlarda yönetim biçimlerinden yaşayış biçimlerine kadar her türlü süreci etkileyen bir zemin oluşturmuşlardır. Kültürel boyut, korku, şiddet ve değerlerin toplumsal bir uyum aracı şekline dönüşmelerinin sonucu olarak ortaya çıkmakta ve böylece bireylerin davranışlarını etkileyen bir referans sistemini meydana getirmektedir. Bu çalışmada korku ve bireysel değer kavramları kültürel yapılar olarak incelenmiştir. Bununla birlikte, şiddetin korku kültürünün egemen olduğu bir toplumda kolaylıkla tercih edilebilen bir olgu olduğu ve sağlıklı toplumsal gelişim sürecinin korku ya da değerler kültürünün başatlığıyla yakından ilişkili olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Anahtar Kelimeler: Korku Kültürü, Değerler Kültürü, Şiddet

Summary İt can be said that the fear, the violence and the values are crucial facts in individual and social vvell-being today as in the past. These facts, that could be investigated on a range continuum with their individual and social dimensions, constituted a base vvhich effects on every kind of process from management styles to living styles in societies. Cultural dimension arises as a result of transformation of the fear, the violence and the values into a social adaptation tool, thus, it becomes a reference system vvhich affects the inidividuals' behaviors. The fear and the individual value concepts were examined as cultural structures in this study. Hovvever, it was concluded that the violence is a fact that may be easily preferred, and the healthy social grovving process is highly related with the dominance of the fear or the values culture.

Key words: Fear Culture, Values Culture, Violence

' Öğr. Gör. Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Mengen Meslek Yüksekokulu.


• Giriş Biyolojik, psikolojik ve sosyal yönleriyle kültürel bir varlık olan insan için korku, değer ve şiddet kavramları varoluş sürecinin önemli parçalarını oluşturmaktadırlar. Kavramsal düzeyde kesin sınırlarla ayrılabilecekmiş izlenimi veren korku, şiddet ve değer kavramları, sosyal bütün içerisinde kültürel görünümlere bürünürler. Dolayısıyla, korku ve şiddet, toplumsal yansımalara sahip çok boyutlu unsurlar olarak kültür kapsamında belirginleşmektedirler. Aynı kapsamda anlamını bulan bir diğer unsur ise bireysel değerlerdir. Bir yönüyle öznel bir içeriğe sahip olan bireysel değerler, diğer yönüyle de toplumsal yapının etkisi altındadırlar ve doğumundan itibaren başlayan formal ve informal eğitim süreci içerisinde birey, bu toplumsal yapının etkisi altında kültürlenmek suretiyle değerlerini oluşturur. Böylece yaşamının, dolayısıyla ölümlülüğünün farkında olan insan, yaşam süresi boyunca kendi varoluş denkleminin negatif yönünü oluşturan unsurlar olarak belirginleşen korku ve şiddetin karşı tarafına değerlerini yerleştirerek, bir anlamda denge sağlamaya çalışmaktadır. Bu denklem, sosyal yapı içerisinde, bazen korkunun egemen hale geldiği sen-ben ilişkileriyle örülmüş bir yapı haline gelirken, bazen de değerlerin ön plana alındığı biz bilinciyle berraklaşan demokratik bir görünüme bürünmektedir. Diğer yandan, şiddetin ise korku kültürünün oluşturduğu bir zemin üzerinde yeşerme olanağı bulduğu söylenebilir. O halde şiddete zemin oluşturma potansiyeline sahip olan korku ve onun antitezi olan değerlerin insanın ortaya koyduğu gerçeklikler olarak kültürel bir zemin haline geldikleri düşünüldüğünde, bir başka gerçekle karşılaşılır. Eğer insan, kültür üretip kültürce üretilmekteyse (Uygur, 1996:16), korku kültürü ve değerler kültürünü üreten ve onlar tarafından üretilen bir varlık halini de alacak ve başarısını, mutluluğunu, ilişkilerini ürettiği ve üretildiği bu kültürel yapılar açısından değerlendirecektir. Bu bağlamda, adı geçen kültürel yapıların sahip olmaları oldukları içerikler özelde bireysel genelde ise toplumsal yönleriyle önemlidirler. Bu çalışmanın amacı, korku, şiddet, ve değer olgularının bireysel ve sosyal perspektiften ben, sen ve biz bilinci oluşumundaki etkilerinin incelenmesi suretiyle, sağlıklı bir toplumsal gelişim süreciyle olan ilişkiselliklerinin ortaya konmasıdır.

• Korku Kavramı Korkmak son derece doğal bir davranıştır ve insan yaşamının sürdürülebilmesi için gereklidir. İnsan, her şeyden önce, bilmediği açıklayamadığı ya da anlayamadığı şeylerden korkar. İlk insanların yıldırımdan, ateşten vahşi hayvanlardan korkmasının temel nedeni de budur. Karanlıktan, yıldırımdan, vahşi hayvanlardan vb. korkan insan, onlara ilişkin bilgilerini arttırdıkça bilinmeyenden kaynaklanan bu korkularını da yenebilme olanağına kavuşmuştur (Tok, 1998:62). Oldukça karmaşık bir doğaya sahip olması nedeniyle korkuya ilişkin farklı tanımlar mevcuttur. Örneğin Young, korkuyu "içinde bulunulan ortamın algılanmasıyla ortaya çıkan, iç organları harekete geçiren, bedende, davranışta ve bilinçte kendini belirten duygusal bir süreç" olarak tanımlamıştır (Aktaran: Cüceloğlu, 1998:264). Bununla birlikte, genel anlamda korku, herhangi bir uyaranın tehdit edici olarak algılanmasıyla ortaya çıkan savaş ya da kaç tepkisiyle sonuçlanan duygusal bir tepki olarak da nitelendirilebilir. Bu özelliğiyle korku, canlının hayatta kalmasına yardımcı olan bir duygudur. Bilim insanları, primatlar üzerinde yaptıkları deneyler sonucunda oldukça ilginç sonuçlarla karşılaşmışlardır. Bu hayvanların yer aldığı çeşitli deneylerde, yılanlara verdikleri tepkiler oldukça fazladır. Bir yılanla ilk kez karşılaşan yavru primatlarda bile bu korkunun yaşanması ilginç bir sonuçtur. Deneyin bir diğer aşamasında, deneklere yılanla birlikte çiçekler de gösterilir. Bir süre sonra hayvan, sadece çiçekten de korkmaya başlar (Aktaran: Tok, 1998:63). Bu deneylerden elde edilen bulgular, yılan korkusu gibi bazı korkuların doğuştan gelmekle birlikte (Wilson, 2000:18), sonradan öğrenilebildiğini de göstermektedir. Dolayısıyla korku biyolojik olmakla birlikte kültürel bir yöne de sahiptir ve bu özelliğiyle başta toplumsal olmak üzere örgütsel yapının da temel bileşeni haline gelir. • Korku Kültürü Kültürel yön korkunun toplumsal bir uyum aracı olarak işlevselleşmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Buna göre, bireyin üyesi bulunduğu toplumda bazı şeylerden korkması istenen ve beklenen bir olgudur. Böylece birey, yaşamının ilk yıllarından itibaren nelerden korkması gerektiğini öğrenmeye başlar. Esasen, korku ve toplumsallık ilişkisi kökenini derinlerde bulan bir ilişki türüdür. Bilmediği pek çok şeyden


korkan ilk insan için toplumsallaşma, korkularını hafifletmenin, onlardan kurtulmanın bir yoluydu (Freedman, Sears ve Carlsmith, 1998:76). Ancak, insanın korkularından kurtulmasını sağlayan toplumsallaşma süreci yeni korkuların da kaynağı olmuştur (toplumdan soyutlanma vb.). İnsanlık tarihi, korkunun kültürel görünümlerinin örnekleriyle doludur. Bazen otoriter ve baskıcı rejimlerin, esareti pekiştirdiği kültürel bir yapı olarak ortaya çıkan korku, bazen de bir okulda mutlak itaati sağlayan bir araç olarak belirginleşmektedir. İster makro isterse mikro açıdan mercek altına yatırılsın, korku kültürünün temelinde yatan anlayış aynıdır. Bu anlayış, sen-ben anlayışı olarak adlandırılabilir. • Sen Anlayışı Sen anlayışının temelinde acizlik duygusu yatmaktadır. Bu anlayış içerisinde kişi kendi beslenmesinden, günlük yaşamda yapması gereken işlerden, ilişkilerinden verdiği sözlerden dolayı sorumluluk almaz. Sorumluluk hep başkasındadır. "birisi ya da birileri benim yerime yapmalı" şeklinde ifade edilebilecek bir beklentinin hakim olduğu sen anlayışında, kişinin toplumla ilişkisi bir anlamda mekanikleşmiş (Cüceloğlu, 2002:42) bir verme alma ilişkisine dönüşmüştür. Sen anlayışına sahip birey sorumluluklarını inkar ederek, bunları kendi dışında algılamakta (Yalom, 2001:360) ve kendi dokunulmazlığını garanti altına almaktadır. Böylece kişi dış kontrol odaklı bir kişilik yapısı geliştirerek varlığının anlamını otoritenin eline teslim etmektedir. Dolayısıyla, düşünme, özgün ürünler ortaya koyma, eleştiri gibi gelişim odaklı davranışlar, yerini koşulsuz itaatle beslenen, başkasının yerine düşünmenin önemli olduğu eleştirilemez bir anlayışa bırakmaktadır. Diğer taraftan, sen anlayışı kişinin ait olma gereksinimini karşılar. Ancak, kişinin birey olması böyle bir anlayışla gerçekleşemez (Cüceloğlu, 2002:42). Diğer bir deyişle, kişi böyle bir anlayışın geçerli olduğu ortamda kendini gerçekleştirme olanağı bulamaz. Oysa ki, kendini gerçekleştirme, gerek birey gerekse üyesi bulunduğu toplum açısından son derece önemlidir. Çünkü kendini gerçekleştiren birey, sorumluluk alabilen, üretebilen, farklı bakış açıları ortaya koyabilen ve topluma faydalı olabilen bireydir. Dolayısıyla kendini gerçekleştirme, bireyin arzuladığı işi yapması, kendini ifade edebilmesi, başarması,

üretmesi, kendini kanıtlamasını içerir (Fındıkçı, 2000:381). Bununla birlikte sen anlayışı içerisinde olan kişinin sorumluluk duyduğu tek süreç birilerinden sürekli olarak bir şeyler istemektir. İstemek ve almak insanın kendi gücünü aşan bir şey olarak algılandığında kişinin bu süreçte pasif olması kaçınılmazdır. Dökmen (1994), bu süreci ana-baba ve çocuk arasındaki iletişime benzetmekte ve sen anlayışı içerisinde kurulan bir iletişim sürecinin yetişkin birey için gelişimi engelleyici bir unsur olduğunu belirtmektedir. Benlik algısı dış kontrol odağına teslim edilmiş bir bireyin, kendi benliğinin farkına varabilmesi de son derece zordur. Esasen, birey tarafından kendisini sorumluluklarından ve yalnızlığından kurtardığı gerekçesiyle bir savunma olarak geliştirilen sen anlayışı, bireyi daha çok yalnızlaştırmakta, öz-değerlerini iğdiş etmektedir. Bu özelliğiyle sen anlayışı, sorumlulukların ertelendiği ve çözümsüzlüklerin arttırıldığı bir anlayıştır. • Ben Anlayışı Diğer insanlara güvenmeme, onların aciz olduğunu düşünme, onları denetleme gereksinimine yol açar. Ben anlayışının temelinde, sürekli bir biçimde kontrol isteği yatmaktadır. Bu anlayış içerisinde birey, her şeyi kendisinin en iyi bildiğini, kendisine sorulmadan bir şey yapılmaması gerektiğini düşünür. Bir anlamda başkalarının yerine düşünmekte ve kararlar almaktadır. Böylece birey gerekli olduğunu düşündüğü kontrolü sağlamakta ve yönlendirmektedir. Bu özelliğiyle ben anlayışı kişinin bağımsız olma özelliğini karşılamaktadır. Ancak bu bağımsızlık, başkalarının kontrolüyle, onlar üzerinde kurulan otoriteyle, dolayısıyla sağlıksız etkileşimlerle karşılanmaktadır. Bu nedenle ben anlayışı içerisinde olan birey, işbirliği içerisinde olamaz ve diğer insanlarla eşit ilişkiler içerisine giremez (Cüceloğlu, 2002:43). Diğer taraftan ben anlayışı içerisinde olan kişi de, tıpkı sen anlayışı içerisindeki kişi gibi sürekli bir eksiklik duygusu içerisindedir. Sürekli kontrol ve olaylara hakim olma isteğinin ardında yatan temel nedenlerden birisi de bu eksiklik duygusudur. Kişi böylece, eksikliğini duyduğu gereksinimleri ötelemekte ve kendinde sağlayamadığı iç tutarlılığıyla çözemediği, çözümsüzlüğüne inandığı sorunlarını başkalarına transfer etmekte ve onları denetim altında tutarak, kontrol altına aldığına inanmakta, kişilik bütünlüğünü de bu yolla sağlamaya çalışmaktadır. Bu bağlamda kişilik bütünlüğü ve kontrol etme güdüsü sıkı sıkıya


birbirine bağlıdır ve birbirini besler. Ben ve sen anlayışları birbirlerini tamamlayan anlayışlardır ve bu yönleriyle kültürel bir görünüme bürünürler. Başka bir deyişle, ben anlayışı sen anlayışına sahip insanlarca beslenir. Dolayısıyla sen anlayışına sahip olan insanlar bir başka "ben"in güdümüne girerek sorumluluklarından kurtulurlarken ben anlayışına sahip olanlar da kontrol etme güdülerini tatmin etme olanağına kavuşurlar. Böylece sosyokültürel açıdan korku kültürünün temelini oluşturan patalojik bir takas döngüsü de başlamış olur. Yapılan açıklamalar ışığında korku kültürünün başlıca özellikleri aşağıdaki gibi ifade edilebilir (Güler, 2001:194). -Korku kültüründe ilişki ağı "sen-ben" ilişkisine dayalıdır. Dostluk, sevgi, adanmışlık ve özveri adına herhangi bir değer kırıntısına bile rastlanmaz. - Ortak tutum belirlemede ortak kararlar yerine kimin dediği önemlidir. Kişinin konumu gereği söylediği her şey yasa niteliğindedir. Evde babanın, kurumda yöneticinin söylediği önemlidir. - Psiko-sosyal ilişkilerde hiyerarşik "mevki bilinci" üstündür. Bu anlamda aşağıdan yukarıya doğru hareket durağanlaşmıştır. Çoğunluğun sesi ya duyulmaz ya da önemsenmez. - Yönetimde keyfilik, tutarsızlık ve kişisel bütünlükten yoksun bir anlayışın egemen olduğu korku kültürü insan haklarını kısıtlar. -Korku kültüründe çıkar varsa iletişim kurulur ve bunun ötesinde iletişim kurmanın yararına inanılmaz. - Korku kültüründe aile içi etkileşim de korkuya dayandırılır. Uyumlu kişilik kılıbıklık veya kölelik olarak değerlendirilir. Örneğin evliliğin başlangıcında eşin gözü korkutulmalıdır. - Korku kültüründe ezbere yaşamak yürürlüktedir. Kişinin istekleri, özlemleri, duyguları önemli değildir. Önemli olan "el alemin ne dediğidir" Bu tutum ise, sorumluluk ve vicdanın gelişimini önler. - Korku kültüründe otoritenin dediğinin ezberlenmesi önem taşır. Yönetici gülemez, asık yüzlü ve ciddi olmalıdır. Yukarıda ifade edilen özellikler, korku kültürünün psiko-sosyal ve kültürel görünümlerini özetlemektedirler. Bu görünümler, bireyden aileye, aileden topluma örgütsel, dolayısıyla yönetimsel açıdan korku kültürüne dayalı bir işlevselliğin niteliğini

yansıtmaktadırlar. Dolayısıyla, korku kültürüne dayalı olarak belirlenen insana bakış açısı, bir örgütte hangi yönetim anlayışının benimseneceğinin de temel belirleyeni olmaktadır. Korku Kültürüne Dayalı Örgüt ve Yönetim Anlayışı Genel anlamda, örgüt mal ve hizmet üretmek için oluşturulmuş bir tasarımdır (Yüksel, 2000:2). Yönetim ise bu tasarımı hayata geçiren bir süreçtir. Bu nedenle korku kültürü, bir örgütün yapısında kendisini yönetimsel uygulamalarla gösterir. Korku kültürüne dayalı bir yönetim anlayışı, öncelikle insan doğasına bakış açısıyla farklılaşır. Açık bir ifadeyle, yöneticinin kullandığı liderlik biçimi, onun insan doğasına ilişkin yargısı tarafından belirlenir (Aydın, 1986:85). İnsan doğasına ilişkin yargılar, Mc Gregor tarafından "X" ve "Y" kuramları olarak birbirine zıt varsayımlar biçiminde sınıflandırılmıştır. Korku kültürüne dayalı bir yönetim anlayışının temelini oluşturan insan doğasına ilişkin varsayımlar ise aşağıdaki gibi özetlenebilirler (Aktaran: Eren, 1989:29): - İnsan işi sevmez ve elinden geldiği ölçüde işten kaçma yollarını arar. - İnsan yönetilmeyi tercih eder, sorumluluktan kaçar. -İnsan bencildir; kendi arzu ve amaçlarını örgüt amaçlarına tercih eder. - İnsan yenilik ve değişiklikten hoşlanmaz ve yeniliğe karşı direnir. -İnsanın örgütsel sorunların çözümünde çok az yaratıcı yeteneği bulunur. - İnsanlar parlak zekalı değildir; kolayca kandırılabilir: harekete geçmesini sağlamak için maddi bakımdan ödüllendirilmelidirler. İnsan doğasına ilişkin temel varsayımlarıyla korku kültürü, bir örgütün yönetim modelini paternalist bir çerçeveye yerleştirir. Buna göre, örgütte tek kişinin söz sahibi olduğu veya tek kişinin örgüte hakim olduğu bir durum söz konusudur (Aykaç, 1999:51). Örgüt içi iletişim, tek yönlü ve katı bir hiyerarşik düzen içerisinde gerçekleşir. Dolayısıyla iletişim yukarıdan aşağıya emir, aşağıdan yukarıya ise rica şeklindedir ve formaldir. Örgüt çalışanları kendilerini ifade etme olanağı bulamazlar. Her örgütte informal iletişim söz konusu olmakla beraber, korku kültürünün hakim olduğu örgütlerde informal iletişim (fısıltı gazetesi) oldukça fazladır. Bu durum karşılıklı güven, vefa, etik gibi unsurların içi boş ve romantik söylevler olarak algılanmasına neden olur.


Bununla birlikte, korku kültürünün egemen olduğu bir örgütte örgütsel adalet kavramı da tartışmalıdır ve çalışanlar adalet dağıtıcı mekanizmanın işlevselliğini bir kişiye, yani otoriteye bağladıklarından dolayı adaletin gerçekleşebileceğine olan inançları da hayli düşüktür. Çünkü korku kültüründe adalet, etik standartlardan çok, otoriteye yakınlık gibi sübjektif bir takım ilkelere göre dağıtılma özelliğine sahiptir. Bu nedenle kişilerin örgütsel adaleti bir eşitsizlik durumu olarak algılamaları olasıdır. Nitekim Leventhal (1976,1980), uygulamaya yönelik adaletin algılanmasında önemli etkiye sahip altı süreç belirlemiştir. Buna göre, çalışanlar süreklilik ve tutarlılık içeren, doğrulanabilir, ön yargılardan bağımsız, herkesin yer aldığı ve etik standartlara uygun uygulamaları daha adil olarak değerlendirme eğilimindedirler (Aktaran: Cropanzano ve Wright, 2003:10). Korku kültüründe ise etik standartlar değil, korkuyla beslenen yakınlık ilişkileri, devredilen sorumluluklar ve sen-ben anlayışı içerisinde değerlendirilen beklentiler söz konusudur. Böylece, korku kültürüne dayalı bir örgüt, yönetimsel uygulamalar çerçevesinde katı bir hiyerarşik ve bürokratik yapıyla belirginleşirken, mevcut iletişim ise tek yönlü olmaktadır. • Okul Örgütlerinde Korku Kültürü Okul denilen örgütün en önemli ve açık özelliği, üzerinde çalıştığı hammaddenin toplumdan gelen ve topluma giden insan oluşudur. Böylece, okulun birey boyutu kurum boyutundan daha duyarlı, informal yanı formal yanından daha ağır, etki alanı yetki alanından daha geniştir. Gerçekten de sosyal bir sistem olarak kurulması ve çalışması gereken okul ortamında, davranış bilimleri ve insan ilişkilerinin yeri bu bakımdan büyük önem taşır. Okulun örgüt özelliklerinden ikincisi, okulda çeşitli değerlerin bulunması ve çatışmasıdır. Okulun başlıca görevi, içinde olduğu kadar dışında da çatışan bu sosyal politik ve ekonomik değerleri uzlaştırmak ve dengelemektir (Bursalıoğlu, 2002:33). Korku kültürünün hakim olduğu bir okul her şeyden önce, üzerinde çalıştığı hammaddeyi bu kültürün etkisiyle şekillendirecek ve korku kültürünün toplumsal bir aktarıcısı konumuna yerleşecektir. Okul, kültürün değişmesini sağlayan örgütlerin de başında geldiğinden, toplumsal varoluşun temel dinamikleri korku kültürünün şekillendirdiği beyinler tarafından oluşturulacak ve gelişim süreci için gerekli olan eleştirel yön yok olacaktır. Diğer bir deyişle okul değişen kültürü

değerlendirip, toplum için en uygun yöne sokabilecek güçte vatandaşlar yetiştirme gücünden yoksun kalacaktır. Bu bağlamda okul örgütünde disiplinin içeriği sorgulanmalıdır. D i s i p l i n , örgütün amaçlarına en iyi bir biçimde ulaşmasını sağlayacak ilkeler dizgesi olarak anlaşıldığında ve etik değerlerle özdeşleştirilerek benimsenebilecek adaletli bir uygulamaya dönüştürüldüğünde gelişimsel bir yön taşır. Oysa ki, dogmatik ve otoriter bir yapı kazandırılmış olan disiplin, eleştirel düşüncenin karşısına dikilmiş en güçlü silah olma özelliğini kazanacak ve korku kültürünü besleyecektir. Bundan başka, korku kültürüne dayalı bir anlayışın okul örgütlerinde yerleşmesine olanak sağlayacak olan belirgin bir özellik de ezberciliktir. Çünkü ezberlemek, sunulanların olduğu gibi kabul edilmesi ve hazır bilginin zahmetsizce alınmasını ifade eder. Böylece, daha önce ifade edilen ben anlayışı sunulan bilginin sorgulanamaz ve mutlak olduğunu kabule zorlamakla ortaya çıkarken, sen anlayışı da bu bilgiye öğrenin bir şey katmaksızın gerektiğinde aynen geriye verilmesinin sağlanmaya çalışılmasıyla sorumluluğun devri şeklinde belirginleşecektir. Oysa ki öğrenme bireysel ve aktiftir. Öğrenen bilgiyi kendisi oluşturur. Bunun anlamıysa, bilgiyi oluşturmanın sorumluluk gerektirdiğidir. Dolayısıyla, sorumluluktan kaçınan sen anlayışı, bu sorumluluğun kendisinde kalmasını tercih eden ben anlayışıyla korku kültürünün zemininde bildik takas ilişkisi içerisine kolaylıkla girebilecektir. Kültür, okul içerisindeki davranışlara normatif bir yol gösterici işlevi görür ve bireyler etkileşimde bulundukça, istenilen ve onaylanır nitelikteki davranışlarla ilgili ortak kavramlar geliştirirler (Aydın, 1994:198). Böylece normatif yol gösterici olarak korkuya dayalı bir anlayışın geçerli olduğu bir okulda, istenilen ve onaylanır nitelikteki davranışlarda, koşulsuz itaat, sorgulamama ve sen-ben anlayışına dayalı ilişkiler geçerli olacaktır. Sonuç olarak, temelinde sen-ben anlayışının bulunduğu korku kültürü, özellikle okul örgütleri gibi toplumun genelini ilgilendiren kurumlarda gerekli olan gelişimsel dinamiklerin önünde büyük bir engel teşkil ederek; kendini gerçekleştirme yolunda ilerleyen ve etik değerleri benimsemiş bireylerin yetişmesini engelleyecektir. Bu nedenle sen-ben anlayışına dayalı bir ilişkiselliği bünyesinde barındıran bir örgüt, en fazla statükoyu koruma adına enerji sarf edecek ve bunu


da sorgulanamayan yetkeci tercihler doğrultusunda oluşturulmuş disiplin kurallarıyla sağlamaya çalışacaktır. Böyle bir örgüt ise, kendi varoluşunun temel kaynağı olan insan unsurunun varolan potansiyellerini baskı altına alma yolunda da emin adımlarla ilerleyecektir. Diğer taraftan, korku kültürünün en belirgin özelliklerinden birisi olan eleştirinin işlevsizleştirilerek ortadan kaldırılması ve sadece bir yakınma davranışı haline dönüştürülmesi de, okul örgütünün temel fonksiyonlarından birisinin ortadan kaldırılmasına ve yitirilmesine neden olabilecektir. • Korku Kültüründe Eleştiri Korku kültüründe yer alan yerme anlayışı eleştiride yer almaz. Kavramın içeriğinde yermek, açığını yakalamak, kasıtlı kötülemek gibi öğelere yer verilmez. Daha doğrusu eleştiri sövmek, karalamak, horlamak, kötülemek değildir. Eleştiride geçmişle gelecek arasında diyalektik bir bağ vardır. Dinamik bir süreci simgeler (Güler, 2001:199). Bu bağlamda eleştiri, eleştirel düşünme sürecinin bir ürünüdür. Eleştirel düşünme bireyin kendi düşünceleriyle başkalarının düşüncelerini karşılaştırıp aktif bir biçimde görüşlerini yansıtabilmesini gerektirir (Özden, 2003:158). Böyle bir düşünme sürecinin ürünü olan eleştiri pozitif bir görünüme sahiptir. Çünkü kişi bu yolla, eleştiri konusu olan olay, olgu ya da yaklaşımı tutarlı bir sınamadan geçirmekte ve geçerlik, dolayısıyla da güvenirliğine katkıda bulunmaktadır. Bir anlamda farklı görüşler ortaya koyarak doğru ve güvenilir bilginin doğumuna yardımcı olmaktadır. Bu açıdan bakıldığında eleştirel düşünmenin yararları aşağıdaki gibi ifade edilebilir (Özden, 2003:160). - Düşünce özgürlüğü kazandırır. - Bir şeyin doğru ifadesinin anlaşılmasını sağlayarak iyi sonuçlar elde edilmesine neden olur. - Bilgi birikimini arttırır. -Düşünce sorunlarını çözmede yardımcı olur. - Mantıksız düşüncelerden alıkoyan - Eleştirel düşünme esnasında insan aklını kullandığını hisseder. - Okuduğu bir metne, söylenen bir söze farklı açılardan bakma olanağı sağlar. - Her şeyin sebebini, sonucunu ve olabilme imkanını düşünür.

Eleştirel düşünceden yoksun kişiler neyi neden yaptıklarının ayrımına varamazlar. Öğrendikleri düşünceyle zıtlaşan bir düşünceyle karşılaştıklarında o düşünceyi savunan kişileri susturmanın yolunu ararlar. Kendilerini yenileme ihtiyacı hissetmezler. Belli kalıpların içinde kalmışlardır ve bu kişiler gerçek anlamda yaratıcı ve yapıcı olamazlar (Özden, 2003:160). Korku kültürünün egemen olduğu bir yapı içerisinde bireyden beklenen de kendini yenilemesi, sorgulaması vb. değil, otoriteye inanması onu sorgulamamasıdır. Bu nedenle, korku kültüründe farklı görüşlere yer yoktur. Belirli durumlarda bir tek cevap mevcuttur ve bu cevap da otoriteden gelir, dolayısıyla sorgulanamaz. Böylece, sen anlayışına sahip birey alternatifler üretme ve sorgulama sorumluluğundan, ben anlayışına sahip birey ise eleştiri almaktan ve sorgulanmaktan kurtulur. Başkalarının fikirleri ise, otoriteninkilerle uyumlulukları derecesinde değerlendirilir ve bu ölçüde de dikkate alınırlar. • Biz Bilinci Doğanın birbiriyle ilişkili ve ortak yaşama dayalı sistemli bir yapıya sahip olduğu düşünüldüğünde (Margulis, 2001:12), sosyal bir varlık olan insanın da böylesine sistemli bir yapıya tezat oluşturacak tutumlar içerisinde olması varoluşunun temel zeminini yitirme olasılığını arttıracaktır. Dolayısıyla, insan yaşamının biz bilinci içerisinde işlevselleşmesinin kaçınılmaz olduğu söylenebilir. Biz bilinci ise bir olgunlaşma süreci içerisinde oluşur. Bilinçlenme olarak adlandırılabilecek bu süreç, genel anlamda bir farkına varışlar sürecidir. Bu süreç aşağıdaki gibi ifade edilebilir (Cüceloğlu, 2002:47). 1-) Ben varım, sınırlarım ve sorumluluklarım var. - Varlığın farkına varılması - Sorumlulukların farkına varılması 2-) Sen varsın, sınırların ve sorumlulukların var. - Senin kendine ait bir yaşamın var - Yaşamın kendine özgü bir takım sınırları var Kendi sınırlarının ve sorumluluklarının farkında olan insan, başkalarının sınırları ve sorumluluklarının da farkına vararak yaşamını daha anlamlı bir hale


getirebilir. Biz bilinci karşılıklı güven ilişkisine dayanan ve her insanın önemli bir değer olduğunu kabule dayanan bir anlayıştır. Böyle bir anlayış, insani değerlerin ön planda olduğu ve bunların özgeci bir biçimde sergilendiği toplumsal bir zeminin oluşmasının ön koşuludur. Bunun için insanın tek başına mutluluk arayışı ütopyasından kurtulması ve her şeyi elde etmeye çalışmanın, her şeyi kontrol etmeye çalışmanın sahte huzurundan vazgeçmeye hazır olması gerekir. Böyle bir vazgeçiş, insanı kendi potansiyeline ve kendini farkındalığına götürecek ilk adımın atılması anlamına gelir. Bireysel açıdan, varoluşun sosyal boyutunun güven ve sağlıklı ilişkiler temeline oturtulmasını sağlayan biz bilinci, toplumsal açıdan da aşağıdaki esasların yerleşmesini sağlar (Güler, 2001:195). - Evrensel değerler yerleşerek kurallara uyum sağlanır. Böylece demokratik sistemin yerleş mesinin de yolu açılmış olur. - Güdümlü kişilik kalıplaşmış biçimiyle sürdürülmez ve düşünen bir varlık olarak insan kendisini ifade eder. - Aydın bir kişilik edinmenin temel zemininin oluşmasını sağlar. - Katı hiyerarşik ve bürokratik yapının, insana ve hizmete göreli bir biçime dönüşmesini olası kılar. Yapılan açıklamalar ışığında, biz bilincinin etik standartlarla örülmüş bir karşılıklı dayanışma ve paylaşım ikliminin kaynağı olduğu ve korku kültürünün gerektirdiği anlayışın karşısında bir değerler kültürü oluşturduğu söylenebilir. Başka bir deyişle, sen-ben anlayışı korku kültürünün temel zeminini oluştururken, biz anlayışı değerler kültürünün temelinde yer alır. • Değerler Kültürü Değer, etik bir ölçüdür ve varlığını toplumun özgün kaynaklarından alır (Güler, 2001:199). Etik ise, iki anlama sahip bir kavramdır. Birincisi insanların toplum içerisinde uyması gereken kural ve ilkeleri belirtirken, ikincisi felsefi bir anlama sahiptir. Felsefi anlamda etik, insanın yapıp etmelerini özel bir problem alanı olarak ele alan ve bu alanın varlık-nitelikleri ile bu alanı yöneten değerlerin varlık-niteliklerini araştıran disipline verilen addır. Diğer bir ifadeyle etik, insana ilişkin ahlaki sorunlarda doğrulanabilir, yanlışlanabilir bilgiler ortaya koyan ya da en azından koyması beklenen bir disiplindir. Dolayısıyla etik, nasıl yaşamamız gerekir sorusuna ilişkin cevapları araştıran

felsefi bir disiplindir (Arslan, 2001:2). Kişiler gibi aileler, kurumlar, uluslar da değerler sistemi içerisinde bütünselliklerini sağlarlar ve zamanlarını bu değerler doğrultusundaki önceliklere göre değerlendirirler. Örneğin, bir toplumda tanıdık olma, bildik olma bir değer ise, o toplumda tanıdık ve bildik olan sıra gözetmeksizin öne alınır. Bu nedenle her toplumun, her ulusun değerleri evrensel doğrular değildir (Cüceloğlu, 2002:75). Değerlerini evrensel değerlerle harmanlayabilen toplumlar insani yönü ön plana alabilen toplumlardır. Ancak buradan, toplumların her koşulda evrensel değerleri başat değerler olarak alması zorunluluğu anlaşılmamalıdır. Böyle bir zorunluluk olmamakla birlikte, kişi, kurum ya da ulusun doğruları evrensel doğrular üzerine kurulmuşsa, toplumsal yaşamda denge ve bütünlük sağlamak görece daha kolay olacaktır. Diğer taraftan, değerler kültürünün oluşumu için toplumsallaşmanın temelinin değerlere bağlı ilkeler tarafından oluşturulması gerekir. Örneğin demokratik yönetimde ilkelere bağlılık ön koşuldur. Demokratik uygulamalarda bocalayan toplumlarda korku kültürünün egemen olduğu söylenebilir (Güler, 2001:1999). Bu noktadan hareketle değerler kültürünün oluşumunun demokratik ilkelerin benimsenmesiyle doğru orantılı olduğu söylenebilir. Bu temel prensipler ise aşağıdaki gibi özetlenebilirler (Gratton ve Ghoshal, 2003:1): - İnsanların potansiyellerini ve farklı niteliklerini ifade edebilecekleri şartların yaratılması. - Otoritenin ve gücün keyfiyete dayalı kullanılmasından korunma. - Birlikte yaşam şartlarının belirlenmesinde yer alma. - Mevcut kaynakların geliştirilmesi için fırsatların genişletilmesi. Demokratik bir toplum yapısının varlığı değerler kültürü için bir ön koşul niteliğindedir. Böyle bir yapının varlığı, kişilerin, toplumun, dolayısıyla ulusun gelişiminin ivmelenmesine neden olur. Çünkü bir toplumda kişilerin birey olduklarını duyumsamaları, değerlerin oluşumuna ve kalıcılığına katkıda bulunma imkanına sahip olmaları, onurlu bir yaşam sürdürme olanağına kavuşmaları ve eleştirebilme özgürlüğüne sahip olmaları ve nihayet yaratıcılıklarını baskılanmaksızın ortaya koyabilmeleri, ancak demokratik ilkelerin


benimsendiği bir yapıyla mümkündür. Böylece, psikososyal gelişimin ivmelenmesinin temel kaynağının, toplumsal potansiyelin özgürce ortaya konabilmesinin sağlanmasında yattığı söylenebilir. Değerler kültürünün sağlıklı bir biçimde örüntülenmesinin arkasında yatan temel güç de budur. Bu bağlamda, değerler kültürünün dayandığı esaslar şu noktalar aracılığıyla özetlenebilir (Güler, 2001:199). - Değerler kültürü eleştiriye açık olmayı zorunlu kılar. Eleştiride ise erdemli tutum ön plandadır. Hoşgörü ve saygıya dayalı eleştiri iletişimi kolaylaştırır. -Değerler kültürü disiplinleştirmeyi öngörür. Bu disiplinin temeli ise özeleştiriye bağlı kılınır. Temeli sevgiye dayanan disiplin, irade eğitimini kolaylaştırır. - Değerler kültüründe onur eşitliği ön plandadır. -Değerler kültüründe güvene dayalı ilkeler söz konusudur. - Değerler kültüründe huzur, güven, işbirliği, disiplin vardır. - Değerler kültüründe gerçeğe saygı, hakka- niyet, kişisel bütünlük, insan onuruna saygı, hizmet etme güdüsü ve sevgi söz konusudur. Dolayısıyla, değerler kültüründe insan, korku kültürüne dayalı bir yönetim anlayışının taşıdığını varsaydığı özelliklere sahip değildir. Bu bakış açısıyla, değerler kültürüne dayalı bir yönetim anlayışının insan doğasına ilişkin varsayımları, McGregorun Y teorisinde belirttiği hususlar aracılığıyla özetlenebilir (Aktaran: Eren, 1989:30). -İşyerinde iş görenin fiziksel ve zihinsel çaba harcaması oyun ya da dinlenme kadar doğaldır. İnsan işten nefret etmez. İş bir başarı ve tatmin kaynağıdır. - Sıkı denetim ve ceza ile korkutma kişiyi örgütsel amaçlara yöneltecek tek yol değildir. İnsanlar örgüte bağlanır, işi ve iş arkadaşlarını severse, kendini yönetme ve denetim yollarını kullanarak örgüte daha yararlı olmaya çalışırlar. - Örgütsel amaçlara bağlılık, onların elde edilmesiyle ilgili ödüllere bağlıdır. -Elverişli koşullar sağlanırsa insan sorumluluğu kabul etmekle kalmaz, onu aramayı da öğrenir. - Örgütsel sorunların çözümünde gerekli olan nitelikler, insanlar arasında az değil, geniş ölçüde dağıtılmıştır. - Çağdaş sanayi yaşantısının koşulları, insanı ancak belirli konuda çalışma ve uzmanlaşmaya zorladığından, yetenek ve becerilerinin sadece bir kısmından yararlanabilmeyi sağlamaktadır.

Böylece, genel anlamda değerler kültürünün dayandığı ilkelerin, sevgi, birliktelik, dirlik ve hoşgörü iklimini oluşturarak, empatik bir toplumun yapısının belirginleşmesinde önemli bir rol oynadıkları söylenebilir. Bu iklimin en belirgin özelliği ise, toplumda şiddet olgusunun oluşumuna imkan verecek bir takım unsurları ortadan kaldırması ve yerlerine ifade özgürlüğüyle kimlik kazanan bir uzlaşma zemini koyabilmesidir. • Şiddet ve Kökenleri Şiddeti, doğanın kendisinde varolduğu şekliyle bir çatışma biçiminde ele alarak, ilk dile getiren düşünürlerden birisi Herakleitostur. Herakleitosa göre, evren sürekli çatışmaların yaşandığı bir yerdir ve kavga herkes için ortak, adalet ise bir çatışmadır. Adalet bile ancak kavgayla sağlanabilir. Dolayısıyla şiddet doğadır ve insan da doğanın bir parçası olarak onun şiddetinin bir ürünüdür. Bu nedenle doğanın parçası olan insan, şiddeti bünyesinde taşır, dolayısıyla insanın yarattığı savaş her şeyin babası, her şeyin kralıdır. (İnam, 2001:46). Günümüzden yüzlerce yıl önce ifade edilen bu sözler, insan doğasının şiddete yatkın olduğu şeklindeki doğuştancı görüşü özetlemektedir. Bu görüşün karşısında ise, insan doğasının şiddete yatkın olmadığı, şiddetin öğrenildiğini belirten hümanistik bakış yer almaktadır. Herakleitos doğadaki bir takım süreçleri (depremler, sel felaketleri vb.) şiddetle özdeşleştirmekteydi. Oysa ki bu unsurlar şiddet şeklinde tanımlanamaz. Çünkü tanımlama, tanımı yapanla ilişkilidir. Bu durum ise, şiddetin öznel yönünü ortaya koymakta ve sosyokültürel farklılıklarını vurgulamaktadır. Herakleitos'un şiddetin kaynağı olarak gördüğü evren, Leibniz için uyumdan (Harmonia) oluşan bir bütündür. Evrenin varlıkları arasında önceden kurulmuş bir uyum vardır ve evren kozmik bir şiddetten çok, bu uyumun bir ürünüdür (İnam, 2001:46). Herakleitos ve Leibniz'in görüşleri şiddete ilişkin doğuştancı ve hümanistik bakışları bir anlamda özetlemektedir. Bilimde, herhangi bir bakışın geçerliliği gerçeklerle olan tutarlılığına bağlıdır. Bu tutarlılık ise, yapılan pek çok araştırmayla sağlanır. Şiddet olgusunun incelenmesine yönelik olarak yapılan araştırmalar, şiddetin tek bir boyutta ele alınamayacak kadar karmaşık bir olgu olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla şiddet, biyolojik, psikolojik ve sosyo-kültürel bakış açılarıyla çok boyutlu bir biçimde incelenmelidir.


• Sosyo-Kültürel Perspektif Herhangi bir sosyal bilimler ansiklopedisinde şiddetin tanımı kısaca, "kişisel veya grupsal amaçlar uğruna fiziksel baskı yöntemlerine başvurulması" şeklinde ifade edilir. Ancak böyle bir tanım şiddetin hem nedenlerinin hem de amaçlarının çeşitliliğini açıklamada yetersiz kalmaktadır. Bu hassasiyet doğrultusunda şiddet, "bir kişi ya da topluluğun, fiziksel ve ahlaki bütünlüğüne, mülkiyetine, kültürel veya sembolik değerlerine karşı, herhangi bir birey, grup ya da örgütlü bütünlük tarafından verilen fiziksel ve/veya psikolojik zarar" olarak tanımlanabilir. Böyle bir yaklaşımla şiddet, çatışan çıkarları olan taraflar arasındaki sosyal ilişkiden kaynaklanmaktadır (Ergil, 2001:40). Çatışan çıkarlar, göreli olarak sürekli ya da geçici olabilir. İlk durumda çatışma yapısal, ikincisinde ise, konjonktüreldir. Şiddet uzlaşmazlığın veya karşıtlığın muhtemel sonuçlarından bir tanesidir. Yapısal anlamda şiddet, üstünlük kurmanın ve sürdürmenin bir aracıdır. Konjonktürel anlamda ise, kısa süreli bir üstünlük sağlama aracı olduğu kadar, sömürü ve boyun eğmeye karşı da bir direnme yöntemi olarak ortaya çıkabilmektedir. Şiddetin bir toplumda nasıl yayıldığı hakkında bir kriter olarak, varolan siyasi ve kültürel yapının hakların kullanımını engellemesi, insanları kendi iradeleri dışında ve ön öngörülen bir biçimde yaşamaya zorlamasıyla belirlenir. Şiddet bireysel ya da kolektif görünümlere sahip olabilir. Kolektif şiddetin sorumluları değişik büyüklükteki gruplar olabilir. Bunlar çetelerden (mafya vb.) adi suç örgütlerine, kabilelere, etnik gruplara, toplumsal sınıflardan, uluslara ve devletlere kadar çeşitlilik gösterirler. Uluslar ve devletler arasındaki şiddete savaş; Ulus-devlet içindeki etnik gruplar veya sosyal sınıflar arasındaki şiddete ise, iç savaş denir (Ergil, 2001:40). Şiddetin başka bir eksenini ise, şiddet eylemini harekete geçiren motivasyon oluşturmaktadır. Buna göre şiddete yönelten güdülerin sosyo- kültürel dayanakları aşağıdaki gibi özetlenebilir (Ergil, 2001:40). - Birey ya da grubun somut bir kazanç beklentisi - Dayanılmaz hale gelen baskı veya politik marjinalleşmeye karşı isyan - Kan davası veya namus cinayetleri vb. kültürel nedenler. Ardında yatan temel nedenler ne olursa olsun şiddet, kültürel perspektiften haklı gerekçelerini

yaratabilme potansiyeline sahiptir. Bu nedenle şiddetin kültürel alt yapısının bilinmesi sosyal yansımalarının anlaşılmasına da ışık tutacaktır. • Kültürel Altyapı Her insan topluluğunun belirli bir kültüre sahip olduğu düşünüldüğünde (Tezcan, 1997:4), şiddetin temel nedenlerinin de kültürel altyapısına bağlı olarak farklılaşması beklenen bir durum olmaktadır. Dolayısıyla toplumun kültürel alt yapısının saptadığı açılımlara bağlı bir görünüm olarak ortaya çıkan şiddet olgusu, bu altyapıya göre meşrulaşabilmektedir. Diğer bir deyişle şiddetin meşruluğu, kültürel özelliklerce pekiştirilip pekiştiriImediğiyle orantılı olabilmektedir. Bu bağlamda Türkiye örneğine bakıldığında, şiddeti bir davranış biçimi olarak hazırlayan ve pekiştiren bazı kültürel özellikler tespit edilebilir (Ergil, 2001:41). - Erkeklik özelliklerinin abartılarak yüceltilmesi. Bunlar sertlik, fetih ve savaş sanatlarındaki ustalık biçiminde ifade edilirler. Bu doğrultuda erkek çocuklara biçilen rol gereği oyuncak silah hediye edilir ve iyi bir savaşçı/dövüşçü olmak, erdem olarak öğretilir. Bir toplumda iyi dövüşmek; bilim ve sanat eylemlerinden daha fazla övülmekteyse şiddetin psiko-kültürel alt yapısı oluşmaya başlamıştır. -Çocuk ve kadın dövmenin kültürel olarak olağanlığı. Bu açıdan şiddet daha yaşlı olan erkeklerin, kadınlar ve çocuklar üzerindeki sosyal denetim ve baskı aracıdır. Kültürel olarak aile içi şiddet, öğrenilen ve diğer sosyal ortam ve ilişkilerde uygulanan temel bir sosyalizasyon aracıdır. - Adak ve kurban teşhiri. Kurban insanlık tarihi kadar eskidir. Geleneğimizde önemli bir yer tutan dini bir unsur olarak kurban bayramını bir dayanışma ve sosyal yardım fırsatı olmaktan çıkaran görünümler, insanları özellikle de çocukları olumsuz yönde etkileyebilmektedir. - Kan davası. Kuşaklardan beri devam eden, başlama nedeni çoktan unutulmuş, ancak diğerlerine karşı duyulan nefretle grup dayanışmasını ayakta tutan kültürel bir şiddet türüdür. - Trafik kazaları. İlk bakışta şiddetle ilgisizmiş gibi görünen bu durum "ben" anlayışının araba kullanmaya yansımış biçimidir. Kendi dokunulmazlığına olan inancıyla, karşısındakinin haklarını hiçe sayan, içindeki insanlara bakmaksızın araçları büyüklük küçüklük gibi nicel bir sıralamayla ele alan, ben bilincine sahip insanlar trafik gibi bir seyahat olgusunu kitlesel bir şiddete dönüştürmektedirler.


Yukarıda özetlenen kültürel altyapı unsurları ve benzerleri, şiddetin meşrulaşabileceği bir zemini oluşturarak yaygınlık kazanmasına neden olmaktadırlar. Böylece, şiddet yapısallaşmakta ve kalıcı bir görünüme bürünmektedir. Bunun önlenebilmesi için benimsenecek yaklaşımlardan bir tanesi ise, sosyal dönüşümün evrensel ve insani ölçütlerle, sağlıklı bir biçimde gerçekleştirilmesinin sağlanması olabilir. • Aile ve Şiddet Larousse sözlüğü aileyi, "aynı çatı altında yaşayan anne, baba ve çocuklar" olarak tanımlamaktadır. Türkçe sözlükler içinde ise, aile kadın ve erkeği çocuklarıyla oluşturdukları işbölümüne dayalı, küçük ve büyük ya da dar ve geniş aile gibi türleri olan toplumsal ve ekonomik birlik şeklinde tanımlamaktadır. İnsan hareket noktası kabul edildiğinde gruptan kitleye yönelen bir dizi toplumsal oluşumların ilk aşamasında mikro-sosyal çevre olarak aile bulunur (Doğan, 2002:137). Bu özelliğiyle aile, şiddetten en fazla etkilenen ve şiddetin oluşumunu en fazla etkileyen kurumların başında gelmektedir. Ailenin şiddetin oluşumunu etkilemesi ve sonrasında etkilenmesi, aile içi şiddetin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü aile içi şiddet, toplumun geleceğini oluşturacak olan çocukların, psiko-sosyal gelişim süreçlerinde travmalar meydana getirmektedir. Çok çeşitli olmakla birlikte, çocuğun ilerdeki yaşantılarını etkilemesi bakımından bu travmalardan bazılarına aşağıda yer verilmiştir (Markham, 1998:75). • Cinsel Taciz Cinsel tacize uğramış her çocuğun tüm duyguları ayaktadır. Yoğun bir korku, acı ve suçluluk duyguları içerisinde yer alırlar. Uğradıkları tacizin etkisi bütün yaşamları boyunca silinmeyecek izler bırakır ve korkularını üzerinden atmanın bir yolu olarak şiddete yönelebilirler. Başka insanları taciz ederek ya da onların kendilerinden korkmalarını sağlayarak bir anlamda kendilerini güvene almak, yaşamlarında sıklıkla başvurdukları savunma davranışlarından birisi olarak yerleşir. Ancak içinde bulundukları duygu durumu böylesine patolojik bir savunma refleksiyle hafiflemez. Bu nedenle, daha güçlü görünmek için, daha fazla şiddete yönelmek çözüm olarak algılanabilir(Markham, 1998:76).

• Fiziksel Şiddet Özellikle kırsal toplumlarda önemli bir yer tutan çocuklara ve kadınlara yönelik fiziksel şiddet bir tokattan, gaddarca dövmelere kadar uzanan bir görünüme sahip olabilmektedir. Fiziksel şiddetin boyutları ne olursa olsun çocukta haksızlığa uğradığı düşüncesini oluşturacak ve korkuya yol açacaktır. Böylece, şiddetin korkutucu olduğunu öğrenen çocuk için şiddet her an ortaya çıkabilecek ve kendisini sindirebilecek bir unsur olarak algılanır. Ancak fiziksel şiddet istenmeyen davranışı ortadan kaldırmaz; yalnızca baskı altında tutar. Bu durum ise, çocuğun ileriki yaşamında kendisinin haksızlığa uğradığını düşündüğü durumlara ilişkin olarak takınacağı tavrı belirlemede etken bir model oluşturabilir (Markham, 1998:76). • Tehdit Daha önce de ifade edildiği gibi, şiddet yalnızca fiziksel anlamda acı vermeyi değil, psikolojik istismarı da içerir. Bu nedenle tehdit, fiziksel olarak gerçekleşmese bile korkutucu olabilir. Tehdidin içeriğine bağlı olarak, çocuk üzerinde yaratacağı etkiler de farklılıklar gösterir. Örneğin "eğer böyle davranmaya devam edersen tokadı yersin" gibi bir ifadeyle, "seni öldüreceğime" uzanan tehditler çocuk üzerinde yaratacağı etkiler bakımından farklılıklar gösterir. İkinci ifade çocuğun varlığına yönelik olduğu için, suç-ceza, dolayısıyla adalet anlayışında büyük bir dejenerasyona neden olabilir (Markham, 1998:76). Aile içindeki şiddet, öncelikle yetişen kuşaklar için kötü bir örnek teşkil etmesi, sağlıksız bir davranışsal standartlar seti oluşturması bakımından toplumsal geleceği tehdit eder. Bununla ilgili olarak toplumumuzda yanıtlarını pek çoğumuzun bildiği ya da en azından güçlü bir biçimde tahmin ettiği aşağıdaki sorular sorulabilir (Cüceloğlu, 2002:44). - Karısına karşı şiddet uygulayan erkeklerin anne ve babaları, bu çocukların eğitiminden sorumlu değil mi? - Zamanında kocasının kendisini dövmesini istemeyen kadın, şimdi oğlunun gelinini dövmesini ya da gözünü korkutmasını istemiyor mu ? - Kaynanamdan çok çektim diyenler en zorlu kaynanalığı yapmıyorlar mı?


Yukarıda sorular şeklinde ifade edilen hususlar, ailenin çocuklar için oluşturacağı modelin sağlıklı olmasının ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla ailede şiddet, bireylerin kişiliklerinin ötesinde sen-ben anlayışı içerisinde oluşmuş bir yaşam felsefesinin sonucudur. Sen anlayışı içerisinde olan kişi, kendisinden daha aciz bir kişi gördüğünde ben anlayışına geçer. Örneğin kocasıyla sen anlayışı içerisinde olan kadın, çocuklarıyla ve geliniyle ben anlayışı içerisinde iletişim kurar (Cüceloğlu, 2001:46). Bu nedenle bir ailede biz bilincinin oluşması tüm toplumun geleceğini yakından ilgilendiren bir konudur. • Nöropsikolojik Perspektif Şiddetin kökenlerine ilişkin günümüzdeki arayışların, bilimsel anlamda sürdüğü yerlerden birisi olarak insan beyni ön plana çıkmaktadır. Son yıllarda yapılan araştırmalar (bkz. Damasio, 1999), katiller, seri katiller ve şiddetin ağırlıkta olduğu suçlardan hüküm giyenler arasında, beyinde hasar veya bozukluk saptananların sayısının azımsanmayacak ölçülerde olduğunu göstermektedir. Bu hasarların, beyinde meydana geldiği bölgelerle ilişkili olarak ortaya çıkan davranış bozuklukları anti-sosyal kişilik bozukluğu (APD) olarak adlandırılmaktadır. APD tanılı kişilerin ortak özellikleri; toplumsal normlar, kural ve zorunluluklara neredeyse tümüyle kayıtsız olmaları, aşırı ben merkezcilik, duygu ve iç görü yoksunluğu, tepkilerin denetlenememesi, empati kuramama, vicdan yoksunluğu ve cezaya karşı duyarsızlık olarak özetlenebilir. APD travmalara bağlı olarak ortaya çıkabilmekle birlikte, erken yaşlarda da travmadan bağımsız olarak da ortaya çıkabilmektedir (Tozar, 2001:52). APD ve benzeri bozuklukların temel sorumlusu olarak beynin ön lobunda yer alan beyin kabuğu bölgesi (prefrontal korteks) dikkati çekmektedir. Bu bölge, normal ve dengeli toplumsal yaşamı olanaklı kılan davranışların (öz-denetim, planlama, yargılama, bireysel ve sosyal gereksinimler arasında denge kurma vb.) denetiminde önemli bir fonksiyona sahiptir. Çeşitli beyin görüntüleme teknikleri, prefrontal korteksle birlikte, şiddete eğilimli kişilerin beyinlerinin sağ yarımküresinde "orbitofrontal korteks" denilen ve yine ön loblara (frontal loblar) ait bazı bölgelerdeki değişimlere işaret etmektedir (Tozar, 2001:52). Esasen problem çözme gibi entelektüel işlevlerden ve göz hareketlerinden sorumlu olan frontal loblar (Şenel, 2003:4), kişilik özellikleriyle ve davranışların ahlaki

boyutlarıyla da yakından ilgilidirler. Hebb, Penfield, Ackerly ve Benton'un frontal korteks hasarlı hastalardan elde ettikleri bulgular, bu kişilerin, rijit kişilik yapısı, geleceği planlayamama, yüksek düzeyde risk alma, özgünlük ve yaratıcılıktan yoksunluk, cinsel güdülerde körelme, küfürlü konuşma ve aşırı övünme gibi ortak bir takım kişilik özelliklerine sahip olduklarını göstermektedir (Damasio, 1999:70). Buna göre, bu bölgelerde gözlenen aktivite eksikliği, APD özelliklerine benzer davranış bozukluklarına yol açmaktadır. Bununla birlikte Science dergisinde 1994 yılında yayınlanan araştırma sonuçları, APD'ye yolaçan hasarın büyük çoğunluğunun her iki beyin yarımküresindeki ön lobların "ventromedial" (ön-iç yüzey) bölgesinden de kaynaklandığı yönünde kanıtlar sağlamıştır. Raine'in (2000) 41 cinayet suçlusu üzerinde PET (Pozitron Emisyon Tomografisi) tekniğiyle yapmış olduğu bir araştırma, bu insanların prefrontal kortekslerinde ve korpus kallosumlarında (her iki yarı küre arasında etkileşimi sağlayan nasırsı madde) aktivite azlığını göstermiştir. Ayrıca, bu kişilerin iyi eğitim almış olmaları ve sosyo-ekonomik düzeyi yüksek ailelerin çocukları olmaları da araştırmanın dikkat çekici diğer bir bulgusudur (Tozar, 2001:53). Dolayısıyla, beynin karmaşık yapısı dikkate alındığında şiddetin, özelliklede patalojik şiddetin kökenlerini bir ya da birkaç beyin bölgesiyle sınırlandırmak hatalı bir yaklaşım olacaktır. Ancak prefrontal korteks, limbik sistem ve corpus callosum gibi beyin yapılarının şiddete eğilimde önemli roller oynadıkları söylenebilir. • Sonuç ve Öneriler Farklı bakış açılarıyla incelenmekle birlikte, korku, değerler ve şiddet özünde insanla birlikte varolan unsurlardır. Korku, biyolojik olarak bir canlının hayatta kalmasını sağlayan önemli bir duygudur. Ancak sosyal açıdan korku, insanlık tarihi boyunca bir insanın diğer bir insan ya da bir grubun diğer bir grup üzerinde baskı kurma aracı da olmuş ve kültürel olarak başatlaştığı toplum ve kurumlarda özgür düşüncenin, yaratıcılığın en büyük engeli haline gelmiştir. Korku kültürünü besleyen mekanizmalar olarak dogmatik ve otoriter yapıyla birlikte, katı bir disiplin ön plana çıkmaktadır. Esasen bu disiplin yapıcı ve yönlendirici olmaktan çok, katı ve mutlakçıdır; dolayısıyla da sorgulanamaz. Sorgulama, korku kültürünün hakim olduğu, toplum


ve kurumlarda istenmeyen bir özelliktir. Çünkü senben anlayışı ve karşılıklı çıkar ilişkisi içerisinde bulunan bireyler, bu ilişkinin çarpıklığını ortaya koyacak irdelemeleri kendi varlıklarına yönelik bir tehdit olarak algılama eğilimindedirler. Bu nedenle korku kültürü şiddet olgusunu da bünyesinde barındırır. Korkunun temel bir norm haline geldiği toplumlarda şiddet ve şiddet eylemleri örtük ya da açık bir biçimde pekiştirilmektedir. Pekiştirme ise role verilen değerle doğru orantılı olarak artmaktadır. Esas olan güçlü olmaktır ve güç bir şekilde sindirerek sağlanır. Bu yöndeki stratejiler, asık bir yüzden doğrultulmuş bir namluya kadar uzanabilmektedir. Kendi varlığını başkalarının yokluğuna ya da koşulsuz itaatine bağlayan bir ben ve bütünleyici öğesi sen anlayışının ürünü olarak ortaya çıkan korku kültürü, kendi efsanelerini yaratır. Esasen, iyi niyetli davranışların bir zayıflık göstergesi olarak algılanmasının ardında yatan temel nedenlerden biriside bu efsanelerle biçimlenmiş şemalara bağlı algılamalardır. Sosyokültürel yönüyle incelenen korku kültürü ve onun ürünü olan şiddet, biyolojik bir takım unsurlardan da kaynaklanabilmektedir. Bu doğrultuda yapılan çalışmalar, bazı beyin bölgelerinin işlevlerindeki bozukluğun şiddet eğilimli olmada belirgin bir rol oynadığını göstermektedir. Bununla birlikte, şiddet genetik kökenlere de dayandırılmakta ve bazı genetik faktörlerin kişinin şiddete eğilimli olup olmadığını belirlediği öne sürülmektedir. Şüphesiz bu yaklaşımlarda büyük gerçeklik payları vardır. Ancak insan sadece genlerin değil aynı zamanda çevrenin de bir ürünüdür. Hatta genlerde mevcut potansiyelin hareket geçirilmesi konusunda çevre son derece önemli bir faktördür. Bu nedenle, şiddet konusu salt genetik veya biyo-kimyasal kökenlere sahip bir olgu olarak anlaşılmamalı, bireyin içinde yetiştiği toplumun kültürel değerleri de dikkate alınmalıdır. Değerler kültürünün, korku kültürü ve şiddetin toplumsal açıdan panzehiri olduğu söylenebilir. Çünkü değerler kültürünün temelinde karşılıklı sevgi, saygı ve var etmeye dayanan biz bilinci bulunmaktadır. Dolayısıyla değerler kültürü etik değerlerin benimsendiği ve insanların davranışlarına ölçüt olan standartların katılımla belirlendiği bir sistemdir. Sistem bu özelliğiyle eleştiriye açık, yaratıcı, kendisini spontan bir biçimde ifade edebilen insan özelliklerinin pekiştirildiği demokratik bir yapıdadır. Çağdaş anlamda

bireyden beklenen de bu ve benzeri özelliklerdir. Bu nedenle, eğitim sürecinin değerler kültürüne yönelik olarak programlanması ve okulun değerler kültürünü yerleştirici bir rol oynaması gerekmektedir. Ancak değerler kültürünü oluşturma misyonuna sahip olması gereken bir örgütsel yapının, kendisi korku kültürünü başat bir sistem haline getirmişse, böyle bir misyonu gerçekleştirme olanağı bulunmaz. Gerek korku ve şiddet, gerekse değerler kültürünün bulunduğu bir toplum insanların eseridir. İnsanlık tarihinde korku kültüründen değerler kültürüne geçişin pek çok örneğine rastlanabilir. Eğer korku kültürü değerler kültürüne, bazen de değerler kültürü korku kültürüne dönüşebilmekteyse, bu dönüşümü gerçekleştirenlerin insanlar olduğu gerçeğinden hareketle, insanın doğuştan kötü ya da iyi olmadığı söylenebilir. Başka bir ifadeyle, insanın iyi ya da kötü olması genetik determinizmin bir eseri değildir. Genler bu bağlamda, potansiyel olarak bir değer ifade etmektedirler. Tıpkı bir prizmanın ışığı yansıtması gibi insan da üzerine yansıyan kültürel ışığı yansıtır. Ancak insan, bilinçli bir varlık olarak bu ışığı istediği oranda özümleyebilme, yönlendirebilirle ve değiştirebilme gücüne sahip evrendeki belki de tek varlıktır. Kaynaklar 1. Arslan, M. İşve Meslek Ahlakı. Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, 2001. 2. Aydın, M. Çağdaş Eğitim Denetimi. Eğitim Araştırma Yayın Danışmanlık, Ankara, 1986. 3. Aydın, M. Eğitim Yönetimi. Hatiboğlu yayınevi, 4. baskı, Ankara, 1994. 4. Aykaç, B. İnsan Kaynakları Yönetimi ve İnsan Kaynaklarının Stratejik Planlaması. Nobel yayın Dağıtım, Ankara, 1999. 5. Bursalıoğlu, Z. Okul Yönetiminde Yeni Yapı ve Davranış. Pegem A Yayıncılık, Ankara, 2002. 6. Cropanzano, R. ve Wright, T. A. Procedural Justice and Organizational Staffing: A Tale Of Two Pardigms. Human Resource Management Review, 13:7-39., 2003. 7. Cüceloğlu, D. İnsan ve Davranışı: Psikolojinin Temel Kavramları. Remzi Kitabevi, İstanbul, 1998. 8. Cüceloğlu, D. Dayanışma Bilincinin Temeli: İçimizdeki Biz. Remzi Kitabevi, 35. Basım, İstanbul, 2002. 9. Damasio, A. R. Descartes'ın Yanılgısı: Duygu, Akıl ve İnsan Beyni. Varlık/Bilim yayınları, 2. Baskı, Çev. B. Atlamaz, İstanbul, 1999. 10. Doğan, İ. Sosyoloji: Kavramlar ve Sorunlar. Pegem A Yayıncılık, 5. baskı, Ankara, 2002. 11. Dökmen, Ü. Sanatta ve Günlük Yaşamda


İletişim Çatışmaları ve Empati. Sistem Yayıncılık, İstanbul, 1994. 12. Eren, E. Yönetim Psikolojisi. İ. Ü. İşletme Fakültesi yayınları, İstanbul, 1989. 13. Ergil, D. Şiddetin Kültürel Kökenleri. Bilim ve Teknik Dergisi, 399: 40-41., 2001. 14. Fındıkçı, İ. İnsan Kaynakları Yönetimi. Alfa Yayıncılık, İstanbul, 2000. 15. Freedman, J. L, Sears, D. O. ve Carlsmith, J. M. Sosyal Psikoloji. İmge Kitabevi, 3. Baskı, Çev. A. Dönmez, Ankara, 1998. 16. Gratton, L. ve Ghoshal, S. Managing Personal Human Capital: New Ethos ForThe Volunteer Employee. European Management Journal, 21:1-10., 2003. 17. Güler, A. Korku Kültürü Yerine Değerler Kültürü. A:İ.B.Ü. Eğitim Fakültesi Dergisi, 2:193-203., Bolu, 2001. 18. İnam, A. Şiddeti Anlamak. Bilim ve Teknik Dergisi, 399:46-47., 2001. 19. Margulis, L. Ortak Yaşam Gezegeni: Evrime Yeni Bir Bakış. Varlık/Bilim Yayınları, Çev. E. Uluhan, İstanbul, 2001.

20. Markham, U. Çocukluk Travmaları. Alfa yayıncılık, Çev. M. Sağlam, Editör: H. C. İkizler, İstanbul, 1998. 21. Özden, Y. Öğrenme ve Öğretme. Pegem A yayıncılık, 5. Baskı, Ankara, 2003. 22. Şenel, F. Beynin Gizemi. Bilim ve Teknik Dergisi, Yeni ufuklara, 430:3-23, 2003. 23. Tezcan, M. Kültürel Antropoloji. T. C. Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri, Ankara, 1997. 24. Tok, G. Korkunun Bütün Sesleri. Bilim ve Teknik Dergisi, 373:62-64., 1998. 25. Tozar, Z. Suç Beyinde mi ?. Bilim ve Teknik Dergisi, 407:48-53., 2001. 26. Uygur, N. Kültür Kuramı. Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1996. 27. VVilson, E. O. Doğanın Gizli Bahçesi. Tübitak, Çev. A. Biçen, Ankara, 2000. 28.Yalom, I. Varoluşçu Psikoterapi. Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2001. 29. Yüksel, Ö. İnsan Kaynakları Yönetimi. Gazi Kitabevi, Ankara, 2000.


İntrapartum Dönemde Primipar Kadınların Yaşadıkları Deneyimlerin Kalitatif Olarak İncelenmesi • • • •

Feride YİĞİT * Zübeyde EKŞİ ** Özlem CAN GÜRKAN** Hediye ARSLAN *'

Özet Doğum olayı gebelik süresince kadının ve ailenin merakla beklediği en önemli yaşam deneyimlerinden biridir. Kadınların belleklerinde fiziksel, duygusal, ruhsal yönleri ile yer ederek ayrıntıları ile hatırlanmaktadır. Doğumun kadın için kültürel ve ruhsal anlamlarını bilmek hemşirelik uygulamaları için son derece önem taşımaktadır. Çalışma kadının doğum eylemi deneyimlerini etkileyen faktörleri belirlemek ve daha iyi bir doğum süreci geçirmelerine yardım edecek bir hemşirelik bakımı geliştirmek amacıyla tanımlayıcı olarak planlanmıştır. 1-31 Mayıs 2002 tarihleri arasında İstanbul ilinde gerçekleştirilen çalışmada belirlenen tarihler arasında doğum deneyimleyen 30 kadın örnekleme alınmıştır. Veriler derinlemesine görüşme tekniği kullanılarak araştırmacı tarafından her birey ile 20 dakika görüşerek yapı yapılandırılmış bir formla elde edilmiştir. Sonuçlar yüzdelik ve kalitatif olarak verilmiştir.

Summary The birth is one of the most important life experiences that are awaited by the woman and her family with curiously. İt leaves a track in the memories of the woman with its physical, emotional and psychological aspects and it is remembered very well. The most important know the psychological and cultural means of birth for women to nursing intervention. The work has been planned as complementary with the purpose of determining the experience of women during birth and of developing a nurse that will assist women for better birth experience. The Research has been made in a state hospital in İstanbul city that is attached to the Ministry of Health between the dates 1-31 May 2002. The universe has been formed by the women giving their first date in the determined dates with 30 women. The data of the work has been obtained by means of semi-formed intervievv form the interview period was limited to 20 minutes. The data has been evaluated according to percentage and as qualitatively.

"II. World Congress Perinatal Medicine of Developing Countries VII. Ulusal Perinatoloji Kongresi. 1-5 October 2002 Antalya, (Poster bildiri olarak sunulmuştur.) " A calitative study about experience of vvomen in intrapartum period,"

Öğr. Gör. MÜ. Hemşirelik Y.O. Doğum ve Kadın Hastalıkları Arş. Gör. M.Ü. Hemşirelik Y.O. Doğum ve Kadın Hastalıkları Arş. Gör. M.Ü. Hemşirelik Y.O. Doğum ve Kadın Hastalıkları Prof. Dr. M.Ü. Hemşirelik Y.O. Doğum ve Kadın Hastalıkları

Hemşireliği Hemşireliği Hemşireliği Hemşireliği

ABD ABD ABD ABD


Doğum olayı, gebelik süresince kadının ve ailesinin merakla beklediği en önemli yaşam deneyimlerinden biridir. Doğum eylemi gebe kadınlar ve aileleri tarafından merak edilen bir olay olduğu kadar kadınların belleklerinde fiziksel, duygusal ve ruhsal yönleri ile yer ederek ayrıntıları ile hatırlanır. İlk kez anne olan kadınlar eylemin nasıl gerçekleşeceğini, multipar anneler yeni bir doğumun ne getireceğini düşünebilirler. Ayrıca anneler doğum eyleminde fiziksel yaralanma, ağrı gibi alışık olmadıkları durumlarla karşılaşma ve beden kontrolünü kaybetme endişesi yaşayabilirler. Kadının daha önceden yaşamış olduğu deneyimleri, sosyo-kültürel durumu, aldığı çevresel etki ve yaşadığı gerginlik doğum eylemini etkiler (1,2) Doğum eylemiyle birlikte gebelik sürecinin bitmesi anneyi sevindirirken, aynı zamanda bilinmezlik de bir korku yaratır. Çiftler hastaneye geldiklerinde farklı yüzler, korkular ve alışık olmadıkları bir çevre ile karşılaşırlar. Korku ile beraber, merak, stress, anksiyete ve belirsizlik duyguları da yaşayabilirler. Doğum eyleminde korku yaşayan annelerin kan basıncında, solunum ve kalp hızında artma görülür. Tüm bu yaşananlar annede anksiyeteye neden olabilir ve gelişen anksiyete sonucunda fetal distres, kanama, uzamış ya da hızlı doğum eylemi riskleri artar. Bu nedenle annenin strese verdiği cevabı azaltmada eylemin gerçekleştiği çevre ve kadına yaklaşımlar önemlidir(1,3,4). Doğum, yalnızca anneyi ve aileyi fiziksel, duygusal, sosyal yönden etkileyen bir olay değil, doğuma yardımcı ekip üyeleri içinde önemli bir deneyimdir. Doğumun olumlu koşullarda gerçekleşmesi, anne ve ailenin gereksinimlerinin karşılanması için ekip yaklaşımı, bilgi ve beceri gereklidir. Doğum eyleminde anne, fiziksel yönden olduğu kadar duygusal yönden de hazır ve desteklenmiş olmalıdır. Yapılan çalışmalar annelerin doğuma ilişkin yeterli bilgi sahibi olduklarında, eş ya da yakınlarının desteği olduğunda ve profesyonel bakım aldıklarında olumlu, mutlu ve sağlıklı bir doğum geçirdiklerini göstermektedir. Sağlık ekibi içindeki hemşirenin intrapartum dönemde kapsamlı bir

hemşirelik bakımı verebilmesi için, annenin fiziksel bakımının yanısıra doğuma ilişkin duygu, düşünce ve yaşadıklarını anlaması ile doyumlu kaliteli bir bakım vermesini sağlayacaktır (4,5,6). Araştırmanın Amacı; Çalışma kadınların doğum eylemindeki deneyimlerini belirlemek ve daha iyi bir doğum süreci geçirmelerine yardım edecek bir hemşirelik bakımı geliştirmek amacı ile tanımlayıcı olarak planlanmıştır. • GEREÇ YÖNTEM Araştırma; 1-31 Mayıs 2002 tarihleri arasında İstanbul ili Sağlık Bakanlığı'na bağlı bir devlet hastanesinde gerçekleştirilmiştir. Çalışmanın evrenini, belirlenen tarihler arasında ilk doğumunu yapan kadınlar oluşturmuştur. Bu süre içerisinde ilgili hastanenin doğum sonu servisine saat 10:00'da gidilerek 2-4 saat önce ilk doğumunu yapan kadınlar tespit edilmiştir. Koşullara uygun 38 hastadan 6 tanesi görüşmeye katılmayı istemediği, 2 tanesinin de Türkçe bilmediği için araştırma dışında tutulmuş, kalan 30 hasta araştırma kapsamına alınmıştır. Bireylerin düşüncelerinin kalitatif araştırmalarda daha kapsamlı incelenebildiği varsayımından hareket ederek çalışmada kalitatif araştırma yöntemlerinden olan derinlemesine görüşme tekniği kullanılmıştır.(7) Veriler bireysel olarak derinlemesine görüşme tekniği ile araştırmacılar tarafından geliştirilen yarı yapılandırılmış görüşme kılavuzu kullanılarak elde edilmiştir. Yarı yapılandırılmış görüşme kılavuzu; kadınların tanıtıcı özelliklerini, obstetrik özelliklerini, hastanedeki duygularını, doğumhane hakkındaki düşünceleri ve ağrı odasında yaşadıkları duygularını içeren sorulardan oluşturmuştur. Çalışma yapılan devlet hastanesinde ağrı odası ile doğumhane aynı bölüm içinde yer almakta ve hastalar doğum sürecini aynı ortamda geçirmektedirler. Doğumdan sonra ağrı odasının yanındaki gözlem odasında 1-2 saat kanama kontrolüne alındıktan sonra servise götürülmektedir. Çalışmanın verileri; doğumunu gerçekleştiren, servise alınmış ve rahatlamış annelerden diğer hastaların olmadığı bir ortamda alınmıştır. Görüşme süresi 20 dakika ile sınırlandırılmıştır. Veriler yüzdelik ve kalitatif olarak değerlendirilmiştir.


• BULGULAR VE TARTIŞMA Tablo 1 Kadınların Tanıtıcı Özellikleri Yaş •

0-20

21-25

26-30

TABLO 2 Kadınların Obstetrik Bulguları

n(30)

%

16 11 3

53.3

5

16.7

14

46.7

36.7

10

Eğitim Durumu •

Okur yazar değil

İlkokul

Ortaokul

8

26.7

Lise

3

10

N(30)

%

26 3 1

86.7 10.0

29 1

96.7

29 1

96.7

Gebelik Sayısı • 1. Gebelik • 2. Gebelik • 3. Gebelik Gebeliği İsteme Durumu • İsteyen • İstemeyen Bebeğin Cinsiyetinden Memnun Olma Durumu • Memnun olan • Memnun olmayan

Çalışma Durumu •

Ev hanımı

26

86.7

Çalışıyor

4

13.3

8

26.7

14

46.7

Eşin Mesleği •

Çalışmıyor

işçi

Memur

2

6.7

Serbest Meslek

6

20

3

10

Gelir Düzeyi •

İyi

Orta

16

53.3

Kötü

11

36.7

Olguların obstetrik özelliklerini incelediğimizde benzer özellikler gözlenmektedir. Araştırma kapsamına ilk doğumunu yapan kadınlar alındığından %86.7'sinin ilk gebeliği doğumla sonuçlanmış ve olguların %96.7'si gebeliği isteyerek hamile kalmış ve cinsiyetinden memnun oldukları bulunmuştur. Tüm vakalara epizyotomi uygulanmıştır. Çalışmaya ilk doğumunu yapan kadınları aldığımızdan dolayı gebelik sayısı, gebeliği isteme durumu ve bebeğin cinsiyetinden memnun olma durumları benzer öze l lik ler göstermektedir

3.3

3.3

Olguların hastaneye geldiklerinde hissettikleri duyguları incelediğimizde %40'ının korkulu, %16.7'sinin sevinçli/heyecanlı ve %20'sinin rahat oldukları saptanmıştır. Hastane ortamı hastalar için alışık olmadıkları farklı bir ortamdır ve değişik uygulamalar yapılmaktadır. Olguların daha önce doğum deneyimi yaşamamış olmaları onların daha çok korkmalarına neden olabilir. Bu nedenle ilk kez doğuma gelen bir anne adayının hastaneye geldiğinde karşılanması ve servise kabulü Tablo 3 Olguların Hastaneye Geldiklerinde Hissettikleri Duyguların Dağılımı Hissedilen Duygular

Tablo 1'de kadınların tanıtıcı özelliklerini incelediğimizde %53.3'ünün 20 yaş altı, %46.7'sinin ilkokul mezunu, %86.7'sinin ev hanımı olduğu ve %10'unun gelir düzeyinin iyi olduğu saptanmıştır. Olguların ortalama evlilik süreleri 11.667.7 ay olduğu saptanmıştır.

3.3

n*(30)

%

• Korkuyordum

12

40

• Rahattım

6

20

• Sevinçli/heyecanlıyım

5

16.7

5

16.7

Nasıl buradan çıkacağımı düşündüm • Ağrım vardı

2

16.7

1

3.3

• Çok soğuk bir ortamdı

1

3.3

• Yalnız kaldığımı hissettim

1

3.3

• Yaşamdan koptuğumu hissettim

1

3.3

• Güvensizlik duydum

1

3.3

• Bebek için dua ettim

1

3.3

• İyi olacağımı hissettim

1

3.3

Doktor/hemşirenin davranışlarından etkilendim

*Birden fazla cevap verildiğinden n katlanmıştır.


çok önemlidir. Hastane ortamı, genellikle doğum gibi sevindirici bir olay yerine daha korkutucu duyguları ifade eden bir kavram olarak gebe kadını endişeye sokabilir. Ortamın yanısıra çalışan personelin ilgili olması da kadını rahatlatabilir. Gençalp'in yaptığı çalışmada; primipar kadınların eylem süresince gösterdikleri davranışları incelemiş ve %96 korku, %28 çığlık bağırmayı saptamıştı. Bizim çalışmamızda ise kadınların %40 oranında doğumhaneye geldiklerine korku duygusu yaşadıkları saptanmıştır (2,5) .

ile ilgili %16'sının olumsuz, bizim çalışmamızda %63.3'ünün doğum olayının olumsuz kelimelerle ifade etmişlerdir. Bu değerlendirmeler hastanın yapısı, ortamın imkanları ve çalışan personelin yaklaşımı ile ilgilidir. Çalışmamızda olguların %70'i korku duyduklarını belirtmişlerdir. Korku duyma ağrıyı daha çok hissetmelerine neden olmaktadır. Annelerin genç ve ilk doğumlarının olması, bu konuda daha önceden bir eğitim ve bilgi almamış olmaları daha fazla korkmalarına neden olmuş olabilir. Olgular aşağıdaki

Tablo 4 Olgunların Doğumhane İle İlgili İlk Akla Gelen Düşüncelerinin Dağılımı

Düşünceler

n*(30)

%

Olumlu Düşünceler •

Sevinç, heyecen,huzur

6

20

Bebeğe kavuşma duygusu

5

16.7

Doktor- hemşire desteği /Güven duygusu

5

16.7

Olumsuz Düşünceler •

Ağrı/Acı

22

73.3

Korku

21

70

Çığlık/bağırma

10

33.3

Kan/dikiş/ortam

10

33.3

Kurtulmak isteme /hatırlamamak

10

33.3

Zorluk çekme

7

23.3

*Birden fazla cevap verildiğinden n katlanmıştır.

Tablo 4'de araştırma kapsamına alınan olguların doğumhane deyince ilk akla gelen düşüncelerini incelediğimizde çoğunlukla olumsuz düşünceleri tanımladıkları görülmüştür. Doğum olayı kadınların hayatlarında değişiklik yaratan ve hatırlanan bir olaydır. Olguların doğumhane ile ilgili hatırladıkları düşünceleri genellikle sevinç/heyecan/huzur %20 gibi olumlu acı %73.3, korku %70, çığlık/bağırma %33.3 gibi olumsuz düşüncelerle ifade etmişlerdir. Doğum olayı; sevindirici bir olay olmakla birlikte çoğunlukla olumsuz hatırlanması dikkat çekicidir. Ortam koşullarının, çalışan personelin yetersizliği ve kadınların doğum konusunda yeterli bilgilerinin olmaması olumsuz düşünceler oluşmasında rol oynayabilir (1,2,8). Gençalp'in yaptığı çalışmada primipar annelerin doğum sonu görüşlerine baktığımızda olguların doğum olayı

korkuları yaşamışlardır (5). • • • • • •

Ölüm korkusu Doğumhanede devamlı kalma korkusu Ölü doğum yapma korkusu Kendini kaybetme korkusu Doğuramama korkusu Hiç bitmeyecek korkusu

Yukarıdaki ifadeleri incelediğimizde, hemşirelik işlevlerinden daha çok ağrı odasında destek olma, yardım etme, anlama, empati yapma ve bilgilendirmenin ön plana çıktığı görülmektedir. Bu korkuların etkili bir hemşirelik bakımı ve iletişimle azaltılabilecek korkular olduğu düşünülmektedir (8,9). Doğum deyince ilk akla gelen düşüncelerden diğeri


ise ağrı/acı çekmedir (%73.3). Doğum olayı pek çok kadın için ağrılı kontraksiyonlarla devam eden ve kadını rahatsız eden bir durumdur. Özbaşaran yaptığı çalışmada primipar kadınların %82'sinin ağrıyı dayanılmaz bulduğunu saptamıştır. Bacer ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada doğum ağrısının ebeler ve anne adayları tarafından nasıl algılandığı araştırılmıştır. Kadınlara bakım veren ebelerin kadınların ağrılarını nasıl algıladıkları aynı zamanda kadınların kendi ağrılarını nasıl algıladıkları belirlemeleri istenmiştir. Bulunan ağrı skorları arasında korelasyon saptanmış olup benzer skorlamayı yapmışlardır. Doğum ağrılı bir olay olmasına karşın bu ağrıyı algılamada; kişilerin bireysel özellikleri, ağrı eşiği ve olaya hazırlıklı olmaları etkili olmaktadır. Tahammül gücü, fiziksel ve ruhsal olarak tükenme sınırı ruhsal durumun etkisi altındadır. Bu nedenle ağrının değerlendirilmesinde hemşirenin algılaması ve hemşirelik girişimleri önemli yer almaktadır (2,10). Travayda hekim/hemşire davranışlarını hastalar %33.3 oranında olumlu olarak değerlendirmişlerdir. Genellikle olumlu düşüncelerde "elimi tuttu", "ilgilendi" ve "soruma cevap verdi" şeklinde açıklamalarda ifade etmişlerdir. Macley ve arkadaşları yapmış oldukları çalışmada multipar 59 anne adayının kadın doğum hemşiresinden neleri/hangi roller beklediklerini araştırmış ve temel olarak yanında bulunma, karar verme, yardım etme, fizik tanılama, bilgilendirme konfor sağlama ve destek verme olarak belirtmişlerdir. İntrapartum hemşirelik girişimlerinden doğum desteği önemli bir yer tutmaktadır. Yapılan çalışmalarda intrapartum dönemde desteklenmiş ve bakımda tatmin olmuş kadınların karar verme sürecine katılımının arttığı gözlenmiştir (8,9).

Tablo 5 Travayda Kadınların Yaşadıkları Duyguların Dağılımı Travayda Yaşanılanlar

n

%

Tek başına olmak

13

Zor anlar yaşadım /zor oldu

12

40

Hemen doğsun istedim

6

20

Korku

6

20

43.3

Rahat geçiren

5

16.7

Herkes birbirini görüyor

4

13.3

Ağrım vardı

3

10

Beklediğim gibi olmadı

3

10

Doğuramayacağımı hissettim

3

10

Aletler sıkıcı

3

10

Vajinal muayene kötü

2

6.7

Kendimi hep sıktım

1

3.3

*Birden fazla cevap verildiğinden n katlanmıştır.

Travayda yaşanan duyguları incelediğimizde çoğunlukla tek başına olmanın yalnızlık yaşattığını belirtenler %43.3, zor anlar yaşadıklarını belirtenler %40 ve korku yaşayanlar %20 oranında saptanmıştır. Olguların %16.7'si travayı rahat geçirdiklerini belirtmişlerdir. Gençalp çalışmasında, kadınların ağrı odasına ile ilgili görüşlerinin %87.5'i çok karmaşık/çok ağrı çekiliyor/dehşet verici şeklinde değerlendirdiklerini belirtmiştir. Başaran'ın çalışmasında ise doğum anında eşinin yanında olmasını isteyen anne oranı %82 dir (5). Travaydaki hastaların görüşleri; • "Çalışanlara güven duydum." • "Çalışanlardan elimi tutmasını beni kaldırmasını istedim. • "Annemi hatırladım." • "Öleceğimi düşündüm." • "Ortam kötü olsa bile görünmüyor." • "Kendimi yalnız hissettim" • "Diğer hastalardan elimi tutmasını istedim." • 'Tuvalete giderken hastalar birbirimize yardım ettik." • "Ağrı olduğunda desteğe ihtiyaç duydum." • "Benimle ilgilenip neler hissettiğimi soran olmadı." • "Hiç açıklama yapmadılar." (Fetal monitörizasyon sırasında) • "Güvenmek zorundaydım." • "Dikiş açmasınlar diye yalvardım." • "Onlara güvenmeseydim camdan atlardım." • "Ağrılarda sadece bağırdım." • "Hiçbir şey hatırlamıyorum." • "Bir daha doğum yapmayacağım dedim." • "Kendimi yalnız/çaresiz hissettim." • "Makineye bağlı iken ağrıları çekmek zor." (Kardiotokografi aleti) Gebelik ve doğum tüm aileyi ilgilendiren bir durum olmakla birlikte hastanede ilişkinin kesilmesi hastalar açısından kendini kötü, yalnız hissetmesine neden olabilir. Ancak ülkemizde babalar henüz doğuma alınmamaktadır. Berkiten ve Arslan'ın yaptığı çalışmada babaların gebelik doğum ve doğum sonu sürecine katılımlarının eşler açısından değerlendirilmesi yapılmış ve anne adaylarının doğum eyleminde en çok eşlerinin bulunmasını isterken, baba adayları da eşlerinin yanında olmayı tercih etmişlerdir. Baba adaylarının öğrenim durumları arttıkça doğum eylemine katılmak isteklerinin arttığı belirlenmiştir. Bu yüzden sağlık personelinin bu konuda daha duyarlı davranmalarını gerektirmektedir (5,11).


Tablo 6: Kadınların Doğum Masası İle İlgili İfadeleri İfade Edilen Duygular

n'(30)

% 36.7

• Epizyotomi zor/ağrılı

11 11

• Çalışanlar iyi davrandı

11

36.7

5

16.7

• Olumlu düşünceye sahiptim

5

16.7

5

16.7

• Bebek olunca hepsi bitti

3

10

• Yeniden dünyaya geldim

3 1 1

3.3

• Zordu

Korktum

Kolaydı

Sağ çıkabilcekmiyim?

Diğer hastaların bağırmalarından etkilendim

36.7

10 3.3

Utanan

1 1

Epizyotomi rahattı

1

3.3

• Merakla bekledim

1

3.3

• Çalışanlar iyi davranmadı

1

3.3

• Desteğe ihtiyacım vardı.

3.3 3.3

*Birden fazla cevap verildiğinden n katlanmıştır.

Çalışmamızdaki olguların doğum masası ile ilgili değerlendirmelerine baktığımızda %36.7'si zor bir deneyim benzer oranda %36.7'si de "epizyotomi zor ve ağrılı" şeklinde ifade etmişlerdir. Olguların duygularını incelediğimizde doğum masasında daha az korku yaşadıklarını, yardıma ve desteğe daha az ihtiyaç duyduklarını belirtmişlerdir. Bu durum da doğum masasında mutlaka bir sağlık personeli ile birlikte olduklarından sancı odasında ise daha fazla yalnız kaldıklarından kaynaklanabilir. Aynı zamanda doğum masasında daha kısa bir süreç geçirmelerinden ve doğumla sonuçlandığından kaynaklanabilir. Olguların doğumdan sonra ilk olarak neye ihtiyaç duydukları sorgulanmış ve çoğunlukla çocuğuna dokunmak (%50), yemek yemek (%30), sevdiklerini görmek (%23.3) uyumak ve dinlenmek ( %16.7) istediklerini belirtmişlerdir. Doğum sürecinde hastalar beslenmediğinden yorgun ve aç kalabilmektiler. Bu yüzden ağrılar biter bitmez fiziksel ihtiyaçlar ön plana çıkmaktadır. O l g u l a r ı n %50'si bebeğini görmek/dokunmak istemiştir. Araştırma yapılan hastanede doğumdan sonra bebekler öncelikle anneye gösterilmekte olup daha sonra bebekler anne yanında kalmaktadır. Bu yüzden anneler bu konuda çok memnun olduklarını belirtmişlerdir. • SONUÇ ve ÖNERİLER Araştırma kapsamına alınan primipar olan olguların yaş, eğitim durumu, çalışma durumu ve gebeliği isteme durumları benzer özelliktedir. Doğumhane ve doğum olguların belleklerinde çoğunlukla, ağrı/acı, korku,

zorluk çekme, ortamdan kurtulmak gibi olumsuz ifadelerle tanımlanırken doktor/hemşire desteği, sevinç/heyecan/huzur, bebeğe kavuşmak gibi olumlu ifadelerle de tanımlanmıştır. Olgular doğumun 1 ve 2 evresinde tek başına olmayı, korkuyu, zor anlar yaşadıklarını ifade etmişlerdir. Doğumdan hemen sonra da bebeği/yakınlarını görmeyi ve fiziksel ihtiyaçlarının giderilmesini istediklerini belirtmişlerdir. Çalışmamızdaki olumsuz duygu ve düşüncelerin ağırlıklı olması doğrultusunda; , intapartum dönemde kadınların olumlu doğum deneyimi yaşamalarında; konunun hemşirelik/ebelik eğitimde, tüm personel dahil olmak üzere hizmetiçi eğitim programlarında ele alınması ve hemşire insangücü dağılımında bu konuya özen gösterilmesi yararlı olacaktır. KAYNAKLAR 1- Taşkın, L: Doğum ve Kadın Sağlığı Hemşireliği, Sistem Ofset Matbaacılık, Ankara, 2000 2-Mackey, M., C, Lock, S., E.: Women's Expectation of the labor and Delivery Nurse, Journal of Obstetric, Gynecologic and N e o n a t a l N u r s i n g , N o v e m b e r / D e c e m b e r , 1 9 8 9 . 3Hadnett, E.:Nursing Support of the Laboring Women, Journal of Obstetric, Gynecologic and Neonatal Nursing, Volume: 25, Number:3, Page: 257-264,1996 4-Özbaşaran, F.,U.: Primipar (İlkdoğumunu) Yapan Annelerin Doğumlarına ilişkin Duygu ve Düşünceleri, Perinatoloji Dergisi 5,3-4,1997. 5-Gençalp, N., S.: Destekleyici Hemşirelik Bakımının Annelerin Doğum Eyleminde Yaşadıkları Duygulara Etkisi , Hemşirelik Forumu, Cilt:2, sayı:3,1999. 6-Simson, K., R., Crehan, P.,A.: Perinatal Nursing, Assocation of Women's Health, Obstetric and Neonatal Nurses, (AWHONN), 2001. 7-Schemel, R: A Oualitative Research PrimerThe Paradigm, Some Basic techniques and Methods. Özyurt Matbaası, Ankara, 1995, 12-40 8- Davies, B., L, Hadnett, E.:Labor Support :Nurses Efficacy and Views About Factor Influencing İmplemention, Journal of Obstetric, Gynecologic and Neonatal Nursing, Volume:31, Number:1, Page:48-55, 2002. 9-Copeland, D., B., Douglas, D.: Communication Strategiesfor the İntrapartum Nurse. Journal of Obstetric, Gynecologic and Neonatal Nursing, Volume:28, Number:6, Page:579-586,1999. 10-Baker, Ferguson, S., A., Roach Bacom, G., D., et ali. Perceptions of Labour Pain By Mothers and Their Attending Midvivves, Journal of Advanced Nursing, Volume:35, lssue:2 Page 171, 2001. 11 -Berkiten;A., Arslan, H.Babaların Gebelik, Doğum ve Doğum Sonu Sürecine Katılımlarının Eşler Açısından Değerlendirilmesi, Perinatoloji Dergisi, Cilt:7, Sayı :2,1999.


Yalnız Yaşayan Yaşlılara İlişkin Aile Politikaları

Arzu İÇAĞASIOĞLU ÇOBAN

Özet Yaşlılık günümüzde önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle gelişmiş ülkelerde yaşlı nüfus hızla artmaktadır. Türkiye genç bir nüfus yapısına sahip olsa da tıptaki ilerlemeler, ekonomik ve sosyal alandaki gelişmelere paralel olarak ileriki yıllarda ülkemizde de yaşlı nüfusun artacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Toplumların ve ailelerin yapısında meydana gelen değişmeler yaşlı kişilerin ihtiyaçlarını ve sorunlarını arttırmış ve çeşitlendirmiştir. Örneğin yalnız yaşama yaşlılar arasında, özellikle kentsel bölgelerde, gittikçe artan bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Değişimler nedeniyle yaşlılar için yeni politikalara ve hizmet modellerine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu çalışmada aile yapısındaki değişmeler, yaşlı kişilerin ve yalnız yaşayan yaşlıların ihtiyaç ve sorunları, aile politikalarında yaşlılara yönelik düzenlemeler incelenecektir.

Arş. Gör. H.Ü. Sosyal Hizmetler Y.O.

Summary Aging is an important problem in novvadays. Especially, in fully developed countries older population is rapidly increasing. Although Turkey have a young population at present, because of technological improvements, economic and social developments, older population is getting increase. Because of the changings in structure of society and family, aged population's needs and problems increases and variety. For example, especially in urban settings living alone in aged population are increasing. Because of this changings new policies and service models should be developed for aged population. İn this study discussion changing in family structure, needs and problems of aged persons and living alone aged person's and the legal regulations for aged population in family policy writings.


GİRİŞ İnsanoğlunun var olduğu ilk günlerden günümüze değin "aile" kavramı, daima ilgi çeken ve ekonomi, din, antropoloji, hukuk, sosyoloji, psikoloji, sosyal hizmet ve hatta tıp gibi bir çok bilim dalını bu kavram üzerinde çalışmalar yapmaya iten bir güce sahip olmuştur. Ailenin bu gücünü nereden aldığı, bireyin ve toplumların yaşamında neden bu kadar önemli olduğu, sahip olduğu en temel işlevlerle (üreme yani neslin devamını sağlama ve bireyi yetiştirme) açıklanabilir. Kudat'ın (1984 5) da belirttiği gibi insanların üremesi ve yeniden üretimi toplumsal yapıların ve kültürün sürekliliğini bir ölçüde güvence altına alır. İşte bu nedenledir ki toplum, kendini devam ettirecek bireylerin oluşumunu ve onların kendisine vereceği katkıları önemsemektedir. Aileye atfedilen bu önem, her dönemde ve her ülkede hükümetlerin de aile konusunda son derece hassas olmasına yol açmıştır. Her ülkede aile için uygulanan politikalar farklı biçimlerde belirmektedir. Kuşkusuz ancak hepsinin en temelinde "ailenin toplumun temel taşı" olduğu görüşünün yer aldığını söylemek yanlış olmayacaktır. En kısa tanımıyla, olumsuz değişmelere karşı ailelerin korunması, güçlendirilmesi, ailenin ve ailedeki bireylerin sosyal güvencesinin sağlanması aile politikaların konusunu oluşturmaktadır. Aile politikalarının hangi temellere dayalı olacağı her toplumda değişik bir biçimde kendini gösterebilir. O toplumun ekonomik, sosyal kültürel yapısı ve hatta ülke yönetiminde yer alan kişilerin siyasal görüşleri politikaları etkilemektedir. Bir diğer önemli konu da ailenin nasıl tanımlandığıdır. Aile hakkında yapılan tanım onun için oluşturulacak politikaları da etkileyecektir. Aile politikası denilince genellikle ilk önce akla gelen kadınların ve çocukların korunmasına yönelik politikalar olmaktadır. Bununla birlikte bir bütün olarak ailenin ve ailedeki diğer bireylerin de politikalar içine dahil edilmesi önemlidir. Kısacası, aile politikaları oluşturulurken toplumun dinamik yapısının dikkate alınması, oluşturulacak politikanın risk altındaki grupları kapsadığı kadar diğer gruplar için de koruyucu yönlerinin olması yani tabakalı ve geçirgen, bir diğer ifadeyle esnek, olması gerekmektedir. Bunlara ek olarak, insan hakları gibi evrensel geçerliliği olan bir takım yasal düzenlemelerin de bir yol gösterici olarak dikkate alınması son derece önem taşımaktadır. Bu çalışmada esas olarak yaşlılara yönelik aile

politikalarının nasıl olması gerektiği konusu tartışılacaktır. Ancak öncelikle aile, aile yapısı içinde yaşlı bireyler, yaşlı bireylerin karşılaştıkları sorunlar ele alınacaktır. Bu tartışmalar sırasında ülkemizdeki değişen aile yapısı, yaşlıların durumu, ülkemizdeki aile politikaları da tartışmaların bir diğer boyutunu oluşturacaktır. • Aile Kavramı ve Tanımlanması Sorunu Aile kavramının tanımlanması, içinde yaşanılan topluma ve kültüre göre bir takım değişikler göstermektedir. Çünkü yaşanılan değişimler aile kurumunda da bir takım yapısal ve sosyal dönüşümlere yol açmıştır. Bu nedenle günümüzde yapılacak aile tanımları geçmişte yapılmış olanlar arasında bazı farklılıkların bulunacağı bir geçektir. Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş, teknolojideki ilerlemeler toplumların sosyal yaşamında da farklılıklara neden olmuştur. Günümüzde artık "ana baba ve çocuklardan oluşan" aile kavramı da bu değişikliklerden etkilenmiştir. Örneğin bugün dünyada hetoroseksüel evliliklerin yada birlikteliklerin yanı sıra özellikle Amerika ve Avrupa gibi gelişmiş ülkelerde aynı cinsten olan insanlar arasında da birliktelikler ve evlilikler mümkün olabilmektedir. Hatta bu çiftlerin çocuk sahibi olmalarına da kimi ülkelerin yasaları izin vermektedir. Ülkemiz açısından bu tür birliktelikler toplumsal olarak onay almadığı gibi yasalar karşısında da kabul edilmemektedir. Lezbiyen ve homoseksüel çiftlerin oluşturduğu aile kurumlarının yanı sıra tek ebeveyninden oluşan aileler de günümüzde sıklıkla karşımıza çıkan bir aile biçimidir. Yukarıda kısaca özetlenmeye çalışılan değişimlerin de etkisiyle günümüzde farklı aile tanımları üzerinde durmak mümkündür. Örneğin Uluslararası Sosyal Hizmet Uzmanları Birliği (NASW) (1990) aileyi, "kendini aile olarak nitelendiren ve sağlıklı bir ailenin işleyişi için yükümlülükleri, sorumlulukları üstlenen iki veya daha fazla sayıda insan" olarak tanımlamaktadır. Bu tanımın son derece özgün olduğu görülmektedir. Aile, "kendini aile hisseden" herkesten, her cinsiyetten oluşabilmektedir. Tabi ki yasalar açısından ve ailede doğacak olan çocukların sağlıklı bir gelişim göstermesi açısından bu, tartışılması gereken bir durumdur. Özetle, aile kurumu her bilim açısında tanımlanabilir. Ancak burada önemli olan nokta o ülkedeki politikalar açısından ailenin ne biçimde tanımlandığıdır. Çünkü bilindiği gibi politikalar tanımlanan gruplara yönelik olarak verilecek hizmetleri,


oluşturulacak programların belirleyicisidir. Yani "kim" aile olarak tanımlanırsa haklardan ve hizmetlerden onlar yararlanacaktır. Örneğin aile, "yasalar önünde kabul edilen evlilik bağıyla bir erkek bir kadın ve onların çocuklarından oluşan birim" olarak tanımlanırsa evlilik dışı doğan çocukların, evlilik içinde doğan çocukların yararlandığı hizmetlerden yararlanma hakları sınırlanabilmekte kimi zaman da imkansız hale gelebilmektedir. • Tarladan-Fabrikaya, Köyden-Kente, Geleneksel Aileden-Çekirdek Aileye

Değişimin kaçınılmaz olduğu bir gerçektir. Çalışmanın başlangıç kısımlarında da belirtildiği gibi değişim dünyadaki her ülke, her toplum için geçerli bir konudur. Bu nedenle aile yapısındaki değişmeler de dünyada yaşanılan diğer sosyal, ekonomik ve politik olaylardan bağımsız olarak gerçekleşmemiştir. Örneğin aile yapısı o ülkenin içinde bulunduğu üretim araçları ve biçimleri tarafından etkilenmiştir. Günümüzün sanayileşmiş toplumlarında çekirdek aile tipinin yaygın olduğu söylenebilir. Ancak daha önce de belirtildiği gibi tek ebeveynli aileler, aynı cinsten kişilerin oluşturduğu aileler de bulunmaktadır. Hatta günümüzün sanayileşmiş toplumlarında evlenme oranları nüfus artış hızında olduğu gibi düşmektedir. Örneğin, U.S Bureau tarafından ABD'nde yapılan çeşitli çalışmalarda 1990'lardan beri aile yapısında önemli değişmelerin yaşandığı görülmektedir. Tek kişilik hane halkı yüzdeleri %17'den %25'e yükselmiştir. Bunların bir çoğu yaşlı bayanlardan oluşmaktadır. 1970'den beri değişik yaşlarda hiç evlenmemiş erkek ve kadınların sayısı ikiye veya üçe katlanmıştır. Tek ebeveynli ve kadının hane reisi olduğu ailelerin %12'ye (12,2 milyon) yükselmiştir. Çekirdek ailelerin oranı 1970'lerde '40 iken, 1996 da '25'e düşmüştür. Boşanma oranı 1960'lardan 1990'a ikiye katlanmış ve 1990'ların ortalarında %46'da durmuştur (Carter ve McGoldrick 1993 13-14 Akt:Acar 2001 159). Günümüz Türkiye'sindeki aile yapılarını tanımlamak oldukça güçtür. Bu güçlük hem bu konuda yapılan araştırmaların azlığından (Örneğin kırsal hane yapısına ilişkin araştırmalar büyük ölçüde 20 yıl öncesine dayanmaktadır AAK 1994 101) hem de ülkemizin yaşadığı ekonomik ve sosyal yapılarda meydana g e l e n h ı z l ı d e ğ i ş i m l e r d e n kaynaklanmaktadır. Ancak ülkemizdeki aile yapısının

değişen mülkiyet biçimleriyle doğrudan doğruya ilişkili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır (Kandiyoti 1977 24). Bununla birlikte, ülkemizdeki aile yapılarından söz ederken kırsal aile, kent ailesi ve gecekondu bölgelerinde yaşayan aile yapılarından bahsetmek olasıdır (AAK 1994 102). Kırsal aile ortak mülkiyet, gelir ve tüketim örüntülerini paylaşan, ve aynı çatı altında, aynı kazandan yiyip için kişilerin meydana getirdiği bir toplumsal birim olarak tanımlanabilir (AAK 1994 100) Ancak günümüzde kırsal ailelere bakıldığında aynı çatı altında oturmayan, hatta bir kısmı kentlerde yaşayan fakat gelir kaynaklarını ortaklaşa kullanan, aile içi ilişkilerde eskiye oranla az olmasına rağmen büyüklerin ve genellikle erkeklerin sözü geçen bir aile yapısı olduğu görülmektedir. Kent ailesinin en önemli özelliği ise bu ailenin çekirdek aile ve tüketim birimi olarak örgütlenmiş olmasıdır. Kent ailesinin temel fonksiyonları daha çok üreme, çocukların toplumsallaştırılmaları, aile bireylerinin psikolojik doyumlarının karşılanmasına yöneliktir (AAK 1994 108). Kentin getirdiği koşullara paralel olarak kadınlar daha çok çalışma yaşamına girmişlerdir. Ailenin eğitim, sağlık, güvenlik gibi işlevleri de aile dışındaki diğer kurumlara devredilmiştir. Her ne kadar ülkemizde kentlerde yaşayan çekirdek aile sayısı artış gösterse de bu çekirdek ailelerin akrabalar arasındaki ilişkileri tamamıyla kopardığını belirtmek doğru olmayacaktır. Ataerkil ilişkiler değişmiş, kırsal bölgelere göre görece zayıflamış olsa bile akrabalık ilişkilerinin yoğun olarak sürdüğü, maddi ve manevi dayanışmanın korunduğu gözlemlenen bir durumdur. Özellikle ülkemizde 19650-1960'lı yıllardan sonra görülmeye başlayan göç olgusu konusunda kırsal kesimden kente gelmeyi düşünen kişilerin öncelikle kentlerdeki akrabalarının yanına geldikleri bilinmektedir. Yukarıda sözü edilen iç göç olgusu kendine özgü bir yaşam biçimi sonucu ortaya çıkarmıştır. Gecekondu ailesi, Türkiye'nin özellikle büyük kentlerinde başlayan ve giderek yaygınlaşan kırdan kente akın sonunda kentlerin çevrelerinde gözlenen bir aile biçimidir. Bu aileler ne tam olarak kırın geleneklerini ve alışkanlıklarını sürdürebilmektedirler ne de tam olarak kentlileşebilmişlerdir. Bir taraftan hem yaşadıkları fiziksel mekanlarda hem de kentin içinde kırsal yaşamı sürdürmeye çalışmakta diğer


taraftan da kentin olanaklarından yararlanmak istemektedirler. Gecekondu ailesi demografik yapısı ile de kırsal ve kentsel aile arasında bir konum sergilemektedir. Gerek ailedeki kişi sayısı gerekse evlilik yaşı ortalamaları bu konuda en belirgin göstergelerdir (AAK 1994 110). Yukarıda kısaca söz edilen bu farklı aile yapıları bize ülkemizdeki aile politikası konusunun ne kadar önemli olduğunu, bu politikaların mümkün olduğu kadar esnek, farklı risk gruplarını içinde barındıran bir düzeyde olması gerektiğini göstermektedir. Aile politikaları içinde yer alması gereken bir diğer önemli grup da yaşlılardır. Çalışmanın sonraki bölümünde yaşlı kişilerin ihtiyaçları, sorunları ve yaşlılara yönelik politikalar tartışılacaktır. • Gittikçe Yaşlanıyoruz Yaşlanma, aslında anne karnındayken başlayan ve ölümle sonuçlanan fizyolojik bir süreçtir. Bu süreç kişinin sadece fizyolojik yapısını etkilemez, aynı zamanda kişinin psiko-sosyal durumunda da değişikliklere yol açar. Yaşlanma anne karnında başlıyorsa yaşlı kimdir? Yaşlılığın ömrün son devresi olduğu kabul edilirse de ne zaman konusunda kesin bir sınır konulamaz. Yaşlılığın başlangıç noktası kişiden kişiye değiştiği gibi toplumdan topluma da değişir. Yaşlı nüfusun genel nüfus içinde giderek arttığını görmekteyiz. Dünya nüfusunun % 5'ini oluşturan yaşlılar, dünyada 260 milyon olarak görülmektedir. Geçen 20 yıl süresince dünyadaki 65 ve daha yukarı yaşların sayısında % 63'lük bir artış görülmüştür. Bu artışın % 55'lik bir oranla 2000 yılında 140 milyon fazlalaşarak 400 milyona ulaşması beklenmektedir (). Amerika'da 1900'lü yıllarda 65 yaş ve üstündeki bireyler toplam nüfusun yalnızca %3'ünü (3 milyon) oluşturuyordu. 1980'lere gelindiğinde bu oran %11 'lere (25 milyonun üstü) çıkmış durumdaydı. 2000 yılında ise 32 milyon Amerikalının 65 yaş ve daha üstünde olacağı bekleniyordu. 2030 yılı için ise 66 milyon ya da bir başka deyişle her beş Amerikalıdan birinin 65 yaş ve daha yukarısında olacağı tahmin edilmektedir (American Association of Retired Persons 1991 Akt: Grene 2000 44). U.S. Census (1996 Akt:Gil, Moga 2001 14) tarafından yapılan bir diğer belirlemeye göre de 2040 yılında 65 yaş ve üstü nüfusun toplam nüfusun içinde %21'lere varacağı bildirilmektedir. Her ne kadar ülkemizin genç bir nüfusa sahip olduğu

düşünülse de yaşlı bireylerin sayısının arttığı bir gerçektir. Türkiye'de de benzer bir durum söz konusudur. 1980'de 65 yaş ve üzeri nüfus genel nüfusun %.2'sini oluştururken 1990'da %4.0'a yükselmiştir, bu oranın 2010 yılında %6.1'e, 2020 yılında %7.7'ye ulaşacağı tahmin edilmektedir (Akt: Uysal 2002). Günümüzde ise tıp ve teknoloji alanındaki gelişmelere bağlı olarak doğuştan beklenen yaşam süresinde de bir artış gözükmektedir. Yaşlıların Karşılaştıkları Sorunlar ve İhtiyaçları Yaşlılık insanların çok boyutlu sorunlar yaşadığı bir dönemdir. Kişinin sağlığında kayıplar başlamıştır. Bu kayıplar fiziksel dolayısıyla da sosyal aktivitelerini engellemektedir. Değişen sosyal koşullara, ortaya çıkan yeni teknolojiye uymakta zorluk çekerler. Arkadaşları azalmıştır. Özellikle kentlerde yaşayan ailelerde kadınların da çalışma yaşamına girmesinin de etkisiyle yalnız kalabilmektedirler. Ailenin küçülmesi ve hareketlilik sonucu yetişkin çocukların yaşlılarına bakma imkanlarının azalması söz konusudur. Gittikçe daha az sayıda çocuğa sahip olma ve coğrafi uzaklık etrafta daha az sayıda evladın olmasına yol açmıştır, gelişime ve değişme aile ve akrabalar içindeki rol modellerini değiştirmiş, aile ve çevrenin sorumluluğu bir ölçüde topluma devrolmuştur (Koşar 1996). Yukarıda sıralanan bu sorunlara paralel olarak yaşlı kişilerin ihtiyaçlarında da artış ve çeşitlenme söz konusudur. Yaşlı kişilerin ihtiyaçlarını biyolojik, sosyal ve psikolojik olarak sınıflandırmak mümkündür. • Biyolojik ihtiyaçlar; Yaşlılık döneminde hastalıklara yakalanmanın daha kolay olduğu bilinen bir gerçektir. Bu nedenle yaşlı kişilerin sağlık durumlarına daha çok önem verilmelidir. Yaşlının biyolojik ihtiyaçları var olan ya da kendisi için özel olarak geliştirilmiş (geriatri hastaneleri gibi) sağlık hizmetlerine ulaşabilmek ve bunlardan yararlanabilmektir. Yeterli ve dengeli beslenme, sağlıklı yaşama için uygun olan aktivitelerin yapılması, düzenli sağlık kontrolleri, sağlıklı çevre ve konut koşulları gibi ihtiyaçların da karşılanması önemlidir. • Sosyal İhtiyaçlar Aile her yaş döneminde olduğu gibi yaşlılık döneminde de önemi koruyan çeşitli işlevlere sahiptir. Özellikle de yaşlılık döneminde kişinin sağlık, bakım, ekonomik destek gibi konulara daha çok ihtiyaç duyduğu bir


gerçektir. Ancak günümüzün değişen koşullarında (çocukların çalışmak için başka şehirlere gitmesi, kadının çalışma yaşamına girmesi, ekonomik güçlükler ve hatta ailenin yaşadığı konut tipi) yaşlı kişinin hayatında önemli değişikliklere neden olmuştur aile işlevlerinde ve yapılarında meydana gelen değişimler yaşlı kişilerin de bu ihtiyaçlarını arttırmış, hatta bu ihtiyaçlar kimi zaman aile dışındaki diğer kurumlar tarafından karşılanır olmuştur. Yaşlı kişilerin karşılaştığı bir başka sorun da eşin ölümüdür.Yapılan çalışmalar kadınların erkeklere oranla daha uzun yaşadığını göstermektedir. Kadınların yaşam beklentisi erkelere göre daha yüksektir. Bu nedenle kadınlar arasında eşin ölümünden sonra dul kalma olgusu daha yaygındır. Eşi ölen erkekler ise genellikle yeniden evlenmektedirler. Bu da toplum tarafından desteklenen bir durumdur. Oysa eşi ölen kadınların "dulluk" statüsünü kabul ederek yeniden evlenmesine pek sıcak bakılmamaktadır. Bu durumda yaşlı kadınların yaşlı erkeklere oranla ekonomik ve sosyal güvence, yalnızlık gibi konularda daha fazla risk altında olduğu söylenebilir. Yaşlılık nedeniyle çalışma yaşamı dışında kalan kişinin gelirinde azalma olduğu bir gerçektir. Bu nedenle yaşlı kişiler ülkenin içinde bulunduğu maddi krizlerden, sosyo-ekonomik sorunlardan daha fazla etkilenmektedirler. Eğer sosyal güvenlik kapsamında değillerse bu etkilerin boyutlarının çok daha ağır olacağı tartışılmazdır. Toplumda yaşlılara karşı var olan önyargılar ve ayrımcılık da bir başka sorun kaynağıdır. Örneğin yaşlıların kullanımına göre düzenlenmemiş toplu ulaşım araçları, yüksek ve yürüyen merdiveni olmayan geçitler, sinema, tiyatro gibi sosyo-kültürel etkinliklerin düzenlendiği binaların yaşlılar için uygun olmayan biçimde düzenlenmiş olması yaşlı kişinin toplumsal yaşama katılmasını engellemekte onu eve kapanmaya hareketsiz kalmaya zorlamaktadır. Oysa gezmek, dolaşmak, kültürel faaliyetlerde bulunmak her yaştan insanın vazgeçilmez gereksinimlerdir. Kentlerin fiziksel düzenlemesinin yaşlılara uygun olmamasının en somut örneklerinden biri de Türkiye'nin başkenti Ankara'da yapılan düzenlemelerdir. Büyükşehir Belediyesi çok önemli yol ve kavşaklara yayalar için alt ve üst geçitler yaptırmıştır. Ancak bu geçitlerde ne özürlü kişiler için rampa, ne yürüyen merdiven ne de asansör bulunmaktadır. Hatta Ankaray ve Metro gibi Ankara için son derece önemli olan raylı

taşıma sistemlerinde bile yürüyen merdiven ya da yeterli sayıda asansör bulunmamaktadır. Bu durumda yaşlı, özürlü, hasta olan kişilerin bırakın gezmeyi, günlük ihtiyaçlarını karşılamak için bile toplum yaşamına katılması çok zor ve bazen imkansızdır. İşte, yaşlılık politikaları oluştururken dikkat edilmesi gereken en temel noktalardan biri de kentlerin düzenlenmesinin yapılmasıdır. • Psikolojik İhtiyaçlar Ailenin bir diğer önemli işlevi de psikolojik ihtiyaçların doyurulması, sevgi, güven, kabullenmeye dayalı bir ilişkinin olmasıdır. Özellikle yaşlılıkta sevgi ve kabullenme önemli bir ihtiyaçtır. Yaşlı aile içinde eski statüsünün kalmadığını, sözünün dinlenmediğini, bir köşeye atılıp unutulduğunu, kimsenin ona ihtiyaç duymadığını düşünebilir. Burada önemli olan, yaşlı kişi ailesiyle yada tek başına yaşasa veya bir kurumda da kalsa ilişkilerin kaliteli ve doyum verici olmasıdır. Görüldüğü gibi sıralanan tüm bu sorunlar ve ihtiyaçlar aslında içiçedir. Sorunların giderilmesi, ihtiyaçların karşılanması günümüzde artık sadece aileden beklenebilecek bir şey değildir. Çeşitli kurumlar, destek hizmetleri, maddi yardımlar mutlaka devreye girmelidir. - "Yalnızlık Paylaşılmaz, Paylaşılırca Yalnızlık Olmaz..." "... Kendisine, birine çok ihtiyaç duyduğunda ne yaptığı sorulmuştur. S.Ö. "Torunumu ararım. Onu da bulamazsam ağlarım" diyerek yanıtlamıştır" (Öntaş, Baykara, İçağasıoğlu 2001 332). Bu sözler yalnız başına yaşayan S:Ö. Adlı bir yaşlı bayana aittir. Adı geçen araştırmacılar tarafından yalnız yaşayan yaşlılarla yapılan görüşmelerde bunun gibi örneklere sıklıkla rastlanmıştır. Yalnız yaşamak bir sosyolojik ve psikolojik bir olgu olarak ele alınabilir. Sanayi toplumu ile birlikte örgütlenme biçimleri değişmiştir. Devlet ve sivil toplumların ayrılması ve kurumların fonksiyonlarının değişmesi ve çeşitlenmesi söz konusu olmuştur. Geleneksel toplum yapısı büyük ölçüde değişmiştir. Kentleşme, yabancılaşma, anomi, rasyonalizasyon ve bürokratlaşmanın sonuçları olarak hem makro düzeyde sosyal yapılar hem de insan eylemleri değişime uğramıştır. Bu açıdan kişilik sistemi, aile sistemi ve sosyal sistem arasındaki karşılıklı ilişkiler sonucunda bireylerin tercihleri de değişime uğramıştır. Batı toplumlarında görülen sosyo-kültürel ve ekonomik


değişme, özellikle endüstrileşme birey düzeyinde belirli bir yapıyı da zorunlu kılmıştır. Bu noktada "bireyci insan" anlayışı ortaya çıkmıştır (İçli 2002 260). Günümüzün Batı toplumlarında daha fazla sayıda birey yalnız yaşamayı tercih etmektedir. Evlilik ve çocuk sahibi olma oranları düşmektedir. Boşanma ve evlenmeden birlikte yaşama oranlarında ise artışlar görülmektedir. 1900 yıllarında 65 yaşındaki nüfusun %60'ı çocuklarının yanında barınırken, bu oran 1980'lerde %15'e inmiştir. Bu değişimler özellikle yüzyılın ikinci yarısında hızlanmıştır. Yaşlı insanlar bağımsızlıklarını korumak istemektedirler (Onur 2000 354). Burada önemli olan konu yaşlı kişinin yalnızlığı bilinçli bir tercih yaparak, isteyerek seçip seçmediğidir. Yalnız yaşamak yaşlılar için pratik anlamda birçok zorluklar taşısa bile, onların kendilerince kurdukları yaşam düzenini bozmak istemedikleri görülmektedir. Zorluklarına rağmen yaşadıkları mekanın, düzenin kendilerine ait olması, ev içi özerklik önem taşımaktadır. Çocukları, akrabaları ya da yakınlarıyla görüşme biçimlerini kendileri ayarlamakta, böylelikle ne onlara yük olduğunu hissetmekte, ne de bağımlı hale geldiklerini düşünmektedirler (İçli 2002 262). Maddi yada manevi zorunluluktan dolayı yalnız yaşayan yaşlılarda ise yaşamdan zevk almama, depresyon, barınma, ısınma, alışveriş, temizlik, sağlık sorunlarının giderilmesi gibi temel ihtiyaçlarının karşılanmasında güçlükler yaşama görülmektedir. Ülkemizdeki duruma bakacak olursak hızlı sosyal değişmelere rağmen ülkemizde ailedeki bazı temel değerlerin korunduğu bir gerçektir. Ülkemizde aile hala yüz yüze ilişkilerin hakim olduğu en temel kurumdur. Geleneksel yapımızda aile bireyini ölünceye kadar, hem etkileşim hem de bu etkileşimin varlık alanının ortak kılınması adına yalnız bırakmama çabasındadır. Toplum, ailesi tarafından terk edilen, yalnız bırakılan yaşlının çocuklarını, akrabalarını kınar. Bir yaşlıyı yalnız bırakmamanın altında "yaşlıya, aile büyüğüne saygı gösterme-önem verme" yatar. Ancak toplumumuzda yaşanan hızlı değişmeler yalnız yaşama atfedilen anlam açısından da bazı değişimlere yol açmıştır, örneğin kentlerde ekonomik özgürlüğünü kazanan kadınların kendisine bakabilecek yetişkin çocukları olduğu halde yalnız yaşamayı tercih ettiği görülmektedir (İçli 2002 263). Kentlerde bilinçli bir tercih yaparak yalnız yaşamayı seçen ve buna da imkanı olan yaşlıların yanı sıra

maddi imkansızlıklar yada diğer sebepler yüzünden yalnız yaşayan yaşlılar da bulunmaktadır. Özellikle yoksulluk bu k işilerin yaşamını daha da güçleştirmektedir. Ayrıca cinsiyet de yalnız yaşama konusunda sıkıntı yaratan bir durum olabilmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi kadınların yaşam beklentisi erkelere göre daha uzun olduğu için genellikle eşlerinin ölümlerinden sonra kadınlar tek başlarına kalmakta ve çoğunlukla tekrar evlenmemektedirler. Eğer bu kadınların çeşitli zorunluluklar sonucu yalnız yaşamaları gerekirse kadın olmalarından dolayı yaşamın onlar için daha zor olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. İçli (2002 261)'nin de belirttiği gibi yalnız yaşayan kadınların gelirleri geçimlerini sağlamak için yeterli değilse, tek başına mücadele etmek zorlaşmaktadır. Bir diğer önemli sorun da güvenlik sorunudur. Araştırmalar yalnız yaşayanların, özellikle kadınların suç mağduru olma riskinin yüksek olduğunu göstermiştir. Kendi evinde, kendi düzeninde yaşamak her kişinin hakkıdır. Eğer yaşlı bireyin ekonomik ve sağlık durumu buna elveriyorsa ve kişi bunu istiyorsa yalnız yaşaması yönünde (alış veriş, eve yemek, faturaların yatırılması, temizlik, uygun konut mimarileri vb.) desteklenmelidir. Şu da unutulmamalıdır ki yalnız yaşamak tümüyle çevreden ve toplumdan izole olmak anlamına gelmemektedir. Varsa aile üyeleri, akrabalar, arkadaşlarla ilişkiler ve etkileşimler sürdürülebilmektedir. Ancak kişinin ne ekonomik durumu ne de sağlık durumu iyi değilse, zorunluluktan yalnız yaşamak durumundaysa daha fazla hizmet modelleri ile desteklenmelidir. Toplumların giderek yaşlandığı göz önüne alınırsa yaşlılar için üretilecek politikaların ve hizmet modellerinin varlığının hem aile, hem yaşlı birey hem de toplum açısından ne kadar önemli olduğu anlaşılacaktır. Bu nedenle aile politikalarının kapsamında yaşlılıkla ilgili bölümlerin de yer alması gerekmektedir. Çalışmanın sonraki bölümünde Avrupa ülkelerindeki ve ülkemizdeki yaşlılık politikaları incelenecektir. - Yaşlılık Politikaları ve Yaşlılara Yönelik Hizmetler

Önceki bölümlerde de belirtildiği gibi tüm dünyada yaşlı nüfusun oranları artmaktadır. Özellikle Avrupa ve Amerika'daki oranlar hızla yükselmektedir. Bu nedenle yaşlılık, yaşlılara verilen hizmetler konusu bu ülkeler açısından büyük önem taşımaktadır. Bir bütün olarak incelendiğinde Avrupa Birliği


ülkelerinde sosyal refah hizmetleri daha çok "sosyal koruma" olarak adlandırılmaktadır. Yaşlılara yönelik sosyal politikalar da tüm bu sosyal koruma alanı içinde ele alınmakta, toplumların demografik, toplumsal, ve kültürel değişimlerine paralel olarak birinci derecede önem taşımaktadır (Onat 2002 273). Avrupa Birliği ülkelerinde yaşlılar için bir çok hizmet olmasına rağmen, refah hizmetlerine ve programlarına ayrılan maddi kaynaklardaki azalmalar ve buna yönelik politikalar devam etmektedir. Hugman (1994 122)'nın da belirttiği gibi kişilerin yaşam beklentisi arttıkça daha çok hizmete ihtiyaç duymaktadırlar. Belçika, Fransa, Almanya, Hollanda gibi ülkelerde kişisel yaşam sigortası ile ileriki yaşlarda karşılaşan bir çok sorun (özellikle de sağlık) çözümlenebilse de yoksulluk ve azınlık grupları içinde yer alan yaşlılar hala pek çok sorun yaşamaktadır. Bu nedenle ülkelerin yaşlılıkla ilgili politikalar ve bu bağlamda hizmetler geliştirebilmeleri büyük önem taşımaktadır. Avrupa Birliği ülkelerinde yaşlılara yönelik hizmetleri şu şekilde belirtmek mümkündür Hugman (1994 126): - Kurum Bakımı (Domiciliary Services) Avrupa'da "kurum bakımı" hizmeti anlayışında bir azalma görülmektedir. Bu durum kurum bakımı hizmetinin tarihi geçmişi de ilgilidir. Avrupa'da kurum bakımı, toplumların yoksulluğu çözümlemek için düşündükleri bir refah hizmeti olarak ortaya çıkmıştır ve yoksullar evi (poor houses), sadaka evi (alms houses) farklı isimlerle adlandırılmıştır. Bu tip bakım evlerinden yoksul olan, başka seçeneği olmayan "muhtaç" kişiler yararlanmaktaydı. Ancak teknolojinin ilerlemesi, sosyal yapıdaki değişmeler ve kurum bakımının beklenildiği kadar yararlı olmaması gibi nedenlerle bu hizmet türünde azalmalar meydana gelmektedir. Bu durum sosyal refah anlayışındaki değişimlerle de yakından ilişkilidir. - Evde Bakım Hizmeti (Home Care) Bu bakım türünde ise yaşlı kişinin bulunduğu mekandan ayrılmasına gerek yoktur. Bu bakım türü bir çok Avrupa ülkesinde yıllardan beri bulunmaktadır. Aslında buna bir "bakım" hizmetinden çok özel bir yaklaşım demek daha doğru olabilir. Çünkü bu hizmet sağlık ve sosyal boyutta pek çok farklı hizmeti içermektedir. Eve sıcak yemek servisi, düzenli sağlık kontrolleri, alış veriş imkanları ve hem sağlık hem sosyal anlamda iyileştirici terapileri kapsar.

- Günlük Bakım Merkezleri (Day Care) Bu hizmet türü de evde bakım hizmetine benzemektedir. Bir çok hizmet bütünleşmiş bir biçimde sunulur ancak evde bakım hizmetinden farkı yerleşik bir sosyal merkezde verilmesidir. Son derece yaygın bir hizmet türüdür (Danimarka, Fransa, İtalya ve İngiltere gibi pek çok Avrupa ülkesinde bulunmaktadır). Süreli ve Kısa Süreli Yerleşik Bakım (Respite and Short-term Residential Care) Bu hizmet akut durumlar, krizler sonrasında yaşlı kişinin kullanabileceği bir hizmettir. Sağlık ve sosyal durumla ilgili konuları içerir. Fakat, sadece sağlık hizmeti verilmekle kalınmaz kişiye ihtiyaç duyduğu konularda danışmanlık da verilir. Örneğin kişinin hangi hizmetlere ihtiyaç duyduğu, bu hizmetlere nasıl ulaşılabileceği gibi konularda bilgi verilir ve yol gösterilir. Genellikle 24 saat süren bir hizmet içeriği vardır. Burada önemli olan yaşanılan krizin atlatılması ve yaşlı kişinin bir an önce eve dönmesinin sağlanmasıdır. - Uzun Süreli Yerleşik Bakım (Long-term Residential Care) Bu bakım türü "kronik" bakım olarak da adlandırılabilir uzun dönem hastane bakımı ya da sosyal bakım evlerinden yararlanmayı içermektedir. Tüm bu hizmetlere ek olarak yaşlı kişinin ailesi tarafından bakılması durumunda aileye çeşitli konularda destek verilmektedir. Görüldüğü gibi yaşlı kişiler için pek çok seçeneği içeren hizmetler bulunmaktadır. Bu hizmetlerden yararlanma oranları oldukça geniştir. Onat (2002 274)'ın da belirttiği gibi 1970'li yıllardan itibaren refah devleti kavramının sarsılması, alternatif olarak sorumlu birey ve kendi kendine yeten bir toplum anlayışını topluma kazandırmıştır. Bu düşünce farklılığı huzurevi sayısını azaltırken yaşlıların olabildiğince kendi çevrelerinde kalmaları desteklenmiştir. Örneğin Fransa'da 1990 yılından itibaren Cantou ve Marpa pilot bölgeler olarak seçilmiş ve ailelerin yerel örgütlerin desteği ile yeni bakım şekilleri geliştirilmiştir. Kısacası, Avrupa Birliği ülkelerinin ortak sosyal politikaları merkeziyetçilikten kaçarak, yeni kurumlar açmak yerine yaşlıların kendilerini rahat hissedecekleri aile çevrelerinde, önce yakınları, sonra gönüllüler aracılığıyla hizmet sunulmasıdır. Ülkemizdeki durumla Avrupa ülkelerindeki hizmetler ve politikalar karşılaştırıldığında, ülkemizin yaşlılara


yönelik hizmetler ve politikalar konusunda son derece zayıf kaldığı görülebilir. Anayasa'dan Belediye Kanunu gibi pek çok farklı kanunda (Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü Kanunu, Sosyal Sigortalar Kanunu, Bağ-Kur Yasası, SHÇEK Kanunu, Beş Yıllık Kalkınma Planları) yaşlılarla ilgili hükümler yer almaktadır. Bu kanunlarda gerekli ve son derece önemli bazı düzenlemelerin olmasına rağmen var olan hizmetler incelendiğinde bunların son derece sınırlı, dağınık ve herkesin erişimine uygun olmadığı göze çarpmaktadır. Yaşlılarla ilgili hizmetleri planlama, programlama ve yürütme görevini doğrudan devletin üstlenmesi 1963 yılında Sağlık Sosyal Yardım Bakanlığı'na bağlı Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü'nün kurulması ile gerçekleşmiştir. 1982 Anayasasının 61.maddesinde yaşlılara yönelik olarak "Yaşlılar devletçe korunur. Yaşlılara devlet yardımı ve sağlanacak diğer haklar ve kolaylıklar Kanunla düzenlenir" hükmü yer almaktadır. Sosyal hizmetin çeşitli gönüllü kuruluşlarla ve kamu kuruluşları tarafından dağınık ve programsız yürütülmesi karşısında verilen hizmetlerin bir şemsiye altına alınması amacıyla 2828 sayılı Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu 27/05/1983 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu kanunla korunmaya, bakıma ya da yardıma muhtaç aile, çocuk, sakat, yaşlı ve diğer kişilere götürülen sosyal hizmetler ve bu faaliyetlerin düzenlenmesi amaçlanmıştır (). SHÇEK Kanunu incelendiğinde yaşlı "yardıma muhtaç" kişi olarak tanımlanmaktadır. Bu bakış açısına göre, (3.madde (d) bendi) muhtaç yaşlı ise "sosyal ve ekonomik yönden yoksunluk içinde olup, korunmaya, bakıma ve yardıma muhtaç kişi" olarak ifade edilmektedir. Daha önce de değinildiği gibi tanımlama nasıl yapılırsa hizmet ve politikalar da bu tanıma göre üretilmektedir. Bu tanımda sosyal ve ekonomik yönden yoksunluk içinde olmayan yaşlılar için herhangi bir hizmetten ya da politikadan söz edilmemektedir. Bir başka deyişle eğer ekonomik gücü yerindeyse ve yalnız yaşıyorsa, yaşayabiliyorsa herhangi bir hizmete ihtiyaç duymayabilir. Ülkemizde yaşlılara yönelik olarak verilen hizmetler huzurevleri, bakım ve rehabilitasyon merkezleri, yaşlı dayanışma merkezleri ve sınırlı da olsa, (kimi Büyükşehir belediyeleri tarafından verilen fatura ödemeleri, temizlik, alışveriş, bazı sağlık hizmetleri

kapsayan) evde bakım hizmetleri şeklinde belirtilebilir. Ancak, ülkemizde aile, yaşlı kişinin bakımı konusunda önemli rol oynamasına karşın aileleri destekleyecek hizmetler ya hiç yoktur ya da sınırlıdır. Görüldüğü gibi ülkemizde yaşlılar için verilen hizmetler sınırlı ve dağınık bir biçimde örgütlenmiştir. Avrupa Birliği'ne uyum sürecinde Türkiye'nin bu konuda yapması gereken pek çok şey bulunmaktadır. Gerekli yasal düzenlemelerin yapılması önemlidir kuşkusuz ancak bu düzenlemelere uygun hizmet modellerinin geliştirilmesi ve herkesin yararlanabileceği bir şekle getirilmesi önem taşımaktadır. SONUÇ Yaşlılık yaşam döngüsünün bir parçasıdır. Bu nedenle herkesin bu döngüden geçebileceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Günümüzün değişen koşullarında, ömür beklentisinin de uzamasıyla yaşlılık toplumlar için artık bir sosyal sorun haline gelmiştir. Dünyadaki yaşlı sayıları gittikçe artmakta, bir anlamda dünya "yaşlanmaktadır". Sağlıklı bir yaşlılık için yaygın ve çeşitli hizmetlerin olması önem taşımaktadır. Avrupa ülkeleri bu konuda iyi bir yol katetmişlerdir. Ülkemiz açısından değerlendirildiğinde ise henüz genç bir nüfusa sahip olduğumuz söylenebilinirse de yaşlı nüfusun sayısındaki artış da yadsınmamalıdır. Ülkemizde yaşlılara yönelik olarak oluşturulacak aile politikalarında üstünde durulması gereken bazı önemli noktalar bulunmaktadır. Bunlar şu şekilde belirtilebilir: •Gelişmekte olan ülkeler başta olmak üzere, tüm dünyada nüfusun giderek yaşlandığı, ülkemizin de bu durumdan etkileneceği göz önüne alınmalıdır (III. Aile Şurası AAK 1998 81). •Yaşlıların bakımı konusuna özel önem verilmeli, bu amaçla, yaşlı ana babalarına bakan kişilere ek yardım yapılmalı ve eğer kapsam dahilinde değillerse sosyal güvenlik kapsamına alınmalıdırlar (III. Aile Şurası AAK 1998 83). •Ülkemizde yaşlılar için verilen kurum bakımı (huzurevi) hizmetlerinin geliştirilmesinden çok günlük bakım, evde bakım gibi hizmet türlerinin oluşturulmasına ve yaygınlaştırılmasına çalışılmalıdır. • Yaşlılara yönelik hizmet modelleri geliştirilirken medikal model yaklaşımından çok sosyal model yaklaşımı hizmet modellerinin felsefesini oluşturmalıdır. Medikal modelin kavramsal çerçevesinin tıpta kullanılan klasik hastalık modelinden doğduğu bilinmektedir


(Llewellyn ve Hogan 2000 Akt: Arıkan 2001 22). Arıkan'ın da belirttiği gibi bu modelde kişiye, hizmetler "uygun bir tedavi"yi gerektiren "duruma" göre bir plan çerçevesinde sunulmaktadır. Yani yaşlı kişi "bakıma muhtaç" tır. Ve bir şekilde bakılması gerekir. Oysa sosyal modele göre "muktedir olamamak" toplum tarafından üretilen bir kavramlaştırmadır (Oliver 1992 Akt Arıkan 2001 23). Bir başka deyişle yaşlı kişi fiziksel sağlığı ya da maddi olanakları el vermediği için toplumun genelinden "faklıdır" ve bakıma muhtaçtır anlayışı yerine yaşlı kişinin bazı hizmetlere ihtiyacı vardır, eğer toplum bunu sunamıyorsa bu toplumun sorunudur. Dolayısıyla "toplumdan, günlük hayattan kopma, kendine bakamama, muhtaç olma" gibi sorunlar kişinin yaşlı olmasından değil toplumun ona bu olanakları sunmamasından ve yaşlıya bakış açısından kaynaklanmaktadır. Yani yaşlılığı "sorun" haline getiren toplumdur. ■Aile politikaları çerçevesinde aile bir bütün olarak ele alınmalı, çocuk yardımı ve destekleri (maddi yardım, izinler, kreş hizmetleri gibi) olduğu gibi yaşlı üyesine bakan aileler için de destek sistemleri geliştirilmelidir. Yaşlılık yalnızca kişiden kaynaklanan bir sorun değildir. Toplum bu kişilere hizmet üreterek onları da günlük yaşama katmak ve kaliteli bir yaşam sürmelerini sağlamakla yükümlüdür. Ek olarak, yaşlı kişiler de ailelerin bir üyesidir. Kimi durumlarda ailenin diğer üyeleri kadar risk altında olabilirler ya da aileler yaşlı bir bireyin varlığı nedeniyle ekonomik, sosyal ve duygusal açıdan sorunlar yaşayabilirler. Bu nedenle aile politikalarında yaşlılar için de önlemler olması gerekmektedir. Yalnızlık paylaşılabilir... Paylaşılmalıdır! KAYNAKÇA Aile Araştırma Kurumu. 1994 Uluslararası Aile Yılı Özel İhtisas Komisyon Raporları. Başbakanlık Kadın ve Sosyal Hizmetler Müsteşarlığı Yayınları No:82 Ankara:1994 Aile Araştırma Kurumu III.Aile Şurası:Raporlar, Görüşmeler, Kararlar. Ankara:25-27 Mayıs-1998. Acar, Hakan. "Avrupa Birliğine Üye Ülkelerde ve Türkiye'de Aile Politikaları." I. Ulusal Aile Hizmetleri Sempozyumu. Aile Araştırma Kurumu Yayını Ankara:9-11-Mayıs 2001. Arıkan, Çiğdem. Türkiye'de Görme Özürlü Kadınlar:Sorunlar, Beklentiler, Çözüm Önerileri. Körler Federasyonu Yayını No:3.Ankara:2001. Baykara, Yüksel; Özlem Cankurtaran Öntaş, Arzu İçağasıoğlu. "Yalnız Yaşayan Yaşlılar ve Sorunları." I. Ulusal Aile Hizmetleri Sempozyumu. Aile Araştırma Kurumu Yayını Ankara:9-11 -Mayıs 2001.

Grene, Roberta R. "Serving the Aged and Their Families in the 21st Century Using a Resived Practice Model." Journal of Gerontological Social Work. Vol: 34, No:1. The Haworth Press. New York:2000. Hugman, Richard. Ageing and the Care of Older People in Europe. Edt: Jo Campling. St. Martin's Press. New York:1994. İçli, Tülin. "Yalnız Yaşamak." Geriatri 2002 EdtYeşim Gökçe Kutsal. Hacettepe Üniversitesi Geriatrik Bilimler Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayını. Ankara:2002. Koşar, Nesrin. Sosyal Hizmetlerde Yaşlı Refahı Alanı. Şafak Mat. Ankara:"!996. Kandiyoti, Deniz. "Aile Yapısında Değişme ve Süreklilik:Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım." Türkiye'de Ailenin Değişimi Toplumbilimsel İncelemeler. Türk Sosyal Bilimler Derneği. Hazırlayan: Türköz Ender. 1984. Kudat, Ayşe. "Aile ve Yeniden Üretim." Türkiye'de Ailenin Değişimi Toplumbilimsel İncelemeler. Türk Sosyal Bilimler Derneği. Hazırlayan: Türköz Ender. 1984. Onat, Ümit. "Sosyal Politikalar Açısından Yaşlılık." Geriatri 2002 Edt:Yeşim Gökçe Kutsal. Hacettepe Üniversitesi Geriatrik Bilimler Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayını. Ankara:2002. Onur, Bekir. Gelişim Psikolojisi.Yetişkinlik, Yaşlılık, Ölüm. İmge Kitabevi. 5.Baskı. Ankara:2000. Torres-Gil, Fernando; Kara Bikson Moga. "Multiculturalism, Social Policy and New Aging." Journal of Gerontological Social Work. Vol: 36, No:3/4. The Havvorth Press.Nevv York:2001. Uysal, Aynur. "Dünyada Yaygın Bir Sorun: Yaşlı İstismarı ve İhmali." Aile ve Toplum. Üç Aylık Dergi. Yıl:5, Cilt:2, Sayı:5. Aile Araştırma Kurumu Yayını. Ankara:2002.


Determining the Expenditure, Investment and Saving Patterns in Respect of Family Life Cycles

• Arzu ŞENER • R.Günsel TERZİOĞLU Öz et Ailelerin Yaşam Dönemlerine Göre Harcama, Yatırım ve Tasarruf Modellerinin Belirlenmesi Bu araştırma, farklı yaşam dönemindeki ailelerin (N=200) harcama, tasarruf ve yatırım modelleri konusunda bilgi elde etmek amacıyla H.Ü. Merkez ve Beytepe kampüslerinde farklı hizmet sınıflarında çalışan personel üzerinde pilot çalışma olarak planlanmış ve yürütülmüştür. Başlangıç (%95.4) ve daralma (%95.9) dönemindeki aileler arasında geliri çerisinde en yüksek payı alan harcama grubu olarak konut işletme masraflarını, genişleme dönemindeki (%84.9) aileler arasında ise gıda harcamasını bildirenlerin önde geldiği belirlenmiştir. Anahtar Kelimeler: ailelerin harcama modelleri, aile yaşam dönemi, aile ekonomisi, ailelerin tasarruf ve yatırım modelleri.

Abstract This research was planned and carried out as a pilot project on the personnel vvorking at different labour classes at Hacettepe University Beytepe and Merkez Campuses in order to have information about expenditure, investment and saving (models) patterns of families at different life stages (N = 200). İt was determined that the highest ratio as expenditure group is household operations among beginning stage (95,4%) and contracting stage (95,9%) families. Hovvever, among expanding stage families (84,9%) food expenditure are higher than the others. Key words: family expenditure patterns, family life cycle, family economy, family investment pattern, family saving pattern.

H.Ü. Ev Ekonomisi Yüksek Okulu Ev Ekonomisi Bölümü Öğretim Görevlisi Prof. Dr. H.Ü. Ev Ekonomisi Yüksek Okulu Ev Ekonomisi Bölümü Öğretim Üyesi


INTRODUCTION Decisions made by families as a consumer unit will affect the Country economy as well as of their own. For instance, vvhich products and services do the families need? How much and when do they need them? How will they use their income and how will they add value to their savings? İn other vvords, its obvious that the expenditure decisions of families will affect the macro - micro - economic decisions and the economy of our Country vvhich is going through critical days. There for, one of the most important information that was made use of about the behaviors of families a consumer unit is the family member budget analysi taken as consuming models or as a vvider perspective. Although the factors described as economic, demographic and psycho-social are effective in trends of family good and service expenditure, saving and investment, tvvo basic factors, among others, are most important: income and family life cycle (VVells & Gubar, 1966; Fitzsimmons & VVilliams, 1973; VVagner & Hanna, 1983; Cage, 1989; Deacon & Firebaugh, 1988). Analysis of the expenditure models changing due to the life cycles contribute to social and economic development of the society and the families. İt is helpful to guess the average income necessary to meet the needs and vvishes that may appear during any life cycle. And, also, it assists understanding long term expenditure plans and unexpected changings in the future. Family life cycle is a congest described with the age of the leader of the family, his marital status, his job and the age of the oldest child ete (Engel, Blackvvell, & Miniarol, 1990; Movven, 1990; Dubois, 2000). Although nuclear families with children have social and economic differences from each other, they go through similar stages in their life time (Gross, Crandall, & Knoll, 1973). These stages can be named as beginning stage, expanding stage and contraeting stage (Fitzsimmons & Williams, 1973; Terzioğlu, 1987). İn addition, these stages can have sub stages according to the age and number of the children, their education levels ete. (Fitzsimmons & VVilliams, 1973; Terzioğlu, 1987; Güven, 1991). The spent time in each of the life stages is different from each other from according to family characteristics, funetions and amount of the income (Fitzsimmons & Williams, 1973; Güven, 1991). Due

to these variations, the kind, amount and quality of families' resources differentiate. Also their expenditure, products and the services they use differentiate. For this reason, it is inevitable that the families take place in different consumer groups throughout their lives generally, family expenditure start vvith the first steps of life cycles, inerease vvith the birth of the child and reaches the top vvith the children studying at high school or university. The financial load of the family decreases when the children get married and leave their homes having their economic freedom (Fitzsimmons & VVilliams, 1973; Saxton,1993; Lamonne & Riedman, 1994). And also saving and investment of the families differ according to life stages, income and consuming expenditure, and its gradually inerease during the developing periods of the life cycles (VVells & Gubar, 1966). The beginning stage-compared to other stages- is a more comfortable stage, because there is not a child that needs be taken care of (Saxton, 1993). Some expenditure are less than they are in the period vvith a child (expanding stage), hovvever, depts. become higher (Fitzsimmons & VVilliams, 1973; Lamonne & Riedman, 1994).The highest percentage of spendings are on food, furniture and household appliances in beginning stage families. At the same time, it is observed that the couples can spend on entertainment and leisure activities more comfortably in this stage than the other stages (Dubois, 2000; Lassvvell & Lassvvell, 1991; England & Farkas, 1986; Runyon & Stevvard, 1987; Steinmetz & Clovan, 1990). The expanding stage beginning vvith the birth of the first child and ends vvith his/her leaving home, ineludes sub stages (Gross, Crandall, & Knoll, 1973; Güven, 1991). İn this stage, spendings on food, elothing, medical care, baby-sitter, eleaning materials, and the need for a larger house vvith more furniture causes the expenses to inerease gradually. Also, when the child starts going to school, educational expenses are gradually added to the others vvith an important portion (Engel, Blackvvell, & Miniarol, 1990; Saxton, 1993; Lamonne & Riedman, 1994; Lassvvell & Lassvvell, 1991). Consequently, vvith the grovvth of the child the expenses of the families inerease and, most probably, this stage is the period when the expenses are at the highest. Expenses on elothing, personal care, entertainment, school ete. of the grovvn up children are considerably high (Movven, 1990; Dubois, 2000;


Lamonne & Riedman, 1994; Ranyon & Stevvard, 1987). Moreover, due to the grovvth of the children expenses may increase with the need of buying a car and a house. Because, the ratio of buying a car is higher for the families that have a child of six or över, and the ratio of buying a house is higher for the families that have a child of eighteen and över (VVells & Gubar, 1966). Hovvever, in a research carried out in our Country, among the expenses on goods and service groups, food, rent and household operations are higher. And at the progress period of expanding stage child care and education expenses are higher in an increasing ratio (Güven, 1991). Contracting stage begins with the first child's gaining his/her economic freedom and leaving home to work and/orto get married (Gross, Crandall, & Knoll, 1973). Afterthe children's leaving home, interest in traveling, entertainment and hobbies increases during this stage since the spouses are left alone. There are, also, in small amounts, there are expenses for buying presents for the relatives and children (Fitzsimons & VViiliams, 1973; Engel,, Blacvvell, & Miniarol, 1990; Dubois, 2000; Runyon & Stevvard, 1987; Comell & Deljavan, 1983). During the life stages, families income makes vvaves and ups and dovvns due to the changes in incidents, need and desire (Lamonne & Riedman, 1994). İn order to live this stage with minimum effects, there have been different researches and thesis. One of these is to register the expenses according to different life stages and to plan the expenses accordingly. These kinds of registrations helps to decide how much the families can spend, and to predict how much the expenses can be it enables to have an actual plan of the expenses (Fitzsimmons & VViiliams, 1973). Families that have a reasonable, flexible and practical plan can establish financial strategies and prevent the misfortunes that can create financial difficulties (Lassvvell & Lassvvell, 1991). Furthermore, with the planning made serve the needs and the incidents of the families during life stages can solve, or, at least, reduce their financial problems (Deacon & Firebaugh, 1988). For this reason, to have optimum balance betvveen the present income and the expenses emerge due to, especially, the characteristics of each life stage and to preserve the present living levels and to reach the deserved living standards are extremely important for the development and happiness of the family.

RESEARCH METHOD The research data for this study were collected in 2001 through face-to-face intervievvs with the females or males ansvvering the questions in the name of their families of a number of 200 personnel vvorking on Hacettepe University Merkez and Beytepe Campuses. İn calculating the size of the sample "Neyman Distribution" was done, and categorized "Random Sample Method" was used in each service class (academic, administration, technical, health, helping health and helping service ) and ( n ) sample size is calculated as 200. İn the research, vvhether each expenditure group takes a big share in the income or not was asked one in order to determine the expenses that have high shares in family income. At the end of the research, chi-square analysis was done in the tables that if the statistical controls of the found data is över 5. RESULTS AND DISCUSSION General Information About the Families 43% of the families included in the research is of expanding stage, 32.5% is of the beginning stage and 24.5% is of the contracting stage. Families consisting of 4 members precede (47.5%). İn 65% of the families females vvork, in 25% they do not and in 10% they are retired. Expenditure Groups That Have High Shares in the Family İncome İt is determined that at the beginning (95.4%) and contracting (95.9%) stages the families who mentioned that household operations expenditure have a higher share (p<05), and at the expanding stage the number of the families (84.9%) that mentioned food expenditure have a higher share precedes (p>.05). This is follovved by-at the beginning stage families in its order food (83.1%), paying in installments (73.8%), rent (64.6%), culture and entertainment (55.4%), and at expanding stage families clothing (74.4%), paying in installments (62.8%), in equal ratio education and household operations (60.5%), non durable household goods (detergents ete.) (55.8%) and transportation (41.9%), and among the contracting stage families the expenditure are mentioned as follovvs, household operations (95.9%), food (85.7%), health (61.2%), culture and entertainment (59.2%), paying in


installments (49.0%), house maintenance and repair (46.9%) (p<0.05) (Table 1). This data- although the priorities generally change in ali life stages it is observed that household operations, food expenditure and payment in installment are of higher ratio. Hovvever, it implies that some expenditure groups show differences according to the features of the life stages. Either among the beginning, or expanding, or contracting stage families, payments of installments,

expenditure of clothing, housing, car, furniture, credit card, private courses have high shares. Among these, credit card payments. That are mentioned are in the first (1st) place in the beginning stage, in the second (2 ) in the expanding stage in the third (3 ) in the contracting stage. This implies that the families are affected by the present economic problems and rather than investment they are in dept because of consumers' non durable goods.

TABLE 1. HIGH SHADE EXPENDITURE GROUPS ACCORDİNG TO LIFE CYCLE THE FAMİLİES ARE İN THE FAMILY INCOME Expenditure groups

Beginning stage n=65

Expanding stage n=86 N % 73 84.9

Contracting stage n=49 N % 42 85.7

Food

N 54

% 83.1

Household operations

62

95.4

52

60.5

47

House maintenance and repair expenses Rent

8

12.3

9

10.5

42

64.6

26

Automobile maintenance and repair Transportation

11

16.9

16

Small and majör electrical household appliances

Total n=200

x2Analysis Results

N 169

% 84.5

x2 =0.165, p>.05

95.9

161

80.5

x2 =38.585, p<.05

23

46.9

40

20.0

x2 =29.515, p<.05

30.2

9

18.4

77

38.5

x2 =29.593, p<.05

25

29.1

17

34.7

53

26.5

x2 =5.041, p>.05

24.6

36

41.9

11

22.4

63

31.5

x2 =7.566, p<.05

14

21.5

7

8.1

12

24.5

33

16.5

x2 =7.831, p<.05

House furnishing

29

14.5

22

25.6

12

24.5

63

31.5

x2 =7.694, p<.05

Personnel care expenditure

16

24.6

28

32.6

4

48

24.0

x2 =10.204, p<.05

Education

10

15.4

52

60.5

8

16.3

70

35.0

x2 =43.017, p<.05

Culture and entertainment

36

55.4

34

39.5

29

59.2

99

49.5

x2=6.155,p<.05

Health (medical care)

12

18.5

34

39.5

30

61.2

76

38.0

x2 =21.836, p<.05

Clothing

23

35.4

64

74.4

16

32.7

103

51.5

x2 =31.812, p<.05

Travel

12

18.5

9

10.5

19

38.8

40

20.0

x2 =15.779, p<.05

Beverage and tobacco

24

36.9

13

15.1

12

24.5

49

24.5

x2 =9.517, p<.05

Personal insurance and pensions Gifts and contributions

10

15.4

_

_

1

2.0

11

5.5

Not applied

1

1.5

2

2.3

3

1.5

Not applied

Cash contributions

_

_

1

1.2

_

_

1

0.5

Not applied

Child care services

_

_

26

30.2

_

_

26

13.0

x2 =39.615, p<.05

Domestic cervices

5

7.7

11

12.8

14

28.6

30

15.0

x2 =10.130, p<.05

Non durable household goods

12

18.5

48

55.8

21

42.9

81

40.5

x2 =21.583, p<.05

Payments in installments

48

73.8

54

62.8

24

49.0

126

63.0

x2 =7.414, p<.05

8.2

Information About Saving and Investment Tendeneles of Families


The reasons for having household operations expenditure higher among the families of all life stages can be explained with the increasement of the prices of electricity and natural gas bought from outside turkey because of the insufficient production of electricity and natural gas and the devaluation of Turkish Liras. The ones that mentioned rent expenditure as being high in the beginning stage can be because their incomes are low since they are at the beginning of their careers, and they do not have their own houses in this stage. And also, because of the rents of the houses high in our Country. The reason why culture and entertainment expenditure are high may bet hey do not have any children and it gives them a change to spend their money and time more comfortably. The reason for education and transportation expenditure being high in the expanding stage may be because of the children addedtothe family. On the other hand, the reason for having high expenditure on the short-lasting house care products may be due to the increasement of the number of the family members vvhich brings higher necessities. During the contracting stage, since the people are older, more health problems are seen and, consequently, health expenditure increase. The reason why the culture and entertainment expenditure are higher in this stage is they have more leisure time to spend on such activities. Also, in the research by Borton (1955) medicine and medical care material expenditure are higher after the age of 55. Hovevver, in the research done by Güven (1991), it is determined that food expenditure are in the first place in ali stages. İn addition, İn the research done by Wells and Gubar (1966) it is determined that family life stages are important in food, clothing, consumer durable goods and transportation. Among the families that save up; in the beginning stage, the ones mentioned sometimes (56.9%), in the

expanding stage, the ones said alvvays (47.7%) and in the contracting stage, the ones (that) said never (46.9%) have the higher ratio (p<0.05) (Table 2). İn addition as a result of the research by Hafferan (1982) families (expanding stage) that have children of 6-17 can have more savings than the families (beginning stage) that do not have any children. Hovevver in a research by Güven (1991) the number of the families of beginning and expanding stages who have the oldest child betvveen 0 and 3 is higher than the families of other levels (the 5 level is not included) of expanding and contracting stage families. When the saving reasons of the families that mentioned that they can save up (134 families) are examined; 83.0% of the beginning stage families in order to buy a car, 80.9% of them to buy a house; and 77.0% of the expanding stage families to meet the educational needs of their children, 65.6% to meet the unexpected expenditure and to be able to live more comfortably after their retirement. On the other hand, 76,9% of the contracting stage families aim to pay for the health expenditure and to live more comfortably after they retired (Table 3). These results bring in to mind the saving aims of the families are to meet the needs of the features of live stage, their present life stages and the live that they are going to go into. According to a research done by Güven (1991), among the saving reasons in the beginning stage buying real estates, such as houses, shops, and if necessary, being able to pay unexpected expenses have priorities in equal ratio. Vvîıereas in the expanding stage the number of people that mentioned about being able to pay unexpected expenses if it is needed, buying real estates; such as, houses, shops, and saving to meet educational and future needs of children is higher. İn the contracting stage, on the other hand, the first priority is being able to pay for unexpected expenses.

TABLE 2. SAVİNG POSSIBILITIES OF FAMİLİES ACCORDİNG TO FAMILY LIFE CYCLE Alvvays Family life cycle Beginning

N 10

% 15.4

Sometimes N % 37 56.9

Never

Total

Expanding

41

47.7

20

23.2

25

29.1

86

100.0

Contracting

7

14-3

19

38.8

23

46.9

49

100.0

Total

58

29.0

76

38.0

66

33.0

200

100.0

N 18

% 27.7

N 65

% 100.0


TABLE 3. SAVING AIMS OF FAMILIES ACCORDING TO FAMILY LIFE CYCLE

Saving aims Buying a house

Beginning stage n=47 N % 38 80.9

Expanding stage n=61 N % 24 39.3

Contracting stage n=26 N % 2 7.7

Total n=134 N 64

% 47.8

Buying a car

39

83.0

16

26.2

_

_

55

41.0

Children's education

4

8.5

47

77.0

4

15.4

55

41.0

Holiday expenditure

11

23.4

20

32.8

3

11.5

34

25.4

Long lasting consumer products Health expenditure

3

6.4

5

8.2

6

23.1

14

10.4

1

2.1

6

9.8

19

73.1

26

19.4

Unexpected expenditure

33

70.2

40

65.6

20

76.9

93

69.4

Paying (the) depts

14

29.8

20

32.8

3

11.5

37

27.6

Establish a work

2

4.3

4

6.6

_

_

6

4.5

To be able to live more 2 4.3 40 comfortably during retirement İt is expected that thelr investment preferences change since the aims and behaviors of each stage are different from each other. Hovvever, in ali the family life stages İt has been observed that almost ali families prefer to evaluate saving as foreign currency rather transform and real investment (beginning:80.9%, expanging:100.0%, contracting:92.3%). Its follovved

65.6

19

73.1

61

45.5

by the ones vvho invest in repo (beginnig:65.9%, expanding:73.8%. contracting:53.8%) Table 4). This situation may be because they want to prevent the continuous devaluation (of Turkish Liras as well as consideration of foreign currency as a traditional investment field. Therefore, the researches done by Öngel at al.

TABLE 4. İNVESTMENT FIELD ACCORDING TO LIFE CYCLE OF FAMILIES WITH SAVİNG

İnvestment fields Property Foreign currency

Beginning stage n=47 N % 9 19.1 38 80.9

Expanding stage Contracting stage n=61 n=26 N % N % 11 18.0 7 26.9 61 100.0 24 92.3

Total n=134 N 27 123

% 20.1 91.8

Gold

11

23.4

13

21.3

9

34.6

33

24.6

Stock exchange

15

31.9

13

21.3

5

19.2

33

24.6

Demand deposit

-

-

4

6.6

1

3.9

5

3.7

Time deposit

6

12.8

8

13.1

4

15.4

18

13.4

Stock

-

-

3

4.9

2

7.7

5

3.7

Government bond

-

-

2

3.3

2

7.7

4

3.0

National treasury bond

12

25.5

14

22.9

10

38.5

36

26-9

Repurchase agreement

31

65.9

45

73.8

14

53.8

90

61.2

İnvestment fund

5

10-6

21

34.4

3

29

21.6


(1997), and Çopur and Terzioğlu (2000), and Aydıner (2000) also show that foreign currency is a traditional investment field in our Country. Hovvever, with this research it is obtained that the ratio of the families that mentioned they add value to their investments by buying foreign currency is the highest. Also, it is follovved by the ratio of the families that they invest their money in repurchase agreement (repo). This result may be due to foreign currency increasement in our Country because of the fluctuated currency it has become a profitable and preferable investment for the families and, besides, it has been a traditional investment field. RESULTS AND SUGGESTIONS According to the results obtained from the data of this research, expenditure groups hold a high ratio in family income, saving conditions and aims differ from each other, hovvever, their investment fields are similar to each other. Although the priorities differ from each other in ali life stages, household operations, food and payments in installments have high shares in income. Among the payment in installments including clothing, housing, car, furniture, credit card courses, the ones who mentioned credit cards are in the first place. Therefore , families are in dept because of non durable household goods rather than investment. For this reason; İn order to meet the needs of each life stage, especially, to overcome the critical stages according to the need for the economic sources both formal and informal educational programs should be prepared starting from the beginning stage. This also, is necessary to help the families vvith gaining a habit of investment and to canalize their savings into reasonable fields. And, besides, to enlighten them about the advantages and disadvantages, its installments and the cash interest ratios of credit cards vvhich are used unconsciously, especially novvadays. İn addition, to show them the vvays how credit cards can be used for the advantage of the family and help them understand the macro-economic tendencies and to become sufficient by themselves. REFERENCES: Aydıner, A. (2001). Kadının Çalıştığı ve Çalışmadığı Ailelerde Mal ve Hizmet Harcamalarının İncelenmesi. Master tezi,

Ankara :Hacettepe Üniversitesi. Borton, S.G. (1955). The Life Cycle and Buying Patterns. İn C.H.Lincoln (Ed.), ConsumerBehavior(Mo\. ll).New York: University Press, quoted in (VVells, W.D., & Gubar, G. (1966). Life Cycle Concept in Marketing Research. Journal of Marketing Research, 3,355-363. Cage, R. (1989). Spending Differences Across Occupational Fields. Monthly Labor Review, 112, 33-42. Comel, C.E., & Deljavan, F. (1983). Consumption Patterns of The Retired Household. Journal of Gerontology, 38,480490. Çopur, Z.,& Terzioğlu, R.G. (2000). Ailelerin Tasarruf ve Yatırım Eğilimlerinin İncelenmesi. Ev Ekonomisi Dergisi, 6, 40-48. Deacon, R., & Firebaugh, F.M. (1988). Family Research n Management (2 ed.). Massachusets: Allyn and Bacon Inc. Dubois, B. (2000). Understanding the Consumer A European Perspective (1 ed.). London: Prentice Hail Inc. Engel, J.F., Blackvvell,R.D., & Miniarol, P.W. (1990). Consumer Behavior (3 ed.). Orlando: The Dryden Press. England. P., & Farkas, G. (1986). Households Employment r and Gender(3 ed.). New York: Aidine Company. Fitzsimmons, C, & VVilliams, F. (1973). The Family Economy. r Nature and Management of Resources (3 ed.). Michigan:Edward Brothers Inc. Gross, I.H., Crandall, E.W., & Knoll, M.M. (1973). Management for Modern Families (2 ed). New Jersey: Prentice-Hall Inc. Güven, S. (1991). Aile Yaşam Dönemleri ve Özelliklerinin Ev İdaresi İlkeleri Yönünden İncelenmesi Doktora Tezi, Ankara: Hacettepe Üniversitesi. Hefferan, C. (1982). Determinants And Patterns Of Family Saving. Home Economics Research Journal, 11,47-55. Lamonne, M.A., & Riedman.A. (1994). Marriages and Families (3 ed.). Belmont California: VVadsvvorth Publishing Company. Lassvvell, M., nd & Lassvvell, T. (1991). Marriage and The Family (2 ed.). Belmont California: VVadsvvorth Publishing Company. Mowen, J.C. (1990). Consumer Behavior (2 ed.). New York :Macmillan. Öngel, E. et al. (1997). Yüksek Enflasyonun Aile İçi İlişkiler Üzerinde Etkisi (inci baskı). Ankara: Özkan Matbaacılık. Runyon, K.E., & Stevvard, D.W. (1987). Consumer Behavior r and the Practice of Marketing (3 ed.). Columbos:A Bell & Hovvell Information Company. Saxjton, L. (1993). The Individual Marriage and The Family (2 ed.). Belmont California: VVadsvvorth Publishing Company. Steinmetz, S.K. & Clovan, S. (1990). Marriage and Family n Realities Historical and Contemporary Perspectives (2 ed.). New York: Harper & Row Publishers. Terzioğlu, R.G. (1987). Ev İdaresi İlkeleri (1.baskı). Ankara:Doğuş Mat.ve Tic.Ltd.Şti. VVagner, J.,& Hanna, S. (1983). The Effectiveness of Family Life Cycle Variables in Consumer Expenditures Research. Journal of Consumer Research, 10,281 291. VVells, W.D., & Gubar, G. (1966). Life Cycle Concept in Marketing Research. Journal of Marketing Research, 3, 355-363.


Hastalık ve Çocuk

Gülümser GÜLTEKİN Gülen BARAN *"

Özet Bu çalışmada öncelikle çocukluk çağı hastalıkları, çocuğun hastalığa gösterdiği tepkiler incelenmiş, daha sonra hastane okulları ve çocukların sağlık hakları konularına değinilmiştir. Çalışma sonucunda; çocukların hastaneye yatırılmaları durumunda; yaşları ve gelişim düzeyleri, sosyo- ekonomik ve kültürel durumları dikkate alınarak hastaneye hazırlayıcı eğitim verilmesi, ailelerin hem eğitilmesi, hem de desteklenmesi gereği vurgulandı. Bunun yanı sıra; hastane ortamının çocukların gelişim düzeyine uygun bir şekilde hazırlanması.hastane okullarının açılması ve mutlaka eğitimci gözetiminde çalışması ve sağlık personelinin eğitimine önem verilmesi gerektiği vurgulandı. Anahtar Kelimeler: Hasta çocuk.hastane ve çocuk, hasta çocuk ve ailesi, hastane okulları.

Uzm. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp ABD Doç. Dr. Ankara Üniversitesi Ev Ekonomisi Çocuk Gelişimi ABD

Summary Primarily in this researc(vvork) childhood sicknesses the response given by the child and the family have been checked on. Later on the preporotion of the ili child and the family to the hospital enusranment, hospital schools and the childs rights have been dealt with. As a result in case of the child being kept in hospital their age and development, their socialeconomic and culturel background to give the hospital education forreadiness will be taken in to consideration and we have signified the control and education to be given to the family. Furthermore we have stated that the personel in health and the hospitals environment should be prepored according to the childs developments. Key words: İli children, children and hospitalization, ill children and their family .school of hospital for children.


GİRİŞ İnsanlık tarihinin başlangıcından beri çocuk; anne ve babanın en değerli varlığı olarak gözetilmiş, korunmuş, sevilmiş ve en iyi şekilde büyütülmeye çalışılmıştır. Ailenin en küçük bireyi olan çocuklara, toplumların geleceği gözüyle bakılmış, çocukların sağlık ve eğitim sorunlarıyla ilgilenilmeye özen gösterilmiştir. Günümüzde özellikle gelişmiş ülkelerde, çocuklara daha fazla değer verilmekte olup, sağlık ve eğitim konularında anne ve babalar kadar devlet de çocuğa sahip çıkmaktadır. Sağlıklı olmak yaşamın sürdürülmesinde temel unsurdur. Sağlıklı olmayan bir çocuğa veya yetişkine en iyi yaşam koşulları sağlansa da, bu olanaklardan yararlanmaları mümkün olmayabilir. Gelişmiş ülkelerin geçmişine bakıldığında; sağlık konusunun ön plana alındığı, çabaların özellikle sağlıklı birey yetiştirmek olduğu görülmektedir. Çünkü beden ve ruh sağlığı yerinde olan bireylerin topluma katkısı daha fazladır ve toplumun gelişimi için daha fazla üretimde bulunabilirler. Sağlığın bu kadar önemli olduğu bir dünyada; gelişmiş ülkelerde sağlık kuruluşlarına ve sağlık personeli yetiştirilmesine verilen önem çok büyüktür. Bu ülkelerde yaygın olarak sağlık hizmeti veren resmi ve özel kuruluşlar vardır. Hastaneler sağlık hizmetinin sunulduğu ve bu kuruluşların en gelişmiş şeklidir. Hastanelerde doğum öncesinden ölüme kadar, tüm bireylere çeşitli sağlık sorunlarıyla ilgili yardım sağlanmaktadır. Çocuklar ise bu yardıma en fazla gereksinimi olan gruplar arasındadır. HASTALIK VE ÇOCUK Hastalık, gelişen her çocuğun başına gelebilecek en yaygın, en genel stres kaynaklarından biridir. Çocuğun hastalığa karşı gösterdiği tepkilerin bazıları genel, bazıları ise hastalığa özgüdür (Etaner 1980). Çocukların hastalığa gösterdiği genel tepkiler bazı faktörlere bağlıdır. Bu tepkiler: - Çocuğun duygusal ve bilişsel gelişim sürecine, - Daha önceki uyum yeteneğine, çocuğun hastalıktan önceki kişilik özelliklerine ve ayrılıklara gösterdiği psikolojik tepkilere, - Ağrının ve sakatlığın derecesine, - Hastalığın çocuk ve ailesi için taşıdığı anlama, ebeveyn-çocuk ilişkisine, çocuğun ebeveynin tepkilerini yanıtlama biçimine, - Hastalandığı yerin koşullarına, - Hastalığın çocuğun tüm fiziksel,psikolojik işlevlerine

getirdiği kısıtlamalara göre değişebilmektedir. Hastalığa özgü tepkiler ise o hastalığın nitelik ve şiddetine bağlıdır. Çocuğun ihtiyaçları ve kapasitesi, içinde bulunduğu gelişimsel devreye bağlı olduğundan, çocuğun tepkileri ve sorunları da içinde bulunduğu döneme göre farklılıklar gösterecektir (Aktaş 1992). • Kronik Hastalık ve Çocuk Tüm çocuk popülasyonunun %1-2'sinde güncel aktiviteyi etkileyen ya da her gün tedavi gerektiren kronik sağlık sorunları bulunmaktadır. Kronik hastalık; "normalden sapma veya bozukluk gösteren, kalıcı yetersizlik bırakabilen, geriye dönüşü olmayan, patolojik değişiklikler sonucu oluşan, hastanın rehabilitasyonu için özel eğitim gerektiren, uzun süre boyunca bakım, gözetim ve denetim gerektireceği beklenen durum" olarak tanımlanmaktadır. Kronik çocukluk hastalıkları çeşitlidir. Doğuştan anomaliler, doğuştan kalp hastalıkları, epilepsi, kronik böbrek yetmezliği, kanserler, hemofili, diyabet, kistik fibrozis, astım gibi. Tıp biliminin ilerlemesi ve yeni yapılan çalışmalarla çocukluk çağındaki kronik ve ölümcül hastalıklarda yaşam süreleri uzamaktadır. Yaşam süresinin uzaması ile birlikte; hasta çocuk ve ailesi hastalığın getirdiği psiko-sosyal etkilere daha uzun süre maruz kalmaktadırlar(Er 1998). Kronik hastalıklar çocuk ve adölesanlarda; korku, anksiyete, depresyon, kızgınlık, içe kapanma, yanlış yorumlama, anti-sosyal reaksiyon ve konversiyon reaksiyonu gibi psikolojik etkilere ve sonuçta geçici veya kalıcı biçimde uyum dengelerinin bozulmasına neden olabilmektedir. Her insanın uyum dengesini ve kendisini endişeden korumaya yönelik çeşitli bilinç dışı psikolojik savunma mekanizmaları geliştirdikleri bilinmektedir. Kronik hastalık karşısında geliştirilen savunma mekanizmalarının en yaygın olanları ise inkar, gerileme ve zıt tepki geliştirmedir (Yörükoğlu 1997).Kısa süreli basit hastalıklar nadiren çocuğun üzerinde büyük etkiler veya uzun süreli duygusal bozukluklar bırakır. Oysa kronik hastalıklar gelişmekte olan çocuğun bilişsel ve duygusal gelişimi üzerinde kalıcı etkiler bırakabilir. Örneğin; içinde bulunduğu dönem gereği güven ihtiyacında olan bir bebek, hastalığı nedeni ile aşırı endişeli olan annesi tarafından kucaklandığında huysuzlaşacak, sevgi kaybından korkan bir çocuğun korkusu hastaneye yatış ile kuvvetlenecek, ameliyat geçiren bir çocukta kastrasyon endişesi artacaktır (Kaptagel ve Enbiyaoğlu 1974).


• Akut Hastalık ve Çocuk Akut hastalıklar denildiğinde, solunum yolu enfeksiyonları, gastrointestinal enfeksiyonlar ve fiziki tramvalar akla gelmektedir. Akut hastalıklar; çeşitli kazalar sonucunda ortaya çıkabilen, olayın ciddiyeti ve çocukta oluşabilecek fiziksel problemlerin derecesine göre tedavi süresi tam olarak belirlenemeyen durumlardır. Bu durum çocuğun bir trafik kazası sonucunda bacağındaki kırığın iyileşme süresi olabileceği gibi, çocuğun yanıcı madde içimine bağlı olarak oluşabilecek problemlerin uzun süre takibini de gerektirebilmektedir. (Ekşi 1990). Akut hastalığı olan çocuğun evde bakımı her zaman uygun olamayacağı gibi, güvenli de değildir. Çocuğun hastanede yatması ve profesyonel kişiler kontrolünde tedavi alması gerekli olabilir. Eğer ev ortamı çocuğun bakımını yeterli derecede sağlayamaz ise, ciddi hastalıkları olmayan çocuklar da hastanede tedavi altına alınmalıdır. Özellikle dört-yedi yaşları arasındaki çocuklarda vücut imajı ile ilgili endişeler sebebi ile bazı operasyonlar mümkün olabildiğince ertelenmelidir. Çocuğun bilişsel düzeyine uygun biçimde tasarlanmış bilgiler, çocuğun daha etkin bir biçimde güveninin sağlanması ve tıbbi bakımı ile ilgili kaygılarının azalması açısından çok önemlidir(Er 1998). Akut hastalıkların genelde çocuğun gelişimi ve davranışları üzerinde dikkate değer etkilerinin olmadığı bilinse de, bunların önemsiz olduğunu düşünmek hatalıdır. Akut hastalıklarda dikkate alınması gereken durumlar şunlardır: • Çocuğa ait sıkıntılar: Bunlar daha çok hastalığa bağlı olarak çocukta oluşabilecek ağrı, tedavide oluşabilecek acı, uyku ve beslenme düzeni bozuklukları, yatağa bağlanma ya da hareket kısıtlılığı, kucağa almamama gibi fiziksel rahatsızlıklardır. Burada çocuğun hastane ortamı ve sağlık personelinden korkma durumu da önemli bir sıkıntı kaynağı oluşturabilir. • Aileye ait sıkıntılar: Aile; öncelikle hastalık nedeniyle çocukta oluşan fizik ve davranış bozukluğunun yarattığı sıkıntı ile karşı karşıyadır. Aileler korku, anksiyete, suçluluk, öfke, depresyon, çarpık düşünceler ve yanlış kavramlar geliştirme gibi değişik duygular içinde olabilirler. Oysa bu dönemde onlardan beklenen bu duygularının üstüne çıkabilmeleri ve çocuğun gereksinimlerini giderebilmeleridir. Yanlış kavram

geliştirmede ısrar eder ya da aşırı bireysel hırpalanma belirtileri gösterebilirler. Hastalıkla ilgilenme yönünde uygun davranış modeli geliştiremeyen aile, tedavi planını paylaşmakta da yetersiz kalabilmektedir. Buna ek olarak daha fazla sorumluluk hissi, aile üyelerinin iş düzenlerinin bozulması, uyku ve diğer ihtiyaçlar için daha az zaman kalması da önemli sıkıntı kaynaklarıdır. Sosyal güvencesi olmayan ailelerde ekonomik problemler en önemli sıkıntı kaynağıdır. Burada yapılması gerekenleri şu üç ana başlıkta toplayabiliriz: 0 Hastalığın tedavisi: Hastalığın tedavisinde abartılı tanı-tedavi pozisyonları yaratılmamalıdır. Örneğin; kalpteki ufak bir üfürüm çok ciddi bir hastalık gibi gösterilmemelidir. Bu tür abartılmış tanılar, ailenin çocuğa yıllarca yarı sakat gibi davranmasına yol açabilir. Çocuğun bakımı ile ilgili olarak en sık görülen problem; hastalığın tedavisinin yapılıp, hasta çocuğa ilgisiz kalınmasıdır. Klinisyen çocuğun gereksinimlerine (maddi-manevi) yeterli duyarlılığı göstermeyebilir. Hekimin ilgisinin sıklığı ve empati yetersizliği bu ilgisizliği hazırlar. Aksine çocuğun duygularına aşırı dikkat yöneltme de uygulanan tedavinin tehlikeye düşmesine yol açabilir. Çocuğu aldatmak, hoyrat dokunuşlar, kaygılarını, ilgilerini küçümsemek onun hastalıkla ilgili deneyimini daha tehlike dolu ve yaralayıcı olarak algılamasına yol açabilir. • Çocuğun bakımı ve beslenmesi: Sağlık personeli; hastalığın yönetiminden doğacak rahatsızlıkları, travma ya da sınırlamaları göz önünde bulundurup, çocuğun ilgi ve kaygılarını dinleyip, dürüst ve destekleyici yanıtlar vererek, sıkıntısını azaltmaya çalışmalıdır. Hastalık deneyimi bazen de çocuğun psikolojik gelişimi için bir fırsat olabilmektedir. Çocuk hastalığını öğrenerek rahatsızlık duygusunu hoş karşılama yolunu bulabilmekte, aile ve doktorların yardımıyla sorunları yenmeyi denemekte, fiziksel ya da kişisel yetmezlik duygusundan kaçabilmektedir (Suskan 1999). • Ailenin desteklenmesi: Sağlık personelinin, ailenin hüzünlü durumunu anlaması ve ona göre yaklaşımda bulunması çok önemlidir. Ebeveynin hastalık durumuna karşı gösterdiği tepki bazen personel tarafından yanlış anlaşılabilmektedir. Ebeveynin yaşadığı ağır suçluluk duygusu ve umutsuzluk sebebi ile çocuğuyla yeterince ilgilenmiyormuş veya gerçekçi davranmıyormuş gibi değerlendirilebilmektedir. Bu umutsuzluk ve suçluluk duygusu, aileye çocuk hakkında verilen bilgilerin


yeterince anlaşılabilmesine engel olmaktadır. Sağlık personelinin özel durumu olan çocuğa ve ailesine yaklaşımlarında, empati çok önemli bir ayrıntıdır. Hemşireler, genellikle aileyle en sık etkileşimde bulunan sağlık personeli grubudur. Ne kadar olumsuz olursa olsun, verilen bilgiler doğru olmalıdır. Hekim ve diğer sağlık personelinin aile içi ilişkileri son derece iyi kavraması gerekir. Ebeveynlerin aynı durumdaki diğer ebeveynlerle ilişkide olmaları onlara yardımcı olacaktır. Ortak duygu ve düşünceler paylaşılacak, ortak sorunlarla birlikte çözümler bulunacak, geçmiş deneyimler paylaşılarak duygusal rahatlama yoluna gidilecek, başarılı başa çıkma yöntemleri paylaşılacak ve dolayısıyla sosyal soyutlanma da en aza inecektir. ÇOCUĞUN HASTANE ORTAMINA HAZIRLANMASI Hastaneye yatış tüm çocuklar için endişe yaratan, olumsuz bir deneyimdir. Bu olumsuz deneyimi çocuk için en az stresli hale getirmek amacıyla hastalık ve hastane yatışa yönelik bilinçli bir hazırlık yapılması gerekir (Uyer 1984). • Sağlıklı Çocuğun Hazırlanması Çocuk sağlıklı iken, hastane ile ilgili doğru bilgilendirme yapıldığında, kaza veya akut hastalıklar gibi beklenmedik olaylar sonucunda hastaneye yatması gerektiğinde tedavi ve bakımı daha kolay kabullenir. Çocukta olumsuz düşüncelerin oluşumu engellenir, iyileşme hızlanır. Çocukların istenmeyen davranış gösterdiklerinde doktora, diş hekimine yada iğneciye götürmekle tehdit edilmemesi gerekir. Okullarda çocuklara grup şeklinde hastane ziyaretleri düzenlenerek, hastane, hastalık ve sağlık personeli ile ilgili filmler gösterilebilir. Kukla ve slayt gösterileri yapılarak, boyama kitapları ve hikaye kitapları dağıtılabilir. Sağlık kuruluşlarına düzenlenebilecek geziler, hastane ve çalışanlar hakkında çocukta olumlu bir etki yaratır (Bilir ve Dönmez 1987). • Hasta Çocuğun Hazırlanması Okul dönemindeki çocuklar, herhangi bir hastalık durumunda hastalığa kendilerinin neden olduğunu düşünebilirler. Örneğin; vücut fonksiyonları hakkında bilgileri olmasına karşın, bazen kafaları karışabilir ve yemekten sonra çok fazla tatlı yedikleri için diyabet, soğukta yeterince giyinmedikleri için solunum yolu enfeksiyonları ya da bir yerden düştükleri için osteomyelit olduklarına inanırlar. (Bilir ve Dönmez 1987).Çocuklar hastalandıklarında kendilerini farklı hissederler. Yetersiz olduklarını düşünürler. Hastalıkla ilgili her şeyi tam anlayamadıkları için bilgideki boşlukları fantazilerle doldururlar. Altı-on iki yaş

grubundaki çocuklar; belirli işlemlerin nasıl yapılacağını, anatomi ve fizyolojiye ilişkin gerçekleri, hastalığın doğasını, hastane personelinin çeşitli rollerini öğrenebilecek bilişsel düzeyde olduklarından, onlara yapılan eğitimden yeterince yararlanabilirler. Bu nedenle çocuklar hastaneye yatacakları kararlaştırıldığında ve hastaneye yatışta, hastane ve hastalıkları konusunda hazırlanmalıdır ( Çavuşoğlu 1987). • Çocuğun hastaneye yatırılmasının katariaştınlması aşamasındaki hazırlık Okul çocuğunun hastaneye yatmasına karar verildiğinde; hastalık, hastane ve yatış nedenine yönelik endişesini azaltmak için, anlama düzeyine göre niçin hastaneye yatması gerektiği anlatılır. Bu yaş grubu çocuklar, durumunu içinde bulunduğu durumdan çok daha olumsuz ve abartılı düşünebilir. Bu nedenle çocuğa açıklamalar yapılmalı, açıklamalar sırasında soru sormasına ortam hazırlanarak, sorduğu sorulara doğru ve anlayacağı biçimde yanıtlar verilmelidir. Çocuklara hasta olduğu ve iyileşinceye kadar, bir süre hastanede yatması gerektiği, hastanede kendisiyle ilgilenecek çok sayıda sağlık personeli olduğu anlatılmalıdır. Servise giderken oyuncak, yastık, çarşaf ya da battaniye gibi sevdiği bir eşyayı yanına alabileceği söylenmeli, servis hemşiresiyle tanıştırılarak ünitesine götürülmelidir(Bilir ve Dönmez 1987). • Hastane yatış aşamasındaki hazırlık Çocuklar; hastalıkları ve hastaneye yatışlarına karşı yanlış tepkiler verebilirler. Sağlık personeli, çocukların yanlış olan bu tepkilerini bilerek düzeltici yaklaşımlarda bulunmalıdır. Çocuğun hastaneye yatışında hazırlıkla ilgili hemşirelik eğitiminin devam etmesi gerekir. Yapılan eğitimin yararlı olması için çocuğu iyi anlamak gerekir. Bunun için de her çocuğun ayrı bir birey olduğu, farklı algılayış ve deneyimlere sahip olduğu göz önüne alınmalıdır (Çavuşoğlu 1995). Okul dönemindeki çocuk, anne-babasından çok topluma yönelmiştir. Bu nedenle anne-babasından ayrıldığı zaman, çok fazla ayrılık kaygısı yaşamaz. Ancak hastaneye yatışta ve ciddi hastalığı olduğunda anne-babasının yanında olmayışını yalnızca kısa sürelerde tolere edebilir. Çocuk bağımlı görünmekten korktuğu için, onların yanında kalmasını istemekten


rahatsızlık duyar ve kaygı yaşar. Yaşanılan bu kaygı yatış süresince; gece kabusları, uykusuzluk, tırnak yeme ile kendini göstereceğinden, yatış hazırlığı yapılırken;çocuğa hastanenin ziyaret saatleri olduğu.bu ziyaret saatlerinde anne-babasıyla görüşebileceği, gerektiğinde telefonla da iletişime geçebileceği ve anne babasına çok ihtiyacı olduğunda onları mutlaka görebileceği söylenir. Hastaneye yatan okul dönemindeki çocuğun hastaneye yatışla ilgili farklı düşünceleri vardır. Tedavi ve bakım görmesi gerektiği için değil, evde ve okulda belli hatalar yaptığı ,belli kurallara uymadığı, kural ve kanunları çiğnediği için evden uzaklaştırılarak cezalandırıldığına inanabilir. Çocuk, kendisine yeni roller yüklendiğini ve anne-babasının beklentilerine uygun davranması gerektiğini de düşünerek; tutucu davranışlar gösterebilir. Çocuğa yapılacak açıklamalar; hastaneye yatışın bir ceza olmadığı, anne- babasının kendisini sevdiği, terk edilmediği ve iyileşmesi için hastaneye yatırıldığı üzerinde odaklanmalıdır. Çocuk yaşadığı bu korku ve kaygı nedeniyle içine kapanır, hiç konuşmaz ve olacakları sessizce beklemeye başlar. Bu durum çocuğun psikolojik ve fiziksel olarak duyduğu acı eşiğini yükseltebileceği gibi, personelin işini de zorlaştıracağı için çocuklara yatışta servis ve servis personeli tanıtılarak ihtiyacı olduğu zaman yanında olacakları söylenir. Servisin yemek saatleri,hekim,hemşire ve hasta ziyaret saatleri söylenir. Tuvalet ,banyo,çağırma zili.oyun odasının ve televizyon odasının yeri gösterilerek servis tanıtımı yapılır (Gönener 1997). Okul yaş grubundaki çocuk oldukça hareketli ve enerji dolu olup, kısıtlanmayı sevmez. Bu nedenle aktif olan ve hastaneye yatırılan bu yaş grubu çocuk için en önemli problem gününü nasıl geçireceğidir. Hastaneye yatırılmadan önce, okul ativiteleri çocuğun zamanının büyük bir kısmını almasına karşın, hastanede uygun aktivitelelerin sayısı kısıtlıdır (Yavuzer 1982). Çocuk hastaneye yatmadan önce evinde iken ve evin tamamını kullanırken, evinde söz hakkı varken hastanede durum tamamen değişir ve hastane kurallarına uyması beklenir. Bu durum çocuğu kısıtlar. Okul çağındaki çocuk kişilik özelliği nedeniyle şiddetli derecede hasta olmadıkça yatakta kalmayı kabul etmez. Fakat bağımsızlığını engelleyecek kurallar, işlemler ve insanlarla karşılaşırsa stresli bir şekilde

yatağında kalır. Kaygılı tavırlar gösterir ve yalnızca zorunlu ihtiyaçlarını gidermek için yatağından kalkar. Eğer çocuk tamamen kısıtlanırsa kendini çaresiz ve depresif hisseder, uzun süre yatakta kalacağını düşünür. Tepki olarak kısıtlama karşısında kızar, saldırgan davranır. Bağımsızlık gereksiniminin artmasına rağmen, hastanede bağımlı role sokulduğunda öfkeli ve suskun olabilir. Çocuğun bağımsızlığına geçiş döneminde sevmediği şeylere maruz kalması, aynı zamanda bilişsel düzeyinden geride davranmasına neden olur. Çocuğun bu özellikleri ve verebileceği tepkiler bilinerek hastanede sıkıldığı zaman oyun odasına ve televizyon odasına gidebileceği söylenir ve yeri gösterilir ( Platin 1994). Hastaneye yatışın geçici bir durum olduğu ifade edilerek, servisteki diğer çocuklarla tanıştırılıp iletişimi sağlanır. Okul yaş grubu çocuğun vücudunda yara ve ağrı korkusu vardır. Vücut fonksiyonlarını kaybetmekten korkar. Hastalık ya da yaranın arkadaşları tarafından reddedilmesine neden olacağı kaygısını yaşar. Öleceğini, ameliyat olacağını düşünür. Uykuda genellikle ölüm korkusunu sayıklayarak, endişeli biçimde ifade eder. Sihirli kelimeler kullanarak, ölüm korkusunun yarattığı kaygıyı ortadan kaldırmaya çalışır. Okul yaş grubundaki çocuklar araştırmaya meraklı olduklarından, özellikle cerrahi işlemin nasıl yapılacağı, sonuçları ve nedenleri hakkında bilgi verilmeye karşı canının sıkıldığını ifade eden bir tavır takınır. Çocuğun bu tutumunu önlemek için, yatışta çocuk hastalığı ve seyri hakkında doğru ve tatmin edici bir şekilde bilgilendirilir. Kendisine ne gibi işlemler yapılabileceği, nasıl bir tedavi ve bakım uygulanacağı, bunların sonucunda neler olabileceği anlatılır. Eğitimin daha etkili olması için afişler asılır. Broşürler verilir, filmler gösterilir. Vücudun nasıl çalıştığını gösteren, iyileşmeye nelerin yardımcı olduğunu anlatan hikaye kitapçıkları ve boyama kitaplarından yararlanılır. Grup tartışmaları yapılır ( Arıkan 1992). Okul yaş grubundaki çocuklar için anne-babasından çok, okulu, arkadaşları ve sosyal aktiviteleri önemlidir. Çocuk okuldan uzaklaştığı için, sınıftaki yerini, en iyi arkadaşını kaybedeceğini düşünerek endişe yaşar. Arkadaşlarını ve sosyal aktivitelerini özler, saldırgan ya da pasif tepkiler verebilir. Enürezis görülebilir. Çocuğun yaşayacağı bu duygu ve düşünceler göz önüne alınarak hastaneye yatmaya hazırlanırsa, kaygı


düzeyi en aza indirilir. Ayrıca çocuk- anne-baba, çocuk -hastane personeli, anne-baba -hastane personeli ilişkilerinde uyum sağlanır. Uyumun olumlu etkisi de iyileşmesine olumlu yansır (Bilir ve Baykoç 1988). HASTANE OKULLARININ AMACI VE İŞLEYİŞİ Hastanede yatan okul dönemi çocuklarının hastanede geçirecekleri süreye bağlı olarak, eğitim ve öğretim yönünden yaşıtlarına göre büyük kayıplara uğradıkları ve bunun yarattığı psikolojik etkiler çok sık rastlanan sorunlardan biridir, olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle okul dönemi çocuklarının hastanede kaldıkları süre içinde okul yaşantılarının devam ettirilmesi büyük önem taşımaktadır. Çeşitli ülkelerde bu amaçla 1950'li yıllarda başlatılmış ve hala geliştirilmekte olan "hastane okulları" veya "hastane sınıfları"sistemi vardır. Hastane okulları; çocuk hastanelerinde okul dönemi çocuklarının devam edebilecekleri bir ya da birkaç derslik.öğretmen ve yönetici odalarından oluşan eğitim birimleridir. Hastane okullarında;okul yöneticisi, ilköğretimde ve ortaöğretimde görevli öğretmenler (hastane öğretmenleri) görev yapmaktadırlar ve aynı zamanda psikologlar, çocuk gelişimi eğitimi uzmanları, pedagoglar ile ekip çalışması sürdürmektedirler. Hastane okullarının amacı;hastanede yatan okul dönemi çocuklarının okul yaşantılarının kesintiye uğramadan hastane ortamında devam ettirilmesi ve çocuğun kendi okuluna dönüşünde eğitimin kesintisiz devamının sağlanmasıdır. Hastane okullarına.normal eğitimde bulunan okul çağı çocukları devam etmektedirler. Hastane okul programları, hastanede devam eden teşhis, tedavi ve ameliyat işlemleri dikkate alınarak, normal eğitim programlarına göre daha esnek uygulama gerektirmektedir (Dönmez 1999). Hastanede yatan çocuklarla ilgili eğitim ağırlıklı çalışmalar, halen bazı üniversite hastaneleri, birkaç özel çocuk hastanesi ve bazı devlet hastanelerinde devam etmektedir. Ancak eğitim ağırlıklı bu çalışmalara, 1994 yılında öğretim ağırlıklı çalışmalar da eklenmiş ve bir yılda hastane okulları Türkiye' nin pek çok ilinde yaygınlaştırılmıştır. Türkiye' de hastane okulları; "T.C. M.E.B. Özel Eğitim Rehberlik ve Danışma Hizmetleri Genel Müdürlüğü, Uzun Süreli Hastanede Yatan Çocukların Eğitimleri ve Hastane Okulları " şubesine bağlı olarak açılmaktadır. Bir hastanede hastane okulunun açılabilmesi için yeterli öğrenci sayısı (en az on

öğrenci) ve sınıf için uygun bir mekan bulunması gereklidir. Hastane okulu açıldıktan sonra, müdür ve öğretmenler tarafından, hastane okuluna gelebilen çocuk sayısı, çocukların hastalıkları, yatakta tedavisi gereken çocuk sayısı gibi şartlar dikkate alınarak, eğitim programı belirlenmektedir. Eğitim-öğretim hastane okulunda yapılmakta, ancak daimi yatak istirahatinde ve tedavisinde olan çocuklar için, İl Milli Eğitim Müdürlüğü'nce görevlendirilmiş, ayrı bir sınıf öğretmeni bu durumdaki çocukların eğitimi yatağında sürdürmesini sağlamaktadır (Onur 1999). ÇOCUK HAKLARI SÖZLEŞMESİ VE ÇOCUKLARIN SAĞLIK HAKKI 1995 yılında TBMM tarafından onaylanan Çocuk Hakları Sözleşmesi elli dört madde içinde kişisel özgürlükler, çocukların bakımı, fiziksel ve kişisel bütünlük, yeterli yaşam standardı, sağlık ve sağlık bakım hizmetleri, çevre ve eğitimi, oyun ve boş zaman, çocuklar ve yargı, çocuk işçiliği, göç ve vatandaşlık, çocuklar ve şiddet gibi konularda ayrıntılı düzenlemeler getirmektedir. Bu sözleşmeye göre; İster zengin, ister yoksul olsun; dünyadaki bütün toplumlarda en yoksul, en dezavantajlı ve genellikle en ihmale uğrayan çocuklar, gerek eldeki kaynakların kullanımında, gerekse gösterilecek çabalarda birinci derece önceliğe sahip olmalıdır"(Anonim 1997). Bu düzenlemeler içinde, çocukların sağlık hakkını tanımlayan yirmi dördüncü madde önemli bir yer tutmaktadır. Bu maddeye göre taraf devletler aşağıdaki hedefler için uğraşmaya söz vermişlerdir: - Çocukların olabilecek en iyi sağlık düzeyine kavuşması, hiçbir çocuğun tıbbi bakım ve rehabilitasyon hizmetlerinden yararlanma hakkından yoksun bırakılmamasını güvence altına almak, - Bebek ve çocuk ölüm oranlarının düşürülmesi, -Çocuklara yönelik tıbbi bakımın temel sağlık hizmetlerine önem verilerek sağlanması, - Temel sağlık hizmetleri çerçevesinde basit tekniklerin kullanılması, besin ve temiz içme suyu sağlanması, hastalık ve yetersiz beslenmenin önlenmesi, - Anneye doğum öncesi ve sonrası uygun bakımın sağlanması, - Toplumun, anne-baba ve çocukların temel çocuk sağlığı konularında eğitimi, - Aile planlaması eğitimi ve hizmetlerinin geliştirilmesi, - Bu maddede tanınan hakların tam olarak


gerçekleştirilmesini tedricen sağlamak. Çocuk Hakları Sözleşmesinin yirmi dördüncü maddesi açısından ülkemizdeki durum incelendiğinde aşağıda belirtilen noktalar öne çıkmaktadır: Sosyal güvenlik en önemli çocuk hakkıdır. Buna karşın ülkemizdeki 0-18 yaş grubundaki çocukların %30' u sosyal güvenceden yoksundur. Bu çocukların büyük bir kısmı toplumsal yönden dezavantajlı kesimlerin çocuklarıdır ve sağlık hizmetlerine ulaşmalarında yoksulluk en önemli engeldir. Ülkemizde bebek ve çocuk ölümlerinin azaltılması yönünde önemli çabalar olmakla birlikte, ulusal gelir düzeyi baz alındığında çocuk sağlığı konusunda Türkiye' nin performansı yetersizdir (Hatun 2001). Ülkemizde çocuk hakları ve sağlık konusundaki en dramatik sorun toplumsal eşitsizliklerden en çok çocukların etkilenmesidir. Ülkemizin doğusunda ve kırsal bölgelerinde doğan çocuklar, diğer bölgelere göre iki-beş kat daha az doğum öncesi bakım almakta, bir buçuk-dört kat daha kötü beslenmekte, üç buçukbeş kat bodur kalma riski taşımakta, bir buçuk-iki kat daha az aşılanmakta, dolayısıyla bir buçuk kat daha fazla ölüm riski ile yaşamını sürdürmektedir. SONUÇ VE ÖNERİLER Çocuklar gelişimleri süresince birçok hastalıkla karşı karşıya kalabilmektedir. Bu akut ve kronik hastalıklar nedeniyle hastaneye yatmaları gerekebilir. Hastaneye yatma çocuk için tramvatik bir durumdur ve çocuklar bu durumdan olumsuz etkilenebilirler. Bu olumsuzlukları en aza indirgemek için dikkatli davranılması bir zorunluluktur. Çocukların hastaneye yatırılmaları durumunda yaşları ve gelişim düzeyleri, sosyo-ekonomik ve kültürel durumları dikkate alınarak hastaneye hazırlayıcı eğitim v e r i l m e l i d i r . Hastaneye hazırlayıcı eğitim çocuk gelişimi ve eğitimi uzmanı, psikolog, pedagog tarafından verilmelidir. Tıbbi personelin de bu eğitim programında yer alması çocuklara güven verecektir. Doktor, hemşire ve eğitimcilerin ortak çalışmalarıyla yürütülecek programa belirli sürelerde anne ve babalar da katılmalıdır. Annebabaların çocukları hakkında eğitimcilere ayrıntılı bilgiler vermeleri programın daha yararlı bir şekilde yürütülmesini sağlar. Hastaneye hazırlayıcı eğitim programları; sağlık, hastane, hastane yaşamı, hastane personeli, hastanede kullanılan aletler, hastanede yapılan tıbbi işlemler konularını içermelidir. Aileler, çocuğun bakımına katılması için özendirilmeli, özellikle dört yaşından küçük çocuklara anneleriyle

birlikte kalma olanağı sağlanmalıdır. Bu durum özellikle ayrılık kaygısının başlayarak arttığı yedi-on dört ayları arasında önemlidir. Bir annenin çocuğu hastalandığında onun yanında olabilmesi anneyi rahatlatacağı gibi, annelerinin yanında olmasından dolayı çocuklar da kendilerini güven içinde hissedeceklerdir. Bir hastanenin fiziki koşulları annenin çocuğu ile refakatçi olarak kalmasına imkan vermeyebilir. Bu takdirde anne ve babaya yirmi dört saat serbest ziyaret imkanı tanınmalıdır. Belirli sürelerde yapılan ziyaretler, çocuğun anne ve babasına güven duymasını ve ayrılık kaygısının azalmasını sağlayacaktır. Sık sık ve kısa süreli yapılan ziyaretler, uzun zaman aralıkları ile yapılan veya çocuğun yanında uzun süre kalınan ziyaretlerden daha yararlı olacaktır. Çocuklara ve ailelere tanı ve tedavileri hakkında bilgi verilmesi ve yapılacak tıbbi müdahalelere hazırlanması çocuğun hastanede kaldığı süre içinde üzerinde önemle durulması gereken konulardan biri olmalıdır. Çocuklara, hastalığın ve hastaneye yatışın bir ceza olmadığı, aynı şeyin pek çok çocuğun başına gelebileceği anlatılmalıdır. Çocuğa yapılacak tedavi işlemlerinde karşılaşacağı olaylar, yaşına uygun bir şekilde eğitimciler ve doktorlar tarafından doğru olarak anlatılmalıdır. Bu açıklamalar çocuğun kaygısının azalmasını, sağlık personeline güven duymasını ve sağlık personeline daha fazla yardımcı olmasını sağlayacaktır. Hastanede oyun konusuna da önem verilmeli.oluşturulan oyun odaları ve oyun materyalleri hastanedeki çocukların gereksinimlerini karşılayacak nitelikte olmalıdır. Oyun hastanede yatan çocuklar için pek çok ihtiyacını karşılayan bir araçtır. Çocukları rahatlattığı gibi, onların duygularını ve düşüncelerini anlayabilmek açısından da yararlıdır. Hastanede yatan çocuklar için yeterli oyun olanakları sağlanmalı, oyun odalarında sorumlu öğretmenler ve eğitimciler bulunmalıdır. Eğitimciler aileye, çocuğun eve döndükten sonra hastaneye gitmeden önceki yaşantısını sürdürebilmesi konusunda önerilerde bulunmalıdır. Çocuğun hastaneden sonra eve doğal uyum sağlayabilmesi, büyük ölçüde ailenin atmosferine bağlıdır. Anne babadan başka, kardeşlerin de bu olayda katkısı büyüktür. Kardeşler de hasta çocuğa nasıl davranacakları konusunda uyarılmalı ve eğitilmelidir.


KAYNAKLAR Aktaş, S. 1992. Hasta Çocuk Ve Ailesinin Sağlık Personeli İle İletişiminin Boyutları. Yüksek Lisans Tezi (Basılmamış). İstanbul Üniversitesi, İstanbul. Anonim,1997.Dünya Çocuklarının Durumu.Unicef Yayınları,Maya Matbaası.Ankara. Arıkan, D. 1992. Çocuğun Hastaneye Hazırlanması. Türk Hemşireler Dergisi, 42(1); 9-11. Bilir, Ş.ve Baykoç, N. 1988. Giresun, Rize, Nevşehir, Malatya Ve Ankara İllerinde 4-12 Yaş Çocuklarında Nokturnal Enürezisin Görülme Sıklığının İncelenmesi. Sağlık Dergisi,12(2); 21-32 Bilir, Ş. Ve Dönmez, B. 1987. Çocuk Ve Hastane :Hastaneye Yatan Çocukların Ruhsal Durumları, İlkokul Çağı Çocukları, Çocukların Hastane Yaşantısına Hazırlanması, Ayyıldız Matbaası; s.27-48,14-18, Ankara. Çavuşoğlu, H. 1987. Çocuk Sağlığı Hemşireliği. 1(1):12-18, Hürbilek Matbaacılık, Ankara. Çavuşoğlu, H. 1995. Hastaneye Yatan Çocuk Ve Aile Üzerindeki Etkileri,Çocuk Sağlığı Hemşireliği. Bizim Büro Basımevi, Ankara. Dönmez, N.B. 1999.Hastane Okulları. Otuz Beşinci Ulusal Pediatri Kongresi 19-23 Mayıs 1999, s. 1721,237-250,263-270,325-329,Ankara. Ekşi, A. 1990. Kronik Ve Fetal Hastalıklarda Yaklaşım. Pediatri Dergisi. 2:28-30, Nobel Tıp Kitabevi, Ankara. Er, M.D. 1998. Hastanede Yatan Çocuklar Ve Ailelerinin Kaygı Düzeyini Etkileyen Faktörlerin İncelenmesi. Doktora Tezi (Basılmamış). Hacettepe Üniversitesi, Ankara. Etaner, U. 1980. Hastaneye Yatırılan Küçük Çocukta Ayrılık Travması. İstanbul Çocuk Kliniği Dergisi, 16; 123-132, İstanbul.

Gönener,H.D.1997. Okul Yaş Grubu Çocukların Hastane Ve Hastalığıyla İlgili Bilgilendirilme Durumlarının Endişe Kaynakları İle Etkileşimi. Yüksek Lisans Tezi(Basılmamış).İstanbul Üniversitesi.İstanbul Hatun,Ş. 2001. Çocuk Hakları Sözleşmesi Ve Türkiye'de Çocukların Sağlık Hakkı.1. Ulusal Ana- Çocuk Sağlığı Kongresi ,29-31 Mart 2001 ,s.201-205,Ankara Kaptagel, G. ve Enbiyaoğlu, G. 1974. Ölüm Tehlikesi Gösteren Hastalıklar Karşısındaki Hastalar Üzerine Sosyo-Psikiyatrik Bir İnceleme. 9. Milli Psikiyatri Ve Nörolojik Bilimler Kongresi Çalışmaları:91-102, İstanbul. Onur.B. 1999.Cumhuriyet Ve Çocuk.2. Ulusal Çocuk Kültürü Kon gr esi. Ank ar a Üniv e rsit esi Bas ım ev i , A n k a ra . Platin, N. 1994. Çocuğun İzolasyonu. Hacettepe Üniversitesi Hemşi relik Yüks ek Okul u Dergis i. 1: 1-7, A nkara Suskan, E.1999.0-3 Yaş Arası Hasta Çocuk Ve Hastane İlişkileri İle İlgili Kavramlar. Çocuklarımız İçin Parlak Gelecekler. Türk Pediatri Kurumu Otuz Beşinci Ulusal Pediatri Kongresi. 19-23 Mayıs 1999.S:263-270, Ankara. Uyer, G. 1984. Çocuğun Ailesi Tarafından Hastaneye Yatmaya Haz ırl anmas ı ,Türk Hemşi rel er Dergisi ,1:18-19. Yavuzer, H.1982. Okul Ve Arkadaş Grubunun Psiko-sosyal Gelişimdeki Yeri, Duygusal Ve Toplumsal Gelişim, Çocuk Psikolojisi. Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul. Yörükoğlu, A. 1997. Çocuk Ruh Sağlığı. Özgür Yayınları, İstanbul.


Şiddete Maruz Kalan Gebe Kadınların Evde İzlemi

Özet

Abstract

Gebelikleri boyunca şiddete uğrayan gizli kurbanlar, çevremizdedir. Alışveriş merkezlerinde, iş yerlerinde, hastanelerde ve kliniklerde gördüğümüz gebe kadınlar, istismarın kurbanı olabilirler. Hemşireler, gebelik boyunca şiddeti her ortamda teşhis edebilmelidir. Ev ortamı, şiddeti taramak için ideal bir ortamdır. Çünkü, hemşire-hasta iletişimini geliştirebilmek için ev ortamı en uygun yerdir. Perinatal hemşireler, ev ortamında bütün kadınları şiddet yönünden taramalıdır. Şiddete maruz kalan gebe kadınların, istismar döngüsünü kırmak için hemşirelik eğitimi ve müdahalesine ihtiyacı vardır.

Invisible victims of battering during pregnancy are ali around us. Pregnant women seen in grocery stores, the work place, hospitals, and clinics may be victim of abuse. Nurses must be able to identify battering during pregnancy in ali kinds of settings. The home is an ideal place to screen for battering because it provides a suitable location for nurse-patient relationships to develop. Perinatal nurses in the home setting should screen ali vvomen for battering. Pregnant vvomen who are battered need nursing education and intervention to help break the cycle of abuse.

Anahtar Kelimeler: gebelik, şiddet, istismarın

Key words: pregnancy, battering, abuse

değerlendirilmesi

assessment

Arş. Gör. Ege. Üni. Hemşirelik Y.O. Kadın Sağlık ve Hastalıkları ABD Prof. Dr. Ege. Üni. Hemşirelik Y.O. Kadın Sağlık ve Hastalıkları ABD


İnsanlığın başlangıcından itibaren her toplumun ana unsuru kadındır(Çam 1996). Ancak kadınların toplumsal statüsünün düşük olması, sosyal, ekonomik, psikolojik güç dengesizliğine yol açmakta ve kadının şiddete uğraması için zemin hazırlamaktadır(Uysal 1999). Birleşmiş Milletlerin 1991 'deki deklerasyonunda kadına yönelik şiddet; "kadınlarda ister kamu isterse özel yaşamlarında, fiziksel, cinsel veya psikolojik yaralanma sonucunu doğuran veya böyle bir sonuç doğurmaya yönelik her hangi bir alandaki cinsiyete dayalı her türlü eylem, ihmal, kontrol edici davranış veya özgürlüğün keyfi biçimde kısıtlanması" olarak tanımlanmıştır(Demir 2000). Kadına yönelik aile içi şiddet, Dünya Sağlık Örgütü tarafından kadın sağlığına verdiği ciddi zararlar nedeniyle öncelikli sağlık sorunu olarak kabul edilmiştir. Aynı evi paylaşan insanlar arasındaki şiddet olarak da tanımlanan aile içi şiddet için kaynaklarda "gizli ya da sessiz epidemi" terimi kullanılmaktadır. Yapılan çalışmalar aile içi şiddet kurbanlarının %95'inin kadınlar olduğunu göstermiştir(Ergönen 2003). Aile içi şiddet kavramı literatürde "domestic violence", "family violence", eş istismarı "spouse abuse", "wife abuse"; eşe saldırı "wife assault" ve kadına dayak "women battering" aynı anlamlarda kullanılmaktadır(Yanıkkerem 2002). ABD'de kadınların eşi tarafından fiziksel şiddet görme insidansının, tecavüz ve diğer şiddet olaylarından daha fazla olduğu ve tüm evliliklerin %50-60'ında en azından bir kez dayak olayının yaşandığı belirtilmektedir. Kanada'da 1993 yılında ülke çapında yapılan bir çalışmada, kadınların %36.4'ünün ilişkilerinde fiziksel olarak istismar edildiklerini, %11.3'ünün ciddi fiziksel istismara ve %14.4'ünün de son bir yıl içinde istismara maruz kaldıklarını belirtilmiştir. Fransa'da kadınların %51.0'ı, Şili'de %80.0'i Pakistan'da %99.0'ı, Tayland'da %50.0'ı eşinden dayak yemektedir(Muslu 2002). Saldırıların yaklaşık olarak %20'sinin evde meydana geldiği rapor edilmiştir. Yapılan bir açıklamaya göre; kadınlar, erkeklere göre muhtemelen 6 kez daha fazla şiddetin kurbanı olmaktadır. The Surgeon General; şiddetin ciddi, tekrarlayan bir halk sağlığı problemi olduğunu ve kadına karşı yapılan zulüm olduğunu bildirmiştir(Christian 1995). Ülkemizde Başbakanlık Aile Araştırma Kurumunun 1997 yılında yaptığı araştırmaya göre kadınların eşleri tarafından

dövülme sıklığı %29.6 olarak bulunmuştur(Uysal 1999). Şiddetin etkileri kadının sağlığını bozabildiği gibi, fiziksel ve mental iyiliğini de etkileyebilmektedir. Bunun yanı sıra uzun vadede, kronik ağrı, fiziksel sakatlık, alkol ve ilaç bağımlılığı ve depresyon gibi sağlık problemlerinin artmasına neden olmaktadır. Geçmişinde fiziksel ve cinsel şiddete uğrayan kadınlarda, istenmeyen gebelik ve cinsel yolla bulaşan hastalık riski de artmaktadır(Population Reports). • Gebelik ve Şiddet Gebelikleri boyunca şiddete uğrayan gizli kurbanlar, çevremizde yer alırlar. Alışveriş merkezlerinde, iş yerlerinde, hastanelerde ve kliniklerde gördüğümüz gebe kadınlar, istismarın kurbanı olabilirler(Christian 1995). Kaynaklarda kadın gebe kaldığında aile içinde şiddete uğrama riskinin arttığı belirtilmektedir. Gebelerde aile içi şiddetin tanısı ve görülme sıklığı ile ilgili pek çok çalışmada; düşükle gelen kadınlarda anamnez ve muayenede aile içi şiddetin sorgulanması önerilmektedir. Ülkemizde ise travma ile gelen, düşük yapan gebelere bu yaralanmanın nedenini sormanın ve kayıtlara geçirmenin önemi henüz kavranamamıştır. Yapılan bir çalışmada, gebelikteki travmanın en sık nedeni (%51) "darp" olarak belirtilmiştir, ancak bu etkili eylemin gebe kadına kim tarafından uygulandığından söz edilmemiştir(Ergönen 2003). Amerika'da yetişkin kadınlarda tahmin edilen gebeliği süresince şiddette maruz kalma oranı %3 ile %11 arasında, adolesan gebeliklerde ise %38 oranında değişmektedir. Journal of the American Medical Association(1992) göre; dört gebe kadından biri geçmişinde partnerinin şiddetine uğramıştır. Hedin ve Janson'un 207 gebe kadınla yaptığı araştırmada, kadınların %4.3'ünün gebelikleri sırasında ciddi biçimde şiddet yaşadıklarını belirlemişlerdir(Hedin 2000). McFarlane ve ark. 691 gebe kadınla yaptıkları çalışmada, %17 oranında fiziksel ve seksüel suistimal belirlemiştir. Helton ve Snodgrası'nın, 290 gebe kadınla yaptıkları çalışmada, kadınların önceki gebeliğinde %15, şimdiki gebeliğinde %8 oranında fiziksel suistimal yaşadıkları saptanmıştır(Johnson 2003). Taşpınar ve ark. 101 gebe kadınla yaptıkları araştırmada, gebelerin %32.2'sinin gebeliklerinden önce, %28.4'ünün önceki gebeliklerinde, % 24.8'inin ise şimdiki gebeliğinde fiziksel şiddete uğradığı belirlenmiştir(Taşpınar2003). Gebelikte şiddet, gebeliğin sonucunu etkilemektedir.


Avrupa'da yapılan bir çalışmada (Schei, Samuelsen ve Bakketeig, 1991) eş suistimalinin etkileri ve gebeliğin sonucuna etkisi araştırılmıştır. Araştırmada, suistimal edilen grupta bebeklerin (%8.6), istismar edilmemiş gruptaki bebeklerden (%2.2) daha düşük doğum ağırlığı ile doğdukları (istismar edilmiş grupta doğum ağırlığı ortalama 175gr daha az), termdeki gebeliklerin daha az (%66.7'e karşı %74.4) ve daha çok düşük olayının (%16.1'e karşı %9.6) olduğu belirlenmiştir. Ayrıca istismar edilmiş kadınlarda komplikasyon insidansı daha yüksek bulunmuştur. Bu komplikasyonlar preterm eylem, gebelik hipertansiyonu ve hemorajidir (Christian 1995). Kaynaklarda aile içi şiddetin gebe kadınlarda yol açtığı önemli sağlık sonuçlarına dikkat çekilmektedir. Aile içi şiddet, diğer travmalar gibi kadında antenatal bakım eksikliği, erken doğum, düşük, plasentanın erken ayrılması, doğum öncesi kanama ve erken membran rüptürü gibi pek çok soruna neden olmakta, bebekte ise düşük doğum ağırlığı, fetusta kırıklar, uterus, akciğer ya da dalak rüptürü, fetal yaralanma ve fetal distres gibi yaşama şansını azaltabilecek sorunlara yol açmaktadır. Gebe kadınlarda aile içi şiddetin en dramatik sonucu, anne ve bebek ölümleri olarak karşımıza çıkmaktadır(Ergönen 2003, Yanıkkerem 2002a). • Gebe Kadınlarda İstismarın Saptanması Kaynaklarda aile içi şiddete uğrayan kadınların şiddeti söylemekte zorlandığı ve sağlık çalışanlarının da hastalarına bu konuda soru sormaktan çekindikleri belirtilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü'nün sağlık personeli ve hekimler için hazırlanan konuyla ilgili rehberlerinde, bu hastalara olumlu ve olumsuz yaklaşımlar yer almaktadır. Aile içi şiddete uğradığından kuşkulanılan hastaların anemnezine dikkat edilmesi, kronik yakınmaların ve gebelik sırasında görülen fiziksel yaralanmaların mutlaka özenle incelenmesi, uygun sorularla ve muayene yöntemleriyle tanı koyulurken tüm kayıtların eksiksiz tutulması, önerilen davranışlardır (Ergönen 2003). McFarlane, Christoffel, Bateman, Miller ve Bullock (1991) hasta raporlarını ve hemşire görüşmelerini kullanarak istismar insidansını araştırmışlardır. Raporları kendi kendilerine dolduran ilk gruptaki kadınların %7.3'ü fiziksel istismara maruz kaldığını belirtmiştir. Hemşire tarafından görüşme esnasında istismar yönünden taranan ikinci gruptaki kadınların %29.3'ü hemşireye fiziksel istismara uğradığını belirtmiştir. Bu sonuçlar, görüşme esnasında

hemşirenin iletişiminin istismarı ortaya çıkartmada önemli bir faktör olduğunu göstermektedir (Christian 1995). Hemşireler, gebelik süresince şiddeti her ortamda tespit edebilmelidir. Ev ortamı şiddeti taramak için ideal bir ortamdır. Çünkü hemşire-hasta iletişimini geliştirebilmek için ev ortamı en uygun yerdir(Christian 1995). Birinci basamakta çalışan ebe ve hemşirelerin, halk sağlığı kapsamında yapacakları ev ziyaretleri ile kadın, çocuk ve yaşlı istismarı ve ihmalin de azalma sağlayabilecekleri bildirilmektedir(Kalaça 1999, Ziyalar 1999). Hastalar, hemşirenin kendi çevrelerinden biri olduğundan şiddeti belirtmeleri çok daha olasıdır. Hemşire eve geldiğinde, hastanın veya ailenin yaşam stilinin bir çok yönünü ve gebe kadın ile eşi arasında iletişimi gözleyebilir(Christian 1995). Bütün perinatal hastalar, ebe ve hemşireler tarafından istismar yönünden taranmalıdır. Birinci basamakta çalışan ebe ve hemşirelerin, prenatal hastalarının çoğu yüksek risklidir, gebelik hipertansiyonu ve preterm eylem hikayesi vardır. İstismar kurbanları kolay biçimde teşhis edilemeyebilir. Hemşireler preterm doğum ve düşük hikayesi olan kadınlarda istismarın ip uçlarına dikkat etmelidir. Ayrıca prenatal bakım almayan veya geç alan bir kadın şiddetin kurbanı olabilir. Erkek partnerler, kadını sağlık bakım sisteminin dışında tutarak problemi saklamayı deneyebilirler. Evde bakım perinatal bakımın parçası olduğu zaman, şiddeti uygulayanlar, istismarı saklamakta zorlanırlar(Christian 1995). Hemşire, gebe kadının maruz kaldığı istismarı belirleyebilmek için ev ziyareti sırasında sorular sormalıdır (Tablo 1). Konuşma "Bir çok kadının onu vuran veya döven bir kocası vardır. Herhangi bir zamanda bu size de oldu mu?" gibi bir soruyla başlayabilir. • Gebe Kadını Şiddetten Korumayı İçeren Hemşirelik Yaklaşımı Sağlık personeli ve özellikle hemşireler, şiddet olguları ile sıklıkla karşılaşırlar. Hemşireler şiddete yönelik girişimlerini 4 aşamada gerçekleştirilir. Bu aşamalar, tanımlama( risk gruplarını belirleme), önleme, kriz anında uygun bakım verme, rehabilitasyondur (Şirin 1998). Sadece perinatal bakım veren hemşireler değil bütün hemşireler, gebelikte şiddeti tanımlayabilmelidir. Perinatal bakım veren hemşireler, yüksek riskli gebelikle ilişkili tıbbi problemlerin bakımında uzmandır. Fakat, çoğu hemşirenin istismarın değerlendirilmesi ile ilgili eğitim ve öğretimi eksiktir. Bu bağlamda sağlık


bakım profesyonelleri için şiddetle ilgili bilgi ve eğitim esastır. Gebe kadının evde izlemi, istismarın değerlendirilmesini de kapsamalıdır. Bu değerlendirme, her hastanın bakımına uyarlanabilecek bütüncül hemşirelik perspektiflerini içerir(Tablo 2). Şiddete maruz kalmış gebe kadınlar, yüksek riskli gebelik grubuna mensup olmalıdır(Christian 1995). Hemşire istismarı değerlendirdikten sonra, hasta ile birlikte kısa ve uzun vadede amaçları belirlenmelidir. Bunlar; hasta zarar görmekten korunacak, istismar olayını söyleyecek, bir evden ayrılış planı hazırlayacak, istismarla yaşamak için alternatiflerini belirleyecek, sahip olduğu güçleri araştıracak ve gösterecek, becerilerini gösterebilecek vb. Şiddete yönelik hemşirelik tanıları; istismar tehlikesi ile ilgili, korku ile ilgili, partneri tarafından olası fiziksel zarar görme ile ilgili anksiyetedir (Christian 1995). Planlama, şiddete maruz kalmış kadına ne yapmak istediğini sormayı içerir. Kadının üç seçeneği vardır. Bunlar; kalmak, ayrılmak veya evden istismarcının taşınmasıdır. Eğitim ve müdahaleler hazır olduğunda, durumunda değişiklik seçeneğini istismar edilmiş kadın belirlemelidir. Hemşireler yargılayıcı olmamalı ve hastanın seçeneğini desteklemelidir. Hastanın savunuculuğu, ister istismar eden kişiden ayrılsın ister kalsın kadının aldığı kararı desteklemeyi içerir(Tablo 3). Sağlık bakım profesyonelleri, gebelikte şiddetle ilgili bilgisiz ve anlayışsız oldukları zaman, müdahalelerden sonuç alınamaz. Eğer kadın, istismar eden kişiden ayrılmamayı seçerse, hemşire destek olmayı teklif etmeli, düşüncelerini söylememeli ve öğüt vermemelidir. Hemşire hastayı desteklemeli ve bir evden ayrılış planı geliştirmesine yardım etmelidir. Bu evden ayrılış planı, kimi arayacağını, nereye gideceğini, gerekli parayı, giysilerinin yerleştirildiği bir çantayı, elinde önemli insanların kağıtlarını ve taşınma planını içerir. Ayrıca, gebe kadın partneri olmadan doğuma gideceği zamanı planlamalıdır. Bu planların geliştirilmesi ile, hasta çok daha kontrollü hissedecek, benlik saygısı artacaktır(Christian 1995). Sonra hemşire, şiddet döngüsündeki kadının bilgisini değerlendirerek (şiddet olaylarını inceleyerek ve güvenlik önlemlerini öğreterek) danışmanlık ve eğitim boyunca kadını izler. Eğitim ayrıca, saldırılar, silahla tehdit, seksüel ilişkiye zorlama, işte kadının gözetimi veya kadının izolasyonunun arttırılması gibi tehlikeyi gerginleştiren işaretleri öğretmeyi içerir. Başvurular sığınma evleri, kriz masaları, yasal klinik ve merkezler, tıbbi servisler, yönetim kurumları ve sosyal hizmet kurumlarını içeren toplum kaynaklarına yapılabilir(Christian 1995).

Gebe kadın gücünü, hemşirenin savunuculuğu, desteği ve aydınlatıcı fikirlerinden alır. Perinatal bakım veren hemşire, her ev ziyaretinde destek ve cesaret sağlamalıdır. İlgi gösterme ve durumun nasıl gittiği hakkında soru sorma, genellikle istismar edilmiş kadından yanıt almayı sağlayacaktır. Hemşirenin yetkisi, istismarı tarama ve müdahalede hemşirelik sürecini kullanmayı içerir. Hemşirelerin istismara müdahale etme ve tarama için doktor iznine gereksinimleri yoktur. İstismar edilmiş kadınlar için, hemşireler tarafından g e l i ş t i r i l m i ş bakım standartları ve tarama protokolleri Tablo 2'dedir. Hemşirenin yetkisi, danışmanlığı ve savunuculuğu da içerir(Christian 1995). Hemşireler, bütün değerlendirmeleri açık biçimde belgelemelidir. Belgelendirme sırasında, hastanın söylediği tüm kelimeleri kullanmalıdır. Hasta tarafından söylenenler önemlidir. Hemşireler, hasta çizelgesine bütün taramaları, şiddet olayının ve yaralanmanın tanımlamalarını, açığa vurulmasını, eğitim ve başvuruları işaretlemelidir(Christian 1995). Sonuç olarak; perinatal dönemde evde izlem, anne ve fetus için olumlu sonuçlara yol açacaktır. The Surgeon General's Workshop'u (1985) eş istismarı hakkındaki soruların bütün rutin prenatal sağlık bakım formlarında yer almasını ve istismar edilmiş gebe kadının yüksek risk grubunda tanımlanmasını önermiştir. Amerikan Obstetricians and Gynecologists (1989) doktorların, bütün kadınları istismar yönünden taraması gerektiğini belirtmiştir. Evde sağlık hizmeti veren kurumlar özellikle gebe olan müşterilerinin şiddet ile ilgili sorularını cevaplamalı ve bilgilendirmelidir. Birinci basamakta çalışan ebe ve hemşireler, gebe kadınların istismar yönünden taranmasından sorumlu olmalıdır (Christian 1995). Kaynaklar - Christian A, Home Care of the Battered Pregnant Woman: One Battered Woman's Pregnancy, JOGNN, 24(9), 1995, 836-842. - Çam O, Yaşamda Kadın, Ege Üniv. H.Y.O. Dergisi, 12(1), 1996,61-76. - Demir Ü, Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet, Atatürk Üniv. H.Y.O. Dergisi, 3(1), 2000, 57-62. - Ergönen T, Özdemir M. H, Can İ. Ö, Aile İçi Şiddet ÖyküIü Abortus Olgularında Medikolegal Sorunlar Bir Olgu Sunumu, Adli Bilimler Dergisi, 2(4), 2003, 39-43. - Hedin L W, Janson P O, Domestic Violence During Pregnancy, Açta Obstet Gynecol Scand, 79,2000,625-630. - Johnson J K, et el. The Prevalence of Domestic Violence in Pregnant Women, International Journal of Obstetrics and Gynaecology, 110, 2003, 272-275.


- Kalaça Ç, Kalaça S, Çocuğa Yönelik Şiddet ve İstismara Karşı Birincil Koruma, Çocuk Forumu, 2(3), 1999, 54-57. - Muslu L, Erdem M, Eşi Tarafından Fiziksel Şiddet Gören ve Görmeyen Kadınların Benlik Saygısı Düzeylerinin Karşılaştırılması, Hemşirelikte Araştırma Geliştirme Dergisi, 4(2), 2002, 31-38. - Population Reports, Ending Violence Againts Vvomen, 27(4), 1999. - Şirin A, Kadın İstismarı ve Kadına Yönelik Şiddet, Ege Ünv. H.Y.O. Dergisi, 14(1), 1998, 71-80. - Taşpınar A, Bolsoy N, Şirin A, Gebeler Fiziksel Şiddete Uğruyorlar mı? Manisa Örneği, II. Ulusal Ana-Çocuk Sağlığı Kongresi Program ve Özet Kitabı, 2003,167. - Uysal A, Birey, Aile ve Toplum Açısından İstismar ve Risk Yaklaşımı, Ege Üniv. Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Doktora Tezi, İzmir, 1999. - Yanıkkerem E, 15-49 Yaş Evli Kadınların Aile İçi Şiddete Miskin Görüşlerinin ve Şiddete Maruz Kalma Durumlarının İncelenmesi, Ege Ü. Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İzmir, 2002. - Yanıkkerem E, Kadına Uygulanan Şiddetin Üreme Sağlığına Etkileri, Atatürk Ünv. H.Y.O. Dergisi, 5(2), 2002a, 68-72. - Ziyalar N, Çocuk İstismarı ve İhmalinin Önlenmesi, Çocuk Forumu, 2(1), 1999, 31-34.

Tablol: İstismarı Belirlemede Sorulacak Soru Örnekleri Bazen kocanızdan korkar mısınız? Kocanızın sizi incitmesinden korkar mısınız? Kocanız sizi herhangi bir zamanda incitti mi? Kocanız size herhangi bir zamanda vurdu, şamarladı veya tekmeledi mi? Kocanız sizi seks yapmak için zorluyor mu? Tablo 2: Şiddete Maruz Kalmış Kadınlar İçin Standart Bakım Örneği Standart: Bütün kadın hastalar istismar yönünden taranmış olacak. Hemşireler istismar konuları ile ilgili etkili bilgi, eğitim ve anlayışa sebep olacak. Değerlendirme: Hemşire, istismar için bütün kadın hastaları tarayacak. Bu tarama soruları, fiziksel muayeneyi, istismar öyküsünü; istismar çeşitlerini (seksüel, fiziksel, duygusal), sosyal desteğin değerlendirilmesini, duygusal iyiliği (kendine saygı, anksiyete, depresyon, post travmatik stres hastalığı), güçlerin tanımlanmasını içerir. Planlama: Hemşire, şiddete maruz kalmış kişinin kısa ve uzun dönemli amaçlar geliştirmesine ve evden ayrılış planı geliştirmesine yardım edecek. Hemşirelik Tanıları: Sözel istismara bağlı benlik saygısında bozulma. Tehlikeli istismar olayına bağlı anksiyete. Koca tarafından sözel istismara bağlı depresyon. Eşten fiziksel zarar görme potansiyeline bağlı korku.

Şiddet döngüsü ile ilgili bilgi eksikliği. Fiziksel yaralanma. Etkisiz bireysel baş etme. Ümitsizlik (istismar ile ilgili). Uygulama: Hemşireler, bütün kadın hastalara şiddet hakkında eğitim verecek. Hemşireler, şiddet olayı olduğunda kadına mevcut toplum merkezleri ve bu merkezlere başvurularla ilgili bilgi sağlayacak. Bu merkezler, özellikle şiddete uğramış kadınlar için sığınma evleridir. Hemşireler, fiziksel ve mental sağlığı yükseltmek için stratejiler planlayarak şiddete maruz kalmış kadını destekleyecek. Bu stratejiler, problem çözme, iletişim becerilerini geliştirme, çocuk cezalandırmasında alternatif metodlar ve destek sistemlerini geliştirmeyi içerir. Hemşireler, şiddete maruz kalmış kadının seçimlerine temel oluşturacak uygun uygulama stratejilerini planlayacak. Bu uygulama stratejileri, yaralanmalarda hemşirelik bakımı, katılımcı rehberlik ve kriz müdahalelerini içerir. Şiddete maruz kalmış kadının savunucusu olarak hemşire, kadının kararlarına destek olacak. Hastaya Etkileri: Hasta, istismar yönünden değerlendirilecek Hasta, şiddet ve istismar siklusu hakkında eğitim alacak. Şiddete maruz kalmış kadın, toplum merkezleri ve bu merkezlere başvurular hakkında bilgi alacak. Şiddete maruz kalmış kadın, hemşireden uygun yardım alacak. Şiddete maruz kalmış kadın, aldığı bütün kararlar için hemşireden destek alacak. Tablo 3: Şiddete Maruz Kalan Kadına Yönelik Hemşirelik Davranışları Uygun Davranışlar: Şiddete maruz kalan kişi için duygusal destek sağlamak. Şiddete maruz kalan kişi için varolan seçenekleri incelemek. Empatik yaklaşımla hastayı dinlemek. Şiddete maruz kalan kişinin hislerini sözlü olarak ifade etmesine izin vermek. Şiddete maruz kalan kişinin aldığı bütün kararlarını uygun biçimde desteklemek. Uygun olmayan Davranışlar: Öğüt vermek. Kadını seçenekler konusunda zorlamak. Kadını korkutmak. Kadına zararlı bir şeyler yapmak. Kadını veya kocasını eleştirmek. Şiddete maruz kalan kadına öfkeli davranmak.


Evliliğe Hazırlık Aşamasındaki Karı-Koca Adaylarının Evlilik ve Anne-Baba Olma Üzerine Düşünceleri • Behice EKŞİ *

Özet

Bu çalışma, kadın ve erkeğin evlenmeye karar verdiği ilk devre olan "Evliliğe hazırlık" devresindeki karı-koca adaylarının evlilik, aile ve anne-baba olma hakkındaki düşüncelerini belirlemek amacıyla yapılmıştır. Çalışma grubunu, 1998 yılı Haziran-Eylül aylarında Kocaeli İli Saraybahçe Belediyesi Nikah Memurluğu'na evlenmek üzere başvuran ve çalışmaya katılmak isteyen 100 kadın ve erkek oluşturmuştur. Çalışmada yer alan 100 ailenin de çekirdek aile, %75.5'inin kent ailesi, %21.5'inin kasaba ailesi ve %3'ünün köylü ailesi kuracakları belirlendi. Bu sonuçlar günümüz aile yapısını yansıtmaktadır. Adayların % 81'i evlilik tanım ya da amacını "eş, arkadaş, dost edinmek" olarak ifade etmişlerdir. Adayların çoğunluğu bir sene sonra çocuk sahibi olmak istediklerini belirtmişlerdir. Adayların % 88.5'i anne-baba olma nedenini "çocuk yetiştirmek, annelik/babalık duygusunu tatmak" olarak ifade etmişlerdir. Sağlıklı aile ve sağlıklı toplumun temeli, bireyin kendisini tanıması ve evleneceği kişiyi kendisinin seçmesi ve karar verebilmesidir. Bu nedenle geleceğin eş, anne ve baba adayları olan gençlerin, sağlıklı bir aile ortamında, kendisini tanıyan ve otonomisini kazanmış birer yetişkin olarak yetiştirmek gerekmektedir. Anahtar Kelimeler: Aile, Evlilik, Anne-baba olma.

Yrd. Doç. KO.Ü. Kocaeli Sağlık Y.O. Hemşirelik Bölümü

Summary

This study was performed to investigate the points of view of the couples that are at the initial stage of marriage in vvhich the decision of marriage is made. İt was aimed to define the ideas of these couples about marriage, family and being parents. The work group was composed of 100 males and females who applied to the Kocaeli City Saraybahçe Municipality Matrimony Office in order to get married and who accepted to participate to the study. İt was defined that the 100 couples in this research vvould set up small families composed of husbands, vvives and children and that %75.5 percent of them vvould live in cities, %21.5 of them in tovvns and %3 in villages. %81 of the participants stated that the description and/or the aim of forming a family was to "acquire a mate or a friend". Most of the participants expressed that they vvould like to have a baby after a year. %88.5 of them stated their reasons to be a parent as "to grow up a child, to experience the feeling of being a parent". The basic factor for the individuals in forming a healthy family, thus a healthy society, is to be well aware of their selves and to be able to chose his/her own mates. Therefore, the youths who will be mothers and parents in the future should be grovvn up in a healthy family environment, and as self-aware individuals who have their own autonomies. Key Words: Family, marriage, being parents


GİRİŞ Dünyadaki insanların farklı coğrafi konumlarına rağmen benzer etkinliklere yönelmeleri tamamen insana özgü evrensel ifade ve davranış biçimidir. Bu yönelimlerden biri olarak evlilik, 4000 yıllık toplumsal kurum olma özelliğini günümüze kadar korumuştur. Evlilik geleneksel toplumlarda olduğu gibi modern toplumların da önemli bir toplumsal kurumu olup, en küçük ve en temel sosyal sistemidir. Doğan(1998), Özkalp(1990). Evlilik, erkek ve kadın ilişkisini meşru temele dayandıran, ilişkiyi toplumun kabul etmesi ve onaylaması nedeniyle toplumsal bir ilişki özelliğini taşıyan ve ailenin varlığını ve sürekliliğini sağlayan bir kurumdur. Doğan (1998), Stanhopeve Lancester(1996). Kadın ve erkek evlenme kararı ile birlikte bir aile kurma sürecine girmektedir. Macluer, her ailenin dört aşamalı bir gelişim gösterdiğini belirtmektedir. Bu aşamalar: evliliğe hazırlık, evliliğin başlaması, çocuk yetiştirme, olgunluk devresidir. Altun(1994), Çiğdem ve Dikeçligil(1990). Aile tanımları farklı bakış açıları ile yapılmaktadır. Bunlar; ailenin yapısı, ailenin fonksiyonu ve duygusal bağlarıdır. Friedman, aileyi iki ya da daha fazla kişinin bileşiminden oluşur şeklinde tanımlamıştır. Ashwill ve Draske(1997), Novakve Betty(1999), Lowdermik, Perry ve Bobak(1997). Diğer bir tanımda ise aile, insan neslinin sürdürüldüğü, toplumsal yaşamın ilk ve en etkili aşamasının gerçekleştiği, cinsel ilişkilerin yaşandığı, eşler ve çocuklar arasında içten, sevgi dolu , sıcak, güven verici, destekleyici ilişkilerin kurulduğu, içinde yaşanılan toplumsal düzendeki etkinliklerin yer aldığı ve yansıtıldığı, yasalarla da güvence altına alınan toplumsal bir kurum olarak tanımlanmıştır. Altun (1994). 18. yüzyılda endüstrinin gelişmesi ile başlayan sosyoekonomik ve demografik değişiklikler aileyi de etkilemiştir. Bu etkiler; birarada yaşayan ailelerin çözülerek; anne-baba ve evlenmemiş çocuklardan oluşan çekirdek ailelerin oluşması, kadının sosyal ve ekonomik hayatta yer alması, ilk evlilik yaşında yükselme, doğum şekillerinde çeşitlilik, doğum oranlarında azalma, evlenmemiş nüfusta, boşanmada ve yaşlı populasyonda artış şeklinde gerçekleşmiştir. Bunun yanında, ülkeler arasındaki kültürel değerlerdeki farklılıklar, toplumun sosyo-ekonomik koşulları; evliliği, evlenme biçimlerini, kadın ve erkek rollerini ve aile ilişkilerini etkilemektedir. Benokratis(1993), Aile Yılı Raporu(1994), Stanhope ve Lancaster(1996),

Doğan(1998), Güngörmüş(1998). Bu etkilerden biri, geleneksel ailelerin yerini çekirdek ailelerin almasıdır. Sosyolog Parsons çekirdek aileyi evlilik ailesi olarak tanımlamaktadır. Ailenin iki önemli işlevi olan çocuk yapma ve psikolojik doyum her iki aile yapısında da işlevini sürdürürken; geleneksel aileye özgü diğer işlevler ya tamamen ortadan kalkmış ya da etkisi azalmıştır. Çiftleri bir araya getiren karşılıklı kişisel tercih ve kabuller, ailelerin giderek kendi içinde d em ok r a t ikl eş mes ine ne de n o l muş tur . Benokritis(1993), Doğan(1998), Aile Yılı Raporu(1994). Türk ailesi, tarihi gelişim içinde önceki Türk toplumları ile günümüz Türk toplumu arasında bazı değişimlere uğramakla birlikte hala toplumumuzun önemli ve en küçük toplumsal yapısı olma özelliğini korumaktadır. Her toplumun sürekliliği için aile vazgeçilmez bir unsurdur. Sosyolog Ziya Gökalp aileyi toplumun küçük bir modeli olarak görmekte, güçlü aileyi güçlü millet ve devletin temeli olarak düşünmektedir. Aile içinde karşılıklı saygı, sevgi, dayanışma, bağlılık ve işbölümünün esas olduğu, aile üyelerinin ailenin devamı için farklı fonksiyonlar yerine getirmeleri, işbölümü içinde olmalarının önem taşıdığını belirtmektedir. Bu nedenle de aileye bir ekonomik menfaat birliği olarak bakmanın yanlış olacağını belirtmektedir. Erkal(1998). Aile yapısındaki çeşitli değişikliklere rağmen Türk toplumunun aileye verdiği önem hiç değişmemiştir. Nitekim Anayasamızın 41. Maddesi ailenin Türk toplumunun temeli olduğunu vurgulamaktadır. Doğan(1998), Aile Yılı Raporu(1994). Diğer taraftan Atatürk, ailenin toplum hayatında taşıdığı önemini belirterek; kadının hem çalışma hayatında hem de aile içinde büyük rolünün olduğunu vurgulamış ve çocukların ilk eğiticilerinin anneleri olduğunu, erkek çocuğu da kız çocuğunu da annenin şekillendirdiğini belirtmiştir. Erkal(1998), Sezgin(1994). Bu çalışma, kadın ve erkeğin evlenmeye karar verdiği ilk devre olan "Evliliğe hazırlık" aşamasındaki karı-koca adaylarının evlilik, aile ve anne-baba olma hakkındaki düşüncelerini belirlemek amacıyla yapılmıştır. Betimleyici bir çalışmadır. • YÖNTEM Evliliğe hazırlık aşamasındaki karı-koca adayı olan kadın ve erkeğin, evlilik, aile ve anne-baba olma hakkındaki düşüncelerini belirlemek için literatür araştırması yapılmıştır. Bu araştırma sonucunda elde


edilen dokümanlar ve toplumsal yapımız paralelinde, 10 sorudan oluşan anket formu hazırlanmıştır. Kadın ve erkek için aynı sorulardan oluşan tek bir anket formu oluşturulmuştur. Fakat her aday, ayrı anket formu üzerinde soruları cevaplandırmışlardır. Çalışma, ülkemizde genellikle evliliklerin fazla olduğu yaz döneminde (Haziran-Eylül aylarında) ve 1998 yılı Haziran-Eylül aylarında yapılmıştır. Çalışmaya başlamadan önce, çalışmanın yapılacağı kurum olan, Kocaeli İli Saraybahçe Belediyesi Evlendirme Memurluğu'ndan gerekli izin alınmıştır. Kocaeli İli Saraybahçe Belediyesi Evlendirme Memurluğu'na evlenmek üzere başvuran karı-koca adaylarından; ilk evlilikleri olan ve okuma-yazma bilenlere, çalışmanın amacı hakkında bilgi verilerek katılmak isteyip istemedikleri soruldu. Katılmak isteyenlere anket formu tanıtılarak, soruları nasıl cevaplandıracakları anlatıldı. Adayların birbirlerinden etkilenmemeleri ve gerçek düşüncelerini ifade etmelerini sağlamak için formu yalnız olarak doldurmaları istendi. Çalışma grubuna, ilk evlilikleri olan, okuma-yazma bilen ve çalışmaya katılmak isteyen 100 kadın ve erkek (karı-koca adayı) oluşturmuştur. Çalışmada veriler, kadın ve erkeğin sosyo-demografik özellikleri, evlilik, çocuk sahibi olma hakkındaki düşüncelerini belirlemeye yönelik hazırlanan 10 sorudan oluşan anket formu ile toplanmıştır Veri toplama formunun anlaşılır-lığını ve kullanılabilirliğini değerlendirmek amacıyla, evlenmek üzere başvuran 15 kadın ve erkeğe pilot uygulama yapılmış, anlaşılmayan ya da yanlış anlaşılan sorular yeniden düzenlenerek anket formuna son şekli verilmiştir. Veriler, frekans ve yüzdelik tablolarıyla betimlenmiş ve ki-kare testi ile değerlendirilmiştir. • BULGULAR ve TARTIŞMA Evlenmek üzere başvuran adayların halen oturdukları yer incelendiğinde; şehir merkezinde oturanların %75.5, kasaba-ilçede oturanların %21.5 ve köyde oturanların %3.0 oranında olduğu belirlenmiştir. Türkiye genelinde 1997 yılında kaba evlenme oranı %0.831, Kocaeli ilinde ise %0.674 olarak gerçekleşmiştir (D.İ .E. Kadın İstatistikleri ve Göstergeleri (1997)). Karı-koca adaylarının (kadın ve erkek) eğitim düzeyleri araştırıldığında; tüm eş adaylarının bir eğitim kurumundan diplomasının olduğu; lise mezunu olanların %39.0(n=78), üniversite mezunu olanların

%33.5(n=67), ortaokul mezunu olanların % 15.0(n=25) ve ilkokul mezunu olanların %12.5(n=30) oranında olduğu belirlenmiştir. Adayların eğitim düzeyleri araştırıldığında; her iki cinste de çoğunluğun lise düzeyinde eğitim aldıkları belirlenirken, ikinci sırayı fakülte ve yüksekokul izlemektedir. 1990 yılı nüfus sayımı verilerine göre 12 yaş ve üzeri okur-yazar olmayan kadınların oranı %29.2, erkeklerin oranı ise %9.45 olarak belirlenirken genel toplam %19.25 olarak saptanmıştır. Bu oranın 1997 yılında başlatılan 8 yıllık kesintisiz zorunlu temel eğitimin uygulanması ile azalması hedeflenmektedir (D.İ.E. Kadın İstatistikleri ve Göstergeleri(1997)). Bu bulguyu destekleyen diğer bir araştırma sonucuna göre eğitim düzeyinin her iki cinste yükseldiği belirlenmiştir (Aile Yılı Raporu(1994)). Adayların meslekleri incelendiğinde; kamu kuruluşlarında memur olarak çalışanların %30.0(n=60) ilk sırada yer aldığı görülmekte, bunu %25.5(n=51) oranıyla ev hanımları, %23.5(n=47) ile serbest çalışanlar(esnaf, zanaatkar, tüccar...), %16.0(n=32) oranıyla vasıflı işçi ve %5.0(n=10) ile vasıfsız işçiler izlemektedir. Çalışmada kadın adayların %25.5'inin ev hanımı olarak aile hayatını ücretsiz işçi olarak desteklediği düşünülür ise, hem kadın hem de erkek adayların, aile hayatını ekonomik yönden desteklediği söylenebilir. Türkiye'de Nisan 1998 hane halkı işgücü anket sonuçlarına göre 12 yaş ve üzeri işgücüne katılma oranı ülke genelinde %47.5 olarak bulunmuştur. Bu oranların cinsiyete göre dağılımına bakıldığında; kadınlarda %26.4, erkeklerde %69.0 olarak bulunmuştur (D.İ.E. Hane Halkı İşgücü İstatistikleri (1998)). Çalışmada, evlenmek üzere başvuranların yaşları incelendiğinde; ilk sırada %42.0(n=84) ile 20-24 yaş grubundakiler yer alırken, %40.0(n=80) oranıyla 5-29 yaş grubu, %10.5(n=21) ile 30-41 yaş grubu ve son olarak da %7.5(n=15) oranıyla 15-19 yaş grubundakiler yer almaktadır. Kadın ve erkeklerin yaşları grupları içindeki dağılımlarına bakıldığında; kadınların %58'inin 20-24 yaş grubunda, % 19'unun 15-19 yaş grubunda, % 19'unun 25-29 yaş grubunda ve %5.0'inin 30-41 yaş grubunda oldukları saptanmıştır. Erkeklerin yaş grubu sıralamasında ilk sırayı 25-29 yaş grubu( %43), ikinci sırayı, 20-24 yaş grubu (%38.0), üçüncü sırayı 3041 yaş grubu(%14.0), dördüncü sırayı 15-19 yaş grubu (%4.0) ve son olarak %1.0 ile 30-41 yaş grubu almıştır.


2Türk Medeni Kanununun 88. maddesine göre erkek 17 yaşını, kadın ise 15 yaşını doldurduktan sonra evlenebilir (Aile Yılı Raporu(1994)). Kocaeli ili için 1990 yılında ortalama ilk evlenme yaşı kadınlar için 21.76, erkekler için 25.21 olarak belirlenmiştir (D.İ.E. Kadın İstatistikleri ve Göstergeleri(1990)). Çalışma sonucu ile D.İ.E.'nün bu verileri paralellik göstermektedir. Karı-koca adaylarının kuracakları aile türleri araştırıldığında; büyüklüğüne göre: çalışmada yer alan 100 ailenin de çekirdek aile olacağı, coğrafi konumuna göre ise: %75.5'inin kent ailesi, %21.5'inin kasaba ailesi ve %3'ünün köylü ailesi kuracakları belirlendi. Ayrıca %23.5'inin esnaf ve zanaatkar ailesi, %21'inin işçi ailesi olacağı belirlendi. Çalışmada aile yapısının tamamen çekirdek ve kent ailesi özelliğinde olması; günümüz aile yapısını yansıtmaktadır. Ülkemizde Cumhuriyetle birlikte daha çok kırsal alanda geniş aile, kent merkezlerinde ise çekirdek aile örnekleri görülmeye başlamıştır. Doğan(1998), Erkal(1998). Alan Duben Türk ailesinin tarihini konu alan son çalışmalarında, Türkiye'de hanelerin genel olarak basit bir yapı gösterdiğini ve çekirdek ailelerden meydana geldiğini belirtmektedir. Demografik bulgular da bu görüşü destekler niteliktedir. Diğer bir deyişle normlar ataerkil geniş aileden yana olsa bile, dünyadaki değişimlerin etkisi ile hanelerin çoğunluğu basit aileler halinde oluşmaktadır. Özbay(1998). Ayrıca çalışmanın yapıldığı ilin büyük şehir olması ve sanayi tesislerinin çoğunlukta olması; hem çekirdek araştırıldığında; her iki cinste de çoğunluğun lise düzeyinde eğitim aldıkları belirlenirken, ikinci sırayı fakülte ve yüksekokul izlemektedir. 1990 yılı nüfus sayımı verilerine göre 12 yaş ve üzeri okur-yazar olmayan kadınların oranı %29.2, erkeklerin oranı ise %9.45 olarak belirlenirken genel toplam %19.25 olarak saptanmıştır. Bu oranın 1997 yılında başlatılan 8 yıllık kesintisiz zorunlu temel eğitimin uygulanması ile azalması hedeflenmektedir (D.İ.E. Kadın İstatistikleri ve Göstergeleri(1997)). Bu bulguyu destekleyen diğer bir araştırma sonucuna göre eğitim düzeyinin her iki cinste yükseldiği belirlenmiştir (Aile Yılı Raporu(1994)). Adayların meslekleri incelendiğinde; kamu kuruluşlarında memur olarak çalışanların %30.0(n=60) ilk sırada yer aldığı görülmekte, bunu %25.5(n=51) oranıyla ev hanımları, %23.5(n=47) ile serbest çalışanlar(esnaf, zanaatkar, tüccar...), %16.0(n=32) oranıyla vasıflı işçi ve %5.0(n=10) ile vasıfsız işçiler izlemektedir. Çalışmada kadın adayların %25.5'inin

ev hanımı olarak aile hayatını ücretsiz işçi olarak desteklediği düşünülür ise, hem kadın hem de erkek adayların, aile hayatını ekonomik yönden desteklediği söylenebilir. Türkiye'de Nisan 1998 hane halkı işgücü anket sonuçlarına göre 12 yaş ve üzeri işgücüne katılma oranı ülke genelinde %47.5 olarak bulunmuştur. Bu oranların cinsiyete göre dağılımına bakıldığında; kadınlarda %26.4, erkeklerde %69.0 olarak bulunmuştur (D.İ.E. Hane Halkı İşgücü İstatistikleri (1998)). Çalışmada, evlenmek üzere başvuranların yaşları incelendiğinde; ilk sırada %42.0(n=84) ile 20-24 yaş grubundakiler yer alırken, %40.0(n=80) oranıyla 2529 yaş grubu, %10.5(n=21) ile 30-41 yaş grubu ve son olarak da %7.5(n=15) oranıyla 15-19 yaş grubundakiler yer almaktadır. Kadın ve erkeklerin yaşları grupları içindeki dağılımlarına bakıldığında; kadınların %58'inin 20-24 yaş grubunda, % 19'unun 15-19 yaş grubunda, % 19'unun 25-29 yaş grubunda ve %5.0'inin 30-41 yaş grubunda oldukları saptanmıştır. Erkeklerin yaş grubu sıralamasında ilk sırayı 25-29 yaş grubu( %43), ikinci sırayı, 20-24 yaş grubu (%38.0), üçüncü sırayı 3041 yaş grubu(%14.0), dördüncü sırayı 15-19 yaş grubu (%4.0) ve son olarak %1.0 ile 30-41 yaş grubu almıştır. Türk Medeni Kanununun 88. maddesine göre erkek 17 yaşını, kadın ise 15 yaşını doldurduktan sonra evlenebilir (Aile Yılı Raporu(1994)). Kocaeli ili için 1990 yılında ortalama ilk evlenme yaşı kadınlar için 21.76, erkekler için 25.21 olarak belirlenmiştir (D.İ .E. Kadın İstatistikleri ve Göstergeleri(1990)). Çalışma sonucu ile D.İ.E.'nün bu verileri paralellik göstermektedir. Karı-koca adaylarının kuracakları aile türleri araştırıldığında; büyüklüğüne göre: çalışmada yer alan 100 ailenin de çekirdek aile olacağı, coğrafi konumuna göre ise: %75.5'inin kent ailesi, %21.5'inin kasaba ailesi ve %3'ünün köylü ailesi kuracakları belirlendi. Ayrıca %23.5'inin esnaf ve zanaatkar ailesi, %21'inin işçi ailesi olacağı belirlendi. Çalışmada aile yapısının tamamen çekirdek ve kent ailesi özelliğinde olması; günümüz aile yapısını yansıtmaktadır. Ülkemizde Cumhuriyetle birlikte daha çok kırsal alanda geniş aile, kent merkezlerinde ise çekirdek aile örnekleri görülmeye başlamıştır. Doğan(1998), Erkal(1998). Alan Duben Türk ailesinin tarihini konu alan son çalışmalarında, Türkiye'de hanelerin genel olarak basit bir yapı gösterdiğini ve çekirdek ailelerden meydana


geldiğini belirtmektedir. Demografik bulgular da bu görüşü destekler niteliktedir. Diğer bir deyişle normlar ataerkil geniş aileden yana olsa bile, dünyadaki değişimlerin etkisi ile hanelerin çoğunluğu basit aileler halinde oluşmaktadır. Özbay(1998). Ayrıca çalışmanın yapıldığı ilin büyük şehir olması ve sanayi tesislerinin çoğunlukta olması; hem çekirdek aile hem de işçi ailesi sayısının fazla olmasına neden olmuştur. Sosyo-kültürel normlar, ekonomik yaşam, üretim biçimleri ve inançlar hem toplum hem de aile yapısını etkilemektedir. Yeni aile model ve yapıları toplumdan topluma farklı olduğu gibi aynı toplum içinde de değişik sınıf ve yöreler arasında da farklılaşmaktadır. Bu farklılaşma bireylerin aile ve evlilik tanımlarını da etkilemektedir. Doğan(1998). Diğer taraftan ailenin varoluşunda etkili bazı insan gereksinimleri bulunmaktadır. Bunlar; seksüel yaşamın devam ettirilmesi, neslin devam isteği, ekonomik gereksinimler ve sosyalizasyondur. Altun(1994). Ailenin varoluşunda etkili olan bu gereksinimler bireylerin aile kurma ve evlilik amaçlarını da etkilemektedir. Buna göre, evlenmek üzere başvuran ve çalışmaya katılan adayların evlilik tanım ve amaçlarının dağılımı tablo 1 'de görülmektedir. Tablo 1 'de görüldüğü gibi adayların

81 'i "eş, arkadaş, dost edinmek" ifadesini işaretleyerek ailenin işlevlerinden biri olan sosyal destek fonksiyonunu ifade etmişlerdir. Geleneksel aileye göre işlevleri daralan çekirdek aile yapısında, sosyal destek fonksiyonunda azalma olmasına rağmen hala önemini korumaktadır. Altun(1994). Evlilik için "eş, arkadaş, dost edinmek" diyenlerin %41.97 (n=68)'sinin 20-24 ve %39.5 (n=64)'inin 25-29 yaş grubunda olduğu belirlendi. (x_ = 36.511 ; p > 0.5). Sonuç istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. Bu adayların %83'ünün kadın, %79'unun erkek olduğu, çoğunlukla lise (n=61) ve üniversite(n=55) düzeyinde eğitim aldıkları; memur(n=54), ev hanımı (n=40), serbest çalışan (n=36) ve vasıflı işçi(n=23) olarak çalıştıkları belirlenmiştir. Adayların % 55.5'i evlilik amacı olarak, "beni sevecek eşimin olması ve sevgi, mutluluğu tatmak" ifadesini işaretledikleri görülmüştür. Bu ifadeyi işaretleyenlerin %47.74 (n=53) 'ünün 20-24 ve %36.9 (n=41)'unun 25-29 yaş grubunda olduğu belirlendi (x_ = 3.549; p > 0.5). Sonuç istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. Bu ifadeyi işaretleyen adayların cinsiyetlerine göre dağılımına bakıldığında; %58'inin kadın %53'ünün erkek olduğu belirlendi. Bu sonuç ile kadın ve erkek adayların evlilikteki beklentilerinin aynı

Tablo 1: Adayların Evlilik Tanımları ve Amaçları Evlilik Tanımları /Amaçları

Kadın

Toplam (n=200)

Erkek

Evet

Hayır

Evet

Hayır

Eş, arkadaş, dost edinme

83.0

17.0

79.0

Kendime ait bir evin olması

26.0

74.0

Yaşlılıkta yalnız kalmama

10.0

Çocuk doğurmak/çocuk sahibi olmak

21.0

Evet % 81.0

Hayır % 19.0

17.0

83.0

21.5

78.5

90.0

10.0

90.0

10.0

90.0

25.0

75.0

3.0

97.0

14.0

86.0

Hastalık durumunda bakımımı yapacak birinin olması

6.0

94.0

10.0

90.0

8.0

92.0

Maddi ihtiyaçlarımın sağlanması

7.0

93.0

1.0

99.0

4.0

96.0

Beni sevecek eşimin olması ve sevgi, mutluluğu tatmak

58.0

42.0

53.0

47.0

55.5

44.5

Cinsel gereksinimleri sağlama

20.0

80.0

29.0

71.0

24.5

75.5

* Adaylar birden fazla değişkeni işaretlemişlerdir.


yönde olduğu görülmüştür. Bu beklenti ailenin özelliklerinden biri olan "Aile duygusal bir temele dayanır." ifadesini de desteklemektedir. Bu özellik, aile bireyleri arasında sevgiye, hoşgörüye, özveriye dayanan bir iletişim ortamını gerektirir. Bu ortamda ilişkiler, sıcak ve içtendir. Her bir aile bireyinin yaşadığı acı veya mutluluk paylaşılır. Altun(1994). Berkiten 'nin aynı ilde yaptığı bir çalışmada, anne baba adaylarından evliliği tanımlamaları istenmiş adayların çoğunluğu evliliği," paylaşım ve mutluluk" olarak tanımlamıştır. Berkiten(1999). Bu ifadeyi işaretleyen adayların eğitim düzeylerine bakıldığında; %41.44(n=46)'ünün üniversite, %35.13(n=39)'ünün lise, %14.41(n=16)'inin ilkokul ve %9(n=10)'unun ortaokul mezunu oldukları belirlenmiştir. İstatistiksel olarak sonuç, üniversite düzeyinde olanlar açısından anlamlı bulunmuştur (x_ = 8.140 ; p < 0.5). Adayların mesleklerine bakıldığında; memur(n=31), ev hanımı(n=28), serbest çalışan(n=24) ve vasıflı işçi(n=23) olarak çalıştıkları belirlenmiştir. Evlilik amacı olarak "çocuk doğurmak/çocuk sahibi olmak" ifadesi ile cinsiyet arasındaki ilişkiye bakıldığında; ailenin varoluşunda etkili insan gereksinimlerinden biri olan ve kadının doğasında olan, "çocuk doğurmak" ifadesini, kadın adayların %25.0'i; "çocuk sahibi olmak" ifadesini erkek adayların %3.0'ü evlilik amaçlarından biri olarak belirtmişlerdir. Bu oranın düşük olması aile kurma sürecini başında olunmasına bağlanmıştır. Nitekim ancak kadınların %6'sı, erkeklerin %9.0'u evliliğin ilk aylarında çocuk sahibi olmak istediklerini belirtmişlerdir. Evliliği "Çocuk doğurmak/çocuk sahibi olmak" olarak tanımlayanların yaş grupları araştırıldığında çoğunluğunun 25-29 (n=24) ve 20-24 yaş grubu (n=19)'unda olduğu belirlendi. İstatistiksel olarak sonuç anlamlı bulunmamıştır(x_ = 2.577 ; p > 0.5). Evlilik tanımı ya da amacını "cinsel gereksinimleri sağlama" olarak belirten adayların dağılımı araştırıldığında; adayların %24.5'inin evlilik amaçlarından biri olarak "cinsel gereksinimleri sağlama" ifadesini belirtmişlerdir. Ailenin varoluşunda da etkili insan gereksinimlerinden biri olan seksüel yaşamın devam ettirilmesi, temel insan gereksinimleri içinde de yer alan seksüel gereksinimlerin karşılanması, birinci derecede duygusallıkla, ikinci derecede toplumsal çevre ile sınırlandırılmıştır. Altun(1994). Eş adayları arasındaki

güçlü duygusal bağlar ve sağlıklı cinsel kimlik kazanımı sağlıklı ailelerin artmasına neden olacaktır. Fakat günümüzde yapılan araştırmalarda, eşlerin birçoğunda cinsel işlev bozuklukları görüldüğü belirlenmiştir. Özuğurlu(1998). Neslin devamı için de gerekli olan bu gereksinimin karşılanışı, her toplumda genellikle belli kurallar çerçevesinde gerçekleşmektedir. Çalışmadaki oranın düşük bulunması toplumumuzda bu gereksinimin, normlar nedeniyle genellikle açıkça ifade edilememesine bağlanmıştır. Bu ifadeye evet diyenlerin çoğunluğunun 20-24 (n=22) ve 25-29(n=22) yaş grubunda olduğu belirlendi. İstatistiksel olarak sonuç anlamlı bulunmamıştır (x_ = 4.980 ; p > 0.5). Bu ifadeye evet diyen adayların cinsiyet ve eğitim düzeylerine bakıldığında; %20 'sinin kadın, %29'unun erkek ve çoğunlukla üniversite(n=23) ve lise(n=12) düzeyinde eğitim a l d ı k l a r ı belirlenmiştir. Evlilik amacı olarak "kendime ait bir evin olması" ifadesini işaretleyen adayların dağılımına bakıldığında; %21.5 oranında olduğu belirlenmiştir. Gelişmiş ülkelerde çocuğun bireyselliği ön planda iken, ülkemizde çocuğun anne ve babasına, ailesine bağımlılığı ön plana çıkmaktadır. İçli(1994). Toplumumuzda genellikle anne-baba evinden ayrılarak kendi başına ya da arkadaşlar ile birlikte ayrı bir evde oturma yaygın bir uygulama değildir. Bu durum genellikle evlenerek gerçekleşir. Diğer taraftan, toplumsal normlar nedeniyle bu etki, kız çocuklar üzerinde daha fazla gerçekleşmektedir. Çalışmada "kendime ait bir evin olması" ifadesini işaretleyenlerin çoğunluğunun kadın(%26.0) olduğu, erkeklerin ise %17.0 oranında olduğu görülmüştür. Evlilik amacı olarak "maddi ihtiyaçlarımın sağlanması" ifadesini işaretleyen adayların dağılımı incelendiğinde; adayların %4.0 maddi ihtiyaçlarının sağlanmasını, evlilik amacı olarak belirtmişlerdir. Bu ifadeyi işaretleyenlerin eğitim düzeylerine bakıldığında; 20-24 (n=3), 25-29 (n=3) ve 15-19(n=2) yaş grubunda yer aldıkları görüldü. Ailenin varoluşunda etkili insan gereksinimlerinden biri olan ekonomik gereksinimler; aile üyelerinin bakımı, beslenmesi, eğitilmesi, sağlık bakımı gibi gereksinimlerini karşılar. Bu gereksinimleri karşılamak için ekonomik koşulları hazırlar. Altun(1994). Evlilik amacı olarak "maddi ihtiyaçlarımın sağlanması" olarak görmeyen adayların cinsiyetleri araştırıldığında, kadınların %93'ü ve erkeklerin %99'u evliliğe maddi


ihtiyaçlarını sağlayacakları bir kurum olarak görmediklerini belirtmişlerdir. Bu sonuç istatistiksel olarak evliliğin, maddi ihtiyaçlarının sağlanması için yapılmadığı yönünde anlamlı bulunmuştur( x_ = 4.687 ; p < 0.5). Nitekim sosyolog Gökalp de aileyi ekonomik menfaat birliği olarak görmemek gerektiğini belirtmekte, çalışma sonucu da bu görüş ile paralel bulunmuştur. Erkal(1998). Tüm toplumlarda politik, sosyal ve ekonomik alandaki değişimler kadın ve erkeğin rollerini etkilemiş, çalışan kadın sayısının artması neden olmuş ve geçmişte kadınların evlilik amaçlarından biri olan evin maddi ihtiyaçlarının sağlanması, günümüzde geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiştir. Güngörmüş (1998). Çalışmada adayların %8.0'i "hastalık durumunda bakımımı yapacak birinin olması" ve %10.0'u "yaşlılıkta yalnız kalmamak" ifadelerini işaretlemişlerdir. Evlilikteki bu beklentiler, toplumumuzda yaygın görüşler olarak düşünülmesine rağmen oranın düşük olması, adayların evliliğe hazırlık aşamasında olmalarına bağlanmıştır. Macluer'e göre ailenin dört aşamalı gelişim sürecinin üçüncü aşaması "çocuk yetiştirmektir". Çalışmaya katılan ve evliliğe hazırlık aşamasındaki adaylara "çocuk sahibi ne zaman olmak istiyorsunuz?" sorusu soruldu. Adayların "çocuk sahibi ne zaman olmak istiyorsunuz?" verdikleri cevapların dağılımı incelendiğinde; "evliliğin ilk aylarında" diyenlerin %7.5, "bir sene sonra" diyenlerin % 31.0, "iki sene sonra" diyenlerin %29.5, "üç sene sonra" diyenlerin %16.5 ve "kendimizi hazır hissettiğimizde" diyenlerin %15.5 oranında olduğu belirlendi. Bu verilere göre adayların çoğunluğu bir sene sonra çocuk sahibi olmayı tercih etmektedirler. Adayların yaşı ile çocuk sahibi ne zaman olunmalı sorusuna verilen cevapların dağılımına bakıldığında; 20-24 yaş grubundakilerden bir sene sonra diyenlerin(n=24) ve iki sene sonra diyenlerin(n=27) çoğunlukta olduğu b e l i r l e n d i . 25-29 yaş grubundakilerden bir sene sonra diyenlerin(n=27) ve iki sene sonra diyenlerin(n=23) çoğunlukta olduğu belirlendi. İstatistiksel olarak sonuç anlamlı bulunmamıştır (x_ = 7.009 ; p > 0.5). Erken yaşlarda çocuk sahibi olmanın, yüksek riskli gebeliklere yol açacağı bilinmektedir. Bu bilgi paralelinde çalışmada yer alan 15-19 yaş grubunun tamamı ilk aylarda çocuk sahibi olmak istemediklerini belirtmişlerdir.

Adayların cinsiyeti ile çocuk sahibi ne zaman olunmalı sorusuna verilen cevapların dağılımına bakıldığında; kadınların %31 'i bir sene sonra, %29'u iki sene sonra, %19'u üç sene sonra, % 15'i herhangi bir süre vermeden hazır olunduğunda ve %6'sı evliliğin ilk aylarında diye ifade etmişlerdir. Günümüzde kadının ev dışındaki yaşantısının artması, kontraseptif yöntemler ile fertilizasyonun kontrol altına alınabilmesi, evliliğin ilk aylarını, yıllarını birbirlerine uyum göstermeye ayırmaları nedeniyle çocuk sahibi olmayı ertelemektedirler. Böylece sağlıklı ailelerin sayısı artarak, parçalanmış ailelerin sayısının azalabileceği düşünülebilir. Bu süreç Macluer'in dört aşamalı sürecine de uymaktadır. Erkeklerin %31'i bir sene sonra, %30'u iki sene sonra, %14'ü üç sene sonra, % 16'sı herhangi bir süre vermeden hazır olunduğunda ve %9'u evliliğin ilk aylarında diye ifade etmişlerdir. İstatistiksel olarak sonuç anlamlı bulunmamıştır (x_= 1.406; p>0.5). Adayların eğitim düzeyi ile çocuk sahibi olma zamanı arasındaki ilişkiye bakıldığında; lise düzeyinde olan adayların 23'ü iki sene sonra, 22'si bir sene sonra, 18'i üç sene sonra diye cevaplarken; üniversite/yüksekokul düzeyinde olanların 18'i iki sene sonra, 18'i zaman belirtmeden hazır olunduğunda, 14'ü bir sene sonra ve 12'si üç sene sonra diye cevaplamışlardır. İ l k o k u l m e z u n l a r ı n ı n çoğunluğu(n=15) bir sene sonra şeklinde cevap vermişlerdir. Sonuç istatistiksel olarak lise düzeyinde olanlar açısından anlamlı bulunmuştur( x_ = 24.560 ; p < 0.01). Adayların mesleklerine bakıldığında; tüm mesleklerde, evliliğin ilk aylarında, çocuk sahibi olunması pek tercih edilmezken; ev hanımları(n=21), serbest çalışanlar(n=15) ve memurlar(=10) bir sene sonrayı tercih etmektedirler. Friedman ailenin beş önemli fonksiyonunu tanımlamıştır. Bunlar; duygusal, sosyalizasyon, üreme, ekonomik ve sağlık bakım fonksiyonlarıdır. Ashwill ve Draske (1997). 1978 yılında WHO bu fonksiyonları; biyolojik, ekonomik, eğitim, psikolojik ve sosyo-kültürel olarak beş başlık altında tanımlamıştır. Lowdermik-Perry ve Bobak(1997). Ailenin belirtilen bu fonksiyonları hemen hemen her toplumda geçerlidir. Ailenin bu fonksiyonları paralelinde çalışmaya katılan adayların anne-baba olma nedenlerinin dağılımı tablo 2'de verilmektedir.


Tablo 2: Adayların Anne-Baba Olma Hakkında Düşünceleri

Anne-Baba Olma Hakkında Düşünceleri

Kadın

Erkek

Evet

Hayır

Evet

Hayır

Evliliği Sürdürmek

6.0

94.0

4.0

Neslin devamını sağlamak

16.0

84.0

Ekonomik güvence ve işte yardımcı edinmek

6.0

Çocuk yetiştirmek, annelik/ babalık duygusunu tatmak Diğer(miras bırakmak, aileye hareketlilik getirmesi)

Toplam

96.0

Evet % 5.0

Hayır % 95.0

38.0

62.0

27.0

73.0

94.0

3.0

97.0

4.5

95.5

91.0

9.0

86.0

14.0

88.5

11.5

5.0

95.0

6.0

94.0

5.5

94.5

* Adaylar birden fazla değişkeni işaretlemişlerdir. Tabo 2 'de görüldüğü gibi adayların anne-baba olma hakkında düşüncelerinin dağılımı araştırıldığında; eş adaylarının %88.5'i anne-baba olmayı "çocuk yetiştirmek, annelik/babalık duygusunu tatmak" olarak belirtilmişlerdir. Ailenin fonksiyonları ile paralellik gösteren çocuk yetiştirmek, annelik/babalık duygusunu tatmak kadın ve erkeğin aile kurma sürecinde etkili olan gereksinimlerden olan; anne ve baba olma isteğinin, çalışmada yoğun olarak hissedildiği saptanmıştır. Bu sonucun oldukça yüksek olması adayların kuracakları ailede kendilerinden beklenen bu fonksiyonların farkında olduklarını ve bunu istediklerini göstermektedir. Bu ifade ile adayların yaşı arasındaki ilişki, istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur(x_ = 13.711; p<0.05). Bu ifade ile cinsiyet arasındaki ilişkiye bakıldığında; %91'inin kadın, %86'sının erkek olduğu ve memur(n=53) , ev hanımı(n=46), serbest (n=40) ve vasıflı işçi(n=28) olarak çalıştıkları belirlendi. Anne-baba olmayı "neslin devamını sağlamak" olarak gören adayların dağılımına bakıldığında; adayların %27.0 'si anne-baba olmayı "neslin devamını sağlamak" olarak belirtmişlerdir. Ailenin en önemli

fonksiyonlarından biri, biyolojik fonksiyonu yada çoğalma fonksiyonudur. Çocuk sahibi olma, kadının anne, erkeğin baba olma isteği, neslin devamı, baba soyadının sürdürülmesi, ailenin sahip olduğu malların çocuklarına geçmesi, eşlerin cinsel gereksinimlerini karşılama, yaşlılıkta çocukların sosyal, ekonomik, duygusal olarak güvence olarak görülmesi ve toplumlarda nüfusun oluşumu gibi etkenler sayılabilir. Altun(1994). Bu ifade ile adayların yaşı arasındaki ilişkiye bakıldığında; çoğunluğunun 20-24 (n=11) ve 2529(n=13) yaş grubunda olduğu ve erkeklerin %21.0 'inin bu ifadeyi işaretledikleri, bu nedenle sonuç; erkekler lehine istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur( x_ = 12.278 p < 0.05). Adayların eğitim düzeylerine bakıldığında; çoğunluğunun lise (n=20), üniversite(n=17) ve ortaokul(n=12) düzeyinde eğitim aldıkları belirlenmiştir. Anne-baba olmayı "evliliği sürdürmek" olarak belirten adayların %5.0 düzeyinde olduğu belirlenmiştir. Macluer ailenin dört aşamalı bir süreç geçirdiğini belirtmiştir. Bu süreçlerden ilki evliliğe hazırlık aşamasıdır. Altun(1994), Çiğdem ve Dikeçligil(1990). Çalışmanın, evliliğin ilk sürecindeki adaylar üzerinde


yapılması nedeniyle, ifadenin düşük oranda tercih edildiği düşünülmektedir. Eğer evliliğin üçüncü süreci olan çocuk yetiştirme devresinde bu çalışma yapılsaydı, sonucun daha yüksek oranda olacağı düşünülmektedir. Ailenin çoğalma fonksiyonunda etkili olan diğer bir nokta da yaşlılıkta çocukların sosyal, ekonomik, duygusal açıdan güvence olarak görülmesidir. Çalışmada, adayların %4.5 anne-baba olmayı "ekonomik güvence ve işte yardımcı edinmek" olarak belirtmişlerdir. Bu sonuç, toplumdaki sosyoekonomik değişikliklerin aile yapısına yansımasını göstermesi, çalışma bölgesinin kentsel ve gelişmiş bölge olması nedeni ile; çocuğun ekonomik güç olmaktan çıkarak psikolojik değerinin, bakımının, yetiştirilmesinin ve eğitiminin ön planda olduğunu gösteren bir bulgu olarak değerlendirilmiştir. SONUÇ Toplumu oluşturan en küçük birim olan ailenin oluşumunu ve sağlıklı bir şekilde sürdürülmesini etkileyen faktörler vardır. Bu faktörlerden biri, temel eğitim düzeyinin yükselmesidir. Bu açıdan bakılırsa çalışma grubumuzu oluşturan eş adaylarının çoğunluğunun eğitimi lise ve üniversite (% 72.5) düzeyindedir. Ülkemizdeki eğitim düzeyinin de yükselmesi önemli bir gelişme olarak düşünülse de bölgesel farklılıkların hala devam etmesi önemli bir sorundur. Temel eğitim düzeyinin yükselmesi yanında, kadın ve erkeğin işlevlerini yapabilmesi için birçok alanda bilgi birikimine sahip olması gerekir. Özellikle kadın ve erkek sağlığı, çocuk sağlığı, çocuğun sosyalizasyonundaki sorumlulukları, sağlıklı aile ilişkileri ve cinsel yaşamdır. Bu konular yanında gençlerin, eş adaylarının ve anne-babaların gereksinimleri doğrultusunda eğitim programları planlanmalı ve yürütülmelidir. Bunun benzeri programlar birçok ülkede ve ülkemizde aile ve evlilik danışma programları olarak yürütülmektedir. Ancak tüm ülke geneline yaygınlaştırılarak etkin bir şekilde yürütülmelidir. Ayrıca bu programların, farklı disiplin alanlarında ve alanında uzman(örneğin; aile ilişkileri eğiticileri, evlilik ve aile terapistleri, kadın, erkek ve çocuk hastalıklarında uzman doktorlar, psikologlar, hemşireler, ebeler) kişiler tarafından verilmesi gereklidir. Sağlıklı aile ve sağlıklı toplumlar için önemli olan faktörlerden diğeri karı-koca adaylarının yaşıdır. Toplumu oluşturan en küçük birim olan aileyi kuracak olan kadın ve erkeğin, böyle önemli ve sürekliliği

istenen birlikteliğe karar verirken ve başlarken yeterli olgunluk düzeyinde olmalarıdır. Yeterli olgunluk düzeyinden anlatılmak istenen; kendisini tanıyan, otonomisini kazanmış, evleneceği kişiyi kendisinin seçebileceği ve karar verebileceği düzeydir. Çalışma sonucunda da görüldüğü gibi evlilik hazırlığı aşamasındaki kadın ve erkeklerin %82 'sinin yaşı 2029 arasında iken sadece %7.5 'i 15-19 yaş olan gençlik dönemi içindedir. Karı-koca adaylarının evlilik tanımları / amaçları, kadının doğasında olan "çocuk doğurmak / çocuk sahibi olmak " dışında benzerlik göstermesi, evlilik kurumunu oluşturanların beklentilerinin de aynı yönde olduğunu göstermektedir. Bu da birlikteliğin sürdürülmesinde önemli bir faktördür. Adayların çoğunluğunun, evlilikten bir ya da iki sene sonra çocuk sahibi olma isteği (%60.5), kadın ve erkeğin birbirlerini daha iyi tanımaları ve ilişkilerini güçlendirmeleri açısından önemli bir faktördür. Çünkü ailenin yeni üyesi olan çocuk, birbirlerini daha iyi tanıyan ve ilişkileri güçlü olan sağlıklı bir aile ortamında yetişecektir. Adayların %88.5 'i anne-baba olmayı "çocuk yetiştirmek, annelik / babalık duygusunu tatmak" olarak ifade etmişlerdir. Toplum ve kanunlar, evlilik ile birlikte kadın ve erkeği karı-koca olarak adlandırırken, bunu takip eden zaman içinde ise, anne-baba olarak adlandırma yada görme beklentisi içine girmektedir. Çalışma sonucu da bu beklentiyi desteklemektedir.

KAYNAKLAR Altun, E. (1994). Sağlıklı toplumlar için sağlıklı aileler. Aile. C.Ü.Hemşirelik Yüksekokulu International-Nurses' Day, Sivas, Rektörlük Basımevi, s.15-22. Ashvvill, J.W.,Droske, S.C.(1997). Nursing care of children: principles and practice. Philadelphia, W.B.Saunders Company, s.374. Benokraitis, N.,V(1993). Marriages and families changes, choices, and constraints. New Jersey, Prentice Hail, s.322. Berkiten, A.(1999). Babaların gebelik, doğum ve sonu sürecine katılımlarının eşler açısından değerlendirilmesi. İstanbul, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, M.Ü. Sağlık Bilimleri Enstitüsü, s.73. Çiğdem, A., Dikeçligil, B. (1990). Aile ve aile tipleri üzerine bir inceleme; aile yazıları temel kavramlar yapı ve tarihi süreç, s.206-207.


Doğan, İ.(1998). Sosyoloji kavramlar ve sorunlar. İkinci Basım, İstanbul, Sistem Yayıncılık, s.192-241. Erkal, M.E.(1998). Sosyoloji(Toplumbilim). 9. Basım, İstanbul, Der Yayınları, s.97-111. Güngörmüş, O. (1998). Baba-Çocuk İlişkisi. Ana-baba okulu. Basım, İstanbul, Remzi Kitapevi, s.246. İçli, G. (1994). Ailede değer sistemi ve çocuk yetiştirme. Sağlıklı toplumlar için sağlıklı aileler. C.Ü.Hemşirelik Yüksekokulu International-Nurses' Day, Sivas, Rektörlük Basımevi, s.45-47. Lowdermik, D.L.Perry, S.E.,Bobak,l,M.(1997). Maternity & women' health care. Sixth Edition, St. Louis, Missouri, Mosby-Year Book.lnc, s.19-23. Novak, J.C.Betty, L.B.(1999). lngalls& Salerno's Maternal and child health nursing. Ninth Edition, St. Louis, Missouri, Mosby-Year Book.lnc. s.31. Özbay, F. (1998). Türkiye'de aile ve hane yapısı: dün, bugün, yarın. 75. yılda kadınlar ve erkekler. İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları.

Özkalp, E.(1990). Sosyolojiye giriş. 4. Baskı, Ankara, A.Ü. Eğitim, Sağlık ve Bilimsel Araştırma Çalışmaları Vakfı Yayınları, s.97-133. Özuğurlu, K.(1998). Karı Koca İlişkilerinden Doğan Sorunlar. Ana-baba okulu. Yedinci Basım, İstanbul, Remzi Kitabevi, s.201-217. Stanhope, M. S., Lancaster, J.(1996). Community health nursing. Fourth Edition, St. Louise, MissourkMosbyYear.lnc, s.452-468, 475 -480,500. T.C. Başbakanlık Kadın ve Sosyal Hizmetler Müsteşarlığı.(1994). Uluslararası aile yılı özel ihtisas komisyon raporları. Ankara, Kılıçaslan Matbaacılık Sanayi Ltd. Şti., s.18-20, 95-99, 106-107. DİE(1997). Kadın İstatistikleri ve Göstergeleri:On line, http://www.die.gov.tr/TURKISH/ ISTATIS/Esg2/fhtm DİE(1998). Hane Halkı İşgücü İstatistikleri.


Aile içi şiddet

GülserenÜNAL

Özet Aile içi şiddet her yaşta, toplumda, eğitim düzeyinde ve sosyoekonomik grupta meydana gelen yaygın bir problemdir. Bu problem birbirine bağımlı ya da bağımsız şekilde aynı ev içerinde varolur.Şiddet ve şiddetin yarattığı korku normal aile fonksiyonları üzerinde yıkıcı etki yapar. Ev içerinde yaşanan şiddet özellikle kadını ve çocuğu etkiler. Ev içi şiddetle birlikte yaşama; tüm aile üyelerinde fiziksel ve emosyonel hasara neden olur. Bu makale, aile içinde ve toplumsal alandaki şiddete bir bakış açısı sağlar.Aileye yönelik şiddeti, şiddetin fiziksel,kognitif etkilerini ve aile dinamiklerini kapsayan çalışmalardan örnekler verilmiştir ve aile üyelerine yönelik şiddet kavramının tanımlanması ve toplumdaki yeri değerlendirilmiştir Klinik ve halk sağlığı servislerini içeren sağlık sektörü kötüye kullanılan kadın ve çocuğun tanılanması ve destek olunması açısından önemli bir rol oynaması beklenilmektedir.Bu bağlamda; aileye ve topluma rehberlik etme ve destek olmada, şiddeti önleme ve gençlere adaptif ve şiddet içermeyen problem çözme yöntemlerini öğretmeyi içeren girişimlere ihtiyaç duyulmaktadır. Anahtar Kelimeler: şiddet, çocuğa yönelik şiddet, aile içi şiddet

Öğr. Gör. Ege. Üni. Atatürk Sağlık Hizmetleri MYO

Summary

Family violence is a widespread problem that occurs among ali ages, society, educational backgrounds and socioeconomic groups. These problems can exist independently or in combination in the same household. Violence and the threat of violence at home creates fear and can destroy normal family functioning. Violence in the home also affects specially vvomen and child. Living with domestic violence can cause physical and emotional harm to ali family members. This article provides an overvievv of the subject of intimate violence in family and social area. Publication about violence aganist family member and emotional, cognitive-physical effects and family dinamics of violence are revievved and the concept of the violence aganist family member and social trend to this concept are evaluated. The health sector, including clinical and public health services, is expected to play important roles in identifying and supporting abused vvomen and child in Turkey. İn this respect; vvith the support and guidance of families and communitiesjnterventions are needed to prevent violence and teach youth to approcach conflict using adaptive and nonviolent problem-solving skills Key vvords: violence,child violence, family violence


GİRİŞ: Kişilerin beslenme ve bakım gereksinimlerini karşılayan, güven duygusu veren, beden ve akıl sağlığını koruyan ve geliştiren bir birim olması gereken aile, çoğu kez, her çeşit şiddetin beslendiği ve uygulandığı tek odak olmaktadır. Aile dışında gerçekleşen şiddet için toplum sorumlu tutulurken, aile içinde oluşan şiddet gizli kalmakta, özel hayat olarak kabul edilmekte, çoğu kez de olağan ve yasal olarak karşılanmaktadır*2'12). Dünyanın her yerinde aile içi şiddet genellikle özel hayatın mahremiyet alanında görülen son derece hassas bir konudur. Aile içi şiddet aile üyelerinden biri tarafından aynı ailedeki bir diğer üyenin yaşamını, fizik veya psikolojik bütünlüğü veya bağımsızlığını tehlikeye sokan, kişiliğine veya kişilik gelişimine ciddi boyutlarda zarar veren eylem veya ihmaldir(1,3). Dünya Sağlık Örgütü travma ve şiddeti şöyle tanımlamaktadır:" Kişinin kendisine, bir başkasına veya bir gruba karşı, yaralanma, ölüm, psikolojik zarar, azgelişmişlik veya yoksunlukla sonuçlanan (veya sonuçlanma ihtimali yüksek olan) kasıtlı kuvvet kullanımı veya kuvvet kullanma tehdididir. Şiddet bireysel, bireyler arası, aile ve toplum düzeylerinde pek çok faktöre bağlı olarak ortaya çıkabilir"(22) Şiddetin yalnızca karşıdakine bilinçli ve fiziki olarak zarar vermek şeklinde değil, aynı zamanda istenç dışı, sözlü ve psikolojik baskı şeklinde geniş bir tanımlaması yapılabilir. Böyle bir tanım içerisinde şiddet özgürlüklerin ve hakların kısıtlanmasını da içeren bir davranış biçimi olarak algılanmaktadır t29'14'. Klinik araştırmalar, şiddet uygulayan kişiliklerin oluşmasında etkin olan sarsıcı (travmatik) unsurları, huzursuzlukların rolünü, parçalanmış ailelerin ve aile bunalımlarının önemini, kişilik bölünmesi ve paranoid kişilik oluşma süreçlerinin yerini vurgulamaktadırlar. Bu alanda Dicks'in Nazi Almanya'sı yenilgisinden sonra savaş suçlularının kişilikleri üzerinde yaptığı incelemeler, Fromm ve Bettelheim'in toplama kamplarındaki durum, mağduriyetin ve şiddete karşı direnişin ruh durumları konularındaki araştırmaları çok önem taşımaktadır. Psikanaliz; nefret, mazoşizm, sadizm, paranoyak veya içekapanık (şizoid) kişilik yapıları gibi içinde şiddet barındıran olguların derinlemesine incelenmesine olanak sağlamış ve klinik a ç ı k l a m a l a r ı n kavramsal t e m e l l e r i n i n yenilenebilmelerinde bu çalışmaların katkılarından yararlanılmıştır(15).

Günay ve arkadaşlarının(1999), ölümle sonuçlanmayan etkili eyleme taraf olan kişilere ait demografik verileri inceledikleri çalışmalarında şiddete maruz kalan kişilerin % 86.2 sinin, sanıkların % 97.3 ünün erkek olduğu ortaya çıkmıştır. Kadınlar daha çok kunt özellikli yaralanmaya maruz kalırken, erkekler daha çok penetran yaralanmalara maruz kalmıştır. Yaralanma olayları en fazla ilkbahar, en az kış mevsiminde olmuştur. En fazla yaralanma işyeri ve işle ilişkili yerlerde, 2.sırada açık mekanlarda, 3.sırada ev ve eklentilerinde, 4.sırada eğlence yerlerindedir. Mağdur ve sanıklarda en büyük grubu kırsal kökenli tarıma dayalı işlerde çalışan kişiler oluştururken, bunu kurumsal işlerde çalışmayan serbest meslek grubu izlemektedir. Olguların sadece % 6.3 ü tanımadığı kişiler tarafından yaralanırken, % 5.9 u eşleri,% 34.4 ü yakın ya da uzak akrabaları tarafından yaralanmıştır. Mağdurların % 28 i, sanıkların % 25.9 u göç yaşamıştır*15'. Şiddete maruz kalan kadın, şiddet kullanımı sonrasında, bunu yabancılardan gizler.Kadının şiddet görmekten kaynaklanan utanç duygusu veya daha fazla şiddete maruz kalabileceği korkusu önemli gizleme nedenleri arasında sayılabilir* 4 ' 10 ). Aile içerisinde şiddet davranışı genelde 5 alt grupta değerlendirilir. 1. Fiziksel şiddet: Dövme, tokatlama, tekmeleme, yakma gibi eylemlerin yer aldığı şiddet türüdür. 2. Cinsel şiddet: Seksüel motivasyona bağlı şiddet türüdür. 3. Duygusal istismar: Sevgi göstermeme, aşağılama, devamlı eleştirme, kıskançlık, reddetme gibi eylemlerin yer aldığı şiddet türüdür. 4. İhmal: Daha çok çocuklar ve yaşlıların maruz kaldığı istismar türüdür. Kişinin sosyal ve maddi ihtiyaçlarını gidermeme, bunları sağlamada ihmal göstermektir. 5. Ekonomik istismar: Ekonomik istismar özellikle yaşlıların maruz kaldığı istismar türüdür. Kişinin parasını yönetmek, şahsa ait paraya veya kazanç sağlanmasına izin vermemektir (9,10,17,32) • Aile İçi Şiddete Kuramsal Bakış: Psikopatoloji Kuramı: Şiddet uygulayan kişilerin %60-72 sinde alkol ve madde kötüye kullanımı gözlenirken, %85 inde antisosyal, borderline, edilgen-saldırganparanoid kişilik özellikleri, öfke denetiminde sorunlar.dürtü denetim bozuklukları gözlenmektedir


Ailesinde tekrarlı bir şekilde şiddet gören kişilerde depresyona daha fazla rastlanmaktadır.Şiddet davranışı sonucunda öfkenin bir şekilde bastırılması ile ortaya çıkan depresyon, bu kişilerde impulsif suisid girişimine neden olmaktadır(27). -Sosyal Öğrenme Kuramı-Şiddetin Aktarılması: Şiddet sorununun can alıcı noktalarından bir diğeri, kuşaktan kuşağa aktarılma özelliğidir. Aile içinde şiddete maruz kalan çocukların çoğu, büyüdüklerinde şiddet uygulayan eşlere ya da ana babalara dönüşmeseler de, şiddet uygulayan yetişkinlerin büyük bölümünde çocuklukta aile içi şiddete maruz kalma öyküsü saptanmıştır (Kaufman ve Zigler 1987). Kuşaktan kuşağa aktarılan, her zaman basitçe şiddetin kendisi değil, bu durumu çevreleyen duygusal atmosferdir. İçselleştirilen öfke, korku ve çökkünlük duyguları, kişinin tutum ve davranışlarını yaşam boyu etkileyebilmektedir. Şiddet ve ihmal sonucu oluşan intrapsişik yapı, çoğu kez yine çeşitli biçimleriyle şiddeti doğuran bir saldırganlık kaynağıdır'36). Çocukta şiddet davranışının ilk belirtileri umursamazlık şeklinde kendini göstermektedir. Çocuk arkadaşına, kardeşine, hayvanlara karşı zalimce davranır fakat sonuçlarından dolayı acı çekmez. Zaman geçtikçe çocuk kendini diğer arkadaşlarından uzaklaştırır ve sosyal ilişkilerini sınırlandırır. Ergenlik döneminde davranışlarına sınırlandırma getirilmek istendiğinde şiddet davranışının uygulayıcısı haline dönüşür (13,25,36) Son yıllarda, aile içi şiddet uygulayanların büyük bölümünün, kendisi doğrudan şiddet gören çocuklar değil, ana babaları arasında şiddete tanık olan çocuklar arasından çıktığı düşünülmektedir. Çocuk için özdeşim nesnesi olan biri, aile içinden bir başkasına, yineleyici biçimde şiddet uyguluyorsa, çocuğun saldırganla özdeşimi, doğrudan şiddete maruz kalan çocuğun özdeşiminden daha kolay olabilmektedir. Aile içinde erkek çocuk öğrendiği şiddeti ileride eşine veya çocuklarına uygulayabilmekte, kız çocuk ise baba evinde gördüğü ve içselleştirdiği şiddeti eşi ile yaşadığında olağan karşılamaktadır. Aile içi şiddet ortamında yaşayan kız çocuk için şiddet olgusu katlanılması gereken cinsiyet rolünün bir parçası olarak kabul edilmektedir(10,17,36) -Kaynak Kuramı: Aile içinde şiddet kullanımı zaman zaman güç faktörü ile de ilişkilendirilmektedir. Ev ortamında erkek, ekonomik ve sosyal açıdan kendisini güçlü hissediyorsa şiddet uygulamamaktadır. Tam

tersine, eşler arasındaki statü farkı kadının lehine ise erkek evde şiddet uygulayıcısı olabilmektedir(17). Çevresel faktörlerden ekonomik stres, iş stresi, işsizlik aile içinde erkek eşin kendini güçsüz hissetmesine yol açmakta ve şiddet davranışı göstermesine neden olmaktadır*5'14). -Değişim Kuramı: Aile içi şiddet kullanımında faydamaliyet ilişkisi olduğu savunulmaktadır. Şiddet kullanımının maliyeti faydadan daha ağır basıyorsa şiddet oluşmamaktadır. Şiddetin yararı bir insan üzerinde güç kullanabilme, maliyeti ise şiddet kullanma sonunda oluşabilecek toplum dışına itilme, polis müdahalesi ve cezalandırmadır. Kişi bu sonuçlara katlanmayı göze alıyorsa kurbana uyguladığı şiddeti devam ettirmekte, eğer bunun toplumsal sonuçlarına katlanamıyorsa bu davranıştan vazgeçmektedir*17). Sosyal İzolasyon Kuramı:Çocuğa ve eşe yönelik şiddet uygulanan ailelerde daha fazla sosyal izolasyona rastlanmıştır. Kötüye kullanan tarafından kurbanın izolasyonu sağlanmakta, sosyal yada rekreasyonal aktivitelere katılmasına izin verilmemektedir*10). Kültür kuramı: Günümüzde şiddetin evrenselliği ve yaygınlığı, korkutucu boyutlara ulaşmıştır. Aile içinde başlayan şiddet.modern toplumlarda kapitalizminde etkisiyle topluma yayılıp meşrulaşırken; birçok toplumda kadına ve çocuğa yönelik ilkel, çağdışı uygulamalar, geleneksel kültürün öğeleri olarak devam etmektedir. Başlık parası, kadın sünneti, kadınların kapanmaya zorlanması, bekaret kontrolü gibi. Örneğin Hindistan'da, geleneklere göre yüksek miktarda drahoma ödenmesi gerektiği için kız çocukları, daha doğmadan aldırılmaktadır. Yine nüfus planlaması gereği her ailenin sahip olabileceği çocuk sayısının birle sınırlandığı Çin'de, yılda bir milyon kız çocuğu, doğar doğmaz öldürülmektedir. UNICEF raporuna göre, bu yolla "eksilen" kadın sayısı 40-50 milyon dolayındadır*8). Toplum düzeyinde, bütün dünyada yapılan çalışmalar kadına karşı şiddetin cinsiyet rollerinin katı bir şekilde tanımlandığı ve bunun için baskının yapıldığı ve erkekliğin sertlik, erkeklik gururu ya da egemen olma ile bağdaştırıldığı yerlerde en yaygın şekilde görüldüğünü ortaya koymuştur. İstismara zemin hazırlayan diğer kültürel normlar arasında kadınların ve çocukların fiziksel istismarına izin verme, kişiler arası uyuşmazlıkların çözümünde şiddeti bir araç olarak kabul etme ve erkeğin kadın üzerinde bir


"sahiplik" hakkı olduğunu kabul etme yer almaktadır (3,4) Aile içi şiddetin algılanması ve tanımlanması her zaman toplumun ve bireylerin kültürel değerleri üzerinde şekillenmektedir. Bu yüzden, şiddet kullanımı toplumun benimsediği ve meşru gördüğü bir amaç için gündeme geldiğinde, o davranışın şiddet olarak algılanıp tanımlanması da oldukça güç olmaktadır (Örneğin, çocuğun daha iyi eğitilmesi için birkaç tokatla cezalandırılması gibi)'29'19). Aile ve ilişkiler düzeyinde, kültürler arası çalışmalar; aile içinde servetin ve karar verme yetkisinin erkeğin kontrolünde olmasının ve eşler arasındaki uyuşmazlığın, istismarın kuvvetli bir nedeni olduğunu göstermektedir. Yaşanılan bölge düzeyinde, erkeğin şiddet göstermesini meşru kılan ve ona göz yuman erkek arkadaş grupları da işin içine katıldığında, kadının izolasyonu ve sosyal destekten yoksun olması büyük boyutlarda şiddet yaşanmasına zemin hazırlamaktadır'19). Bireyler arası dinamikler de aile içi şiddeti etkileyen faktörlerdendir. Bunlar; düşük düzeyde evlilik içi tatmin, bireylerin agressif hareketler sergilemesi, ideolojik, ırk ve din farklılıkları, bir eşin özellikle kadının mesleğinin diğerinden daha iyi olması, daha fazla gelirinin olması, iletişim kurma yoksunluğu (özellikle çocuk ve yaşlılarda), evliliğe duyulan aşırı bağımlılık ve her tür güçsüzlüktür). Aile içi şiddete maruz kalmış kişilerde genelde şu özelliklerin bulunduğu görülmektedir. Aile içinde belirgin bir pozisyonu vardır (en küçük ya da en büyük olma gibi). Aile içinde genelde her şeyin suçlusu görülme eğiliminde, günah keçisi pozisyonundadır. Şiddetin tekrarlandığı, şiddete tekrar tekrar maruz kaldığı saptanmıştır. Aile içi şiddete maruz kalanlar temelde kadınlar, çocuklar ve yaşlılardır'36'22). Kişinin mental ya da bedensel özürlü olması şiddet görme olasılığını arttırmaktadır(31,33). Mental handikaplı kişilerin yaşamlarındaki birkaç faktör onları şiddete karşı korunmasız kılar: 1.İzolasyon;Zihinsel retardasyon bu kişilerin sosyal ilişkiler kurmasını sınırlandırır. Yalnızlık ve terk edilme bu kişilerin seksüel ve fiziksel şiddete maruz kalmalarına yol açar. 2.Karar verme gücünde yetersizlik:Bu kişiler karar verme gücündeki handikap nedeni ile onların adına ev içinden bir başkası karar alır. Bu karar alan kişiye ek sorumluluk ve yük getirdiğinden şiddet davranışı

göstermesi olasılığını arttırır. 3.Benlik saygısında düşme:Bu kişiler düşük benlik saygıları nedeni ile daima onlara bakmakla yükümlü olan kişilere karşı bağımlı olarak yaşarlar.Çoğu zaman sosyal normlara uyum sağlamakta güçlük çekerler.Toplum tarafından dışlanırlar.Bu onların fiziksel ya da seksüel kötüye kullanılmalarına neden olmaktadır. 4.Finansal yetersizlikleri ve destek alabilecekleri güçlerden yoksun olmaları bu kişilerin şiddet görme olasılığını arttırmaktadır(2,27,31). • Kadına yönelik Şiddet: Aile içi şiddete, özellikle koca dayağına toplumsal ön yargılarla yaklaşan bakış açısı, şiddete maruz kalan kadını korumaktan çok eylemin varlığını ve sürekliliğini destekler niteliktedir. Cinsiyetçi rollerin şiddeti kabul edişleri, toplumsal normların sürekliliğinin bir sonucu olarak kabul edilebilir'5). Bu konuda temel bildirge sayılan "Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi" nde tanımlanan şiddet kavramı, "Birleşmiş Milletler Kadına Yönelik Şiddetin Yok Edilmesi Bildirisi'nde çok daha geniş bir tanıma kavuşmuştur. Bu bildiriye göre şiddet; cinsiyete dayalı ve kadınlarda fiziksel, cinsel, psikolojik herhangi bir zarar ve üzüntü sonucunu doğurmaya yönelik özel yaşamda veya kamu yaşamında gerçekleşebilen her türlü davranış, tehdit, baskı ve özgürlüğün keyfi biçimde engellenmesidir. Bu tanıma göre kadına yönelik şiddet hayatın iki farklı alanında yer alır: kamusal alan ve özel alan. Kamusal alanda şiddet, okulda, işte, sokakta ve yaşamın her noktasında ve savaşta yaşananları içerir. Özel alanda şiddet, aile içinde fiziksel, psikolojik, duygusal, ekonomik, cinsel ve sözel şiddet olarak kendini gösterir'2' 7). Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nün araştırmasına göre, kadınlar, şiddeti çoğunlukla eşi, erkek arkadaşı ya da diğer aile bireylerinden görmektedir. Gecekondu mahallelerinde yaşayan kadınları kapsayan araştırmada, kadınların yüzde 97'sinin aile içi şiddete maruz kaldığı belirlenirken, ailelerin yüzde 34'ünde fiziksel, yüzde 53'ünde ise sözlü şiddet olduğu ortaya çıkmıştır.Kadınlar, hukuki alanda birçok haklarını elde etmiş olmalarına rağmen, hala eşlerine itaat etmedikleri gerekçesiyle dayak yemekte, eşlerinin tecavüzüne uğramaktadırlar. Türkiye'de erkeklerin yüzde 45'i,


kadının kendisine itaat etmemesi halinde "dövme hakkı" bulunduğuna inanırken, yüzde 23'ü de eşine "tecavüz etmektedir". Araştırma, son 1 yılda karısını döven erkeklerin sayısının 1 milyonu aştığını göstermektedir'22). Rıttersberger-Tılıç m aile içi şiddet üzerine yaptığı çalışmada aileler içerisinde kullanılan şiddet türlerinden, bağırma ve azarlamanın ebeveynler ve çocuklar arasında en çok kullanılan şiddet biçimi olduğunu ortaya çıkmıştır. Çocuklara yönelik şiddet türleri arasında baskıcı ve sözel şiddet türlerinin (harçlık kesme, ev hapsi, TV yasaklamak, dayak, bağırmak gibi) öne çıktığı görülmektedir. Eşler arasında en yaygın olan şiddet türü yüksek sesle bağırmak şeklinde belirtilmiştir. Şiddet türü olan dayak eşler arasında (kocadan karıya) %19, çocuklara yönelik olarak da % 21.2 oranında kullanılmaktadır'26). Sonuç olarak ; ailede başta çocukların, daha sonra da kadınların şiddete maruz kaldıkları ve bu şiddet kullanımının da pek çok kez meşrulaştırıldığı gözlenmektedir. Bu durumun toplumun genelinde hakim olan güç ilişkilerinin bir yansıması olduğu söylenebilir. Aile içi şiddet kullanımı da kendi nedenlerini büyük ölçüde bir güç ilişkisi temelinde şekillenen genel toplumsal şiddetten alır. Örneğin Türkiye de 'Kadınların uygunsuz davranışları' şiddet kullanım nedeni olarak tanımlanmıştır. Erkekler kendilerine karşı saygılı davranılması gibi bir beklenti içindedirler ve saygısızlıkla karşılaştıklarında şiddet kullanımını kazanılmış hak olarak görmektedirler'7). Ayrıca Aile içerisinde koca, kendisini, gücün ve iktidarın sahibi olarak görür. Karısını ve çocukları ise kendine bağımlı varlıklar hatta, bir anlamda üzerlerinde her türlü tasarrufta bulunabileceği kendi mülkü olarak görür. Türkiye de namus ve benzeri kavramların büyük ölçüde bu anlayış üzerinde şekillendiği ortaya çıkmaktadır. Koca, erkek egemen toplumun genelindeki anlayışa paralel olarak, belli davranış normları oluşturup bir namus çerçevesi çizmekte, kadının ve çocukların bu çerçevenin dışında çıkmalarını hoş görmemektedir.Bu temelde şiddetin kullanımını da meşrulaştırmaktadır.Kadınlar ise çoğunlukla bu güç ilişkisini kabul ederek, bir anlamda şiddetin yeniden üretilmesine yardımcı olmaktadırlar'4'6.7.17). Ankara da 1994-1995 yılları arasında yapılan, Aile içi şiddet nedenin araştırıldığı bir çalışmada; namus kavramının açılabilmesi ve insanların namusu nasıl algıladıklarının saptanabilmesi için, görüşülen kişilere

"namustan ne anlıyorsunuz" sorusu yöneltildiğinde "Namus en önemli şeydir, onun için ölünür, öldürülür" gibi değerlendirmeler yapılmıştır. Namus kavramının daha çok kadınla ilintili olduğu ve kadının namusunun ailenin namusu olarak algılandığı görülmüştür'34). Kadın, şiddetle ilk kez karşılaştığı anlarda şaşkın ve şoka girmiş bir durumdadır ve şiddetin varlığını kabul etmez. Bunu bir anlık geçici bir kızgınlığın sonucu olarak görür ve devamının olabileceğini düşünmez. Şiddetin varlığını ancak, olayın sürmesiyle birlikte açıklama ya da yardım isteme durumuna geldiğinde kabul eder. Kendi başına bir sorumluluk almanın, aile içi karar vermenin ona uygun olmadığı öğretilen kadının, içselleştirdiği şiddeti tanımadaki engelleri şu şekilde olmaktadır'17': ■ Şiddetin olağanlaştırılması, ■ şiddete kör kalınması, • hep yarın yakında duracak beklentisi, • ben nasılsa durdurmayı beceremem , • çaresizlik yargısı, • şiddetin kesik kesik gelmesi -ara verilen devrede yoksayılmasıdır. Şiddetin devam etmesi ile birlikte, aile içinde şiddete maruz kalan kadınlar, uygulanan bu şiddet karşısında çözümsüz kalmakta, şiddetten utanmakta, psikolojik ve fiziki olarak ağır bir şekilde yıpranarak, şiddetin izlerini yaşamları boyunca taşımaktadırlar. Aile içi fiziksel şiddete uğradığı için yasal yollara başvurmak isteyen bir kadın hiçbir psikolojik destek bulamadığı ve bilgi kaynaklarına ulaşamadığı için söz konusu başvuruyu gerçekleştirememektedir(11). Şiddet sonrasında kadında oluşan suçluluk, kendisinden öç alınacağı korkusu, ayrılma anksiyetesinin alevlenmesi ve narsisistik bütünlüğe tehdit, yetişkinlikte yaşanan şiddete verilen yanıtın psikolojik belirleyicilerinden bazılarıdır ve örselenmeye daha sonra verilen yanıtlara katkıda bulunurlar. Örselenmeden sonra sıklıkla görülen suçluluk duygusu, beklenmedik bilinçdışı saldırgan dürtülerin ortaya çıkmasıyla bağlantılı olabilir. Bu saldırgan dürtülerin harekete geçmesi ile özgüvende azalma arasında bir bağlantı olabilir. Çünkü bu dürtüler, üstbenlik beklentilerinin çiğnenmesine yol açmaktadır.(8,25,36). Özgüvenin korunması ya da kaybı, kişinin örselenmeye yanıtında önemli bir öğedir. Bilindiği gibi, özgüven, intrapsişik-gelişimsel süreçler ile başarı ya da


başarısızlık olarak algılanan yaşam olayları arasındaki karmaşık bir ilişki tarafından belirlenir. Başarı ya da başarısızlık yargısı, bireyin içselleştirilmiş ego ideali hedefleri ve standartları ile ilgilidir. Kişinin, bir örselenmeyle baş etme ya da edememe algısı, örselenmenin çözümünün gidişini değiştirebilir. Ayrıca özgüveni ve gelecekte örselenmelere yanıt verme yetisini etkileyebilir. Başarılı bir yanıt özgüveni arttırırken, etkisiz bir yanıt özgüveni zedeleyebilir(36)'. Öte yandan, bazı yetişkinler için, kendini suçlama ve özgüven eksikliği, güncel olarak içinde yaşamakta olduğu örseleyici durumdan ziyade, geçmişteki örselenmeden kaynaklanıyor olabilir. Bireyin nasıl davrandığından bağımsız olarak ortaya çıkan bazı tehditler, bilinçdışı olarak bazı çocukluk yaşantıları gibi algılanabilir. Giyim tarzından, yemeğin lezzetine kadar her türlü gerekçenin kadına yönelik şiddete yol açtığı ve kadının buna karşı çıkamadığı durumları buna örnek olarak göstermek olasıdır. Burada bir çeşit bilinçdışı zaman kayması söz konusudur. Şiddete uğrayan birey, kendisini, "kötü" davranışları yüzünden ana babası tarafından cezalandırılma tehditi altındaki çocuk gibi hissetmektedir. Maruz kaldığı bu tehditler sonucunda, çocuk cezaya gerekçe hazırlamamak için, daha fazla kışkırtıcı davranışlarda bulunmamak üzere, kızgınlığını ve saldırganlığını kontrol etmeye çalışır. Yetişkinlik yaşamında, kötüye kullanıma hedef olan birey, benzer bir tepki gösterebilir. Ancak çoğu kez bu tepki uygunsuz olmakta ve kendini korumaya yetecek gücü olduğu halde, bireyin sinmesine ve durumu çaresizce kabullenmesine yol açmaktadır(15,34,36). Kadınların %25-63'ü gebelik dönemlerinde de dayak yemektedir. Buna çocuğun fiziksel istismarının başlangıcı olarak bakılmaktadır. Rutin perinatal izlemde hipertansiyon, diabet, beslenme yetersizliği gibi risk etkenlerine karşı önlemler alınırken spontan abortus, plasentanın erken ayrılması, ölü ve erken doğuma yol açabilen fiziksel istismara karşı hiç bir önlem alınmamaktadıK(5) Ayrancı ve arkadaşlarının (2002) kadınların hamilelik esnasında aile içi şiddetini araştırdıkları çalışmalarında; görüşülen ve hamilelik öyküsü olan 154 kadının 110 (%71.4) u hamilelik sırasında eşi tarafından fiziksel, cinsel, ruhsal/sözel şiddet türlerinden birine ya da daha fazlasına maruz kaldığını belirtmiş olup sırasıyla ruhsal/sözel şiddet oranı % 99.1 (109 kişi), fiziksel şiddet oranı % 36.4 (40 kişi) ve cinsel

şiddet oranı ise % 5.4 (6kişi)tür. Öte yandan, şiddete uğrayan kadınların yüzde 88.1'inde şiddetin ilk kez birinci hamilelikle başladığı da ortaya çıkmıştır'6). Ridley ve arkadaşlarının aile içinde uygulanan şiddet üzerine yaptıkları çalışma ise, kadınların da zaman zaman şiddet davranışına yöneldiklerini ortaya koymuştur. Kadınların problem çözme güçlüğü yaşamalarının ardından ve çeşitli emosyonel travmalarla birlikte şiddet davranışı gösterdikleri anlaşılmıştır. Kadın daha çok şiddeti sözel saldırganlık şeklinde gösterirken erkek şiddeti fiziksel saldırganlık şeklinde ifade etmektedir'24). O Campo ve arkadaşlarının (2002) Baltimore da yaptıkları bir çalışmada aile içinde kendine yada çocuğuna yönelik şiddet gören kadınların %20 sinin şiddet davranışı sırasında kendilerini koruyamadıklarını göstermiştir. Eğitim ve iş olanaklarının sağlanmasıyla birlikte kadınların istismarcı eşten ayrılabildikleri ortaya çıkmıştır (20). • Çocuğa Yönelik Şiddet: Aile içindeki şiddete görsel ya da işitsel olarak tanık olan çocuklara "sessiz", "unutulmuş" ya da "görünmez" kurbanlar adı verilmektedir. Bu çocuklar son yıllarda duygusal kötüye kullanılma kategorisi içinde düşünülmektedir. Doğrudan şiddete maruz kalmasalar da, bu çocuklar diğer kötüye kullanılmış ya da ihmal edilmiş çocuklarla aynı türden b e l i r t i l e r i göstermektedirler (14,32,28). Tajima nın (2000) yaptığı çalışmada annenin şiddete maruz kalmasının çocuğun fiziksel şiddet görmesi olasılığını arttırdığı ortaya çıkmıştır. Fiziksel şiddetin yaşanmadığı ailelerde ise;çocuk sözel şiddete maruz kalmıştır'30). Annenin şiddet gördüğü durumlarda, çocuğun örselenmesi, annenin dövülmesi bittikten sonra da sürmektedir. Bu çocuklar, yardıma gereksinimi olan, yaralanmış, berelenmiş bir annenin bakımını üstlenmek zorunda kalmaktadırlar. Bu, yalnızca bir fiziksel bakım üstlenme durumu ya da şiddet gören annenin, yeterli annelik yeteneklerini kaybetmesinden dolayı ihmale uğrama ile sınırlı değildir. Çalışmalar göstermektedir ki, dayak yiyen kadınlarda psikiyatrik bozukluklar, özellikle depresyon oranı yüksektir(28). Çocuklara yönelik şiddet kullanımında şiddetin nedeninin genellikle çocuk davranışı olduğu belirtilmekte, 'söz dinlememe' ve 'saygısızlık' gibi davranışlarla çocukların şiddeti adeta davet ettikleri


söylenmektedir. Ailede 'sevgisizlik', 'iletişim kopukluğu' gibi nedenler ve ebeveynde depresyon yada mental hastalık bunun arkasından sayılmakta, üçüncü sırada ise 'çocukların karşılanamayan yüksek istekleri nin şiddet nedeni olduğu söylenmektedir. Çocuklara yönelik şiddet genelde benimsenmese bile, eğitim amacıyla şiddet kullanımı büyük ölçüde meşru görülmektedir. Ebeveynlerin eğitimsizliği de çocuklara yönelik şiddetin temel nedenleri arasında sayılmaktadır. Yoksulluk ve ekonomik sıkıntı, çocuğa yönelik şiddette eşler arası şiddetin nedeninden çok daha önemli bir neden olarak sayılmaktadır. Aynı şekilde, çocuğa yönelik şiddet uygulamasında önemli bir etken de çocuğun doğal anne babasının yanında yetişmemesidir.(17,29,35) Çocuk, içinde bulunduğu ortamın havasındaki bu çökkünlük duygularını içselleştirmektedir. Ayrıca çökkün bir anneden psikolojik olarak ayrılmak ve bireyleşmek, çocuk için iki ayrı zorluk taşır. Birincisi, yeterli doyuma ulaşamayan çocuk, tam olarak ne beklediğini bilemeden anneye yapışır. İkincisi, çökkün bir anneyi kendi haline bırakıp da kendi yoluna gidemez, suçluluk duyar. Suçluluk duygusunun kaynaklarından biri, yeterli doyumu sağlamayarak çocuğu engelleyen anneye yönelik saldırganlıktır. Çocuğun, örselenmiş durumdaki anneye duyduğu saldırganlığı üstlenebilmesi çok zordur. Bu nedenle, çocuk yaşına ve gelişimine göre, bölerek, yadsıyarak, bastırarak ya da başka savunmalar aracılığıyla saldırganlığından kurtulmaya çalışacaktır. Ancak bunun bedeli büyüktür. Aile içi şiddetin "sessiz" tanığı olan çocuk, annesine annelik yapmak gereksinimi de duyar. Rollerin değiştiği bu çarpık ilişki, özerkliği sınırlandıran sağlıksız bir ilişkidir. İçselleştirilen bu ilişki biçimi, gelecekteki kötüye kullanılma ilişkilerindeki bağımlılığın temellerinden birini oluşturaHer çocuk babasını olumlu anlamda güçlü biri olarak görmek ve o şekilde özdeşim yapmak gereksinimi içindedir. Oysa şiddet uygulayan baba, çocuğun dünyasında güven ve sevgi kaynağı değil; korku kaynağı, öfke kaynağı, tutarsız, güvenilmez biri haline gelir. Anneye destek olan değil, onu aşağılayan, hor gören biridir. Çocuk için bir diğer güçlük, şiddet uygulayan baba imgesi ile ailenin bakımını üstlenen, çocuğa sevgi duyan baba imgesi arasındaki gidiş gelişlere, değişimlere uyum sağlama gÜÇİÜğÜ(21, 36,37). Kötüye kullanılmış olan bireylerde bir "enkapsülasyon süreci"nden söz edilmiştir. Bu süreç basitçe açıklamaya çalışılırsa: Saldırgan, çocuğun sessiz kalmasını ister ve çocuk da korkudan boyun eğer. Sonuç olarak, çocuğun psişik enerjisi burada tükenir ve olgunlaşma kesintiye uğrar. Üstbenlik gelişimi, çocuğun kendilik

duygusu, uyarılabilirlik (arousal) ya da inhibisyon yetileri, beden durumu hakkında farkındalık, kişisel güç duygusu, kendi kendini rahatlatma, kendini koruma üzerine yıkıcı etkiler ortaya çıkar (36). Çocuğa uygulanan aile içi şiddetin etkileri şu şekilde tanımlanabilir: Kısa süreli etkiler :Yaralanma, emosyonel hasarlar Uzun Süreli Etkiler :Kendini ihmal, kendine zarar verme .depresyon anksiyete ,panik atak, uyku bozuklukları, alkol-madde kullanımı,agresif kişilik yapısı,kronik ağrı yeme, bozuklukları, cinsel disfonksiyon,intihar eğilimidir!16'27.33). Aile içinde şiddet gören kurbana yaklaşımda en önemli unsur ise; kurbanın şiddet uygulayıcıdan uzaklaştırılmasıdır. Kişinin .çocukluktan itibaren şiddet siklusunda yaşaması, yıllar süren şiddet sonunda bireyin bunu hakettiği şeklinde düşünmeye başlaması, bireyin başka çıkış olmadığı sanısıyla, umutsuzca durumun değişmesini beklemesi, ayrılığı denediği taktirde şiddet uygulayıcısının yapacağı şeylerden çekinmesi.gidecek yerinin olmaması (para, çocukları kabul edecek yer, çocuklarının velayetini kaybetme), şiddeti kabul edilebilir gören kültürel/dinsel yapının içinde varolma, şiddet görme olasılığını arttırmaktadır(3) 10,26,37)

Dünya Sağlık Örgütü Şiddet davranışını önlemedeki yükümlülükleri şu şekilde sıralamıştır: 1. İIk olarak şiddet davranışının yaşandığı ailelerde şiddetin nedenleri ve olası risk faktörlerinin tanımlanması gereklidir. 2. Şiddet davranışını yaşayan olgulara acil tıbbi tedavi verilmeli ve sosyal destek ortamı yaratılmalıdır. 3. Şiddet olgularında polis desteği,sosyal servis elemanlarının katılımı sağlık çalışanlarının ortaklaşa oluşturdukları merkez yardımı ile işbirliği içerisinde çalışılmalıdır'13). Sonuç olarak, aile içi şiddet çok boyutlu bir sorundur. Ayrıca aynı aile içinde farklı türlerde şiddetin bir arada yaşandığına dair veriler giderek birikmektedir. Oysa son yıllara kadar eşe yönelik şiddeti, çocukların kötüye kullanılmasını, cinsel kötüye kullanılmayı bir bütün olarak ele almak bir yana, bunlar arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırmalara, üzerine eğilen politikalara ve sağaltım programlarına bile rastlamak pek olası değildi. Buna karşın, bir ailede bir türde şiddet yaşanıyorsa, genellikle bu diğer türlerde şiddetin de yaşandığına dair bir işaret olabilmektedir. Bu yönüyle bakıldığında, aile içi şiddetin tanınıp önlenmesinin gelecek kuşakların ruh sağlığı açısından çok önemli olduğu söylenebilir, genellikle bu diğer türlerde şiddetin de yaşandığına dair bir işaret olabilmektedir. Bu yönüyle bakıldığında, aile içi şiddetin tanınıp önlenmesinin gelecek kuşakların ruh sağlığı açısından çok önemli olduğu söylenebilir.


KAYNAKLAR 1 ........... Aile İçinde Şiddetin Sebep Ve Sonuç-ları 1994, Erişim adresi:Http://Aile.Gov.Tr/Arastirma12.Html. Erişim tarihi:15.7.2004 2............ Aile İçinde Ve Toplumsal Alanda Şiddet. 1997-1998 Erişim adresi:Http://www.Aile.Gov.Tr/Arastirma18.Htm . Erişim tarihi:15.7.2004 3. Aksoy E., Çetin G, İnanıcı M A. Aile İçi Şiddet. Erişim Adresi: Erişim tarihi:15.7.2004 4. Arat N.Türkiye de Kadın Olmak .Say Yayınları .İstanbul .1995 5. Avcı A. Aile İçi Şiddetin Sebep Ve Sonuçları,Eğitim Materyalleri. Erişim Adresi:. Erişim Tarihi:15.7.2004 6. Ayrancı Ü, Günay Y, Ünlüoğlu İ. Hamilelikte Aile İçi Şiddet: Birinci Basamak Sağlık Kurumuna Başvuran Kadınlar Arasında Bir Araştırma..Anadolu Psikiyatri Dergisi 2002; 3: 75-87 7. Aziz A. Toplumda Kadın-Kadın Şiddet Ve İletişim. I.Ulusal Sosyoloji Bildirileri Kongresi.Kasım1993 8. Başaran B. Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Sağlıklı Toplum Yaratma Mücadelesidir. Hekimden Hekime Dergisi Sonbahar. 2002 9. Brady K. The Treatment And Prevention Of Violence .American Psychiatric Association 153rd Annual Meeting .2May 15.2000 10. Chase KA., O' Leary K. D, Heyman R E. Categorizing Partner-Violent Men Within The Reactive-Proactive Typology Model 2001:69(3);567-572 11. Değirmenci B. Kadın Hakları Danışma Ve Uygulama Merkezi. Erişim Adresi: . Erişim Tarihi:14.7.2004 12. Dekeseredy W. Four Variations Of Family Violence: A Review Of Sociological Research , Report Prepared For The Family Violence Prevention Division, Health Canada,October 1993 Erişim Adresi: Tarihi:14.7.2004 13. Dixon L. Browne K. The Heterogeneity Of Spouse Abuse: A Review, Aggression And Violent Behavior.2003:8(1);107-130 14. Edleson J.L. Children's witnessing of adult domestic violence. J Interpers Violence, 1999:14(8)839-870. Erişim 15. Günay Y, Çınar T, Keskin R. Ölümle Sonuçlanmayan Etkili Eylem Olgularının Sosyal Yönden Değerlendirilmesi. Adli Tıp Bülteni 1999; 4(1): 5-11 16. İçli G.Öğün TA.,Özcan N. Ailede Kadına Karşı Şiddet Ve Kadın Suçluluğu, KSS Gen Müd.,Bizim Büro Basım Evi. 1995. Ankara. 17. Karaduman T.A, Uyanık D.Karakaya Z. Şiddeti İçselleştiren Kadın Profili: Türkiye İçin Nicel Yaklaşım, 1993. Erişim Adresi: Www.Die.Gov.Tr/Tkba/English_TKBA/Makaleler.Htm-12k. Erişim Tarihi:14.7.2004 18. Lee Ann Hoff. Violence Issues: An Interdıscıplınary Currıculum Guıde For Health Professıonals Published By Health Promotion And Programs Branch, 1995 .Health Canada Revised 19. Levesque J. R. Culture And Family Violence : Fostering Change Through Human Rights Law Phd, Jd November 2000 Erişim Adresi Www.Apa.Org/Books/431639a.Html - 7k - Erişim Tarihi:14.7.2004 20. O'Campo P, Mcdonnell K, Gielen A. Surviving Physical And Sexual Abuse: What Helps Low-İncome Women? . 2002:46(3);205-212

21. Rapp-Paglicci L. A., Roberts A. R., VVodarski J S, Handbook Of Violence ISBN: 0-471 -41467- April 2002 22 ....... Sağlık Bakanlığınca Dünya Sağlık Günü İçin Hazırlanan Basın Bildirisi.10 Ekim 2002,Ankara. Erişim Adresi: . Erişim Tarihi:14.7.2004 23 ..........Sivil Toplum Dergisi. 2004:4(1):36-40. Erişim Adresi www.insanhaklari.net/siviltoplum.htm - 36k Erişim tarihi:14.7.2004 24. Ridley C.A.,Feldman C.Journal Of Family Violence., 2003:18(3)171-180 25. Ristock J. L. Discussion Papers On Health Family Violence Issues The Impact Of Violence On Mental Health: A Guıde To The Literatüre Manitoba Research Centre On Family Violence And Violence Against Women And The Mental Health Division Health Promotion And Programs Branch Health Canada February 1995 Erişim Adresi: Erişim Tarihi:14.7.2004 26. Rıttersberger-Tılıç H Aile İçi Şiddet: Bir Sosyolojik Yaklaşım20. Yüzyılın Sonunda Kadınlar Ve Gelecek Konferansı 1997:19-21 Kasım 27. Roberts G. Erişim Adresi: Www.Aic.Gov.Au/Publications/Proceedings/27/Roberts.PdfErişim Tarihi:14.7.2004 28. Serin Sakar G,Bilir N. Kadının Yasal Hakları. Erişim Adresi Sayı_4_5_6/11php,2000. Erişim tarihi:9.7.2004 29. Şahin F .Beyazova U .Çocuğun Şiddetten Korunma Hakkı.Milli Eğitim Dergisi 2001 :Sayı 151 .Temmuz, Ağustos, Eylül Dönemi. 30. Tajima. A. E. The Relative İmportance Of Wife Abuse As A Risk Factor For Violence Against Children .2000:24(11 );13881398. 31. Ticoll M. Family Violence And People With A Mental Handicap, Erişim adresi: Www.HcSc.Gc.Ca/Hppb/Familyviolence/ Html/Fvmentaleng.Html - 24k - .Erişim tarihi: 15.7.2004 32. Türkbay T, Söhmen G, Söhmen T. Çocuk Ve Ergenlerde Cinsel Kötüye Kullanım: Klinik Bulguları, Olası Sonuçları Ve Önleme Psikiyatri Psikoloji Psikofarmakoloji Dergisi, 1998:6(1); 49-54. 33. Türkbay T, Akın R, Söhmen G, Söhmen T. Çocuk Ve Ergenlerde Cinsel Kötüye Kullanımına Klinik Yaklaşım. Sevgi Zihinsel Yetersizlik Araştırma Eğitim Ve Haber Dergisi. 1999. 2(1-2):15-20, 34. Ulutaşdemir N.Kadına Yönelik Şiddet.Sağlık Ve Toplum Dergisi, 20024.(12).15-21 35. Wolbert A.B.Dnscalbert R. Violence And Families. Erişim adresi:Nsweb.Nursingspectrum.Com/Ce/M24a.Htm - 36k - 26 Tem 2003 .Erişim tarihi: 15.7.2004 36. Vahip I :Evdeki Şiddet Ve Gelişimsel Boyutu: Farklı Bir Açıdan Bakış.Türk Psikiyatri Dergisi. 2002; 13(4): 312-319 37. Yanıkkerem E.Arıkan A.. Aile İçi Şiddetin Çocuk Sağlığı Üzerindeki Etkileri. 1.Ulusal Aile Hizmetleri Sempozyumu,,T.C.Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları .Ankara.2001 :Ss:286-291


Bir modernite rüyası : Ailenin Sonu mu? -Kütahya yetiştirme yurdu örneği-

• Egün YILDIRIM *

Özet Bu çalışma, ailenin modernleşmenin yol açtığı değişim süreciyle birlikte çoğu fonksiyonlarını başka kurumlara aktardığı, ancak temel özelliklerini korumaya devam ettiği varsayımına dayanmaktadır. Aile, temel fonksiyonlarını üstlenmeye yönelen kurumların varlığına karşın aidiyet, duygusal paylaşım, toplumsal bütünleşme ve modelleme fonksiyonlarını yerine getirmeye yönelik "anlamını" sürdürmektedir. Evrimci modernleşme anlayışının öngördüğü gibi aile önemini yitirmeyip, bilakis bireysel kimliğin inşasının sosyal varlık alanıyla doğrudan ilişkili olduğunun anlaşılmasını sağlamıştır. Bu varsayım, Kütahya Yetiştirme Yurdu örneğinde denenerek doğruluğu sınanmaya çalışıldı. Toplam 88 kişiye uygulan anketler sonucunda elde edilen bulgular, aile kurumunun birey için taşıdığı "anlamın" varlığını korumaya devam ettiği yönünde bulgular sunmaktadır. Yurtta kalan bireyler, gelecek algılarında, statü edinmede, modelleme ve aidiyet bilincinin inşasında aileye birinci derecede önem vermektedir.

Yrd.Doç.Dr. Dumlupınar Üni. Fen. Ed. Fak. Sosyoloji Bölümü.

Summary İn this study the importance of family in modern times is examined. The family has lost many functions such as education, health and social security. Furthmore, in the modern period, the family structure changed a lot of domains including status, roles and parent relations. Hovvever, the importence of family continues for children, teenagers and adults. Because individuals gain basic behavioural qualities in family and get the parents as role models. Family is also of crucial importance in the process of social integration. Despite the changes in the family structure, many modern institutions are not like family for emotinal sharing or for role modelling. İn this respect, a study was carried out in Kütahya Yetiştirme Yurdu. İn this place the teenage individuals were asked to ansvver a 46-question quastionnaire concerning their imaginations of a family and the results were analysed.


1.Giriş Aile, akrabalık bağıyla doğrudan birbirine bağlı olan ve yetişkinlerin içinde çocukları için sorumluluk üstlendikleri bir gruptur( Giddens, 1997:140). Başka bir tanıma göre ise insan türünün devamını sağlayan, ilk sosyalleşmeyi gerçekleştiren, toplumsal değerleri kuşaktan kuşağa aktaran ve ruhsal doyum gereksinimini karşılayan bir toplumsal birimdir (Önal,1990:2).Tanımlarda anlaşılabileceği üzere aile, birey için bir çok fonksiyonlar yerine getiren biyolojik, sosyolojik, kültürel ve psikolojik özelliklerle sosyal varlık bilincini kazandığı yerdir. Aile, her şeyden önce birey için birincil grupların işlevlerine sahip bir etkinlik alanı olduğu için ruhsal doyum gereksinimini karşılama açısından temel bir yaşam alanı oluşturmaktadır. Aidiyet bilincinin oluşumu duygusal bağların kuruluşu da bununla ilişkilidir(l_andis, 2002: 238). Çünkü kişi birincil ilişkilerin duygusal atmosferinde, özdeşleşmeye yönelerek bir gruba aidiyeti aile üzerinden inşa etmektedir. Bunu ailenin soyadını alarak, norm ve beklentilerine katılarak kurgular. Aidiyet, aynı zamanda belli hak ve sorumluluklar getirir. Bireyin kimliğini kurmada önemli olduğu gibi, kazandığı haklar aracılığıyla toplumsal çevrede belli bir statü kazanmayı sağlar ( Küçükkurt, 1990:83-94). Aile bireyin toplumsal ortamda meşruiyet edinerek sosyal bağlamda onaylanması ve statü edinmesi açısından önemli bir kurumdur(Giddens, 1997:153). Andree Michel'e göre aile ilişkilerinden yardım alarak toplumsal hayata katılan çocukların sosyal çevrede ve mesleki alanda daha fazla yükselme olanağı elde etmektedir(Önal,1990:140). Gerçekten de toplumsal çevre tarafından onaylanan bir aile ortamından yetişen bireylerin, sosyal çevrede onaylanması ve statü kazanma ve yükselmesinde önemli bir etkisi bulunmaktadır. Aile statüler yüklemeyi (status ascription) sağlar. Çünkü bireye, bunun aracılığıyla bir yer açar. Örneğin birey protestan, orta sınıf, demokrat gibi statülerini aile a r a c ıl ığ ıy l a belirginleştirmektedir. Din, sosyal sınıf, bölge, milliyet ve siyasal tercihler gibi olgular ailenin oryantasyonuyla şekillenmektedir. (Landis, 2001:238). Türk toplumunda da bireylere toplum içinde statü kazandırma işlevi, ailenin temel yönlerinden biridir (Tolan, 1990:493505). Çocukların sorumluluğunu ve sosyalleşmelerini üstlenmek ailenin başka bir işlevidir. Genç bireyler

sosyalleşme aracılığıyla aile tarafından yetişkinlerin dünyasına taşınır ve kendilerine kültürel değerler aktarılır(Landis, 2001:238). Bireyin birincil sosyalleşme alanı aile kurumudur. Bu kurumda, birey otomatikman ailenin dünya görüşünü kabul eder. Birincil sosyalizasyon boyunca, insanın ilk dünyası inşa edilir. Berger ve Luckmann'a göre bu sosyalleşme biçiminin ilk düzeyi, bütün ikincil sosyalleşme için temel bir yapıdır(Landis, 2001:39). Çocuklar ve ergenler, aile içindeki ana-baba, ağabeyabla ya da kardeşlerle özdeşim kurmak suretiyle davranış modellerini geliştirirler. Bu nedenle çocukların çoğu, sonraki yaşamlarında aile modelleriyle kazandıkları etiketlenmenin etkisiyle davranmaya devam ederler. Bireysel mutsuzluklar, yetersiz aile modellerinden ya da kötü bir aile ortamından kaynaklanır(Landis,2001:238). Erkek çocuklar baba modeli aracılığıyla otorite edinme, disiplin kazanma ve cinsel farklılık davranışını benimseme gibi özellikler kazanırlar. Babanın, erkeklerin kişilik gelişiminde önemli bir yeri olduğu yapılan araştırmalarla da ortaya konmuştur. Örneğin, ergenlik dönemlerinde babasıyla ilişkileri sevgi temeline dayanmayan ergenlerin mutsuzluk duygusu taşıdıkları gözlemlenmiştir (Güngörmüş, 1992:241-252). Babanın yokluğu ise çocuğun güven kaybına ve buna bağlı olarak çeşitli uyum bozukluklarına neden olduğu görülmüştür (Yavuzer,1992:111- 129). Hatta gelişmiş Batı toplumlarında "babasız aile" sendromu yaşanmakta( Giddens, 1997, 154) ve bunun getirdiği sorunlar konusunda ciddi önlemler alınmaya gidilmektedir. Örneğin 1995 yılında ABD başkanı Clinton, devlet kuruluşlarına baba rolünü güçlendirmek amacıyla aile programlarının yenilenmesi kapsamında talimat vermiştir (File://Top%2020%20 Online_dosyalar/farkids). Kuşkusuz baba modeline eş düzeyde önemli olan başka önemli bir model de annedir. Annelerin çocukların duygusal uyumunda, kaygılarını aşmalarında ve mutlu olmalarında büyük bir etkisi bulunmaktadır. Bireyin sevgi ve şefkatini karşılayan odur. Anneler, kız çocuklarına annelik modeli ve cinsel davranış modeli alanında örneklik oluştururlar. (Güngörmüş, 1992:241-252). Ayrıca karşı cinslere ilişkin modellemede kızların babayı ve erkeklerin de anneyi örnek aldığı gözlemlenmektedir. Bu modellemeler aracılığıyla bireyler, aile içinde kimliklerini inşa ederler. Nitekim Türk gençlerinin kimliklerini aile


içinde inşa etme sürecinde, "aileye saygı" değerinin önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Yapılan bir araştırmaya göre gençler, "ailelerinin yükselebilmesi için çalışmaktan gurur duyacaklarını belirtirler. Aileye saygı ve aile için çalışma önemli normlar arasında yer almakta ve kimliklerin kurulmasında önemli işlevler üstlenmektedir (Kağıtçıbaşı, 1973:28). Ailenin bu temel işlevleri, modernleşmenin sosyal varlık alanından koparılmış özerk birey idealine rağmen önemli ölçüde önemini korumaya devam etmektedir. Çünkü modernleşme, bir boyutuyla aile kurumunu özerk bireyin gelişimi önünde bir baskı alanı olarak algılamaktadır. Diğer bir ifadeyle aile, bireyin özgürlüğünü engelleyen bir kollektivite olarak görülmektedir. "Ailenin anlamı" kavramlaştırmasıyla vurgulamak istediğimiz boyut, modernleşmenin bu birey idealine ve yine modernleşmenin aile sürecinde yarattığı değişmelere karşın, temel ailesel özelliklerin varlığını sürdürdükleridir. Kütahya Yetiştirme Yurdu'nda yaptığımız uygulamalı çalışmada ailenin bu değişmeyen "anlamlarını" saptamaya çalıştık. Elde ettiğimiz veriler hipotezimizi desteklemektedir. Gerçekten de modernleşme olgusu, aile kurumunu köklü değişmelere sürüklemiştir. Göç, kentleşme, toplumsal koşulların iyileştirilmesi, kitle iletişimin yaygınlaşması, kadınların çalışma hayatına katılması, aile planlamaları, kız çocukların eğitime katılması gibi gelişmeler ailenin yapısını değiştirmiştir( Tolan, 1990:493-505). Büyük ailenin düşüşüyle beraber eşlerin özgür seçimi, kadın haklarının kabulü, eşlerin birlikte karar almaları, rollerin eşit dağılımı, akraba evliliğinin azalması gibi( Giddens, 1997:143) değişmeler ortaya çıkmıştır. Türk ailesi de köklü yapısal değişmeler yaşayarak, kırsal aile biçiminden kentsel aile biçimine doğru bir dönüşüme yönelmiştir( Gökçe, 1990:385398). Gelişmiş batılı ülkelerdeki aile ile ilgili son gelişmeler, çok köklü bir değişme ya da "çökme" ye işaret etmektedir. Boşanma oranları, evlilik olmadan doğan çocuklar (Davis-Murch, 1997:169-175), tek ebeveynle yaşayan çocuklar; tek ebeveyne dayalı aile (single family), üvey aile (step family),babasız aile (absent father family)ve gay aile( gay parent family) g i b i yeni a i l e kavramlarını gündeme getirmektedir(Giddens, 1997:154-156-166; Browne, 1992:211). Modernleşmenin getirdiği köklü değişmeler ile beraber ailenin imalat, eğitim, sosyal güvenlik, sağlık gibi bir çok i ş l e v l e r i yeni bürokratik yapılara

devredilmiştir.(Meriç, 1989:174). Fabrikalar, okullar, hasta haneler gibi bu bürokratik yapılar, artık ailenin yerine bireye bir çok hizmet sunmaktadırlar. Ailenin bu modernleşmeci evrimi, mükemmel Weberyen bürokrasi muhayyilesiyle şekillenerek "ailenin sonu"nun geldiği varsayılmıştır. Hatta Çin, Rusya ve İsrail gibi bazı ülkelerdeki "komün" uygulamaları buna örnek gösterilerek ailesizlik ve evsizlik olguları gündeme getirildi( Kongar, 1990:65-94). Modernleşmenin "ailenin sonu"na ilişkin muhayyilesine koşut olarak ailenin işlevine soyunmuş bir çok sosyal kurum ortaya çıktı. Çocuk esirgeme kurumu, yetiştirme yurdu, yaşlılar evi, kadın konuk evi gibi bu yapılar, yeni alternatifler olarak çoğalmakta. Acaba "ailenin sonu" mu gelmektedir?. "Ailenin anlamı" yok mu olmaktadır? Ailenin işlevlerini üstlenmeye yönelik olarak geliştirilen sosyal kurumlar, gerçekten aileyi gereksiz bir alana mı dönüştürmektedir? Bu sorular çerçevesinde geliştirdiğimiz hipotezimizi, Kütahya yetiştirme Yurdu örnekleminde denemeye çalıştık. Aşağıdaki veriler, böyle bir arayışın ürünü olarak ortaya çıktı. 2.Materyal ve Yöntem Çalışmamız, belli bir kuramsal yaklaşımı uygulamalı alanda deneme çabasından oluşmaktadır. Kuramsal yaklaşım, bir varsayım ileri sürerek temellendirilmeye çalışılmaktadır. Teorik boyut referanslarda ortaya konan kaynaklarla ve uygulama boyutu örneklem grubuyla sınırlanmıştır. Araştırmada ileri sürdüğümüz varsayım, bu sınırlılıklar içinde anlamlıdır. Bu anlamlılık nitel ve nicel teknikler kullanılarak test edilmiştir. Referanslardan yararlanarak geliştirilmeye çalışılan bu kuramsal yaklaşım, uygulama aracılığıyla test edilmiştir. Kütahya Yetiştirme Yurdu uygulama alanı olarak seçilmiş ve burada kamusal sosyal hizmet alan 88 kişilik bir örneklem grubu, tesadüfi örneklem yöntemiyle oluşturulmuştur. Örneklem grubunun 58'i erkek, 30'u kız denekten oluşmaktadır. Bu örneklem grubuna 46 soruluk bir anket örneği uygulanmış ve deneklerle yüz yüze gözlem yapılmak suretiyle anket verilerinin doğruluk derecesi kontrol edilmiştir. Elde edilen veriler, SPS 10.0 ortamında analiz edilerek yorumlanmıştır. 3.Bulgular ve Tartışma 3.1. Deneklerin demografik profili Deneklerin demografik dağılımı, deneklerin genel


özelliklerini yansıtan önemli bulgulardır. Bireyin yaş, cinsiyet gibi özellikleri onu sarmalayan ve sınırlarını belirleyen önemli faktörlerdir. Beden, bireyin ilk sınırlarını oluşturmaktadır. Algılayışlarda, ilişkilerde ve davranışsal ifadelerde çeşitli boyutlarla kendisini yansıtır.Aile, arkadaş, toplum gibi faktörler, bireyin beden sınırlarında sonra gelmektedir. Yetiştirme yurdunda kalan ergenlerin özelliklerini anlayabilmek için, bu nedenle yaş ve cinsiyet profilleri önem taşımaktadır. Tabloda görüldüğü gibi 30 kız ve 58 erkek denek bulunmaktadır. Bunlar 15-16 yaş grubunda yoğunlaşmaktadırlar. Deneklerin %36.4'ünü bu grup oluşturmaktadır. İkinci olarak %33 oranla 12-14 yaş grubu gelmektedir. Bulgular, ergenliğe giriş ve ergenliğin orta dönemlerinde yer alan kişilerin çoğunlukta olduğunu göstermektedir. Örneklem grubumuzu oluşturan deneklerin öğrenim durumu, ilköğretim ikinci kademe ile lise oluşturuyor. Liseye devam edenler, %43,2 ile birinci grubu meydana getiriyor. Ancak ikinci grup da %38,6 ile çok yakın bir oran oluşturmaktadır. Öğrenim durumuna gelmeyip çalışan grup, %4,5'lik bir kategori ile en düşük oranı temsil ediyor. 3.2. Deneklerin Aile Kimliği Deneklerin aile kimliği, aile yapılarının sosyo-kültürel

ve ekonomik durumlarıyla yakından ilişkili bir olgudur. Ailenin bu yapısı, bireyin aileye ilişkin durumlarını ortaya çıkarabilmek açısından önemlidir. Bireyin aile algısı ya da aile ile ilgili tutumlar geliştirmesinde, sosyokültürel durum dikkate alınması gereken bir temeldir. Bu bağlamda yetiştirme yurdunda kalan ergenlerin, ana-baba meslekleri ve öğrenim durumları önem taşımaktadır. Tablo 2'de gözlemlediğimizde baba mesleklerinin ezici bir çoğunlukla işçi olduğu görülmektedir. Bunun yüzdelik oranı % 69,3'dür. İkinci sırada %22,7 ile çiftçiler yer almaktadır. Gelir grupları dikkate alındığı zaman, toplumsal tabakalar içinde en düşük gelir grubuna sahip olan tabakalar bunlar. Dolayısıyla ergen ailelerin sosyo-ekonomik durumu düşük olduğunu söyleyebiliriz. Burada kalan bireylerin statü, bütünleşme, gelecek algısı gibi aşağıda ele alacağımız konuları onların aile tabalaşma durumlarıyla yakından ilgilidir. Öte yandan tablo 3'e baktığımız zaman yurtta kalan bireylerin ebeveynlerinin öğrenim durumunun da düşük olduğu görülmektedir. Tablo da "öğrenimi yok" denilen kategori de babalar %19,3; anneler %26,1 olarak yer almaktadır. Bu kategori çok yüksek bir durumu oluşturmaktadır. Yüzdelik olarak birinci sırada yer alan kategori ise "ilkokul" oluşturmaktadır. Yurtta kalan

Tablol: Yaş, cinsiyet, öğrenim

CİNSİYET

YAŞ

ÖĞRENİM DURUMU

Oran

Yüzde

Toplam Yüzdelik

Kız Erkek Toplam Ara. 14 15-16 17-18 18-20 Toplam ilköğretim birinci kademeye devam ediyorum

30 58 88 29 32 24 3 88 12

34,1 65,9 100 33 36,4 27,3 3,4 100 13,6

34,1 100

ilköğretim ikinci kademeye devam ediyorum

34

38,6

52,3

liseye devam ediyorum

38

43,2

95,5

Çalışıyorum

4

4,5

100

Toplam

88

100

33 69,3 96,6 100 13,6


kişilerin annelerinin %50'si ilkokul öğrenimine sahipken, babalarının ise %48'i buna dahil olmaktadır. Ergen ve genç bireyler, çoğunlukla ya hiç öğrenimi olmayan ya da ilkokul öğrenimi olan ebeveynlerin oluşturdukları ailelerden gelmektedir. Tablo 2'nin verdiği bulgular, eğitim düzeyi düşük aile bireylerinin yurtta kaldığı yönündedir

İlginç bulgular arasında tablo 4'ün bulguları yer almaktadır. Çünkü yurtta kalan deneklerin ana-babaları çoğunlukla yaşamlarına devam etmekte olduğunu göstermektedir. Deneklere yöneltilen sorulardan elde edilen verilere göre, deneklerden hem annesi hem de babası yaşayanların oranı %51,1 'dir. İIk bakışta, yurtta kalan kişilerin ezici çoğunluğunun ana-babası ölmüş

Tablo2: Ana-baba mesleği

Oran baba mesleği

anne mesleği

Yüzde

İŞÇİ

61

69,3

69,3

çiftçi işadamı öğretmen Toplam işçi ev hanımı işveren Toplam

20 4

22,7 4,5

92 96,6

3

3,4

100

88 8

100 9,1

9,1

76

86,4

95,5

4

4,5

100

88

100

Tablo 3: Anne-babanın öğrenim durumu Sayı Yüzde Anne Baba Anne Baba öğrenim öğrenim öğrenim öğrenim durumu durumu durumu durumu öğrenimi yok 23 17 26,1 19,3 ilkokul 44 43 50 48,9 ortaokul 12 19 13,6 21,6 lise 6 8 6,8 9,1 yüksekokul 1 1 1,1 1,1 fakülte 1 0 1,1 0 lisans üstü 1 0 1,1 0 Toplam 88 88 100 48,9

anne-baba ölmüş annem ölmüş babam ölmüş İkisi de sağ Toplam

Toplam Yüzdelik

Anne öğrenim durumu 26,1 76,1 89,8 96,6 97,7 98,9 100

Baba öğrenim Durumu 19,3 68,2 89,8 98,9 100 0 0

Oran

Yüzde

Toplam Yüzdelik

9 18 16 45 88

10,2 20,5 18,2 51,1 100

10,2 30,7 48,9 100


bireyler oluşturduğu düşünülür. Oysa buradaki bulgular, bunu yanlışlamaktadır. Bunun nedenleri arasında, 3413 numaralı sosyal hizmetler yasasının 18yaşından sonra yurtta ayrılan kişilerin devlet tarafından istihdamını zorunlu kılması ve bazı ailelerin bundan yararlanmak arzuları yer almış olma ihtimali bulunmaktadır. Ancak bu tablo da ikinci önemli bulgu anne ya da babanın ölmesinden dolayı yurtta kalan bireylerin de büyük bir oran oluşturmaları. "Annem ölmüş" kategorisine %20,5; "babam ölmüş" kategorisini % 18,2 oluşturmaktadır. İkisi toplam, %38,7 gibi yüksek bir oranı meydana getirmektedir. Burada "parçalanmış aile" olgusu gündeme gelmektedir. Yurtta kalanların önemli bir kısmının parçalanmış bir aile yapılarından geldikleri söylenebilir. 3.3. Sosyal Varlık Alanı Olarak Aile İlişkileri Birey için ailenin taşıdığı anlamın önemini algılamak açısından bireyin ailesiyle ilişkilerindeki devamlılık ya da bu devamlılığı arzulama çabası önemlidir. Birey mekansal olarak aileden ayrılsa bile, onunla görüşmeye devam ediyorsa ya da duygusal olarak ailesiyle bütünleşme arayışında ise aile imgesinin bireyin içinde etkin olduğunu gösterir. Tablo 6'da yurtta kalan kişilerin anne babalarıyla ve aile bağlamında yer alan akrabalarla görüşme durumları üzerinde durulmaktadır. Tablo 5:Anne-baba ve akraba ile görüşme

3.4. Toplumsal Statü İnşasında Aile Toplumsal statü inşa etmenin en önemli yollarından birisi sosyal onaydan geçmektedir. Türk toplumunda onaylanmak için aile temel bir toplumsal kategoridir. Bu nedenle bireylerin, statü edinebilmesi için toplum tarafından onaylamalarda önemli bir halka olan aile içinde yetişmek büyük bir değer taşımaktadır. Aşağıdaki tablol'de gösterilen bulgular, yurtta kalan öğrencilerin "isteklerine" ve "gelecekte hedeflerine" ulaşarak bir statü inşa etmelerinin önünde en büyük engel olarak "yurtta yetişmiş olmak" ya da "ailede yetişmiş olmamak" olduğu görülmektedir. Tablo 6'da gösterilen verilere baktığımızda gelecekte hedefe ulaşamama/ başka bir yorumlamayla statü kazanamama durumu bütünüyle "yurtta yetişmiş olmak" ve "aile ortamında yetişmemiş olmak" olarak algılanmaktadır. Aile ortamında yetişmemiş olmak birinci olarak %39,8, yurtta yetişmiş olmak %36,4 ile ikinci sıralamada yer almaktadır. Aslında ikisi de bir birini tamamlayan bir anlama sahiptir. Yani sonuçta aile ortamında yetişememek, gelecekte edinilmesi düşünülen statülerde en belirleyici olgu olmaktadır. Bu bağlamda tablodaki oranın %76,2 'i (yani yurtta yetişmiş olmak ve aile ortamında yetişmemiş olmak) buna işaret etmektedir. 3.5. Toplumsal Bütünleşme ve Aile Toplumsal bütünleşme de ailenin büyük bir rolü

Oran

Yüzde

Toplam Yüzdelik

Anne-baba ile görüşüyor musun

Akraba ile görüşüyor musun

Anne-baba ile görüşüyor musun

Akraba ile görüşüyor musun

Anne-baba ile görüşüyor musun

Akraba ile görüşüyor musun

hayır, görüşmüyorum evet, görüşüyorum

24

29

27,3

33

27,3

33

64

59

72,7

67

100

100

Toplam

88

88

100

100

Tabloda %72,7 oranında, bir denek grubunun anababasıyla görüştüğü belirtilmektedir. Bu oran akrabalar için ise %67,0'dir. Böylece, yurtta kalanların ezici bir çoğunluğu aile ve akrabasıyla görüşmeye devam etmektedir. Aile'den bütünüyle kopulmamaktadır.

olduğu bilinen bir gerçekliktir. Çünkü ailede yetişen birey, toplumdan daha kolay onay almakta ve bu da bireyin kendisini toplum aynasında olumlu algılamasını kolaylaştırmaktadır. Araştırmamızda "toplumun sizi nasıl algıladığını düşünüyorsunuz?" sorusu, bu amaçla deneklere yöneltildi. Bu soru


Tablo 6:Gelecekte hedefe ulaşmada engel olarak algılanan unsur Oran

Yüzde

Yurtta yetişmiş olmak

32

36,4

Toplam Yüzdelik 36,4

Aile ortamında yetişmemiş olmak

35

39,8

76,1

Kader

16

18,2

94,3

5

5,7

100

88

100

Maddi imkansızlık Toplam

ORAN

YÜZDE

42 19 10 17 88

47,7 21,6 11,4 19,3 100

desteğe ihtiyacı var zavallı zararlı toplum için önemli Toplam aracılığıyla, bireyin toplum aynasında kendisini nasıl algıladığını saptayarak, bütünleşme bağlamını ortaya çıkarma olasılığı söz konusu olabilmektedir. Tabloda yurttaki bireyler, toplum tarafından "desteğe ihtiyacı" olmakla kendi benliklerinin algılandığını %47,7 ile birinci sırada vermektedirler. Ancak %21,6'sı "zavallı" ve %11,4 de "zararlı" cevaplarını vermişlerdir. Sonuçta %33 gibi önemli bir kategori toplumun kendilerine "olumsuz" baktıklarını düşünüyor. Bu oran, toplumsal bütünleşme açısından önemli bir bulgudur. Başka bir anlatımla yurtta kalanların %30'u toplumla entegrasyon konusunda ciddi sorunlar oluşturabilecek bir kategori temsilini örneklemektedir. 3.6. Ailenin modelleme rolü Aile, birey için önemli bir modelleme alanıdır. Anne, baba, ağabey ve abla rollerinin modellenmesi ya da cinsel farklılıkların modellenmesi açısından hayati bir değer taşımaktadır. Bireyler, bu modelleri aileden kazanarak annelik, babalık, ağabeylik ya da "kadınlık" ve "erkeklik" davranış kalıplarını öğrenir. Yetiştirme yurdunda yaşayan ergen- gençler üzerine uygulanan anket verileri, bu konuda önemli bulgular sunmaktadır. Tablo 8'de deneklerin gönüllü çalışanlardan umdukları beklentinin çoğunlukla "gönüllü abla-ağabey" oldukları görülmektedir. Bu kategori %44,3 ile birinci

TOPLAM YÜZDELİK

47,7 69,3 80,7 100

sırada bulunmaktadır. Bu veri, önemli bir olguya da işaret edebilir. O da deneklerin, yaşadıkları ergenlik sürecinde kendi e r g e n l i k durumlarında modelleyecekleri kişiler olarak en fazla ağabey ve abla modeline ihtiyaç duymalarıdır. Yurtta kalanların yaş kategorisi düşünüldüğü zaman, bunun önemli olduğu söylenebilir. Tabloda gönüllü anne-baba %27,3 gibi bir oranla ikinci sıralamada yer almaktadır. Gönüllü öğretmen en az duyulan bir ihtiyaç olduğu ortaya çıkmıştır.

3.7. Deneklerin Gelecek Algısında Aile Gelecek algısı, şimdiyi yaşamada da önemlidir. Bireyin geleceğe ilişkin beklentileri, düşleri ya da imgeleri kişiliğinin yapılanmasını etkilemektedir. Ailenin, bireyin bu gelecek imgesindeki yeri ilk temel Tablo 6'da gelecek algısını gözlemlemeye çalıştığımızda, aile çok önemli bir olgu olmaktadır. Gelecekte kurulması düşünülen hayatın önünde en büyük engel olarak aileden yetişmiş olmamak ve yurtta yetişmiş olmak gösteriliyor. %39,8 oranındaki denekler aile ortamında yetişmemiş olmayı, gelecek için önemli bir engel olarak algılamaktadırlar. Bu oran tablo 6'da birinci sırada yer almaktadır. Maddi imkansızlık, en alt kategori olarak %5,7 olarak dikkat çekmektedir. Ancak, geleneksel Türk toplum değerleri


Tablo 8: Yurda gelen gönüllülerden beklenti durumu

Oran Yüzde Toplam Yüzdelik gönüllü anne-baba 24 gönüllü abla-ağabey 39 gönüllü arkadaş 13

27,3 44,3 14,8

27,3 71,6 86,4

gönüllü öğretmen Toplam

12 88

13,6 100

100

Oran

Yüzde Toplam Yüzdelik

42

47,7

47,7

4

4,5

52,3

22

25

77,3

20

22,7

100

88

100

ailemin yanına dönmeyi düşünüyorum akraba/yakınlarımdan birinin yanına dönmeyi düşünüyorum ailemden/yakınlarımda n uzak bir şekilde bir meslek sahibi ol karar vermedim, bilmiyorum Toplam

değişimler sonunda modernitenin olumsuzluklarından kurtularak kendini yeniden üretecek koşulların da yine modernite ile sağlandığı anlaşılmaya neden olmuştur. Modernleşme sürecinin tek evrimsel bir aile modelini dayattığı ve bunun da çoğunlukla evsizliği getirebileceğine ilişkin yorumlara bütünüyle katılmak mümkün değildir. Dünyanın bir çok bölgesinde ve Türk toplumunda bu aileye yönelik evrimsel değişimin dominant olmadığı( Vergin,1990: 309-317) gözlemlenmektedir. Bu nedenle, aile'nin küçülmesi biçimindeki değişimlerin idealize edilmesi ve yaşlıların huzurevine, çocukların çocuk esirgeme kurumuna, kadınların kadın sığınma evine vs. toplayarak sorunları çözmenin kolay olmayacağını söylemek mümkündür.

Kaynakça

arasında yer alan kaderinde %18,22 oranında bir etkiye sahiptir.. • Sonuç ve Değerlendirme Hipotezimize göre modernleşmenin evrimci toplumbilim yaklaşımlarıyla aileyi okuduğumuz zaman, ailenin sonu geleceği tezinin yanlışlanabileceğidir. "Ailenin anlamı", yani ailenin temel işlevleri varlığını korumaya devam etmektedir. Çocuk ve ergen için aile, aidiyet bilinci edinme, modelleme ortamı, değer ve norm kazanarak sosyalleşme, sosyal onay aracılığıyla statü kazanma ve kimlik inşa etme açısından önemlidir. Bütün bunlar, bireyin sosyal bütünleşmesi açısından büyük bir önem taşımaktadır. Kütahya Yetiştirme Yurdu üzerinde uyguladığımız anketler aracılığıyla elde ettiğimiz bulgular bunu bizlere kanıtlamaktadır. Ergen ve gençler, mekansal olarak aileden bir "kopma "yı yaşasalar da çoğunlukla aile kollektivitesinin sağladığı duygusallık, güven, paylaşım vb. özellikleri yine aile ile giderebileceklerine yönelik inanışları devam etmektedir. Aile, hem sosyal çevreden "başkaları" olarak algılanmaktan kurtularak sosyal onay edinmenin hem de statü kazanmanın önemli bir aracı olarak algılanmaktadır. Modernite ailenin sonunu varsayarken, geçirdiği

BROWNE, K. (1992) Sociology, Oxford: Polity Press DAVIS.G.-MURCH, M. (1997) "Home Sweet Home: The Debate about Family Values", in Sociology, edited by A. Giddens, Oxford: Polity Press, ss.169-176 GÖKÇE, B.(1992) "Evlilik Kurumuna Sosyolojik Bir Yaklaşım", iç. Aile Yazıları 4, Ankara: Başbakanlık Aile Arş. Kur. Bşk. Yayınları, ss.385-398 GİDDENS, A.(1997) Sociology, Cambridge: Polity Press GÜNGÖRMÜŞ, 0.(1992) "Baba-Çocuk İlişkisi", iç. Ana-Baba Okulu, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları, ss.241-250 KAĞITÇIBAŞI, Ç.(1973) Gençlerin Tutumları, Ankara: ODTÜ Yayınları KONGAR, E.(1990) "Türkiye'de Aile: Yapısı, Evrimi ve Bürokratik Örgütleriyle İlişkisi", iç. Aile Yazıları 2, Ankara: Başbakanlık Aile Arş. Kur. Bşk. Yayınları, ss.147-175 KÜÇÜKKURT, M.(1990) "Ailenin Psikolojik Fonksiyonları", iç. Türkiye Aile Yıllığı, Ankara: Başbakanlık Aile Kur. Bşk. Yayınları, ss.83-94 LANDİS, J.R.(2001) Sociology, Eleventh Edition, Stanford: Wadsworth MERİÇ, Ü.(1989) "İleri Endüstri Toplumlarında aile Kurumu Üzerine Bir Araştırma", İç. Sosyoloji Dergisi, Dizi:3, sayı:1, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Basımevi ÖNAL, S.(1990), Aile Sosyolojisi, İzmir: Ege Üniversitesi Basımevi TOLAN, B.(1990) "Geleneksel Aileden Çağdaş Aile Yapısına Doğru", iç. Aile Yazıları 2 Ankara: Başbakanlık Aile Arş. Kur. Bşk. Yayınları, ss.493505 VERGİN, N.(1990) 'Toplumsal Değişme ve Türkiye'de Aile", iç. Aile Yazıları 2, Ankara: Başbakanlık Aile Arş. Kur. Bşk. Yayınları, ss.309-317 YAVUZER, H.(1992) "Yaygın Anne-Baba Tutumları", iç. AnaBaba Okulu, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları, ss.111129 File://A:/rop%2020%20Online_dosyalar/fam-kids.html: Kearl's Guide To the Sociology of the FamilyParenting and Children


Sağlık Yüksekokulu Öğrencilerinin Aile Planlaması Hakkında Bilgi Düzeylerinin Değerlendirilmesi • Sencer OZAN TOKER

Özet

Aile Planlaması yöntemlerinin uygulanması, kadınların sağlıklarını daha iyi bir şekilde korumaları hususunda onlara yardımcı olmaktadır. Aile Planlaması, ailelerin istedikleri zaman, bakabilecekleri sayıda çocuk sahibi olmalarıdır. Bu araştırmayla, Ege Üniversitesi Ödemiş Sağlık Yüksekokulu Hemşirelik Bölümü'nde okumakta olan tüm öğrencilerin aile planlaması ile ilgili bilgilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Ayrıca, aile planlaması ile ilgili herhangibir eğitim almamış olan 1. ve 2. sınıf öğrencilerinin oluşturduğu A Grubu ile bu konuda eğitim almış olan 3. ve 4. sınıf öğrencilerinin oluşturduğu B grubu öğrencilerinin bilgileri arasında olabilecek farklıl ıklar ı n da saptanması amaçlanmıştır. Araştırmamız,.tanımlayıcı bir çalışma olarak planlanmış ve İzmir ilinin Ödemiş ilçesindeki Ege Üniversitesi Ödemiş Sağlık Yüksekokulu Hemşirelik Bölümü'nde, 2003 yılının Ocak ayı içinde gerçekleştirilmiştir. Bu araştırmanın evreni, Ege Üniversitesi Ödemiş Sağlık Yüksekokulu'nda okuyan öğrencilerin tümüdür. Evreni oluşturan toplam öğrenci sayısı 128 kız öğrencidir. Araştırmamızın evreni ulaşılabilir büyüklükte olduğu için herhangibir örnekleme yöntemi uygulanmadan evreninin tümü çalışma kapsamına alınmıştır. Araştırmamızın verileri, bizzat araştırıcı tarafından uygulanan anket formlarının gözlem altında yanıtlanması yöntemiyle toplanmıştır. Elde edilen tüm veriler sayısal ve yüzde değerler haline dönüştürülmüş olup, bu değerleri içeren tablolar oluşturulmuştur. Verilerin değerlendirilmesi aşamasında istatistiksel olarak "Bağımsız gruplarda iki yüzde arasındaki farkın önemlilik testi" uygulanmıştır. Araştırmaya katılan öğrencilerin yaşlarının aritmetik ortalaması 21 ± 1.32 olarak hesaplanmıştır. Eğitim almış olan B grubu öğrencilerinin aile planlaması hakkındaki bilgi düzeyleri A grubundaki öğrencilerin bilgi düzeylerinden daha iyi bulunmuştur. Bu iki grup arasındaki fark da istatistiksel olarak anlamlıdır.

Summary

Applications of family planning methods help Women to keep their health conditions in a better way. By the help of family planning, the couples may have children whenever they want and they can limit the number of their children according to their willingness. This study has been designed to evaluate family planning knowledge levels of the nursing students of Ege University Ödemis School of Health. The students who were in 1 and 2 classes have formed Group A and these students did not have any educatipn about family planning. The students who were in 3 rd and 4 th classes have formed group B and these students had education about family planning. This research has been designed as a descriptive study, and data of the research have been collected from 128 nursing students (all of the students) in January of 2003. Data of the research have been collected by the help of questionary papers which had been answvered under the supervision of the researcher. Data that were collected have been mentioned by means of numbers, percentages and tables. And "T test" has been used for the statistical analyses of the data at this study. Arithmetic mean of the ages of nursing students at this research has been found as 21 +1.32. The family planning knowledge level of the students at group B have been found much better than the group A. Besides, this difference has also been statistically significant. Key Words: Family planning, knowledge level, school of health, youth

Anahtar Kelimeler: Aile planlaması, bilgi düzeyi, sağlık yüksekokulu, gençlik

Yrd. Doç. Dr. Halk Sağlığı Doktoru, Ege Üni. Mediko-sosyal Sağlık Birimi


GİRİŞ VE GENEL BİLGİLER Aile Planlaması kavramı kadınların da bedenen, ruhen ve sosyal bakımdan tam bir iyilik halinde olabilmelerini sağlayan öğeler çerçevesinde ele alınmalıdır. Aile Planlaması, ailelerin istedikleri zaman, bakabilecekleri sayıda çocuk sahibi olmalarıdır'1). Aile Planlaması hizmetleri ailedeki kişi sayısını sınırlandırma anlamı taşımaz. Çocuk yapmada aileler tamamen serbest olup, kendi iradeleri ile istedikleri ve bakabilecekleri sayıda çocuk sahibi olabilirleri). Kadınların sağlık durumlarını en çok etkileyen öğeler; kültürel normlar, evliliğe ilişkin tutumlar, evlilik anındaki yaş, doğurganlık oranı, doğan çocuğun cinsiyeti, aile yapısının belirgin karakteri (ataerkil veya çekirdek aile oluşu), kadının aile içindeki yeri ve üretim ilişkileridir. Dünyanın birçok yerinde kadınların toplumsal konumları öylesine düşüktür ki, daha iyi bir konuma yükselmek için doğurmaktan başka çok az seçenekleri bulunmaktadır. Yine dünyanın birçok yerinde analık kadının saygınlık kazanabildiği tek uğraştır. Yalnız şu da önemli bir gerçektir ki, kadınlar için doğumların aralığının artması ve gerektiğinde sınırlandırılması onlar açısından sağlıklarını koruyan başlıca faktörlerdendir(1,2,3). Her ne sebeple olursa olsun, günümüze dek gebelikten korunma yöntemleri çoğunlukla kadınlara özgü olarak düşünülmüştür. Geçmişte de kadınların gebeliği önlemek için çok değişik postkoital yöntemler denedikleri bilinmektedir. Bunlar arasında yıkanma, vajeni parmakla silme, semenin dışarı akması için şiddetli bedensel hareketler yapma, şiddetli öksürme, vajene cinsel ilişkiden sonra biber, lahana çiçeği, tohumlar veya başka maddelerin konulması sayılabilir. Bu ilkel yollarla gebelikten kurtulmaya çalışırken, kanama, rahim içinin iltihaplanması gibi nedenlerle birçok kadın hayatını kaybetmiş veya sakat kalmıştır (4,5,6).

Günümüzde aile planlaması çalışmaları kapsamında son derece güvenilir gebeliği önleyici yöntemler kullanıma sunulmuş olsa da, dünyada ve ülkemizdeki çiftlerin önemli bir bölümü güvenilirliği düşük geleneksel yöntemler ile korunmaya devam etmektedirler(4). Halen gelişmekte olan ülkelerde, 300 milyon kadar çiftin çocuk istemedikleri halde herhangi bir aile planlaması yöntemi kullanmadıkları hesaplanmaktadır. Bu nedenle aşırı doğurganlığa karşı alınacak en önemli önlemlerden birisi toplumun ve kadının eğitim düzeyini yükseltmek olmalıdır. Özellikle de kadının eğitimi ile

doğurganlık arasında sıkı bir ilişki olduğu çeşitli araştırmalarda saptanmıştır. Ülkemiz dünya ülkeleri arasında doğurganlığın yüksek olduğu ülkeler içinde yer almaktadır. Aşırı doğurganlığın ortaya çıkardığı ekonomik ve sosyal sorunlar bir yana, kadın sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri de küçümsenmeyecek kadar önemlidir(1). Ülkemizde doğurganlık hızının son 35-40 yıllık süreçde % 6,9'dan % 2,7'ye düşmesine rağmen, ailelerin istenmeyen gebelikleri önlemede zaman zaman başarılı olamadıkları izlenmektedir*4). Doğurganlığın genelde yüksek oluşu, ailelerin fazla çocuk istemelerinden değil, etkin yöntem kullanmalarındaki yetersizliklerden kaynaklanmaktadır. Aile planlaması çalışmalarının temel amacı, çocuk sayısını istenen ve bakılabilecek düzeyde tutmak, doğum aralıklarını açmak ve böylece kadınların, eşlerin ve çocukların yaşam standartlarını geliştirmektir*1). Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) ve Dünya Sağlık Örgütü (WH0) yetkilileri, 1991 yılının Ocak ayında, Cenova'da gençlerin sağlık sorunları ve hastalıklardan korunmaları konusunda çeşitli görüşleri ortaya koymuşlardır. Bu görüşler çerçevesinde çok çeşitli konularda eğitim çalışmaları önerilmiştir. Bu eğitim çalışmaları sayesinde, erken yaşdaki gebelikler ve doğumlar önlenecektir; cinsel ilişki ile bulaşan hastalıkların insidansı düşecektir; istenmeyen gebeliklerin sayısı azalacak ve bunlara bağlı gelişen komplikasyonlar görülmeyecektir. Aile planlaması çalışmalarının başarısında tüm toplumun ve özellikle de gençlerin bu konuda eğitilmeleri çok büyük bir önem arz etmektedir(6,7). Türkiye'de yürütülen birçok çalışmada gençlerin cinsel bilgi düzeylerinin ve aile planlaması bilgilerinin oldukça düşük seviyelerde olduğu gösterilmiştir. Ülkemizin bazı bölgelerinde cinsellikle ve aile planlaması yöntemleriyle ilgili olan konuların diğer aile bireyleriyle konuşulması bile çok büyük bir ayıp olarak kabul edilmektedir (8,9). İşte bu sebeplerle, cinsel konularda ve aile planlaması ile ilgili olarak yapılacak eğitim çalışmaları, gençlere yönelik olarak ilköğretim düzeyinde verilmeye başlanmalıdır. Bu eğitim çalışmaları sayesinde gençler, kendilerini cinsel olarak daha iyi tanıyabilmeliler, kaygıları azalmalı ve olabilecek sorunlarla baş edebilmeyi öğrenmelidirler. Böylece hem cinsel yaşamları hem de ileride tercih edecekleri aile planlaması yöntemleri açısından çok daha olumlu bir düzeye erişebilmeleri mümkün olabilecektir*10).


1998 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırmasında (TNSA1988) elde edilen sonuçlara göre, Türkiye'deki evli kadınların % 63,9'u gebeliği önleyici bir yöntem kullanmakta, % 36,1'i ise kullanmamaktadır. Günümüzde, ülkemizde modern yöntem kullanımının geleneksel yöntem kullanımından daha fazla olması olumlu bir gelişmedir. Fakat, geleneksel yöntem kullanma hızının % 28,1 olması, aile planlaması hizmeti almak isteyip de bu hizmete ulaşamayanların varlığını düşündürmektedir(10). Toplumun üreme sağlığı konularında ve bulaşıcı hastalıklardan nasıl korunulacağına ilişkin bilgilendirilmesi sürecinde ve danışmanlık hizmetleri verilmesinde, hemşirelere büyük sorumluluklar düşmektedir. Bu konulara ilişkin eğitim çalışmalarında hemşirelerin etkili ve başarılı olabilmeleri için yeterli düzeyde bilgi ve eğitim becerisine sahip olmaları gereklidir. Hemşirelerin ve diğer tüm sağlık çalışanlarının aile planlaması konusunda eğitimli olması, kendilerinin de uygun ve etkili bir aile planlaması yöntemi kullanmalarını sağlayacaktır. Ayrıca, sağlık personelinin kendisinin de etkili modern bir aile planlaması yöntemi kullanması sağlık personelinin yaptığı işe inandığını gösterecektir(6,9). Aile planlaması çalışmaları artan nüfus sorunlarına bağlı olarak özellikle geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin üzerinde hassasiyetle durdukları konulardır. Yeni bir fikir gibi görünmesine karşı, aşırı doğurganlığı önleme çabalarının insanlık tarihi kadar eski olduğu bilinmektedir. Zaman içinde bilimin gelişmesine paralel olarak çeşitli mekanik ve fizyolojik yöntemler de aile planlaması hizmetleri sürecinde gelişme göstermiştir ve uygulamaya geçmiştir (11,12). Başlangıçta hızlı nüfus artışını hedef alan ve yaptırımcı olma eğilimi gösteren aile planlaması anlayışı, 20. yüzyılın 2. yarısından sonra, daha ılımlı ve nüfusun sağlığını ön planda ele alan bir anlayışa yerini terk etmiştir. Böylece aile planlaması kavramı çağdaş tanımına ulaşmıştır. Günümüzde aile planlaması denilince, ailelerin istedikleri zaman, bakabilecekleri sayıda çocuk sahibi olmaları kavramı öne çıkmaktadır. Aşırı doğurganlığın ve erken yaşta evliliğin ortaya çıkardığı sağlık sorunlarının çözümü aşamasında da aile planlaması çalışmalarının büyük bir önemi vardır(1,12). Ailelerin sosyal yönden ve ruhen tam iyilik halinde olabilmesi, onların sosyal yaşantılarını ve aile düzenlerini kendi olanak ve isteklerine uygun bir

biçimde kurabilmelerine ve sürdürebilmelerine bağlıdır. Bir aile, istediği çocuk sayısına ulaştıktan sonra istenmeyen diğer çocuklara sahip olma tehlikesi ve onların getireceği sosyo-ekonomik endişelerle karşılaşmak durumunda kalırsa, o ailenin düzeninde olumsuz değişimler beklenir. Bu tür ailelerin gerçek anlamda sağlıklı olduklarından söz edilemez(12,13,14). Aile planlaması hizmetlerinin tıbbi ve psiko-sosyal olmak üzere iki yönü bulunmaktadır. Tıbbi yön aile planlaması araçlarının kullanılması, takılması gibi konuları ilgilendirir. Bu aşamada sorumlu kişiler hekimler, hemşireler, ebeler'dir. Aile planlamasının psiko-sosyal yönü ele alındığında öncelikle doğumların denetimiyle ilgili olarak halkı aydınlatmak, konuyu bilmeyen toplum kesimlerine gereken bilgileri sunmak öncelik taşır. • Aile Planlamasının Amaçları: •Anne ve babalara aile planlamasının esaslarını kavratmak ve korunma yöntemleri hakkında bilgi vermek; ayrıca, bu bilgileri uygulama olanağı sağlamak, • Çok sayıda veya sık olan gebelikler ve doğumlar nedeniyle olabilecek ana çocuk sağlığı sorunlarını asgari düzeye indirmek ve olabilecek sakıncalı durumları önlemek, •Ailelerin arzu ettikleri sayıda ve sağlıklı çocuklar yetiştirmelerine yardım etmek, •Doğurganlık çağındaki bireyleri üreme ile ilgili konularda sa ğl ık l ı olarak bilgilendirmek, •Arzu ettiği halde çocuğu olmayanlara yardım ederek onların tıbbi imkanlardan yararlanmasını

sağlamak, •Özellikle istenmeyen gebeliklerin tehlikeli yollarla giderilmesini önleyerek, annelere gebelikten korunmanın modern ve tıbbi yollarını öğretmek, • Hızlı nüfus artışını yavaşlatarak nüfusun niteliğini iyileştirmek; böylece, toplumun sağlıklı, mutlu, iyi eğitimli ve ekonomik olanakları yeterli bireylerden oluşmasını sağlamak, •Aileleri gebeliği önleyici yöntemlerden kolaylıkla yararlandırmak, •Annenin doğum için en uygun yaşta olmasını

sağlamak, • Gebelikler arasında yeterli zaman aralığını koyabilmek, •Cinsel yaşamın sağlıklı sürdürülmesini temin etmektir (2, 12, 15, 16, 17)


• Yaygın Kullanılan Başlıca Aile Planlaması Yöntemleri: Kontraseptif yöntemler, fertiliteye etkileri açısından başlıca iki grupta incelenirler(18,19): 1) Etkin kontraseptif yöntemler 2) Etki derecesi sınırlı kontrseptif yöntemler 1) Etkin Kontraseptif Yöntemler: • Hormonal Kontraseptifler; — Kombine oral kontraseptifler (östrojen ve progestin içeren haplar) — Yalnız progestin içeren kontraseptifler (progestin içeren haplar) — İmplantlar (kola yerleştirilen ve hormon salgılayan maddeler) — Enjeksiyonlar (ayda veya üç ayda bir uygulanan hormon içeren iğneler) • Rahim İçi Araç (RİA) • Erkek Kondomu (Prezervatif - Kaput) • Kadın Kondomu • Diyafram, Servikal Başlık • Cerrahi Sterilizasyon — Kadında tüp ligasyonu — Erkekte vazektomi 2) Etki Derecesi Sınırlı Yöntemler: • Takvim Yöntemi ■ Koitus İnterruptus (geri çekme) ■ Vajinal Lavaj (haznenin yıkanması) ■ Spermisitler (erkek spermlerini öldüren hazneye uygulanan maddeler) ARAŞTIRMANIN AMACI Bu araştırmayla, Ege Üniversitesi Ödemiş Sağlık Yüksekokulu Hemşirelik Bölümü'nde okumakta olan tüm öğrencilerin aile planlaması ile ilgili bilgilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Ayrıca, aile planlaması ile ilgili herhangi bir eğitim almamış olan 1. ve 2. sınıf öğrencilerinin oluşturduğu A Grubu ile bu konuda eğitim almış olan 3. ve 4. sınıf öğrencilerinin oluşturduğu B grubu öğrencilerinin bilgileri arasında olabilecek farklılıkların da saptanması amaçlanmıştır. Elde edilen verilerin yardımıyla, Yüksekokul Hemşirelik Bölümü öğrencilerinin aile planlaması konusundaki eğitim çalışmalarında, gereken ders içeriği değişikliklerinin yapılması da planlanmıştır.

GEREÇ VE YÖNTEM • Araştırmanın Yöntemi: Bu araştırma, Ege Üniversitesi Ödemiş Sağlık Yüksekokulu öğrencilerinin aile planlaması yöntemleri ile ilgili mevcut bilgilerini değerlendirmek üzere tanımlayıcı bir çalışma olarak planlanmıştır (20). • Araştırmanın Gerçekleştirildiği Yer ve Zaman: Araştırma, İzmir ilinin Ödemiş ilçesindeki, Ege Üniversitesi Ödemiş Sağlık Yüksekokulu Hemşirelik Bölümü'nde gerçekleştirilmiştir. Araştırma kapsamında verilerimiz 2003 yılının Ocak ayı içerisinde uygulanan anketler aracılığıyla toplanmıştır. • Araştırmanın Evreni ve Örneklemi: Bu araştırmanın evreni, Ege Üniversitesi Ödemiş Sağlık Yüksekokulu'nda okuyan öğrencilerin tümüdür. Evreni oluşturan toplam öğrenci sayısı 128 kız öğrencidir. Bu öğrencilerin tümü Hemşirelik Bölümü'nün 1., 2., 3. ve 4. sınıflarında okumaktadırlar. Araştırmamızın evreni ulaşılabilir büyüklükte olduğu için herhangibir örnekleme yöntemi uygulanmadan evreninin tümü çalışma kapsamına alınmıştır'20). • Araştırmanın Verilerinin Toplanması: Araştırmanın verileri, bizzat araştırıcı tarafından uygulanan anket formlarının gözlem altında cevaplanması yöntemiyle toplanmıştır. Çalışma kapsamındaki 128 öğrencinin tümüne uygulanmış olan bu anket, araştırıcı tarafından hazırlanmıştır. Söz konusu anket toplam 23 sorudan oluşmakta olup, soruların hepsi çoktan seçmeli olarak hazırlanmıştır. Anketin ilk bölümünde sosyo-demografik bilgileri saptamaya yönelik 7 tane soru mevcuttur. Sonraki bölümde ise öğrencilerin aile planlaması konusundaki bilgi düzeylerini belirlemeye yönelik 16 ayrı soru sorulmuştur. Anket formlarına öğrenciler isimlerini yazmamışlardır. Her anket formu kodlandırılarak ve öğrencilerin isimlerin yerine ilgili kod numaraları kullanılarak değerlendirilmiştir. • Araştırmanın Verilerinin Değerlendirilmesi: Araştırmanın kapsamında elde edilen tüm veriler sayısal ve yüzde değerler haline dönüştürülmüş olup, bu değerleri içeren tablolar oluşturulmuştur. Verilerin değerlendirilmesi aşamasında istatistiksel olarak


Tablo 1: Ege Üniversitesi Ödemiş Sağlık Yüksekokulu, Hemşirelik Bölümü öğrencilerinin yaş gruplarına göre dağılımı

YAŞLAR

SAYI

YÜZDE (%)(*)

1.SINIF 17-19 20-22 23 Yaş ve Üstü 2.SINIF

10 27 2

7.8 21.1 1.5

17-19 20-22 23 Yaş ve Üstü 3.SINIF

2 26 2

01.5 20.3 01.5

17-19 20-22 23 Yaş ve Üstü 4.SINIF

— 28 5

0.0 21.9 4.0

0.0

18 8

14.1 6.3

128

100

17-19 20-22 23 Yaş ve Üstü

TOPLAM

(*) Öğrencilerin toplam sayısına (128 kişiye) göre yüzdeler hesaplanmıştır. "Bağımsız gruplarda iki yüzde arasındaki farkın önemlilik testi (t testi)" uygulanmıştır'21'. BULGULAR VE TARTIŞMA Araştırmaya katılan öğrencilerin yaşlarının aritmetik ortalaması 21 ± 1.32 olarak hesaplanmıştır. Öğrencilerin yaş gruplarına göre dağılımı Tablo 1'de verilmiştir. Yine Tablo 1 'den de görüleceğe üzere, Ege Üniversitesi Ödemiş Sağlık Yüksekokulu, Hemşirelik Bölümü'nün öğrencilerinin çoğunluğunun yaşları 20-22 yaş grubunda yer almaktadır. Öğrencilerin mezun oldukları liselere göre dağılımı Tablo 2'de verilmiştir. Tabloda da görüldüğü gibi 1.,

2. ve 3. sınıf öğrencileri arasında özel liseden mezun olana rastlanmamıştır. 4. sınıfdan sadece 1 öğrenci özel liseden mezun olmuştur. Öğrencilerin çoğunluğu normal müfredatlı devlet liselerinden mezundurlar. Süper liselerden, Anadolu liselerinden ve sağlık meslek liselerinden mezun öğrenciler daha düşük oranlarda mevcutturlar (Tablo 2). Öğrenci annelerinin eğitim durumlarına göre dağılımı Tablo 3'de verilmiştir. Tabloda görüldüğü gibi öğrencilerin annelerin çoğunluğu (% 64.0'ü) ilkokul mezunudur. Annelerin % 6.3'ü okur yazar değildir. Yükseköğrenimi tamamlamış annelerin oranı % 3.1'dir.


Tablo 2: Ege Üniversitesi Ödemiş Sağlık Yüksekokulu, Hemşirelik Bölümü öğrencilerinin mezun oldukları liselere göre dağılımı ÖĞRENCİLERİN MEZUN OLDUKLARI LİSE

1. SINIF Devlet Lisesi Sağlık Meslek Lisesi Süper Lise veya

SAYI

YÜZDE ( * }

29 3

22.7 02.3

7

5.4

23 4

18.0 3.1

3

2.3

29 3

22.7 2.3

Anadolu Lisesi 2. SINIF Devlet Lisesi Sağlık Meslek Lisesi Süper Lise veya Anadolu Lisesi 3. SINIF Devlet Lisesi Sağlık Meslek Lisesi

1

0.8

23 1

18.0 0.8

1

0.8

Anadolu Lisesi Özel Lise

1

0.8

TOPLAM

128

100

Süper Lise veya Anadolu Lisesi 4. SINIF Devlet Lisesi Sağlık Meslek Lisesi Süper Lise veya

Öğrencilerin toplam sayısına (128 kişiye) göre yüzdeler hesaplanmıştır. Tablo 3: Ege Üniversitesi Ödemiş Sağlık Yüksekokulu, Hemşirelik Bölümü öğrencilerinin annelerinin eğitim durumlarına göre dağılımı

ÖĞRENCİ ANNELERİNİN EĞİTİM DURUMLARI Okur-yazar değil Okur-yazar ilkokul mezunu Ortaöğretim ve Lise Yüksekokul / Fakülte TOPLAM

SAYI

YÜZDE

8 8 82 26 4 128

6.3 6.3 64.0 20.3 03.1 100.0


Tablo 4: Ege Üniversitesi Ödemiş Sağlık Yüksekokulu, Hemşirelik Bölümü öğrencilerinin babalarının eğitim durumlarına göre dağılımı

SAYI

YÜZDE

Okur-yazar değil

-

0.0

Okur-yazar

1

0.8

İlkokul mezunu

64

50.0

Ortaöğretim ve Lise

49

38.2

Yüksekokul / Fakülte

14

11.0

TOPLAM

128

100.0

ÖĞRENCİ BABALARIN EĞİTİM DURUMLARI

Öğrenci babalarının eğitim durumlarına göre dağılımı Tablo 4'de izlenmektedir. Görüldüğü üzere anneler gibi babaların da çoğunluğu (%50.0'si) ilkokul mezunudur. Babalar arasında okur-yazar olmayan yoktur. Babaların yüksekokul /fakülte bitirme oranları % 11.0 olup annelerden daha fazladır (Tablo 4).

kardeş sayısı 4 veya daha fazladır. Ailesinde tek çocuk olan öğrenci yoktur (Tablo 5). Öğrenci ailelerinin sosyo-ekonomik durumlarına göre dağılımı Tablo 6'da verilmiştir. Öğrenci ailelerinin sosyo-ekonomik durumlarının çoğunun (%90.7'sinin) orta düzeyde olduğu saptanmıştır. Öğrenci ailelerinin

Tablo 5: Ege Üniversitesi Ödemiş Sağlık Yüksekokulu, Hemşirelik Bölümü öğrencilerinin kardeş sayılarına göre dağılımı

ÖĞRENCİLERİN KARDEŞ SAYISI

SAYI

YÜZDE

2.3 4 ve üstü TOPLAM

90 38 128

70.3 29.Tem 100.0

Öğrencilerin kardeş sayılarına göre dağılımı Tablo 5'de verilmiştir. Öğrencilerin % 70.3'ünün kardeş sayısı 2 ila 3 arasında değişmektedir. Öğrencilerin %29.7'sinin

% 9.3'nün sosyo-ekonomik durumları düşüktür. Sosyoekonomik düzeyleri yüksek olan öğrenci ailesi mevcut değildir (Tablo 6).

Tablo 6: Ege Üniversitesi Ödemiş Sağlık Yüksekokulu, Hemşirelik Bölümü öğrencilerinin ailelerinin sosyo-ekonomik durumlarına göre dağılımı

ÖĞRENCİLERİN AİLELERİNİN SOSYOEKONOMİK DURUMU

SAYI

YÜZDE

DÜŞÜK ORTA YÜKSEK TOPLAM

12 116 128

9.3 90.7 0.0 100.0


Tablo 7: Ege Üniversitesi Ödemiş Sağlık Yüksekokulu, Hemşirelik Bölümü öğrencilerinin verdikleri doğru cevapların yüzdelerinin karşılaştırılması

SORU NO

8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23

AGRUBU (69 öğrenci) (1. ve 2.sınıf öğr.) Doğru Cevap Veren Öğrenci Sayısı

DOĞRU %'si

B GRUBU (59 öğrenci) (3. ve 4. sınıf öğr.) Doğru Cevap Veren Öğrenci Sayısı

DOĞRU %'si

p değerleri

29 42.0 36 61.0 P<0.05 42 60.8 39 66.1 P>0.05 46 66.6 57 96.6 P<0.05 32 46.3 51 86.4 P<0.05 57 82.6 56 94.9 P<0.05 32 46.3 42 71.1 P<0.05 5 07.2 44 74.5 P<0.05 16 23.1 41 69.4 P<0.05 39 56.5 56 94.9 P<0.05 64 92.7 59 100.0 P<0.05 19 27.5 49 83.0 P<0.05 52 75.3 59 100.0 P<0.05 53 76.8 58 98.3 P<0.05 60 86.9 59 100.0 P<0.05 58 84.0 59 100.0 P<0.05 46 66.6 58 98.3 P<0.05 Not: Yukarıdaki her iki grup için ayrı ayrı satır yüzdesi hesaplaması yapılmıştır. Ayrıca her satırda her iki yüzde arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olup olmadığı değerlendirilmiştir.

Aile planlaması yöntemleri ile ilgili ders almış olan öğrencilerle (B grubunu oluşturan toplam 59 öğrenci), bu konuda herhangibir ders almamış olan öğrencilerin (A grubunu oluşturan toplam 69 öğrenci), aile planlaması bilgi düzeylerini değerlendiren sorulara verdikleri doğru cevapların karşılaştırılması aşağıdaki Tablo 7'de verilmiştir. Öğrencilerin aile planlaması yöntemlerine ilişkin bilgi sorularına verdikleri doğru cevaplar ve yüzde dağılımları aşağıdaki gibidir: 8. soruda öğrencilere "Aile Planlamasının tanımı" sorulmuştur. A grubu öğrencilerinden 29 kişi (% 42.0), B grubu öğrencilerinden 36 kişi (% 61.0) aile planlamasının doğru tanımını işaretlemişlerdir. A grubu ve B grubu öğrencilerinin bu soruyu bilme yüzdeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardır (t = 2.14) (p < 0.05). 1995-1996 öğretim yılında Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu (E.Ü.H.Y.O.) 1. ve 3. sınıf öğrencilerinin aile planlaması teknik ve yöntemleri konusunda bilgi düzeylerini saptamak amacı ile yapılan araştırmada öğrencilere "aile

planlamasının tanımı" sorulmuştur. Dersi almayan 1. sınıf öğrencilerinden 6 kişi (% 6), dersi alan 3.sınıf öğrencilerinden 29 kişi (% 29) doğru olarak aile planlamasını tanımlamıştır'22). 9. soruda öğrencilere "Kadın gruplarından hangisi aile planlaması konusunda öncelik taşımaz" sorusu sorulmuştur. A grubu öğrencilerinden 42 kişi (% 60.8), B grubu öğrencilerinden 39 kişi (% 66.1) "Yapılacak doğuma bağlı olarak vücutlarında kozmetik açıdan sorun olabilecek kadınlar" seçeneğini seçerek doğru cevap vermişlerdir. A grubu ve B grubu öğrencilerinin bu soruyu bilme yüzdeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktur (t = 0.03) (p > 0.05). 10. soruda öğrencilerden "etkin olmayan yöntemler arasından bir tane etkin kontraseptif yöntemi seçmeleri" istenmiştir. A grubu öğrencilerinden 46 kişi (% 66.6), B grubu öğrencilerinden 57 kişi (% 96.6) doğru olan "RİA" seçeneğini seçmişlerdir. A grubu ve B grubu öğrencilerinin bu soruyu bilme yüzdeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardır (t = 4.26) (p < 0.05). E.Ü.H.Y.O.'da yapılan araştırmada ise 1. sınıf öğrencilerinden 13 kişi (% 13), 3. sınıf öğrencilerinden 39 kişi (% 39) etkin kontraseptif yöntemi


etkin olmayan yöntemler arasından doğru olarak seçmişlerdir(22). 11. soruda öğrencilere "etkinlik derecesi düşük olan kontraseptif yöntemlerden biri" sorulmuştur. A grubu öğrencilerinden 32 kişi (% 46.3), B grubu öğrencilerinden 51 kişi (% 86.4) doğru cevap olan "fitil-köpük" seçeneğini seçmişlerdir. A grubu ve B grubu öğrencilerinin bu soruyu bilme yüzdeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardır (t = 4.73) (p < 0.05). E.Ü.H.Y.O.'da yapılan araştırmaya göre ise, 1. sınf öğrencilerinin 6'sı (% 6'sı), 3.sınıf öğrencilerinin 41 'i (% 411) benzeri soruyu doğru olarak bilmişlerdir (22)

12. soruda öğrencilere "kadınlardan hangisi oral kontraseptiflerden birini emniyetle kullanabilir" sorusu sorulmuştur. Bu soruya A grubu öğrencilerinden 57 kişi (% 82.6), B grubu öğrencilerinden 56 kişi (% 94.9) "35 yaş altında önemli bir hastalığı olmayanlar" seçeneğini seçerek doğru cevap vermişlerdir. A grubu ve B grubu öğrencilerinin bu soruyu bilme yüzdeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardır (t = 2.15) (p< 0.05). 13. soruda öğrencilere "oral kontraseptiflerin kontrendike olduğu durumlar nelerdir" diye sorulmuştur. A grubu öğrencilerinden 32 kişi (% 46.3), B grubu öğrencilerinden 42 kişi (% 71.1) "ilk üç şıktaki hastalıkların hepsinde" seçeneğini seçerek doğru cevap vermişlerdir. A grubu ve B grubu öğrencilerinin bu soruyu bilme yüzdeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardır (t = 2.83) (p < 0.05). 14. soruda öğrencilere "RİA'nın kontraseptif etkinlik açısından başarı yüzdeleri ne kadardır" sorusu sorulmuştur. A grubu öğrencilerinden 5 kişi (% 7.2), B grubu öğrencilerinden 44 kişi (% 74.5) "Yüzde 97 - yüzde 99" seçeneğini seçerek doğru cevap vermişlerdir. A grubu ve B grubu öğrencilerinin bu soruyu bilme yüzdeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardır ( t = 7.81) (p < 0.05). 15. soruda öğrencilere "Hangisi rahim içi araçların yan etkilerinden biri değildir" sorusu sorulmuştur. A grubu öğrencilerinden 16 kişi (% 23.1), B grubu öğrencilerinden 42 kişi (% 69.4) "Libidoda olumsuz yönde değişim" seçeneğini seçmişler ve doğru cevabı bilmişlerdir. A grubu ve B grubu öğrencilerinin bu soruyu bilme yüzdeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardır (t = 5.26) (p < 0.05). 16. soruda öğrencilere "RİA'yı hangi kadınlar kullanabilir" sorusu sorulduğunda A grubu öğrencilerinden 39 kişi (% 56.5), B grubu öğrencilerinden 56 kişi (% 94.9) "daha önce oral kontraseptif kullananlar, ileri yaştaki kadınlar, emzikli anneler" seçeneğini seçmişler ve doğru cevabı bilmişlerdir. A grubu ve B grubu öğrencilerinin bu soruyu bilme yüzdeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardır (t = 4.95) (p < 0.05). 17. soruda öğrencilere "Sağlık personelinden hangisi RİA uygulaması yapamaz" sorusu sorulmuştur. A grubu öğrencilerinden 64 kişi (% 92.7),

B grubu öğrencilerinden 59 kişi (% 100.0) "Sağlık Memuru" seçeneğini işaretleyerek doğru cevap vermişlerdir. A grubu ve B grubu öğrencilerinin bu soruyu bilme yüzdeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardır (t = 2.10) (p < 0.05). 18. soruda öğrencilere "Deri altı doğum kontrol kapsüllerinin gebeliği önleme süreleri ne kadardır" sorusu sorulmuştur. A grubu öğrencilerinden 19 kişi (% 27.5), B grubu öğrencilerinden 49 kişi (% 83.0) "45 yıl" doğru seçeneğini seçmişlerdir. A grubu ve B grubu öğrencilerinin bu soruyu doğru bilme yüzdeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardır (t = 6.27) (p < 0.05). 19. soruda öğrencilere "Hangisi tüp ligasyon yönteminin olumsuz yönüdür" sorusu sorulmuştur. A grubu öğrencilerinden 52 kişi (% 75.3), B grubu öğrencilerinden 59 kişi (% 100.0) "Geri dönüşümünün çok zor ve pahalı olması" seçeneğini seçerek doğru cevap vermişlerdir. A grubu ve B grubu öğrencilerinin bu soruyu doğru bilme yüzdeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı olarak bir fark vardır (t = 4.1) (p<0.05). 20. soruda öğrencilere "Hangisi vazektominin olumsuz yönüdür" diye sorulmuştur. A grubu öğrencilerinden 53 kişi (% 76.8), B grubu öğrencilerinden 58 kişi (% 98.3) "HIV/AIDS ve diğer cinsel yolla bulaşan hastalıklara karşı koruma sağlamaması" seçeneğini işaretleyerek doğru cevap vermişlerdir. A grubu ve B grubu öğrencilerinin bu soruyu bilme yüzdeleri arasında anlamlı bir fark vardır (t = 3.57) (p < 0.05). 21. soruda öğrencilere "Aile planlaması yöntemlerinden hangisi kontraseptif özelliğinin yanı sıra, çiftleri cinsel yolla bulaşan hastalıklardan korur" sorusu sorulmuştur. A grubu öğrencilerinden 60 kişi (% 86.9), B grubu öğrencilerinden 59 kişi (% 100.0) "kondom-prezervatif" yanıtını vermişlerdir. A grubu ve B grubu öğrencilerinin bu soruyu bilme yüzdeleri arasında anlamlı bir fark vardır (t= 2.89) için (p < 0.05). 22. soruda öğrencilere "Kondom kullanımı sırasında dikkat edilmesi gereken hususlar" sorulmuştur.A grubu öğrencilerinden 58 kişi (% 84.0), B grubu öğrencilerinden 59 kişi (% 100.0) bu hususları doğru olarak bilmişlerdir. A grubu ve B grubu öğrencilerinin bu soruyu bilme yüzdeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardır (t = 3.23) (p < 0.05) 23. soruda öğrencilere "Enjeksiyona dayalı kontraseptif yöntemlerin avantajları nelerdir" sorusu sorulmuştur. A grubu öğrencilerinden 46 kişi (% 66.6), B grubu öğrencilerinden 58 kişi (% 98.3) enjeksiyona dayalı kontraseptif yöntemlerin avantajlarını doğru olarak bilmişlerdir. A grubu ve B grubu öğrencilerinin bu soruyu bilme yüzdeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardır (t = 4.62) (p < 0.05). TARTIŞMA VE SONUÇ Ülkemizde doğum hızının yüksek olduğu bilinen bir gerçektir. Bu hızı düşürmek için, etkili aile planlaması


yöntemlerinin doğru ve sürekli olarak kullanılması gerekir. Bunların kullanılmasının; ana-çocuk sağlığı ve toplumun genel sağlığı açısından birçok yararları vardır. Başta hemşireler olmak üzere sağlık personeline, aile planlaması hizmetlerinde önemli görev ve sorumluluklar düşmektedir. Sağlık personelinin bu görevlerini yerine getirebilmelerinde, sağlık eğitiminin önemi azımsanmayacak derecede büyüktür. Ege Üniversitesi Ödemiş Sağlık Yüksekokulu, Hemşirelik Bölümü 1.-2. sınıf öğrencilerinin (aile planlaması eğitimi almayan A grubu) ve 3.-4. sınıf öğrencilerinin (eğitim alan B grubu), aile planlaması teknik ve yöntemleri konusunda bilgi düzeylerini saptamak amacı ile yapılan bu araştırmada, her iki grubun bilgi düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı farklar bulunduğu ortaya çıkmıştır. Eğitim almamış olan A grubu öğrencilerinin genel olarak aile planlaması konusunda daha az bilgiye sahip oldukları saptanmıştır. Eğitim almış olan B grubu öğrencilerinin ise aile planlaması konusunda daha iyi düzeyde bilgi sahibi oldukları da bu çalışma sonucunda ortaya çıkmıştır. Halıcı'nın Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu 1. ve 3. sınıf öğrencilerinde yapmış olduğu bir çalışmada da benzeri sonuçlar elde edilmiştir. Aile planlaması konusuna yönelik özel bir eğitim almamış öğrencilerin bu konudaki bilgi düzeyleri anlamlı olarak daha düşük bulunmaktadır. Aile Planlaması, HIV/AIDS, üreme sağlığı vb. konularda gençlere yönelik yapılan eğitim çalışmalarının, onların bu konulardaki bilgi düzeylerini anlamlı olarak arttırmakta olduğu günümüzde bilinen bir gerçektir. Bu konuda yapılmış çeşitli araştırmalar da bu gerçeği desteklemektedir. Bu eğitimlerin okullarda müfredat programları kapsamında veya okul eğitimleri dışında toplum eğitimi faaliyetleri çerçevesinde verilmeleri çok yerinde ve olumlu olacaktır (23,24,25). Aile Planlaması Eğitimi açısından bazı öneriler aşağıda sunulmuştur: ■Gençlerin aile planlaması teknik ve yöntemleri konusunda bilgi sahibi olmaları için ortaöğretim sırasında müfredat programlarında aile planlaması konusu ele alınmalıdır ve bu bilgiler uzman kişiler tarafından verilmelidir. • Hemşirelik öğrencilerinin aile planlaması konusunda pratiğe yönelik daha kalıcı bilgiler edinmeleri yönünde girişimlerde bulunulmalıdır. ■ Öğrencilerin aile planlaması konusunda daha duyarlı hale getirilmeleri sağlanmalıdır. • Aile planlaması konusunda tüm öğrencileri kapsayan daha geniş araştırmalar yapılmalıdır. ■Üniversitelerdeki diğer bölüm öğrencilerini, aile planlaması konusunda bilgilendirmek için sağlık personeli tarafından konferanslar ve eğitim seminerleri düzenlenmelidir. ■ Kırsal kesimlerde aile planlaması konusunda halka açık eğitim programları yürütülmelidir.

•Ayrıca medya aracılığıyla da bu konunun pekiştirilmesi önerilmelidir. • Özellikle televizyon yayınları aracılığıyla yapılan aile planlaması konulu eğitim programları tüm ülkede yaygın bir şekilde izlenebilir. Bu hususa çok önem verilmelidir! KAYNAKLAR I - Ana Sağlığı ve Aile Planlaması El Kitabı. 5. Baskı, Ankara: T.C. Sağlık Bakanlığı.AÇŞAP Genel Müdürlüğü Yayını, 1992: 135-152. 2- Elçioğlu ÖŞ, Ünlüoğlu İ, Özalp S. Aile planlaması danışmanlık hizmetleri ve kalite. Sağlık ve Toplum, 2000; 10 (3): 3-7. 3- Bayık A: Aile Planlaması Eğitim Kitapçığı. İzmir: E.Ü. Hemşirelik Y.O. ve Karşıyaka Belediyesi Ortak Yayını (Halk Sağlığı Eğitim Programı Yayını, No: 1), 1991:1-2. 4- Saraç I, Yalçın ÖT, Özalp S, Hassa H. Bir üniversite hastanesinde rahim içi araç uygulamaları. Sağlık ve Toplum 1999; 9 (2): 29-31. 5- Ceylan S, Tekbaş F. Aile planlamasına bütüncül bir yaklaşım; erkeklerin katılımı. Sağlık ve Toplum 2000; 10 (3): 16-21. 6- Özkan S, Maral I, Bumin MA. Kadın sağlık personelinin kullandığı aile planlaması yöntemleri. Sağlık ve Toplum 1998; 8 (1): 14-17. 7- Özbaşaran F. Üreme sağlığı, üreme hakları, üreme sağlığı sorunları ve 4. Dünya kadın konferansı doğrultusunda öneriler. Hemşirelik Forumu 1999; 2 (6): 300-4. 8- Kadın Sağlığı ve Aile Planlaması Ulusal Faaliyet Planı. Ankara: T.C. Sağlık Bakanlığı AÇSAP Genel Müdürlüğü Yayını, 1998: 4-5. 9- Bayık A: Ebe ve Hemşireler İçin Aile Planlaması ve Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklar Konusunda Bilgiler, izmir: E.Ü. Hemşirelik Yüksekokulu Yayını, 1994:1-2. 10- Baykan Z, Maral I, Bumin MA. Ankara ili Gölbaşı bölgesindeki 15 49 yaş evli kadınların çocuk isteme durumlarına göre aile planlaması yöntemi kullanımı ve kullanılan aile planlaması yöntemleri. Sağlık ve Toplum 2001; 11 (2): 24-29. I1 - Yıldırım A. Zeynep Kamil Hastanesi aile planlaması kliniğine yasal tahliye olmak için başvuran kadınların aile planlaması hakkında bilgilendirilmesi ve kürtaj sonrası tercih ettikleri yöntemlerin değerlendirilmesi. Dirim 1998; 73 (5-6): 153-155. 12- Aile Planlaması Ders Kitabı. Ankara: Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı AÇSAP Genel Müdürlüğü ile Sağlık Eğitimi Genel Müdürlüğü ortak yayını, 1984. 13-Özev E, Erez S, Aka N. Aile planlaması kavramının gelişmesi. Haydarpaşa Numune Hastanesi Tıp Dergisi 1989; 29 (3): 211-23. 14-Demirbilek H. Aile planlamasında sosyal hizmet. Göztepe Tıp Dergisi

1995; 10 (3): 144-46.

15-Bayram N (ed.), Hassa H, Özalp S, Yıldırım A, Şener T. Ana Sağlığı ve Aile Planlaması. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları No: 725, 1996. 16-Hatcher RA et all. Contraceptive Technology: International Edition. U.S.A.: 1994. 17-Taşkın L. Doğum ve Kadın Sağlığı Hemşireliği. Ankara: Sistem Yayınları, IV. Baskı, 2000. 18- Hatcher RA, Rinehart W, Blackburn R, Geller JS. The Essentials of Contraceptive Technology (A Handbook for Clinical Staff). Baltimore U.S.A.: A Publication of Johns Hopkins School of Public Health, Population Information Program, 1997. 19- Akın A. Hekimler İçin Aile Planlaması El Kitabı. Ankara: S.B. Yayınları, 1983. 20- Saunders BD, Trapp RG. Basic and Clinical Biostatistics. Connecticut - U.S.A.: Appleton & Lange Publication, International II. Edition, 1990. 21- Sümbüloğlu K, Sümbüloğlu V. Biyoistatistik. Ankara: Hatipoğlu Yayınları No: 53, 3. Bası, 1990. 22-Halıcı H. "Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu 1 ve 3. sınıf Öğrencilerinin Aile Planlaması Teknik ve Yöntemleri Konusunda Bilgi Düzeylerinin incelenmesi" konulu yayınlanmamış Lisans Bitirme tezi; Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu, İzmir, 1996. 23-Toker SO, Küçükyılmaz Ü. Ege Üniversitesi Ödemiş Sağlık Yüksekokulu öğrencilerinin HIV/AIDS bilgi düzeylerinin eğitim öncesi ve sonrasında değerlendirilmesi. Ege Tıp Dergisi, 2001; 40 (2): 91-97. 24-Kaya D, Köşgeroğlu N, Fıçıcı E. Hemşirelerin AiDS'e ilişkin bilgi düzeylerinin araştırılması. AİDS (Turkish Journal of AİDS), 2000; 8( 1 3 ): 48-53. 25-Toker SO, Çakır A, Turgut A, Sural S, Oral S. Aile planlaması kavramına genel bir bakış. Dirim Dergisi, 2002; 77 (5): 23-30.


Huzurevinde Kalan Yaşlılarda Anksiyete Durumu ve İlişkili Risk Faktörleri (Bir Huzurevi Örneği) Murat SOYDAN Saliha ALTIPARMAK ** Gülten KARADENİZ "

Özet

Bu çalışmada, huzurevinde kalan yaşlıların, yalnızlık, yakınlarından ayrı olma, sosyal desteklerin azlığı gibi nedenlerin tetikleyici olduğu düşünülerek anksiyete düzeyleri belirlenmek istenmiştir. Çalışma Manisa İli Kent Merkezi Belediye Huzurevinde kalmakta olan yaşlılar üzerinde yürütülmüştür. Belediye huzurevinde kalmakta olan toplam 60 yaşlı değerlendirme kapsamına alınmıştır. Grup içinde soruları yanıtlayabilir düzeyde olanlara anket uygulanmış, 46 kişi çalışmanın örneklemeni oluşturmuştur (n=46). Çalışmaya katılan yaşlılara Sosyodemografik bilgi formu ve aşağıdaki form ve ölçekler uygulanmıştır. Kendi Anksiyetesini Değerlendirme Ölçeği: Ölçeğin amacı klinik anksiyete olarak tanımlanabilen anksiyeteleri ölçmektir.Ölçeğin referansı: Zung WWK, How normal is anxiety? (Current Concepts). Upjohn Company,1980. Uygulama Aralık 2003- Ocak 2004 tarihleri arasında yapılmış, görüşme ve ölçek uygulamaları Belediye Huzurevi doktoru ve araştırmacı öğretim görevlisi tarafından gerçekleştirilmiştir.: Verilerin analizi SPSS for windows version 10.0 Inc. Chicago İL, 1999 istatistik programı ile yapılmıştır. İstatistiksel analizlerde yüzdelik testler kullanılmıştır. Ölçeğin değerlendirmesinden sonra elde edilen ortalama (35.04±4.23) olup, anksiyete bulgusu elde edilmediğinden bağımsız değişkenlerle istatistiksel analiz yapılmamıştır. Örneklemin KADÖ ortalaması 35.04±4.23 olarak belirlenmiştir ( en düşük=28, en yüksek=47) olarak bulunmuştur. Örneklemin tamamında anksiyete bulunmadığı belirlenmiştir. Anahtar Kelimeler: Yaşlılık, anksiyete, huzurevi

Dr. C.BayarÜni. Sağlık Y.O. Öğr. Gör. C. Bayar Üni. Sağlık Y.O. Yrd. Doç. Dr. C. Bayar Üni. Sağlık Y.O.

Summary

The purpose of this discriptive study to determine the anxiety level of elderly who stayed in home care house because of lionely, staying far from their family and having lovv level of social support. Study was investigated on elderly who live in Manisa Goverment care house. Ali elderly person who stay in care house (n=60) was inplemented be study group. Hovvever only 46 person was ansvvered the questions because of their mentally defect so sample was occured from 46 persons (n=46). Sociodemographic knovvledge form and anxiety scale were applied to the elderly vvhich explained as follovvs: Evaluation Şelf Anxiety Scale: The purpose of this Scale meausring can discription clinical anxiety. The refferance of Scale: Zung WWK, How normal is anxiety? (Current Concepts). Upjohn Company,1980. The study was implamented betvveen the date of 2003december and 2004-january. The meeting and applying of scale and questionnare was done by care house doctor and öne researcher. İn the data analysis SPSS for windows 10.0 Inc. Chicago İL, 1999 vertion packet programme was used. Percentage tests were used in statistical analysis. After analysis of scale the mean is determined (35.04±4.23). Anxiety symptoms have never been determined in the elderly, so statistical analysis never done with undependency factors. The Şelf Anxiety Evaluation mean of the samples was found to be 35.04±4.23( lowest=28, highest=47). Anxiety symptoms never found in ali samples. Key Words: Elderly, anxiety, home care house ise


GİRİŞ Dünya nüfusu, 1996 yılı ortalarında, yıl boyunca 80 milyondan fazla artış göstererek, toplam 5.800 milyona ulaşmıştır. Bu artış içinde yaşlı nüfus % 2.4 oranında artış göstermiştir(1). Yaşlılık dönemi 65 yaş ve üzeri olarak kabul edilmektedir. Yaşlılık tanımı düşünülürse, kronolojik bir kavram mı, sosyal bir yük mü, yoksa bir hastalık mı? soruları akla gelmektedir. Türler arasındaki yaşam beklentisi farklılıklarına bakıldığında, yaşlanmanın yalnızca kronolojik bir kavram olmadığı anlaşılmaktadır. Tüm çok hücreli canlılar yaşamları esnasında zamanın ilerlemesi ile dejeneratif değişiklikler göstermektedir(2,3). Bu değişiklikler algılamaya da yansımaktadır. Algılama da yaşlanma ile birlikte bir azalma, yaratıcı yeteneklerde azalma, dikkatsizlik, daha yavaş düşünme hızı görülebilir(2). Yaşlılığı kabullenme her bireyin dinamiklerine göre değişir. Maddi olarak güvencesi olması ya da olmaması, ailesi ve dostları içinde sevdiği kişileri kaybetmiş olması, kendini fazlalık olarak hissetmesi, yakınlarına yük olduğunu var sayması yaşlı kişileri etkileyebilir. Çoğu zaman yakınlarını kaybetme, g ü n l ü k yaşam e t k i n l i k l e r i n i gerçekleştirememe yaşlıyı huzurevi olarak adlandırılan bir kurumda kalmaya zorlamaktadır(3). Bahsedilen durumlar, yaşlıda huzursuz bir dönemin başlamasına neden olur ve yaşlıyı anksiyete, depresyon gibi bazı psikolojik bozukluklara itebilir. Genel olarak geleceği konusunda endişe yaşamaya başlayan yaşlılarda çaresizlik duyguları artar, basit fobiler ve saplantılı düşünceler görülebilir. Bu durumda huzurevinde kalan yaşlılara destek olabilecek profesyonellerin bulunması, özellikle hekim ve hemşirenin desteği son derece önemli görülmektedir. Yaşlının bu durumu anksiyete bozukluğu olarak adlandırılmakta ve toplumda her 100 kişiden 3-6 kadarında rastlandığı belirtilmektedir (2,3,4). Biyolojik araştırmalar yaşlılarda beynin kaygı ile ilişkili bölgelerinde (kortikal yapılar, limbik sistem, bazal ganglionlar ve serebellum) nöral iletinin azalmış/bozulmuş olabileceğini düşündürmektedir. Normalde, stres yanıtlarında olması gereken otonomik esnekliğin azaldığı görülmektedir. Kaygı ile kişilik özelliklerini araştıran çalışmaların çoğunda" çekingen, bağımlı, kompülsif ve düşük benlik saygısı" özelliklerinin önemli yatkınlaştırıcı etkenler olduğu gösterilmiştir. Stres verici yaşam olaylarının anksiyete de ayrıca tetikleyici bir etken olduğu belirtilmektedir'3-4). Bu çalışmada, huzurevinde kalan yaşlıların, yalnızlık, yakınlarından ayrı olma, sosyal desteklerin azlığı gibi nedenlerin tetikleyici olduğu düşünülerek anksiyete düzeyleri belirlenmek istenmiştir. YÖNTEM: AMAÇ: Huzurevinde kalan yaşlılarda anksiyete düzeyini belirlemektir. Araştırma Alanı: Çalışma Manisa İli Kent Merkezi Belediye Huzurevinde kalmakta olan yaşlılar üzerinde yürütülmüştür. Belediye Huzurevi için huzurevi müdürlüğünden izin alınmıştır. Araştırma Grubu: Belediye huzurevinde kalmakta

olan toplam 60 yaşlı değerlendirme kapsamına alınmıştır. Grup içinde sorulan yanıtlayabilir düzeyde olanlara anket uygulanmış. 46 kişi çalışmanın örneklerini oluşturmuştur (n=46). Huzurevinde kalan yaşlıların % 22'si SSK'ya bağlı sosyal güvence altında olup, % 78'inin sosyal güvencesi yoktur. Araçlar: Çalışmaya katılan yaşlılara aşağıdaki form ve ölçekler uygulanmıştır. Sosyodemografik bilgi formu: Çalışmayı yürüten araştırmacılar tarafından yaşlıların sosyodemografik bilgileri ile, kronik hastalığı olma, sürekli ilaç kullanma, diyet yapma, kuruma gelme nedeni, ziyaretçi sıklığı, ziyaretçilerden memnun olma durumu ile kurumun kendilerinin sosyal gereksinimlerine yanıt verebilme durumunu kapsayan ve yüzyüze görüşme sırasında uygulanan bir formdur. Kendi Anksiyetesini Değerlendirme Ölçeği: Ölçeğin

amacı klinik anksiyete olarak tanımlanabilen anksiyeteleri ölçmektir.Ölçeğin referansı: Zung WWK, How normal is anxiety? (Current Concepts). Upjohn Company; 1980. Ölçek uygun maddelerin formüle edilebilmesi amacıyla yazar tarafından anksiyete tanı ölçütleri tekrar gözden geçirilerek ve anksiyeteli hastalarla yapılan görüşme bantlarının analizi ile oluşturulmuştur. Zung, ayrıca Feighner, Hamilton ve FDA çalışmalarını da gözden geçirmiştir. Anksiyete olasılığı olan her yaşlı grubuna uygulanabilmektedir. Kendi kendine uygulanabilen bir ölçektir. Uygulama için 3 dakikalık süre yeterli olup fazla bilgi verilmesini gerektirmemektedir. Ölçekteki her maddenin puanlaması gittikçe artan şiddetlere göre 4 aşamadır. Maksimum puan 80'dir. Hastanın toplam puanı total maksimum puana (80) bölünerek bir anksiyete indeksi elde edilmektedir. Elde edilen puanlarda 50 ve üzeri anksiyetenin varlığını, 50 ve altı normal, 50-59 orta derecede, 60-69 belirgin düzeyde, 70 ve üzeri ciddi düzeyde anksiyete varlığını göstermektedir. Ölçekte yer alan 20 madde 4 itemle değerlendirilmektedir. Bunlar: hiçbir zaman, bazen, sık sık ve çoğunlukla veya her zaman'ı kapsamaktadır. • Uygulama: Uygulama Aralık 2003- Ocak 2004 tarihleri arasında yapılmış, görüşme ve ölçek uygulamaları Belediye Huzurevi doktoru ve araştırmacı öğretim görevlisi tarafından gerçekleştirilmiştir. Çalışmaya alınma ölçütleri; yüzyüze görüşmeyi sosyodemografik bilgi formu ve kendi anksiyetesini değerlendirme ölçeğini tamamlamaya engel olacak düzeyde fiziksel ya da ruhsal hastalığı bulunmamak, çalışmaya katılmayı kabul etmek şeklinde belirlenmiştir. İstatistiksel Analiz: Verilerin analizi SPSS for windows version 10.0 Inc. Chicago İL, 1999 istatistik programı ile yapılmıştır. İstatistiksel analizlerde yüzdelik testler kullanılmıştır. Ölçeğin değerlendirmesinden sonra elde edilen ortalama (35.04±4.23) olup, anksiyete bulgusu elde edilmediğinden bağımsız değişkenlerle istatistiksel analiz, yapılmamıştır.


BULGULAR II. Sosyodemografik Özellikler: Araştırmanın örneklemini oluşturan 46 yaşlının 34'ü erkek (%73.9), 12'si (%26.1) kadındır. Yaş ortalaması 74.19+ 5.87 (en küçük=60, en büyük=86) dır. Yaşlıların % 4.31 ü evli, % 26.1'i bekar, % 58.7 si dul, % 10.9" u boşanmıştır. Yaşlıların çocuk sahibi olma, çocuk sayısı, çocuğunun iş durumu, herhangi bir kronik hastalığı olma durumu, sürekli ilaç kullanma, diyet yapma durumları Tablo-1 de gösterilmiştir. Tablo 1. Huzurevinde Kalan Yaşlıların Bazı Özelliklerine Göre Dağılımları ÖZELLİK CİNS Kadın Erkek YAŞ

SAYI

%

12 34

26.1 73.9

74.19±5.87

EĞİTİM OYD (okur yazar değil) OY (okur yazar) İlkokul Ortaokul

8 24 86

MEDENİ DURUM Evli Bekar Dul Boşanmış

2 12 27 5

4.3 26.1 58.7 10.9

ÇOCUĞU OLMA Yok Kız Çocuğu Olan Erkek Çocuğu Olan Hem Kızı Hem Oğlu Olan

22 54 15

47.8 10.9 8.7 32.6

ÇOCUK SAYISI ÇOCUK İŞ Çocuğu Yok Çocuklardan Herhangi Birisinin Belli Bir İşi Var Çocuklardan Herhangi Birisinin Belli Bir İşi Yok

17.4 52.2 17.4 13.0

3.04±1.45 22 47.8 21 45.7 3 6.5

HERHANGİ BİR KRONİK HASTALIĞI OLMA DURUMU Evet Hayır

29 17

63 37

SÜREKLİ KULLANILAN İLAÇ OLMA DURUMU Evet Hayır

29 17

63 37

DİYET YAPMA Evet Hayır

13 17

28.3 71.7

TOPLAM

46

100.0

II. Yaşlıların Kurum İle İlgili Özellikleri: Yaşlıların kurumda kalma süresi, kuruma gelme nedeni, yakınlarının ziyarete gelme sıklığı, ziyaret sıklığından memnuniyet durumları, yakınlarından ekonomik destek alma ve kurumun sosyal gereksinimlerine yanıt verme durumu Tablo-2' de verilmiştir. IV. Kendi Anksiyetesini Değerlendirme Ölçeği(KADÖ): Örneklemin KADÖ ortalaması 35.04±4.23 olarak belirlenmişti (en düşük=28, en yüksek=47) olarak bulunmuştur. Örneklemin tamamında anksiyete bulunmadığı belirlenmiştir (Tablo-3).

Tablo 2. Huzurevinde Kalan Yaşlıların Kurum İle İlgili Bazı Özellikleri ve Anksiyete Puan Düzeyi Dağılımı KURUMDA KALMA SURESİ

5.56±3.48

KURUMA GELME NEDENİ Bakacak Kimse Yok Kimseye Yük Olmamak

42 4

91.3 8.7

YAKINLARIN ZİYARETE GELME SIKLIĞI Gelmezler Ayda Bir Yılda Bir Sık Sık

37 5 31

80.4 10.9 6.5 2.2

ZİYARET SIKLIĞINDAN MEMNUNİYET Memnun Değil Memnun

43 3

93.5 6.5

39 7

84.4 15.2

7 39 46

15.2 84.8 100.0

YAKINLARINIZ TARAFINDAN EKONOMİK DESTEK ALMA DURUMU Hayır Evet

KURUMUN SOSYAL İHTİYAÇLARINA CEVAP VEREBİLME DURUMU Orta Derecede Yeterli Derecede TOPLAM

Tablo 3. Huzurevinde Kalan Yaşlılarda Anksiyete Puan Durumu: Ortalama

35.04

Standart Sapma Min. Max.

4.23 28 47

TARTIŞMA Son zamanlara kadar anksiyete bozukluklarının yaşla paralel gittiği, yaşlılarda daha fazla görüldüğü düşünülmekteydi. Günümüzde genç yaşlı ayırımı olmadığı belirtilmekle beraber, çevresel faktörlerin ve beyindeki sinirler arasında iletiyi sağlayan maddelerden biri olan noradrenerjik sistemin aşırı kaygı ve korku oluşturduğu, adrenoseptör duyarlılığında değişmeler olduğu, GABA etkinliğinde azalmayla birlikte yaygın anksiyete bozukluklarının yaşlılarda sinir sistemi faaliyetlerindeki yavaşlama ile daha fazla görüldüğü bilinmektedir (4,5). Yaşlılarda anksiyete bozukluğunun tanımlanması pek çok durumla ilişkilidir. Yaşlılık beraberinde bir çok tıbbi


problemi de getirmektedir. Bu durum anksiyete bozukluklarının getirdiği fiziksel semptomlarla da ilişkilidir. Ancak tanımlanması son derece güç bir durumdur'5). Hafızadaki azalma, demans ya da anksiyete bulgularıyla ortaya çıkabilmektedir. 65 yaş ve üzeri yaş grubunda anksiyete bozukluğu Prevelansı % 5.5 olarak verilmektedir. Başka bir deyişle her yüz kişiden yaklaşık 5-6' sı en azından bir anksiyete hastalığı ile başetmeye çalışmaktadır (6). Araştırmaya katılan yaşlıların % 26. Fi kadın, % 73.9'u erkektir. Çalışmalar orta yaşlı ve yaşlı kadınlarda erkeklere göre 2 kat daha fazla anksiyete bozukluğu olduğu yönündedir(6). Bizim çalışmamızdan elde edilen sonuçlar grubun tümünde anksiyete bulguları olmadığını göstermiştir (pu. Ört. 35.04±4.23). Literatür huzurevi gibi sosyal kurumlarda kalan yaşlıların anksiyete ve depresyon araştırmaları için özel bir grup oluşturduğunu belirtmektedir'7). Yurt dışında yapılan pek çok çalışma da huzurevinde kalan yaşlılarda anksiyete ve depresyon yaygınlığının normal yaşlı nüfusa göre daha yüksek olduğunu bildirmiştir (8,9,10). Türkiyede ki çalışmalarda ise Demet ve ark.. Bekaroğlu ve ark. Kurtoğlu ve Rezaki huzurevlerinde yaptıkları çalışmalarda anksiyete ve depresyon belirti yaygınlığı bildirmişlerdir (7,11,12). Bu konuda yapılan diğer çalışmalar huzurevi koşullarının, huzurevinde kalanların kurumdan tatmin olma düzeyleri ile anksiyete ve depresyon arasında ilişki olduğunu, yalnızlık duygusu yaşanmasının, aidiyet duygusu yaşanmasının, aidiyet duygusu ve sosyal desteğin az olmasının anksiyete ve depresyon gelişmesinde önemli rol oynayan etkenler olduğunu belirtmişlerdi (13,14). Araştırmalar çocuklarının sosyal desteğinin yetersiz olması, dul olma, kadın olma, daha az eğitimli olmanın, yaşlının sağlık sorunlarının bulunması ve huzurevinde kalmayı seçme hakkının kendisinde olmamasının anksiyete ve depresyonu arttıran etkenler olduğunu belirtmişlerdir (15,16) Huzurevinde kalma süresi 2-5 yıl arasında olduğunda ise arkadaşlardan algılanan sosyal destek ve benlik saygısı en üst düzeyde olmaktadır(17). Çalışmamızda araştırmaya katılan huzurevi sakinlerinin büyük çoğunluğunun okur-yazar olduğu, ilkokul ve ortaokulu bitirdikleri belirlenmiştir. Yaşlıların yaş ortalaması 74.19' dur. Ülkemiz koşullarında 70 yıl geriye gidildiğinde, grubun eğitimli olduğu söylenebilir. Çocuklarının belli işi olanlar da çoğunluktadır (% 45.7). Araştırma grubunun % 63'ünde kronik hastalık bulunmakta, ancak % 71.7' si diyet yapmamaktadır. Yaşlıların bakacak kimseleri olmadığı için çoğunlukla kendi iradeleri ile kuruma geldikleri belirlenmiştir. Yaşlıların bu özellik eri yukarıda sözü edilen araştırma

bulguları ile uyum göstermektedir. Araştırma sonucunda elde edilen bulgularda anksiyete bulgularının ortaya çıkmamış olması, bu durum ile ilgili olduğunu düşündürmüştür. Yaşlıların belirttiğine göre kurumun çoğunlukla sosyal gereksinimlerini karşılıyor olması da elde ettiğimiz sonucu destekleyen bir bulgudur. KAYNAKLAR 1. ...T.C.Sağlık Bakanlığı Dış İlişkiler Dairesi Başkanlığı 50. Dünya Sağlık Asamblesi Raporu (Fiftieth World Health Assembly), 5-14 Mayıs 1997, İsviçre/Cenevre 2. ...Yaşlılık/Yaşlılık Psikolojisi.. 3. Uncu Y., Yaşlılık ve Kadın,. 4. ... Yaygınlaşmış Kaygı (Yaygın Anksiyete) Bozukluğuhasta ve yakınlarına yönelik bilgiler,. 5.... Anxiety in the Elderly,. Stanley&J.G.Beck., "Can Older Adults and the Elderly Have Anxiety Disordes Clinical Psychology Review, 20, 731-754(2000). 7. Demet M. M.,Taşkın E.O., Deniz F., Karaca N.,İçelli İ."Manisa Huzurevierinde Kalan Yaşlılarda Depresyon Belirtilerinin Yaygınlığı ve İlişkili Risk Etkenleri" Türk Psikiatri Dergisi, 13(4):290-299(2002). 8. Fries BE., Mehr DR., Schneider D ve ark."Mental Dysfunction and Resource Use in Nursing Homes. Med Çare, 31:898-920, (1993). 9. Bagley H., Cordingley L, Burns Ave ark."Recognition of Depression by Staff in Nursing and Residential Homes" J Clin Nurs, 9:445-450(2000). 10. Baiyevvu O, Adeyemi JD, Ogunniyu A ve ark."Psychiatric Disordes in Nigerian Nursing Home Resident. Int J Geriatr Psychiatry, 12:1146-1150( 1997). 11. Bekaroğlu M., Uluutku N., Tanrıöver S ve ark.Depression in an Elderly Population in Turkey. Açta Psychiatr Scand, 84:174-178(1991). 12. Kurtoülu D., Rezaki SM."Huzurevindeki Yaşlılarda Depresyon. Bilişsel Bozukluk ve Yeti Yitimi" Türk Psikiatri Dergisi, 10:173-179(1999). 13. Ryden MB.,Gross CR, Savik K. Ve ark."Development of a Measure of Resident Satisfaction with the Nursing Home" Res Nurs Health, 23:237-245( 2000). 14. Hagerty BM., VViiliams RA" The Effects of Sense of Belonging, Social Support, Conflict, and Lonaliness on Depression" Nurs Res, 48:215-219( 1999). 15. Zunzunegui MV., Beland F., Otero A ve ark." Support from Childreni Living Arrangements, Self-Rated Health and Depressive Symptoms of Older Peopie in Spahr" Int J Epidemiology, 30:1090-1099(2001). 16. Commerford MC, Reznikoff M "Relationship of Religion and Perceived Social Support to Self-esteem and Depression in Nursing Home Residents" J Psychol, 130:35-50(1996). 17. Fessman N., Lester D." Loneliness and Depression among Elderly Nursing Home Patients" Int J Aging Hum Dev, 51:137-141(2000).


Diyarbakırda Erken Yaş Evlilikleri

Hamit ACEMOĞLU Ali CEYLAN Günay SAKA Melikşah ERTEM Öz et Amaç: Erken yaş evlilikleri kadın ve çocuk sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. Güneydoğu Anadolu Bölgesi kenti olan Diyarbakır'da kadınlarda erken yaş evliliği sıklığının çıkarılması ve bunu etkileyen bazı sosyal etkenlerin ortaya konulması amacıyla bu çalışma planlanmıştır. Yöntem: Çalışma kesitsel tarzda olup, Diyarbakır il sınırlarında yaşayan 15 yaş üzeri 966 kadına ulaşılmış ve yüz yüze görüşülerek önceden hazırlanmış bir anket uygulanmıştır. Bulgular: Erken yaş evliliği sıklığı %42.4 bulunmuştur. Erken yaş evlilikleri yaş ile birlikte artmıştır. Erken yaş evliliği yapmış kadınların %67,8'i okur yazar değilken, erken yaş evliliği yapmamış kadınların %52,5'i okur yazar olmadığı, erken yaş evlilik yapan kadınların %59,9'unun kırsal alanda yaşadığı, erken yaş evlilik yapmayan kadınların %38,0'ının kırsal alanda yaşadığı tespit edilmiştir. Erken yaş evliliği ile akraba evliliği arasında önemli bir ilişki saptanmıştır. Erken yaş evliliği yapan kadınlarda ortalama çocuk ölüm sayısı, ortama düşük sayısı ve ortalama gebelik sayıları daha yüksek çıkmıştır. Sonuç: Erken yaş evlilikleri Diyarbakır ilinde önemli ve yaygın bir sorundur. Erken yaş evlilik yapmış kadınlara öncelikli sağlık hizmeti sunulması için planlamalar yapılmalıdır. Anahtar Sözcükler: Erken yaş evlilikleri, kadın sağlığı, çocuk sağlığı.

Summary Aim: Early marriages effect women and children health adversely. To determine the prevalence of early marriages and factors associated with early marriages, this study was conducted in Diyarbakir province which is in the Southeastern Region of Turkey. Material: The study was cross sectional and a questionnaire was applied to 966 women aged över 15 years, living in Diyarbakir province. Results: The prevalence of early marriage was 42.4%. As the early marriage prevalence was increase by age. llliteracy rate was 67,8% in women with early marriage, it was 52.5% in women without early marriage. Rural residence rate was 59,9% in women with early marriage and it was 38,0% in women without early marriage. There was association between early marriage and consanguinity marriage. Mean child death, mean abortion and mean pregnancy were higher among women with early marriage. Conclusion: İn Diyarbakir early marriage is an important and prevalent issue. Primary health care services should be planed for women with early marriage. Key words: Early marriages, woman health, child health

Uzm. Dr. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı ABD Yrd. Doc. Dr. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı ABD Yrd. Doc. Dr. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı ABD Doc. Dr. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı ABD


• Giriş Adolesan dönemde olan evlilikler ve bunun getirdiği gebelikler kadın sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. 1995 yılında 15-19 yaş arasındaki kadınlar 17 milyon bebek doğurduğu belirtilmektedir (1). Dünyada bugün her 10 doğumdan biri kendisi de çocuk olan annelerce yapılmaktadır (2). 1998 TNSA sonuçlarına göre ilk evlenme yaşı doğu illerinde (18,1) batı illerinden daha düşüktür (19.9) (3). Kadınların daha geç yaşta evlendiği toplumlarda, kadınların eğitim düzeyinin daha iyi olduğu, aile planlaması hizmetlerinden daha fazla yararlanıldığı ve kentleşmenin daha sağlıklı olduğu belirtilmekte, örneğin Sahra altı Afrika'da kadınların %40'ının 15-19 yaşları arasında evlendiği belirtilmektedir (2). Diyarbakır doğum evi hastanesinde yapılan çalışmada doğum yapan kadınların %10.3'ünün adolesan olduğu saptanmıştır (4). Aynı çalışmada kadınların %59,7'sinin ilk evlenme yaşlarının 18 ve altı olduğu bulunmuştur (4). Yine aynı ilde sosyo ekonomik yönden az gelişmiş bir semtte yapılan çalışmada kadınların sadece %14'ünün 19 yaş ve üzerinde evlendikleri saptanmıştır (5). Adolesan döneminde evlilikler özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yaygındır ve kadın sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. Erken yaşta evliliklerin kadınların statüsüne ve sağlığına ne gibi zararlar verebileceğinin ortaya konması, adolesan evlilikler sorunuyla ilgili çalışmaların öneminin vurgulanması ve konunun sağlık çalışanları ve sağlık alanında araştırmalar yapanların ilgisine sunulması amacıyla bu çalışma planlanmıştır. • Gereç Yöntem: Araştırma Güneydoğu Anadolu Bölgesinde önemli bir yerleşim yeri olan Diyarbakır kent ve kırsal alanında yürütülmüştür. Diyarbakır 1.300.000 nüfusa sahip büyük bir kenttir. Kesitsel tarzdaki çalışmada kadınların evlenme yaşları ve bunu etkileyen bazı değişkenlerin incelenmesi amaçlanmıştır. Erken yaş evlilikleri tahmini sıklığı %50 ve en iyi ihtimalle %45 olacağı düşünülerek minimum örnek büyüklüğü 400 kişi hesaplanmıştır. Bu hesaplamada Epilnfo2000 bilgisayar programı kullanılmıştır. Kesitsel tarzdaki çalışmada Diyarbakır'da yaşayan 15 ve üzeri yaş evli yada evli olmayan 1000 kadına ulaşılması hedeflenmiştir. Diyarbakır ilinin kentsel kırsal dağılımına uygun olarak 1000 kişinin %40'ı kırsal alandan, %60'ı kentten alınmıştır. Ancak 34 kadın görüşmeyi kabul etmemiş yada anketi uygun doldurulmamış olması nedeniyle 966 kadına ait veriler incelenebilmiştir. Araştırmanın gerçekleşme oranı %96.6 olmuştur. Her kümeden 25 kadına ulaşmak üzere, 40 küme sağlık ocakları bölgeleri küme kabul

edilerek, yığılımlı küme örneklem yöntemiyle belirlenmiştir. Kümelerde hangi hanelere gidileceği kura ile belirlenmiştir. Bu şekilde ulaşılan kadınlarla yüyüze görüşülerek adolesan evlilik sıklığı çıkarılmıştır. Araştırmada "erken yaş evlilik" 18 yaş ve altındaki yaşlarda yapılan evlilikler olarak kabul edilmiştir. Yerleşim yeri olarak Diyarbakır kent merkezinden örneğe seçilenlere "kentsel", Diyarbakır ilçe ve köylerinden seçilenlere "kırsal" denilmiştir. Eşiyle birinci derece akraba olanlar "akraba evliliği var", eşiyle birinci derece akraba olmayan yada eşiyle akraba olmayanlar "akraba e v l i l i ğ i yok" olarak değerlendirilmiştir. Kesitsel çalışmada elde edilen verilerin frekans tabloları ve bağımsız değişkenlere göre yüzdeleri hesaplanmıştır. Adolesan dönemde evlilik yapanlarla yapmayanlar arasındaki farklar incelenirken kikare ve student t testi kullanılmıştır. Bu analizler yapılırken Epilnfo 2000 bilgisayar programı kullanılmıştır. • Bulgular Tablo 1'de araştırma kapsamına alınan 966 kadına ilişkin bazı demografik bilgiler sunulmuştur. Buna göre araştırma kapsamında incelenen örnekte erken yaş evliliği sıklığı %42,5 bulunmuştur. Kadınların yaş gruplarına göre dağılımında erken yaş evliliklerinin ileri yaşlarda daha sık olduğu gözlenmiştir. Erken yaş evlilik yapan kadınların daha ileri yaşlarda yoğunlaştığı gözlenmiştir. Okur yazar olmayanlarda erken yaş evlilikleri lise ve üzeri mezunlara göre 10,85 (%95 Cl: 4,10-31,2) kat daha fazla olduğu saptanmıştır. Bu farklılık ilkokul mezunları ile lise ve üzeri mezunlarında da gözlenmiştir (odds ratio: 6,21 (%95 Cl: 2,30-18,34)). Erken yaş evlilik yapan kadınların %46,2 sinin herhangi bir sosyal güvencesi bulunmadığı ve %17,2'sinin de doğum yardımı hizmetlerini karşılamayan yeşil kartlı olduğu saptanmıştır. Erken yaş evlilik yapan kadınların %59,9'u kırsal yerleşimden, erken yaş evlilik yapmayan kadınların %38,0'ı kentsel yerleşim yerinden olduğu anlaşılmıştır. Erken yaş evlilikleri kırsal alanda daha sıklıkla karşımıza çıktığı sonucuna ulaşılmıştır. Erken yaş evliliklerinde akraba evliliğine bakıldığında; erken yaş evlilik yapmış kadınların %45,3'ünün akraba evliliği yaptığı ancak erken yaş evlilik yapmamış kadınların %37,4'ünün akraba evliliği yaptığı ve aradaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğu (p: 0,01) tespit edilmiştir. Akraba evliliğinde erken yaş evliliği riskinin 1,39 (%95 Cl: 1,06-1,82) kat arttığı belirlenmiştir..


Tablo 1: Araştırma kapsamına alınan 966 kadının erken yaş evlilik yapma durumlarına göre bazı özelliklerinin dağılımı, Diyarbakır-2003. Erken yaş evliliği Erken yaş evliliği P odds ratio (%95 Cl) olanlar olmayanlar Yaş grupları 15-19 yaş 20-24 yaş

sayı 16 32

%* 3,9 7,8

sayı 67 61

%* 12,1 11

0 0,02

1 2,20(1,04-4,66)

25-29 yaş 30-34 yaş

60

14,6

125

22,5

0,02

2,01 (1,03-3,95)

35-39 yaş

37 59

9 14,4

82 67

14,7 12,1

0,06 0

1,89(0,92-3,90) 3,69(1,85-7,44)

40-44 yaş

41

10

36

6,5

0

4,77(2,23-10,30)

45-49 yaş

38

9,3

30

5,4

0

5,30(2,42-11,74)

50-54 yaş

38

9,3

30

5,4

0

5,30(2,42-11,74)

55-59 yaş

26

6,3

21

3,8

0

5,18(2,19-12,43)

60-64 yaş

22

5,4

11

2

0

8,38(3,10-23,12)

65 ve üzeri

41

10

26

4,7

0

6,60 (2,99-14,78)

okur yazar değil

278

67,8

292

52,5

0

10,85(4,10-31,2)

okur yazar

34

8,3

38

6,8

0

10,20 (3,40-32,8)

ilköğretim

93

22,7

170

30,5

0

6,21 (2,30-18,34)

lise ve üzeri

5

1,1

57

10,3

0

1

Sosyal Güvence durumu sosyal güvencesi yok

189

46,2

224

40,2

0,01

1,40(1,04-1,86)

yeşil kartlı

71

17,2

85

15,3

0,09

1,38(0,93-2,04)

sosyal güvencesi var

150

36,6

248

44,5

0,04

1

kırsal

164

59,9

211

38

kentsel

246

40,1

345

62

1

var

186

45,3

208

37,4

1,39(1,06-1,82)

yok

224

54,7

348

62,6

Toplam (966)

410

42.4**

556

57.6**

Eğitim durumları

Yerleşim Yeri 0,51

1,09(0,83-1,43)

Akraba evliliği

* Kolon yüzdesi, ** Satır yüzdesi

0,01

1


kadınların ortalama 4.54±3.06 gebelik geçirdiği ve aradaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır (p: 0.0001). Toplam düşük sayıları incelendiğinde de erken yaş evlilik yapan kadınların daha fazla düşük geçirdiği ve bu farkın istatistiksel olarak ta anlamlı olduğu belirlenmiştir (p: 0,0001). Daha ilginç olarak ölen çocuk sayıları incelendiğinde erken yaş evlilik yapan kadınlarda ortalama 0.94±1.45 çocuk ölmüşken, erken yaş evlilik yapmayan kadınlarda bu ortalama 0.43±0.94 olduğu ve ortalamalar arasındaki farkın istatistiksel anlamlı olduğu gözlenmiştir.

Grafik 1'de yaşa özel erken yaş evliliği sıklıkları gösterilmiştir. Buna göre erken yaş evlilikleri 60 yaşından büyük kadınlarda %65'lere ulaşırken 15-19 yaş grubunda %20'lerin altına inmiştir. Erken yaş evlilikleri genç yaş gruplarında, ileri yaş gruplarına göre daha düşük çıkmıştır. Grafik 1: Erken yaş evlilik sıklığının yaş gruplarına göre dağlımı, Diyarbakır-2003.

• Tartışma Erken yaşta evlilik ülkemizin özellikle Doğu ve Güneydoğu illerinde önemli bir kadın sağlığı sorunudur. 1998 TNSA'ya göre 15-19 yaş kadınlarımızın %15'i evlidir ve doğuda ilk evlenme yaşı 18.1 olduğu saptanmıştır (3). Çalışmamızda da 15-19 yaş grubunda erken yaş evliliği %20'nin altında çıkmıştır. Araştırma kapsamında incelenen 966 kadının %42,5'i erken yaş evlilik yapmıştır. Bu oranın yüksek çıkmasında çalışmanın ülkemizin az gelişmiş bir bölgesinde yapılmasından kaynaklanmaktadır. Az gelişmiş

Tablo 2'de araştırma kapsamına alınan kadınların doğurganlık özelliklerine ilişkin bazı özellikleri sunulmuştur. Gebelik sayılarına bakıldığında erken yaş evlilik yapan kadınların ortalama 7.16±3.84 gebelik geçirdiği buna karşın erken yaş evlilik yapmayan

Tablo 2: Araştırma kapsamına alınan 966 kadının doğurganlık ve çocuk sağlığına ilişkin bazı özelliklerinin erken yaş evlilik yapma durumlarına göre dağılımı, Diyarbakır-2003. Erken yaş evliliği olanlar

Erken yaş evliliği olmayanlar

P

odds ratio (%95 Cl)

Gebelik Sayısı

7.16±3.84

4.54±3.06

0.00

-

İstemli Düşük

0.18±0.73

0.09±0.39

0.03

-

Toplam Düşük

0.84±1.33

0.56±1.01

0.00

-

Ölen Çocuk

0.94±1.45

0.43±0.94

0.00

-

Doğum öncesi bakım hiç almamış

79

19,2

150

26,9

en az bir defa

331

80,8

406

73,1

sağlık personeli

209

51

391

70,3

sağlık personeli olmadan

201

49

165

29,7

0,65 (0,47-0,89) 0

1

Doğum yardımı 1 0

2,28(1,73-3,00)


toplumlarda kadının statüsündeki düşüklük erken yaş evliliklerine neden olmaktadır. Nitekim çalışmamızda da eğitim düzeyi yüksek kadınlarda erken yaş evliliği daha nadirdir. Tüm dünyada eğitimli kadınlar eğitimsizlere göre daha geç evlenmekte, bebek sahibi olmayı erteletebilmekte ve aile planlaması uygulamalarından daha iyi düzeyde yararlanmaktadır(6). Ülkemizde de eğitimlilerde evlenme yaşı 23.5 iken eğitimsizlerde 17,6 olduğu belirtilmiştir(3). Kadına verilen değer ve eğitimin yanında, erken yaş evliliklerini etkileyen diğer faktör akraba evlilikleridir. Erken yaş evlilikleri akraba evliliğinin yaygın olduğu geleneksel toplumlarda daha yaygın bir sorundur. Çalışmamızda da erken yaş evliliği yapan kadınların büyük bir çoğunluğu akraba evliliği yapmıştır. Türkiye'de birinci ikinci derece akraba evliliği yaygınlığı %21 bulunmuştur(7). Diyarbakır Doğumevi Hastanesinde doğum yapan kadınların %30,7'si 1. derece akraba evliliği yapmıştır(8). Ülkemizdeki evlenme şekillerinin incelendiği çalışmada akraba evlilikleri önemli yer tutmakta ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde akraba evliliklerinin daha yaygın olduğu belirtilmektedir*9). Erken yaşta evlenen adolesanlar vücutları henüz gebeliğe hazır olmadan bazen hiç adet görmeden gebe kalmaktadırlar. Çoğunlukla geleneksel yapılı ülkelerde evlenen adolesandan çocuk yapması beklenmektedir*6'. Erken yaşta evlenen gebeler daha az eğitimli, ekonomik koşulları daha kötü ve istemsiz gebeliklere daha sık maruz kaldıkları saptanmıştır*10). Küçük yaşta geçirilen gebelikler, düşükler ve doğumlar sağlıklarını büyük ölçüde risk altına sokmaktadır. Adolesan annelerde ölüm riskinin 3 kat arttığı belirtilmektedir(6). Çalışmamızda da erken yaş evliliği yapan kadınlarla erken yaş evliliği yapmayan kadınlar arasında toplam gebelik sayısı, toplam yada istemli düşük sayıları gibi kadın sağlığını olumsuz yönde etkileyen özellikler bakımından farklılıklar saptanmıştır. Erken yaş evliliği yapan kadınlarda ortalama toplam gebelik sayıları ve düşük sayıları daha fazla bulunmuştur. Erken yaş evliliklerinin çocuk sağlığına etkisinin göstergesi olarak ta ortalama ölen çocuk sayıları karşılaştırılabilir. Çalışmamızda erken yaş evliliği yapan kadınların ortalama ölen çocuk sayıları daha yüksek bulunmuştur. Adolesan evlilikler ve buna bağlı oluşan

adolesan gebelikler çocuk sağlığını da olumsuz yönde etkilemektedir. Düşük doğum ağırlıklı bebek sıklığı 13 yaşındaki annelerde %40 iken 19 yaşındaki annelerde %25 bulunmuştur (6). 10-14 yaşlarda perinatal mortalite yüz binde 274 iken 15-19 yaşlarda yüz binde 99.4 bulunmuştur*11). Bir başka çalışmada adolesan gebeliklerin düşük doğum ağırlığı yanı sıra prematüriteye de neden olduğu belirtilmektedir*12). Suudi Arabistan'da da erken yaşta evliliklerin önemli sorun olduğu ve erken yaşta gebelikler ölü doğumları ve bebek ölümlerini arttırdığı saptanmıştır*13). Anne ölümlerini azaltmak amacıyla, doğum öncesi bakım hizmetlerinin iyileştirilmesi ve yaygınlaştırılması ve doğumların daha iyi koşullarda yapılmasının sağlanması önerilen stratejilerdir*14). Doğum öncesi bakım hizmetlerinin iyileştirilmesi ile anne ölümlerinin azaltıldığı gösterilmiştir*15). Erken yaş evliliği yapan kadınlar riskli gebelik geçirmekte ve doğum öncesi ve doğum yardımı hizmetlerine çok daha yüksek düzeyde gereksinim duymaktadırlar. Adolesanlarda eklampsi gibi doğum öncesi bakım ile komplikasyonları minimuma indirilebilecek sağlık sorunu adolesanlarda daha sık olduğu gösterilmiştir(6,15). Çalışmamızda erken yaş evliliği yapan kadınların yarısı doğumlarını sağlık personeli yardımı olmadan yapmışlardır ve bu erken yaş evliliği yapmamış kadınlarda çok daha iyi düzeydedir. Doğum öncesi bakım hizmetlerinden yararlanım incelendiğinde erken yaş evliliği yapan kadınların daha fazla doğum öncesi bakım almış gibi gözükmesi bu kadınların gebelikleri boyunca daha fazla sağlık sorunu yaşadığı ve daha fazla doktora tedavi hizmeti için baş vurmalarından kaynaklanmaktadır. Sonuç olarak önemli bir üreme sağlığı sorunu olan erken yaş evlilikleri çalışmanın yapıldığı Diyarbakır'da yaygın bulunmuştur. Erken yaş evliliğini kadının eğitim düzeyi ve yaşadığı ailenin geleneksel yapısı etkilemektedir. Erken yaş evlilikleri ile akraba evliliği birbirlerini etkileyen ve birlikte görülen olgulardır. Erken yaş evlilikleri hem kadın sağlığını hem de çocuk sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. Erken yaş evliliği yapan kadınların sağlık hizmetlerine gereksinimi daha fazla olmasına rağmen sağlık hizmetlerine yeterli düzeyde ulaşamamaktadırlar.


KAYNAKLAR 1. The World Health Report 1998. World Health Organization Geneva 1998 pp 77. 2. Khabir A. Pregnancy complications kili 70 000 teenagers a year. The Lancet 2004, 363: 1616. 3. Ergöçmen BA, Koç İ. Other proximate determinants of fertility. Turkish Demographic and Health Survey 1998. Ankara 1998:77-85. 4. Saka G, Ertem M, İçlin E. Diyarbakır Doğum Evi Hastanesinde Doğum Yapan Gebelerde Risk Faktörleri: Ön Çalışma Perinataloji Dergisi 2001 9(2):110-115 5. Ertem M, Ergenekon P, Elmacı N, İçlin E. Family Planning in grand multiparous vvomen in Diyarbakır, Turkey, 1998: the factors affecting contracepitve use and choice of method. The Eur J Contraception and Reprod Health Care 2001; 6:1-8. 6. The Health of Youth A challenge and promise. World Health Organization Geneva 1993: 20-31 7. Ulusoy M, Tunçbilek E. Türkiye'de akraba evlilikleri ve çocuk ölümlerine etkisi. Nüfus Bilim Dergisi 1987 9: 7-26.

8. Saka G. Diyarbakır Doğumevi Hastanesinde Doğum Yapan Kadınlarda Risk Yaklaşımı ve Doğumlara Etkisi. Uzmanlık tezi 1995. 9. Koç İ, Hancıoğlu A. Türkiye'de evliliklerin kuruluşuna ilişkin özellikler ve bebek ölümleri ile ilişkisi. VI. Ulusal Halk Sağlığı Kongresi kitabı 1998 sayfa 78. 10. Sharma AK, Verma K, Khatri S, Kannan AT. Determinants of pregnancy in adolescents in Nepal. Indian J Pediatr 2002 69(1): 19-22. 11. Edgar E Kestler. Guatemala: Maternal mortality in Guatamala: assessing the gap, beginning to bridge it. Wld Hlth Statist Quart 1995 48: 28-33. 12. Fraser AM, Brockerd JE, Ward RH. Association of young maternal age with advers reproductive outcomes. New England J Med. 1995 332(17): 1113-1117 13. Shawky S, Milaat W. Cumulative impact of early maternal marital age during the childbearing period. Pediatric perinat Epidemiol 2001 15(1): 27-33. 14. Mother Baby Package : Implementing Safe Motherhood in Countries. VVHO/FHE/MSM/ 1994 11 Geneva. 15. Magreet M Oosterbaan. Guinea-Bissau: Maternal Mortality assessment. Wld hlth statist quart 1995 48:3438.


Bolu Sosyal Sigortalar Kurumu Hastanesinde Çalışan Evli Hemşirelerin ev Ortamında Yaşadıkları Sorunlar Azize KARAHAN Özgün BENER

Summary

Öz et Bu Araştırma Bolu SSK Hastanesinde çalışan evli hemşirelerin çalışıyor olmalarından dolayı ev ortamında yaşadıkları sorunları belirlemek amacıyla yapılmıştır. Araştırmanın örneklemi Bolu SSK Hastanesinde çalışan evli hemşirelerden oluşmaktadır. Çalışmada veri toplama aracı olarak anket formu kullanılmıştır. Veriler SPPS 7. 0 Paket Programı kullanılarak değerlendirilmiştir. Elde edilen sonuçlara göre önerilerde bulunulmuştur.

The study was conducted for the purpose of determining married nurses who work at Bolu SSK Hospital what problems nurses experience in home enviroments because they are working. The research sample was made up of the married nurses who work at Bolu SSK Hospital. A questionnaire was used for data collection. The data were evalueted using SPSS 7.0 packet program and recomendations were made based on the results obtained.

Anahtar Terimler: Hemşirelik, çalışma.çalışan kadın.sorumluluk.

Key words: Nursing, working, working woman, responsibility.

Uzman A.İ .B.Ü. Bolu Sağlık Y.O.Öğretim Görevlisi Doç. Dr. H.Ü. Ev Ekonomisi Bölümü Öğretim Üyesi


GİRİŞ Çağdaş toplumlarda kadının çalışmasının, ekonominin, toplumun, ailenin ve kadının kendi gelişimi açısından önemi büyük ölçüde anlaşılmıştır. Dünya geneline bakıldığında son 40 yıl içinde özellikle gelişmiş olan ülkelerde çalışan kadın sayısında sistematik bir artış görülmektedir (Letvak, 2001; England and Mc Creary,1987). Örneğin, günümüzde ABD' de işgücünün %46.0' sından fazlasını kadınlar oluşturmakta, 2005 yılında bu oranın %48.0' den fazla olması beklenmektedir (Wilen, 2001). Türkiye'de toplam nüfus içindeki oranı %49,3 olan kadınların işgücüne katılımlarının (%23,0) gerek kadınlar gerekse aile ve ulusal ekonomi için önemi Kalkınma Planlarında yer almakla birlikte, işgücüne katılımları sadece düşük değil, aynı zamanda yıllara göre sürekli azalma göstermektedir. Bu azalma , kadın istihdamının tarım ağırlıklı ve kırsal kesimde üretim faaliyetlerinde faal bir role sahip yapısının yaşanan iç göçle beraber değişmesine bağlıdır. Kadın işgücünün en fazla yoğunlaşmış olduğu (%56,8) tarım sektöründen sonra en çok istihdam edildiği bir diğer sektör hizmet (%28,8) sektörüdür. Sanayi sektörü (%14,4) halen kadın işgücünün oldukça sınırlı olduğu bir sektör olma özelliğini korumaktadır. Toplam 27.607.047 olan kadın nüfusun yarıdan fazlasını (%61,9) evli kadınlar oluşturmakta, bu oranın da sadece %27,2'si işgücüne katılmaktadır( T.C.Başbakanlık.K.S.S.Gn.Md. 2001 ; T . C . Başbakanlık A.A.K, 2002; T.C.Başbakanlık K.S.S.Gn.Md. 1998). Kadınların çalışma yaşamına girmeleri giderek artsa da bu değişimin henüz toplumsal yapının taşıdığı kemikleşmiş cinsiyetçi rol farklılaşmasını büyük oranda değiştirmediği görülmektedir (Yeşiltuna,1998). Geleneksel değer ve tutumların halen süregelmesi nedeniyle kadının öncelikli yeri olarak evi ve ailesi gelmekte ve toplumsal rollerini üstlenmesi beklenmektedir (Çağdaş Sanayi Merkezlerinde Kadın İşgücünün Konumu, 2003). Kadın çalışma hayatında iş ve aile yaşamını bağdaştırma, evdeki ve dışarıdaki rolü arasında uyum sağlama sorunuyla karşı karşıya gelmektedir. Dolayısı ile kadın çalışsa da, yine kadın ve anne olma rolünü ve bunun getirdiği sorumlulukları yüklenmekte ve çoklukla bu üç rolün (çalışan kadın, eş, anne) çerçevesinde bir çalışma/ yaşama temposu sürdürmektedir. Kısacası çalışan kadın için işten sonra evde de ikinci bir işgünü, iş zamanı yaşanmaktadır (T.C.Başbakanlık A.A.K, 2002). Çalışma ve aile yaşamı arasında kalan kadın, iki önemli rolün gereklerini tam anlamıyla yerine getirmeye çalışırken bir ikilemde kalmakta ve bu ikilemin kadının aşırı rol yüklenmesine yol açtığı görülmektedir. Ayrıca kadının çalışması nedeni ile ailede anlaşmazlık, stres,gerginlik, eşlerin birbirine destek olmaması gibi aile sorunları da

yaşanabilmektedir (Çağdaş Sanayi Merkezlerinde Kadın işgücünün Konumu,2003; Kıray,1991). Toplumda kadına ait kabul edilen faaliyetlerde çalışan ve çalışmayan kadınlar arasında önemli farklılıklar gözlenmemektedir. Kadının bu işleri tek başına yapma oranı, çalışan ve çalışmayan kadın arasında %10'luk bir fark göstermektedir. Bu farklılığın kaynağı, kadının işleri eşi ile birlikte yapmasından değil, diğer aile fertlerinden gördüğü destek olarak açıklanmaktadır (İlkkaracan, 1998). Pek çok kültürde kadınlar tarihsel olarak annelik rolü içinde tanımlanmışlardır. Çalışan kadınların %88.0' i anne konumundadır ve çocukları için rutin olarak kendi zamanlarından fedakarlık yapmaktadırlar. Teknolojik gelişim ev işlerini kolaylaştırsa da ev işlerinde harcanan zamanın küçük çocuklu kadınların %70.0' ine fazladan iş yükü getirdiği belirtilmektedir. Bunun yanında hastalanan çocuğun doktora götürülmesi gibi ailenin acil gereksinimleri de büyük oranda kadınlar tarafından üstlenilmektedir (Letvak,2001). Çalışan kadınların büyük bir bölümü aile ve kariyerleri arasında çatışma yaşamakta ve çocuklarıyla yeterince ilgilenemediği için suçluluk duymaktadır. Nazlı (1995)tarafından yapılan araştırmada; kadınların %54.0' ü eve ya da aileye ilişkin beklenmedik durumların ortaya çıkması halinde izin alamadıklarını belirtmişlerdir. Bu araştırmada kadınlar, aile ve evsel rollere yeterince zaman ayıramamaktan dolayı suçluluk yaşadıklarını ifade etmişlerdir. Gönüllü (1994)' nün araştırmasında; kadınların yemek, bulaşık, ütü, çamaşır ve çocuk bakımı gibi ev işlerinin büyük bir bölümünü üstlendiği, sayılan görevlerin erkekler tarafından gerçekleştirilmesinin ise hiçbir seçenekte %2.0' ye ulaşmadığı saptanmıştır. Çalışma yaşantısındaki tüm ilerlemelerine rağmen, kadınlar hala ev işlerinin bir uzantısı olarak görülen geleneksel işkollarında yoğunlaşmakta ve daha çok düşük ücret almaktadırlar. Kadının işi geleneksel olarak gerek evde, gerekse iş hayatında başkalarının ihtiyaçlarına duyarlı olmayı içerdiğinden kadınların ağırlıklı olarak çalıştığı alanlar sekreterlik, hemşirelik, hosteslik, öğretmenlik, temizlik veya endüstri işçiliği gibi meslek veya işleri içermektedir (Osborne,1993). Avrupa Birliği'ne üye ülkelerde çalışan kadınların %40.0' dan fazlası sadece sağlık ve sosyal hizmetler, eğitim ve satış işleri olmak üzere 3 sektörde çalışmaktadırlar (Reports From Around the World, 2000). Türkiye' de meslek sahibi kadınların oranı % 4.8 olup ağırlıklı olarak hizmet sektörü içinde yer alan eğitim ve sağlık sektöründe çalışmaktadırlar. Sağlık sektöründe çalışanlar içinde ise en büyük bölümü hemşireler oluşturmaktadır ( Devlet İstatistik Enstitüsü, 2003).


Dünya genelinde kadınlar çağlar boyu "bakım sağlayan/ veren" olarak görülmüşlerdir. Gerek Doğu gerekse Batı kültürlerinde kadın, doğasına uygun olarak "iyileştirici" vasfını benimsemiştir. Hemşirelik mesleği bu nedenle uzun zamandır kadın işleri sıralamasında en başlarda yer almıştır. 19 yy' da hemşirelikte ilerlemeler kadın hareketlerine paralel gitmişse de hemşireler, sağlık alanında cinsiyet ayrımcılığına karşı yeterince organize olmamışlardır. Feministler, hemşirelerin ideal kadın imajını yıkmamak için feminizmi kabul etmekte isteksiz davrandığını belirtmektedirler. Hemşirelik kimliğindeki uysal kadın imajının, hemşirelerin kariyer sahalarının kısıtlanmasına yol açtığı ve bu durumun hemşireliğin geleneksel kadın rollerinin dışına çıkmasını zorlaştırdığı belirtilmektedir (Letvak, 2001; Ferre1987). Hemşirelik mesleği, alışılmışın dışında iş saatleri olması, gelişmiş kişisel ilişkiler gerektirmesi ve iş bulma olanağının daha iyi olması nedeniyle kadın için uygun bir meslek olarak görülmektedir (Letvak,2001). Bunun yanında hemşireler çalışan kadınların bir grubu olarak, en fazla şikayet eden meslek grubu arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Çalıştıkları ortamda sayı olarak az olmaları buna karşın artan sayıda hastaya bakmaları, bakım sorumluluğu almaları, işin niteliğine göre düşük ücret almaları, uzun ve düzensiz saatlerde çalışmaları gibi faktörler bu mesleğin çok stresli olarak nitelendirilmesine yol açmaktadır. Özellikle ev ve aile sorumluluğu olan hemşireler için bu durum daha büyük bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu durumda hemşireler kendi meslekleri yanında geleneksel diğer kadın rollerini de yerine getirmek zorunda kalmaktadırlar. Bu durum hemşirelerin hem çalışma yaşantısını hem de ev ve aile sorumluluklarını etkilemekte ve daha fazla stres yaşamalarına yol açabilmektedir. Yapılan bu araştırma Bolu SSK Hastanesi'nde çalışan evli hemşirelerin çalışıyor olmalarından dolayı ev ortamında yaşadıkları sorunları belirleyebilmek ve geçerli olabilecek önerilerde bulunabilmek amacıyla yapılmıştır. • ARAŞTIRMA YÖNTEMİ Araştırma Bolu İli SSK Hastanesi' nde yapılmış bir pilot araştırma niteliğindedir Bolu SSK Hastanesi 85 yataklı prefabrike bir yapıdır. Hastane bünyesinde; dahiliye, cerrahi, kadın doğum servisleri, ameliyathane, acil ve poliklinikler yer almaktadır. Hastanenin bünyesinde kreş bulunmamaktadır. Hastanede 79 hemşire görev yapmaktadır. Hemşireler nöbet sistemine göre çalışmakta, nöbete kalan hemşireler ertesi gün saat 12.00' ye kadar göreve devam etmektedirler. Haftalık çalışma saatleri 45 saat olup ayda ortalama 3-4 nöbet tutmaktadırlar. Araştırma evrenini hastanede çalışan toplam 79 hemşireden evli olan 52 hemşire oluşturmaktadır. Örnekleme evli hemşirelerin tümü alınmış ancak anket uygulamasının yapıldığı tarihlerde raporlu olan

4 hemşire ve çalışmaya katılmak istemeyen 4 hemşire örneklem dışı kaldığından araştırmanın anket formunun uygulanması 44 hemşire ile gerçekleştirilmiştir. Veri toplama aracı olarak anket formu kullanılmış ve bu form araştırmacı tarafından konuya yönelik literatür taraması sonucunda oluşturulmuştur. Anket formu iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde hemşireleri tanımlayıcı bilgiler yer almakta, ikinci bölümde evli hemşirelerin çalışıyor olmalarından dolayı ev ortamında yaşadıkları sorunları belirlemeye yönelik sorular bulunmaktadır.Veriler önce herhangi bir değişkene bağlı kalmaksızın analize tabi tutulmuş ve toplam görüşülen kişi sayısı esas alınarak mutlak sıklık ve yüzde değerleri gösteren frekans tabloları hazırlanmıştır. Daha sonra evlilik süresi esas alınarak ev ortamında yaşanan sorunlara ilişkin çapraz tablo oluşturulmuştur. Bu tabloya ilişkin verilerin istatistiksel değerlendirmesi SPSS Win programında ki-kare analizi ile yapılmıştır. • BULGULAR VE TARTIŞMA Hemşireler ile İlgili Tanımlayıcı Bilgiler Hemşirelerin % 52.3'ü 20-29 yaş grubunda yer almakta bunu %25.0 ile 30-39, %22.7 ile de 40 yaş ve üzeri grupta yer alanlar izlemektedir. Açıköğretim Önlisans programı mezunu hemşireler (%40.9) ilk sırada yer alırken, Sağlık meslek lisesi mezunları ikinci (%38.7) ve Hemşirelik Yüksek Okulu mezunu olanlar üçüncü (%15.9) sırada yer almaktadır. Hemşirelerin %43.2' si evliliklerinin ilk 6 yılı içindedir. Hemşirelerin yarıya yakının (%43.2) eşleri memur olarak çalışmaktadır Gönüllü (1994)' nün yaptığı araştırmada lise mezunu kadınların %32.6' sının eşlerinin memurluk yaptıkları bulunmuştur. Hemşirelerin eşleri eşit oranlarda lise (%45.0) ve yüksek okul (%45.0) mezunlarından oluşmaktadırlar. Nazlı (1995)' nın yaptığı araştırmada meslek sahibi olan çalışan kadınların, kendileri gibi eşlerinin de üniversite mezunu olduğu belirlenmiştir (Tablo 1). Hemşirelerden çocuk sahibi olanların oranının ( % 88.7) çocuk sahibi olmayanlardan (%11.3) yüksek olduğu görülmüştür. Bu durum araştırmada 20-29 ve 30-39 yaş grubunda yer alan hemşirelerin oranının fazla olduğunun bulunmuş olması ile bağlantılı düşünülebilir. Çocuğu olan hemşirelerin %59.0' unun tek çocuğa sahiptirler.Gönüllü (1994) araştırmasında kadınların %8.1' i nın çocuklarının olmadığını, iki çocuğu olan kadınların oranının yüksek olduğunu bulmuştur. Nazlı (1995)' nın çalışmasında ise uzman meslek sahibi olan kadınların %70' inin tek çocuk sahibi olduğu belirlenirken, memurlarda iki çocuğa sahip olanların (%60.0) ilk sırada yer aldığı belirlenmiştir. Çalışmada tek çocuklu hemşirelerin oranının yüksek bulunmuş olması araştırmaya alınan grubun eğitimli ve sağlık personeli olmasından kaynaklanıyor olabilir (Tablo 1).


Tablo 1 .Hemşireler ile İlgili Tanımlayıcı Bilgilerin Dağılımı

Tanımlayıcı Bilgiler Yaş 20-29 Yaş 3039 Yaş 40 yaş ve üzeri Mezun Olunan Okul Sağlık Meslek Lisesi Açık Öğretim Önlisans P. Sağlık Meslek Yüksekokulu Hemşirelik YO Evlilik Süresi 0-6 yıl 7-11 Yıl 12 yıl ve üzeri Eşin Mesleği Serbest İşçi Memur Emekli İşsiz Eşin Eğitim Durumu Lise Yüksekokul Diğer Çocuk Sahibi Olma Durumu Var Yok Toplam Çocuk Sayısı 1 2 3 Toplam • Hemşirelerin İş Yaşamına İlişkin Bilgiler Hemşirelerin iş yaşamına ilişkin durumları incelendiğinde; 0-9 yıl ile 10 yıl ve üzerinde çalışan hemşirelerin eşit oranlarda olduğu (%50.0) ve çalışılan üniteler içinde cerrahi ünitelerinin (%31.8) ilk sırada yer aldığı görülmektedir. Hemşirelerin % 88.6' sı nöbet tutarken, yönetici konumunda olan, sağlık sorunları olan ve ileri yaştaki hemşireler (%11.4) nöbet tutmamaktadır. Hemşireler eşit oranlarda (%36.4) ayda 3, 4 ve daha fazla sayıda nöbet tutuklarını

SAYI (n:44)

%

23 11 10

52.3 25.0 22.7

17 18 2 7

38.7 40.9 4.6 15.9

19 10 15

43.2 22.7 34.1

10 9 19 51

22.7 20.5 43.2 11.4 2.2

20 20 4

45.5 45.5 9.0

39 5 44 Sayı (n:39) 23 14 2

88.7 11.3 100.0 % 59..0 35.9 5.1

39

100.0

belirtmişlerdir. Bu durum hemşirelerin haftanın en az bir gününü tamamıyla ev dışında ailesinden uzak olarak geçirdiğini göstermektedir (Tablo 2). • Hemşirelerin Ev Yaşamına İlişkin Bilgiler Hemşirelerin %68.2'sinin eşi ve çocuklarıyla birlikte yaşadığı görülmektedir. Bu durum hemşirelerin ağırlıklı olarak çekirdek aileye sahip olduklarını göstermektedir (Tablo 3). Hemşirelerin yarısından çoğu (%56.8) ailelerinin gelir


durumunu yeterli olarak ifade ederken yaklaşık 1/3' ü (%29.6) yetersiz olduğunu belirtmiştir. Hemşirelerin %52.3'nün ev işlerinde yardım aldıkları ve yardım edenler içinde eşlerin ilk sırada (%43.5) olduğu görülmüştür(Tablo 3). Bener (1989)'in çalışmasında, çalışan kadınların %61.6'sının ev işlerinde yardım aldıkları belirlenmiştir.Ev işlerinde ücretli yardımcı, komşu ve yakın akrabalardan yardım alanların oranı % 21.7' dir. Babaoğul ve Hınçal (1992)' in yaptığı araştırmada kadınların %55.0' i ev işlerinde eş, çocukları ve yakınlarından yardım alırken, %45.0' i ücretli yardımcılardan yararlanmaktadırlar. Nazlı (1995)' nın çalışmasında kadınların %60.0' ı, ev işlerinde eşlerinin kendilerine yardımcı olduklarını belirtmişlerdir. Aktaş (1999)'ın çalışmasında ise kadınların %23.6' sı her işi kendilerinin yaptığını belirtmiştir. Tablo 2. Hemşirelerin İş Yaşamına İlişkin Bilgilere Göre Dağılımı İş Yaşamına İlişkin Bilgiler Hemşire Olarak Çalışma Süresi 0-9 yıl 10 yıl ve üzeri Çalışılan Ünite Cerrahi Üniteleri Dahiliye Üniteleri Kadın Doğum/Çocuk Üniteleri Ameliyathane Diğerleri (acil, yönetim,laboratuvar) Nöbet Tutma Durumu Evet Hayır Ayda Tutulan Nöbet Sayısı Nöbet tutmayan 23 4+ Toplam

SAYI

aile ve yakınlarının baktığı belirlenmiştir. Babaoğul ve Hınçal (13)' in yaptığı çalışmada çalışan kadınların çocuklarına %58.3 kendi yakınları bakarken, %41.7 oranında bakıcı, kreş gibi ücretli bakım hizmetlerinden yararlanmaktadırlar. Aktaş (1999)' ın çalışmasında çocukların bakımını %24.9 kreş, %41.5 aile büyükleri, %29.3 bakıcının geçekleştirdiklerini belirtmişlerdir. Tablo 3. Hemşirelerin Ev Yaşamına İlişkin Bilgilere Göre Dağılımı Ev Yaşamına İlişkin Bilgiler

SAYI

Evde Birlikte Yaşanılan Kişiler Eşi ve çocuklarıyla Eşiyle Eşi, Çocukları ve Kendi Ailesiyle Diğer (çocuklarla, eşinin ailesiyle vb)

30 5 54

%

68.2 11.4

11.4 9.0

Ailenin Gelir Durumu

%

Yeterli Yetersiz İdare eder

25 13 6

56.8 29.6 13.6

23 21

52.3 47.7

44

100.0

Ev İşlerinde Yardım Alma Durumu

22 22

50.0 50.0

Evet Hayır Toplam Ev İşlerinde Yardım Eden Kişi

14 3 8 12 7

39 5 5 7 16 16 44

31.8 6.8 18.2 27.3 15.9 88.6 11.4 11.4 15.8 36.4 36.4 100.0

Çocuk sahibi olan 39 hemşirenin yarısından fazlası (% 66.7) çocuklarının bakıma gereksinimi olduğunu belirtmiştir. Bu durumda hemşirelerin sorumlulukların daha fazla artacağı düşünülebilir. Hemşirelerin %92.3'ü çocuklarına bakan kişiden memnun olduklarını belirtmişlerdir(Tablo 3). ABD' de yapılan bir araştırmada çalışan annelerin %67.0' sinin 5 yaş ve altında çocuğa sahip olduğu ve çocuk bakımı için büyük ücretler ödemek zorunda kaldıklarını belirtmişlerdir. Bu kadınların %56.0' sı ise uygun şekilde bakım verecek birisini bulamamanın güçlüğünü yaşadıklarını belirtmişlerdir (Repors From Around the world,2000). Çalışmada bakıma gereksinimi olan çocuklara öncelikle (%42.1) hemşirelerin kendi

Sayı (n:23)

Eş Çocuklar Kendi ailesi/eşinin ailesi Diğer (temizlikçi, komşu, akraba)

10 4 45

Toplam

23

43.5 17.4 17.4 21.7 100.0

Evet Hayır

26 13

66.7 33.3

Toplam Çocuğa Bakan Kişiden Memnuniyet Durumu

39*

100.0

Memnun Memnun Değil Toplam

24 2

92.3 7.7 100.0

Bakıma Gereksinimi Olan Çocuğa Sahip Olma

26

*Çocuk sahibi olan toplam hemşire sayısı • Hemşirelerin Çalışıyor Olmaları Nedeniyle Ev Ortamında Sorun Yaşama Durumları Hemşirelerin %90.9'u çalışıyor olmaları nedeniyle ev ortamında sorun yaşadıklarını %9.1'i sorun yaşamadıklarını belirtmişlerdir. Aktaş (1999)' ın çalışmasında kadınların ev ve iş yaşantısını birlikte yürütmesi nedeniyle % 54.5' i zaman zaman sorun yaşadığını belirtirken, hiç sorun yaşamadığını belirtenlerin oranı % 2' dir. Çalışmada hemşirelerin büyük bir bölümü (%90.0) yaşadıkları sorunlarda eşlerinin desteğini aldıklarını da ifade etmektedir (Tablo 4). Hemşirelerin eşlerinden çoğunlukla destek alıyor olmaları karşılaştıkları sorunlarla daha kolay başa çıkabileceklerini düşündürebilir. Hemşirelerin büyük bir bölümünün çalışma yaşantısı nedeniyle ev ortamında sorun yaşadığı ortaya çıkmasına rağmen


bu hemşirelerden sadece %40.0' ını çözüm önerisi sunması düşündürücüdür. Çözüm önerisi sunan hemşirelerin verdikleri cevaplara bakılacak olursa; çalışma sürelerinin kısaltılması (%37.5), nöbet izninin konulması (%29.6), bakıcı ve ev işlerinin yapan yardımcıların olması (%25.0), hastaneye ait kreş olması (%8.3) gibi önerilerde bulunmuşlardır (Tablo 4). Türkiye' nin 4. Dünya Kadın konferansı taahütleri arasında:" kadının çalışmasını engelleyen en önemli faktör olan çocuk bakımı sorumluluğunun anne, baba ve devlet arasında eşit şekilde paylaştırılması için gerekli yasal düzenlemelerin yapılması; doğum sonrasında çocuk bakımı için babaya da izin verilmesi; kadın ve erkek olsun 100 işçi çalıştıran her işyerinde kreş açılmasının gerçekleştirilmesi" yer almaktadır. Hedefler arasında; aile ve çalışma yaşamının uyumlaştırılması için günlük ve haftalık iş sürelerinin azaltılması da yer almıştır (T.C.Başbakanlık K.S.S.Gn.Md,1998). Ancak bu hedefler tam olarak gerçekleştirilememiştir. Hemşirelerin Çalışıyor Olmaları Nedeni İle Ev Ortamında Yaşadıkları Sorunlar Çalışıyor olmaları nedeniyle ev ortamında sorun Tablo 4.Hemşirelerin Çalışıyor Olmaları Nedeni İle Ev Ortamında Yaşanılan Sorunlara İlişkin Bilgilerin Dağılımı Ev Ortamında Yaşanılan Sorunlar

Sayı|

%

Sorun Yaşama Durumu

Evet Hayır

40 4

90.9 9.1

36 4

90.0 10.0

16 24 40

40.0 60.0 100.0

9 7 6 2 24*

37.5 29.6 25.0 08.3 100.0

Yaşanılan Sorunlarda Eşin Desteği

Evet Hayır Sorunlar İçin Çözüm Önerisi Belirtme Durumu

Var Yok Toplam Sorunlar İçin Çözüm Önerileri

Çalışma süresinin kısaltılması Nöbet izni konulması Bakıcı ve ev işlerini yapan birisinin olması Hastaneye ait kreş olması Toplam

*Cevap sayısı üzerinden değerlendirilmiştir yaşadığını belirten toplam 40 hemşireden %30.7' si ilk sırada sorun olarak çocuklarıyla yeterince ilgilenmemeyi göstermişlerdir. Daha sonra; yorgun ve sinirli olmak, sorunları aileye yansıtmak gibi kendisine yönelik sorunlar (%25.4); eşle ilgilenmeme ve eşin destek olmaması gibi eşe yönelik sorunlar (%24.4)

ve ev işlerini aksatma (%19.3) gibi sorunlar gösterilmiştir. Şanlı (2001)' nın yaptığı çalışmada kadınlar, evde sorun olan konuları; eşine yeterince zaman ayıramama (%38.9), ev işlerinin zamanında yapılmaması (%32.4), çocukların bakımı (%28.3), akraba/arkadaş ziyaretine gidememe (%5.8) ve misafir kabul edememeyi (%8.8) göstermişlerdir. Aktaş (1999)' ın çalışmasında kadınlar öncelikle (%49.1) anne ve eş olmalarına rağmen çalışmak zorunda kalmaları nedeniyle çalışma yaşamında sorun yaşadıklarını ifade etmişlerdir. Çalışmada çalışıyor olmaları nedeniyle ev ortamında sorun yaşadığını belirten hemşirelerin evlilik süreleri ve ev ortamında karşılaştıkları sorunlar arasındaki ilişki incelendiğinde; evlilik süreleri 7-11 yıl olan hemşirelerde (%66.7) kendilerine yönelik sorun yaşayanların oranı, evlilik süreleri 0-6 yıl (%37.5) ile 12 ve daha fazla yıl (%53.3) olanlardan yüksek olduğu saptanmıştır. Ancak bu durum istatistiksel olarak anlamlı bulunamamıştır (p> 0.05) (Tablo 5). Çalışma yaşantısı nedeniyle ev ortamında sorun yaşadığını belirten hemşirelerin evlilik süresi ve eşe yönelik sorun ifade etme durumlarına bakıldığında evliliklerinin 7-11 .yılda olanların %66.7' si, ilk 6 yılında olan hemşirelerin %43.8' i, ve 12 yıl ve üzerinde olanların %40.0'ı eşe yönelik sorun yaşadığını belirtmiştir ancak bu durum da istatistik olarak anlamlı bulunmamıştı( p> 0.05) (Tablo 5). Aktaş (1999)' in çalışmasında kadınların %17.7' si eş rolünü yerine getirmede sorunları olduğunu belirtmiştir. Hemşirelerin evlilik süreleri ve çocuklara yönelik sorun yaşama durumu incelendiğinde; çocuk sahibi olan hemşirelerden, evliliklerinin 7-11.yılında olan hemşirelerin tamamı (%100), evliliklerinin ilk 6 yılı içinde olanlarının yarısından fazlası (%64.3) ve 12 yıl ve üzerinde evli olan hemşirelerin yarıya yakını (% 46.7) çocuklarıyla ilgili sorun yaşadıklarını belirtmişlerdir. Bu sonuç istatistiksel olarak da anlamlı çıkmıştır (Tablo 5). Özellikle evliliklerinin 7-11.yılında olan hemşirelerin çocuklarıyla ilgili sorun yaşaması anlamlıdır. Evliliğin bu yılları arasında birden fazla ve daha fazla bakıma gereksinimi olan çocuğa sahip olma bu sonucun ortaya çıkmasına yol açmış olabilir. Evliliklerinin ilk altı yılında olan hemşirelerin daha az sayıda çocuğa sahip olmaları ve 12 yıl ve daha fazla süredir evli olan hemşirelerin ise hem deneyimli olmaları hem de çocuklarının büyümüş olması bu sorunu daha az yaşamalarının nedeni olabilir. Aktaş (1999)' ın çalışmasında kadınların %47.2' si çalışma yaşamının çocuklara zaman ayırmayı engellediğini belirmişlerdir. Aynı çalışmada kadınların %39' u annelik rolünü yerine getirmede sorun yaşadığını ifade etmiştir. Nazlı (1995)' nın çalışmasında da kadınların %22.0' si çocuklarının yanında olmalarının gereken her durumda onlarla birlikte olamadıklarını belirtmişlerdir.


Çalışma yaşantısına bağlı ev ortamında sorun yaşadığını belirten hemşirelerin evlilik süreleriyle ev işlerine yönelik yaşam durumları incelendiğinde; evlilik süreleri 12 ve daha fazla yıl olanlarda (%20.0) ev işlerine yönelik sorun yaşayanların oranı, evlilik süreleri 0-6 yıl (%37.5) ile 7-11 yıl (%66.7) olanlardan düşüktür. Bu durum evlilik süresinin artması ile birlikte kişilerin evlilik yaşantısında daha tecrübeli olmaları ve evlilik yaşantılarının düzene girmiş olmasından kaynaklandığını düşündürebilir. Ancak yapılan istatistiksel inceleme sonucunda evlilik süresi ile ev işlerine yönelik sorun yaşama durumu arasındaki ilişkinin önemli olmadığı belirlenmiştir (p_0.05) (Tablo 5). • Sonuç ve Öneriler: Bu araştırma hemşirelerin çalışıyor olması nedeniyle ev ortamında yaşadıkları sorunları belirlemek amacıyla yapılmıştır. Çalışmaya katılan hemşirelerin yarıdan biraz fazlası 20-29 yaş grubu içinde yer almakta, açık öğretim önlisans programı mezunları ilk sırada yer almaktadır. Hemşirelerin yarıya yakını evliliklerinin ilk 6 yılı içerisindedirler ve eşlerinin yarıya yakını memur olarak çalışmaktadır.Hemşirelerin büyük çoğunluğu çocuk sahibi iken, çocuk sahibi olan hemşirelerin yarıdan çoğunun tek çocuğu bulunmaktadır. Hemşirelerin yarısı 10 yıl ve daha fazla süredir çalışırken, diğer yarısı 9 yıl ve daha az süredir çalışmaktadır. Hemşirelerin büyük bir bölümü nöbet tutmaktadır. Hemşirelerden eşi ve çocuklarıyla birlikte yaşayanlar çoğunluktadır.%56.8'ine göre gelirleri yeterlidir. Hemşirelerin %52.3' ü ev işlerinde yardım almaktadır. Yardım alınan kişiler arasında eş ilk sırada yer almaktadır. Hemşirelerin yarısından fazlasının bakıma gereksinimi olan çocukları bulunmakta ve büyük bir bölümü çocuklarına bakım veren kişiden memnun olduğunu belirtmektedir. Hemşirelerin çoğunluğu çalışıyor olmaları nedeniyle ev ortamında sorun yaşamaktadır. Hemşirelerin büyük bir bölümü bu sorunlarda eşlerinin desteğini almaktadır. Bu sorunlar için çözüm önerisinde bulunan hemşirelerden verilen çözüm önerilerinin ilk sırasında çalışma süresinin kısaltılması gelmektedir. Hemşirelerin, çalışıyor olmaları nedeniyle ev ortamında yaşadıkları sorunlar; kendilerine, eşlerine, çocuklarına ve ev işlerine yönelik sorunlardır. Bu sorunlar içinde ilk sırada çocuklarla ilgili yaşadıkları sorunlar gelmektedir. Bu sorunlarla, evlilik süresi ve çocuk sayısı arasındaki ilişkiye bakılmış, evlilik yılı ve çocuklarla ilgili sorun yaşama arasında anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Özellikle evliliklerinin 7-11 yılları


arasında olan kadınların hepsi çocuklarıyla ilgili sorun yaşadıklarını ifade etmişlerdir. Fakat diğer değişkenler arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişkiye rastlanmamıştır. Araştırmadan elde edilen bu sonuçlar dikkate alındığında daha önceden yapılmış olan konu ile ilgili araştırma sonuçlarının benzerlik gösterdiği söylenebilir. Ancak araştırmanın bir pilot araştırma niteliğinde olmasından dolayı hemşire olarak çalışanların ev ortamında yaşadıkları sorunları tam olarak yansıttığını bütün meslek grubu için ifade etmek doğru olmayacaktır. Dolayısıyla konunun daha büyük örneklem grubu ve evlilik süresi ile birlikte yaş, çocuk sayısı, eşin eğitim düzeyi, çalışılan ünite v.b. değişkenlerin de dahil edileceği, mesleğe özgü çalışma koşullarının dikkate alındığı kapsamlı bir araştırma biçimde tekrarlanması önerilebilir. Bunun yanısıra hemşirelerin çalışma saatlerinin yeniden gözden geçirilmesi, esnek çalışma saatleri olarak tartışılan part time çalışma, iş paylaşımı gibi yeni çalışma biçimlerinin bir alternatif olarak sağlanması, çalışan kadınlara yönelik olarak kreş, gündüz bakımevi vb. gibi sosyal destek hizmetlerinin yaygınlaştırılması doğrultusunda çalışmalara ağırlık verilmesi, çocuk bakım sorumluluğunun devlet, anne ve baba arasında eşit paylaştırılması için gereken düzenlemelerin hayata geçirilmesi çözüm önerileri olarak düşünülebilir. KAYNAKÇA 1. Aktaş.A. (1999).Türkiye' de Çalışma Yaşamında Kadının Yükümlülükleri ve Bir Uygulama, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi Ve Endüstri İlişkileri Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yükseklisans Tezi, Bursa. 2. Babaoğul,M.,Hınçal,S. (1992)".Kadının Çalıştığı ve Çalışmadığı Ailelerin Hizmetlerden Yararlanma Durumlarının İncelenmes", Ev Ekonomisi Dergisi, S:5, s:28-33. 3. Bener, 0.(1989). Kadınların Zaman ve Para Kullanımı, Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Ev İdaresi ve Aile Ekonomisi Programı Yayınlanmamış Doktora tezi, Ankara. 4. Çağdaş Sanayi Merkezlerinde Kadın İşgücünün Konumu: Bursa Örneği. Aile Yaşamında Kadın ve Karşılaştıkları Sorunlar, 2003. http//www.tisk.org.tr/yyayin/bursa-6.htm. 5. Devlet İstatistik Enstitüsü (2003). 2000 Genel Nüfus Sayımı . Nüfusun Sosyal ve Ekonomik Nitelikleri. Ankara: Devlet İstatistik Enstitüsü Matbaası.. 6. England, P.,Mccreary,L (1987). "Gender lnequality in Paid Employmente, in B.B. Hess and M.M. Ferree, Analyzing Gender, California: Sage Publications. 7. Ferre, M. M (1987)." She Works hard for a Living: Gender and class on the Job" in B.B. Hess and M.M. Ferre, Analyzing Gender. California: Sage Publications. 8. Gönüllü, M. (1994). Sivas' ta Kamuda Çalışan, Farklı Eğitim Düzeyindeki Evli Memur Kadınların Sosyo-Ekonomik

Konumları, Aile İçi İlişkileri ve Aile İçi İlişkilerde Değişme Eğilimleri (Sivas Merkez İlçe Örneği), Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora tezi, Ankara. 9. İlkkaracan, İ (1998).75 Yılda Kadınlar ve Erkekler. Türkiye İş Bankası. İstanbul İMKB.TarihVakfı. 10. Kıray, M (1991). Çalışma Yaşamı Penceresinden Kadın Gerçekleri. İzmir. 11. Letvak,S. (2001)." Nurses as Working Women",. AORN Journal 73(3): 675-678. 12. Nazlı, A. (1995). Çalışan Evli Kadınlar İçin Normatif Öncelik Sorunu (İzmir Örneği), Ege Üniversitesi Rektörlük Araştırma Fon Saymanlığı 1194-Edeb.O2 Nolu Projejzmir 13. Osborne.K (1993)." Women's Work is Never Done", in J. Firth-Cozens and M.A.West, Women at Work, Milton Keynes Philadelphia, Öpen University Press. 14. Reports From Around The World: Europe-status of vvomen (2002). Wın News June 22, 3 pages. 15. Şanlı, N. (2001). Çalışan Kadınların Aile İçi Etkileşimi, Uyumu ve Karşılaştıkları Sorunlar, 1.Ulusal Aile Hizmetleri Sempozyumu (2000' li Yıllarda Aile Hizmetleri, TC Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu-HÜ.Aile Hizmetleri Uygulama ve Araştırma Merkezi, 403-406.Ankara. 16. T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü (2001). Türkiye'de Kadın 2001. Ankara: Can Reklamevi Basın Yayın Ofset Matbaacılık. 17. T.C.Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı (2003). 2001 Yılı Aile Raporu.T.C.Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları, Ankara: Beyda Ofset. 18. T.C.Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü (1998). 1995 Yılında Pekin'de Gerçekleşen IV. Dünya Kadın Konferansı Sonuçlarının Uygulanması ve İzlenmesine İlişkin Ulasal Eylem Planı, s:28-39. 19. VVilen.T. (2001)." Women Working Overseas". Training&Development May 2001. 20. Yeşiltuna.D.C (1998). Kadınların Çalışma Yaşamında Geleneksel Yapının Etkisi. 4. Ulusal Kadın Çalışmaları Toplantısı "Kadın Sorunlarının Çözümüne Yönelik Doğru Yöntem, Strateji ve Politikalar". Ege Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi ve Ege Kadın Araştırmaları Derneği Yayını. İzmir: Bornova Can Ofset.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.