Depresyon psikodinamiği ve cemal süreyya

Page 1

Psikodinamik Açıdan Cemal Süreya ve Şiiri:

Depresyon Psikodinamiği ve Cemal Süreya Yusuf Alper1

ÖZET Psikodinamik Açıdan Cemal Süreya ve Şiiri IV: Depresyon Psikodinamiği ve Cemal Süreya 1

Prof.Dr, Ege Ü.Tıp Fak. Psikiyatri AD

Yusuf Alper Ege Ü.Tıp Fak. Psikiyatri AD Öğr. Üyesi, Bornova-İzmir

Psikodinamik yaklaşım içinde depresyonun neden ve oluşumuna ilişkin temel kavramlar köklerini Freud’un çocukluk cinselliğiyle ilgili kişilik teorileri ve intrapsişik çatışma düşüncesinden alır. Freud’un psikoseksüel gelişme dönemleri üzerine oturtulmuş gerileme (regresyon) modeline göre; depresyonun psikodinamiğinde oral döneme ilişkin çözümlenmemiş çatışma, yetersiz oral doyum veya aşırı oral ihtiyaçla doğrudan ilişkili ve arzulanan fakat engellenmiş bir cinsel nesnenin yenilip yutularak tahrip edilmesine yönelik bilinçdışı bir istek vardır. Freud ve Abraham tarafından geliştirilen klasik psikanalitik teoriye göre, depresyonda, hayalde ya da gerçekte bir sevgi nesnesinin kaybı söz konusudur ve buna bağlı olarak kişinin benliğinde bir yoksullaşma, boşluk, terkedilmişlik duygularıyla birlikte özdeğerde ( self-esteem) belirgin azalma veya yok olma vardır. Bu görüşe göre depresyon kaybedilen nesneye karşı duyulan düşmanca duyguların, saldırgan dürtülerin kişinin kendine dönmesidir. İçe yutmayla (inkorporasyonla) kişi, kaybedilen nesneyle özdeşim kurar. Bu, kaybın örselemesine ve onun ruhsal sonuçlarına karşı bir savunmadır. Bu kişilerde içe alınan nesneye karşı duyulan sevgi - nefret gibi ikilemli (ambivalan) duygularda bu dönemlerde saplanmaları rol oynar. Freud bu yüzden melankolinin üç ön şartı olarak nesne kaybı, ambivalans ve egonun gerilemesini göstermiştir. Ego psikolojisi yaklaşımına göre; psikanalitik deyimle belirtirsek depresyon ego, id, süperego arasındaki bir çatışmadan değil, egonun kendi içindeki bir çatışmadan köklerini alır. Benlik saygısı için gerekli emellerin gerçekleşme olanaksızlığı karşısında benlik saygısı düşmekte; tam ya da kısmi bir iflas, bir ego felci durumu ortaya çıkmaktadır Cemal Süreya açısından bunların birçoğunun varlığı olası ki söz konusudur. Özellikle erken dönem düş kırıklıkları, ilk büyük gelişimsel düşkırıklığı olarak 6 yaşında annesini kaybetmesi ve yaşamının sonraki dönemlerinde üvey anne, sürgünlük, oğlunun durumu ve çatışmaları vb. yaşantılarla birincil düşkırıklığının tekrarlanmaları açıklayıcı olabilir. Cemal Süreya’nın tipik klinik depresyonlar yaşayıp yaşamadığını bilmemiz olası değildir. Ancak şiirlerinden, günlüklerinden, konuşmalarından ve dostlarının yazdıklarından zaman zaman belirli düzeyde depresyonlar yaşadığı görülmektedir. Şairin özellikle depresyon açısından psikodinamiğine bakmak uygun ve gerekli bir yaklaşımdır. Bu yazıda hem klasik psikanalitik hem de ego psikoljisi, nesne ilişkileri ve kendilik (self) psikolojisi vb. yeni okulların bakış açılarıyla , Cemal Süreya depresyon açısından incelenmiştir. Anahtar Kelimeler: Depresyon psikodinamiği, nesne kaybı, yaratıcılık


Yusuf Alper

GİRİŞ Psikodinamik yaklaşım içinde depresyonun neden ve oluşumuna ilişkin temel kavramlar köklerini Freud’un çocukluk cinselliğiyle ilgili kişilik teorileri ve intrapsişik çatışma düşüncesinden alır ve diğer koşut psikanalitik düşüncelere de (içgüdü teorisinden ego ve kendilik psikolojisine) yakındır. Freud’un psikoseksüel gelişme dönemleri üzerine oturtulmuş gerileme (regresyon) modeli depresyonu şöyle açıklar: Oral döneme ilişkin çözümlenmemiş çatışma, yetersiz oral doyum veya aşırı oral ihtiyaçla doğrudan ilişkili ve arzulanan fakat engellenmiş bir cinsel objenin yenilip yutularak tahrip edilmesine yönelik bilinçdışı bir istek (Karasu 1990). Freud ve Abraham tarafından geliştirilen klasik psikanalitik teoriye göre, depresyonda, hayalde ya da gerçekte bir sevgi nesnesinin kaybı söz konusudur ve buna bağlı olarak kişinin benliğinde bir yoksullaşma, boşluk, terkedilmişlik duygularıyla birlikte özdeğerde ( self-esteem) belirgin azalma veya yok olma vardır (Silber 1989). Bu görüşe göre depresyon kaybedilen nesneye karşı duyulan düşmanca duyguların, saldırgan dürtülerin kişinin kendine dönmesidir. İçe yutmayla (inkorporasyonla) kişi, kaybedilen nesneyle özdeşim kurar. Bu, kaybın örselemesine ve onun ruhsal sonuçlarına karşı bir savunmadır (Klerman 1980). Bu kişilerde içe alınan nesneye karşı duyulan sevgi - nefret gibi ikilemli (ambivalan) duygularda bu dönemlerde saplanmaları rol oynar. Freud bu yüzden melankolinin üç ön şartı olarak nesne kaybı, ambivalans ve egonun gerilemesini göstermiştir. Kişinin öfkesi ve hayal kırıklığı gerçek nesneye yöneleceğine kişinin kendine dönmektedir. Depresif duygulanımın (afektin) altında bastırılmış öfke yatmaktadır. Geleneksel psikanalitik teorinin temelinde, Abraham, melankolinin oluşum sürecindeki beş etkeni şöyle sıralamıştır: Oral erotizme aşırı yapısal yatkınlık; psikoseksüel gelişimde oral dönem saplantısı; çocuklukta, sevgiyle ilgili erken ve tekrarlayan düş kırıklıkları; ilk büyük gelişimsel düşkırıklığının ödipal arzuların çözümlenmesinden önce olması ve birincil düşkırıklığının sonraki yaşamında da tekrarlanması (Karasu 1990). Cemal Süreya açısından bu sıralananların varlığı olası ki söz konusudur. Özellikle erken dönem düş kırıklıkları, ilk büyük gelişimsel düşkırıklığı olarak 6 yaşında annesini kaybetmesi, ayrıca o yaşta belki de ödipal dönemi tamamlamamış olma olasılığı ve tabii ki sonraki yaşamında üvey anne, sürgünlük, Sansaryan Han’ında geceleme vb. yaşantılarla birincil düşkırıklığının tekrarlanmaları açıklayıcı olabilir. Güçlü süperegosu yüzünden saldırgan duygularını Psychiatry in Türkiye / Volume 7 - Number 4 - 2006

59

dışa vuramayan birey bu duyguları kendine yöneltir. Yani burada dürtüler; id (alt benlik), süperego(üstbenlik) ve ego (benlik) diye bilinen üç sistem arasında bir çatışma (intersistemik çatışma) bulunmaktadır. Böylece benlik saygısı düşer ve kişi kendisini suçlamaya başlar. Bu arada kaybettiği sevgi nesnesini yeniden kazanabilme amacıyla bu sevgi nesnesinin benliğe alınması da olaylanmaktadır. Giderek saldırgan duygular benliğe daha fazla yöneltilir, benlik saygısı, benlik değeri azalır, kaybolur ve böylece ortaya çıkan tablo bir depresyondur (Bemporad 1988). Yoğun suçluluk duygusu ve aşağılanma sonucu benlik üstbenliğin baskılarına dayanamaz hale gelebilir ve kendisini tahrip etmeye, intihara yönelebilir. Kişinin kendisini ölüme bırakması ya da intiharının benliğin üstbenlikten bağışlanma isteğiyle olduğu düşünülmektedir (Freud 1956). C. Süreya’nın (1991), benim yazdığım mektupla ilgili olarak yazdığı günlükte intiharın eşiğine gidip geldiği ve oldukça uzun bir süre benzer duygular yaşadığını biliyoruz: “Yusuf Alper’den mektup. Ölümden gereğinden fazla söz ediyormuşum. ...Alper’in mektubu duygulandırdı beni. ...Yusuf Alper bende ölüm duygusunun yanlış sayılabilecek bir noktada belirdiğini anlatır gibi. Karşı çıkıyor buna; hakkım olmadığını söylüyor. Bir ara (1982, 1983, biraz da 1984) gerçekten çok düşünür olmuştum ölümü. Bugün belki daha çok düşünüyorum. Ama düşündüğüm, kendi ölümümden çok, herkesin ölümüdür. O eskisi sayrılı, saplantılı bir ölüm düşüncesiydi. ... Sayrılıydı o günler. Bugün öyle değilim. Günü de belli: 17 Aralık 1985. O gün bir olay kurtardı beni o düşünceden. Şimdi birden neden Attila Jozsef geldi aklıma? Nerden?....” Attila Jozsef’in neden aklına geldiği çok açık. Çünkü O, trenin önüne kendini atarak intiharla ölen toplumcu Macar şairidir. Bu kadar intihar konuştuktan sonra aklına gelmesi çok doğal. Ancak 17 Aralık 1985’in onun yaşamında neden o kadar önemli olduğunu bilmek zor. Bu kadar kesin anımsadığına göre çok önemli, stres verici bir yaşam olayı yaşanmış olabilir. Bu günlükten anladığımız kadarıyla C. Süreya 19821985 arasını oldukça zor geçirmiş, olası ki depresyon yaşamış. İntihar düşünceleri, ölüm düşünceleri vb. çok uğraştırmış. Sonra kendi ölümüyle ilgili düşüncelerden kurtulup genel olarak ve başkalarının ölümüyle ilgili entelektüel düşünceler geliştirmiş. Bu da onun kendi ölüm düşüncesinden uzaklaşmasına yardımcı olmuş olabilir. İnsanlar, bir savunma düzeneği olarak, kendi sorunlarını genelleyerek, entelektüalize ederek rahatlarlar. Öte yandan, doğrusu o mektupta neler yazdığımı ve neden yazdığımı ben de merak ediyorum. Bir gün bir yerlerde okursam psikodinamik açıdan yorumla-


60

Psikodinamik Açıdan Cemal Süreya ve Şiiri IV: Depresyon Psikodinamiği ve Cemal Süreya

rımda katkısı olabilir. Ayrıca bu önemli günleri ayrıntısıyla anlatan kişilerin yazdıklarını da okumak isterdim. Son döneminde birlikte olduğu bayanın (o zaman ki eşi olabilir), yakınlarının yazdıkları benim için daha da aydınlatıcı olabilir. İntihar patolojik olmasına karşın insani bir eylemdir ve çıkmazda olan bir çok insan, sanatçı intihar etmiştir. Ancak C. Süreya gibi güçlü bir kişilikten intihar düşünceleri okumak sanırım beni etkilemiş olmalı ki bunları yazmışım. Bu yorum, Cemal Süreya’nın 6 yaşındayken annesini yitirmesi söz konusu olduğuna göre, onun için uygun olabilir. Ancak bilinçdışı nefret duygularının olup olmadığını saptamak ancak psikanalitik görüşmeyle olasıdır. Öte yandan, çocuk Cemal’in kendisini küçücük bir çocukken bırakıp giden (ölüm de olsa) annesine yönelik, bir yandan çok yoğun sevgi duygusu taşırken aynı zamanda da bilinçdışı nefret duygusu taşıması beklenebilir. Belki bu ikilemli (ambivalan) tutum bütün yaşamı boyunca anne yerine koyduğu eşleriyle olan anlık değişmeli, fırtınalı, yoğun sevgi ve ardından düşkırıklıklarıyla hızla ayrılma biçiminde giden evlilik örüntülerini de açıklar. O bütün sevgililerini ve eşlerini çok sevdi ama olası ki zaman zaman bilinçdışı nefret de etti. O ki annesinden bile nefret ettiğine (bilinçdışı) göre o kadınlardan neden etmesindi? Annesi ki onu küçücük bir çocukken elleri bağrında bırakıp gitmişti. O kadınlar haydi haydi giderdi. Önemli bir kalp ameliyatı geçiren eşi Zühal Tekkanat’a gösterdiği yoğun ilgi, her gün yazdığı uzun destek mektupları (ki ‘Onüç Günün Mektupları’ adıyla kitaplaştırılmıştır) onun yeni bir anne-eş ölümüne karşı yoğun kaygısının yansımasıdır. Zaten yakınlarının ölümüyle ilgili yoğun duyarlılığı vardır ve bu da olası ki erken anne ölümüyle ilgilidir. Ayrıca, Freud’a göre sorun, depresif kişilerin ilk çocukluk dönemlerinde, özellikle ödipus karmaşasının çözümü öncesinde önemli narsisistik yaralanmalar yaşamış olmaları ve yaşamın sonraki devrelerinde benzer yaralanmaların meydana gelmesinden kaynaklanır. Bunlar uğradıkları düşkırıklıklarından dolayı, yaşamları boyunca dış narsisistik destekler peşinde koşar, diğer insanlara karşı yakınlık, sevgi ve regresif (çocuklaşmış, gerilemiş) bağımlılık duyguları taşırlar. Bu narsisistik destek arayışları yüzünden üstbenliğin (süperego) gelişmesini de bozarak, affetmeyen, cezalandırıcı, katı bir üstbenlik geliştirirler. Oral bağımlılığı olan bu kişiler gereksinimlerini ancak boyun eğerek ya da kendilerini beğendirerek karşılama eğiliminde olduklarından, saldırganlık, öfke gibi duygular sürekli olarak bastırılmakta ya da zıt tepkiler kurulmaktadır. Katı ve eleştirici üstbenlik, bu duyguların boşaltılmasına izin vermemektedir.Yine bu kişilerin bütün ilişkilerinde, diğer kişi-

lere karşı yaşanan bilinçli sevgi yanında, bilinç altında yaşanan öfke, nefret gibi ikilemli (ambivalan) duygular vardır (Freud 1956). Her terkedilmeyi bir anne ölümü simgesi gibi yaşayan, bir bakıma o örselenmeyi yeniden yaşamasına neden olan olaylar, Cemal Süreya’nın kadın - erkek ilişkisinde yaşadığı bütün gel-gitli yoğun bağımlı ve terketmeli ilişkiler, narsisistik destek peşinde koşma, aşırı bağımlılık ve ardından gelen ikilemli nefret duygularının sonucu olabilir. Onun için kırıp gittiği eşlerine zaman zaman hızla geri döner, kendisini bağışlatmak için özür diler, çocukça şeyler yapar (Eşi Birsen Sağnak’la görüşme) (Perinçek ve Duruel 1995). S. Rado, depresif kişinin narsisistik ihtiyaçları ve kendine güveni üzerine vurgu yapmış, depresyonu temelde bir çaresizlik duygusu olarak tanımlamıştır. Rado melankolinin kişinin cezalandırıcı süperegosu nedeniyle olduğuna inanır. Ona göre, hasta, ölmüş sevilen birine duyduğu bilinçdışı düşmanca duygularından dolayı süperego tarafından cezalandırılmaktadır (Silber 1989). Depresif kişinin özdeğeri kendi dışındaki narsisistik besleyicilere bağlıdır. Depresif kişilerin güdüsünü “sevgi için bir büyük çığlık” olarak tanımlamıştır (Karasu 1990). Süreya, erkenden onu bırakıp gitmiş annesine bilinçdışı nefret duyuyor muydu, bilmek olanaksız. Çünkü bunu söyleyebilmek için kişinin doğrudan analize alınması gerekir. Ancak belki de C. Süreya’nın bütün yazdıkları insanların onu sevmesi için attığı bir büyük çığlıktır, denebilir. O ki en büyük sevenini çok duyarlı bir zamanda yitirmiştir. Bütün okuyucularına “beni sevin koruyun, öksüz oğlunuzum,” (Alper 1985). diyordu. Tabii ki atılan çığlık sıradan bir nevrozun belirtisi (semptomu) değil bir büyük şairin büyük şiirleridir. Ego psikolojisi kuramına göre, id’in (içtepiler, dürtüler alanının; bilinçdışının) tipik işlev biçimi birincil süreç, egonun tipik işlev biçimi ise ikincil süreç olarak nitelendirilir. Birincil süreçler, içtepilere, içgüdülere ya da isteklere bağlıdır ve haz ilkesine göre işlev görürler. Gerçeklik ilkesine bağlı değildirler, düşlerde, fantezilerdeki gibi yer ve zaman kategorilerine bağlı olmayan, mantık dışı, karmaşık bir işleyişleri vardır (Velioğlu 1978). Güncel yaşantıda espriler, şakalar sırasında ikincil süreç bir süre için askıya alınmakta ve birincil süreç baskın duruma geçmektedir. Aynı şey yaratma edimi sırasında da olaylanmaktadır. Sanatçı, yaratma sürecinde bilinçdışının imgelerini, simgelerini kullanmak amacıyla benzer biçimde birincil süreçten yararlanır. Bu bir yaratıcı ego gerilemesidir ama yaratıcı kişi, iyi bütünlenmiş egosuyla hiç tehlikesizce bu yaratıcı gerileme ile uğraşabilir (Velioğlu 1978). Tabii yeterince iyi bütünlenmemiş egosu olan kişilerin de sanatsal yaratı için uğraşacakları ve psikoza girebilecekleri de Türkiye’de Psikiyatri / Cilt 7 - Sayý 4 - 2006


Yusuf Alper

belirtilmelidir. Bu kişilerin psikotik atak sırasında ortaya koydukları ürünlerin estetik açıdan yetersiz ve bütünlenememiş ürünler olması kaçınılmazdır. Ancak atak dışında oluşturdukları yapıtların yine yeniden sanatsal yapıt düzeyine ulaşmaları da beklenebilir. Ama sanatsal yaratıyla hiç ilgisi olmayan ürünler ortaya koyan psikozlu kişilerin varlığı da bir gerçektir. Ruhsal hastalığı olan kişilerin belirtileri de bir yaratı ürünüdür ama estetik boyuttan yoksun bir negatif yaratı söz konusudur. Gerçek yaratma, birincil süreçlerin ikincil süreçler tarafından sadece gereç olarak kullanıldığı ve ikincil süreçlerin de yüceltmeyle (süblimasyon) objektifleşmiş geist kategorisinde biçimlendiği yerde vardır. Saçma (absürd, unreal) alanda ortaya çıkarılan ürünlerin gerçek sanat yapıtı (objektifleşmiş geist) olmaları söz konusu olamaz. Gerçeküstü alanda ya da üst gerçekçilik de denilen alanda ise ortaya çıkarılan yapıtlar estetik değer taşıyan ürünlerdir. Bunlar da düz gerçeğin dışında (irreal) özellikler göstermekle birlikte estetik bütünlüğe ulaşmış yaratılardır (Velioğlu 1978). Tabii Cemal Süreya’yı iyi bütünlenmiş egosu aracılığıyla bilinçdışına dalıp oradan ilginç imgeler vb. özgün malzemeler getirip onu ikincil süreç düşüncesinin egemenliğinde estetize ederek okuyucunun kolayca alımlamasını sağlayacak biçimde sunan bir kişi olarak görüyoruz. Üst düzeyde zekâ kontrolünde, zaman zaman humor ve ironinin, esprinin de yer aldığı alışılmadık zenginlikte bir şiir dili ve lirizm. C. Süreya “zekânın ve lirizmin” şairidir. O Nâzım Hikmet gibi bütün dünyayı ve yaşamı kucaklayan, Orhan Veli gibi espriden yararlanan, Dıranas gibi duru, A. İlhan gibi zaman zaman egzotik, Oktay Rifat, M Cevdet gibi dize kurucu şairleri özümsemiş, kendine katmış ve ardından çığır açıcı şiirlerini yaratmıştır. Depresyon fenomenolojisinde büyük ya da küçük bir benlik değeri yitimi ön plandadır. Eğer benlik değerinin yitimi, başlıca dış desteklerin yitmesine bağlıysa, sübjektif formül:” Herşeyi yitirdim; dünya şimdi bomboş” tur; eğer süperegodan gelen iç desteklerin yitmesine bağlıysa : ” Herşeyi yitirdim, çünkü hiçbir şeye layık değilim” şeklindedir (Fenichel 1974). Cemal Süreya’da olası ki annesinden sonra en büyük libidinal yatırımını yaptığı oğlu Memo Emrah’ı yitirmek onun depresyona girmesinde çok önemli bir etken olmuştur. Memo gerçek anlamda yitirilmemiştir, yaşıyordur ama eylemleri ve Şairle ilişkisi açısından ölmüştür, artık yoktur. Bu duyguyu yaşamak olası ki C. Süreya’yı yeniden ağır biçimde örselemiştir. Bir yandan “bu çocuğu ben bu hale getirdim, ben yetiştirdim“ diye suçluluk duyuyor, onu korumaya çalışıyor, öte yandan yaptıklarını entelektüel şair C. Süreya olarak kendisine yakıştıramıyordur. Psychiatry in Türkiye / Volume 7 - Number 4 - 2006

61

Engelleyici nesnelere karşı düşmanlık, kişinin kendi egosuna düşmanlık biçimine dönüşmüştür. Bu kendinden nefret etme, bir suçluluk duygusu, yani egoyla süperego arasında bir uyuşmazlık biçiminde görünür. Süperego olarak bilinen psişik yapının varlığı, ilk kez depresyonun incelenmesiyle tanınmıştır. Süperegonun ikili bir görünümü vardır. Hem koruyucu hem de cezalandırıcı bir güçtür. Normal koşullarda birinci yönü ağır basar ve ara sıra gelen cezalar uzlaşma ereğiyle kabul edilir. Depresyonda ise gerileme (regresyon) süperegonun birinci yönünü yoketmiştir. Ancak ego yine de uzlaşma girişimlerini sürdürür. Tüm depresif süreç, yıkılmış olan benlik değerinin yeniden kurulmasını amaçlayan bir onarım çabası gibi görünmektedir. Narsisistik desteklerin kesilmesi tüm psişik dengeyi bozmuştur. Depresif süreçte bu bozukluğu yarattığına inanılan obje, ayni nedenle cezalandırılmakta ve tahrip edilmektedir; ancak obje, entrojeksiyon (içealım) yoluyla hastanın kendisinin bir bölümü haline gelmiştir. Bu nedenle depresif ego kötü objeyi tahrip girişimlerinde, portresini tahrip etmek için ölmek zorunda kalan Dorian Gray’in kaderiyle karşı karşıya gelir (Fenichel 1974). Fenicel, depresif kişinin, erken çocuklukla ilgili bir narsisistik yara taşıdığını; örneğin ebeveyn ilişkilerinde travmatik, hoş olmayan durumlar, düşkırıklıkları olduğunu öne sürmüştür (Karasu 1990). Bilindiği gibi Cemal süreya en büyük narsisistik örselenmeyi 6 yaşındayken annesini yitirerek yaşamıştır. Erken çocuklukla ilgili ağır bir yara taşıdığı açıktır. Narsisistik örselenmenin olması Kohutçul açıdan da çok önemlidir. Kendilik Psikolojisi Okuluna göre kişi narsisitik örselenmeyle hırpalanır ve olağan gelişimi sekteye uğrar. Kohut’un kendilik’in biçimlenmesi ve restorasyonu konusundaki teorileri yeni bir bakış getirmiştir. Ona göre kendilik (self) ciddi biçimde hasara uğradığı veya yaralandığı zaman dürtüler yoğunlaşarak güçlenirler ve çocuk depresyondan kurtulmak için eşduyumsal (empatik) olmayan ya da zaten varolmayan kendilik-nesnelerinden daha önce yoğun deneyimlerinin olduğu oral, anal ve fallik duyumlara yönelir. İdealize kendilik nesneleri yoksunluğu, özdeğer ve canlılıkta azalma veya tükenme olan ya da kendilik reddedilmesi veya kendilik suçlaması olan depresyon ile sonuçlanabilir (Kohut 1993). Kendilik psikolojisine göre deprese hasta kendilik temsilcisinin olumlu boyutlarının duygulanımsal tonuyla ilişki kurma yeteneğini yitirmiştir. Etken ne olursa olsun, depresyon, kendilik psikolojisine göre olumlu duygulanımlarla bağlantılı kendilik temsilcileriyle olan ilişkiyi etkinleştirme ve/ veya sürdürme yeteneğinde; kazanılmış, kalıtımsal ya da gelişimsel noksanlık (veya işlev bozukluğu) temelinde açıklanabilir. Narsisistik yaralanmalar ve dep-


62

Psikodinamik Açıdan Cemal Süreya ve Şiiri IV: Depresyon Psikodinamiği ve Cemal Süreya

resyon arasında bir ilişki vardır. Narsisistik zedelenme durumunda kendilik’in yatışması gereksinimi devamlı ve temeldir. Olumlu tonlu kendilik temsilcileriyle duygulanımsal ilişkiyi yaratmakla ilgili işlemleri öğrenme gereksinimi vardır. İşte depresyonlu hastalardaki eksiklik, bu temel beceriden yoksun olmalarıdır (Türkçapar 1995). Kendilik psikolojisi terimleriyle depresyona, kendilik-nesnelerinin kendilik’in aynalama, ikizlik veya idealizasyon gereksinimlerinin doyurulmasındaki yetersizlik sonucu oluşan bir çaresizlik olarak bakılabilir (Gabard 1990). Tabii ki daha önce de belirttiğimiz gibi C. Süreya’yı tipik bir depresyon hastası olarak değerlendirmek olası değildir. Her ne kadar 6 yaş daha küçük yaşlara göre daha iyi bir yaş ise de yine de bu örselenimle Şair olacak çocuk Cemal aynalama, ikizlik ve idealize ebeveyn temsili açısından zorluk yaşamıştır çünkü en önemli kendilik nesnesini kaybetmiştir. Ancak çevresel destekler, babaaane vb. kadınlar, büyük amca, baba gibi erkekler kendilik nesnesi oluşturmada çok iyi işlev görmüş olmalılar. Kohutçul açıdan bakıldığında, çok sevilen, çok iyi aynalama yapan, çocuğunun büyüklenmeci gereksinimlerini çok iyi karşılamış bir annenin, çocuk 6 yaşındayken, ölümü çok önemli bir örselenmedir. Bebeklik ve 6 yaşına kadar yaşadığı iyi koşullar, rahat, sıcak ilişkiler oldukça iyi bir ruhsal yapı kazandırmışsa da o yaştaki acı olay C. Süreya’yı ağır biçimde sarsmıştır. Kendilik temsilcisinin kaybı gelişimde bir noksanlık, yoksunluk oluşturmuş ve ruhsal gelişimini etkilemiştir. Narsisistik zedelenme sonucu kendilik’in yatıştırılması gerekmiştir. Ancak o ağır örselenimle, depresif bir süreç yaşamakta olan kişi olarak çocuk C. Süreya, kendiliğini yatıştırmakta güçlük çekmiş, zorlanmış ve bu durum olası ki yaşamı boyunca sürmüştür. Cemal Süreya (1991) bir dönem aşırı masturbasyon yaptığından sözetmektedir. Olası ki o yaşlardaki üvey anne vb. yaşantıların sonucu stresi ağırlaşmış fallik döneme gerilemiş, kendisini yatıştırmak, gerilimini gidermek amacıyla aşırı masturbasyona yönelmiştir. Ancak sonuçta Cemal Süreya narsisistik olmak yerine, nevroz batağına saplanıp kalmak yerine yüceltme mekanizmasını kullanma kapasitesini göstermiş ve büyük eserler yaratmıştır. Aslolan budur. Bibring’in depresyona köktenci bakışı; bir temel ego durumu olarak, bütün depresif fenomenin bir özdeğer kaybıyla olduğunu, farklı psikoseksüel dönemlerdeki çözümlenmemiş durumların farklı depresyon tiplerine neden olduğunu açıklar (Silber 1989). Depresyonun merkezi sorunu olarak oral saplanma kavramını değiştirmiş ve temel olarak özdeğer kaybını almıştır (Bemporad 1988). Psikanalitik ego psikolojisi bakış açısıyla yaklaşan Bibring, benlik için gerekli narsisistik emeller

karşısında egonun kendi çaresizliğinin farkına varmasını depresyonda temel olarak görür. Ona göre ego’nun benlik saygısını sağlayan emel ve gereksinimler ( narsisistik emeller) üç grupta toplanır: Değerli, sevilen tanınan olmak, aşağı ve değersiz olmamak; güçlü, üstün, güvenli, büyük olmak, güçsüz ve güvensiz olmamak; iyi ve seven olmak, saldırgan, yıkıcı, kırıcı olmamak. Kendini değerlendirmenin narsisistik koşulları olan bu emeller, güçlü ve yüklü olarak hissedilirken, diğer yandan egonun bu emelleri gerçekleştirmedeki güçsüzlüğünün ( ister gerçek, ister hayali güçlük olsun) ve çaresizliğinin farkına varması depresyona yol açar. Psikanalitik deyimle belirtirsek depresyon ego, id, süperego arasındaki bir çatışmadan değil, egonun kendi içindeki bir çatışmadan köklerini alır. Benlik saygısı için gerekli emellerin gerçekleşme olanaksızlığı karşısında benlik saygısı düşmekte; tam ya da kısmi bir iflas, bir ego felci durumu ortaya çıkmaktadır. Klasik psikanalitik görüşteki birinci derecede rol oynayan saldırgan dürtülerin bireyin kendine yöneltilmesi bu görüşe göre ikincildir. Kendi içindeki çatışma dolayısıyla saygısını kaybetmiş, güçsüz, çaresiz kalmış olan ego, savunma güçlerini kullanamayarak süperegonun eline düşer, teslim olur ve verdiği cezaları kabullenir (Savaşır 1981). Cemal Süreya’nın depresif yaşantılarının yaşamının son yıllarına doğru giderek arttığı ve ağırlaştığı düşünülebilir. O nedenle son yazdıklarında ölümden, intihardan daha çok söz eder olmuştur. Genel olarak başarılı, Türk dilinin en önemli şair ve denemecilerinden biri, entelektüel çevrelerin hep önemsediği, siyasi çevrelerin ise giderek saygı duyduğu, siyasi gazetelerde köşe yazıları yazan bir kişinin oğlunun kimliği ve kişiliği, davranışları onu çok üzmekte, narsisistik örselenim yaşatmakta, onun sorunlarını inkâr ederek kabullenmeme yoluna gitmekte, onunla ilgili ileri sürülen tüm görüşler şairi sinirlendirip hırçınlaştırmaktadır. ‘Cemal Süreya’nın çocuğu hasta, şu, bu olamaz’, gibi bir duygu içindedir. Bu durum karşısında giderek çaresizlik yaşayan şairin egosu bunu kaldırmakta zorlanmış, çaresizlik yaşamış, ardından ‘bütün bu olanların nedeni benim’ (ki bir çok arkadaşı, yakını öyle söylemektedir) duygusuyla katı süperegosu acımasızca, egosunu cendereye sokarak onu depresyona sürüklemiş olabilir. Yaşamının son yıllarında alkole daha çok yönelmesini de bunlarla açıklayabiliriz. Genelde alkolü pek sevmeyen, çalıştığı zamanlarda asla içmeyen, hiç bir zaman bağımlılık yaşamamış Cemal Süreya’nın alkolu bir yatıştırıcı, kaygı giderici ve antidepresif ilaç gibi kullandığını söyleyebiliriz. Tabii ki alkolun yatıştırıcı etkisi geçicidir ve depresyonu giderek derinleştirir. Öte yandan Cemal Süreya’nın oğluyla ilişkisinin tutarsızlıklar içerdiğini söylemek olası. Bir sevip göklere çıkarma bir sudan Türkiye’de Psikiyatri / Cilt 7 - Sayý 4 - 2006


Yusuf Alper

gerekçelerle hırpalama gibi. Ama ne olursa olsun Memo’nun geldiği noktayı, sadece, yufka yürekli, çocuğunu çok seven ama zaman zaman öfkeli davranan bir şair babanın tutumuna bağlamak olası değildir. Hem yaşadığı çevre koşulları hem çocuğun biyolojisinden kaynaklanan sorunlar sonucu o hale gelmiş olabilir. Ancak Cemal Süreya’nın katı, herkesten çok kendisini suçlamaya eğilimli superegosu kendisini tam suçlu ilan etmiş olabilir. Bu yanlış algı onu depresyona sürüklemiş olabilir. Oğlunun son yıllarda C. Süreya’ya çok kötü davranmasına, bir bakıma işkence etmesine karşın “ ona bir şey olursa ben yaşayamam” gibi sözler söylemektedir. Freud’un formülasyonunu yeniden düzenleyen Jacobson, melankoliklerin, gerçekten, içe aldıkları o nesnelerin bütün özelliklerini almamalarına karşın, sevgi nesnelerini kaybetmiş, değersizlermiş gibi davrandıklarını öne sürmüştür. Sonra kendilik, kendini kötü nesne olarak hisseder (yaşantılar) ve sonuçta, bu kötü iç (internal) nesne veya kaybedilen dış sevgi nesnesi sadistik süperegoya dönüştürülür. Daha sonra ego; zalim, güçlü annesinin eziyet ettiği, çaresiz, güçsüz bir çocuk gibi süperegonun kurbanı olur (Gabard 1990). Cemal Süreya’nın son ayları belki de yılları bir bakıma bu çaresizlik içinde geçmiştir. Onun çaresizliği çevresindeki yakınlarını, başta Muzaffer Buyrukçu, Halil İbrahim Bahar olmak üzere dostlarını da çaresiz bırakmış, ne yapacaklarını bilememişlerdir. Zalim bir süperego sanki bütün bu çektiklerini hak ettiğini söylemekte, o da çaresiz, bir kurban gibi boyun eğmektedir. Oysa bir biçimde bulunduğu çevreyi terkedebilir, kendine yeni bir ev tutabilir, yaşamını iyi biçimde sürdürebilirdi. Son günlerinde dostlarının (en son Melisa Gürpınar) böylesi girişimleri olmuşsa da ölümden kurtulamamıştır. Jacobson, depresif kişilerin ego psikolojisiyle ilgili olarak 25 yıldan daha uzun süren çalışmasında özdeğer kaybını ve özgül ego zayıflığı olarak abartılmış bağımlılığı onların merkezi psikolojik sorunu olarak belirlemiş ve bu kırılgan özdeğerin bazı intrapsişik belirleyicilerini tanımlayarak depresif hastalardaki, ego gerilemesinin doğasını çok dikkatli incelemiştir; çok sert, acımasız süperego, yanlış ego ideali ( gerçekdışı veya büyüklenmeci idealize edilmiş sevgi nesneleri), kendilik temsillerinin patolojik gelişmeleri (değersizleştirilmiş veya çarpıtılmış beden imajı), immatür (çocuksu) ve kendini eleştirmeye eğilimli ego işlevleri ve ağır patolojide bütün bu yapılarda çözülme (Karasu 1990). Çocuğun egosunu oluşturma süreci dış dünyadan (öncelikle anne-baba, aile çevresi) içselleştirdiği yaşantı, duygu, davranış parçalarıyla oluşur. Zamanla Psychiatry in Türkiye / Volume 7 - Number 4 - 2006

63

çocuğun egosu bütün içe aldıklarını sentezler ve bütünlüklü bir ego ve kendilik (self) ortaya çıkar. Cemal Süreya’nın ruhsal yapısının oluşumunda annesi çok önem taşıyan bir figürdür. Feodal çevrede büyümüş bir çocuk olarak kişilik oluşumuna babasından çok büyük amcasının katkısı olmuştur. Ona birçok yönden hayrandır. Amca da onu yüceltir, narsisistik doyum verir. Baba çok yakın olmasa da katkısı mutlaka vardır. Ayrıca babaanne vb. yakın kişilerden de katkı almış olabilir. Ancak C. Süreya’nın ruhsal oluşumunda temel kişi annesidir. Annesi aynı zamanda şairlik yeteneğini de aktaran kişi gibi görünüyor. Güzel masallar anlatan, halk şiirleri okuyan bir kişidir. Onun kaybı çocuk Cemal için çok ağır bir örselenim yaratmıştır. Kayba karşı öfke ve bilinçdışı nefret duygusu, ardından da sadistik süperego oluşmuş olabilir. Zaman zaman kendini böylesine hırpalaması, perişan etmesi katı süperegosu nedeniyledir. Nesne ilişkileri kuramı dikkate alınarak depresyonun psikodinamiği incelendiğinde bireyin nesne ilişkilerindeki gelişim düzeyine göre depresyonun klinik tablosu değişmektedir. Kendilik ve nesne ayrımının yapılmadığı bir gelişim basamağına gerilemede psikotik depresyon, başka koşullarda da başka tip depresyonlar ortaya çıkmaktadır. Bütünlenme döneminde bir sorun varsa borderline bir örgütlenme ve ona özgü depresif durumlar olabilmektedir. Bütünlenme olmuşsa bu dönemdeki bir kişi depresyon geçirdiğinde suçluluk duygusu yaşar ve ayrıca kendilik değerinde ve benlik saygısında belirgin bir azalma görülür (Çevik ve Volkan, 1993). Nesne ilişkileri okulu bakış açısıyla bakıldığında tabii ki C. Süreya’nın olgun, bütünlenmiş bir ruhsal yapısının olduğunu, oldukça katı bir superego geliştirdiğini görüyoruz. Bunun da olası nedeni feodal çevrede büyümeyle bağlantılı olarak çok sevilen, övülen aynı zaman da çok şey beklenen, yüklenen, ailenin ilk erkek çocuğu olmasıdır. Cemal Süreya’nın yaşadığı depresif süreçler olası ki bütünlüklü bir egonun, zaman zaman varoluşsal vb. boyutlar da eklenen ılımlı depresif dönemleridir. Ancak 1982-1985 arasında ve yaşamının son zamanlarında daha ciddi düzeyde, intihar düşünceleri olan depresyon dönemleri yaşadığı söylenebilir. Modern dinamik teoriye göre depresyon, şimdi, az ya da çok, erken çocukluk düşkırıklıkları ve kayıpları temelinde, şimdiki kendilik ve ego ideali arasındaki belirgin uygunsuzluktan dolayı zarar görmüş özdeğer, sevilmemiş ve cezalandırılmış kendilik’in altında yatan narsisistik öfkenin sürekliliği, tümgüçlü (omnipotent) arzulara karşı çaresizlik ve umutsuzluk duygusu, bebeklikte ortaya çıkmış, çözümlenmemiş sorunlarla ilgili ruhsal çatışmaların yeniden etkinleşmesine bağlı olarak özerklik ve yakınlık kurmada güçlükler olmasının


64

Psikodinamik Açıdan Cemal Süreya ve Şiiri IV: Depresyon Psikodinamiği ve Cemal Süreya

bireşimidir (Karasu 1990). Tabii ki C. Süreya için söylenebilecek en temel şey erken anne kaybının sonucu yaşadığı ağır düşkırıklığıdır. Ardından yaşadıkları; annesizliğin getirdiği sorunların ötesinde, ruh sağlığı yerinde olmayan bir üvey annenin kendisine yönelik öfkesi, tehditleri, kardeşlerine ettiği zulüm ve işkenceler düş kırıklıklarını ve örselenimlerini sürdürmüş, pekiştirmiştir. Ama Cemal Süreya’nın şimdiki (yaşarken ve hep önemsenirken) kendiliği ile ego ideali arasında bir uygunsuzluğun olması sözkonusu olamaz. O her zaman Türk şiirinin en önemli şairlerinden biri olduğunun farkındadır. Alçakgönüllü olması ve öyle davranması bu gerçeği değiştirmez. Ancak belki ‘ideal bir baba olamayıp ideal bir çocuk yetitirememek’ kendisini belirli düzeyde etkilemiş olabilir. J.A Infante’ye göre, sanatçı, duygularını, heyecanlarını kabul ettirmeye yönelik olağan iletişim kanalları bulamayıp varlığını bu işleviyle; sanatıyla vurgular. Ona göre artistik yaratıcılığın işlevi birçok yönden rüyaya benzer. Genellikle bastırılmış arzuların doyumunu temsil eder ve travmatık ya da yasla ilgili durumları zihinsel olarak işleme (workh through) girişimidir; ki bu bazen bir mesaj iletmeye hizmet eder. Rüyalarda birincil süreç düşünce biçimi egemenken sanatsal yaratıda birincil-ikincil süreçler arasında uyumlu bir ilişki olmalıdır (İnfante 1995). Cemal Süreya ‘nın psikodinamiği açısından bakıldığında bu görüşlerin oldukça açıklayıcı oldukları düşünülebilir. Yazdıklarının daha çok bilinçdışı süreçlerden kaynaklandığı düşünülürse (özellikle başta Üvercinka olmak üzere ilk üç kitap), bastırılmış arzuların doyumuna yönelik bir uğraşın bilinçdışı olarak etkili olduğu söylenebilir. Anneyi çok küçük yaşta kaybetmesinden dolayı yaşadığı örselenimini ve yasını zihinsel olarak işlemesi olası ki yaşamı boyunca sürmüş ve sanatsal yaratısında belirleyici olmuştur. H.Segal (1995), ”Artistik dürtü özellikle Kleincı depresif konum ile bağlantılıdır ve iç dünyamızdaki hasarın onarımı veya kaybedilmiş nesneleri yeniden bulma gereksinimindendir”, demektedir. Dolayısıyla C. Süreya için de sürekli taşıdığı yas, onu işleme uğraşı yanında iç dünyasındaki hasarın onarımı ve yitirdiği nesneyi (anne) yeniden bulma girişiminin durmaksızın sürdürülmesidir. C. Süreya annesini bulmuş mudur? Evet. Şiirinin, onu öpüp yeniden doğuran, narsisistik doyum veren olduğunu söyleyebiliriz. Bir konuşmasında Cemal Süreya (1997), tıpkı psikanalizdeki serbest çağrışım gibi şiirin kendisi için ne olduğunu sayıp döküyor: Şiir ne benim için? Dramım, açmazım, kurtuluşum, batağım, sevgilim, babam, gözaltım ve kendimi hiçlemeyi bilişim.. daha önemlisi yazgım olarak görüyorum onu, diyor ama anne yok. Oysa babanın ardından

annemdir, demesi beklenir. Ama o sözcük gelmiyor. Annenin yeri öylesine büyük ve doldurulamaz ki şiirle ifade edilemiyor. Gerçekten de şiir C. Süreya için ( ve başka birçok şair için de) hem kurtuluş hem batak vb. ama aynı zamanda annedir de. C. Süreya yıllarca “Annem çok küçükken öldü/ beni öp sonra doğur beni” dedi. Ama C. Süreya’yı doğuran şiir oldu. Şiir C. Süreya’nın annesidir. Onun annesi yerine geçmiş, onu beslemiş, büyütmüş, sırtını sıvazlamış, gurur vermiş, el üstünde tutulmasını, var oluşunu, Türk şiirinde bir mit, bir efsane olmasını, narsisistik doyumun en büyüğünü sağlayan bir öğe olmuştur. Türk şiirinin en önemli şairlerinden biri olarak, böylesine hayranlık uyandıran ve insanları ardından sürükleyen şiiri oluşturmuş biri olarak yitirdiği annesini bulmuştur. “Düğmesini diken” her kadınla evlenmesi (?) vb. ise olsa olsa anneyi bulma girişimlerinin eskizi olabilir. Onarım girişimi Kleincılar tarafından yaratıcı dürtünün önemli bir belirleyicisi olarak görülür (Bacal 1990). Bu bakışla sanat yaratma eyleminin tümüyle kişinin kendisini onarma çabası olarak yorumlandığı söylenebilir. Giderek tüm insanlığı onarma çabası ve kaybedilmiş cennete (nesnelere) bir ağıt olduğu sonucuna varılabilir. Tüm sanatçılar için olmasa bile en azından bazı sanatçılar için böyle olduğu kabul edilebilir. Sanatın ve yaratıcılığın sağlıklı ve sağaltan bir yönünün olduğu da anlaşılabilir. Cemal Süreya’nın da tüm yazdıklarının aslında baştan sona anne kaybına yakılan ağıt olduğu düşünülebilir. Tabii ki estetize edilmiş, dünya çapında bir sanat yapıtı olarak ağıt denebilir. Herhangi bir insanın bir yakınının ardından yaktığı ağıta eşdeğer görülemez. C. Süreya’nın sanatı ve yaratıcılığının onu sağaltan bir yanının olduğunu söylemek de olasıdır. Belki tüm sanatçılar, yaratıcılar yapıtlarıyla yaralarını sarmakta, aşırı duyarlılıklarıyla bu vahşi dünyanın ruhlarında açtığı yaraları sağaltmaya çalışmaktadırlar. Dünyayı ve geleceği değerlendirmede depresiflerin ne yazık ki daha gerçekçi oldukları bulgulanmıştır. Depresif bakışın gerçeğe yakın algılayışı ve onun insanlığı etkileyecek biçimde estetize edilerek dile getirilmesi dünyayı değiştirme, güzelleştirme, insanileştirme ve daha yaşanılır kılmada daha etkin gibi görünmektedir. Genel olarak bütün önemli yapıtların, özellikle bütün büyük şiirlerin hüzün içerdiğini anımsamakta yarar var. Umut aşılayan, gelecek güzel günler öngören şiirlerinde arka planında hep hüzün vardır. Hüzün içerikli olmayıp etkileyici, çarpıcı olan çok az şiir vardır. Bu etkililiğin kaynağı olası ki şairde olan dünyanın hasar görmüşlüğü ve onu onarma çabasının okuyucuya aktarılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Okuyucu Türkiye’de Psikiyatri / Cilt 7 - Sayý 4 - 2006


Yusuf Alper

şair ya da şiirdeki ben ile eşduyum (empati) yapmakta, etkilenmekte, değişmekte ve dünyanın düzeltilmesi, güzelleştirilmesi çabasına girmektedir. Onun için şairin yazdıklarının bir ucunun okuyucuya dokunması koşuldur. Kendi içinde bir kısır döngü oluşturan bir söylemin okuyucuya birşeyler ulaştırması olası değildir ve sonuçta etkili olması ve sanatsal işlevini yerine getirmesi beklenemez. Bu sanatın insansızlaşması, insani olmaktan uzaklaşması demektir ki yapıtın sanat olmasını da tartışılır kılar. Okuyucu dünyayı düzeltmeye, güzelleştirmeye kendinden başlamakta, kendisini kirlerinden arındırmaya durmaktadır. Sonuçta iletişim kurduğu herkese aktarılan bir güzellik sözkonusu olmaktadır:“Karanfil elden ele“. Cemal Süreya’ da bunu yapmıştır, bu alıntının şairi Edip Cansever de diğer şair, yazar, sanatçılar da. Öte yandan sanatçının dünyayı çocukluk yıllarının, güzel, saf, eldeğmemiş, kirletilmemiş dünyası olarak görme, hasara uğramışsa onu onarma ya da yitirilmişse (“kaybedilmiş cennet“) onu yeniden bulma amacına yönelik uğraş verdiği, bulamayacağı kaygısı ve hüznüyle ona ağıtlar yaktığı da söylenebilir. Bütün büyük yapıtların hasara uğratılmış dünya ya da yitirilmiş nesneler veya yitirilecek dünya için atılan bir büyük çığlık ya da ağıt olduğu düşünülebilir. Evrenle, dünyayla, insanlıkla ilgili bir sorunu, kaygısı olmayanın sanat uğraşı neden olsun? Sanat bir bakıma var olan dünyadan daha farklı ve güzel bir dünyanın olduğunu, olabileceğini ya da olması gerektiğini ileri sürmek için yapılır. İnsanlara yeni bir seçenek sunar. Böyle bir savı vardır. Bu da öyle güle oynaya yapılacak birşey değildir. Hüznün, kaygının yanında dünyayı çirkinleştirenlere (ya da bir gün elimizden alacak olana) yönelik öfke de barındırır. Cemal Süreya verili dünyanın dışında, insanın insana, aşka, emeğe saygı duyduğu güzel bir dünyanın olabileceğini anlatmıştır. Yaktığı ağıt bütün yitirenler içindir. Bütün ‘annesi ölenler’; öksüzler, bütün zulümler, insanlık dışı işkenceler içindir. Herkes içindir. Çünkü C. Süreya biliyordu ki “Ben başkasıdır”. Bütün bunları yazarken bireysel acısını dile getirmesi temel amaç değildir. Aslolan evrensel sorunların, acıların, estetik düzlemde sunulmasıdır. Bütün acıların, duyguların “ben katından biz katına çıkartılması” dır. O da bunu gerçekleştirmiştir. Jacobson, çocukluk benlik saygısının gelişiminde, olumlu ve idealize ebeveyn obje içe alınımı (introjeksiyon) önemli rol oynar, demektedir (Jacobson 1993). C. Süreya’da bunun oldukça iyi sağlandığını görüyoruz. Hem anne temsili olarak annesi hem de baba temsili olarak büyük amcası ve babası oldukça olumlu kendilik nesnesi oluşturmuşlardır. Jacobson’un depresyon teorisi, ego psikolojisinin modern giysileri içinde olsa Psychiatry in Türkiye / Volume 7 - Number 4 - 2006

65

da, self’e yöneltilen öfke hipotezinin ileri bir açılımını temsil eder (Bemporad 1988). Klasik psikanalitik görüşün devamı niteliğindedir (Gabard 1990). E. Jacobson’a göre (1993) Kris, yaratıcı kişilerin egolarının idlerine doğru gittiği ve tekrar döndüğünü; bunun idin ego hizmetinde kullanımı olduğunu çok güzel tanımlamıştır. Kris, yaratıcı kişilerin yüceltme (sublimasyon) kapasitelerinin özel bir yetenek olduğunu, idin en derindeki enerjisinden türlü yollarla psişik enerji emebildikleri ve bunu da doğrudan yaratıcı etkinlik kanalına yönelttiklerini belirtmiştir. Jacobson şunları söylemektedir: İnanıyorum ki bu yeti, böylesi kişilerde özel bir enerji akışkanlığı ve elastisite (esneklik) yeteneği gerektirmektedir ki, bu hızlı dürtü dönüştürme, birleştirme ve nötralize etmeye izin vermektedir. Bu dürtü elastikliği, yaratıcı süreç boyunca ide yaklaşma ve ondan uzaklaşma biçiminde süren hareket (fluktüasyon) kapasitesini açıklar. Bunun ötesinde, yaratıcı kişilerdeki bu enerjik elastisitenin onların oralite eğilimlerinin ön planda olmasıyla birlikte olabileceğini sanıyorum.” Cemal Süreya ve II.Yeni’nin diğer önemli şairlerinin ego kotrolunda ide akınlar yaptıklarını ve oradan getirdikleri malzemeyi estetize ederek imgeye ve zengin çağrışıma dayanan şiirler yazdıklarını söyleyebiliriz. C. Süreya’da oral dönem özelliklerinin; bağımlılık vb. durumların da olduğunu görüyoruz. Ayrıca Jacobson’un tanımladığı esneklik, hızlı enerji akışkanlığı ve dürtü dönüştürmenin de Şairde üst düzeyde olduğu düşünülebilir. Ayrıca sanatçılar bir konuya yoğun enerji yatırırken dış dünyadaki başka objelere ilgisiz kalabilirler ki o da çocuktaki oraliteye benzer.Yaratma bittikten sonra yatırımını (kateksis) yine diğer nesnelere dağıtırlar. Ayrıca yaratma sürecinde dış dünyaya ilişkin unutkanlıklar vb. olurken yaratıcı eylem bittikten sonra; yaratma gerginliği ortadan kalktıktan sonra olağan yaşam biçimi ve ilgilerine dönerler (Jacobson 1993). Olası ki C. Süreya da benzer yaşantılar sergilemektedir. Şiir yazma sırasında odada yalnız kalmayı istemekte, zaman zaman kendi dünyasına dalıp dış dünyadan uyarıları fazla duymamaktadır. Şiir bittikten sonra hemen yakınlarıyla paylaşmakta ve ilgisi tekrar çevreye dönmektedir. Bu hemen tüm sanatçılarda benzer biçimde işleyen bir süreçtir. Modern dinamik teoriye göre depresyon, şimdi, az ya da çok, erken çocukluk düşkırıklıkları ve kayıpları temelinde, aktüel self ve ego ideali arasındaki belirgin uygunsuzluktan dolayı zarar görmüş özdeğer, sevilmemiş ve cezalandırılmış self’in altında yatan narsisistik öfkenin sürekliliği, tümgüçlü (omnipotent) arzulara karşı çaresizlik ve umutsuzluk duygusu, bebeklikte ortaya çıkmış, çözümlenmemiş sorunlarla ilgili intrapsi-


66

Psikodinamik Açıdan Cemal Süreya ve Şiiri IV: Depresyon Psikodinamiği ve Cemal Süreya

şik çatışmaların yeniden etkinleşmesine bağlı olarak özerklik ve yakınlık kurmada güçlükler olmasının bireşimidir (Karasu 1990). Varoluşçu yaklaşımın önde gelen yazarlarından M.Boss’a göre, depresif kişi, yaşam sorumluluklarını üstlenme anlamında, kendisini varlığa ve yaşamın olanaklarına açamayan, dolayısıyla otantik (doğaya; dünyaya, başkalarına ve kendisine açık), bağımsız ve özgür olamayan bir kimsedir. Bu yüzden de hep kendisini başkalarının arzu, istek ve beklentilerine göre ayarlamaya; onların sevgilerini ve korumalarını yitirmemeye uğraşmaktadır: Önünde açılan otantik bağlantı olanaklarını kullanmamak, depresifi varoluşsal bir suçlulukla doldurmakta ve depresyonda görülen suçluluk ve kendini küçük görme eğilimlerine bu varoluşsal suçluluk duygusu kaynaklık etmektedir. Depresyonda ortaya çıkan belirtilerin şiddeti depresifin önünde açılan otantik bağlantı olanaklarından vazgeçmesinin yani varoluşsal suçluluğunun şiddetiyle orantılıdır. Depresyonlunun bağlanabildiği ne bir şimdi ne de gelecek vardır. Bağlanabildiği tek zaman geçmiştir (Göka 1995). Cemal Süreya’nın tüm yaşamına baktığımızda, onun hep şimdiyi önemseyen ve geleceğe umutla bakan bir kişi olduğu ve eserlerine de bu bakışın yansıdığını görüyoruz. Olası ki son döneminde girdiği depresif süreç sırasında geçmişle biraz fazla uğraşmış, geçmişin muhasebesini çok yapmış olabilir. O hiçbir zaman geçmiş zamana bağlanmamıştır. Geçmişin olumlu değerlerini alıp şimdiyle yoğurmuş ve estetik açıdan çığır açan şiirler yazmıştır. Öte yandan, yaratıcı-sanatçı kişilerin dünyaya depresif baksalar da yazı yazabilecek, düşünce üretebilecek, üzerinde çalışabilecek bir zihinsel ve bedensel enerjilerinin olması gerekir. Bu da çok ağır, yoğun depresyonlarda olası değildir. Yani sanatçı-yaratıcının depresyonu sıradan insanların depresyonundan daha farklı, sanatsal yaratıya harcayacak enerji barındıran bir düzeydedir. Daha hafif ya da orta düzeyde bir depresyon olabilir ya da genel olarak klinik depresyondan farklı olarak daha varoluşsal ve felsefik nedenleri olan bir depresyon içindedirler. Hangi durum olursa olsun sonuçta sanatçı, depresyonunun ketlemesine karşın zincirlerini kıran, enerjisini yaratıma yatıran bir kişidir. Bunu yapamazsa sanatçı olamaz. C. Süreya’nın zaman zaman yaşadığını varsaydığımız depresif yaşantılarının da bu çerçevede olduğu düşünülebilir. Bu kadar şiiri, denemeyi, incelemeyi, günlüğü vb. başka türlü yaratması olası değildir.

KAYNAKLAR Alper Y (1985) Kanayan Şiirler. Dize Yay., 1.Baskı, İzmir, 46. Bacal H A, Newman K M (1990): Theories of Object Relations: Bridges to Self Psychology. Columbia University Press, New York, Chishester, West Sussex, 70-71. Bemporad JR (1988) Psychodynamic models of depression and mania. A Georgotas, R Cancro (eds.) Depression and mania. 1.Baskı. New York : Elsevier Science Publishing Co. İnc, 167-179. Cemal Süreya (1991) : 999. Gün: Üstü Kalsın, Broy Yay., İstanbul, 437-9. Cemal Süreya (1997) Güvercin Curnatası.(Cemal Süreya ile Konuşmalar.Haz. N.Duruel) YKY, İstanbul, 97. Cemal Süreya (1991) 999. Gün: Üstü Kalsın, Broy Yay., İstanbul, 193. Çevik A,Volkan VD (1993) Depresyonun psikodinamik etiyolojisi. Depresyon Monografları Serisi 3: 109-122. Fenichel O (1974) . Nevrozların psikoanalitik teorisi. Tuncer S ( çev.). 1. Baskı. İzmir: Ege Üniv.Tıp Fak. Yay.İzmir. Psychoanalytic Theory of Neurozis. 364. Freud S (1956) Mourning and Melancholia. Collected Papers, Riviere J (İngilizceye çev.) , 9. Baskı.Vol. VI. London: Hogarth Press. Gabard G O (1990) Psychodynamic psychiatry in clinical practice. 1. Baskı. Washington:American Psychiatric Press Inc. Göka E (1995) Varoluşçu yaklaşıma göre depresyon ve tedavisi. M Bekâroğlu (ed.) Depresyon- III. Anadolu psikiyatri günleri. Trabzon: Karadeniz Ruh Sağlığı Derneği Yay, 255-66. Infante J A (1995) Some Reflections on Phantasy and Creativity.( Eds: Person E.S., Fonagy P, Figueira S A: On Freud’s ”Creative Wrtiters and Day-dreaming”. Yale University Press, New Haven and London) de, 53-64. Jacobson E (1993) . The self and the object world. 9. Baskı. Madison : İnternational Universities Press İnc. Karasu TB (1990). Toward a clinical model of psychotherapy for depression, I: Systematic comparison of three psychotherapies. Am J Psychiatry. 147: 133-147. Klerman GL (1980) Affective disorders. Comrehensive textbook of psychiatry. HI Kaplan, AM Freedman, BJ Sadock (eds.) 3. Baskı. Baltimore: Williams & Wilkins Comp, 1305-19. Kohut H (1993) The restoration of the self. 9. Baskı. Madison: International Universities Press İnc. Perinçek F, Duruel N (1995) Cemal Süreya- “Şairin hayatı şiire dahil”. Kaynak Yay., İstanbul, 287. Savaşır Y (1981) Affektif bozukluklar. MO Öztürk (ed.) Ruh sağlığı ve hastalıkları. 1.Baskı. Ankara: Türkiye Sinir ve Ruh Sağlığı Derneği Yay, 167-194. Segal H (1995) Dream Phantasy and Art.New Library of Psychoanalysis.London and NewYork: Tavistock/Routledge,1991’den Aktaran Infante J A : Some Reflections on Phantasy and Creativity .( Eds: Person E.S., Fonagy P, Figueira S A: On Freud’s ”Creative Wrtiters and Day-dreaming”. Yale University Press, New Haven and London) de, 53-64. Silber A (1989) Mood disorders. Psychodynamic etiology. Comrehensive textbook of psychiatry. HI Kaplan, BJ Sadock (eds.) 5. Baskı. Baltimore: Williams & Wilkins Comp, 888-892. Türkçapar MH (1995) Self psikolojisi ve depresyon. M Bekâroğlu (ed.). Depresyon- III. Anadolu Psikiyatri Günleri, Trabzon: Karadeniz Ruh Sağlığı Derneği Yay, 267-75. Velioğlu S (1978) Akıl Hastası ve Sanatçı. 1.Baskı, Yaşam Yayınları, İstanbul, 55-62.

Türkiye’de Psikiyatri / Cilt 7 - Sayý 4 - 2006


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.