antitez dergisi bahar 2012

Page 1

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü

Ücretsizdir, Parayla Satılmaz

21. Yüzyılda

Ulusal Sorun, Sosyalizm ve Kürt Dinamiği 21. Yüzyılda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Güncelliği Özgür Savaşcıoğlu Bize Bir Ekim Gerek ya da Sosyalizmin Gözünden UKKTH Zafer Çeliker Kürt Dinamiğinin Tarihsel Gelişimi Deniz Ali Gür 1980’den Günümüze Kürt Dinamiği ve İkinci Cumhuriyet Zozan Baran - Murat Yılan

Ulus ve Diyalektik Us Serkan Sönmezgil “Yolları Birleştirmek” Öyküm Giritli Bir Zamanlar “Doğu Anadolu’nun Düzeni” Sercan Yıldız

2

BAHAR 2012

RÖPORTAJ: soL Haber Portalı Genel Yayın Yönetmeni Alper Birdal ile “Arap ‘Bahar’ı ve Türkiye” üzerine


BU SAYIDA

4

Antitez Ne Yapacak? Antitez Yazı Kurulu

DOSYA

6

21. Yüzyılda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Güncelliği Özgür Savaşcıoğlu

17

Bize Bir Ekim Gerek ya da Sosyalizmin Gözünden UKKTH Zafer Çeliker

28

Kürt Dinamiğinin Tarihsel Gelişimi Deniz Ali Gür

40

1980’den Günümüze Kürt Dinamiği ve İkinci Cumhuriyet Zozan Baran - Murat Yılan

RÖPORTAJ

56

soL Haber Portalı Genel Yayın Yönetmeni Alper Birdal ile “Arap ‘Bahar’ı ve Türkiye” üzerine

OKUMA NOTLARI

64

Ulus ve Diyalektik Us Serkan Sönmezgil

68

“Yoları Birleştirmek” Öyküm Giritli

71

Bir Zamanlar “Doğu Anadolu’nun Düzeni” Sercan Yıldız

Yerel Süreli Öğrenci Dergisi Bahar 2012, Sayı 2 Ücretsizdir, parayla satılmaz. İmtiyaz Sahibi Murat Yılan Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Murat Yılan Dizgi ve Kapak Tasarımı Sinan Acıoğlu İletişim E-posta: antitez.2011@gmail.com Baskı Boğaziçi Üniversitesi Matbaası 0212 359 4406

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü

2


Antitez Ne Yapacak?

Tüm bu saydıklarımızı yapmak için bir doğrultuya işaret etmek gerekiyor. Bu anlamda Antitez’de yazacaklarımızın birbirini tamamlayan bir nitelikte olmasına ve tartışmaların bir bütünlük taşımasına özel olarak önem vereceğiz. Üniversite öğrencilerinin üretmesi gerekiyor demiştik. Üretmek için ufkunu varolanın dışına doğru genişletmek ve kavga vermek gerekiyor. Üretmek için başka bir geleceği savunmak gerekiyor. Antitez ülkenin sosyalist cumhuriyetin bir seçenek ve sosyalist ideolojinin bir bütün olarak 2.Cumhuriyet’in karanlığının karşısına dikilmesinin bir zorunluluk olduğunun bilinciyle yoluna devam edecek.

Antitez Yazı Kurulu Üniversite öğrencilerinin ülke meselelerine kafa yorması genel bir gerekliliktir. Bu zihinsel çabanın sürekli bir hal alması ise bir üretim faaliyeti aracılığıyla mümkündür. Antitez her şeyden önce bunu yapmaya çalışacaktır. Ülkenin geleceğine kafa yormanın tek başına akademik üretim alanına indirgenemeyeceği açık. Antitez bu anlamıyla teori ve siyaset arasında sağlıklı bir ilişki kurmaya çalışacak. Dolayısıyla Antitez çözümlemeye çalıştığı bütünlüğün içerisnde hangi dönüşme dinamiklerini barındırdığını göz önünde bulunduracak. Bütünlüğün içerisindeki bu dinamiklere ilerletici müdahalelerde bulunmanın olanaklarını tartışacak. Müdahalenin olanaklarını değerlendirebilmek için bir değiştirme perspektifine sahip olmak gerekiyor. Değiştirme perspektifine sahip olmak ise ülkenin geleceğine yönelik bir tasarım oluşturmaktan geçiyor. Antitez bu anlamda üniversitelilerin Türkiye’yi içerisinde bulunduğu karanlıktan çıkartıp sosyalist geleceğine taşıma iradesini güçlendiren bir yayın olmayı önüne koyuyor. Bunları yapmak için egemen düşünsel şekillenmelerle hesaplaşmak, 2. Cumhuriyet’in çizdiği ideolojik çerçeveyi kırmak gerekiyor. Bu anlamda, düzeni ideoloji alanında besleyen düşünsel akımlarla da, entelektüellerle de hesaplaşmak gerekiyor. Bunları birkaç başlık halinde toplamak mümkün: düzeni dolayımsız bir biçimde savunan yandaş entelektüeller, eleştirel bir bakış açısına sahip olan ancak bir çıkıssızlık tablosu çizenler, siyasal bir arayış içerisnde olanların çıkışı yanlış yerlerde aramasına yol açanlar. Saydıklarımızın, elbette özgünlüklerini de gözeten bir yaklaşımla özel olarak ele alınması gerekiyor. Ancak bir bütünlük oluşturuyorlar. Ortaklaştıkları nokta ise sosyalist ideolojinin gelişme kanallarının önünde bir engel oluşturmaları. Sosyalist ideolojinin etki alanını artırmasının önünde duran ve bu anlamda egemen ideolojinin güçlenmesine hizmet eden düşüncelerin şu ya da bu düzeyde bir gerici karakter taşıdıkları da söylenmeli. Antitez’de sadece toplumu bilinçli bir çabayla daha geri olana ikna etmeye çalışanlarla değil ileriye yönelenleri geriye çekmeye çalışanlarla da hesaplaşacağız. Antitez sosyalist bir yayın olarak gericiliğe, piyasacılığa ve emperyalizme karşı bir konumu sahiplenecek. Sosyalistleri çıkışsızlığa sürükleyen liberalizm ve postmodernizmle hesaplaşacak. Çıkışı yanlış yerlerde gösteren sosyalizmsiz bir “solculuk” türünü karşısına alacak. Üniversiteli gençliğe 2. Cumhuriyet tarafından sunulan kimlikten bir çıkış yolu çizmeye çalışacağız. Kendini kurtarmaya çalışan, topluma karşı sorumluluk duymayan ve üretmeyen bir gençlik yaratma çabasının antitezi olacağız.

5


21. Yüzyılda

Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Güncelliği Özgür Savaşcıoğlu Ulus Nasıl Tanımlanmalı? Ulusal sorunun sosyalizm mücadelesiyle ilişkisini tartışmadan önce “ulus”u nasıl tanımlamak gerektiğini tartışmakta yarar var. Bu konuda, özellikle Marksizm’in akademik yorumcularında hâkim olan kafa karışıklığı, tanım konusuna eğilmeyi bir ihtiyaç haline getiriyor. Bu akıl dağınıklığı, özelikle bir grup batılı Marksistin, Marksizmin ulus tartışmasında açıklayıcılık yeteneğine sahip olmadığı üzerine geliştirdikleri literatür üzerinden gözlenebilir. Ülkemizde de, kimi sosyalistlerin ulusa yaklaşırken kimi zaman düpedüz liberal bir çerçeve üzerinden ilerlemesi, tartışmayı önemli bir hale getirmektedir. Akıl dağınıklığının boyutu öylesine büyüktür ki tanımlanması gerekenin ne olduğu bile bir tartışma konusu haline gelmiştir. Ulus mu, uluslaşma mı yoksa ulusçuluk mu? Tartışmaların muğlaklığını gösteren bir örnek vermek gerekirse: “... bu alandaki bir öğrencinin ilk benimseyeceği en iyi tutum bilinemezcilik olduğundan, elinizdeki kitapta bir milleti oluşturan şeylere ilişkin a priori hiçbir tanım öngörülmemektedir.(...) kendilerini bir ‘millet’in üyeleri gören yeterli büyüklükteki insan topluluklarının bu halleriyle ‘millet’ sayılmasıyla yetinilecektir.” 1 Zeminin bu denli bulanık olduğu bir tartışmaya sağlıklı bir hareket zemini çizerek girmek en iyisi… Stalin’in ulus tanımıyla başlıyoruz: “Ulus, tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam, ve kendini kültür ortaklığında dile getiren bir ruhsal biçimlenme birliğidir.” 2 Aydemir Güler’in bu tanıma yaptığı bir katkıdan da bahsederek tartışmaya devam edebiliriz: “Bu teze, temel sistematiğini hiç bozmayan bir düzeltme veya ek yapmakta yarar olduğunu düşünüyorum: Öğelerden kimilerinin eksikliğini, bir diğerinin aşırı gelişkinliği kapatabilir” 3 Aydemir Güler’in yaptığı eki de değerlendirerek Stalin’in tanımı üzerinden hareket etmekte fayda görüyoruz. Tanımı açarak başlangıç yapalım. Öncelikle Stalin’in ulus tanımının öğelerinin uluslaşma sürecinin başlamasından itibaren tam halleriyle gözlenip gözlenemeyeceği meselesine girelim. Bu öğelerin uluslaşma sürecinin öncesinde kimi eksiklerle var olması bir istisna değil, bir kural olarak 1  Eric Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik “Program, Mit, Gerçeklik”, Ayrıntı Yayınları, 1995, s.23 2  Joseph Stalin 3  Aydemir Güler, Yolları Birleştirmek, Yazılama Yayınları, 2009, s.61

algılanmalıdır. Uluslaşmanın çoğu örnekte köklü bir siyasal değişime yaslanmasının ve bir burjuva devrimi ile beraber algılanabilecek olmasının sebebi budur. İktisadi yaşamın, kültürün ve dilin bir bölgede birleşebilmesi feodal düzenin sınırları içerisinde bir noktaya kadar gerçekleşebilmektedir. Bunun sonrasında, feodal düzenin üstyapı kurumlarıyla onun içerisinde ortaya çıkan kapitalist üretim biçiminin gelişiminin yarattığı dinamikler arasında feodal düzenin mevcut siyasal ve ideolojik yapısının çözemeyeceği bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Bu durumun ortaya çıkması bir devrimci dönemin kapısını aralar. Ortak bir iktisadi yaşantı, dil, kültür ve bu ortaklıkların tanımlanabildiği bir bölge bu anlamda kapitalist üretim tarzının bir gereğidir. Ancak, kapitalist üretim biçiminin iktisadi alandaki gelişimi doğrusal siyasal ve ideolojik yansımalar yaratmaz. Ulusun oluşması da bu anlamda bir doğrusal yansıma olmaktan uzaktır. Eksikli halleriyle mevcut olan kimi öğelere bir öznenin devrimci bir müdahalede bulunması çoğu zaman bu sürecin gelişebilmesinin koşuludur. Bu öznenin uluslaşma yönünde bir siyasal müdahaleyi hayata geçirebilmesinin nesnel temeli ise kapitalist üretim ilişkilerinin feodal toplumun içerisindeki gelişimi ve bu gelişimin yarattığı eksikli ulus öğelerdir. Stalin’in tanımındaki tarihsel olarak oluşmuş ifadesi bu konuda gerekli açıklayıcılığa sahiptir. İktisadi yaşam birliği konusunda ise ulusun oluşumunda etkili olan tarihsel çerçeve üzerine söylediklerimiz gereken çerçeveyi sunmaktadır. Ulusun oluşumunun kapitalist üretim tarzının gelişiminin yarattığı tarihselliğin içerisine oturması, ulusun bir iktisadi yaşantı birliği ifade etmesiyle ilişkilidir. Dil birliği meselesine gelecek olursak... Öncelikle iktisadi yaşantı birliğinde dilin öneminden bahsedilebilir. Buna ek olarak, Anderson’un dil konusunda katıldığımız bir saptamasına yer verelim: “Okuryazar olmayan bir soyluluk yine de bir soyluluk olarak davranabilirdi. Ama ya burjuvazi?(...) Lille’deki bir fabrika sahibi Lyon’daki bir fabrika sahibine ancak ortak bir etkilenmeler zinciri ile bağlıydı. Onları birbirlerinin varoluşundan haberdar olmaya zorlayan hiçbir gerekçe yoktu; tipik olarak birbirlerinin kızlarıyla evlenmiyor ya da birbirlerinin mülkünün mirasına konmuyorlardı. Ama kendileri gibi binlerce ve binlerce insanın olduğunu, yayın dili sayesinde gözlerinin önüne getirebilmeyi başarıyorlardı.” 4 Anderson bu sözleri söyledikten hemen sonra, bahsettiği şeyi hayali bir temel olarak tanımlıyor. Bunu etkili çalımlarla ceza sahasına girip kaleciyi çalımladıktan sonra topu tribünlere dikmeye benzetebiliriz. Bu hayali temel meselesini yazının ilerleyen kısımlarında daha da açmaya çalışacağız. Kültürün, ulusun oluşması için önemine değinirken başlangıçta göz önünde bulundurmamız gereken nokta kültür birliğinin özellikle dil birliğiyle kurduğu bağ olmalıdır. Bunun sonrasında, ideolojinin toplumun şekillenmesinde kapitalizmin gelişmesiyle beraber aldığı konumdan bahsetmek gerekecektir. Kapitalist toplumun gelişimiyle beraber tüm bir ulusal ölçeğe yayılan bir bütünlük olarak ideolojiler alanının gelişiminde kültür birliğinin önemli bir etkisi vardır. Bölgesel birlik konusuna öncelikle dil, kültür ve iktisadi yaşantının birliğinin kapitalist toplumlarda belirli bir ölçek içerisinde tanımlanabilir olmasıyla başlayalım. Aydınlanma düşüncesi içerisinde bir şeyin bilinebilir olması ve insan eylemiyle dönüştürülebilir olması onun sonlu olarak tanımlanabilmesi ile bağlantılıdır. Ancak, sınırları belirli olan bir bütünün bilgisine erişilebileceği fikri Aydınlanmanın “bilmeye cüret etme”sine olanak sağlar. Bu insan düşüncesinde önemli bir ilerleme anlamına gelmektedir. Ancak, klasik Aydınlanma, sonlu olan bütün ile gerçekliğin sonsuz ve sınırsız olan kısmı arasında bir ilişki tariflemez. Sınırlı bir alanda kurulan ulusun tarihini ulusun dışındaki gerçeklikle bağdaştırmayan burjuva düşüncesi ulusçuluğu yaratır. Ulusun kendi tarihine ilişkin yanılsamaları ulusun kendi dışı ile ilişkisinin sağlıklı kurulmamasının ürünüdür. Bu da burjuvazinin sınıf karakteriyle ilişkilidir. Ulus başlığında da Marksizm’in Aydınlanma ile kurduğu ilişki bir içerip aşma ilişkisidir. Marksizm Aydınlanma ile bir şeyi bilmek için onu belirli sınırlar içerisine yerleştirebilmek gerektiği konusunda ortaklaşır. 4  Benedict Anderson, Hayali Cemaatler Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, çev. İskender Savaşır, Metis Yayınları, 2009, s.93

7


21. Yüzyılda

Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Güncelliği

8

Marksizm’in farklılaştığı nokta gerçekliğin üzerinde eylemde bulunulan kısmının, gerçekliğin tümü ile ilişkide olduğu ve onun özünü yansıttığı fikridir. Dolayısıyla sosyalistler kuruluş süreçlerinde iktidarın ulusal ölçekte alınmasından itibaren, ulusun kendisini dışarıya doğru açan bir hareketlenmeye girmesi başlayacaktır. Kuruluşun tamamlanması ve sonrasında sınıfların ortadan kalkması (ki bunun uzun bir zamana yayılacağı hatırlatılmalıdır) ulus kategorisinin tasfiyesi anlamına gelecektir. Stalin’in tanımının doğruluğunu olgusal düzeyde iki temel ölçütle sınayabiliriz: öğelerin tamamını sağlayıp yine de ulus olmayan bir topluluk bulunup bulunmaması ve mevcut bütün ulusların bu koşulları sağlayıp sağlamaması… Günümüzde herhangi bir ulusa baktığımızda bu ölçütlerin tamamını sağladıklarını gözlemleyebiliriz. Tamamlanmamış uluslaşma süreçlerini gözlediğimizde ise bu öğelerin hepsinin belirli bir düzeyde gözlenebileceğini söyleyebiliriz. Bir eksik varsa da diğer öğelerden birinin gelişkinliğiyle onu kapatması eki bu süreçleri kavrarken özellikle önem kazanmaktadır. Bunun yanı sıra, bu öğelerin tamamını sağlayıp yine de bir ulus ifade etmeyen bir topluluk bulmamız da olanaklı değildir. Bu durum, Stalin’in tanımının açıklayıcılığını ortaya koymaktadır. Ulus Bir Yanılsama mı? Ulusun tanımında Stalin’inkine benzer nesnel ölçütlerin aranmaması, ulus tartışmasını bir çıkmaza sürüklemektedir. Bir süre sonra bilimsellikten kopan bu yaklaşımın en net örneğini Gellner’de bulabiliriz. “Bir grup insan, diyelim ki, bir ülkenin sakinleri veya belli bir dili konuşan insanlar, ancak aynı gruba mensup olmalarından dolayı birbirlerine karşı bazı ortak hak ve görevleri olduğunu kesinlikle kabul ettikleri halde bir ulus olabilirler. Onları ulus yapan birbirlerini bu şekilde aynı grubun üyeleri olarak tanımış olmalarıdır, yoksa kendilerini grubun dışında kalan üyelerden ayıran herhangi bazı ortak özellikler değil.” 5 Gellner’in bu yaklaşımının sorunlarına değinecek olursak… Öncelikle bir grubun kendisini ulus olarak algılamasının, ulus oluşturmak için yeterli olduğunu söylemek, başarıya ulaşamayan uluslaşma süreçlerini algılamamızın önünde bir engel oluşturacaktır. Bu şartı sağlayan birçok örnekte sürecin bir ulus oluşumu ile sonlanmamış olması Gellner’in algısının yetersizliğine işaret etmektedir. İkinci olarak, Gellner’in yaklaşımı üzerinden hareket etmemiz halinde herhangi bir ulusun başka gruplardan farklı olarak taşıdıkları kimi ortak özelliklerin (bu özellikler için Stalin’in tanımındakiler düşünülebilir) olmadığını düşünmemiz için geçerli bir neden bulunmamaktadır. Gellner’in sorunu bütün öğeleri eksiksiz halleriyle bir ulusta aramasıdır. Ulusun tarihsel bir sürekliliğe sahip olması anlamına gelen “kararlı” karakteri ulusun boşluksuz ve gerilimsiz bir yapı olarak var olması anlamına gelmemektedir. Burjuvazinin bir kere iktidarı aldıktan sonra gericileşmeye başlaması kuralını da düşündüğümüzde meseleye ilişkin daha sağlıklı bir algı geliştirmemiz mümkün olacaktır. Burjuva devriminin tam olamayacak olması, ancak burjuva devrimiyle beraber düşünüldüğünde kavranabilecek olan ulusun yapısına ilişkin analizlerimizde akıldan çıkarılmamalıdır. Ulus da bu anlamıyla bir dizi başlıkta gerilim yaşayacak ve boşluklara sahip bir tarihsel kategori olarak kavranmalıdır. Son noktaya geçmekten önce Gellner’den bir bölüm daha aktarmanın faydalı olacağını düşünüyoruz. “Ulusçuluk ulusların bir ürünü değil, tam tersine ulusları meydana getiren ulusçuluktur.” 6 Ulusçuluğun herhangi bir nesnel referansa dayanmadan ulusu meydana getirdiğini düşünmek ideoloji tartışmasına yönelik yanlış bir kavrayıştan ileri gelmektedir. Bu yaklaşımın sorunu ideolojinin 5  Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, çev. Günay Göksu Özdoğan ve Büşra Ersanlı Behar, İnsan Yayınları, 1992, s.28 6  Gellner, age, s.105

nesnel temelden yoksun bir yanılsama olarak algılanmasıdır. Bu tarz bir bakış açısı üzerinden hareket edildiğinde bir kategorinin oluşum sürecinde ideolojinin bir izini gözlemlememiz, bu kategorinin hayali olduğu yargısına varmamıza yol açacaktır. Ulus kategorisinin oluşumunda ulusçuluk adı verilen bir ideolojinin de rolü olduğunu söylemek ulusun bir yanılsama olduğunu düşünmemize yol açacaktır. Burada görülmeyen ulusçuluk ulus oluşumuyla kurduğu ilişkinin bir özgürlükler alanı içerisinde gerçekleşmediğidir. Ulusçu ideoloji de ulusun oluşumunu etkileyen tarihselliğin içerisine yerleşir ve burada anlam kazanır. Dolayısıyla, ideoloji üreticilerinin etkinlikleri bir tarihsel çerçevede sınırlanmıştır. Bu ulusçuluğun ulusla aynı nesnel temele oturduğu anlamına gelmektedir. Ulusu herhangi bir nesnelliğe dayanmayan, hayali bir kategori olarak kavrayan sadece Gellner olsaydı bu yaklaşım görmezden gelinebilirdi. Ancak bu yaklaşımın dikkate değer bir popülerliğe sahip olduğunu göz önünde bulundurarak meseleyi biraz daha açmak faydalı olacaktır. Benedict Anderson’la devam ediyoruz: “Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur- kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir. “ 7 Anderson’un yaklaşımı da Gellner’inkiyle benzerdir. Ulusu inşa eden öznenin ulusçu ideolojisi herhangi bir nesnel zemine oturmayan bir hayali kategori oluşturur. Bu noktada insan eylemi ve tarih arasındaki ilişkinin mantığının kavranmayışı ideolojiye dair yanlış kavrayışa eşlik etmektedir. Ulusçu öznenin, eylem alanını sınırlayan ve şekillendiren tarihsellikle ilişkisi unutulmaktadır. Bu konuda Marx’ın yaklaşımını hatırlamak faydalı olacaktır: “İnsanlar kendi tarihlerini yapar; ama onu özgür iradeleriyle değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar.” 8 Gellner’in yaklaşımına dönecek olursak, ulusun bir ideoloji tarafından yaratılan bir yanılsama olduğunun kabulü başka kimi sorunlara da yol açacaktır. Bir ulusal ölçekle birlikte tanımlanan bütünlüğün içerisine yerleşen ideolojiler alanı ve siyasal iktidar gibi kimi yapıların anlamlandırılması giderek zorlaşacaktır. İdeolojiler alanının ulusçuluk, sosyalizm, liberalizm gibi çeşitli ideolojilerin içerisinde hareket edebildiği ve birbirleriyle mücadele ettiği bir yapı olarak oluşumunun ulusçuluk ideolojisi tarafından yaratılan bir yanılsamanın içerisinde gerçekleştirilmesi imkansızdır. Herhangi bir yanılsama böyle bir gerçeklik yaratma yeteneğine sahip değildir. İdeolojilerin birbirleriyle mücadele haline girdiği bir ölçek yaratma yeteneği bir ideolojide sözcüğün insan eyleminin çeşitli boyutlarını da kapsayan geniş anlamıyla siyasette aranmalıdır. Siyasal iktidarın da ulusçuluk tarafından yaratıldığını kabul etmemiz halinde ortaya çok ilginç bir tablo çıkacaktır. Siyasal iktidarı ele getirmeyi hedefleyen herhangi bir topluluk bunun yapılması ancak bir ulusal ölçek içerisinde mümkün olduğu ölçüde ulusçu olacaktır. Gellner bunu aynı eserin başka bir yerinde açık açık da söylemektir. Bu soruna yazının ilerleyen kısımlarında daha ayrıntılı olarak değineceğiz. Bir ideolojinin yarattığı bir topluluk olarak ulus; siyasal iktidar, üretim ilişkileri ve ideolojiler alanının içerisinde yer aldığı bir bütün yaratabiliyorsa başka sorular da ortaya çıkacaktır. Liberalizm ve sosyalizm gibi ideolojileri sahiplenen topluluklar neden benzeri bütünler yaratmamaktadır? Sosyalistlerin bir ulusal ölçekte iktidarı ele geçirmesinden bahsetmiyoruz. Birbirlerini sosyalist olarak aynı topluluğun üyesi olarak gören bireylerin oluşturduğu toplamdan bahsediyoruz. Bu soru da Gellner’in yaklaşımı tarafından tatmin edici bir şeklide cevaplanamayacaktır. Toparlamak adına meseleyi biraz daha somutlaştıralım. Gellner’inki gibi bir yaklaşım üzerinden hareket ettiğimizde örnek olsun, Almanların Almanca konuşmak, Almanya’da yaşamak, Almanya öl7  Anderson, age, s.20 8  Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. Erkin Özalp, Yazılama Yayınları, s.15

9


21. Yüzyılda

Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Güncelliği

10

çeğindeki iktisadi birliğin parçası olmak ve Alman kültürüne sahip olmak gibi ortak özelliklere sahip olduğunu düşünmek ulusçu bir yanılsama olarak algılanacaktır. Ancak, bu ortak özelliklerin hepsinin varlığı olgusal düzeyde gözlenebildiği ölçüde Gellner’in tanımı açıklayıcılığını yitirmektedir. Devam edecek olursak, bu tanım üzerinden hareket ettiğimizde Kuzey Kore, Güney Afrika Cumhuriyeti ve İzlanda’da yaşayan bir grup insanın bir uluslaşma süreci başlatmasının tek engeli hepsinin aynı ulusun parçası olduğuna ikna olmalarıdır. Son olarak, ulusu bir nesnelliğe dayandırmayan ve ulusçu bir ideoloji tarafından ulusun üretildiğini söyleyen bu algı dünyanın dört bir yanında liberalizm ve sosyalizm gibi ideolojileri kabullenen insanların bir ideoloji tarafından üretilmiş topluluklar olarak neden ulus benzeri topluluklar oluşturmadıklarını tutarlı olarak açıklayamayacaktır. Ulusun bir yanılsama olduğu fikrini sahiplenenler, ulusçuluk ideolojisinin üreticilerine sahip olmadıkları bir bilinçlilik atfetmektedir. Bütün bir toplumu bilinçli bir biçimde kandıran bir burjuvazi fikri gerçeği yansıtmamaktadır. Bu yaklaşım komplocudur. Burjuvazinin kendi sınıf karakteri eylemlerinin bilinçliliği önünde bir engel teşkil etmektedir. Bu konuda Lukacs’ın burjuvazinin bilincine ilişkin söylediklerine bakmak faydalı olacaktır. “Burjuvazinin sınıf bilincini ‘sahte bilinç’ haline getiren sınır nesneldir, sınıfsal konumun ta kendisidir, toplumun ekonomik yapısının nesnel bir sonucudur, yoksa keyfi, öznel ya da ruhbilimsel bir şey değil.”9 Ulusçuluğu eleştirmek için, ulusun nesnel temelden yoksun bir hayal olduğunu kanıtlamaya girişmek gerekmemektedir. Aslında durum tam tersidir. Ulusun aşılması onun oturduğu tarihsel çerçevenin kavranmasıyla mümkün olacaktır. Bu noktada akla Marx’ın kapitalizme yönelik eleştirileri gelmelidir. Marx’ın çalışmaları, kapitalist üretimin üzerine oturduğu tarihsel zeminin ve nesnel temellerinin ele alınması adına önemli bir noktada durmaktadır. Marx ancak bu şekilde kapitalizme yönelik en radikal eleştirinin sahibi haline gelmiştir. Bu anlamda ulusun hayali bir kategori olduğunu söyleyenleri ulusçuluğun radikal eleştiricileri olarak algılamanın bir anlamı yoktur. Başka bir şekilde ifade edersek, tarihin iç tutarlılığının sağlanması geriye yönelik düzeltmelerle sağlanamaz. Somutlaştırırsak, ulusun aşılması onun tarihte temeli olmayan bir kategori olmadığı üzerine bir tarih tezi kurarak gerçekleştirilemez. Tarihin iç tutarlılığının sağlanması çelişkilerin nesnel köklerinin saptanması üzerinden ileriye yönelik bir perspektif geliştirilmesi aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Kapitalist toplumlardan söz ediyorsak bu perspektif sosyalizmdir. Ulusçuluğun sorunu hayali bir cemaat inşa etmesinde değil; ulusun, üyelerinin sınıfsal karakterlerinden bağımsız olarak ortak bir çıkara sahip olduğunu düşünmesindedir. Ulusçuluğa yönelik eleştirimiz, sınıfsal çelişkilere işaret etmediği ölçüde anlamsız olacaktır. İşçi sınıfının çıkarlarıyla burjuvazinin çıkarlarının farklılığına dikkat çeken Marksizm bu anlamda ulusçuluğun en radikal eleştirisini yapmıştır. Marksizm ve Ulus Gellner’in siyasal iktidarı hedeflemeyi ulusçulukla eşlediğini açacağımızı söylemiştik. Bu bölüme oradan başlamayı uygun görüyoruz. “Ulusçuluk temelde siyasal birim ile ulusal birimin çakışmalarını öngören siyasal bir ilkedir.” 10 Buradan bakıldığında herhangi bir ülkede siyasal iktidarı almaya odaklanan bütün gruplar ulusçu olarak tanımlanıyor. Gellner’in tanımı, TİP’le MHP’yi aynı düzlemde eşitliyor. Bu tanım gerçeklikle o kadar uyumsuzdur ki ulusçu olmayan bir siyasal akım düşünmek bile imkânsızlaşmaktadır. O zaman ulusçuluk diye ayrıca bir şey olmadığını söylemek gerekecektir. Çünkü ulusçuluk siyasetle ilişkilenen ideolojilerin genel adı olarak bir anlam kazanacaktır. Gellner’den bu kadar bahsetmeyi yeterli görüyoruz. “Bırakalım iktidarı sağcılar alsın.” demeyeceksek daha gerçekçi yaklaşımlar geliştirmemiz 9  György Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci, çev. Yılmaz Öner, s.121 10  Gellner, age, s.20

gerekecektir. Marx ve Engels’le başlamak en iyisi: “Proletarya siyasal egemenliği ele geçirmek için kendisini ulusal sınıf konumuna yükseltmek, bizzat kendisini ulus olarak kurmak zorunda olduğu sürece, hiçbir şekilde burjuva anlamıyla olmamak üzere henüz kendisi de ulusaldır.” 11 Sosyalistler ulusal ölçeği siyasal mücadelenin içerisinde verileceği ölçek olarak düşünürler. Sosyalizmin iktidara getirilmesi birincil hedef olarak kavrandığında başka bir türlü düşünmek olası değildir. Çünkü siyasal iktidarın ele geçirilmesi bir ulusal ölçek içerisinde mümkündür. Ulus, iktidarı ele geçirmek için kaldırılması gereken bir perde olmak bir yana, içerisinde mücadele edilecek ve sosyalist iktidarın kurulacağı bir birim olarak kavranmalıdır. Bu yapılmazsa siyasetsizliğe mahkûm kalınır. Marx’tan devam edelim: “...egemen olmak isteyen her sınıfın, proletaryanın durumunda söz konusu olduğu gibi(...)kendi çıkarını herkesin çıkarıymış gibi gösterebilmek için- ki ilk başta bunu yapmak zorundadır- siyasal iktidarı ele geçirmesi gerekir.” 12 Proletaryanın kendi çıkarlarını toplumun çıkarları gibi göstermesi bir ulusal ölçekte tanımlanır, dedik. Bunun ulusal ölçekte gerçekleşmesinin bir diğer sebebi de ulusun eşitlik - özgürlük - kardeşlik düşüncesiyle bağıdır. “Millet (...) uzun süredir birlikte anıldığı büyük liberal sloganların kalıntısıyla bağlantılıydı: çünkü özgürlük ve eşitlik, kardeşlik içindi” 13 Hobsbawm’ın söyledikleri iki başlıkta düzeltilmeyi hak ediyor. Birinci olarak, artık eşitlik ve özgürlük sloganlarının taşıyıcılığının liberalizm tarafından değil sosyalizm tarafından üstlenildiği eklemesi yapılmalıdır. İkinci sorun “özgürlük ve eşitlik, kardeşlik içindi” ifadesinde... Bu şekilde formüle edildiğinde, sloganları ulusu bir arada tutan yanılsamalar olarak adlandırılarak değersizleştirilmesi riski oluşuyor. Bunun yerine “kardeşliğin eşitlik ve özgürlükle mümkün olduğu” ya da “ulusun eşitlik, özgürlük ve kardeşlik için olduğu” söylenirse ifade daha sağlıklı olabilir. Bu düzeltmelerden sonra Hobsbawm’ın kurduğu ilişkiye katıldığımızı belirtelim. Bu noktadan devam edecek olursak, ulusun oluşumu eşitlik - özgürlük - kardeşlik projesinin ortaya konulmasıyla bir ilişki içerisindedir. Ulusun içerisinde birbirleriyle uzlaşmaz çelişkilere sahip olan sınıfların varlığı eşitlik - özgürlük - kardeşlik sloganlarının burjuvazinin ufkunu aşması sonucunu doğurur. Bu sloganlar artık burjuvazi tarafından sahiplenilemez hale geldiği ölçüde proletarya bu sloganların taşıyıcılığını üstlenecek sınıf olacaktır. Eşitlik ve özgürlük mücadelesi bu noktada sosyalizm mücadelesi olarak anlam kazanır. Ulusun Tarihsel Dönemleri Feodal köklerden kopuşun ağırlık taşıdığı uluslaşma süreçleri buraya kadar ortaya koyduğumuz karakterler üzerine oturmaktadır. Bunların yanına anti-emperyalist bir temele dayanan, sömürgelerde gelişen uluslaşma süreçleri ve bir ulusun oluşumundan sonra ortaya çıkan iç çelişkilerin yarattığı uluslaşma süreçleri eklenmelidir. Bu uluslaşma süreçlerinin hepsi farklı tarihsel dönemlerin izlerini taşımaktadırlar. Feodal köklerden kopuşun ağırlık taşıdığı süreçleri ilk tarihsel aşamaya yerleştirebiliriz. Bu dönem, 1789’dan 1917’ye kadar getirilebilir. 11  Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, çev. Erkin Özalp, Yazılama Yayınları, 6. Baskı, s.28 12  Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 2008, s.59 13  Hobsbawm, age, s.58

11


21. Yüzyılda

Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Güncelliği

12

Sömürgelerdeki bağımsızlık hareketlerini ve bir uluslaşma sürecinin eksikliklerinden kaynaklanan hareketlerin bir bölümünü 1917’den 1989’a kadar getirilebilecek ikinci aşamaya yerleştirmek mümkündür. Bu tarihsel döneme damgasını vuran olgu Ekim Devrimi’dir. 1989’dan sonrasına devrolan ise bir ulusal ölçek içerisinde varlığını sürdüren hareketler olmuştur.

talebin olmadığı durumlarda pratikte ayrılma hakkı anlamına gelen “kendi kaderini tayin hakkı”nın bir yere işaret etmediği görülecektir. Hobsbawm’la devam edelim:

Bu dönemlerin karakterlerindeki farklılaşmalar, Marksistlerin ulusal sorun konusundaki politikasını da şekillendirmiştir.

“Ayrılıkçı küçük millet hareketleri kendileri için en iyi umudu geniş bir politik - ekonomik yapının alt birimlerini oluşturmakta gördükleri zaman, pratikte kendi türlerindeki hareketlerin klasik hedefi olan, bağımsız ve egemen milli devlet kurma amacından vazgeçmektedirler.” 16

İlk dönemde Marx ve Engels başta olmak üzere Marksistlerin ulusal sorun meselesine yönelik aldıkları konumun merkezinde eski toplumsal ilişkilerin yıkılmasında bu sorunun nerede konumlanacağı merkezde yer almıştır. Örneğin, Polonya’nın bağımsızlığının desteklenmesinin nedeni bir demokratizm değil bu ülkenin bağımsızlığının Çarlık gericiliğinin gerilemesine yol açacağı fikridir.

Böyle bir sürece müdahalemiz “eşit yurttaşlık” zemininde kurulacak bir sosyalist cumhuriyet perspektifi ile olacaktır. Bu noktada yapılacak olan ulus oluşumu sürecinde yaşanan öne çıkma sürecinin ve halkın siyasetle ilişkilenmesi anlamındaki dinamiğin sınıfsal bir düzleme taşınarak burada yeniden üretilmesidir.

İkinci döneme damgasını vuran taktik ilke “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” olmuştur. Bu dönemde ulusallaşma süreci ile kurtuluş perspektifi arasında kurulan ilişki, ulusal hareketlerin yüzlerini sosyalizme dönmelerine yol açmıştır. Özellikle sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketleri komünist hareketin uluslararası politikasının önemli bileşenlerinden biri haline gelmiştir.

Ulusal Sorun

Ulusların kendi kaderini tayin hakkı bu tarihsellikle ilişkili bir taktik ilkedir. Yoksa bir teorik doğrultuya işaret etmemektedir. Konu Marksizm’in ulusal soruna yönelik siyaseti olduğunda sürecin sosyalist devrimle ilişkisinden bağımsız bir teorik önerme geliştirmek olanaklı değildir. Bu konuda Harun Koçak’ın yazdıklarına başvurmak faydalı olacaktır. “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı genel anlamda teorik bir önerme değildir. İdeolojiktir ve tamamıyla siyasal bir ifadedir. Bu ifadeyi bir teorik bütünlük olarak ele almak Vietnam ordusunun başka bir ulusun topraklarında ne işi olduğunu izah edememek demektir. Yine açıkça sormak gerekir: Afganistan’da Afgan ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, kendi başına, hangi soruna çözüm getirebilecektir? Örneğin bu ülkede sosyalizmin çıkarları ile burjuvazi dahil çeşitli sınıflardan oluşan ulusun çıkarlarının örtüştüğü söylenebilir mi? Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı mutlaka siyasal öncülleriyle birlikte ele alınmak durumundadır. Özellikle ve en başta sosyalist sistem ve emperyalist sistem mücadelesinin siyasal sonuçlarıyla birlikte...” 14 Bu dönemin karakterinin Sovyetler Birliği’nin varlığının oluşturduğunu söylemiş olduk. Günümüze gelindiğinde ulus kategorisinin ele alınmasında aynı yaklaşımın geçerli olmayacağı sonucunu da buradan çıkartabiliriz. Bizim ulusal sorunu yaklaşımımızın merkezinde de günümüzde sosyalist devrimin çıkarlarının bu sorunla nasıl ilişkileneceği olacaktır. Öncelikle Sovyetler Birliği’nin olmadığı bir dünyada ulusal sorunun nasıl bir anlam kazandığına bakmak gerekecektir. Bu dönemde ulusların kendi kaderinin tayin hakkı bir taktik ilke olarak geçerliliğini yitirmiştir. Emperyalizmin belirleniminde ilerleyen bir alan içerisinde kurulacak daha küçük siyasi birimlerin bu belirlenimin doğrudanlaşması doğrultusunda işlev göreceği anlaşılmıştır. Eskiden Yugoslavya olan bölgede emperyalizmin belirleniminde ilerleyen süreç bunun en önemli göstergesidir. Kosova’da bağımsızlık kutlamaları Amerikan bayraklarıyla yapılmıştır. Yeni küçük devletlerin emperyalizmle kuracağı ilişkiye dair Hobsbawm’a kulak vermekte fayda var: “Yeni küçük devletlerin kurulması güvenceden yoksun politik birimlerin sayısının artırılmasından başka bir işe yaramayacaktır.” 15 Bu dönemde ulusal hareketlerin birçoğu da bağımsızlık taleplerinden vazgeçmiştir. Ortada böyle bir 14  Harun Koçak, “Ulusallık Değil Sınıfsallık”, Gelenek, Sayı 16 15  Hobsbawm, age, s.216

Buraya kadar yazdıklarımızda ulusun iç çelişkilerden yoksun bir yapı oluşturmadığını söylemiş olduk. Yaptığımız kimi vurguları yinelemekte fayda görüyoruz. Öncelikle sınıfsal çelişkilerin ulusun içerisindeki çelişkilerin temel kaynağı olduğunu söylemeliyiz. Bunu açmak gerekirse, ulusun sınıflara bölünmüşlüğü hem yeni çelişkiler üreten hem de geçmişten devrolan kimi çelişkilerin çözülememesine yol açan temel etkendir. Bu durumdan dolayı kapitalist topluma geçmişten devrolan dilsel, kültürel, iktisadi ve bölgesel farklılıkların bir kısmı uluslaşma süreci içerisinde çözümsüz kalmaktadır. Kapitalist toplum çelişkilerin bazılarını ortadan kaldıramadığı gibi ortadan kaldıramadığı çelişkilerin bir kısmına da içerisinde hareket edebilecekleri bir zemin sunmamaktadır. Aynı anlama gelmek üzere, kimi örneklerde kapitalist toplum bu çelişkilerle beraber yapısını sürdürememektedir. Bu durum ulusal sorunun kaynağıdır. “Öteki” Kavramı Üzerinden Nereye Varılabilir? Sosyalistlerin ulusal soruna nasıl bakacaklarını tartışmadan önce “öteki” tartışmasını çözmekte fayda var. Uluslaşmanın birilerini dışarıda bırakması uluslaşma fikrinin tam hale getirilmesinin bir ürünü değildir. Aksine uluslaşmanın kendisini tam hale getiremeyişinin bir sonucudur. Ulusun içerisindeki sınıfsal çelişkilerin derinliği uluslaşma sürecinin tam hale gelmesi önünde bir engel oluşturmaktadır. Türkiye örneğinde, Kürtlerin dışlanması uluslaşma sürecinin radikal bir hamlesi olarak kavranılmamalıdır. Uluslaşma sürecinin radikalleşememesinin bir sonucu olarak Kürtler dışarıda bırakılmıştır. Burjuvazi Kürt halkını siyasetle buluşturmanın orada kontrolü altında olmayan bir süreç doğuracağını düşünmüş bu nedenle feodal yapıyı kapitalistleşme sürecine olduğu haliyle katmıştır. Geniş ölçekli bir tasfiyenin ancak halkı siyasete katmayla gerçekleştireceğini bilen burjuvazi, bu süreçte Kürt yoksul köylü dinamiğinin siyasetle buluşmasından korktuğu için, kapsama değil dışlama yoluna gitmiştir. Yukarıda söylenenler ışığında, uluslaşmanın bir öteki kimliğine yaslanarak yapıldığı fikrinden vazgeçilmelidir. Özellikle akademik literatürde sıkça görülen bu tarz analizler bir başka algı hatasına daha işaret etmektedir. Yazının ilk kısımlarında ideolojiye negatif bir işlev vermenin ulus konusunda düşünürken çeşitli yanlışlara sebep olduğunu söylemiştik. Bu tartışmada da benzer bir bakış açısının yol açtığı bir yanlış vardır. İdeolojinin neyi söylemediğini de kapsadığını düşünmek negatif ideoloji analizlerinin en önemli özelliklerindendir. Bu yaklaşıma göre ideolojiler, açıklamadıkları noktaları bilinçli olarak dışarıda bırakmaktadırlar. Bu yaklaşımın en net örneklerinden birini Althusser’de bulabiliriz: “Bir görünebilen alanın görünemeyeni, genellikle, teorinin gelişiminde, bu alan tarafından tariflenmiş görünenin haricinde ve ona yabancı olan ‘herhangi bir şey’ değildir. Görünemeyen, görünebilen tarafından ‘onun’ görünemeyeni, ‘onun’ görmeye yasaklanmışı olarak tariflenir. Görünemeyen dola16  Hobsbawm, age, s.217

13


21. Yüzyılda

Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Güncelliği

14

yısıyla, uzamsal metafora dönecek olursak, basitçe görünebilenin dışı, dıştalamanın dış çeperindeki karanlık, bilgiye erişememe konumu değil, aksine, dıştalamanın iç çeperindeki karanlık, bilgiye erişememe konumudur ve bu konum, görünebilenin yapılanışı tarafından tariflendiği gibi görünebilenin kendisine dahildir.” 17 Bu başlıkta bunun yansıması ulusçuluğun bir ideoloji olarak Kürtleri dışarıda bırakma üzerinden hareket etmesi ve Türk kimliğinin inşasını bir öteki kimliğine (Türk olmayana) dayandırmasıdır. Bunun böyle olmadığını, Kürt kimliğinin dışlanmış olmasının uluslaşmanın sonuna kadar götürülmemesinden kaynaklandığını söyledik. Dolayısıyla, “öteki” kavramı üzerinden yürüyen bütün bir literatür bu yanlışta ortaklaştığı ölçüde siyasal bir ön açıcılıktan yoksundur. Türkiye’de Ulusal Sorun Sosyalistlerin ulusal soruna yönelik bakış açısını Türkiye’de tartışmanın belirli avantaj ve zaafları bir arada taşıdığı söylenebilir. Soruna yönelik gelişkin bir perspektif geliştirme avantajı vardır. Çünkü ortada bir “sorun” vardır. Kürt dinamiğinin Türkiye’de sosyalizmin kurulmasında nasıl bir konuma sahip olacağı geniş bir tartışma alanı sunmaktadır. Türkiye’de sosyalizm mücadelesinin Kürt dinamiği ile ilişkisi başlığı üzerinden bir tartışmaya başlayabiliriz. İlk olarak şunu söylemek gerekiyor: Sosyalistler için Kürt sorunu sosyalizm mücadelesi vermek işin aşılması gereken bir engel değildir. Aksine, ortada sosyalizm mücadelesine aktarılması gereken bir dinamik vardır. Kürt sorunu yerine Kürt dinamiği adlandırmasını kullanmak buraya oturmaktadır. Aydemir Güler’in bu tartışmaya dair bütünüyle katıldığımız yaklaşımını aktarıyoruz: “Kürt sorunu kavramı yerine Kürt dinamiği demeyi tercih ederim. Dil bir yana, bırakalım, Kürtleri sosyalistler ve işçi sınıfı değil, burjuvazi bir sorun olarak yaşasın!” 18 Bu adlandırmanın temelinde Kürt dinamiğinin açığa çıkarttığı halkçı damarın sınıfsal bir eksene yerleştirilerek yeniden üretilmesi yatmaktadır. Ortada Kürt halkının geniş kesimlerinin siyasetle yoğun bir ilişki kurmasını da beraberinde getiren bir uluslaşma süreci vardır. Sosyalistler bu sürecin izleyicisi olamazlar. “Ne kadar da güzel yapıyorlar. Ah, işçi sınıfı bir hareketlense de biz de kitleselleşsek.” diyemezler. Belirli bir güncellikte somutlanan bir sorunu tarihsel bir çerçeveye yerleştirip bu eksenden müdahale etmek gibi bir sorumlulukları vardır. Sorunun sağlıklı bir eksene yerleşmesi, işçi sınıfının bağımsız bir siyasal aktör olarak sahneye çıkmasına bağlıdır. Bunu işçi sınıfının kendi kendine yapmasını beklemek için sosyalist olmaya gerek yoktur. Basitçe, evde oturup ne olacağını izleyebilirsiniz. Biraz uzun sürerse beklemekten vazgeçersiniz olur biter. Sosyalistler ise işçi sınıfının bağımsız bir aktör olarak siyaset sahnesine çıkması sürecinin örgütleyicisidir. Her siyasal başlıkta olduğu gibi Kürt “sorun”unda da sorunun çözülüp çözülmemesinin ötesinde çözüme hangi sınıfın damgasını vuracağı önemlidir. Kürt “sorun”unun çözümü tartışıldığında sosyalizmden bahsedilmiyorsa kapitalizmden bahsedildiği bu anlamda akıldan çıkarılmamalıdır. Bu çok temel doğruyu akıldan çıkartarak sosyalizm mücadelesi vermek olanaklı değildir. Gelinen noktada sadece “Kürt sorunu çözülsün.” demek siyasal olarak bir şey söylememekle eşdeğerdir. Kürt dinamiği ile Türkiye’nin sosyalist geleceği arasında kurulacak bağlantı, çizilecek perspektifin ana eksenini oluşturmalıdır. Kürt dinamiğinin halkın geniş bir kesimini siyasetle ilişkilendirmesinin yarattığı durum bu anlamda önemlidir. “Kürt dinamiği burjuva düzeninin kitleleri atıllaştıran döngülerini kırmış ve ortaya bir halk kimliği 17  Louis Althusser ve Etienne Balibar, Lire le Capital, Libraire François Maspero, Paris, s.26-27, çev. Serkan Sönmezgil 18  Aydın Giritli, “Yollar Nasıl Çakışır? Türkiye Solu ve Kürt Dinamiği”, Gelenek, Sayı 62

çıkarmıştır.(…) Burjuva ve Kürt siyasetlerinin arasına sıkışan ama edindiği kolektif kimliği kolay kolay yitirmeyeceği anlaşılan halk faktörü, sosyalist devrim sürecinde anlamlandırılmak durumundadır.” 19 Kürt dinamiğinden sosyalizm mücadelesine devredecek temel nokta bu halk faktörüdür. Kürt halkının öne çıkması, sınıfsal bir düzleme taşınarak tam hale getirilemezse gerileme gündeme gelecektir. Bu gerileme dahi öne çıkmanın izlerini tam anlamıyla ortadan kaldırma yetisine sahip olmayacaktır. Sosyalistlerin bu düzleme yönelik müdahalelerinin etkili olmasının yolu ise Türkiye sosyalist hareketinin örgütsel ve ideolojik ağırlığının artırılmasından geçmektedir. Çözüm Türk ve Kürt emekçilerinin eşit yurttaşlık zemininde kuracakları Sosyalist Türkiye Cumhuriyeti’ndedir. Türk ve Kürt emekçilerinin sosyalist cumhuriyetin kuruluşu ekseninde üretecekleri yurtsever kimlik bu sürecin kritik halkasını oluşturmaktadır. Solu Hataya Sürükleyen Etkenler Zaafların temelinde ise Türkiye’de sosyalist hareketin “sorun”a müdahale alanının darlığı yatmaktadır. Türkiye solu örgütsel bir güce sahip olmadığı bir alanda başka aktörlerin aldığı konumların belirleniminde kalma riskiyle karşı karşıyadır. Somutlaştırmak gerekirse, gerek AKP’nin gerek Kürt ulusal hareketinin “sorun”a yönelik müdahale potansiyelinin genişliğiyle karşılaştırıldığında solun sesi, söylediklerinin içeriğinden bağımsız olarak az çıkmaktadır. Bu durum solun bir kesiminin Kürt “sorun”una yönelik müdahalelerini şekillendirmektedir. “Sorun”un verili eksenini değiştirmeden, sadece ulusallığın belirlenimi altında ilerleyen bir sürece basitçe destek vermeyi sosyalizm mücadelesi için yeterli gören bir kesimin varlığı bize bunu göstermektedir. “Kürt sorunu çözülmeden sosyalizm gelmez.” tezi bu bakış açısını özetlemektedir. Bu bakış açısının birkaç sorununa burada değineceğiz. Birinci sorun, ulusal sorunun sınıfsal çelişkilerin tam anlamıyla açığa çıkmasının önünde bir engel olarak görülmesidir. “Sınıfsal çelişkileri perdeleyen ve Türk emekçilerinin gözünü milliyetçilikle körelten bu durumu aşmadan solun hareket etme imkânı yoktur.” varsayımında somutlanan bu yaklaşım yanlışlığının ötesinde apolitiktir. Kapitalist toplumun siyasal dinamiklerinin hiçbir uğrakta yaratmayacağı bir pozisyonun gelmesini beklemek siyaseti tamamen burjuvaziye terk etmekle eş anlamlıdır. İkinci sorun, ara aşama hastalığıdır. Türkiye solunun önemli bir kesimini etkileyen aşamacı devrim kurguları, solun Kürt sorununa yönelik bakışını da uzunca bir süre sakatlamıştır. “Kürt sorununun çözülmesinin başlı başına bir demokratik ilerleme yaratacağını” düşünmenin bir noktadan sonra gerçeklikle arasındaki mesafe artmaktadır. AKP’nin Kürt sorununu çözmesinden medet ummaya kadar varan bu yaklaşımlar siyaseten defalarca yanlışlanmıştır. Örneğin, kapitalizmin Kürt sorununu “çözme”sinden anlaşılacak şey, demokratik bir ilerlemeden çok Kürt dinamiğini taşıdığı ilerici potansiyelden arındırma, olmalıdır. AKP’nin niyeti de bu anlamda, Kürt sorunu başlığında oluşan kriz dinamiğini Türkiye kapitalizminin siyasal ve ideolojik yapılanmasıyla uyumlulaştırma olarak kavranmalıdır. Gericiliğin teslim aldığı, yoksulluğu kader olarak kabullenmiş bir Kürt halkı AKP’nin Türkiye’sinde bu kimlikle kendisine bir yer bulabilecektir. Bu noktanın bile kolayca ulaşılabilir olduğu düşünülmemelidir. AKP’nin “çözüm”ü halkın kendi kaderini eline almasının tam karşısında durmaktadır. Kendi kaderini eline almaya çalışan bir halka bu çözümü kabul ettirmek bir dizi siyasal ve ideolojik operasyon gerektirecektir. Kapitalizmin Ulusal sorun başlığındaki hamle yeteneği kısıtlıdır. AKP’nin perspektifini de bu anlamda, tam bir çözümden çok bir dizi kapsama dışlama mekanizmasından geçecek ve kendisini hiçbir zaman tam hale getiremeyecek bir süreç olarak görmek gerekmektedir. Üçüncü sorun, mücadele yorgunluğudur. Türkiye solunun önemli bir bölmesi sosyalizmi Türkiye’nin geleceğinde bir noktaya yerleştirmekte zorlanmaktadır. Aşamacılıktan da kaynaklanan ancak aşamacılığın ötesine geçen bir durum söz konusudur. Aşamacı devrim kurguları, sosyalist bir geleceğe 19  Aydemir Güler, Yolları Birleştirmek, Yazılama Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2009, s.234

15


21. Yüzyılda

Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Güncelliği

16

nasıl bir rotadan geçilerek gidileceği tartışmasına dayandıkları ölçüde sosyalist bir Türkiye’yi tam anlamıyla dışlamamaktadır. Türkiye solunun aşamacılığı bunun ötesine geçmiş aşamanın kendisi nihai hedefin yerini almıştır. Türkiye solunun teorisi zayıf olan ve pratikte sürekli yanlışlanan bir bölmesi bir süreden beri umutsuzdur. Sosyalizm mücadelesinin başarıya ulaşamayacağını düşünen ancak bir yandan da kendi örgütsel varlığını sürdüren çeşitli kesimler kendi mücadelelerini de “onurlu” bir sona erdirecek bir demokratikleşme momenti beklentisi içerisindedir. Önceliği Kürt sorununa vermek de bir dönem AKP’den demokratikleşme beklemek de buraya oturmaktadır. Umut Sosyalizmde

Bize Bir Ekim Gerek ya da

Sosyalizmin Gözünden UKKTH Zafer Çeliker

Sonuç kısmında buraya kadar söylediklerimizi özetlemeyi anlamlı görmüyoruz. Bu tartışmadan bir sonuç çıkartılacaksa kapitalizmin umutla beraber anılamayacağı olmalıdır. Kapitalist sistemden herhangi bir başlıkta medet umanın sonu hüsran olacaktır. Köhnemiş bir düzenden ileri bir hamle beklemenin elle tutulur bir yanı bulunmamaktadır. Günümüzde herhangi bir sorun için konuştuğumuzda eşitlik ve özgürlük çerçevesinde bir çözümden bahsetmek sosyalizmden bahsetmekle eş anlamlıdır. Sosyalizm eşit yurttaşlıktır. Sosyalizm Türk ve Kürt emekçilerinin kendilerine ait bir ülke kurması, bu ülkeye sahip çıkmasıdır. Sosyalizm çözümdür, umuttur, gelecektir!

Giriş Türkiye solunun bir dönem gündemini en çok işgal eden başlıklardan biri Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) ilkesinin kabul edilip edilmeyeceği tartışmasıydı. Tartışmanın koskoca bir döneme yayılması konunun iç karmaşıklığından ziyade, solun kendisinden kaynaklanıyordu. 12 Eylül 1980’de büyük bir yenilgi yaşayan Türkiye solu daha kendine çekidüzen veremeden daha büyük bir darbeyi SSCB’nin çöküşüyle yedi. Her şey altüst olmuştu; sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada sol çıkışsız durumdaydı. Böyle bir konjonktürde ortaya çıkan Kürt Hareketi, başta sol olmak üzere toplumsal muhalefetin içine gömüldüğü sessizlik ortamında yegâne sesi temsil ediyordu. Türkiye solunun gerek 12 Eylül yenilgisini ciddi bir direnç göstermeden kabullenmesinde, gerek reel sosyalizmin çözülüşü sırasında yaşadığı akıl bulanıklığında kendini gösteren ve ta doğuşundan itibaren üstünde taşıdığı teorik zaaflarına toplumsal gücün sadece Kürt Hareketinde temsil olunması olgusu eklenince, UKKTH tartışmalarının bağımsızlığı ciddi yara almıştı. Başka bir deyişle UKKTH artık solun kendi ilkeleriyle, değerleriyle, bağımsız siyasetinin bir parçası olarak ele alınmaktan ziyade, Kürt Hareketinin gücüyle gözden geçirilmeye başlanmıştı. Sol UKKTH başlığında tek başına değil, Kürt Hareketiyle beraber, fakat daha çok onun psikolojik dayatmasıyla adım atmıştı. AKP ve Kürt Hareketi arasındaki gerilimin yoğunlaştığı, daha da önemlisi Kürt sorununun, AKP’nin, Türkiye’de ve bölgede emperyalizmin ona yüklediği misyonlar çerçevesinde hareket etmesinin önünde en büyük engeli teşkil ettiği bir dönemde, solun bu başlıktaki geçmişini de göz önüne alarak UKKTH’nin yeniden ele alınmasının faydalı olacağını düşünüyoruz. Sosyalizm açısından UKKTH’nin nasıl değerlendirilmesi gerektiğini bu konuya en çok “bulaşmış” olanların, Bolşeviklerin mücadele tarihine bakarak ele alacağız. Mücadelenin Mantığı Siyasal mücadelede, daha doğru bir ifadeyle, sosyalizmin iktidar mücadelesinde belli sabitler ve değişkenler vardır. Mücadele bu sabit ve değişkenlerin oluşturduğu iskelet üzerinde ete, kana kavuşmakta, somutluk kazanmaktadır. Başlangıcın böyle konulması soru sorma ihtiyacı doğuruyor. İlk akla gelebilecek sorular aşağı yukarı şöyle olacaktır: Bu sabitler ve değişkenler nelerdir? Neyin sabit, neyin değişken olacağı nasıl ve kim tarafından belirlenmektedir? Sabitlerin ve değişkenlerin ayırıcı özellikleri nelerdir? İlk soruyu konumuzu ilgilendirdiği kadarıyla cevaplandırmak üzere sonraya bırakıp diğer sorulara geçelim.


Bize Bir Ekim Gerek ya da

Sosyalizmin Gözünden UKKTH

18

Siyaset her şeyden önce taraf tutmakla ilgilidir. Taraf tutmak tasniflemeyi de barındırır ve olgulara değer biçme konusunda “adaletsiz” davranmayı zorunlu kılar. Siyasi özne kimi başlıkları mücadelesinin merkezine yerleştirir, kimi başlıkları ikinci sıraya koyar, kimi başlıkları yok sayar, kimi başlıkları ise doğrudan karşısına alıp hedef gösterir. Sabitlerin ve değişkenlerin belirlenimi de bu öznelliğe, yani siyasi öznenin tercihlerine bağlıdır. Peki, bu tercihler keyfi midir? Ya da siyasi özne tercihlerinde keyfi davranma hakkına sahip midir? Hayır. Aksine, komünistler boşa kürek çekmeyi hiç sevmezler, her zaman tarihsel zorunluluğun bilinciyle hareket ederler. Biraz daha açarsak; siyaset düzleminde atılan her adım, yapılan her tercih, salt bu düzlemle sınırlı kalmamakta, kökleri teori düzlemine uzanmaktadır. Teori ve siyaset iki ayrı düzlem olmakla beraber birbirlerine paralel değildirler. Teori siyaset ikilisinde paralelliği savunmak iki büyük tehlikeye kapı aralamak demektir. Bunlardan ilki teoriyi reddeden siyaset anlayışıdır. Teoriden “özgürleşmiş” siyaset dümeni kırılmış gemi gibi yolunu kaybetmeye, en sonunda kayalıklara çakılmaya mahkûmdur; güncel olanın baskısından kurtulmaktan, siyasi konjonktürün inişli çıkışlı atmosferinde aklını korumaktan acizdir. “Özgürleşmiş” siyasetin perspektif yaratma yükümlülüğünden de “özgürleştiğini” ve bir noktadan sonra ittifak kombinasyonları hesaplamaya nasıl dönüştüğünü Türkiye sol tarihine bakarak görebiliriz. Nedeni basittir. Siyaseti çok bilinmeyenli karmaşık bir denklem olarak düşünürsek teori bu karmaşıklığı, dolayısıyla denklemi sadeleştirmenin, kaotik olanın altında yatan düzeni gözle görülür hale getirmenin yegane yoludur. Bu anlamda, teori siyasete zorunlu olanla tali olan, esas olanla şekli olan arasındaki ayrımı sunar, siyasete kılavuzluk yapar. Siyaseti deneme yanılma egzersizleri olmaktan kurtaran teoridir. Dolayısıyla, az önce özellikle tırnak içinde kullandığımız adaletsizliğin, tam da adaletli olabilmenin gereği olduğunu belirtmeliyiz. Fakat teoriye siyasetle ilişkisinde bunun ötesinde bir misyon biçmek bir diğer tehlikeyi davet edecektir: Siyaset düzlemini teori düzleminin projeksiyonu olarak görme tehlikesi. Siyaset teorinin uzantısı değildir, daha fazlasıdır. Siyaset teorinin kapsayamayacağı zenginliğe sahiptir. Siyaseti teorinin uzantısı olarak görmek bu zenginliği kısırlaştırmak, siyasetin alanını daraltmak demektir. Siyaset teoriye çok şey borçludur ama aynı şey teori için de geçerlidir. Teorinin doğruluk sınavından geçmesi için onun iç tutarlılığı tek başına yeterli değildir, esas olan nesnel gerçeklikle örtüşme koşuludur. Başka bir deyişle, teoriyi yanlışlarından arındıran siyasettir. Bu anlamda teori yaptığı sıçramaları, bu sıçramaların itici kuvveti olan siyasete borçludur. Peki, sosyalizm mücadelesinde teori siyasete ne sunmaktadır? Marksizm-Leninizm’in teorik hazinesinde bulundurduğu en kıymetli taşı sınıf savaşımı kavramıdır. Marksizm-Leninizm tarihin motor gücü olarak sınıf savaşımını merkeze koyar ve bu savaşımda işçi sınıfının yanında yer alır. Çünkü tarihi ilerletebilecek yegâne güç işçi sınıfıdır. Ya da tarihin yolu işçi sınıfının iktidarından geçmektedir. Bu anlamda, insanlığın geleceği işçi sınıfının geleceğine bağlıdır; insanlığın çıkarları işçi sınıfının çıkarlarıyla özdeştir. Özetle, esas olan işçi sınıfının tarihsel çıkarlarıdır. Sabitler işte bu esas olanla ilgilidir; işçi sınıfına ait olan, onun tarihsel çıkarları arasında yer alan değerlerin siyaset diline tercümesidir. Ya da sabitler teori ve siyaset düzlemlerinin kesişme çizgisi üzerindedir, başka bir ifadeyle, siyasal mücadelenin omurgasını oluşturmaktadır. Omurganın zedelenmesi en iyi ihtimalle mücadelenin felcine, en kötü ihtimalle ölümüne neden olacaktır. Bir noktadan sonra iyiyle kötü arasındaki sınırın silikleştiği, bir anlam ifade etmediği gözden kaçırılmamalıdır. Dolayısıyla, sabitler vazgeçilmezdir. Sabitler zamana karşı bağışıktır, mekânın sınırları içine hapsedilemeyecek büyüklükte geçerliliğe sahiptir. Fakat siyaset tek kişilik tiyatro gösterisi olmadığı gibi, işçi sınıfı da sahnedeki yegâne oyuncu değildir. İşçi sınıfı burjuvaziyi alt etmek, nihai kurtuluşuna ulaşmak için kendi dışında var olan, belli bir toplumsal/siyasal gücü temsil etmekle beraber, şu ya da bu şekilde ilerici potansiyele sahip sınıfları/ kesimleri hesaba katmak zorundadır. Sosyalizmin değişkenlerinin çıkış noktası da burasıdır. Değişken-

ler işçi sınıfının bu diğer sınıflarla/kesimlerle kurduğu ilişkiyle oluşmakta, daha çok bu sınıfların/kesimlerin rengini taşımaktadır. Dolayısıyla sabitler için söylediklerimiz değişkenler için geçerli değildir. Tarihsel koşulların değişmesiyle bu sınıfların/kesimlerin işçi sınıfıyla arasındaki mesafeyi kısaltması ya da tam tersi uzatması mümkündür. Değişkenlerin alacağı değerler bu yer değiştirmenin yönüyle doğrudan bağlantılıdır. Sloganlaştıracak olursak, matematikte geçerli olan siyasette geçerli değildir! Siyasette bağımsız değişkenlere yer yoktur! Değişkenler bağımlıdır, sabitlere bağımlıdır; alacağı değerler değişen nesnellikte sabitlerin değişen taleplerine göre belirlenmektedir. Gelinen noktada biraz da kullandığımız dilden kaynaklanan iki muhtemel yanlış anlamayı açıklığa kavuşturmak zorundayız. Bunlardan ilki, sabitlerin statik, değişkenlerin ise dinamik olduğu ve mücadelenin dinamizminin bu ikisi arasındaki bir tür dengeyle oluştuğu şeklinde özetlenebilir. Mücadelede kat ettiğimiz her mesafeyi sabitlerde ve değişkenlerde kat edilen ayrı ayrı mesafelerin toplamı olarak görmemiz ne kadar yanlışsa, dinamizmin kaynağını böyle parçalara ayırmak da o kadar yanlıştır. Siyasal mücadelenin bütünü dinamiktir, daha doğrusu nesnelliğin gösterdiği dinamizme karşılık verebilmek için dinamik olmak zorundadır. Bütünün bir parçasında yaşanan aksaklık sadece o parçayı değil, bütünü etkilemektedir. Tersten söylersek, tek bir parçanın gösterdiği dinamizm diğer parçaların harekete geçmesine katkıda bulunacaktır. Dolayısıyla, dinamizmin kaynağı tek tek parçalarda değil; bu parçaların, yani sabitlerin ve değişkenlerin birbirleriyle ve mücadelenin bütünüyle kurduğu ilişkide aranmalıdır. Ya da sabit olan tek şey sabitlerin ve değişkenlerin statüleridir. Bir ikinci yanlış ise içinde hareket edilen toplumun özgünlüklerinin değişkenlerde temsil edildiği, sabitlerin bu özgünlüklere bulaşmamış, “temiz” olduğu yönündedir. İki yanlışın da aynı temele dayandığına dikkat etmek gerekir. Şimdi, hem dinamizmden söz edeceksiniz, hem de sınıf dengelerini, burjuvazinin hareket kalıplarını, ülke kapitalizminin dünya kapitalist sistemine bağlanma noktalarını vd. hesaba katmayacaksınız! Mümkün değil. Şöyle de diyebiliriz: Kapitalizm çelişki üretir ve bunu sürekli yapar. Dünya kapitalist sistemini bir zincir olarak düşünürsek, çelişkiler zincirin tüm halkalarına eşit dağılmadığı gibi, halkanın yüzeyine de eşit yayılmaz. Bu, çelişkilerin birikim noktaları, yoğunlaşma alanları yarattığı anlamına gelir. İşte özgünlük buradadır! Halkayı zincirden kopartacak olan da bu alanlardır. Dolayısıyla sosyalizm mücadelesinin, üzerine bastığı toprakların rengini taşımadan başarıya ulaşma ihtimali sıfırdır. Sosyalizmin sabitleri ve değişkenleri toplumda yeniden üretilmeli, deyim yerindeyse, kendi yağında kavrulmalıdır. Son bir nokta daha... Taşıdığı provokatif tona rağmen böyle bir dili seçmemizin özel bir nedeni var. Solun 1980’de büyük bir yenilgi yaşadığını söylemiştik. Yenilgi beraberinde savrulmayı getirir. Fakat bu yenilgiyi unutturacak çapta bir başarıya imza atılamadığı için savrulma sonlanmamış, yukarıda değindiğimiz zaaflarla birleşince solu içten kemirmeğe dönüşmüştür. İçten kemirmenin boyutları hafife alınacak türden değildir. Eskiden Türkiye solcusunda basit ama doğru bir akıl yürütme alışkanlığı vardı: ABD’nin devrim, özgürlük, kazanım dediği şeylere bir solcunun aynı yorumu getirmesi solcuyu mu emperyalist yapar, ABD’yi mi devrimci kılar? Cevabı sorunun içinde gizlidir. Maalesef günümüzde bu alışkanlık da unutulmuştur. Ortadoğu’da yaşananlara “Devrim!” deyip sevincinden neredeyse oynayacak olanların Kaddafi’nin öldürülmesi, ardından şeriat müjdesi verilmesi karşısında neden sessiz kaldıklarını anlayabiliriz, fakat anlayış gösteremeyiz. Sadece ülkemizde değil, tüm dünyada solun aklının bulandığı, etkisizleştiği, elindeki değerleri teker teker kaybettiği bir dönemde ısrarla vurgulamak zorundayız: Sosyalizmin sabitleri vardır! Bu sabitlerden asla vazgeçemeyiz! Sadece savrulmadan korunmak için değil, aynı zamanda başarıya ulaşmak için... Bir Sabit ve Bir Değişken Solda, en azından önemli bir kesiminde parçalı okuma olarak isimlendirebileceğimiz, pek tutulan bir okuma şekli vardır. Aynı okuma şekli akademide de egemendir. Parçalı okumanın temelinde oku-

19


Bize Bir Ekim Gerek ya da

Sosyalizmin Gözünden UKKTH

20

ma nesnesini soyutlama, bağlam dışına çıkarma yatar. Başka bir deyişle eğer ele alınan, yapıttan bir parça ise yapıtın bütünü göz ardı edilmekte, yapıtın kendisi ise yazarın diğer yapıtları hesaba katılmamaktadır. Bunun üstüne bir de yapıtı içine doğduğu dönemden soyutlayınca karşımıza tarih üstü geçerliliğe sahip bir şey çıkmaktadır. Yani parçalı okuma yöntemiyle herhangi bir kitaptan pek ala kutsal kitap türetmek mümkündür. Oysa hiç bir olgu içinde bulunduğu tarihsel bağlamın dışında ele alınmamalıdır. Çünkü olgunun anlamı onun tarihselliğindedir. Ona değer biçen yine aynı tarihselliktir. Parçalı okumanın basit bir okuma hatası olmadığını, sorunun daha derinlerde kökleri olduğunu, yöntemsel hatalara işaret ettiğini not düşerek geçelim. Solda parçalı okuma yöntemiyle en çok haksızlığa uğrayan, eserleri en çok tahrif edilen yazarlardan biri Lenin’dir. Bu söylediğimiz özellikle ulusal soruna dair ürettikleri için geçerlidir. Sanki tüm hayatını ulusal sorunun muhtemel çözümlerini bulmaya adamışmış gibi solun en kritik başlıklarında yapılan tartışmalarda unutulan Lenin konu Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) olunca en otoriter kaynak oluveriyor. Parçalı okuma burada da devreye giriyor. Lenin’in yapıtlarına, mücadele ettiği dönemin tarihsel karakterini inceleyerek bakmak yerine tarihsel süzgeçten geçirilmeden güncel siyasi manevralara meşruiyet kazandırmak için başvuruluyor. İçinde bulunduğumuz dönemi analiz etmeden, bu dönemin koşullarına uygun mücadele hattı kurmadan konunun en otoriter ismi olan Lenin’den bol bol alıntı yaparak mesele kapanmış oluyor. Oysa başta Lenin’in ürettikleri olmak üzere Bolşevik hareketin tarihine bakıldığında birbirine tamamen zıt uçlarda gezinmelere sık sık rastlanacaktır. Bir az daha açarsak, Lenin’in yazılarından UKKTH’nin kabul edilmesini savunan onlarca alıntı yapmak mümkün. Fakat en az bunun kadar tam tersini savunan (birliğe vurgu yapma anlamında) pasajlar da bulunacaktır. Dahası Kızıl Ordu’nun 1918-21 yıllarında o aynı ulusal hareketlere karşı açtığı savaşı nasıl izah edeceğiz? “UKKTH kabul edilmeli mi?” sorusunu evet ve hayır şeklinde cevaplamak üzere Bolşevik hareketin tarihini inceleyip bu iki muhtemel cevaptan hangisinin daha baskın olduğuna bakarak mı karar vereceğiz? Yoksa “Lenin tutarsızdır.” deyip kendimizi mi kandıracağız? Demek ki, mücadelenin mantığını anlamadan işin içinden çıkmak mümkün değil. Lenin’e kulak verelim: “Doğrudan doğruya sorunun köküne ineceğiz: Sosyal demokrasi, her zaman, ulusal bağımsızlığı, hiçbir koşul ileri sürmeksizin desteklemeyi görev mi saymalıdır, yoksa ancak belli koşullar altında mı desteklemelidir; eğer ikinci yolu tutacaksa, o zaman hangi koşullar altında desteklemelidir?” 1 Bu soruyu Lenin Polonya Sosyalist Partisi (PSP) ile yaptığı polemikte sormaktadır. Hemen ardından PSP’nin ilkini, yani koşulsuz desteği seçtiğini eklemekte, bu seçimiyle PSP’yi Rusya’daki SR’lere benzetmektedir. Daha sonra soruya Bolşeviklerin hangi cevabı verdiğini aktarmaktadır. Dinleyelim: “... PSP, teorik temelde ve siyasal eylemde, proletaryanın sınıf savaşımıyla bağlarının ne kadar zayıf olduğunu tanıtlıyor. Oysa ulusal kaderi tayin istemini ikinci dereceye koymak, bu savaşımın çıkarınadır. Ulusal soruna bizim yaklaşımımızla, burjuva demokratça yaklaşım arasındaki bütün farklılığı yaratan şey, işte bu noktadan çıkıyor.” 2 Sanırım yeterince açıktır; UKKTH bir değişkendir. İlerde nedenlerini ayrıntılı bir şekilde ele alacağız ama burada bir noktanın altını çizmekle yetinelim. Dikkat edilirse Lenin UKKTH’yi ikinci dereceye yerleştirmekle onun değişken olduğunu, dolayısıyla alacağı değerlerin birçok faktörün devreye girmesiyle beraber başta sosyalizmin sabitleri tarafından belirleneceğini söylemiş oluyor. Aksini savunmanın yani UKKTH’yi mutlak doğru olarak kabul etmenin burjuva demokrat anlayışın ürünü olduğunu belirtiyor. Peki, sosyalizmin esas sabiti nedir? Bu, son şeklini 1917 Nisan’ında ilk başta Lenin’in düşüncesinde alan fakat Bolşevik harekete doğum yılı 1903’ten itibaren içsel olan sosyalist iktidar perspektifidir. Bu 1  Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, çev. Yurdakul Fincancı Sol Yayınları, 1993, s.13 2  Lenin, age, s.13 (Vurgu yazının yazarına aittir.)

içsellik Bolşevik hareketin, onu diğer fraksiyonlardan ayıran; teori, siyaset düzlemlerinden örgütsel davranış kalıplarına kadar tüm alanlarda kendini gösteren temel özelliğidir. İşçi sınıfının tarihsel çıkarlarının mücadelenin merkezine yerleştirilmesi, henüz tamamlanmamış burjuva devrimine kendi sınırları içerisinde değil bu çıkarların penceresinden bakılması Bolşevikleri zafere götüren esas güçtür. 1917’ye azınlıkta girip iktidarı alacak kadar güçlenmesinin sebebi de budur. Sosyalist iktidar perspektifi bir çarpandır. Yokluğu ya da mücadelenin merkezine yerleştirilmemesi, ki bir noktadan sonra bu ikisi aynı kapıya çıkıyor, yani sıfır değerini alması mücadeleyi anlamsızlaştırmaktadır. Dahası sosyalist iktidar perspektifi kapitalizmin vaktini doldurması ya da sosyalizmin zorunlu, daha da önemlisi güncel olması demektir. Sosyalist iktidar perspektifi tarihi ilerletecek yegâne gücün işçi sınıfı olduğunu kabul etmek, işçi sınıfını iktidardan uzaklaştırabilecek tüm gündemlere karşı savaş açmak demektir. Aksi kapitalizmin sınırları dışına çıkamamak anlamına geliyor. Kapitalizmin ötesini göster(e)meyen her adım ise ancak kapitalizme meşruiyet, zaman kazandırır. Aynı haksızlık Marx ve Engels’e de yapılmaktadır. Marx ve Engels’in olguyu çözümlemede kullandıkları yöntem hesaba katılmadığında, başka bir deyişle sabitler ve değişkenler göz ardı edildiğinde ortaya çıkan sonuç en hafif deyimiyle pragmatizm oluyor. Marx ve Engels’i bir taraftan Hindistan’da İngiliz sömürge siyasetini savunurken, bir diğer taraftan ulusal bağımsızlık mücadelelerini desteklerken buluyorsunuz. İrlanda’nın bağımsızlığı reddedilirken daha sonra savunulmağa geçiliyor; Polonya ulusal mücadelesi özgürlüğün habercisi olarak ilan edilirken, Almanya’nın bütünlüğünü tehdit eden ulusal başkaldırılara karşı çıkılıyor. Hatta “tarihsel ulus” sınıflandırılması yapılıyor. Daha önce vurguladığımız gibi, Marx ve Engels’i, sabit ve değişkenleri işin içine katmadan anlayamayız. Marx ve Engels’in ayrı bir ulus kuramı çalışması olmadığı doğrudur. Bunun birçok nedeni vardır. Başta Marx ve Engels’in Marksist teorinin özel bir döneminde, kuruluş döneminde yaşadıklarını unutmamak gerekiyor. Kuruluş döneminin bazı özel sorumlulukları vardır. Bunların başında temelin sağlam atılması görevi geliyor. Burada temel tarihin motor gücü olarak sınıf savaşımını merkeze yerleştirmek, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını başa yazmaktır. Marx ve Engels’in hayatlarının önemli bir kısmını tarihi farklı şekilde yorumlayan teorilerle mücadeleye ayırması bu görevle ilgilidir. Uluslaşma kapitalistleşme sürecinin bir parçası olmakla beraber, ulusal mücadele de tarihin belli bir kesitinde sınıf savaşımının ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Başta burjuvazinin aristokrasiye karşı iktidar mücadelesinin ifadesi olan ulusal mücadele, kapitalizmin feodalizm karşısındaki zaferiyle ikinci plana geçmiştir. Başka bir deyişle kapitalizm sınıf savaşımının niteliğini, taraflarını değiştirmiştir. Artık tarih birbirleriyle uzlaşmaz çelişki içerisinde olan iki sınıfın –burjuvazi ve proletaryanın- savaşımının hikâyesidir. Artık ulus homojen bir yapı değildir. Kapitalizm ulusu da parçalamıştır. Dolayısıyla ulusal soruna bakış bu parçalanmışlık hesaba katılarak yapılmalıdır. Marx ve Engels’in sadece ulusal sorun analizlerinde değil, tüm diğer siyasi çözümlemelerinde esas olan işçi sınıfının tarihsel çıkarlarıdır. İşçi sınıfının tarihsel çıkarları bir sabittir. Her şey işçi sınıfının nihai hedefine ulaşmasında edindiği konumla değer kazanıyor. Marx ve Engels’in Hindistan’daki kapitalistleşmeyi selamlaması sömürge siyasetini desteklemesinden değil, kapitalizmin istemeyerek de olsa sınıf savaşımını bir üst düzeye çıkarmasından ve bunun ancak Hindistan işçi sınıfının yararına olmasındandır. Ya da Polonya bağımsızlık mücadelesinin desteklenmesinin altında Polonya ulusuna özel bir sevgi değil, Avrupa gericiliğinin kalesi, dolayısıyla Avrupa işçi sınıflarının en büyük düşmanlarından biri olan Çarlık Rusyası’nın zayıflama ihtimali yatar. İrlanda’nın özgürlüğü konusunda taraf değiştirme de İngiltere işçi sınıfının mücadelesiyle doğrudan bağlantılıdır. Liste uzatılabilir, fakat burada göstermeye çalıştığımız Marx ve Engels’in ulusal sorun analizlerinde, doğrudan ya da dolaylı olarak, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını gözeterek hareket ettikleridir. Marx ve Engels iddia edilenin aksine, tutarlı davranmışlardır. Bolşevikler UKKTH’yi Neden Kabul Etti? “Ne var ki, kendi kaderini tayin özgürlüğü için savaşım vermeyi, hiç duraksamaksızın tanımamız, ulu-

21


Bize Bir Ekim Gerek ya da

Sosyalizmin Gözünden UKKTH

22

sal kaderi tayin etmeyi amaçlayan her isteği kesinlikle destekleme yüklenimi altına girdiğimiz anlamına gelmez.” 3 Neden böyle bir alıntıya ihtiyaç duyulduğu sorulabilir. Zaten UKKTH’nin bir değişken olduğunu daha önce belirtmemiş miydik? Tekrara ne gerek var? Tepkinin haklılığına diyecek sözümüz yok, fakat buradaki amacımız hafızamızı tırmalamak değil, başka bir noktaya işaret etmektir. Alıntının ilk kısmı önemlidir. Dikkat edilirse Lenin UKKTH’nin her durumda gözden geçirilmesi gerektiğini vurgulamakla beraber genel olarak tanındığını söylüyor. Neden? Esas nedeni burjuva demokratik devrimleri çağının kapanmamış olmasıdır. Daha doğrusu Batı’da çoktan kapanmış olmakla beraber Doğu’da henüz yeni açılmıştır. Batı kapitalistleşme sürecini tamamlamış, Lenin’in kapitalizmin son aşaması olarak kodladığı emperyalizme doğru evrilirken, Doğu’da feodalizm egemendir. Kapitalist entegrasyon başlamış fakat feodalizmi süpürecek güce henüz ulaşmamıştır. Feodalizmin çözülüşü halk kitlelerinin devrimci ayaklanmasından ziyade Asya’nın emperyalist Avrupa’nın baskısı karşısında adım adım gerilemesi şeklinde ilerlemektedir. Başka bir deyişle çözülüş kitlelerin hareketlenmesi değil, emperyalizmin hareket alanını genişletmesi anlamına geliyor. Fakat işler 1905’te kökünden değişiyor. 1905’te Rusya’da patlak veren devrim tüm dünyayı etkisi altına alıyor. Türkiye’den Hindistan’a, İran’dan Çin’e dünyanın dört bir yanında başlayan burjuva demokratik hareketleri Lenin “Asya’nın uyanışı” olarak selamlıyor. Doğal olarak ulusal bağımsızlık mücadelesi biçimini alan bu hareketler Bolşevikler için iki açıdan önemlidir. Bunlardan ilki, sözü geçen hareketlerin devrimci karakteridir. Kanımca açıklamaya pek gerek yoktur. Her ne kadar burjuva devrimciliğinin ömrünün kısa olduğunu bilseler de tarihte hep ileri olanın yanında duran komünistler feodalizmin tasfiyesine, monarşinin devrilmesine ancak sevinebilirler. İkincisi, bu hareketlerin emperyalizmin hareket alanını kısıtlayabileceğidir. Lenin’i dinleyelim: “İşin aslında, bugün Balkanlarda, Türkiye’de ve İran’da gördüğümüz şey, Asya’da yükselmekte olan demokrasi akımına karşı, Avrupa devletlerinin karşı-devrimci koalisyonudur.” 4 Gerçekten de başta İngiltere, Fransa, Almanya olmak üzere sömürgelerini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalan emperyalist ülkelerin ulusal hareketlere yaklaşımı bu hareketlerin tasfiyesi yönündedir. Bu dönemde emperyalizm ulusal hareketler ikilisi karşıtlık içerisindedir. Bu karşıtlık en çıplak halini 1. Paylaşım Savaşı sırasında göstermiştir. Başka bir deyişle UKKTH, sosyalizmin bir diğer sabiti olan antiemperyalizme 1914-18 yılları arasında daha önce hiç olmadığı kadar yaklaşmıştır. Lenin’in bu dönem yazılarına baktığımızda bu ikisinin sık sık aynı anlamda kullanıldığını göreceğiz. Bolşevik hareketin savaş karşısındaki tutumu onun gerici karakterini teşhir etmek, emperyalistler arası yeniden paylaşım savaşından başka bir şey olmadığını dolayısıyla barışın ancak emperyalizme karşı mücadeleyle sağlanabileceğini göstermektir. Fakat bu karşıtlık kalıcı mıdır? Başta ulusal hareketlerin sınıf karakteri nedeniyle bu karşıtlığın kalıcı olmadığı, ittifak potansiyelini taşıdığı gözden kaçırılmamalıdır. Tersten bakarsak, emperyalizmin ulusal hareketlere yaklaşımındaki yön değiştirme emperyalizm açısından çok daha büyük düşmanın, Bolşevik iktidarın, gerçeklik kazanmasıyla yaşanmıştır. Potansiyelin nasıl ortaya çıktığına geçmeden önce Bolşeviklerin ülkesine göz atalım. Yukarıda anlatılanlar çerçevesinde Çarlık Rusya’sı Doğu’dadır; cumhuriyet mücadelesinin devam ettiği, daha da genişletirsek burjuva demokratik devrimini tamamlamamış bir ülkedir. Lenin’in haklı olarak “uluslar hapishanesi” dediği Çarlık Rusya’sı etnik farklılığın en yoğun olduğu ülkelerden biridir. Bu yoğunluğa rağmen ulusal hareketlilik az sayıda etnisitede görülmektedir. Çarlık Rusyası’ndaki etnik grupların çoğunluğu uluslaşma sürecine henüz başlamamıştır. Bu süreç Sovyetler zamanında kendiliğinden değil, daha çok Bolşeviklerin iradi zorlamasıyla gerçekleşmiştir. 3  Lenin, age 4  Lenin, age

Bolşevikler UKKTH’yi burjuva demokratik devrimin gerekleri bağlamında ele alıyor, dolayısıyla ulusal soruna kapitalizm çerçevesinde getirilecek çözümün sınırları olduğunu, asıl çözüme sosyalizmde ulaşılacağını kabul ediyorlar. Çözümün sınırlı oluşu Bolşeviklerin ulusal hareketleri göz ardı etmesi için yeterli bir sebep olmuyor. Aksine, ulusal hareketler burjuva devrimin güncelliğini koruduğu bir dönemde, üstüne üstlük Çarlık Rusyası gibi ulusal çatışmalar içinde boğulmuş bir ülkede Bolşeviklerin sosyalizm mücadelelerinde önemli bir yer kaplamaktadır. Lenin’in yazılarına dikkatle bakıldığında UKKTH’nin sadece ayrılma yani bağımsız devlet kurma hakkı şeklinde yorumlanması gerektiği yönünde özel bir ısrar olduğu görülecektir. Israrın esas sebebi Bolşeviklerin Avusturya sosyal-demokrasisinin “kültürel ulusal özerklik” teorisine ve bu teorinin Rusya’daki esas temsilcileri Bund’culara karşı mücadelesidir. Hatta Bund’cular partilli mücadelenin etnik köken temelinde yeniden şekillendirilmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Burada Bolşeviklerin karşı çıkışlarının esas sebebi bu teorinin ulusal sorunu iktidar sorunuyla ilişkilendirmemesidir. Biraz daha açarsak, Çar rejimine karşı mücadeleyi göstermeyen her adımın monarşiyi meşrulaştırmakla beraber ulusal soruna çözüm getirmeyeceği, aksine ulusal ayrımcılığı körükleyeceği ve bunun işçi sınıfını bölmekten başka bir sonuç vermeyeceği Bolşeviklerin kalkış noktasıdır. Lenin birçok kez Marksistlerin büyük devlet birimlerinden yana olduklarını fakat bunun geri bütünü ileri parçaya tercih etmek anlamına gelmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Başka bir ifadeyle Lenin bağımsız devlet kurma hakkını Rusya’daki ulusal hareketlerin başarıya ulaştığı takdirde burjuva karakterde de olsa cumhuriyetle sonlanmasının hem Çar rejiminin zayıflamasına sebep olacağı hem de daha gelişkin bir sınıf savaşımı alanı sunacağı için desteklemektedir. UKKTH’nin kabul edilmesi ezilen ulusun burjuvazisine karşı mücadeleyi durdurmak anlamına gelmiyor. Bolşevikler UKKTH’yi kabul etmekle burjuva milliyetçiliğine karşı mücadeleyi sürdürmenin çelişkili olmadığını, aksine tutarlı bir politika olduğunu savunmaktadırlar. Ezilen ulusun emekçi kitlelerini burjuva milliyetçiliğine karşı korumanın ilk adımının UKKTH’yi kabul etmekle onların gözünde “ezen Büyük Ruslar” olmaktan çıkıp komünistler olmak olduğunu savunuyorlar. Lenin UKKTH’nin tanınmasıyla ilgili yaptığı polemiklerde karşı tarafı burjuva demokratik devrimin görevlerini yerine getirmemekle, dolayısıyla burjuva gericiliğine ortak olmakla suçluyor. UKKTH’yi reddedip bu suçlamadan kurtulabilenler sadece başta Rosa Luxemburg olmak üzere Polonyalı sosyaldemokratlardır. Başta Rosa, Polonyalı sosyal-demokratlar UKKTH’nin kabul edilmesinin işçi sınıfı enternasyonalizmine ihanet anlamına geldiğini savunmaktadırlar. UKKTH’nin ezilen ulusun emekçi kitlelerine değil, sadece burjuvazisine yaradığını, Bolşeviklerin Polonya’ya ayrılma hakkını tanımakla Rusya işçi sınıfıyla Polonya işçi sınıfının birliğini savunmayı anlamsızlaştırdığını öne sürüyorlar. İşler gerçekten karışıktır. Lenin’in yanıtı “Polonyalılar birleşme özgürlüğüne ağırlık verirken, biz Ruslar, ayrılma özgürlüğünü vurgulamalıyız.” 5 şeklindedir. Fakat tarihin ilerleyen sayfaları Rosa’nın ulusal hareketlerin burjuvazinin öncülüğünde gerçekleştiği, burjuvazinin gericileşmesiyle beraber ulusal mücadelenin de devrimci şarjörünün boşaldığı, dolayısıyla UKKTH’nin tanınmasının sosyalizm mücadelesine dışsal olduğu yönündeki eleştirilerini haklı çıkarmamış mıdır? Gerçekten de Ekim Devrimi sonrasında yaşananlar yukarıda sözünü ettiğimiz ittifak potansiyelinin nasıl ortaya çıktığını en açık biçimde gözler önüne seriyor. Bolşeviklerin iktidara geçmesinden az bir süre sonra ülke iç savaşa sürüklenmiş, Çar rejimini yeniden kurma hedefiyle Beyaz generaller Sovyetlere karşı mücadeleye girişmiştir. Bunun üstüne emperyalist savaşın hemen hemen tüm taraflarının Rusya’yı işgal etme çabaları eklenince Bolşeviklerin işi daha da zorlaşmıştır. Sosyalizmin iktidara kavuşması en büyük tehlike olarak emperyalistler arası çıkar çatışmalarının üstüne geçmiş, emperyalistleri birleştirmiştir. Batı’dan Fransa, İngiltere, Almanya; Doğu’dan Japonya, ABD; Kafkasya’dan yine Almanya, ardından Osmanlı, daha sonra İngiltere olmak üzere dört bir yandan Sovyet topraklarına 5  Lenin, age, s.267

23


Bize Bir Ekim Gerek ya da

Sosyalizmin Gözünden UKKTH

24

çullanmışlardır. Bu noktada ulusal hareketlerin konumu iç açıcı değildir. Emperyalizmle ittifak, Beyaz generallere destek, siyasetlerinin merkezindedir. Bolşeviklerin ayrılmalarını onayladığı Polonya, hatta bağımsızlığı bizatihi Stalin’in iştirak ettiği törenle ilan edilen Finlandiya, Sovyet iktidarına düşmanca siyaset gütmüşlerdir. Kafkasya’da Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan; batıda Polonya, Beyaz Rusya, Ukrayna burjuva hükümetleri emperyalist ülkelerden para, silah desteğinden tutun da ordu takviyesine kadar Sovyet iktidarını yıkmak adına her türlü aracı kullanmışlardır.6 Liste uzatılabilir fakat sanırım durumun anlaşılması için yeterlidir. Tüm bu yaşananlardan sonra Rosa, UKKTH’ye karşı tutumunda haklı değil midir? O zaman soruyu tekrar, fakat bu defa sinirli ve biraz da şaşkın bir yüz ifadesiyle tersten soralım: Bolşevikler UKKTH’yi neden kabul etti? Ezilen kavramına sempati ya da ezileni sorgusuz sualsiz destekleme mi? Sadece Bolşeviklerin değil genel olarak Marksistlerin böyle bir ahlaki sorunu olmadığını belirtmeliyiz. Marksizm ahlaki bir yan taşımakla beraber tüm kavramlar gibi ezilen kavramını da tarihsel bağlamı içinde değerlendirmekte, tarihin süzgecinden geçirerek konum almaktadır. Yoksa ezilen ulus burjuvazisinin devrimci potansiyeline aşırı güven mi? Hayır. Peki, o zaman neden? Soruyu doğru bir şekilde cevaplamak için tarihin “Çarlık Rusyası” ismini verdiği portresine daha yakından bakmalıyız. Portre geniş topraklara yayılan köylü toplumunu anlatıyor. Toplumsal düzeyde kapitalizm, feodal yapı karşısında egemenliğini kurmuş olmakla beraber, entegrasyon süreci tamamlanmış değildir. Başka bir deyişle feodalizmin çözülüşü devam etmektedir. Başta dinsel ideoloji olmak üzere gericilik toplumu kuşatmış bulunmaktadır. Yapısı gereği ikircikli davranan köylülük ise sessizliğe gömülmüştür. Bunun üzerine Çar rejiminin baskıcı özünü de eklersek durum hiç de iç açıcı değildir. Modern anlamıyla kent sayısı bir elin parmağını geçemeyecek kadar azdır. Dolayısıyla bir sanayi toplumundan söz edemeyeceğimiz gibi, işçi sınıfının güçlü olduğunu da söyleyemeyiz. Fakat işin ilginç tarafı işçi sınıfı bu güçsüzlüğüne karşın siyaset sahnesinde tamamen zıt yönde bir performans göstermektedir. Çar rejimine karşı tek tutarlı ve güçlü toplumsal muhalefet ilk akla gelenin aksine burjuvazinin değil, Rus işçilerinin imzasını taşımaktadır. Burjuva liberal hareket toplumsal muhalefete öncülük edemeyecek kadar zayıftır. Dahası işçi sınıfı siyaseti liberal hareketin meşruiyetinin sorgulanmasına neden olmaktadır. Çünkü Rus burjuvazisi doğuşundan itibaren korkaktır, Çar rejimini tasfiyeye değil, “ikna etmeye” çalışmıştır. Rus burjuvazisi tarihin ona yüklediği misyonun altında ezilmiştir. Başka bir deyişle işçi sınıfı burjuvazinin tarihsel görevlerini devralmış, kendi ütopyasını gerçekleştirmek için yola çok erken, daha şafak sökmeden koyulmak zorunda kalmıştır. Bu anlamda Lenin ve yoldaşlarının işi hiç kolay değildir. Bir düşünün, daha çarını devirememiş bir ülkede sosyalizmi hedefleyen bir hareketten söz ediyoruz. Arada büyük bir mesafe vardır. Kurulmak istenen yarın ile yaşanan bugün arasında, bilinç ile madde arasında... Mesafe gerçekten büyüktür. Büyük olan aynı zamanda korkutucudur. Menşevizmin temelinde bu korku yatar. Menşevizmi Ekim Devrimi’nin karşısına diken, onu Bolşevizmden ayıran işte bu korkudur. Korkunun nedenleri önemlidir. Çünkü bu nedenler soruyu cevaplamamızda bize yardımcı olacaktır. İlki, zaman sorunudur. Menşevizm açısından mesafenin büyüklüğü onu kat etmek için gereken zamanın büyük olacağı anlamına gelmektedir. Ya da sosyalizm uzak bir geleceğin işidir. Güzeldir ama bugün için kurulması ihtimal dışıdır. Bu sebepten Ekim Devrimi Menşeviklerin gözünde “maceracı” Bolşeviklerin başarısızlığa mahkûm heveslerinden başka bir şey değildir; bu sebepten Ekim Devrimi tarihin akışını bozan ve bir an önce telafi edilmesi gereken bir yanlıştır. Oysa ne tarih sabit hızla ilerlemektedir, ne de çizdiği rota lineerdir. Tarihsel devinim sıçramalı, geriye dönüşlüdür; durulma 6  E.H. Carr, Bolşevik Devrimi, çev. Orhan Suda, Cilt 1, Metis Yayınları, 2006, s.264-333

ve yoğunlaşma dönemlerine sahiptir. Menşevikleri korkutup, Bolşevikleri yüreklendiren bu algı farklılığıdır. Bununla doğrudan ilintili bir ikinci sorun mesafeyi kimin kat edeceğidir. Yukarıda sosyalist iktidar perspektifinin son şeklini 1917 Nisanı’nda almasına rağmen Bolşevizme ta başından beri içsel olduğunu söylemiştik. Bolşevikler kapitalizmin feodalizme nazaran tarihi ileri bir noktaya çektiğini kabul etmekle beraber bu ilericiliğin siyasal gericilikle kompanse edildiğinin, yani burjuvazinin tarihsel görevlerine ihanet edeceğinin pek güzel farkındadırlar. 1905 Devrimi’nin karşı devrimle sonuçlanması, bu süreçte işçi sınıfının yalnız başına kalması ve burjuvazinin edindiği ikircikli konum bu farkındalığı mutlak doğruya dönüştürmüştür. Lenin 1905 tarihli “İki Taktik”inde burjuvazinin devrimini gerçekleştirmede aciz olduğunu, bunu yalnız işçi sınıfının köylülüğü peşinden sürükleyerek yapabileceğini özellikle vurguluyor. Menşevikler açısından ise tam tersi bir durum söz konusudur. İşçi sınıfı zayıftır, sosyalizmi gerçekleştirebilmesi için güçlenmesi gerekmektedir. Güçlenmek için ise burjuvaziye karşı mücadele etmek değil; ona tarihi ilerletmede yardım etmek, bırakıp kaçmak istediğinde baskı uygulamak yani “devrimci muhalefet” gerekmektedir. Menşeviklerin işçi sınıfına reva gördükleri, siyasetlerinin merkezine yerleştirdikleri budur. Başka bir deyişle işçi sınıfına güvensizlik onu yedekte bekletmek biçiminde tezahür etmiştir. 1917’nin ikili iktidar atmosferinde burjuvaziyi işçi sınıfına tercih eden, Sovyetlerin görevlerini Geçici Hükümeti desteklemekle sınırlandıran Menşevizm Ekim Devrimi’ne tam da bu güvensizlik nedeniyle düşman kesilmiştir. Muhtemel bir yanlış anlamayı gidermek amacıyla söyleyelim ki, bu bahsettiklerimiz sadece Menşevizmin değil, dönemin gerek Avrupa gerek Rusya sosyal demokrasisinin ortak paydasıdır. Tüm farklılıklarına rağmen Menşeviklerle SR’leri, Avrupalı sosyal şovenlerle liberalleri birleştiren bu güvensizliktir. Rosa Luxemburg açısından ise durum tamamen farklıdır. Mesafeden korkan Menşeviklerin aksine Rosa mesafeyi görememektedir. Yanlış anlaşılmasın, kast edilen Rosa’nın Rusya’nın geriliğinden, işçi sınıfının karşılaştığı engellerden bihaber olması değildir. Kast edilen başka bir şeydir. Menşevikler hayata çıplak gözle bakmakta dolayısıyla bitiş noktasını görememektedirler. Bitiş noktası sosyalizmdir. Sosyalizm görünmemektedir. Menşevikler için mutlak olan bugündür, yarın siliktir, muğlaktır. Rosa ise önüne, en azından Rus Devrimi’ne deyim yerindeyse dürbünle bakmaktadır. Mesafe gerçekte olduğundan çok daha küçük görünmektedir Rosa’ya. Sosyalizm olduğundan daha somut, daha yakındır. Rosa mesafeyi küçümsediği için Bolşevik hareketi anlamamıştır. Oysa Lenin ve yoldaşları mesafeyi görmektedirler, fakat onu aşacak iradeyi yaratabildikleri için korkmamaktadırlar. Rosa’nın aksine mesafenin işçi sınıfının tek başına aşamayacak kadar büyük olduğunun da farkındadırlar. Devrimi, sosyalizmi Rus topraklarında ayakta tutan bu farkındalıktır, daha doğru bir ifadeyle Leninist ittifaklar politikasıdır. Bolşeviklerin tüm diğer değişkenler gibi UKKTH ilkesindeki tutumuna bir de bu gözle bakmak gerekiyor. Özenle altını çizelim, Rosa Luxemburg Ekim’e bakışında Menşeviklerin tam karşısında konumlanmıştır. Hatta Bolşeviklerin dışında Ekim’i sahiplenen ender devrimcilerdendir Rosa. Devrim’i doğuran koşulları doğru analiz etmiş, Ekim’i hata olarak ilan eden Avrupa sosyal demokrasisine karşı mücadele etmiştir. Tekrar vurgulayalım Rosa’nın yanlışı başka yerdedir. Rosa’yı dinleyelim: “Ulusların kaderlerini tayin hakkı formülüyle karşı devrim değirmenine su sağlamak ve yalnızca Rus ihtilalinin ezilmesine değil, dünya savaşının karşı devrimci amaçlar doğrultusunda sonuçlandırılması planına da yarayan bir ideoloji sağlamak hükümetteki sosyalistlerin öteki ucundakilere, Bolşeviklere düştü.” 7 Pek ağır suçlamalardır. Rosa’nın yaklaşımını daha iyi anlamak için UKKTH’le ilintili olmayan bir başka başlıkla –toprak sorunuyla- ilgili söylediklerine bakalım: “Oysa Bolşeviklerin ortaya koyduğu parola olan, köylülerin topraklarını hemen almaları ve paylaşma7  Rosa Luxemburg, 1917 Ekim Devrimi, çev. Ferit Muzaffer, BDS Yayınları, 1989, s.30

25


Bize Bir Ekim Gerek ya da

Sosyalizmin Gözünden UKKTH

26

ları, tamamen ters yönde uygulanmalıydı. Bunun yalnızca sosyalist bir önlem olmamasından değil, sosyalizme giden yolu tıkamasından, tarım koşullarının sosyalist yolda dönüşümünün önüne aşılmaz güçlükler yığmasından dolayı böyle yapılmalıydı.” 8 Doğrudur, sosyalizm toprağın kamulaştırılmasını zorunlu kılar; ulusal sorun gerçek çözümüne sadece sosyalizmde kavuşur. Fakat tek başına sosyalizmin doğruları sosyalizmi kurma mücadelesinde yeterli midir? Rosa’nın yaklaşımı bir anlamıyla anlaşılırdır. İlkin, Devrim’e Almanya’dan yani dışarıdan bakmanın belli zorlukları olduğunu kabul etmek durumundayız. Devrim’i sahiplenmekle beraber eleştirel bir yaklaşım getirmenin değerli olduğunu da teslim etmeliyiz. Tarihin ilk proleter devrimine bakarken her noktayı dikkatle incelemek, atılan her adıma kuşkuyla yaklaşmak, her küçük yanlışın getirebileceği büyük tahribatları heyecanla göstermek Rosa’nın sosyalizm sevdasının ürünüdür. Böyle bir açıklama doğruluk payına sahiptir fakat tek başına yeterli değildir. Çünkü her şey bir yana Bolşeviklerin sosyalizmi daha az sevdiğini kim iddia edebilir ki? Rosa mesafeyi küçümsediği için sosyalizmin değişkenlerini bir kenara atmış, değişkenlerin Rusya’da sosyalizmin zaferi için taşıdığı hayati önemi gözden kaçırmıştır. Bolşeviklerin ise değişkenleri bu kadar el üstünde tutmalarının esas sebebi işçi sınıfının mesafeyi yalnız başına aşamayacak kadar zayıf olduğunu, aşabilmesi için deyim yerindeyse yol arkadaşına ihtiyacı olduğunu; yani işçi sınıfının burjuvaziyi yenmesi, sosyalizmi kurabilmesi için diğer toplumsal sınıfları/güçleri karşısına değil yanına alması gerektiğini bilmeleridir. Doğrudur, Çarlık Rusyası’nda boy gösteren ulusal hareketler Sovyet iktidarına karşı emperyalizmle ittifaka giderek belli bir dönem Bolşeviklerde ciddi baş ağrısı yapmıştır. Fakat sonda kazanan Ekim Devrimi, sosyalizm olmuştur. Bu zaferde Bolşeviklerin ezilen ulusların emekçi kitlelerinin gözünde kazandığı güvenin payını kim yadsıyabilir? Küçük Bir Parantez Ekim Devrimi’nin ulusal sorunu nasıl bir çözüme kavuşturduğu ya da sosyalizmin neyi başardığı bu yazının kapsamı dışındadır. Fakat ele aldığımız konunun yarım kalmaması için başarının genel çerçeve düzeyinde bile olsa anlatılması şarttır. Ulusun kapitalistleşme süreciyle beraber doğduğunu ve her şeyden önce siyasal bir birim olduğunu daha önce vurgulamıştık. Vurguladığımız bir başka nokta ise kapitalistleşme sürecinde gelinen her yeni uğrakta ulusun heterojen bir yapıya büründüğü, parçalandığı, siyaset düzlemindeki varlığının tarihsel geçerliliğini kaybettiğiydi. Tarif edilen sürecin farklı toplumlarda, farklı tarihsel kesitlerde, çok daha farklı biçimlere bürünerek gerçekleştiğini not düşerek devam edelim. Ulusun yaşadığı bu meşruiyet kaybıyla parçalanma nedenleri aynıdır. İşçi sınıfının siyaset sahnesine çıkışı ulusun o aynı sahneden düşmesine sebep olmuştur. Bu bağlamda sosyalizmin hedefi ulusu son yolculuğuna uğurlamaktan başka bir şey değildir. Ya da sosyalizm ulusun depolitizasyonunu hedeflemektedir. Altını özenle çizelim: Ulusun depolitizasyonu katiyen ulusun asimilasyonu anlamına gelmemektedir. Başka bir deyişle sosyalizm ulusal bilinci yok etmekle tarihi geri döndürmeği değil, ulusal bilinci sınıf bilinciyle terbiye etmeyi hedeflemektedir. Ulusun siyasetin konusu olmaktan çıkartılması ulusal farklılıkların ayırıcı değil birleştirici olabilmesinin yegâne yoludur.

Ekim Devrimi bu mücadelede kat ettiği mesafeyle büyük bir başarıya imza atmıştır. Çarlık Rusyası’nda zorla bir arada tutulan halklar tekrar birleşmişlerdi. Bu gönüllü bir birlikti. Bu ezilen ulusların burjuvazilerine karşı emekçi kitlelerinin zaferiydi. Sovyetler Birliği ulusal farklılığın en yoğun olduğu ülkelerin başında geliyordu. Ekim Devrimi farklılığı zenginliğe dönüştürmeyi başarmıştı. Sadece yasal düzeyde değil, ulusal eşitsizliğin altında yatan sınıfsal eşitsizliğe karşı mücadele ederek başarmıştı. Toplumun sınıf karakterinin değişmesi, aynı anlama gelmek üzere, işçi sınıfının güçlenmesi ve Sovyet iktidarının yerellerde kök salması başarının anahtarıydı. Kent kır eşitsizliğini giderme mücadelesi, daha önce görülmemiş bir hızda ve yoğunlukta sanayileşme atağı ve beraberinde gelen aydınlanma hamlesi ulusun siyasetin konusu olmaktan çıkmasına büyük katkı sunmuştu. Artık farklılık kavga nedeni olmaktan çıkmış, kültürel zenginliğin temeli olarak Sovyet insanının gurur kaynağı olmuştu. Sonuç Ekim Devrimi’nin başarısı bununla sınırlı değildi. Stalin’in deyimiyle Ekim Devrimi “geri kalmış doğu halkları ile batı halkları arasında bağlar kurarak”, “bu halkları emperyalizme karşı ortak bir savaş kampında birleştiriyor”du.9 SSCB’nin dünya devrimci hareketinin üç ana öğesinden biri olan ulusal kurtuluş mücadelelerine verdiği destek böyle bir amaca hizmet ediyordu. Sovyetler Birliği, bir tutkal gibi, ulusal hareketlerin ikili özünden kaynaklanan sağa kayma ihtimalini önlüyordu. Sovyetler Birliği’nin varlığı ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalizmin alanını kısıtlamasını, sosyalizm perspektifiyle hareket etmese de solda konumlanmasını sağlıyordu. UKKTH’nin tanınması doğrudan bu solda konumlanışa bağlıdır. Başka bir deyişle UKKTH ilkesi varlığını Sovyetler Birliği’ne borçludur. Fakat değişkenin uzunca bir süre aynı değeri alması onu sabit mertebesine yükseltmez! Sovyetler’in çözülmesi işleri kökünden değiştirmiştir. Artık iki kutuplu dünyadan eser kalmamıştır, onun yerine emperyalizmin bir kara delik gibi her şeyi içine çektiği “özgür” yeni dünya vardır. Emperyalizm sosyalizmin çözülüşüyle hareket alanını genişletmekle beraber, hareket kabiliyetini de geliştirmiştir. Ulusal farklılığın körüklenmesi ve buradan doğan çatışmanın çözülmesi (!) için emperyalizmin yardıma çağırılması bu yeni dönemin esas karakteridir. En alçak örneği olarak gösterebileceğimiz Yugoslavya’nın parçalanması ulusların özgürlüğüne kavuşması değil, emperyalizmin boyunduruğu altına girmesi sonucunu vermiştir. Sovyetler’in çözülüşüyle ulusal hareketler de büyük bir darbe almıştır. Ayakları altındaki zeminin kaymasıyla emperyalist manipülasyonlara daha açık hale gelmişlerdir. Ulusal hareketlerin emperyalizmin müdahale kanallarını genişletmesine müsaade etmemesi için tutarlı bir anti-emperyalizm şarttır. Sovyetler’in çözülüşüyle ulusal hareketlerin emperyalizmle kurduğu ilişkilerde anti-emperyalizm öğesi zayıflamış, pragmatizm baskın hale gelmiştir. Ulusal hareketler yapısı gereği tek başına bu tutarlılığı göstermekten acizdir. Ulusal hareketlerde anti-emperyalizmin ağırlık kazanmasının yegâne yolu işçi sınıfı siyasetinin güçlenmesinden, solun etkinleşmesinden geçmektedir. Özetleyecek olursak, UKKTH bir değişkendir. Sovyetler Birliği’nin varlığı UKKTH ilkesinin tanınmasının yegâne sebebiydi. Fakat sebep ortadan kalkmıştır. UKKTH değişkeninin aldığı değer de değişmelidir. UKKTH’nin yeniden tanınması ya da eski değerini yeniden alması mümkün. Fakat bunun için önce bize yeni bir Ekim gerek.

Hedefe ulaşabilmenin zorlu bir mücadeleyi gerektirdiği açıktır. İdeoloji ve siyaset düzlemlerinde verilen mücadelenin hayati önemini unutmamakla beraber tek başına bir noktaya kadar etkili olduğunu söylemek durumundayız. Tersten söylersek, sosyalizmin maddi temelleri atılmadan milliyetçiliğe karşı verilen ideolojik ve siyasi mücadele yetersiz kalacaktır. Başka bir ifadeyle, milliyetçiliğin maddi temellerinin tasfiyesi, kapitalizmin tasfiyesi anlamına gelmektedir. 8  Rosa Luxemburg, age, s.21-22

27 9  Stalin, Marksizm ve Milli Mesele, çev: M. Kabagil, Sol Yayınları, 1967, s.95


Kimi kaynaklar 19. yüzyılda Kürt ulusundan söz ediyor olsa da,4 Türkiyeli Kürtlerin ulus haline gelişi Cumhuriyet ile mümkün olmuştur.

Kürt Dinamiğinin Tarihsel Gelişimi Deniz Ali Gür “Ulus; tarihsel olarak yapılanmış, süreklilik arz eden, dil, toprak bölgesi, iktisadi yaşam ve, kültür ortaklığı biçimini alan zihinsel formasyon ortaklığıdır.” 1

19. yüzyılda Kürt coğrafyası isyanlarla sarsılmaktadır ama Kürt ulusal hareketinden söz etmek için erkendir. Bu dönemde serbest rekabet kapitalizminden tekelci kapitalizme, bir başka deyişle emperyalizm aşamasına geçiş yeni yeni gerçekleşmektedir. Eşitsiz gelişme olgusu, maddi üretim dışındaki öğelerde de yeni yeni gözlemlenmektedir. Dolayısıyla uluslaşma süreçleri “kitaba uygun” biçimde yani burjuvazi önderliğinde işlemeyi sürdürmektedir. Söz konusu dönemde bir Kürt burjuvazisi yoktur. Fransız Devrimi ya da Kemalist Devrim’de görüldüğü gibi cılız olan burjuvaziyi aşan burjuva nitelikli bir Kürt siyasal önderliği de bulunmamaktadır. Bir Sovyet kaynağında isabetli biçimde “feodal ayrılıkçılık”5 olarak nitelenen bu dinamik, feodal unsurların imparatorluğun merkezileşme ve modernleşme çabalarına karşı direncinden ibarettir.

Kürt ulusu nasıl tanımlanmalı? Bir de hangi Kürtler? Dört parçanın tümü mü, biri mi ya da birkaçı mı?

Bürokratik yapının göreli zayıflığı ve merkezden uzaklaştıkça hâkimiyetin azalarak yerli nüfuz sahipleriyle paylaşılması kapitalizm öncesi dönemin kuralıdır. Bu nedenle İstanbul’dan uzaklaştıkça Osmanlı varlığı zayıflamaktadır. Kürdistan’da da iktidar büyük oranda aşiretlerle paylaşılıyordu.

Dil ve kültür ortaklığı, aşiret ve akrabalık bağları, bunların hızlandırdığı ticari ilişkiler, dört ülkenin Kürt politikalarının bölgesel ölçekte yansımalarının olması gibi etkenler, bölgesel bir Kürt ulusallığı yaratıyor. Ne var ki her parçada Kürtler, kendi ulus devletleri ile muhatap oluyor, onunla mücadele ediyor, onun toplumsal formasyonu içinde yaşamlarını sürdürüyorlar. Bu nedenle bölgesel Kürt ulusallığının yanında dört parçanın her birine denk düşen Kürt ulusallıkları da kendini hissettiriyor.

19. yüzyılın sonlarında emperyalist güçlerin dünyayı paylaşma süreci, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşü ile örtüştü. İmparatorluk topraklarından pay almak isteyen devletlerden biri de Rusya Çarlığı’ydı. Osmanlı sarayı, belli başlı aşiret reisleriyle anlaşmaya vararak Kürdistan’ı kapsamayı hedeflediyse de güvendiği aşiret reislerini Rusya ile bitmek bilmeyen savaşlara gönderdiği için bu bölgede sosyal temelini güçlendiremiyordu.6 Çözülüş sürecine giren imparatorluğun çeperlerindeki iktidar boşluğu aşiretlerde merkez-kaç eğilimini tetikliyordu.

Türkiye’deki Kürt ulusallığı, inkâr ve imha politikasına karşı mücadele bağlamında gelişmesi nedeniyle Ortadoğulu olduğundan daha çok Türkiyelidir. Bu nedenle dönemleme ve analizleri Türkiyeli Kürtlerden hareketle gerçekleştireceğiz.

Osmanlı yönetiminde merkez-kaç eğilimlerin kontrol altına alınmasına dönük politikaları genel olarak ikiye ayırabiliriz:

Peki, bir Türkiye ulusu var mı? Türkiye Cumhuriyeti adını taşıyan bir ulus devlet varsa ki üniter bir ulus devletten söz ediyoruz, bu devlete denk düşen bir ulusallıktan söz etmek mümkündür. Ortak resmi dil, resmi sınır, ulusal pazar, ülke çapında örgütlenmiş bürokrasi, tek eğitim müfredatı, tek hukuk sistemi… Ne var ki bu öğelerle iktidar mücadelesinin ölçeği haline gelen Türkiye ulusallığı, zihinsel formasyon ortaklığını içermemektedir. Türkiye yurttaşlığında tarih boyunca eksik kalan bu öğe, içinde bulunduğumuz tarihsel dönemde Kürt ulusal kimliğinin başat öğesi haline gelmiş ve “Türkiye ulusu” önermesini siyasal olarak geçersiz kılmıştır. 2 Kürt Uluslaşmasında İlk Birikim “Kürt milletinin içtimai kurumunun ekseriyetle aşiret şeklinde bulunması, aşiretler arasındaki husumet ve âdemi ittihat, kurtuluş savaşları için gereken birlik ve ahengi baltalamıştı.Orta halk tabakasının noksanlığı dolayısıyla da aşiret reisleri kolaylıkla düşman devlet tarafından kazanılabilmişti.Din ve mezhep ihtilafları dolayısıyla Kürtler arasında mevcut itimatsızlığı izaleye muktedir münevver kitle henüz matlup bir yeküne baliğ olmamıştı.” 3 1  Stalin, Joseph. 1913 Le Marxisme et la Question Nationale. S. 5 http://classiques.chez-alice.fr/staline/ stal4.pdf www.ceps.org (Fransızca metinden Serkan Sönmezgil tarafından çevrilmiştir.-D.A.G.) 2  Sosyalist Türkiye’ye dair hayalimiz, başta Türkler ve Kürtler olmak üzere farklı etnik ve ulusal kimliklerinin birlikte var olması ve asimilasyon olmaksızın tüm bu kimlikleri aşan bir Türkiyeli kimliğidir. Birinci ve İkinci Cumhuriyetlerde hayal olan, Üçüncü Cumhuriyet’te gerçek olacak! 3  Nuri Dersimi’den aktaran, Göktaş, Hıdır. 1991. Kürtler I. İstanbul: Alan Yayınları. S. 45.

i) Feodal düzeni süreklileştirerek Kürtlerin uluslaşma eğilimini pasifize edecek gerici siyaset, ii) Osmanlı tebaasındaki tüm unsurları kapsayacak modernleşme projeleri. Bu iki politikadan ilkinin Abdülhamid’le, ikincisinin ise Jön Türklerle özdeş tutulması eksik bir değerlendirme olur. Osmanlı-Türk modernleşmesinin pragmatist ve paranoyak karakteri, modernleşme çabalarının kararlılıkla değil ürkek biçimde uygulanmasına yol açmış, ikinci politika birinci politikayı dışlayarak değil, ona ait öğeleri fazlasıyla kapsayarak hayata geçirilmiştir. 1891 yılında kurulmaya başlayan Hamidiye Alayları, Abdülhamid’in Kürt politikasının en önemli unsuruydu. Buna göre Kürt aşiretleri silahlandırılıyor, her biri bir aşirete ait olan ve komutanlığını da aşiret reisinin üstlendiği alaylar kuruluyordu. Rusya’ya karşı siper, İran’a karşı vurucu güç olması planlanan alaylar, Kürt uluslaşmasının önünü keserken Ermeni ulusal hareketini de baltalamak amacıyla Ermenilere karşı kışkırtıldı. Osmanlı İmparatorluğu, dünyadan izole değildi. Abdülhamid’in rütbe vererek saraya doğrudan bağladığı Kürt ileri gelenleri, kendilerini modern siyaset alanında bularak milliyetçilik düşüncesiyle tanıştılar. Babalarının kazandığı nüfuz sayesinde Mülkiye-Harbiye-Tıbbiye üçlüsünde, aşiretlere ideolojik olarak nüfuz etme amacıyla İstanbul ve Bağdat’ta kurulan aşiret okullarında ya da Avrupa’da eğitim gören Kürt gençleri de Kürt toplumunun nesnelliğinin ilerisindeki fikirlerle tanışıyordu. Bu sürecin ileride Kürt ulusalcılığının taşıyıcılığını üstlenecek öncü kadro birikimine katkısından hareketle, Kürt bağımsız4  Göktaş, Hıdır. 1991. Kürtler I. İstanbul: Alan Yayınları; Celil, Celile ve diğ. 1998[1986]. Kürt Siyaset Tarihi, çev. M. Aras. İstanbul: Perî. Bu kaynaklardan ikincisi, ileride de değineceğimiz gibi, Cumhuriyet öncesi Kürt siyasetinde ulusal karakterinin zayıf olduğunu somut örneklerle anlatmaktadır. 19. yüzyıldaki gelişmelerin ulusal hareket olarak nitelenmesinin teorik bir ayrımdan değil, kavram seçimindeki özensizlikten kaynaklandığı kanısındayız. 5  , Celile ve diğ. 1998[1986]. Kürt Siyaset Tarihi, çev. M. Aras. İstanbul: Perî., s. 19. 6  Celil, Celile ve diğ. A.g.e. s. 19.

29


Kürt Dinamiğinin Tarihsel Gelişimi

30

lık hareketini Abdülhamid’in Kürt siyasetinin başlattığını savunan yorumlar vardır. 7 1842-47 arasında isyan eden Cizreli Bedirhan Bey’in oğlu Mithat, 1898’de Kahire’de Kürdistan gazetesini çıkarmaya başlar. 1914’e kadar iki haftalık olarak çıkan bu gazete, Kürt milliyetçiliğinin ilk öğelerindendir. Aynı yıllarda Yusuf Akçura da Mısır’dadır ve kendisi de 1904’te Türk milliyetçiliğinin ilk kez bağımsız bir siyasal akım olarak ve net bir ideolojik çerçeve ile tanımlanarak savunulduğu Üç Tarz-ı Siyaset’i yazmıştır. Söz konusu dönemde Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın modernleşme hamlesinin etkilerinin canlı olduğu düşünülürse, Kürt milliyetçiliğini Kürt ileri gelenleri ile gençlerinin Batı ile temasına bağlayan tezimiz doğrulanmaktadır. Kimi Kürt aydınları, imparatorluğun çözülüş sürecinde siyasal mücadelenin göbeğindeydi. Emin Ali Bedirhan, 1880’de İran Kürdistan’ında isyan başlatan Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Seyit Abdülkadir, Şerif Paşa Ahmet Dul Kafil Paşa gibi aydınlar İttihatçıların yanındaydı. II. Meşrutiyet, çok sayıda Kürt derneği ve gazetesinin doğuşunu tetikledi. 1908’de kurulan Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti, 1912’de İstanbul’da kurulan ve ilk legal Kürt öğrenci derneği olan Kürt Talebe-Hevi(Umut) Cemiyeti, Hevi Cemiyeti’nin 1913’te çıkarmaya başladığı Roji Kurd (Kürt Güneşi) gazetesi, Roji Kurd’ün hükümet tarafından kapatılması üzerine çıkarılmaya başlanan Hateve Kurd bunlar içinde öne çıkanlardır. Aynı dönemde Kürt milliyetçileri Hamidiye Alayları’ndan farklı olarak Ermeni ulusal hareketi ile yakınlık kurmaya çalıştılar. 1903-4’te Sason’da Kürt milliyetçileri Ermeni kırımına karşı çıktı. Bunun yanında Kürt milliyetçileri Ermeni göçmen basınında düzenli olarak yazmaya başladılar. 8 Kürt milli şuurunun uyandırılmasında ortaklaşan yayın ve örgütlenmeler oldukça aktifti ama Kürt milliyetçiliğinin toplumsal tabanı çok zayıftı. Kürt toplumu feodaldi ve Türklerden ayrı olarak, uluslaşmaya önderlik edebilecek bir bürokratik zümreye de sahip değillerdi. Bu dönemde Kürt halkının siyasal temsiliyeti aşiret reisleri ile dini liderlerde kaldı. Nesnel sınırları aşamayan Kürt milliyetçi örgütlenmeleri ilerletici olmayan iç tartışmaların içine boğuldu ve içine düştükleri siyasal tıkanıklığı fırsata çeviren İttihatçılar Kürt derneklerini kovuşturma ile dağıttı. Jön Türkler’in bilinen isimlerinden ve bir dönem İttihatçı olan Ahmet Ferit Tek’in Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset’ine yanıtında geçen bir cümle, Jön Türkler’in pragmatist karakterini göstermektedir: “Biz tekmil elimizdekini müdafaa ve temsile, siyaset-i Osmaniyeyi takibe hasr-ı efkar ederiz. Muvaffak olduğumuz kadarı bize kalır, kalmayanı gider.” 9 Özet olarak İttihatçılarda Türkçülük, Hürriyet ve İtilafçılarda ise Osmanlıcılık siyaseti ağır basmakla birlikte her iki grup da iktidara gelmek, iktidarda kalmak ve imparatorluğun dağılışını durdurmak amacıyla tutarlı bir siyasal program izlememiş, anı kurtarmaya odaklanmışlardır. I. Paylaşım Savaşı sonrasında doğan iktidar boşluğundan faydalanmak isteyen Kürt milliyetçileri çok sayıda cemiyet kurdu. Bunlardan en önemlisi Kürt Teali Cemiyeti olmakla birlikte, genel olarak toplumsal taban yakalayamadılar. Kurtuluş Savaşı boyunca Kürdistan da dahil olmak üzere Anadolu’nun siyasal temsiliyeti Büyük Millet Meclisi’nde kalmış, Diyarbakır’da halk arasında Kürt Kulübü olarak bilinen bir şubesi olsa da esasen İstanbul merkezli olan Kürt Teali Cemiyeti, tıpkı II. Meşrutiyet dönemindeki Kürt dernekleri gibi siyasal tıkanıklığın sonucu olarak verimsiz iç tartışmalara gömülmüştür.10 Aslında daha kuruluş aşamasında İstanbul’daki İngiliz, Amerikan ve Fransız komiserlerden destek isteyen cemiyetin11 etkisiz kalması hayırlı olmuştur. Özet olarak, Cumhuriyet öncesi dönemde Kürtler bir etnik topluluk olarak kalmıştır ancak bu dönem Kürt uluslaşması için elzem olan kimi unsurları olgunlaştırmıştır. Dil ve toprak birliğine zaten sahip 7  “Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar(1924-1938)” yazarı Albay Reşat Hallı’dan aktaran Göktaş, Hıdır. A.g.e. s. 23 8  Celil, Celile ve diğ. A.g.e. S. 46-48. 9  Tek, Ahmet Ferit. 1976 [1904]. “Bir Mektup”. Üç Tarz-ı Siyaset içinde. Akçura, Yusuf. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. 10  Göktaş, Hıdır. A.g.e. S. 31-33 11  Göktaş, Hıdır. A.g.e. S. 32

olan Kürtler, gerek emperyalist güçlerin sızıntıları gerekse de Osmanlı siyaseti ile ilişkileri dolayımıyla milliyetçilik fikrine temas etmişlerdir. Batı ile temas kuran ya da Batı’da eğitim gören Kürtlerin milliyetçileşmesi de Kürt ulusal hareketinin oluşumu için gerekli olan kadro birikimini sağlamıştır. Kürdistan nesnelliğinin uluslaşma için elverişli olmaması nedeniyle bunlar ilk birikim unsurları olarak kalmıştır. Kuruluş Uğrağında Kürtler 1922’de Erzurum’da kurulan Kürdistan İstiklal Cemiyeti (Azadi) bir aydın örgütlenmesiydi. Bitlis mebusu Yusuf Ziya Bey’in dışında Yüzbaşı İhsan Nuri, Vanlı Rasim, Hurşit, Tevfik Cemil, Yusuf Ziya’nın kardeşi Teğmen Rıza gibi Kürt subayların da bulunduğu cemiyetin başkanı Cibranlı Miralay Halit Bey’di. Kürtlerin söz konusu dönemdeki toplumsal yapısı bir aydın örgütlenmesinin öncülüğüne imkân vermediği için cemiyet feodal unsurlara açıldı. Kürt isyanının birlikte örgütlenmesi için Şeyh Said’le varılan anlaşma da 1923 yazında gerçekleşti. Devlet, cemiyetin isyan hazırlığında olduğunun farkındaydı. 1924 sonbaharında Cibranlı Halit Bey’le görüşmek için Erzurum’a geçen Yusuf Ziya, kardeşi Rıza’ya şifreli bir telgraf çekti. Rıza yanılarak isyanın başlatıldığını sandı ve emrindeki askerlerle birlikte dağa çıktı. Devlet telgrafı suç delili sayarak ekim ayında Yusuf Ziya’yı, aralıkta ise Halit Bey’i tutukladı. Her ikisi de Mart 1925’te idam edildi. Halit Bey’in tutuklanmasından sonra Şeyh Said başkan seçildi ve cemiyetin tutuklu üyelerini kurtarmak için isyan başlatma kararı alındı. Zaten daha Halit Bey yakalanmadan önce Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza diğer Kürt liderleriyle görüşmek üzere Halep’e gitmiş, Halep’te Türkiye, Suriye ve Irak’tan Kürt liderlerin katılımıyla yapılan kongrede 1925 Newroz’unda isyan başlatma kararı alınmıştı. 1925 Şubat’ında Şeyh Said Ergani’nin Piran köyünde kardeşi Abdürrahim’in evindeyken Üsteğmen Hasan Hüsnü Efendi yanında bir grup jandarmayla eve gelir ve Abdürrahim dahil on kişi hakkında çeşitli suçlardan tutuklama kararı olduğunu söyler. Şeyh Said erken bir isyanın cemiyete zarar vereceğini düşünerek orta yol bulmaya çalışsa da üsteğmen emrin kesin olduğunu belirtir. Uzlaşma olmayınca jandarma ile evdekiler arasında çatışma çıkar. Bir subay ile iki er ölür, iki er de yaralanır. Devlet, marta hazırlanan cemiyeti sıkıştırarak şubatta ayaklanmaya mecbur bırakmıştır. İsyan dalga dalga büyümüş, Kürt illerinin büyük bölümü Azadi’nin denetimine geçmiştir. Mart ayının ilk yarısında Kürt müfrezeler Diyarbakır’ı almak için saldırıya geçseler de başarısız olurlar. Çok fazla kayıp vererek geri çekilen isyancılar, Diyarbakır’daki yenilgiden sonra aldıkları yerleri bıraka bıraka çekilirler. Bu sırada aşiretlerin de birer birer isyandan çekilmesiyle yalnızlaşan Şeyh Said ve arkadaşları nisan ayının ortalarında Genç’te tutuklanır. 29 Haziran’da verilen idam kararı ertesi gün infaz edilir. Şeyh Said İsyanı’nın yenilmesinin üç temel nedeni vardı: 1) Askeri olarak devletten bariz biçimde zayıftır. 40 bin kişilik silahlı güç küçük sayılmaz, ama 200 bin kişiyi kapsayan üstelik teknolojik olarak daha üstün bir silahlı güçle çarpışmışlardır. Genç Cumhuriyet, isyanı bastırmak için 50 milyon lira harcamıştır ki bu tutar devletin yıllık bütçesinin çeyreğinden fazladır. 2) Aşiret yapısı ulusal birliği zayıflatmıştır. Geri çekiliş sırasında teslim olan aşiretler dışında Varto aşiretleri gibi daha baştan devletin yanında yer alanlar da vardır. Özellikle Muş, Siirt ve Siverek aşiretleri, isyan boyunca TBMM’ye destek telgrafları yağdırmıştır. 3) Daha cemiyet kuruluşunu tamamlamamışken Miralay Halit Bey ve Yusuf Ziya’nın tutuklanması, olgun bir önderlik mekanizması doğmasını engellemiştir. İsyan fazlasıyla plansız gelişmiştir. Azadi’de görev alan Hevi Cemiyeti kurucularından Kadri Cemil de isyanın başlangıcına ve inisiyatifin bir anda Şeyh Sait’e geçmesine dönük şaşkınlığını belirtmektedir. 12 Kürt toplumu ve siyasetinde feodal unsurların gücünü koruduğu açıkken, Kürtlerin cumhuriyetle birlikte ulus haline geldiğini nereden çıkarıyoruz? 12  Celil, Celile. A.g.e. s. 158-159. Göktaş, Hıdır. A.g.e. s. 56,57, 69.

31


Kürt Dinamiğinin Tarihsel Gelişimi

32

Cumhuriyet Kürt gerçekliğinin bağlamını değiştirdi. Kapitalistleşme düzeyinin alt-ulusal kimlikleri önemsizleştirecek kadar yüksek olmaması, Osmanlı modernleşmesinde Türk kimliğinin öne çıkmasını dayatıyordu ama dönemin burjuva devrimcileri radikalizmden uzaktı. Kurtuluş Savaşı uğrağında inisiyatif kazanan Kemalistler, Osmanlı ile bağları inceldiği yerden kopararak burjuva devrimini tamamladı ve feodal referanslardan sıyrılarak Türk Aydınlanması’nı başlattı.13 Türk uluslaşmasının inkârcı bir eksene oturması Kürtlerde tepki yaratmış, İmparatorluk’un çözülüşünde ortaya çıkan merkez-kaç eğilimine ulusallık kazandırmıştır. Cumhuriyet’in Şeyh Said İsyanı’ndan çıkarımı, inkâr ve imha eksenli bir Kürt politikası olmuştur. Asimilasyon, Kürtleri kapsayacak bir model gerektiriyordu ama bu Kemalist iktidarın alamayacağı riskleri barındırıyordu. Modernleşmenin Kürtlere de yansıtılması Kürt ulusallığını ileriye taşıyabilirdi. Asimilasyon amaçlı kapsama, iktisadi kalkınmayı gerektirir. Bunun için bölgeye özel ya da kamu yatırımlarının yoğunlaşması, sanayileşme yoluyla feodal yapının kırılarak Doğu’nun Batı ile aynı hızda kapitalistleştirilmesi gerekirdi. Oysa Kürt illeri yatırımdan yoksun bırakılmıştır.14 1930’lu yıllarda başlayan demiryolu inşaatı da kalkınmadan çok askeri amaçlıdır, yani olası ayaklanmalarda bölgeye asker ve silah sevkiyatını kolaylaştırmak içindir.15 Asimilasyoncu uygulamalar tamamen dışlanmamaktadır ama “TD’nin(Türkiye Devleti-D.A.G.) asimilasyon konusunda başarı gösterebildiği, feodal yapılanmanın seyrekleştiği ve ulaşım kolaylığı sayesinde merkezle daha yoğun pazar ilişkileri geliştirebilen Elazığ, Malatya ve Erzurum gibi iller”16 azınlıktadır. Kuruluş dönemine ait bir diğer önemli olay ise 1930’da bastırılan Ağrı İsyanı’dır. Bu isyan askeri açıdan Şeyh Said İsyanı’ndan daha etkisizdir, nitekim 200 bin değil 70 bin askerle bastırılmıştır ama siyasal ve örgütsel düzeyi bakımından dikkat çekicidir. 20’li yılların ikinci yarısında düzensiz Kürt silahlı grupları jandarma karakolları ile devlet dairelerine saldırıyordu. 1927 Ağustos’unda bir dizi Kürt örgütü, aşiret reisi ve yurtseverin katılımıyla Lübnan’da Hoybun örgütünün ilk kongresi yapıldı. Yurtdışında bulunan Taşnaklarca da desteklenen Hoybun’un kararları, aşiret yapısının sınırlarını aşan bir ulusal bilince işaret etmektedir: Kürtlerin birliği, tek askeri komutanlık, komşu ülkelerle dostluk, Kürt sorununun yurtdışında tanıtılması vs. Aşiret ittifakının ulusal hareketi taşıyamayacağını kavradığı görülen İhsan Nuri liderliğindeki Hoybun’un sivil yönetim organları, bayrağı ve Agri adlı bir gazetesi de vardı.17 Asker ve memur aydınların, tüccarların, ağaların varlığıyla heterojen bir sosyal tabanı olan Hoybun’un hedefi Kürt emirliği değil, Kürt cumhuriyetiydi.18 1928 Mayıs’ında TBMM, Hoybun ile görüşmek için bir Uzlaştırma Komisyonu oluşturdu. Komisyonun İhsan Nuri’ye devlet görevi önerisi, bağımsızlık isteyen Hoybun tarafından reddedildi. Türkiye’nin kuzeydoğusu 1930’un başlarında Hoybun’un denetimindeydi. Çok fazla asker sevkiyatı yapılarak Hoybun’un üstünlüğü kırıldıktan sonra bile isyancılar dağlara çekilmeyi başardı. İran ve Irak Kürtleri de zaman zaman sınırı geçip Türk askerlerini vurarak Hoybun’a destek veriyordu. 1930 Mayıs’ında İran’ın sınırı açmasıyla Türk askeri isyancıları iki ateş arasına alıp havadan ve karadan vurdu. 22 Mayıs 1932’de Adana Mahkemesi’nin 30 idam, 58 hapis cezasına karar vermesiyle Ağrı defteri de kapandı.19 Ve Dersim… 6 Haziran 1936’da Elazığ, Tunceli ve Bingöl’ü(yani Tunceli Kanunu’ndan önceki Dersim vilayetinin tamamını) kapsayan 4. Umumi Müfettişlik kurulup başına General Abdullah Alpdoğan getirilir. Devlet bürokrasisi Dersim’de de kurulmaya başlanır, kolluk kuvvetlerinin ulaşımını kolaylaştırmak için yol ve köprüler yapılır ve aşiretlerden silahlarını teslim etmeleri istenir. Seyit Rıza’nın liderliğindeki 13  Güler, Aydemir. 2009[2001]. Yolları Birleştirmek. İstanbul: Yazılama. S. 106-107. 14  Ercan, Harun. 2009. Türkiye’de Ulus-Devlet Oluşumu, Kürt Direnişi ve Dönüşüm Dinamikleri. Toplum ve Kuram 1:23-53. S. 30. 15  Sönmez, Mustafa. 1992[1990]. Doğu Anadolu’nun Hikayesi. Ankara: Arkadaş. s. 100. 16  Ercan, Harun. A.g.m. S. 48. 17  Celil, Celile ve diğ. A.g.e. s.175-177. 18  Celil, Celile ve diğ. A.g.e. s. 181-182. 19  Celil, Celile ve diğ. A.g.e. s. 177-181.

bir dizi aşiretin buna itiraz etmesi üzerine bölgeye kanlı operasyonlar yapılır. Görüşme için Erzincan’a çağrılan Seyit Rıza 5 Eylül 1937’de Erzincan’da tutuklanır. 10 Kasım’da verilen idam kararı 18 Kasım’da infaz edilir.20 Dersim’de bir ulusal hareketten ziyade ulus-devletin inşasına karşı feodal direnç ve bu direncin gaddarca ezilmesine tanık olunmuştur. Dersim’in ayırt edici yanı isyan hareketinde değil, devletin aldığı önlemlerde ve olay noktalandığında kurulan dengedeydi. Dersim sürecinde resmi Kürt politikasında -inkâr başatlığını korumakla birlikte- asimilasyonun ağırlığı artırılmıştır. Devlet tarafından 1936’da hazırlanan Dersim raporunda Dersimlileri “Türklüğe yaklaştırmak ve kendilerinin aslen Türk olduklarını öğretmek”21 amacıyla Türkçe okullar açılması önerilmektedir ki bu uygulama sürmektedir. Nitekim Naci Kutlay anılarında -muhtemelen 1940’lı yılların ilk yarısında- Ağrı’da okuduğu ilkokulda müsamerelerde tüm çocukların bildiği yerel halk oyunlarının müsamerelerde oynatılmadığını, bunun yerine okulla resmi bir ilişkisi olmadığı halde okulda ve aktif olduğu Halkevi’nde sık sık nutuk çeken Veteriner Müdürü Selim Yatağan’ın öğrettiği Harmandalı ve efe oyunları ile modern dansın rağbet gördüğünü ve yoksul ailelerden bu danslara uygun kıyafetler istendiğini aktarmaktadır.22 Bunun dışında Dersim, devletin Kürt sorununu uluslararası bir sorun olarak gördüğünü de gösterdi. 1937 Temmuz’unda Türkiye, İran ve Irak arasında imzalanan Sadabad Paktı’nın 7. maddesinde “ayrılıkçı hareketlere karşı ortak mücadele” yükümlülüğü vardı. Seyit Rıza asıldıktan 1 yıl sonra, 1938’in Eylül ve Ekim aylarında Dersim’e yapılan askeri harekâtın Ağustos ayında İran ve Irak’la yapılan danışma toplantılarından sınır güvenliğinde destek sözü çıkınca gerçekleştirilmiş olması, 7. maddenin lafta kalmadığın kanıtıydı.23 İsyanları Emperyalist Güçler mi Çıkarıyor? İsyanları peşinen emperyalizme bağlamak, o tarihlerde Kürt sorunu olmadığı yargısının sonucu olabilir. Emperyalizmin rolü tartışılırken Kürt sorununun iç dinamiklerin ürünü olduğu unutulmamalı. İsyanlar Kürt ulusallığının Türk milliyetçiliğine direncinin ürünü olmakla birlikte, emperyalizm hızlanan süreçlere müdahil olma çalışmıştır. Anti-emperyalist olmayan Kürt önderleri de emperyalizmin Türkiye’ye karşı kendilerini destekleyeceği beklentisine girmişlerdir. Örneğin İsmail Beşikçi isyan başlar başlamaz Şeyh Said’e İngilizlerin silah kataloglarının gönderildiğini aktarır ve Şeyh Said’i işbirlikçilikle suçlar.24 Seyit Rıza da çarpışmalar sürerken İngiliz Dış İşleri Bakanlığı’na mektup yazarak himaye talep etmiştir.25 Peki, bu veriler isyanları emperyalizme bağlamak için yeterli mi? Karşı yöndeki verileri görmezden gelmeyeceksek, yeterli değil. TCF (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) Erzurum mebusu Rüştü Paşa’nın Şeyh Said İsyanı’nın İngiliz sömürgesi olan Irak sınırında değil iç bölgelerde başlamasına dikkat çekmesi önemsenmelidir.26 Tabi isyanın bastırılması için Fransa’nın Suriye sınırını Türk ordusuna açtığı bilgisi de.27 Seyit Rıza’ya gelince, İngiltere’nin Türkiye’ye Seyit Rıza’dan gelen mektubu önemsemediklerini bildirme ihtiyacı duymuş olduğunu da anımsayalım.28 Emperyalizm, kendisine rağmen kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını kabullenmiş, isyanlardan genç cumhuriyetin diken üstünde tutulmasının ötesinde bir beklentiye girmemiştir. İngilizlerin bağımsız Kürdistan hayaliyle yatıp kalktığını düşünmek için de bir neden yok. Dönem dö20  21  22  23  24  25  26  27  28

Celil, Celile ve diğ. A.g.e. s. 194-196. Göktaş, Hıdır. A.g.e. S. 124. Kutlay, Naci. 1998. Anılar. İstanbul: Avesta. S. 17. Celil, Celile ve diğ. A.g.e., s. 197-199. Beşikçi, İsmail. 1970[1969]. Doğu Anadolu’nun Düzeni. Ankara: E Yayınları. S. 308. Göktaş, Hıdır. A.g.e. s. 138. Celil, Celile ve diğ. A.g.e.. S. 166. Sönmez, Mustafa. A.g.e. s. 97. Göktaş, Hıdır. A.g.e. s. 138.

33


Kürt Dinamiğinin Tarihsel Gelişimi

34

nem Kürt ayaklanmaları tetiklemek istedikleri bilinse de Sykes-Picot anlaşmalarında Kürt devletinden söz edilmemektedir.29 Iraklı Kürt önderlerinden Şeyh Mahmut Berzenci’nin İngiltere’yle arasının açık olduğu, İngiltere’nin Kürt bağımsızlık hareketine karşı hep Irak yönetimini desteklediği, hatta Kürtlere karşı kimi askeri harekatları General Renton gibi İngiliz subaylarının yönettiği de bilinmektedir.30 1919 tarihli İngiliz raporlarına yansıyan Bolşevizm’in Kürtlere sirayeti endişesi bu temkinli yaklaşımın kaynaklarından biri olsa gerek.31 İki Partili Dönem “Eğer bütün entelektüel Kürtlerden bin kişiyi yok edersek, Kürt sorunu en aşağı 30-40 yıl geriye gider. Yalnız biz bu bin kişiyi öylelerinden seçmeliyiz ki büyük tepkilerle karşılaşmayalım. Birincisi, bunlar herhangi bir yasal partiye üye olmasın; ikincisi, ailece nüfuzlu, aşiret sahibi olmasın. Biz bunlara komünist diyelim.” 32 Kürt seçmen ağırlıklı olarak ağanın gösterdiği adaylara oy verdiği için hem DP hem CHP ağalara lütufkâr davranıyordu. Buna Marshall Yardımı’nın tarımda makineleşmeyi hızlandırması eşlik edince ağalar topraklarını ve dolayısıyla feodal nüfuzlarını yitirmeden kapitalistleşme olanağı buldular. Ağaların şehre yerleşimi ve siyasete katılımı yaygınlaştı.33 Feodal unsurların düzene eklemlenme hızını göstermesi bakımından Şeyh Said’in ailesinin 1950 ve 1954 seçimlerinde DP’yi desteklediğini, Şeyh Said’in büyük oğlu Ali Rıza Fırat’ın ilişkili olduğu Adnan Menderes’ten “Beyefendi” diye söz ettiğini belirtelim.34 Ama iki gelişme Kürt ulusallığının sönümlenmesini engelledi. 1950’li yıllarda görece fazla sayıda Kürt genci büyük şehirlerdeki üniversitelere kaydoldu. Ağa çocuklarına ek olarak emekçi ve küçük burjuva ailelerin çocuklarının da üniversiteye gitmesiyle birlikte Kürt aydınının sosyal profili dönüştü ve Kürt Aydınlanması’nı taşıyabilecek bir kesim oluştu. Dönemin havasına uygun olarak “doğulu” gençler de hemşeri dernekleri kurdu, öğrenci yurtları açtı, memleket geceleri düzenledi. Bu faaliyetlerin başından itibaren Kürt ulusalcılığının ürünü olduğunu söylemek zor ki bir süreliğine -Umumi Müfettişlik uygulamasını andıracak biçimde- bağımsız dernekleri olmayan Tunceli ve Bingöl illeri Elazığ Derneği’ne bağlı kaldı35 ama asimilasyonculuğun cılızlığı Kürtler üzerinde ideolojik boşluk yarattı ve bu boşlukta hemşeri organizasyonları da Kürt ulusalcılığının kanallarına dönüştü. Devletin Kürtler karşısındaki geleneksel düşmanlık ve paranoyası da ulusal bilincin pekişmesine yol açtı. Kendinizi Dicle Talebe Yurdu idarecisi genç Musa Anter’in yerine koyun. Yurtta öğrencilerin Kürtçe ıslık çalmasına izin verdiğiniz için işkenceli sorguya çekilseniz, II. Paylaşım Savaşı yüzünden kıtlık yaşanan bir dönemde memleketlerden yemek getirilmesi nedeniyle Kürt gençlere milli yemeklerini unutturmamayı hedeflediğiniz suçlamasıyla hakkınızda soruşturma açılsa ne yönde etkilenirdiniz? 36 İkinci gelişme ise Türkiye’nin doğu sınırında ilk Kürt cumhuriyetinin kurulmasıydı. 1945’in ikinci yarısında ilerici güçler tarafından kurulan İKDP (İran Kürdistanı Demokrat Partisi), 1946 Ocak’ında Mehabad Cumhuriyeti’ni ilan etti. SSCB’yle iyi ilişkileri olan Mehabad Cumhuriyeti eğitim, kültür ve siyasal 29  I. Paylaşım Savaşı sürerken İngiltere, Fransa ve Rusya Ortadoğu’yu paylaşmak için görüşmeler yapıyor, kendi aralarında ve bölgedeki nüfuz sahipleriyle savaş sonrası sınırlara dair gizli anlaşmalar yapıyorlardı. Ekim Devrimi’nden sonra Bolşevik iktidar, İngiliz Sir Mark Sykes ve Fransız Georges Picot’nun adıyla anılan bu anlaşmaları dünya kamuoyuna açıklayarak emperyalistlerin ahlaksızlığını belgeledi. Bkz. Göktaş, Hıdır. 1991. Kürtler II. İstanbul: Alan Yayınları. S. 9-10. 30  Göktaş, Hıdır. A.g.e. S. 10-11 ve Celil, Celile. A.g.e. S. 203-217. 31  Celil, Celile. A.g.e. s. 109. 32  MİT Müsteşarı Ergün Gökdeniz’den aktaran Anter, Musa. 2002[1992]. “Kürtlerin varlığını kabul etmekten başka çare yok” Vakayiname içinde s. 59-64. (röp. İlgin, Mevlüt. Adımlar Dergisi 5 Nisan 1988.) s. 60. 33  Celil, Celile. A.g.e., s. 233-234 ve Beşikçi, İsmail. A.g.e. 34  Kutlay, Naci. A.g.e. S. 57-58. 35  Kutlay, Naci. A.g.e. s. 42. 36  Anter, Musa. 2002[1992] “Kürt ve Türk Gençliği Beraber” A.g.e. içinde S. 117-119. (röp. Yöneliş Sosyalist Gençlik, 15.12.1989.) s. 117-118.

yaşamda halkçı ve Aydınlanmacı adımlar atmıştı. Kurulduğu dönemde İran’da bulunan Sovyet askerinden manevi destek gören ve reel sosyalizmin ulusal kurtuluş hareketlerine sempatisinden cesaret alan Mehabad Cumhuriyeti, SSCB’nin emperyalist saldırganlığa karşı savunmacı davrandığı bir uğrakta İngiltere ve ABD’nin desteğini alan İran gericiliği tarafından 1946’nın sonlarında yıkıldı.37 28 Temmuz 1943’te Van’ın Özalp ilçesinde 33 köylüyü kurşuna dizdiren Mustafa Muğlalı’nın sözleri devlet aklını yansıtmaktadır: “(…)Kürtler, Ruslara gönüllü casusluk ediyorlardı. Bu nedenle, Kürtlere ilişkin olaylarda normal ölçüler ve devlet anlayışı içinde yürütmek mümkün değildi.” 38 Diyarbakır’da 1958’de çıkmaya başlayan İleri Yurt gazetesinin 31 Ağustos 1959 tarihli sayısında Musa Anter “Kımıl” başlıklı yazısında Kürtçe bir şiire yer verdi ve yazısını “Üzülme bacı, seni kımıldan kurtaracak kardeşlerin yetişiyor artık” diye noktaladı.39 Kürtçe şiir ve bu cümle kamuoyunda yoğun biçimde tartışılıyor, lehte görüşler de duyulmakla birlikte İleri Yurt ve Anter hedef haline geliyordu. Aynı sayıda 30 Ağustos başlıklı yazıda da İzmir’de ABD askerleri ile ilgili soruşturmaya ABD’li yetkililerin el koyması eleştirilerek “Milli hâkimiyet olmazsa Yunan’la Amerikalının farkı ne?” 40 diye sorulması, Kürt dinamiğinin anti-emperyalist bir karakter kazanmaya başladığının göstergesiydi. 1959 Aralık’ında Ergün Gökdeniz’in işaret ettiği doğrultuda çoğunluğu İstanbul ve Ankara’da yaşayan 50 Kürt genci ve aydını Kürtçülük ve SSCB ajanlığıyla suçlanarak tutuklanır. Emin Batur’un hücresinde kan kusarak ölmesi sonucu 49 kişi kalırlar ve 49’lar olarak anılırlar. 49’ların içinde Ziya Şerefhanoğlu ve Said Elçi gibi sağcılar da bulunmakla birlikte ağırlığı solcular oluşturuyordu. Kürt aydınları arasındaki ideolojik saflaşma duruşmalarda iyice açığa çıkarken Naci Kutlay, Musa Anter, Said Kırmızıtoprak gibi ileride Kürt Aydınlanması’nı başlatacak olan solcu Kürtler, TİP’ten önce Harbiye hücrelerinde toplanıyordu. TİP Sahaya Çıkıyor “Başka hangi partiye girebilirdim ki? Benim zamanımda bir avuç devlet vardı. 1917 devriminden sonra sömürgeler kurtulmaya başladı. Bugün 160-170 devlet var. Bu devletlerin kurtulması sosyalizm sayesinde oldu. İsrail hariç! Şimdi bir Kürt aydının sosyalist olmayıp da kapitalist olması düşünülür mü?” 41 27 Mayıs’ın Kürt sorununa yansıması ikili oldu. 27 Mayısçılar yönetime el koyma gerekçeleri arasında Kürtçülüğü de sayıyorlar, DP’yi Kürt ayrılıkçılığına destek vermekle suçluyorlardı. Nitekim cuntacılar DP döneminin siyasi tutuklularını serbest bırakırlarken 49’lar bunun istisnası olmuştur. Bölge yatılı ilkokullarının kurulması, “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyası, Kürtçe ve Ermenice yer adlarının değiştirilmesi gibi asimilasyoncu uygulamalar, TRT’nin aynı paraleldeki yayınlarıyla destekleniyordu. Öte yandan 61 Anayasası’nın demokratik karakteri ve anayasa yapım sürecinde kimi ilerici aydınların da katkısının alınmış olması gibi nedenlerle görece demokratik bir ortam oluşmuş, Kürt sorunu da bu bağlamda tartışılır hale gelmişti. 1960’lı yılların ilk yarısında daha çok liberal ve muhafazakâr Kürtlerin etkin olduğu Barış Dünyası, Dicle-Fırat, Deng, Roja Newé, Reya Rast gibi bir dizi iki dilli dergi çıkmış, sol Kemalist çizgideki Yön’de de Kürt sorununa dair yazılar çıkmaya başlamıştır.42 TİP’in demokratik muhalefetin çekim merkezi olması, başka unsurların yanında Kürt aydınlarını da etkilemişti. 1963 Mart’ında TİP’in Diyarbakır İl Örgütü kuruldu. 12 Mayıs 1963’te Gaziantep’teki Genel 37  Celil, Celile. a.g.e. s. 220-227. 38  Aslan, Günay. 1989. Yas Tutan Tarih. İstanbul: Pencere. S. 40. 39  Anter, Musa. 1962. Kımıl. İstanbul: Yeni Matbaa. S. 5-6. 40  Anter, Musa. A.g.e. S. 7. 41  Musa Anter neden TİP üyesi olduğunu açıklıyor. Anter, Musa. 2002[1992]. “Kürtlerin varlığını kabul etmekten başka çare yok” Vakayiname içinde s. 59-64. (röp. İlgin, Mevlüt. Adımlar Dergisi 5 Nisan 1988.) s. 61. 42  Tabi Kürtçe dergilerin sorumlularının kovuşturmalara maruz kaldığı ve tüm bu dergilerin birkaç sayıdan sonra kapatıldığı ya da yazarlarının tutuklanması yoluyla kapanmaya zorlandığı koşullarda demokratik ortama dair iyimserlik sınırlı olmalıdır.

35


Kürt Dinamiğinin Tarihsel Gelişimi

36

Yönetim Kurulu toplantısında Mehmet Ali Aybar Kürt sorunu eksenli bir konuşma yaptı. Türkiye’de bir yasal parti ilk kez Kürt sorununu resmi ağızdan gündemine alıyordu. 1960’lı yılların ilk yarısında Kürt aydınları içinde solun ağırlığı arttıysa da Kürt toplumsallığı içinde feodal milliyetçilik yaygındı. Kemal Badıllı, Melik Fırat gibi Kürt sağcıları Kürt ulusallığı ekseninde yazılı üretim ya da siyasal faaliyet yürütmektense feodal bağlar üzerinden ulusal duyguları okşamakla yetinirlerken TİP’i Kürt sorununa yabancı olmakla eleştiriyorlardı. TİP ise etnik sorunu sınıfsallık ile birlikte ele alıyor, Doğu’nun kalkınmasını Türkiye’nin kalkınması bağlamına yerleştiriyor, Doğu’nun geri kalmışlığının etnik ayrımcılıkla iç içe geçtiğini vurguluyordu. Kürtlerin kimliklerini saklamadan ve ayrımcılığa meydan okuyarak toplumsal ve siyasal yaşama katılımının kanalı olan TİP, zaman içinde Kürt sağcılığını eritti. 1963’teki yerel seçiminde TİP Diyarbakır İl Örgütü aydınlanma, demokrasi ve insan hakları eksenli bir çalışma yaptı. Yerel seçimden sonra Silvan’da Molla Abdülkerim Ceyhan’ın başkanlığında ağalara mesafeli molla ve esnaflar TİP’in ilçe örgütünü oluşturdular. Bu noktadan sonra Doğu kırsalında daha fazla yerel önderin katılımıyla TİP Diyarbakır’ın ilçeleri ile diğer Doğu illerinde de örgütlendi. Bu katılımlarla birlikte TİP ağaların kuşatmasını yararak köylülerle bağ kuruyordu. TİP Kürt ulusallığının çekim merkezine dönüşürken, Kürt Aydınlanması halkla buluşuyordu. 1964’te İzmir’deki 1.Büyük Kongre’de Kürt sorunu Doğu Kalkınması başlığı altında TİP’in programına giriyor; kalkınma, feodalizmin tasfiyesi ve ayrımcılığın sona erdirilmesi için toprak reformu başlıca hedef olarak tanımlanıyordu. Kürt Aydınlanması ve Doğu Mitingleri “Doğuda ‘Kara Yaralar’ çoktur. Örneğin; trahom, verem, cüzam ve bütün bu hastalıkların anası olan fakirlik ve cehalet gibi.” 43 Sömürü, ayrımcılık ve bunları sonlandırmayı samimiyetle önüne koyan bir parti. Hepsi var, ama Kürt aydınlarını ve kanaat önderlerini TİP’e yönlendiren ideolojik belirlenimler de önemlidir. Bir parantez açalım: Kürt sağının eli armut toplamıyor. TİP’in öne çıkmasında diğer partilerin Kürt sorununa yabancılıkları pay sahibiydi ama aynı dönemde TKDP (Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi) de illegal faaliyet yürütüyordu. Kürt sağcıları TİP’i paravan yapmaya çalışıyor, hatta 1965 seçimleri öncesi Diyarbakır’dan milliyetçi bir milletvekili seçtirmek için kulis de yapıyorlardı.44 Ama olmadı. TİP’in Doğu örgütleri sosyalizmden, Kürt emekçiler TİP’ten uzaklaşmadı. Kürtlerin sola ve TİP’e meyletmesinin ardında alternatifsizlikten daha temel nedenler vardı. SSCB’nin varlığında ulusal sorun sosyalizmin belirlenimindeydi. Önceliği işçi sınıfı yerine Kürt sorununa verenler de kendilerini sosyalist ideolojinin kapsama alanında buluyorlardı. Örneğin Beşikçi, 12 Mart sonrasında aynı cezaevinde yattığı Kürt aydınlarını önceliği Kürt sorununa değil sosyalizme verdikleri için eleştirmektedir45 ama 1969’da yazdığı Doğu Anadolu’nun Düzeni Marksist bir eserdir. TİP sosyalizmi siyasal denklemin önemli bir parçasına dönüştürerek Kürt halkını solculaştırmıştır ama Kürt aydınların sosyalizmle tanışması TİP’in öncesine dayanır. 49’larda hâkim eğilimin sol olduğunu söylemiştik. Örneğin Musa Anter, parti yasaklı olduğu için nasıl ve ne zaman irtibat kurduğunu anlatmamakla birlikte muhtemelen TİP’ten önce, TKP üyesi olmuştur.46 Anter’in 1959’da Harbiye 38 Nolu hücrede tutuklu iken yazdığı Kürtçe piyes Birina Reş (Kara Yara) Kürt Aydınlanması’nın habercisi sayılmalıdır. Birina Reş’te Zino ve Biro, köyde yaşayan yoksul bir karı kocadır. Beyin evinde çalışırken okumanın önemine tanık olan Zino, tüm zorluklara karşın oğulları Bedo’yu okutmak istemektedir. Beyin evinde “gözü açılan” Zino’nun ağzından vurucu replikler okuyoruz piyeste. Köyde çok sayıda çocuk “kara yara”(birina reş) hastalığından ölmektedir ve Zino alışılanın aksine 43  Anter, Musa. 2010[1965] Birina Reş. İstanbul: Med Yayınları. S. 9. 44  Ekinci, Tarık Ziya. 2004. Sol Siyaset Sorunları. İstanbul: Cem. S. 301-302. 45  Kutlay, Naci. A.g.e. S. 164. 46  Anter, Musa. 2002[1992]. “Kürtlerin varlığını kabul etmekten başka çare yok” Vakayiname içinde s. 59-64. (röp. İlgin, Mevlüt. Adımlar Dergisi 5 Nisan 1988.) s. 62.

ölümleri kadere değil, yoksullara bağlamaktadır: “Bizimkiler hep açlıktan, soğuk ve bakımsızlıktan, bilgisizlikten ve fakirlikten ölüyorlar. Biliyorum, yalnız benim 7 çocuğum öldü, tek Bedom kaldı.” 47 Politik ve bilge karakter Sado Amca’yı da unutmayalım. “Okuyan köylü çocuğu olmazsa bey çocuğu aramıza karışmaz.” 48 diyen, “Geçenlerde Diyarbakır’a gittim. Aşağı yukarı şehir iki parça olmuş. Biri gençlerin, diğeri eski sömürücülerin. İyi gençlere komünist diyorlar.” 49 diyen Sado Amca’yı… Bedo tıp okumaya karar verir. Yıllar sonra Diyarbakır’a doktor olarak döner. Yoksulları parasız tedavi eden bir doktordur. 1965’te basılan Birina Reş, 60’lı yıllarda yaygınlaşan Kürt edebiyatının çok sayıda ürününden biridir. Aydınlanmacılık ve ayakların baş olması fikri piyesin tamamına sinmiştir. Kürt Aydınlanması’nın ruhunu anlamak isteyenler bu eseri okumak zorundadır. Kürt Aydınlanması’nın bir diğer ürünü ise aylık Yeni Akış dergisiydi. 1969’da kısa süreliğine TİP Genel Başkanı seçilecek olan Avukat Mehmet Ali Aslan tarafından çıkarılan dergide, ulusal basında çıkan haber ve yazıların yanında, TİP’li Kürtlerin yazıları yayınlanıyordu. Kürt sorununa Marksist bir bakış açısı geliştirmek için 1966 Ağustos’unda çıkarılmaya başlanan dergi, Kasım’daki dördüncü sayısından sonra Mehmet Ali Aslan, yine TİP üyesi olan Abbas İzol ve TİP Tunceli İl Başkanı Kemal Burkay50 tutuklanınca fiilen kapandı. Yeni Akış, olgunlaşma fırsatı bulamadan kapandıysa da çıktığı dönemde TİP’in Doğu örgütlerine yol göstermiştir. Yerel kanaat önderlerinin TİP’e yönelmesinde Suriyeli Kürtlerin ilerici birikimi de rol oynadı. Medrese kökenli eski bir din adamı olan Cigerxwin, Kürtçe şiirler ve siyasi hiciv yazıları yazıyordu. Sınıfsal bakış açısıyla yazdığı şiirler medreselerde okutuluyor, mollalar arasında Aydınlanmacı bir damar yaratıyordu. Silvanlı TİP’liler Cigerxwin’in şiirlerini okuyor, köylülere de okutuyorlardı.51 60’lı yıllar Arap sosyalizminin yükselişinin tanığıydı. Nasırlı Mısır’ın öncülüğündeki Arap sosyalizmi Marksist değil, ulusalcı bir akımdı; ancak SSCB ile anti-emperyalist bir ittifak içindeydi ve Ortadoğu’da İsrail’in tecrit ediyordu. Suriye’de de Arap sosyalizmini takip eden Baas Partisi iktidardaydı. Baas’la ittifak halindeki Suriye Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri Halil Bektaş Kürt’tü ve partinin illegal olduğu dönemlerde Kürtler tarafından saklanmaktaydı. Haliyle, Türkiyeli Kürtlerin TİP’e ve sosyalizme yaklaşmasında Suriye Komünist Partisi de pay sahibiydi. Nitekim Suriye’de yaşayan eski öğretmen Kadir’e Cano’nun terzilik yapan kardeşi, ağabeyinin etkisiyle sosyalizmi benimsemiş ve Mardin’in Derik ilçesinde TİP örgütünün kuruculuğunu üstlenmiştir.52 27 Haziran 1967’de İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı tartışılırken kürsüye çıkan TİP Diyarbakır milletvekili Tarık Ziya Ekinci yatırımlar eşitsiz biçimde Batı’da yoğunlaşırken iktidarın buna önlem almadığını, bunun yanında Nihal Atsız ve İsmet Tümtürk gibi ırkçı yazarların Kürt düşmanlığına karşılık verilmediğini vurgulayan bir konuşma yaptı. Doğu’da işsizliğin had safhada olduğu, Doğu’nun yolları berbat durumdayken Batman’da üretilen asfaltın Batı’ya taşındığı, komando baskınlarının köylünün hayatını çekilmez hale getirdiği bir dönemde Ekinci’nin konuşması Kürtlerin düzene tepkisinin ifadesi oluyordu.53 Bu atmosferde 13 Ağustos 1967’de Silvan’da yapılan miting Doğu Mitingleri’nin ilkiydi. Kasım’a kadar Silvan’dan esinlenerek bir dizi Kürt ilinde mitingler yapıldı. TİP’in bölge yöneticilerinin çağrısıyla yapılan ilk miting başarılı geçince TİP’in dışındaki Kürt aydınları ile TKDP çizgisindeki Kürt milliyetçileri de sürece dahil oldu, hatta kimi mitinglerde ağalar da konuşma 47  Anter, Musa. 2010[1965] Birina Reş. İstanbul: Med Yayınları. S. 16. 48  Anter, Musa. A.g.e. S. 31. 49  Anter, Musa. A.g.e. S. 36. 50  Nerden nereye... 51  Ekinci, Tarık Ziya. A.g.e. s. 284. 52  Ekinci, Tarık Ziya. A.g.e. s. 285. 53  Musa Anter’in Alman Mareşal Moltke’nin 1835’te yazdığı Türkiye Mektupları’ndan yaptığı bir alıntı, Doğu’nun ihmal edilmişliğinin geçmişinin şaşırtıcı derecede eskiye dayandığını gösteriyor: “Biz Kürdistan’da yürüyorduk, yol kenarında bir inilti duydum; bir yaralı idi, tabibi bakması için çağırdım, geldi baktı ve boşver bir Kürt’tür dedi, bakmadan geçip gitti.” Vakayiname s. 144

37


Kürt Dinamiğinin Tarihsel Gelişimi

38

yaptı. TİP’liler kapsayıcılık adına diğer yasal partilere ve Doğulu milletvekillerine çağrı yaptılar ama TİP’liler dışında bir parti yöneticisi ya da milletvekili Doğu Mitingleri’ni sahiplenmedi. Tertip komitelerinde TİP’li olmayanların da yer almasına özen gösterildiyse de mitingler ağırlıklı olarak TİP’in rengini taşıyordu. Doğu’nun kalkınması Türkiye’nin kalkınmasının parçası olarak ele alınıyor, kalkınma planlarında Doğu’nun görmezden gelinmesine, yoksulluğa ve bölgedeki jandarma baskısına tepki gösteriliyordu. Kürdî rengin en baskın olduğu eylemliliklerde bile sorunun Türkiye bağlamında ele alınması, Kürt ulusallığının sosyalist ideoloji kanalıyla Türkiyelileştiğini gösteriyordu. Türkiye Solundan Kopuş 1969’da İstanbul ve Ankara’da TİP’li Kürt gençleri tarafından kurulan DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) hızla Doğu illerinde de yayıldı. On binlerce üniversiteli ve aydının üye olduğu DDKO kültürel faaliyetler yapıyor, Kürt sorununda net tavır geliştiriyordu. Kürt gençlerin TİP’i Kürt sorununda yetersiz bulma eğilimine girmeleriyle birlikte DDKO ve genel olarak Kürt dinamiği de TİP’ten ayrışma yoluna girdi. Bu gelişmeyi engellemek isteyen Kürt aydınlar DDKO’nun örgütlenmesine dahil oldularsa da başarılı olamadılar. Peki, Kürt dinamiğinin geliştikçe TİP’ten uzaklaşması sosyalist devrimcilikle ulusal taleplerin bağdaşmadığı ya da TİP’in Kürt sorununda samimiyetsiz olduğu ve zamanla maskesinin düştüğü biçiminde mi yorumlanmalı? TİP Genel Merkezi’nde Musa Anter her hafta Kürt sorunu dersi vermekte, Mehmet Ali Aybar, Behice Boran ve Sadun Aren de zaman zaman katıldıkları bu dersleri çok yararlı bulduklarını söylemekte ise bu tezi ciddiye almak mümkün değil.54 Sosyalist devrimcilere mesafeli duran Ekinci bile IV. Büyük Kongre’de alınan Kürt kararının TİP’in Kürt politikasını netleştirdiğini söylemektedir ki bu karar, TİP’in Kürt sorununa sosyalist devrimin gereklilikleri açısından yaklaştığını ilan etmektedir.55 Peki, Kürtler TİP’i neden terk ediyor? “(…)Ben de doğu bölgesini o kadar da bilmiyordum, (…) Dedim ki, Sekreter olarak bir dolaşayım istiyorum, ne var ne yok, nasıldır? Derken Tarık, ben de gidiyorum zaten, dedi. E dedik beraber gideriz, nereye gidiyorsun? Evvela bizim miting var oraya gidiyorum, dedi. Ne mitingi bu? İşte böyle bir miting dedi. Peki, kim yapıyor? Bizimkiler yapıyor. Bizimkiler yapıyorsa hadi gidelim dedim.” 56 Bu sözleri sarf eden kişi Nihat Sargın, yani TİP Genel Sekreteri… TİP bir gruplar federasyonuydu ve anlaşılan o ki, oldukça gevşek bir federasyondu. Süreç içinde sosyalist devrimciler partiye hakim oldularsa da federatif yapıyı aşamadılar ve meşhur Kürt kararını somut bir siyasal stratejinin parçası haline getiremediler. Söz konusu olan Kürtlerin TİP’ten ayrılmasından öte, TİP’in dağılmasıydı. 1971 duruşmaları olarak bilinen DDKO davasında devlet Kürtlerin Türk olduğu tezini işlemiş, savunmalar ise Kürt ulusallığının farklı veçhelerini ortaya koyma ekseninde gelişmiştir. Bu noktadan sonra Kürt devrimcilerin Türklerden ayrı olarak örgütlenmesi gerektiği düşüncesi yaygınlık kazanmış, devrimci hareket içinde Kürdî örgütlenmeler kitlesellik kazanmış, 70’li yılların ikinci yarısında bir dizi ilde bu örgütlerin desteklediği adaylar belediye başkanlığını kazanmıştır. 1966’dan sonra, muhtemelen TİP’in toplumsallaşması nedeniyle Türkiye’deki faaliyetini daraltarak Irak’a yoğunlaşan TKDP, 1970’teki Kurucu Kongre ile 60’lı yıllarda aktif ama etkisiz olan illegal Kürt örgütlerini bir araya getirdi. Feodal kökenine karşın bu dönemde devrimci demokrat karakter kazanan TKDP anti-emperyalist, anti-faşist, anti-feodal cephe hedefiyle yoksul köylülüğe yönelmişti. TKDP, 1975’ten itibaren legal alanda DDKD (Devrimci Demokrat Kültür Dernekleri) ile faaliyet yürüttü. 54  Anter, Musa. 2002[1992]. “Kürtlerin varlığını kabul etmekten başka çare yok” Vakayiname içinde s. 59-64. (röp. İlgin, Mevlüt. Adımlar Dergisi 5 Nisan 1988.) s. 62. 55  Ekinci, Tarık Ziya. A.g.e. S. 298. 56  Sargın, Nihat. 2010[2009]. Akıntıya Karşı… Behice Boran içinde(s. 93-124). röp. Bayındır, Güzella. İstanbul: Yazılama. S.113

1974’te kurulan ve Özgürlük Yolu ile Roja Welat (Yurdun Güneşi) gibi yayınlar çıkaran TKSP (Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi), Rızgari (Kurtuluş), TKDP’den doğan KUK (Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları), KAWA dönemin öne çıkan diğer Kürt örgütlerinden birkaçıydı. 1977’den itibaren başta Urfa olmak üzere birçok Kürt ilinde ağalara karşı silahlı eylemler yapan ve kendilerine Kürdistan Devrimcileri adını veren Apocular, 1978 Kasım’ında partileşerek PKK adını aldı. Bu dönemden başlayarak ve 1984 Ağustos’undaki “İlk Kurşun”dan sonra toprak ağaları ve kolluk kuvvetlerinin yanında diğer ulusal hareketlere ve Kürt illerinde örgütlü olan sosyalist çevrelere karşı şiddet uygulayan PKK, 90’lı yıllardan bu yana Kürt ulusallığı içinde tekleşmiş durumdadır. Bugüne Devrolanlar 1. Ulusal dinamik ve ulusal hareket ayrı kategorilerdir. İlki nesnelliğe, ikincisi ise siyasal özneye işaret eder. Öznenin nesnelliği hangi düzeyde kapsadığı ise özgül bağlamında anlaşılabilir. 2. Ulusal dinamik, ulusal hareket tarafından kapsanmak zorunda değildir. TİP deneyimi ulusal dinamiğin sosyalist hareket tarafından kapsanabileceğini- kısa süreliğine de olsa- göstermiştir. Kürt dinamiğinin Türkiyelileşmesinin tek yolu budur. 3. Ulus tanımının içerdiği dört öğe, herhangi bir ulusallık içinde eşit ağırlığa sahip olmak zorunda olmadığı gibi, hangi öğenin öne çıkacağını da tarihsellik belirler. 4. 60’lı yıllarda Doğu’nun kalkınması talebinin öne çıkmasının nedeni solun Kemalizm etkisinde kalması değil, ulusal dinamiğin başat öğesinin toprak bölgesi olmasıdır. Günümüzde ise zihinsel formasyon başattır ve bu öğeye rengini veren, direnme teması olmuştur. 5. Ulusal dinamiğe hangi sınıfın öncülük edeceğini belirleyen şu ya da bu öğenin öne çıkması değil, siyasal mücadeledir. Zihinsel formasyonun başatlığının sosyalistler için dezavantaj olduğu düşünülmemelidir. Aksine 90’lı yıllarda tanık olunan kentlileşme ve işçileşme, sosyalistler için avantaja dönüşme potansiyeline sahiptir. 6. 90’lı yıllarda Kürt ulusal hareketi legal siyaset pratiğiyle, günlük ve haftalık gazeteleriyle, kültürel kuruluşlarıyla ve bir dizi kitle örgütüyle Kürt Rönesansı’na ön ayak olmuş, Kürt ulusallığını sıfırlanması mümkün olmayan bir evreye taşımıştır. 7. Kürt ulusal hareketi tarihsel anlamda Kürt Aydınlanması’nın, dolayısıyla Türkiye sosyalist hareketinin çocuğudur ve tarihsel kökeninin izlerini taşımaktadır. 8. PKK’nin farklı öznelere uyguladığı şiddet, Kürt dinamiği içindeki tekleşmesinde pay sahibidir, ancak başat faktör değildir. PKK, 12 Eylül’le mücadelede öne çıkarak tekleşmiştir. 9. Hareketin yükselişini derin güçlere bağlamanın muhtemel nedenlerinden biri cehalettir, ama iddianın sahibi Kürt yurtseverliğinin tarihsel önderlerinden biriyse, ihanet söz konusudur.57 10. Kürt Rönesansı, Kürt halkına kişilik kazandırmıştır. Sosyalistlerin görevi sürecin taşıyıcısının tasfiyesine seyirci kalmak değil, bu birikimi sosyalist iktidar hedefiyle buluşturmanın kanallarını oluşturmak için tarihe ve güncel olanaklara bakmaktır.

57  Burkay, Kemal. 2011. “PKK Olmasaydı Sorun Çoktan Çözülürdü” röp. Fadime Özkan. 19 Eylül 2011. Star. http://www. stargazete.com/roportaj/yazar/fadime-ozkan/pkk-olmasaydi-sorun-coktan-cozulurdu-383081.htm

39


1980’den Günümüze

Kürt Dinamiği ve İkinci Cumhuriyet Zozan Baran - Murat Yılan Giriş Tarihin tekerinin hızlı döndüğü zamanlar sınıf mücadelelerinin keskinleştiği zamanlardır ve bu uğrakların sonunda, kısa bir zaman dilimi içerisinde toplumlarda görülmemiş büyüklükte tarihsel dönüşümler gerçekleşir. On beş yıl gibi kısa bir zaman dilimi içerisine meşruiyet dönemini, kralın ihanetini, Jakoben iktidarını, Termidor gericiliğini, Konsül hükümetini ve son olarak imparatorluğun restorasyonunu içine alan Fransız Devrimi bu uğraklardan biridir. 1917 Şubatıyla başlayan, geçici hükümetlerin birbirini izlediği ve savaşın ortasında Bolşeviklerin Ekim Devrimi’yle iktidara gelmesiyle sonuçlanan devrimci durum bir başka örnektir. Bu iki örnekte de belirleyici olan sınıf mücadelelerinin keskinliği ve bu mücadelenin siyasal alana yansımasıdır. İlkinde yükselen burjuva sınıfı toplumun diğer sınıflarının siyasal enerjisini arkasına alarak zamanın egemen sınıf feodallerin temsilcileri olan krallığı ve Kiliseyi alaşağı etmiş; ikincisinde ise Rus Çarı’nın devrilmesini takip eden süreçte burjuvazi ile işçi sınıfı arasında keskinleşen sınıf siyasal mücadelesi, işçi sınıfı ve bu sınıfın temsilcisi Bolşeviklerin lehine sonuçlanmıştır. Bu belirleyici unsurun zayıflığına ve diğer bir deyişle siyaseten yokluğuna rağmen, tarihin tekerinin hızla döndüğünü düşündürtecek dönemler her zaman yaşanmıştır, yaşanacaktır da. Sınıf faktörü kendini göstermiyorsa, böylesi dönemler istisnasız karşı devrimci dönemlerdir. Olguların çokluğu, dünün olgularının bugün ve yarın tarafından süratle eskitilmesi ve kişinin bu sürate yetişemeyip aklının bulanması… Bu tür betimlemelerin günümüz siyasi atmosferi hem ulusal hem de uluslararası boyutta göz önüne alındığında ne kadar da tanıdık olduğu açıktır. Kürt sorunu söz konusu olduğunda “antidemokratik rejim”, “militarist devlet” gibi kullana kullana eskimiş, anlamını yitirmiş ve artık günün ihtiyaçlarını karşılamayan kavramlarla çözümlemelere girişerek bir akıl netliği yanılsaması yaratmayı hedeflemiyorsak eğer, hakkını teslim etmek gerekir ki, içinde bulunduğumuz dönem sınıf faktörünün kendini yeterince gösteremediği ve buna karşın birbirine karşıtmış izlenimi veren olguların birbirini izlediği bir dönemdir. Kaldı ki, yukarıda adı anılan iki kavramın sınıfsal tahlillerde yoksun kullanımı mümkün olmakla birlikte, sınıfsal içerikten yoksun bir şekilde bir rejimde gözlenmeleri mümkün değildir. 12 Haziran seçimleri öncesinde birçok insan samimi bir şekilde verilmiş bir anayasa sözünün de verdiği ivmeyle kurucu bir meclisin Kürt sorununun çözümünde bir nihayete erişilmese bile bu hususta ciddi bir ilerlemenin kat edileceğini düşünüyordu. Öyle ya, darbelerin önü kesilmişti ve Türkiye’de rejim sivilleşmiş, demokratik bir cumhuriyetin önü açılmıştı. Hem zaten Arap Baharı olarak adlandırılan ve devam eden süreçte bölgede devrimci dönüşümler yaşanıyordu, bu dalganın Türkiye’yi teğet geçmesini başbakan dahi engelleyemezdi. Ancak ne olduysa seçimlerden sonra oldu. Milletvekillikleri onaylanmayan seçilmiş adaylar, tutuklamalar, meclis boykotu derken koca

bir yaz ortada duran hayal kırıklığının gözden geçirilmesi ve duruma ilişkin hesap sorma kanallarının açılmasından ziyade kafa karışıklığıyla malul hedefsiz bir öfkenin büyümesiyle geçti. Yetmedi, Arap Baharı coğrafyasında bir ülkede, Libya’da bir diktatör eskisi demokrasi adına linç edilirken, yine aynı ülkede iktidara konan gericilerin şeriatı ilan etmelerinin önü açıldı. Diğer birçok Arap ülkesinde de AKP benzeri İslamcı, Amerikancı siyasal hareketler iktidara geldi. Türkiye’de ise meclis boykotu bitmişken kamuoyunu yeni anayasanın oluşturulması değil, uzun bir süre Türkiye’nin Suriye’ye olası askeri müdahalesi meşgul etti, daha edecek gibi de. Bir diğer deyişle, yeni rejime son şeklini verecek olan müdahale dahi pas geçilip onun yerine bu yeni rejimin olası icraatları tartışmaya açıldı. Bununla beraber bitmek bilmeyen tutuklamalar sürdü ve 90’lı yılları andıran savaş atmosferi de kendini iyice hissettirdi. Yaz aylarındaki şaşkınlığın şokunun uzun süre atlatılamamasını bir kenara koymakla birlikte, sonbahar ve kış aylarının farklı bir hava estirdiğini de kabul etmek gerekiyor. KCK Operasyonu adı altında seçimden bu yana dozajı artarak yürütülen tutuklamalar ve Van Depremi’ne müdahalede devletin gösterdiği ayrımcı tutum seçimler öncesinde görülen iyimser havayı dağıtmakla kalmadı, AKP rejimine olan gösterilen muhalefetin niteliğinde de değişimlere sebep oldu. Evet, AKP’nin Kürt sorununa dönük çeşitli perspektifler geliştirdiği doğrudur; ancak bunlar sorunun çözmekten ziyade bu sorunu bir şekilde kapatmakla ilgilidir. Kürt ulusal hareketinin karşısına kendisine yandaş kimi unsurlar yerleştirme çabası stratejinin bir parçasıdır. Hizbullahçıların serbest bırakılması, Kürt hareketinin birçok unsuru tutuklanırken Hizbullahçıların bölgede serbestçe faaliyet yürütmesi, hatta bir sonraki yerel seçimlere girme planları, Kürt hareketine olan uyuşmazlığı bilinen Kemal Burkay’ın yurtdışından gelip AKP’nin yanında saf tutması bu bağlamda değerlendirilebilir. Kendine yandaş unsurlara yatırım yapmanın tek başına bölgede bir hegemonya yaratmayacağını bilen AKP’nin diğer stratejisi ise, Kürt ulusal hareketinin siyaset alanındaki manevra kabiliyetini azaltmak olarak kodlanabilir. Genel olarak ülkede siyaset alanının daraltılması AKP’nin bu dönemde izlediği bir stratejidir, Kürt ulusal hareketine uygulanan baskı da bu stratejinin temelinde yer almaktadır. Bu stratejide AKP ordusuyla beraber, polisini, yargısını, medyasını tümden sahaya sürmüştür. AKP’nin Kürt sorununu çözmeye dönük geliştirdiği strateji bundan ibarettir. Tüm bu gerçeklerin özellikle bu dönemde anlatılması da anlaşılması da kolaylaşmıştır. Açık söylemek gerekirse bu yazı seçim arifesinde yazılsaydı doğrultusundan pek bir şey kaybetmeyecekti. Bugüne geldiğimizde bu doğrultunun haklılığı öncekiler kadar zengin; ancak öncekilerin aksine daha bariz verilerle doğrulanmış oldu. Blokla beraber seçimin diğer kazananı AKP idi; başka bir bakış açısıyla seçimin kaybedeni Türkiye halkları oldu. AKP’nin ve bu partinin kurucu öznesi olduğu İkinci Cumhuriyet’in Kürt sorununda bir çözüm kanalını zorlamasının siyasi ve ideolojik bir dizi başlıkta aşılması imkânsız kısıtlarının olduğunu seçimden önce dolaylı olarak dergimizin ilk sayısında belirttik, şimdi bunun doğrulanmış olduğunu görüyoruz. Söz konusu kısıtların doğrudan bir dille aktarılmasının ve bu kısıtların oluşumunda yer almış kimi tarihsel, ideolojik ve siyasi başlıkları yeniden gündeme getirmenin faydalı olacağını düşünüyoruz. Arap Baharı olarak adlandırılan süreçle beraber Kürt sorununun yeni bir bağlama girerek başka anlamlar kazandığını, bu değişiklikle beraber bir dizi kısıt ve olanağın baş gösterdiğini teslim etmek gerekiyor. Esasen, güncel siyasal başlıklar üzerinden bakıldığında Kürt sorununun bu denli kafa karıştırıcı bir hal alması Ortadoğu’daki yeni süreçle tutarlılık arz etmektedir. Amerikan emperyalizminin belirleniminde Türkiye’nin de büyük bir rol kaptığı bir süreç koca bir bölgeyi yeniden şekillendiriyordu ve Kürt sorunu bu müdahaleden kendini soyutlayamayacaktı, öyle de olmaktadır. Önemli olan nokta şudur ki, söz konusu sürecin doğru bir şekilde analiz edilmesi siyasi başlıklarda ciddi bir sadeleştirmeyi de beraberinde getirecek ve kafa karışıklığını ortadan kaldıracak bir zemin sunacaktır. Bu anlamda Kürt hareketinin 80’lerden bugüne kendini siyaset sahnesinde konumlandırışı, bu konumlanışa eşlik eden kimi tarihsel ve ideolojik referanslar ve kısıtlar incelenmek durumundadır. Böyle bir bakış bugünü yorumlama ve yarına yön verme yolunda son derece önemlidir. Aynı za-

41


1980’den Günümüze

Kürt Dinamiği ve İkinci Cumhuriyet

42

manda İkinci Cumhuriyet’in kuruluş sürecini ve bu sürece yön veren aktörleri gene aynı tarihsellik içerisinde ele almak bir başka gerekliliktir. Son olarak tüm bu gelişmelerin yaşandığı, bu gelişmelerin altyapısını oluşturan ve aynı zamanda bunlardan etkilenen dünya ve bölge konjonktürü yukarıdaki iki başlıkla iç içe geçecek şekilde ele alınmalıdır. Karşıdevrimin İki Çocuğu: 1980 ve 1989 Momentleri Marksizm’in indirgemeci olduğuna dair sayısız metin yazılmıştır. Bu eleştirilere göre Marksizm üstyapı kurumlarının ekonomik temel üzerindeki etkilerini görmezden gelmiş, ekonomik temele tanıdığı başatlık sebebiyle her şeyi bu bölmedeki değişimlerin sonuçlarına bağlamak gibi korkunç bir suç işlemiştir. Üzerinde durmaya çok gerek yok; bu iddia asılsızdır, Türkiye özelinde iki kere asılsızdır. Örnek olsun, herhangi bir Marksist, 12 Eylül askeri darbesini temelle ilişkilendirmekte büyük zorluklar yaşayacaktır. Neoliberal ekonomi politikalarının, esnek üretim modellerinin vb. birçok uygulamanın ekonomik temelin belirleniminde geçtiğini iddia etmek yanlış olmak bir yana bütünüyle saçmadır. Rejimin gidişatına Amerikancı bir ordunun müdahalesi pekâlâ ekonomik temeli bütünüyle değiştirebiliyor. Peki, Sovyetler Birliği’nin çözülüşünü ne yapmalı? Ekonomik temeldeki kimi taleplerin doğrultusunda mı sosyalist rejim çözülmüştür? Basitleştirecek olursak sanayi işçileri üretim araçlarının mülkiyetinin artık sermayenin elinde olmasını mı savunmuştur? Rejimin gidişatına bir grup hainin müdahalesi pekâlâ ekonomik temeli bütünüyle değiştirebiliyor. Yukarıda bahsi geçen iki darbeden ilki dünya genelinde karşıdevrime kapı aralayan, dünya genelinde ideolojik bütünde terazinin sol kefesinden sağ kefesine kim ağırlıkların devredildiği bir dönemin hem sebebi hem de sonucudur. İkincisi ise, hali hazırda güç kaybeden sosyalist bloğun dağılmasıyla sonuçlanmış bir moment olup karşıdevrimin önündeki son engeli de devirmiştir. Bu iki müdahale, Türkiye’de sadece ekonomik temeli dönüştürmekle kalmamış, aynı zamanda üstyapının hemen hemen bütün unsurlarını terörize etmiştir. Bir diğer değişle 12 Eylül askeri darbesi ile Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ülkedeki ideolojik şekillenmeleri altüst etmiş, siyasetin seyrini değiştirmiş, siyasal aktörlerin strateji ve projelerini derinden etkilemiştir. Uzatmadan söylemek gerekirse, iki darbe birden Kürt hareketinin ve Türkiye burjuvazisinin yönelimlerini ve beklentilerini değiştirmiş, bu değişikliklerin etkileri bugüne değin sürmüştür. Aydemir Güler’e göre, 80’li yıllarla birlikte kesinlik kazanan Kürt hareketinden Türkiye solundan tamamen ayrışması süreci öznel değil nesnel bir süreçtir. 12 Eylül askeri darbesinin üstyapıda yarattığı tahribat ve sosyalist hareket üzerindeki baskısı, Türkiye’de sol hareketlerin siyasetteki ağırlığında ciddi bir kayba sebebiyet vermiştir. Darbe momentinin ardından biri kentli, diğeri köylü karaktere sahip iki dinamiğin birbirinden kopuşu şaşırtıcı değildir. 60’lı yıllardan itibaren Kürtlerin bağımsız bir örgütlenmeye girişme düşüncesi bir kenarda dursa dahi bu Kürt dinamiğinin uluslaşma sürecinde kat ettiği mesafeyle ilintili olup nesnel bir süreç olarak okunmalıdır. Sosyalist solun varlığında ilerici tohumların atılmasını sağlayan bu süreç, sosyalist solun ağırlık kaybettiği momentten itibaren giderek gerici bir karaktere bürünmüştür. Uluslaşma sürecine ivme kazandıran etmenler, Türkiye’de kapitalist ilişkilerin yatay ve dikey olarak genişlemesi ve aynı zamanda 60’ların sosyalist hareketinin getirdiği özgün katkı olarak sayılmalıdır. Yine de bu kopuşun gerçekleşmesinde özellikle 70’li yıllarda devrimci demokrat hareketlerin sol mücadelenin kırsal tonunun artmasına sebebiyet veren çıkışlarının etkisi unutulmamalıdır.1 Kürt hareketinin 80’li yıllardan günümüze değin izlemiş olduğu çeşitli stratejileri ve Türkiye solu ile olan inişli çıkışlı ilişkilerini doğru yorumlama hususunda önem arz eden ve 12 Eylül’ün etkisini kısaca inceleyen bu notun ardından askeri darbe ile 1993 momentine değin süren dönemin analizine geçilebilir. 12 Eylül askeri darbesinin ardından Türkiye burjuvazisi, solun da çekildiği alanda artık istediği gibi at koşturabileceğini düşünmüştür. Ekonomik anlamda kendini neoliberal ekonomi politikalarıyla gösteren bu süreç, dış politikada kendini yayılmacı politikaların siyasal partiler ve kamuoyu nez1  Güler, Aydemir; Yolları Birleştirmek, Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2009, s: 179-184.

dinde boy atmasını da beraberinde getirmiştir. Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle beraber sahipsiz kalan Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya coğrafyalarında geliştirmeyi umduğu ilişkilerle burjuvazi, emperyalist zincirin basamaklarını hızlı bir şekilde tırmanacağını düşünmekteydi. Ancak nesnellik aynı şeyi söylemiyordu. Bir yandan doğuda Kürt isyanı patlak vermişti, bir yandan da burjuvazinin Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrasında yaptığı bölge tahlilinin tümüyle yanlış olduğu saptamasına varıldı. Aydemir Güler’in betimlediği gibi, yıllarca Sovyetler Birliği “tehdidini” bir kart olarak kullanıp emperyalizmin ileri karakolu rolünü layıkıyla yerine getiren Türkiye’nin bu kartın yokluğunda hangi zemin üzerinde hareket edeceği tartışmalıydı. Boşa düşen komşu coğrafyalara emperyalistler, buralara batan geminin malları muamelesi yaparak üşüşmekte hiç de yavaş davranmadılar. Türkiye’nin bu bölgelerle geliştireceği ilişkiler üzerinden dönen yayılmacı bir siyasetle emperyalist basamak üzerinden sıçramalar gerçekleştirmesini bir kenara bırakalım, burjuvazi bu topraklar üzerindeki varlık zeminini kaybetmişti. İçeride sürmekte olan Kürt isyanını da ekleyin bu tabloya. Burjuvazi Kürt isyanı bir şekilde ama hızlı bir biçimde çözmek zorundaydı. Varlığını sürdürmesi için bu yetmezdi, emperyalizme yeni tavizler vermek zorundaydı. Gerekeni de yaptı.2 Bu süreçle beraber Türkiye’nin emperyalizmle bağımlılık ilişkileri günümüze değin sürekli artmıştır. Kürt isyanına ise, en üst düzeyde askeri ve kontrgerilla önlemlerle karşılık verilmiş, sorun çözümlenmese de süreç farklı mecralar üzerinden akmaya devam etmiştir. Burjuvazinin söz konusu dönemdeki serüvenini aktardıktan sonra, Kürtlerin bu yeni duruma nasıl tepki verdiklerine geçebiliriz. Tarih kitaplarının ezberidir; Osmanlı İmparatorluğu fethettiği topraklar üzerindeki halklara barışçıl ve hoşgörülü bir yaklaşımda bulunmuştur. İmparatorluğun kıtalara yayılan topraklarında yüzyıllara dayanan barış ve kardeşliği, bununla beraber çözülüşün ardından bugün dahi bölgede hüküm süren istikrarsızlığı bu bağlamda yorumlamak son derece yaygındır. İsteyen bu argümanı günümüzün sivil toplum ve demokrasi söyleminin içerisinde yorumlayıp ikinci cumhuriyetin dümenine su taşıyabilir. İsmail Beşikçi’nin de belirttiği gibi işin aslı ise, Osmanlı merkezi iktidarının fethettiği bölgelerdeki üretim ilişkilerine dokun(a)mamasında ve buradaki işleyişi yerel egemenlerin inisiyatifine bırakmasında aranmalıdır. Haliyle geri bir ekonomik temele sahip olmakla beraber başka bir merkezi gücün yokluğunda iktidarını sürdüren imparatorluk, çok daha ileri bir üretim biçimi olan kapitalizmle karşılaşınca hoşgörü ve barışın simgesi olan bu yerlerden hızlıca silinmiştir.3 Cumhuriyetle beraber Doğu Anadolu’nun rejimle olan bağı da yine bu şekilde, merkezi iktidar ile yerel egemenlerin ittifakı sayesinde gerçekleşmiştir. Cumhuriyet tarihi boyunca bölgede patlak veren isyanlar, söz konusu ittifakın yeniden tesisiyle sonuçlanacak şekilde salt adli, polisiye ve askeri önlemlerle bastırılmıştır. Kürt uluslaşmanın kat ettiği mesafe, 12 Eylül askeri darbesinin hareket üzerindeki tahrip edici etkisinin, sosyalist hareketle kıyaslandığında düşük olmasına sebebiyet vermiştir. Bu durumda burjuvazinin Kürt hareketini yeterince başta yeterince anlamamış olması ve repertuarındaki siyasi, ideolojik ve polisiye araçlarla yeterli müdahaleyi yapmada gecikmiş olması da etkilidir. Sonuç olarak Türkiye devletinin bu kadük kuşatmasının silah yoluyla kaldırılması son derece kolay olmuştur. Ancak burjuvazinin emperyalizm basamaklarında hızla üste tırmanma telaşının Özal’ın cenazesiyle resmedilecek bir şekilde son vurması ve ardından bütün düzen güçlerinin Kürt hareketin üzerine topyekûn saldırıya geçmesinin karşısına Kürt hareketinin başı sonu belli bir strateji ile çıkamadığını belirtmek gerekiyor. Legal siyasete dönük adımlar, sendika, üniversite, dernek gibi çatılar altında sürdürülen çeşitli kitle örgütlenmeleri, basın yoluyla propaganda ve yeni süreci değerlendirmeye dönük tartışma çabaları etkili olmakla beraber bütünlüklü bir mücadelenin araçları olamamışlardır. Bunun en büyük sebeplerinden biri her bir denemenin diğerlerini beslemeksizin sadece kendi alanında ve de konjonktürel olarak kazandığı mevziler olmakla beraber, bir diğeri ve şüphe doğurmayacak şekilde en önemlisi de devletin tüm güçleriyle yarattığı terörize edici basınçtır. 1993 momentinin ardından Kürt hareketinin yaşadığı tıkanma, bundan sonraki dönemlerin şekillenmesinde de etkili olacak bir şekilde sorunun çözümünün Kürt tarafınca her daim sağ kanallarda aranmasına sebebiyet vermiş. 2  Güler, Aydemir; Son Kriz, Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2008 3  Beşikçi, İsmail; Doğu Anadolu’nun Düzeni: Sosyoekonomik ve Etnik Temeller, E Yayınları, Ankara, 1970, s: 66-72.

43


1980’den Günümüze

Kürt Dinamiği ve İkinci Cumhuriyet

44

Bu duruma tek istisna olarak 1995 yılında sosyalist hareket ile Kürt hareketi arasında gerçekleşen seçim ittifakını örnek verebiliriz. Yine de bu örneğin kimi rezervlerle anılmasında fayda var. Aralık ayında gerçekleşen bu seçimlerin on ay kadar öncesinde, PKK’nin 5. Kongresi’nde partinin bayrağındaki orak-çekici kaldırılması, çöken Sovyetler Birliği’nin devlet sosyalizmi eleştirisi üzerinden mahkûm edilmesi ve partinin ideolojik hattı olan Marksizm-Leninizm doktrininin revize edilmesi gibi bir dizi karar sürecin mantığına ters değildir. Demokratik Cumhuriyet Tezi Kürt ulusal hareketinin söz konusu tıkanmayı yaşamasının kimi öznel sebepleri olmakla beraber, burada saplanıp kalmanın günümüze dair bir çıktısını bulmak son derece zordur. 90’ların başındaki dünya konjonktürünün ulusal hareketlere sunduğu nesnelliğe eğilmek, süreç analizini kolaylaştırmakla beraber günümüzü ve geleceği de anlama konusunda önemli ipuçları sunmaktadır. Nasıl ki, reel sosyalizmin damgasını vurduğu kısa yirminci yüzyıl ulusal sorunların ve de hareketlerin sosyalizm mücadelesiyle bütünleşmesinin tarihiyse, reel sosyalizmin çözülüşünün ardından gelen süreç bu sorunların emperyalizmin belirlenimine girmesinin tarihi olmuştur. Ulusal sorunların emperyalizm belirlenimine giriyor oluşu, bu dinamiklerin üzerine oturan siyasal hareketleri benzer bir koşullanmaya itmesi bir zorunluluk dayatmasa da Kürt hareketinin bu belirlenimden uzunca bir süre kendini koruması mümkün değildi. Bu anlamda Kürt hareketinin 1993’teki burjuvazi saldırısına verdiği cevap olan demokratik cumhuriyet tezinin ortaya çıkışının, bu belirlenimin ilk yansımasını söylemek abartılı olmayacaktır. Bundan sonraki süreçte gözlenen, Kürt hareketinin emperyalist rekabetin açtığı kanallardan yürüme stratejisine gömüldüğü ve bu kanallardan elde ettiği mevzilere sivil toplum, insan hakları, demokrasi söylemleri doldurduğu ve bunun üzerinden devleti sıkıştırmayı umduğudur. Bu uğurda liberal olsun, sosyalist olsun, ideolojik yelpazenin her kanadından unsuru arkasına dizmeyi de bir stratejinin önemli bir unsuru olarak gündemine sokmuştur. Kürt hareketinin öne sürdüğü demokratik cumhuriyet tezinin sınıf tercihleri açısından anlamı açıktır ve kapıyı sosyalizme sert bir şekilde kapatmıştır. Bundan daha önemlisi, bu tezin siyaseten de işlemez olduğudur: “Şu anda Kürt siyaseti emperyalistlerle bağ kursa burjuvazinin yanıtı dış mihrak, bölücülük olmaktadır. Tersi yapılsa, uzlaşmaya hazır olduğunu kanıtlayamayacak ve yalnızlaşacaktır. Burada mesafe alınabilecek bir koridor bulunmamaktadır. Emperyalizmle ilişki konusunda Kürt siyaseti şu anda ne yapsa, Türkiye toplumu nezdinde puan kazanma imkânına sahip değil. Ancak bir diğer seçenek de genel olarak burjuva toplumunu veri almak yerine, emekçi sınıflar tarafına dönmektir. Artık Kürt siyaseti olarak kapısı kapatılan bir seçenektir bu.” 4 Bu tespit günümüzde de geçerliliğini korumaktadır; ancak seçimler sonrası dönemle beraber Kürt siyasetinin yüzünü emekçi sınıflar tarafına dönme seçeneğini bir kez daha düşünmesini sağlayacak ve bu seçeneği bir daha öyle kolay kolay kapattırmayacak gelişmeler üst üste binmiştir. Bugünü bir kenara bırakırsak eğer, kimi konjonktürlerde düzen partilerine olan tepkinin, özellikle liberal solla ilişkilenmelerin yoğun olarak kendini gösterdiği uğraklarda, son genel seçimde de gördüğümüz gibi Kürt hareketine sempati olarak döndüğünü birçok kez gördük. Ancak söz konusu süreçlerin emekçi bir siyasetle bütünleşmediği oranda kazanacağı geçici karakter, ne Kürt hareketinin ne de Türkiye emekçi kitlelerinin hanesine artı puan olarak geçmiştir. Tersine bu tepkilerin soğrulmasına hizmet etmiştir. Kürt hareketi böyle bir strateji üzerinden mücadelesini sürdürürken Türkiye burjuvazisi varlık zeminini tehdit eden yukarıda sözünü ettiğimiz duruma çare üretememiştir. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tek başına iktidar olduğu 2002 genel seçimlerine kadar olan dönemde Türkiye kapitalizmi üç büyük ekonomik krizle sarsılmış ve her seferinde krizlerin faturası emekçi kesimlerin üzerine binmiştir. Siyasi kriz atmosferi ise bu dönem boyunca sürekli gündemin ilk sırasını işgal etmiştir. 90’lı yılları koalisyon hükümetlerinin çabalarıyla yöneten Türkiye burjuvazisi, siyasal ve ekonomik krizi aşacak 4  Güler, Aydemir; Yolları Birleştirmek, Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2009, s: 212-213.

bir strateji geliştirecek bir parti çıkartamamıştır. Bu çıkmazdan başını çıkarabilen dinci gericilik ve faşizm olmuştur. Ona da Türk Silahlı Kuvvetleri müdahale etmiştir. Not etmek gerekir; Asker Partisi, dinci-gericilikle ve faşizmle uyuşmadığı için 28 Şubat hamlesini gerçekleştirmemiştir. Ordunun, Türkiye’nin o dönemki ideolojik kodlarının Refah Partisi gibi bir oluşumu kaldıramayacağı tespiti bir yere kadar doğru olmakla beraber, müdahalenin asıl gerekçesi dinci gericiliğin emperyalizmle istenen düzeyde uyumu yakalayacak siyasi ve ideolojik formasyona sahip olmamasıdır. Bir diğer deyişle ordunun derdi RP’nin oy oranı değil, bu partinin kapitalist düzenin o dönemki ihtiyaçlarını karşılamaktan ve emperyalizme yeni bir eklemlenmenin mimarı olmaktan son derece uzak olmasıdır. Bu müdahalenin ardından kurulan Fazilet Partisi’nin henüz ilk kongresinde iki farklı kanadın ortaya çıkışı, bu kanatlardan kongrenin mağlubu olan tarafın sonrasında AKP’nin kurucu kadroları olarak karşımıza çıkması yalın gerçeğin ifadesidir: Dinci gericilik gereken dersi almıştır. Peki, Kürt hareketi? Hükümet olup iktidar olamadığından dert yanan AKP’nin hedefinde rejimi daha Amerikancı, daha piyasacı ve daha gerici temellere yaslamak vardı. AKP bu hedefi gerçekleştirme yolunda karşısına Birinci Cumhuriyeti ve onun aktörlerini yerleştirmiştir. Bu noktada Kürt ulusal hareketi ile Birinci Cumhuriyet muktedirleri arasındaki tarihsel düşmanlık AKP’nin Kürt ulusal hareketinin gözünde iyi çocuk olarak belirmesine yol açmıştır. Bu hem yeni rejimi kurma perspektifine sahip AKP’nin hedefine kolay ulaşmasını sağlamış hem de Kürt ulusal hareketinin AKP’ye dönük olmadık umutlar beslemesine sebebiyet vermiştir. Buradaki yanlış algılamaların bütününde AKP iktidarının Birinci Cumhuriyet rejimiyle hesaplaşma iddiasında olduğuna Kürt ulusal hareketi dâhil ülkedeki birçok odağı inandırmış olması gerekçe olarak öne sürülebilir. Ancak bu yanlış algılamaların sonuçları yıkıcı olmuştur. Kürt ulusal hareketinin özellikle AKP iktidarı dönemindeki tarihi, gelen her bir Birinci Cumhuriyet rejimini karşısına alan liberal dalgaya kucak açmasından ve sonrasında gelen kaçınılmaz hayal kırıklıklarının ardından gösterdiği kör tepkilerden ibaretti. Böyledir, ancak yukarıda anlatılan süreç artık sona ermiştir. Kürt ulusal hareketinin AKP karşıtlığı kör tepkilerden beslenmekten ziyade artık sağlam nesnel dayanaklara sahiptir; daha doğrusu güçlü bir AKP karşıtlığını besleyecek kanalların önü açıktır. Hemen belirtilmelidir ki, AKP bu düzenin biricik ve alternatifsiz partisidir, bu sebepten ötürü siyasal ve ideolojik kodlarını sağlam temellere oturtan bir AKP karşıtlığı aynı zamanda düzene karşıtlıktır. Ancak böylesi bir AKP karşıtlığının kanallarının açık olması bu olasılığın realize olacağı anlamına gelmemektedir. Bu da yukarıda aktarılan tarihsellikten devrolunan bir gerçekliğe kapı aralamaktadır. Kürt hareketinin kör tepkiler gösterdiği dönemlerde, bu tepkilerin emekten yana bir siyaset kanalına kalıcı bir şekilde akmasını sağlayacak siyasal ve ideolojik biçimlenim sosyalist solda vardır. Başka bir deyişle, sosyalistlerin Kürt ulusal hareketine doğrudan destek verme yükümlülükleri olmayışı, bu dinamiği emperyalizmin belirleniminde bırakacakları anlamına gelmemektedir. Bu aynı zamanda Türkiye sosyalistlerinin, sosyalist devrim uğrağına giden yolda yerine getirmeleri gereken görevlerin en büyüğüdür. Ayrıca, dönem itibariyle olası olmamakla birlikte, dinci gerici İkinci Cumhuriyet rejimiyle olası bir uyumun Kürt hareketinde sürtünme yaratmaması, sınıf eksenini etkisizleştiremeyeceğinden ötürü nesnel olarak imkânsızdır. Ulusal bir hareketin açık bir sağ konumlanışa pürüzsüz bir şekilde kanalize olması beklenmemelidir. Zaten bu seçeneğin dışında kalan konumlanışların tümü solla kararlı bir bütünleşme gerçekleştiremediği ölçüde uzun sürede askıda kalamayacaktır ve sağa düşmeye mahkûmdur. Son olarak Aydemir Güler’in belirttiği gibi, “ulusal sorunun sosyalist devrimin bir dinamiği olması” durumu önceki yüzyılda olduğu gibi ortada duran bir gerçektir.5 Buraya kadar olan bölümde askeri darbenin gerçekleştiği 12 Eylül 1980 momentinden ikinci cumhuriyete kadar olan dönemde öne çıkan iki siyasal aktörün, Kürt ulusal hareketi ile dinci gerici parti AKP’nin evrimine doğrudan etki eden tarihsellik kısa bir değerlendirmeye tabi tutuldu. Karşıdevrimler çağının başlangıcına işaret eden ülkemizdeki askeri darbeyle ilk şeklini alan bu tarihsellik, Sovyetler Birliği’nin düşüşüyle beraber karakterinde gerici bir süreklilik kazandı. Değişen dünya kon5  Güler; Aydemir; Yolları Birleştirmek, Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2009, s: 241.

45


1980’den Günümüze

Kürt Dinamiği ve İkinci Cumhuriyet

46

jonktürüne Türkiye burjuvazisinin cevabı, Yeni- Osmanlıcılık referanslarıyla ikinci cumhuriyet oldu ve bu değişim Kürt ulusal hareketini de teğet geçmedi. Son olarak, anlatılan bu düzlem kaymasının sosyalist mücadeleye yansımaları özellikle Kürt dinamiği bağlamında incelendi. Sosyalist iktidar mücadelesinin temel ayaklarından birini de yeni rejimin aydınlarına dönük keskin bir ideolojik mücadele oluşturuyor. Başarılı bir mücadelenin sergilenmesi için, öncelikle ikinci cumhuriyetin ve bu rejimin organik aydınlarının Kürt sorununa dönük çözüm önerilerini incelemek ve bunlara gerekli eleştirileri getirmek büyük önem arz ediyor. Yazının geri kalanının meramını genel olarak söz konusu ideolojik mücadelenin çerçevesini oluşturmak olarak kodlayabiliriz. 2. CUMHURİYETİN KÜRT SORUNU AŞISI: “HEPİMİZ MÜSLÜMANIZ!” İdeolojik bir mücadelenin olmazsa olmazı ise özellikle Kürt Sorunu gibi çetrefilli ve hem ulusal hem uluslararası ölçekte kriz dinamiklerini içerisinde barındıran bir sorun için olguları belli bir analizden geçirmek oluyor. Öncelikle her gün yeni gelişmelere gebe olan sürecin6 mantığını kavramak açısından bu karmaşık gibi görünen sürecin mantığına yönelik bir çerçeve oluşturmak gerekli görülüyor. Ancak bu çaba sürecin başı sonu belli bir mantığının ve sorunun aktörlerinden herhangi birinin bu soruna dair kesin olmasa dahi en azından bütünlüklü bir çözümünün olup olmadığı sorusunu da içerisinde barındırıyor. Bu yazının konusu özellikle 12 Haziran seçimleri sonrası rahatlıkla kurulduğunu söyleyebileceğimiz 2. Cumhuriyetin ve bu gayrimeşru cumhuriyetin kurucu kadroları olarak dinci gerici ve liberal ya da ikisini de barındıran liberal muhafazakârların soruna bakışını ve bu bakış açısıyla paralel çözüm önerilerini konu ediniyor. Liberal-Muhafazakâr Pencereden Kürt Sorununun Kökeni: Modernist Ceberut Devlet Herhangi bir soruna dair çözüm önerileri aslında sorunun ne olduğu, neden kaynaklandığı ve tarihçesiyle yakından ilişkilidir. Bu açıdan Türkiye’deki liberal ve dinci kesimlerin Kürt Sorununa dair çözüm önerilerine bakmadan önce sorunun kökenine dair ne dediklerine bakmak gerekmektedir. Türkiye’deki her sorununun arkasında güçlü devlet geleneğini ve Kemalizm’i görmeye alışkın olan liberal-muhafazakâr özneler Kürt Sorunu söz konusu olduğunda da aynı ezberi tekrarlamaktan geri durmuyorlar. Liberalizmin gericilikle flörtünde başlangıç noktası olarak Türkiye tarihine dair okumalarını görmek yanlış olmasa gerek. Kemalist devrim sürecinden en azından ilk dönemlerde dışlanan gerici ve liberal özneler, Kürt sorununun kaynağı olarak da Kemalist devrimi ve Kemalizm’in modernleşmeci, görece aydınlanmacı kökenlerini görmektedir. Bu tarih okumasına göre dindar ve geleneksel bir yaşama sahip Kürt toplumu Kemalist devrimin halifeliği kaldırması, tekke ve zaviyeleri kapatması gibi uygulamalarından dolayı kendilerini bu süreçten dışlanmış hissetmiş ve rejimle bütünleşememişlerdir. “Sonra tarihçi David McDowall’ın A Modern History of The Kurds (Modern Kürt Tarihi-Z. B.) adlı kitabını okudum.(…) Orada vurgulanan bir tema çok çarpıcı geldi bana: Hilafetin kaldırılmasının ardından Kürtlerin yaşadığı hayal kırıklığı. McDowall bunun bir dönüm noktası olduğunu ve Şeyh Sait isyanına giden süreci başlattığını söylüyor.” 7 6  Sürecin nasıl bir hızla değiştiğini anlamak için 2005’te Erdoğan’ın Diyarbakır’da yaptığı ve açılım sürecini başlatan konuşma olarak gösterilen konuşmadan sonraki süreçte yaşanan yalnızca belli başlı olaylara bakmak dahi yeterli: Umut Kitapevinin bombalanması, 2006’da Diyarbakır’da gerilla cenazeleri nedeniyle yaşanan çatışmalar, 30 Eylül’de Öcalan’ın çağrısıyla ilan edilen ateşkes, DTP’nin 29 Mart yerel seçimlerinde bölgede elde ettiği başarı, Öcalan’ın yol haritası açıklamaları, Gülen hareketiyle uzun süreli gerilimlerden sonra yapılan iyi niyet açıklamaları, Habur sınır kapısından girenlerin tutuklanması, Reşadiye Baskını, DTP’nin kapatılması, KCK adıyla başlayan tutuklama furyası ve bu sırada tutuklanan Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi ve diğer KCK tutuklusu milletvekillerinin tutukluluk hallerinin devam etmesi yalnızca bu olayların en önemlileri. Bütün bu süre boyunca bu olaylarla somutlanan süreç değişikliklerini hatırlamak da konuyla ilgilenenler için zor olmayacaktır. 7  Akyol,Mustafa; Çözümğn Şafağında Kürt Sorunu; sy. 17; Özgür Yayınları

Benzer bir yaklaşımı CIA’nın Orta Doğu uzmanı ve Türkiye Masası Şefi Graham Fuller’de de görmek mümkün. Yalnız Fuller’in yaklaşımı Kürtlerin içerisindeki dini “ayrılıklara” da odaklanıyor: “Kürtler arasındaki Sünni-Alevi ayrılığının siyasi uzantılarını 1925 yılında patlak veren, Zazaca konuşan Sunni Kürtler tarafından yönetilen Şeyh Sait İsyanı’nda görebilmek mümkün. Halifelik gibi devletin birliğinin siyasi simgelerini ortadan kaldıran yeni Cumhuriyetin ihanetine uğradıklarını düşünen bu Sunni Kürtler, devletle işbirliği yapan Dersim’deki Alevi kardeşlerinin de ihanetine uğramışlardı.”8 Fuller, Dersim olaylarını da Şeyh Sait İsyanı’nın rövanşı olarak görüyor ve kitabı boyunca Kürtler için dinin ne kadar önemli olduğunu kanıtlama çabası içerisine giriyor.9 Bu öznelerin diğer bir iddiası da sorunun esas kaynağının Kemalist Cumhuriyet olduğu teziyle bağlantılı olarak Kürt Sorunu gibi bir sorunun Osmanlı İmparatorluğu’nda görülmemiş olması.10 Bu durum bazı açılardan doğrudur; ancak bu liberal-dinci “aydınların” iddia ettiği gibi Osmanlı’nın çok kültürlü ve hoşgörülü yapısından değil, Kürtlerin geç uluslaşmasından kaynaklanmaktadır. Dinci-liberal “aydınlarımız”ın Kürt Sorunu’na dair okumaları diğer birçok konuda olduğu gibi cumhuriyet nefretiyle başlıyor, solcularla devam ediyor, Kürt hareketine olan nefretle bitiyor. Bu durumun özeti ise liberal ve dinci kesimlerin dışındaki her öznenin sorunu büyüttüğü ya da sorunun esas sebebi olduğudur. 2. Cumhuriyet “aydınlarının” 1960-70 boyunca Kürt sorununun sebebine dair okumaları da sol nefretinin gözle görülür hale geldiği tezleri oluyor. Özellikle Türkiye işçi Partisi’nin (TİP) ve solcu Kürt öğrencileri bünyesinde toplayan Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın (DDKO) bu dönemde Kürt Sorunu’nu gündeme getirmeleri ve feodal-gerici sosyo-ekonomik yapı da dahil Kürt bölgelerinin sorunlarını Türkiye’nin batısındaki sorunlarla buluşturma çabaları solcuların Kürt Sorunu’na dair çabalarını görmezden gelmeyi zorlaştırıyor. Ancak dinci gericilik ve Türkiye’de hiçbir kökü ve toplumsal tabanı olmayan liberalizmin sol nefreti yaratıcı fikirlerin ortaya çıkmasını sağlıyor: 1. Komünistler sorunu dillendirdiği için Müslüman ve muhafazakâr olan Türk toplumu sorunu kabullenemedi ve bir tehlike olarak gördü ve –böyle olduğunu kabul ediyorsak- bunun sorumlusu komünistlerdir. 2. Bu dinsiz komünistler Müslüman olan ve Türklerle hiçbir sorunu olmayan –ki aksini kim iddia ediyor bilmiyoruz- Kürtleri kışkırtmış ve ayrılıkçı hareketlere sebebiyet vermişlerdir. Aklı başında herhangi bir insan için akıl tutulması olan bu tezleri gelin genç ve kültürlü İslamcımız Mustafa Akyol’dan dinleyelim: “Sanırım 1970’li yıllarda Kürt hareketi ile Marksist hareketin paralel gelişmesi, İslami çevrelerde ve merkez sağda Kürt kimliğine karşı alerji meydana getirmişti. (…) Böyle algılanınca bu sefer Kürt kimliği, Kürt hakları, Kürtlerin özgürleşmesi gibi kavramlar, Marksizmin parçası olarak görüldü.” 11 Babası Taha Akyol’un ırkçı bir milliyetçi değil, memleketini komünizme karşı savunan bir memleket sevdalısı olmasıyla övünen Mustafa Akyol’a göre elbette ki gerici ve sağcıların Kürt kimliğine karşı alerjisinin olması faşist olmalarından değildi, asıl sebep komünistlerin Kürtleri kışkırtması! Benzer iddialarını yine benzer cahillik örneğiyle Ali Bulaç gibi İslamcılarda görmek de mümkün. Bunun yanında, Fuller gibi Amerika’nın sorundaki gayri resmi sözcüsü olan bir ismin de sol düşmanlığını ve pragmatizmini görmek mümkün. Geçtiğimiz sene Türkçeye çevrilen kitabı Turkey’s Kurdish Question’ın (Türkçe baskıdaki ismi: Türkiye’nin Kürt Sorunu) önsözünde kitabın amacının Amerika’nın en önemli müttefiklerinden olan Türkiye’ye sorunun çözümünde yardım etmek oldu8  Fuller,Graham&Henri J. Barkey; Türkiye’nin Kürt Sorunu, sy. 109, Profil Yayınları 9  a.g.e.;sy. 109 10  Akyol,Mustafa; Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek; “Kürtler ve Osmanlı İmparatorluğu” içinde;sy. 21-57, Doğan Kitap, Benzer yaklaşımları BDP içerisinde siyaset yapmasına rağmen benzer İslamcı ideolojiye sahip Altan Tan’da da görmek mümkün. Tan,Altan; Kürt Sorunu, “Osmanlı-Kürt ilişkileri” içinde; sy. 73-81;Timaş Yayınları 11  Akyol,Mustafa; Çözümün Şafağında Kürt Sorunu; sy. 61, Özgür Yayınları

47


1980’den Günümüze

Kürt Dinamiği ve İkinci Cumhuriyet

48

ğunu ve kitabın siyasi bir kitap olduğunu12 vurgulayan Fuller, sol nefretini ve benzer tarih tezlerini de tekrarlıyor: “Sol grupların hareketli olduğu bu dönemde (1960’lar- Z. B.) siyaseten aktif çok sayıda Kürt, “ulusal hakları”nı elde etme çabası içerisinde Türk soluyla işbirliği içerisine girmişti. Ülkenin en geri kalmış bölgesinin sakinleri olarak Kürtlerin, Türk halkının “kapitalist ve emperyalist boyunduruktan” kurtarılmasından kesinlikle faydalanacağını düşünüyorlardı.” 13 12 Eylül faşist darbesinden sonra solun büyük bölümünün etkisiz kalması ve PKK’nin bağımsız bir özne olarak sahneye çıkmasından sonraki süreç için de benzer analizler devam etmektedir. İddia odur ki: Legal ve illegal kollarıyla Kürt hareketinin büyük ölçüde sol kökenden gelmesi Kürtlerin yapısıyla uyumlu değildir ve Kürtler bu nedenle bu hareketle bütünleşememektedirler. Sol kökenden gelen Kürt siyasetçiler ve PKK kadroları bir de Alevi kökenlidirler ve bu durum hareketin asıl rahatsız edici tarafıdır. Cengiz Çandar’ın TESEV için hazırladığı “Dağdan İniş- PKK Nasıl Silah Bırakır?” adlı raporun amacının bugünkü silahlı mücadelenin nasıl son bulacağı üzerine düşünmek olduğu şeklinde açıklansa da14 raporun büyük bir bölümü gereksiz diyebileceğimiz şekilde PKK’nin kökenlerine dair ayrıntılara ve PKK kadrolarının sol kökenine ayrılmaktadır. “Bu isimlerin (Raporda “Ankara Grubu” olarak da geçen Cemil Bayık, Duran Kalkan, Ali Haydar Kaytan gibi isimlerden söz ediliyor ve raporda PKK’nin şahin kanadı olarak adlandırılıyorlar-Z.B.) PKK üzerindeki nüfusu anlatılırken, söz konusu grubun çoğunluğunun Türkiye’nin Kürt nüfusu içerisinde azınlık oluşturan Alevi kimliğine ve tümünün 1970’lerin sol üniversite ortamından çıkmış olmalarına özellikle vurgu yapılmaktadır.” 15 Bu ve benzeri vurgulara hem Çandar’ın raporunda hem de yazı boyunca ismi geçen birçok İslamcı ve liberal yazarın kitap ve makalelerinde rastlamak mümkün.16 Benzer bir biçimde PKK’den farklı ve daha çok Kürt Bölgesel Yönetimi’ne ve Barzani önderliğindeki Kürt hareketine sempati duyan Kürt siyasi çevreleri de PKK’yi Kemalist olarak adlandırmakta ve bu tezin devamı olarak da PKK’nin TSK’yla görüştüğüne ve aslında PKK’yle TSK içerisindeki “derin” yapıların beraber hareket ettiğine değinmektedirler.17 Bu tezin artık bir deli saçmasına dönmüş olan Ergenekon-KCK, Kandil-Silivri gibi bağlantılara çıktığı açıktır. Bir dönem çok sık tekrarlanan ve aslında bugün de görebileceğimiz tezlere göre Ergenekon’un içerisinde yıllarca kontrgerilla yapılanmalarıyla mücadele etmiş birçok sol örgüt ve PKK de vardır. Ayrıca yukarıda yaptığımız alıntıda da ismi geçen Alevi ve sol kökenden gelen PKK yöneticilerinin aslında derin devletle ilişkisi olduğu tezleri de tekrarlanmaktadır. Bu tezler için özellikle sonradan PKK’den ayrılmış isimlerin kullanılması da başka bir ilginç nokta.18

de dahil birçok ana başlıkta yol alınamamasının sebebi ise asıl olarak diğer iki başlıktaki kriz yaratan süreçlerdir. Özellikle konunun siyasi boyutu bugün Türkiye için büyük bir kriz başlığıdır ve sorunun siyasi boyutu temel meselelerde dahi herhangi bir iyileştirmenin olmasını olanaksız hale getirmektedir. Siyasi Boyut: Emperyalizme Tam Özgürlük Sorunun siyasi boyutunun sorunun en can alıcı ve aslında sorunu çıkmaza sürükleyen boyutu olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. AKP hükümeti 2005 yılında Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasını başlangıç olarak alabileceğimiz bir süreç boyunca bir yandan sorunu çözeceğini söylemiş; bir yandan da KCK tutuklamaları, Öcalan’ın avukatlarıyla görüştürülmemesi, seçilmiş vekillerin tutukluluk hallerinin devam etmesi, sınır ötesi operasyonlar gibi başlıklarda Türkiye’nin en karanlık dönemlerini aratmayacak uygulamalara imza atmıştır. AKP iktidarı ve dinci-liberal ittifakın medyadan orduya kadar Türkiye’deki bütün kurumları işgal ettiği bir süreçte bu uygulamaların Türkiye’yi karanlığa sürüklemek isteyenlerin işi olduğunu söylemenin ya da sanki ortada bir şey dönüyormuş gibi bir hava yaratmanın hiçbir inandırıcılığı ve gerçekliği yoktur.19 Öyleyse bu süreç nasıl bir siyasi aklın sonucudur ve ortada “derin” bir güç yoksa sorunun kaynağı nedir? Başa yazılması gereken şey liberallerin ve özellikle 2. Cumhuriyetin asıl sahibi dincilerin sorunun gerçeğiyle asla yüzleşemeyecek olmalarıdır. Bundan dolayı da bu sorunu büyütmeye ama çözüyormuş havası yaratmaya daha uzun bir süre devam edecekler. AKP’nin ve onun akıl yürütücülerinin bugün sorunun siyasi boyutuna dair söyledikleri ilk şey “PKK ayrı, Kürt sorunu ayrı”dır. Sorunu yaratanın PKK olmadığı doğrudur; ancak sorunun bugün Kürt illerinin büyük çoğunluğundan birinci parti çıkan,milyonlarca Kürt’ü sokağa dökebilen bir hareketten ayrı düşünülebileceğini söylemek abestir. Fakat AKP iktidarının sorununun bu boyutunu ısrarla görmek istemediği ortadadır. Bununla beraber PKK’nin de AKP bunu görmediği sürece herhangi bir ateşkesi ya da barış görüşmesini kabul etmeyeceği aşikardır. Öyleyse AKP bu sorunu nasıl çözmeyi planlamaktadır? AKP iktidarının Kürt hareketine dair değişen dengelere göre değiştirdiği iki yönteminin olduğunu söylemek mümkün: 1. Kürt hareketinin legal ve illegal kollarıyla kriminalize edilerek tasfiye edilmesi, 2. Tasfiye edilemiyorsa Kürt siyasetinin 2. Cumhuriyetle ve AKP’nin gerici iktidarıyla uyumlu ya da en azından sorun çıkarmayacak şekilde dönüştürülmesi,

Sosyo-kültürel boyut içerisinde değerlendirebileceğimiz anadilde eğitim, kültürel haklar gibi başlıklar aslında sanılanın aksine asıl kriz yaratan başlıklar olmaktan çok uzaktır. Bugün anadilde eğitim

Bu iki yöntemin herhangi bir kronolojik sırayla kullanılmasından ziyade havuç-sopa ikilemi olarak düşünülmesi daha doğru olacaktır.20 Uzun zamandır Kürt hareketinin tasfiye edilmesinin zor olduğunun ve tasfiye edilmesi durumunda da birçok zorluğu beraberinde getireceğinin anlaşılmasıyla beraber ikinci seçeneğin asıl politika haline geldiği; ancak bu durumun asla birinci seçeneği dışlamayacak şekilde hayata geçirildiğini söylemek mümkün. Yani ikinci seçenek bir tür havuçtur ve havuca burun kıvıran için sopa da hazırdır. Ayrıca sopanın havucu yenebilir hale getirmek için kullanıldığına da sık sık şahit olmaktayız. Daha açık söylersek bugün artan KCK tutuklamaları, Öcalan’ın tecridi gibi durumların kolay yoldan birinci seçeneğe dahil edilmesi doğru olmayacaktır. Bu yöntemler ikinci

12  Fuller,Graham E.- Barkey, Henri J.; Türkiye’’nin Kürt Sorunu; sy.11 ve 15, Profil Yayınları 13  A.g.e.; sy. 38 14  Çandar,Cengiz; Dağdan İniş- PKK Nasıl Silah Bırakır; TESEV Rapor; sy. 9 15  A.g.e.; sy. 30 16  Bkz. Bulaç,Ali; Kürtler Nereye, Akyol,Taha; Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek; Çözümün Şafağında Kürt Sorunu, Tan,Altan; Kürt Sorunu 17  Bu teze rastlayabileceğimiz yerlerden biri yine Cengiz Çandar’ın raporu olmakla beraber farklı Kürt hareketlerine ait internet sitelerinde ve dergilerde de bunlara rastlamak mümkün: bkz. Nasname.com, rizgari.com, Serbesti Dergisi vd. 18  “Osman Öcalan: ‘Kongra-Gel,Kemalist bir örgüttür.” Milliyet,11 Aralık 2004; aktaran: Musluk,Coşkun; Kürt Sorununa Liberal-Muhafazakar Çözüm Denemesi; AKP ve Liberal Muhafazakar İttifak içinde; sy. 320; Der: Yaşlı,Fatih- Sümer, Çağdaş

19  Büşra Ersanlı’nın da içerisinde bulunduğu son KCK tutuklamalarıyla beraber dinci-liberal ittifakın liberal kanadında çatırdamaların olduğu,liberallerin bu baskıcı uygulamalara karşı çıktığı havası yaratıldı; ancak bariz olan bir gerçek var ki liberal köşe yazarları ve “aydınlar” hala tutuklamaların sanki AKP’nin dışında gelişen olaylarmış gibi göstermekte ısrarlı. Oral Çalışlar’ın Radikal’deki köşesinde 29 Ekim tarihli yazısındaki şu satırlar liberallerin hala AKP ile açıktan karşı karşıya gelmemek için ne kadar uğraştıklarını gösteriyor: “Bu operasyonların arkasında hangi siyasi akıl, hangi hukuki akıl varsa, kim buna destek veriyorsa, onlara ‘durun artık’ diyorum.” 20  AKP’nin Kürt Sorunu‘na dair bu iki seçeneğe sahip olduğu tezi, Kürt Sorunu‘na soldan bakan kimi makalelerde dile getirildi. Ancak konuya dair sözü edilen makalelerde bu iki seçeneğin daha çok kronolojik sıralaması ve birbirinin alternatifi olarak kullanuldığına değinilmiştir. Bkz. :Musluk,Coşkun; “Kürt Sorununa Liberal-Muhafazakar Çözüm Denemesi”; AKP ve LiberalMuhafazakar İttifak; der. Yaşlı,Fatih-Sümer,Çağdaş, Bilim ve Gelecek 92; Kaya,A. Celil; “Yeni hegemonya için yeni tarihsel bloklar AKP’nin Kürt Politikası”; sy. 28

Liberal-muhafazakâr ittifakının Kürt Sorununa nasıl baktığına kısaca göz gezdirdikten sonra bugün çözümüne dair söylediklerini incelemek mümkün. Sorunun çözümüne dair söylenenler asıl olarak üç başlıkta toplanabilir. 1. Sosyo-kültürel boyut, 2. Siyasi boyut, 3. Ekonomik boyut.

49


1980’den Günümüze

Kürt Dinamiği ve İkinci Cumhuriyet

50

seçeneğin içine de rahatlıkla sokulabilir. En basitinden şunu düşünebiliriz: Bugünkü sürecin PKK ve devletin (ve aynı anlama gelmek üzere AKP iktidarının) görüşme ihtimalini tamamen ortadan kaldırdığını ya da siyasi çözüm yolunun iki taraf için de tamamen kapandığını söyleyebilir miyiz? Mesele masaya oturduğunda kimin elinin daha kuvvetli olacağıdır. Ya da Kürt sorununun 2. Cumhuriyet ile uyumlu bir çözümünün mümkün olup olmadığıdır. AKP iktidarının uygulamaları Kürt hareketini bu çözüme ikna etme çabalarıdır. “Kürt siyaseti ve ulusal hareket önemli mesafe kat etmiştir ve sıfırlanma olasılığı yoktur. Büyük çoğunluğun artık bildiği gibi Kürt ulusal hareketinin tarafı olmadığı bir çözüm bulunmuyor ve hareketin bu anlamda siyasal platformdan dışa atılması olanaksız.” 21 Kürt hareketinin tamamen tasfiye edilememesinin yukarıdaki alıntıda Aydemir Güler’in de belirttiği gibi ulaşmış olduğu gücün ve Kürtlerin ne kadarının Kürt hareketine destek verdiğinden bağımsız olarak Türkiye’de Kürtleri temsil etme meşruiyetine sahip tek örgütlü güç olmasının etkisi çok büyüktür. Ancak eklenmesi gereken başka kimi sebeplerin olduğu da açıktır. Birincisi PKK’nin ve Kürt hareketinin tasfiye edilmesi durumunda ortaya müthiş bir boşluk çıkacak olmasıdır. Bugün Türkiye’de siyaset yapan ve kendisini “Kürt partisi” olarak tanımlayan farklı özneler olduğu ortada; ancak bunlardan herhangi birinin bugün BDP ya da PKK’nin ulaşmış olduğu gücün çok uzağında olduğu ve kısa sürede de ulaşamayacak olduğu aşikardır. Ayrıca diyelim ki yeni bir odak yaratıldı, bu odağın sorun çıkarmayacak bir odak olup olmayacağı belirsizdir. Öyleyse denenecek olan Kürt hareketini sıkıştırmak ve masaya eli zayıf şekilde oturmasını sağlamaktır. Bunu sağlamanın yolu bir yandan Kürt siyasetçileri tutuklamak ve Kürt hareketinin siyaset kanallarını zayıflatmak, diğer yandan da başta Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi olmak üzere ABD politikalarıyla ve bununla paralel olarak 2. Cumhuriyetle uyumlu Kürt özneler üzerinden Kürt hareketi üzerinde ideolojik baskı kurmaktır. Bugün Barzani ve diğer Kürt yöneticilerin bir yandan PKK’ye silah bırakma çağrısı yaparken bir yandan da Türkiye’deki Kürtlerin hamisi rolüne soyunmasının sebebini buralarda aramak gerekir. ‘’Kendileri açıkça söyledi ki Kürt milletini inkar dönemi geride kaldı. Bu, yeni bir tarih olsun demektir. Büyük bir cesaret isteyen durumdur. Bu tavırdan sonra, biz, PKK tarafından yapılan her türlü askeri eyleme karşıyız. Kan dökülmeye devam edilmemesi lazım. Biz herhangi bir mücadele olursa, bunun parlamentoda sürmesi gerektiğinden yanayız. Kürt ve Türk gençlerinin kanının bir daha dökülmemesi gerekiyor. Bu meselenin, barışçıl yöntemlerle çözülmesi gerekiyor. Başbakan’ın politikası bölgenin güvenliği için büyük bir katkı sağlayacaktır.’’ 22 Basında birçok kez sorunun taraflarına dair çıkan ve ilk bakışta birbiriyle çelişiyormuş gibi görünen haberler yer almaktadır. Bir zamanlar AKP tarafından “terör örgütü”yle asla görüşmeyeceklerine yönelik yapılan açıklamaların Oslo Görüşmeleri’nin kayıtlarının ortaya çıkmasıyla beraber koca bir şaka olduğu ortaya çıkmışken, tarafların “terör” nedeniyle görüşmediklerini söylemek ya da “terör”ün başlayan görüşmeleri engellediğini söylemek saf dillilikten öte bir anlam taşımamaktadır. Ortada koca bir temsiliyet sorunu vardır ve AKP bir yandan bu temsiliyet sorununu çözmek bir yandan da yeni ve gerici rejimin düşmanlarını saf dışı bırakarak yollarına devam etmelerini sağlamak durumundadır. Bunu sağlamak içinse her yol mübahtır ve asıl olan savaşta ölmüş binlerce Kürt ve Türk genci değil, asıl olan ABD ve emperyalizmin bölgesel çıkarları ve Orta Doğu halklarının gerici iktidarlarca sömürülmeye devam etmesidir; bunun Türkiye’deki yansıması ise emperyalizm başka bir kukla bulana kadar AKP iktidarıdır. PKK’nin Silah Bırakması: “Barışa” Giden Her Yol Mübah mıdır?

21  Güler,Aydemir; “Erdoğan’ın Kürt Savaşı”; soL portal; 17 Temmuz 2011 22  “Başkan Barzani:Kürt ve Türk Gençlerinin Kanı Bir Daha Dökülmesin!”; nasname.com; 5 Kasım 2011

Sorunun siyasal çözümüne dair en çok dillendirilen başlıklardan biri de PKK’nin silah bırakması ya da en azından geçici ateşkestir. Yandaş basında ve kimi “sol” çevrelerde sık sık tekrarlanan sorunun çözümü için silahların susması gerektiği tespiti23 Cengiz Çandar’ın geçtiğimiz haziran ayında TESEV için yazmış olduğu “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır?” isimli raporuyla beraber sistematize edildi. Rapor PKK’nin nasıl silahsızlanacağına odaklanması, herhangi bir gazetecinin sadece gazeteci kimliğiyle ulaşmasının zor olacağı kişilerle yapılan görüşmelerle ve bilimsel ya da teorik hiçbir arka plana yaslanmayan açıklamalarıyla Türkiye siyasetinde özgün bir yere oturacaktır. Ancak raporun asıl oturduğu yer ABD’li think-tank kuruluşlarına yaslanarak yaptığı “bilimsel”(!) terör ve isyan tanımlarıyla AKP’ye yol göstermektir. Bu yönüyle Çandar’ın raporunu Türkiyeli bir gazeteci kimliğiyle değil ABD’li bir siyaset analizcisi kimliğiyle yazdığı ortadadır.24 Şöyle bir bakıldığında raporda öneri adına yazılanlar aslında üç aşağı beş yukarı Türkiye’de Kürt Sorunu’na dair herkesin söyleyebileceği ve zaten konuya dair tartışmalarda dile getirilen önerilerdir. Peki, Çandar’ın bunca zahmete girip tekrar tekrar terör ve isyan arasındaki farklara değinmesi, müzakere ve silahsızlanmaya genişçe yer vermesinin önem nedir? Alper Birdal’ın da belirttiği gibi aslında rapor Çandar’ın kişisel düşüncelerinden çok daha fazlasını kapsamakta ve AKP’ye Kürt Sorununun 2. Cumhuriyet’le uyumlu “çözümünü” göstermektedir. ABD’nin terör ve isyan kavramlarını 11 Eylül saldırısından sonra müdahale alanını genişleten kavramlar olarak kullandığına ve tehdit olarak gördüğü her ülkeye müdahale ettiğine şahit olduk.25 Çandar’ın raporu ise Türkiye’ye Yeni-Osmanlıcı vizyonunun önündeki tek engelin Kürt Sorunu olduğunu gösteriyor ve Kürt Siyasetçilerine dayandırdığı görüşlerle AKP’ye sorunu çözersen Yeni-Osmanlıcılık hayalden öteye geçer diyor. “Leyla Zana görüşmemiz esnasında Kürt Sorunu’nun çözümü ile ilgili olarak ‘bu sorun çözülürse, çözüm yoluna girerse Türkiye işte o zaman; gerçekten dünyada köprü olur, bölgenin yıldızı olur’ demiştir. Görüşmeler esnasında birçok Kürt şahsiyeti de benzer görüşler dile getirmiştir.” 26 Çandar böylelikle kendi düşüncelerinin çok ötesine geçen bu raporda AKP’ye PKK’yle masaya oturun diyor; ancak bu masaya oturmanın zaten AKP’nin yararına olacağını da açık açık belirtiyor. Yazının önceki bölümlerinde de belirttiğimiz gibi devlet yetkililerinin ve AKP’nin tüm çatışma ve tutuklamalara rağmen İmralı’yla görüşmeler yaptığı ve çözüm masasına oturacağı aşikardır. Ancak burada önemli olan masaya kimin eli güçlü oturacağı ve nihai kazananın kim olacağıdır. Çandar raporunda Mandela örneğinden yola çıkarak çözüm masasına her halükarda eli güçlü oturanın AKP olacağını söylüyor ve endişelenmeye gerek yok diyor. “Masaya oturmak” ise Kürt sorununun “çözümü” ve Türkiye’nin bölge vizyonu için kaçınılmazdır. 23  Kürt Sorunu‘nun çözümüne dair söylenenlere bakıldığında ilk sırada PKK’nin silah bırakması geldiği ortada. Bkz. : Türköne,Mümtaz’er; “İyi Şeyler Nasıl Gerçekleşecek”; Zaman;12 Haziran 2009, Mahcupyan,Etyen; “Şiddette Mütekabiliyet”,Zaman;19 Ekim 2011;Çalışlar,Oral;”Kandil’den Ankara’ya Çözümün Şifresi”; Radikal;28 Haziran 2011 24  Çandar da bu durumu gizleme gereği duymuyor aslında. Raporun metodoloji ve amaç bölümünde Çandar durumu şu şekilde dile getiriyor: “Türkiye dışındaki örnekler için, çoğunlukla Amerika Birleşik Devletleri’ndeki (ABD) düşünce kuruluşları tarafından etnik kökenli isyanların, iç savaşların, ayaklanmaların nasıl sona erdirildiğine ilişkin yapılmış olan çalışmalara başvurulmuştur.” ;sy. 10. Çandarın söz etmiş olduğu “düşünce” kuruluşları ve yayınları ise şunlar: “Amerikan Rand Corporation tarafından Deniz Piyadeleri’nin İstihbarat Faaliyet’ine katkı sunmak üzere hazırlanan “How İnsurgiencies End” (İsyanlar Nasıl Sona Erer) isimli çalışmadır. (Burada parantez açalım ve şunu belirtelim: Graham Fuller’in Kürt Sorununa dair yazmış olduğu “Turkey’s Kurdish Question” kitabı da yine Amerikan Rand Corporation tarafından finanse edilmiştir. Z. B.) (…) Yararlanılan diğer çalışma ise Amerikan Kara Harp Okulu’nun düşünce kuruluşu niteliğindeki Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün (Strategic Studies Institute) 2004’te yayımladığı “Insurgiency and Counterinsurgency in the 21st Century: Reconceptualizing Threat and Response” (21. Yüzyılda İsyan ve Bastırma: Tehdit v Tehdide Karşılık Vermeyi Yeniden Kavramsallaştırma) başlıklı rapordur. Aynı kuruluşun Ocak 2007’de yayımladığı “Rethinking Insurgency” (İsyanı Yeniden Düşünmek) adlı çalışmasından da ayrıca yararlanılmıştır.” 25  Birdal,Alper; “Çandar’ın Kürt Raporu: Pratik Aklın Eleştirisine Giriş”; soL Portal; 4 Temmuz 2011 26  Çandar,Cengiz; a.g.e.; sy. 80

51


1980’den Günümüze

Kürt Dinamiği ve İkinci Cumhuriyet

52

Ancak raporda dikkat çekici nokta, Çandar’ın tersinden rapor boyunca empati kurmaya çalışan ve barış için cesur açıklamalar yapan pozudur. Özellikle Çandar’ın üzerinde çok sık durduğu ve “yeni paradigma” dediği sorunun PKK’siz çözümünün olanaksız olduğu ve bunun için de PKK’nin bir terör örgütü olarak değil isyan hareketi olarak kabul edilmesi gerektiği yönündeki tespiti önemlidir. Bu tanımlarda Çandar’ın bilimsel değil pragmatist davrandığını ve yine ABD’li kaynaklar aracılığıyla konuyu çözmeye çalıştığını belirtelim.27 Çandar’ın bu empati kuran görüntüsü de yine ABD kaynaklı bir terimle açıklanıyor. 1957’de Amerikalı think-tank kuruluşları tarafından çıkarılan Conflict Resolution isimli dergiyle beraber siyaset bilimi literatürüne giren kavramın temelindeki düşünce şu: Karşıt iki taraftan biri diğerini çözüme zorlarken kendisini empati kuran ve karşısındakini de düşünen bir konumdaymış gibi gösterir. Asıl olarak karşı tarafa taleplerini kabul ettirmeye çalışır ancak çatışmanın talepleri kabul ettirmeyi zorlaştıracağı düşüncesiyle çatışmayı değil uzlaşmayı ön plana çıkarır. Böylelikle taleplerinin yalnızca kendisi için değil karşı taraf için de en doğrusu ve en yararlısı olduğuna karşı tarafı da ikna eder. Ancak yine de asıl karlı olan kendisidir. Yukarıda da belirttiğimiz durumu göz önünde bulundurursak Çandar bu raporunda kendisini (ve daha önemlisi raporu da) tarafsızmış gibi göstermekte ve Kürtlerle empati kuran ve sorunun çözümünü isteyen aydın pozuna bürünmektedir. Çandar’ın raporunda isyan ve terörü farklı kategorilerde değerlendirdiğini söylemiştik, bu farklardan raporda sık sık vurgulananı ise isyan hareketlerinin siyasi bir amacının olduğu ve belli bir sürecin sonunda savaştığı güçle masaya oturmaya çalışacağıdır. Terör örgütü ise kesinlikle masaya oturmaz ve savaştığı güçlerle karşı karşıya gelmek istemez.28 Buradaki mesaj ise nettir: Müzakereye ve anlaşmaya razı olursan isyan hareketisin ve yaşamaya şansın var; ancak emperyalizmle pazarlık etmezsen terör örgütüsün. Kanımca bu bakış açısı bütün rapor boyunca üzerinde önemle durulan noktalardan biridir. Bütün bu belirtilenlerden sonra akla şu sorunun gelmesi kaçınılmaz oluyor: Çandar’ın raporu ve liberal-muhafazakar “aydınlar” sorunun çözümü için silahsızlanmayı ve çatışmaların bitmesini istiyorlar, o zaman bunu istemek kötü müdür? Yıllardır binlerce gencin ölmesine sebep olan, Türkiye’yi bir iç savaşın eşiğine getiren bütün bu çatışmaların durması neden kötü olsun ki? Böyle bir itiraz elbette ki haklı bir itirazdır; ancak sorunu savaş-barış ekseninde tartışmanın başka kimi sakıncaları vardır. Önemli olan bu süreçte rol alacak aktörler ve bu aktörlerin Türk ve Kürt halklarının geleceğine dair planlarıdır. Bugün Orta Doğu coğrafyası yeniden şekillendirilirken ve Türkiye taşeron bir emperyalizme yönelirken dinci-liberal akıl hocalarının söz ettiği barışa kuşkuyla bakmak gerekmektedir. Eğer barış silahların susması ise PKK ve Türkiye Devleti kolaylıkla NATO’nun arabuluculuğuyla silahlı mücadeleye son verebilir ve bu süreçte NATO güçleri bölgede çatışmasızlığı garanti altına almak adına konuşlanabilir. Ancak silahlar sustu diye daha büyük bir savaş ve suç makinesinin Türkiye halklarının kaderini belirlemesine izin vermek ancak liberallere ve dinci gericiliğe yakışır bir aymazlıktır. Söylemek istediğimiz özetle şudur: Çözümü silahsızlanma olarak koyan güçler sorunun büyümesine sebep olan uluslar arası süreci görmezden gelmekte ve savaş-barış ekseniyle emperyalizmin bölgeyi şekillendirme çabalarını perdelemektedir. AKP’nin Şark Kurnazlığı: Yerel Yönetimlerin Güçlendirilmesi Kürt Sorunu’nun çözümüne dair ekonomik boyut tartışılırken en çok gündeme gelen başlık uzun zamandır yerelleşme ya da yerel yönetimlerini güçlendirilmesi oluyor. Kürt hareketinin bağımsızlık 27  Terör kavramı ve PKK’nin konumu bu yazının kapsamı dışında kalmakta ve bu yazıyı aşacak bir tartışmayı gerektirmektedir. Ancak ilk elden şunu söylemek mümkün, buradaki itiraz PKK’nin bir isyan hareketi olduğuna dair değildir. Bunu yaparken Çandar’ın dayandığı kaynaklar ve bilimsel olma kaygısı gütmeden sırf pragmatik amaçlarla tanımlar yapmasındadır. Örnek vermek gerekirse, Çandar raporu boyunca sık sık terör ve isyan hareketlerinin tanımına ve farkına değiniyor; ancak hemen sonrasında isyan hareketinin de terörü zaman zaman bir araç olarak kullanabileceğini söylüyor. 28  A.g.e.; sy. 20

iddiasından vazgeçmesinden sonra yine Kürt hareketi tarafından demokratik konfederalizmden demokratik özerliğe kadar birçok model ortaya atıldı. En son Demokratik Toplum Kongresi’nin seçim sonrası Diyarbakır’da demokratik özerkliği ilan etmesi29 tartışmaları alevlendirmiş ve BDP’nin başını çektiği blok içerisinde dahi görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştı. Eski Milli Görüşçü Altan Tan ve KADEP Genel Başkanı Şerafettin Elçi blok içerisindeki muhalefetin başında yer alıyordu. Ancak kısa süre sonra Kürt Sorunu’na dair başka gelişmeler ve Kürt hareketinin AKP’nin sindirme politikalarına maruz kalması zaten süreci pratik olarak işlemez hale getirmiştir. Önümüzdeki dönem için şimdilik görünen AKP’nin yeni bir şark kurnazlığıyla Kürtlerin taleplerini yerine getirme havasında yerel belediyelerin yetkisini arttırması ve dünya ekonomisinin neoliberal yeniden düzenlenmesinde Türkiye’nin yerini alması olacağıdır.30 Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla beraber 90’larda hız kazanan neoliberal ekonomik yapılanmanın Dünya Bankası’nın yayınladığı raporlarla beraber özellikle geç kapitalistleşen ülkeler için ekonomik bir kalkınma yolu olarak önerdiği yönetişim (İngilizcesi “governance”) modeli süreç içerisinde yayımlanan başka raporlarla kimi değişiklikler geçirdi.31 Yönetişim modelinin ilk ortaya çıktığı yıllarda dayandığı temel argüman aslında küreselleşmeyle paraleldir. 90’lar boyunca sosyal bilimlerin amentüsü haline gelen “ulus devletlerin sonu”, “kapitalizmin mutlak zaferi”, “sivil toplumculuk”, “küresel ekonomi” gibi temel argümanlar aslında yönetişim modelinin önerilmesine sebep gösterilen argümanlardır. Modelin diğer sivil toplumcu tezlerden farkı ise, modelin “yönetime katılım ilkesini de aşarak ‘birlikte yönetme’ iddiasıdır.” 32 Dünya Bankası’nın ilk raporlarında minimal devlet, yönetime aktif katılan sivil toplum ve yerel yönetimlerle özdeşleştirilen yönetişim modeli sonraki yıllarda minimal devletin yerine müdahaleci devleti koyacaktı; ancak bu müdahaleci devletin önceki dönemlerden farkı halka kamu hizmeti taşıyan sosyal devlet değil, sermayenin önündeki engellerin kaldırılması için ekonomiye müdahale eden ve ekonomik alanı yeniden düzenleyen devlettir. Küreselleşme rüzgarlarının estiği ve sermayenin mutlak iktidarını “muştulayan” 90’lı yılların başında ekonomik alanın düzenlenmesinde devlete ihtiyaç duyulmayacağı düşünülüyordu; ancak ilerleyen yıllarda dünya kapitalist sisteminin ağır krizlerle sarsılması ve ekonomik alanda yeniden müdahale eden bir özneye ihtiyaç duyulması yönetişim modelinde kimi değişikliklere gidilmesine sebep oldu. Kamu harcamalarının devlet üzerinde yük olduğu ve devletin bu yüklerinden kurtularak ekonomik alana daha verimli müdahalelerde bulunabileceği tezi yönetişim kavramının yeni dönemine damga vurdu.33 Yönetişim modelinin yerel belediyeciliğe alan açan kısmı ise yönetim aygıtı olarak devletin yerel yönetimler, merkezi iktidar ve sivil toplum kuruluşları arasında paylaşılmasını öngörmesindedir. Devleti yönetmek için kurulan üçlü bir ittifak gibi görünen model, aslında iktidarın doğrudan sermayenin eline geçmesi anlamına da gelmektedir. İşveren kuruluşları ve sendikaların ikisinin birden sivil toplum içerisine sokulması ve sanki merkezi iktidara karşı aynı taleplere sahipmiş gibi bir bütünlük 29  Dönemin gazetelerine bakılabilir: “DTK, Demokratik Özerklik İlan Etti”; 14 Temmuz 2011; “DTK, ‘Demokratik Özerkliği’ İlan Etti”; soL portal; 14 Temmuz 2011 30  Kürt hareketinin legal ve illegal kolları tarafından dillendirilen Demokratik Özerklik talebi Kürt Hareketi cephesinden sadece ekonomik boyut olarak değil aynı zamanda bir yönetim şekli olarak algılanıyor. Kuşkusuz AKP politikalarından bağımsız olarak bugün Kürt hareketi tarafından ortaya atılan Demokratik Özerklik talebinin de tartışılması ve eleştirilmesi gerekiyor. Kürt hareketine ait ya da yakın yayın organlarında işlenen konunun ekonomik ve yönetsel boyutları bölgenin bugünkü gerçekliğinde gerçekçi görünmüyor. Özellikle bir zamanların üçüncü yolculuğunu hatırlatan kapitalist olmayan ama zaten bir ulus devlet ölçeğine yaslanmadığından ve böyle bir talep de olmadığından sosyalist de olmayan ekonomi modelinin gerçekliği tartışmalıdır. 31  Daha ayrıntılı bilgi için bkz.: Bayramoğlu,Sonay: “Küreselleşmenin Yeni Siyasal İktidar Modeli: Yönetişim”; Praksis 7; sy 85-116 32  A.g.y.; sy. 87 33  Güler, Birgül Ayman; “Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye”; Praksis 9; sy. 100. Adı geçen makalede durumu vurgulayan başka bir durumda önemli görünüyor. Klasik liberal iktisatta kamu yönetimi olarak bilinen devletin kamu alanındaki etkinlikleri yönetişim modeliyle beraber artık kamu işletmeciliği olarak adlandırılmakta ve durum aynı zamanda devletin vatandaşa hizmet etmesi şeklinde kodlanan kamu yönetiminin kâr amaçlı bir faaliyete dönüşümünü de simgelemektedir.

53


1980’den Günümüze

Kürt Dinamiği ve İkinci Cumhuriyet

54

içerisine sokulmaları, aslında temel çelişkileri devletle sivil toplum arasında gören ve sınıf mücadelelerinin üstünü örten bakış açısıyla paraleldir. Devletin de düzenleyici olarak ekonomik alana katıldığını ve kamu alanından çekildiğini de hesaba katarsak durum somutlaşmaktadır. Neoliberal ekonomik modelin devamı durumundaki yönetişimin bugün AKP tarafından kabul edilebilir yanı aslında sermayeye alan açan yanıdır. Ancak AKP’nin bugün iktidar aygıtlarının tamamını klasik burjuva devletinin sınırlarını zorlayan biçimde kendinde toparlamış olması zaten yerel yönetimlerin güçlendirilmesi meselesinin sanılandan daha sorunlu olduğunu da gösteriyor.34 “(…) dünyanın birçok ülkesinde governance (yönetişim) kavramı çerçevesinde, merkezi hükümet ile yerel yönetimler arasında, merkezi hükümet ve yerel yönetimlerin kendi içinde ve devletle sivil toplum arasında yeni bir iş bölümü söz konusu iken ülkemizde devlet ve merkezi hükümet bu yetkilerini titizlikle ve kıskançlıkla korumaya çalışmaktadır.” 35

Ancak diğer yandan AKP’nin kendi iktidar alanında da Kürtlere vaat edebileceği bir şey yoktur. Sorunun çözümüne dair söyledikleri en radikal şeyler dahi Türk ve Kürt halklarının aynı dini paylaşmakta olduğudur. Aslında bu söylem Kürt sorununu ulusal bir sorun olarak görmek istemeyen AKP’nin çırpınışıdır. En başta belirttiğimiz gibi AKP’nin Kürt sorununa dair söyleyecekleri ve yapacakları “Hepimiz Müslümanız” söyleminden öteye geçemeyecektir. Özetle söyleyebileceğimizi sonda söyleyelim: Kendisi herhangi bir meşruiyete sahip olmayan 2. Cumhuriyetin ve onun kurucu kadroları olarak AKP ve dinci-liberal “aydınların”, sorunu çözmeye yönelik hiçbir meşruiyetleri yoktur. Kürt sorunu gibi bölgemiz için yakıcı hale gelen sorunların, bölgemizi yangın yerine çeviren emperyalizmin sorundaki rolüne son verilmeden çözülemeyeceğini söylemek ise malumun ilanıdır.

Alıntının iş bölümü konusunda söyledikleri kuşkusuz eleştirilebilir; ancak bugün Türkiye’deki yönetimin geldiği nokta açısından doğru bir yere değindiği de şüphesiz. Kısacası, AKP bir yandan ülkenin ekonomik yapısını sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürürken diğer yandan da Kürtler için reform yaptığı görüntüsü vermektedir. Ancak AKP’nin sermaye dışında herhangi bir özneye alan açmayan iktidar yapısı görüntünün sahteliğini gözler önüne sermektedir. Sonuç Yerine: 2. Cumhuriyet Neyi Çözer? Kürt Sorunu’nu mu? Bütün bu söylenenler ışığında yapılacak temel tespitleri belirtmek gerekiyor. Yukarıda AKP’nin Kürt hareketini tasfiye etmekten ziyade terbiye etmeye çalıştığını söyledik. Peki, Kürt hareketi tasfiye edilmek istense Türkiye’de Kürt Hareketi’nin boşluğunu dolduracak bir özne bulunabilir mi? En azından hem 90’larda hem de AKP’nin ilk dönemlerinde uzun vadeli bir plan olarak denediği süreç içerisinde mümkün olmamıştır. Açık olalım: Bundan sonra da mümkün görünmemektedir. Bunun nedenlerini sorgularken Kürt Hareketi’nin, Kürt Halkının gözünde bu meşruiyeti sağlamadan önce uzun bir mücadele dönemi geçirdiğini ve bunun yaklaşık 30 yıl süren bir süreç olduğunu bir kenara not etmek gerekir. AKP’nin neden PKK dışında bir özneyi tercih edeceği sorusuna verilecek yanıt da önemlidir. Bunu anlamak açısından ise AKP’nin Türkiye için çizdiği rotaya bakmak gerekiyor. Cumhuriyetin bütün kurumlarını tasfiye eden AKP hükümeti Türkiye halklarına dair bütün ilerici değerleri silmeye kararlıdır. Dinselleşmeyi gelecek projesinin başına, hemen piyasalaşmanın yanına yazan AKP hükümeti öyle ya da böyle bir ulusal hareket olan Kürt Hareketi’nin bu özelliğinden dolayı içerisinde bulundurduğu modernist öğelere tahammül edememekte ve mümkünse kolayca yola getirebileceği öznelerle bu işi çözmek istemektedir. AKP hükümeti Kürt Hareketi’ne alternatif bulmayı zorlarken daha çok Barzani’yi destekleyen, İslamcı ve Amerikancı bir özne yaratma çabası içerisine girmiştir. Aslında bugün Türkiye’de siyaset yapan ve açıkça Kürt hareketini karşısına alan irili ufaklı kimi Kürt öbekler vardır ve birçoğu PKK karşıtlığını Barzani destekçiliği ile taçlandırmaktadır. Ancak bu öznelerden herhangi birinin Kürt hareketinin yerini almasının pek mümkün olmadığı kısa zamanda ortaya çıkmıştır. AKP hükümeti ise bu özneleri Kürt hareketini yola getirmenin bir aracı olarak görmüş ve bunlar üzerinden hareket üzerinde ideolojik bir baskı kurmayı denemiştir.

34  Klasik burjuva devlet tanımında güçler ayrılığına dayanan yasama,yürütme ve yargı organlarının bağımsız yapısının AKP’nin son dönem müdahaleleriyle tamamen ortadan kalktığını hatırlayabiliriz. Ayrıca KHK’larla fiili olarak yasama organı olarak meclisi geçersizleştiren AKP tüm gücü yürütme organında toplamış durumda. 35  Göymen, Korel; Türkiye’de Kent Yönetimi; sy. 11-12; Boyut Yayınları; aktaran: Güler; Birgül Ayman; a.g.y.; sy. 112

55


RÖPORTAJ

Alper Birdal ile Röportaj Zozan Baran: İlk sorumuzla başlayalım. Öncelikle bir genel giriş yapalım. “Arap Baharı” denilen bir süreç var ve bu süreç içerisinde Libya’da yaşananlar, son olarak Kaddafi’nin öldürülmesi, yine bu ülkede şeriatın ilan edilmesi, Tunus’ta İslamcıların başa geçmesi gibi gelişmeler belli bir fikir veriyor sürecin nasıl işlediğine dair, ancak yine de ortada bir kafa karışıklığı mevcut. Sürecin bir ayaklanma mı, devrim mi, yoksa bir karşıdevrim mi olduğuna dair tartışmalardan söz ediyorum. Neler söylemek istersiniz? Alper Birdal: Dil konusunda biraz dikkatli olmak lazım. Bu “Arap Baharı” adlandırması, emperyalizmin özellikle Mısır’daki süreci daha enine boyuna manipüle etmeye başlamasından itibaren Batı basını tarafından yerleştirildi. Aslında Libya’daki olayların bağlandığı nokta itibariyle Batı basınında bile başka nedenlerle bu adlandırmanın kendisi sorgulanmaya başlandı. Tırnak içerisinde kullanıyoruz biz bunu tabii; bir süreç var ve onu yaygın olarak anlatan bir adlandırma, bir ifade olarak yer veriyoruz, ama özellikle sözel olarak kullanırken tırnak işaretini belirtme şansımız olmuyor. Dikkatli olmak lazım; bu tür kavramların yaygınlaşmasının kendisinin ciddi bir ideolojik önemi var. Ortada bir bahar filan yok, Arap halkları açısından da bizim bölgemizin bütünü açısından da Türkiye halkları açısından da bir bahar falan yok. Üstelik kavramın kendi referansı reel sosyalizmin çözülüş sürecine yapıldığı için sosyalistler açısından çok sağlıksız bir atıfta bulunuyor. Murat Yılan: Prag Baharı’nı mı kastediyorsunuz? A.B.: Evet, evet! Bu kavramı kullandığınız zaman, siz aslında antikomünist bir söylemden köken alan ve üstelik emperyalizmin bölge halklarına dönük çok büyük bir operasyonuna olumlu bir gönderme yapan bir dil kullanmış oluyorsunuz; buna dikkat etmek lazım. Aslında bu kavramın kendisinin eleştirisi dahi yaşadığımız sürecin niteliği konusunda epeyce bir şey söylüyor. Bu sorgulanmaya başlandı. İlk başta hızlı bir biçimde yaşananları bir devrim olarak adlandırmaya başladılar, aslında burada kendi içinde tutarlı bir ideoloji geliştirdi emperyalizmin sözcüleri. Tutarlılık şuradaydı: Dediler ki, bu bir devrimdir, bu bir Arap Baharı’dır. Referans noktaları Prag Baharı’ydı, reel sosyalizmin çözülüş süreciydi. Prag Baharı çözülüş sürecini anlatmıyor, ama Sovyetler Birliği’ne karşı verilmiş, yine aslında emperyalizmin reel sosyalizm deneyimlerine karşı çok büyük bir ideolojik saldırı başlattığı dönemin önemli bir olayından bahsediyoruz ve çağrışım itibariyle ki bunu yazanlar da çokça oldu, 1989–91 kesitini anlatıyor daha ziyade. Buraya referans gösteren bir “devrim” kavramından bahsediyoruz ve bu kavramı kullanıyorlar. Bu referansın kaynağını düşünmek gerekiyor, yoğun şiddetli benzer bir ideolojik saldırı ve buna eşlik eden siyasi saldırı 90’lı yılların başlarından gerçekleşmişti. O zaman da kavramlar evreninde bunun bir karşılığı vardı. Özellikle özgürlük kavramını ön plana çıkartıyorlardı, yine devrim diyorlardı, ama

daha fazla üzerine bastıkları şey özgürlüktü. Esaret altında yaşayan bütün halklar, Orta Avrupa halkları, Sovyet halkları özgürlüğüne kavuştu, diyorlardı. Türkiye’deki egemenler de bir ucundan dâhil oluyorlardı bu saldırıya; esaret altındaki Türk milleti özgürlüğüne kavuştu, diyerek dâhil oluyorlardı sürece. Şimdilerde devrim kavramını kullanarak bunun bir benzerini yapıyorlar. “Ortadoğu halkları diktatörlüklerden kurtuluyor, bu bir devrim, demokrasi yönünde adım atılıyor.” Bunun tabii ki hiçbir tanım itibariyle, nereden bakarsanız bakın, Marksizm’i geçtim, daha başka Batı sosyolojisinin devrim tanımlarına göre bile devrim olarak nitelenmesi mümkün değil. Çünkü bir ülkede, bir dizi ülkede, öyle ya da böyle birtakım kitlesel eylemliliklerin içinde bulunduğu süreç ile iktidarın değişmesi bir devrim anlamına gelmez. Önemli toplumsal olaylardır; bir halk ayaklanması vardır, ama buna devrim demek, iktidarın büyük bir nitelik değişiminde olduğunu ifade etmektir. Nitelik değişiminden bahsedeceksek eğer, nereye bakmamız gerekiyor? Birincisi, kendi içinde iktidarın sınıfsal kompozisyonunu değişimine bakmak gerekiyor. Burada tabii Marksist bir çözümleme gerekiyor. İkincisi, dünya ile eklemlenme biçimi değişti mi? Bu sorulara eğer biz adamakıllı bir yanıt veremiyorsak, “ortada bir devrim var,” dememiz de mümkün olmuyor. Şimdi hangi örnekte bunların yanıtını olumlu verebiliriz? Peki, o zaman elde devrim diye ne kalıyor? Elde devrim diye kalan şey, aslında otokratik birtakım yönetimlerin yerini başka yönetimlerin almış olması. Henüz onların da ne olacağı şu anda aslında belirsiz ve hakikaten ciddi bir belirsizlik var. Örneğin Mısır’ı düşünelim; hala bir hükümet kurulabilmiş değil, ordu iktidarda, darbe yapıldı aslında Mısır’da. Ocak ayında seçimler yapılacağı söyleniyor, ama yapılıp yapılmayacağı kesin değil. Öncesinde anayasa referandumu veyahut anayasa değişikliği yapılacak mı, yapılmayacak mı; o da kesinleşmiş değil. Dolayısıyla bir otokratik rejim, örneğin Mübarek rejimi devrildi, yerine demokratik, meşruiyetini temsili demokrasiden alan bir rejim geldi, dolayısıyla bir devrim yaşandı denilen ülkelerde henüz bir tek Tunus, o da yeni, örneği verilebilir. Ona da yeri gelmişken değinmek gerekiyor. Tunus’taki seçimlere katılım oranı yüzde 51. Alın size meşruiyet. Yüzde 51 içerisinde çoğunluğun oyunu aldı diye Müslüman Kardeşler’e bağlı El-Nahda isimli bir parti devrim yapmış sayılıyor. Avrupa’da bile daha yüksek katılımlı seçimler yapılıyor. Kuzey Afrika’daki bir ülkede yüzde 51 katılımlı seçim bize devrim diye yutturulmaya çalışılıyor. Yani Marksist terminolojiyi, Marksist metodolojiyi bile bir kenara bırakırsanız, basit anlamda bir rejim değişimi, efendime söyleyeyim, otokratik rejimin yerine demokratik rejimin gelmesi gibi liberal tanımlamalarla bile ilişkili bir şey ortada yok. Libya’da ne oldu? Libya’da Ulusal Geçiş Konseyi diye bir ucube iktidara getirildi. İçinde El-Kaide var, içinde başka İslamcı gruplar var, içinde süzme işbirlikçi ajanlar var ve şeriat ilan ettiler, şeriatla yönetilecek bu ülke diye ilan ettiler. Bu mu Kaddafi otokrasisinden, diktatörlüğünden kurtulmak? Geçmişte Latin Amerika’da örneklerini gördüğümüz gibi “bir diktatörü al, yerine başkasını getir” şeklinde özetleyeceğimiz süreçlerden hiçbir farkı yok. Sadece bunu bu defa, en azından Mısır ve Tunus örneklerinde kitle tabanına sahip olan İslamcı örgütler üzerinden yapıyorlar. Eninde sonunda bağlamak istedikleri yer yine seçimli demokrasiler olacak, bu seçimlerin bir örneğini Tunus’ta yaşadık. Bunların siyaseten büyük bir anlamı olduğunu söylemek saçma olur. O halde ortada bir devrim yok, ortada Arap halkları için bahar denilen şey hiç yok. Bu yaşayanlar özet itibariyle, özü itibariyle emperyalizmin bölgedeki güç dengelerini kendi lehine değiştirmek ve aslında şu içinden geçtiği ağır kriz koşullarında Ortadoğu’da çok büyük ve biraz ertelenmiş bir restorasyon yapmaya başlamasıdır. Başka bir anlam taşımıyor. Z.B.: Belirttiğiniz gibi böyle bir devrim süreci yok ortada. Ama uzun süre boyunca Türkiye’de birçok sol grup bunun bir devrim olduğunu söyledi. Hatta bunun devrim olmadığını söyleyenlere dair ciddi eleştiriler getirildi. Yani sol açısından ya da Marksizm açısından bakarsak böyle bir kafa karışıklığının sebebini nerede aramak gerekir? A.B.: Bunun sebebini, yani daha doğrusu yaşananları bir devrim olarak niteleyen ve solda olduğunu iddia eden kesimlerin kafa karışıklığını Marksizm’le açıklayamayız. Bu herhalde hepimiz açısından net. Neden böyle yaklaştılar? Bu bence içinde yaşadığımız tarihsel dönemin karakteri ile biraz alakalı. Elbette ki, Türkiye solunun kendi hali ile alakalı. Tarihsel dönemin karakteri derken şunu kastediyorum: Biz uzun zamandır, ama özellikle son otuz senedir insanlık olarak bir gericilik çağını yaşıyoruz. Gerici-

57


58

lik çağında yaşamak aslında şu anlama geliyor; otuz senedir biz işçi sınıfının, emekçilerin, yoksulların haklı ve büyük zaferlerini neredeyse hiç görmedik. Tarihsel nitelik kazanan zaferleri yaşamadık. Bu karanlığı yırtan, bir umut ışığı sunan zaferleri yaşamadık. Evet, küçük ve önemli zaferler yaşadı bu otuz yıl içerisinde. Kapitalist sistemin ve emperyalist sistemin meşruiyetinde ve egemenliğinde önemli aşınmalar da gerçekleştiği söylenebilir belirli açılardan. Ama sonuçta bir bilânço çıkardığımızda, ibre ne tarafı gösteriyor diye baktığımızda, ibre ne yazık ki bu otuz senede ağırlıklı bir biçimde emperyalizmin ve kapitalizmin egemenliğini gösteriyor. Onların istediği oldu eninde sonunda. Somutlamak gerekirse, Irak işgali, Afganistan işgali dünyada ve Türkiye’de çok yoğun tepki çeken eylemler oldu, ama neredeyse on senedir, Afganistan için on senedir, Irak için sekiz senedir devam eden işgaller de var, böyle bir gerçeklik var ortada. Böyle bir tablo karşısında sol, solun belirli kesimleri kendiliğinden birtakım kalkışmalar ve bunlar üzerinden gelecek zaferler beklentisi içerisinde. İsterseniz psikolojik diyebilirsiniz, isterseniz siyaseten böyle bir beklenti içerisinde olduklarını söyleyebilirsiniz. Dolayısıyla, Tunus’ta başlayan ve Mısır’da yayılan olaylara özellikle başlangıç evrelerinde fazlasıyla hayırhah bakan, bunlara fazlasıyla anlam yükleyen ve hiçbir şekilde ihtiyatla yaklaşmayan ve sonuç olarak bunları hemen bir devrim olarak niteleyip selamlayan kesimler ortaya çıktı. Bu sadece Türkiye’de olmadı. Bu aslında dünya solu içerisinde de, Ortadoğu’da da görülen bir yaklaşım biçimiydi. Ancak olayların gelişimiyle birlikte, bence özellikle burada Libya’ya dönük müdahalelerin başlangıç evresi kritik bir halkaydı, dünya solunca ve ülkemizde de solda duran pek çok kesim, bu süreci bir devrim olarak görüp selamlayan pek çok kesim kendini düzeltmeye başladı. Böyle bir gerçekliği görmezden gelmemek gerekir. Düzeltirken gerçekten düzelttiler mi; bu bir tartışma konusu. Çünkü bir kısım, biraz da bir ay önce, on beş gün önce söyledikleri şeyi, çok da üzerlerini çizemediklerinden belki, dediler ki, devrim bir dalga geliyordu, ama emperyalizm bunu ezdi, karşı devrimi gerçekleştiriyorlar diye devrimi savunma çizgisine geçtiler. Bu belirli açılardan daha tutarlı bir tez en azından, “bir devrim oluyor” tezine kıyasla. Bir kısmı ise açıkça biz yanıldık demese de, söylem değiştirdi bu yaşananlar içerisinde emperyalizmin rolüne işaret etmeye, ona karşı çıkmaya başladı. Bir üçüncü kategori daha var, ama bunları bana kalırsa sol olarak görmemek durumundayız. Bu kendini sol olarak niteliyor mu? Niteliyor, doğru, ama biz buradan bakamayız. Çünkü solun bence hiçbir tanımıyla, hiçbir tanımsal çerçevesiyle bağdaşmayan bir tutumdur bu. Bütün olup bitenlere bakıp, “emperyalist müdahaleyse emperyalist müdahale, sonuçta bu diktatörleri deviriyor, bu bir devrimdir,” demeye devam eden bir kesimden söz ediyorum. Ben bunlara sadece “Allah akıl fikir versin,” denilebileceğini düşünüyorum sadece. Bir de göstersinler, sormak lazım “nerede bu devrim, biz niye göremiyoruz,” diye. Göstersinler, Libya’daki şeriatçı sürüsüne devrimciler diyorlarsa ve hala biz soldayız diyorlarsa… Türkiye için örneğin, Doğan Tarkan gibi adamların yanında buyursunlar, saf tutsunlar. Onlar zaten AKP’ye burjuva devrimcileri gibi yaklaşmışlardı. Türkiye boyutunda işin bu tarafı belki biraz ön plana çıkıyor, belki biraz önem taşıyor. Türkiye solu büyük toplumsal olaylarda, yine diyebiliriz ki otuz senedir iyi sınav veremiyor. AKP’ye dönük tavrını da düşünecek olursak, Türkiye’de, çok açık söylemek gerekir, Türkiye Komünist Partisi olmasa Türkiye solunun AKP karşısındaki tavrı çok daha omurgasız, çok daha ikircikli olurdu bugün. Başlangıçta pek çoğu “Kemalist ideolojiyle, Kemalist diktayla, ordu vesayetiyle, asker vesayetiyle hesaplaşıyorlar; tamam, bu bir burjuva hesaplaşmasıdır ve bu sol için iyidir,” noktasından bakıp, AKP’cilik yaptılar. Bir kısmı orada kaldı, bir kısmı o mevziiyi iç siyasi tartışmalar sonucunda terk etmeyi başardı neyse ki. Ve bunda bence TKP’nin çok büyük rolü oldu; tutarlı ve doğru bir duruş sergilediği için. Ama kendi ülkenizde AKP’ye, AKP gibi bir belki de Türkiye tarihinde görülmüş en gerici iktidarlardan bir tanesine devrimcilik atfeden bir solun Ortadoğu’da yaşananlara da bakıp devrimcilik atfetmesi çok da şaşırtıcı gelmiyor bana, hazin geliyor, üzücü geliyor. Bizim nihayetinde zavallılığımızı temsil ediyor. Öyle ya da böyle, geniş tanımıyla bizim zavallılığımızı gösteriyor. Ama şaşırmıyorum. M.Y.: Türkiye’den devam edelim. Recep Tayyip Erdoğan, Time dergisinin son haftaki kapak konusu oldu. Dergi şöyle diyor: “Batı yanlısı, seküler ve demokratik bir Türkiye var. Türkiye’nin Başbakan’ı Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’yi son yıllardaki gelişmelerle birlikte bölgesel bir güç haline getirmiştir.” Otokratik yönetimlerin yerini ne olacağını bilemediğimiz birtakım hareketler alıyor demiş-

tiniz. Ve devrimci bir durum için, bir devrim için bir rejimin gitmesinin yanı sıra yerine niteliksel bir değişimi de simgeleyen başka bir rejimin de gelmesi gerektiğini eklediniz. Bunun yokluğunda Türkiye’nin bir model ülke olup olmayacağını sorguluyor Time dergisi. Bu konuda ne demek istersiniz? Tespitler doğru mudur? Bu model olma meselesini nasıl tartışabiliriz? A.B.: Öncelikle şunu kastetmedim, yanlış anlaşıldıysa düzelteyim. Bize göre, yani Marksist yaklaşıma göre devrim denilen şey, sınıfsal anlamda iktidarın el değiştirmesidir ancak. Yani bir rejim içerisinde, kapitalist düzen içerisinde iktidarın bir kesimin elinden başka bir kesimin eline geçmesini biz devrim olarak görmeyiz. Ama şunu kastetmiştim aslında. Burjuva sosyolojisinin kavramları ve yaklaşımlarıyla bile baksanız, ortada şu anda en fazla diyebileceğiniz şey bir belirsizlik olduğudur. Evet, eski rejimler yıkıldı, yeni rejimlerin İslamcı karakterinin ön plana çıkacağı belli, ama onun dışında hiçbir şey belli değil henüz. Yani Libya’da ne olacağını bilmiyoruz. Ulusal Geçiş Konseyi denilen şeyin ne olduğunu kısa bir süre önce gördük. Kendi içlerinde de birbirine düştükleri zamanlar oldu. Belki de kendi kendisiyle savaşmaya başlayacak. Ülke on yollar boyu sürecek bir iç savaşı yaşamaya devam edecek. Ya da o geniş koalisyonu, Amerikan destekli koalisyonu sürdürmeyi başaracaklar ve şeriatçı bir rejim kuracaklar. Ama ABD bir şeye göz yummayacak. “Tamam, bundan ötesini yapamadıysanız da önemi yok,” diyip seçimsiz yaşanmasına göz yumacak belki. Tercihler yönünden birtakım öngörülerde bulunulabilir, ama bir sürü ihtimal var şu anda ortada. Dediğim gibi, bunu başardıkları belki de ilk örnek olduğu için Tunus da hiç öyle güçlü bir örnek değil. Bir sürü itiraz var yapılan seçimlere, biliyorsunuz. El-Nahda partisinin aldığı oylar konusunda Batı kamuoyunda ve Türk basınında sürekli yalan söyleniyor. Seçime katılım oranlarından kimse bahsetmiyor. Türkiye model olabilir mi sorusuna dönünce, aslında o bahsettiğin Time yazısında birinin görüşü olarak aktarılıyor, bir Ortadoğu uzmanının. Diyor ki, Türkiye bu ülkeler için, Arap ülkeleri için bir ilham kaynağı olabilir, ama model ülke olamaz. Çünkü Türkiye’nin tarihi başka; nihayetinde yetmiş küsür sene laiklikle geçen bir cumhuriyet dönemi. Türkiye model olabilir mi, olamaz mı sorusu ise, bana göre biraz saçma bir soru. Yani yapmak istedikleri şey bir sürü Türkiye klonu yaratmak değil. Ortadoğu’da yapmak istedikleri şey, Adalet ve Kalkınma Partisi’ni, yan, Türkiye’de kurulmuş olan İkinci Cumhuriyet rejimini kullanarak bölgede emperyalizmin çıkarlarıyla uyumlu, bununla rezonans tutturabilen, sürekli bir işbirliği halinde olan ve yerli bir görüntü vermeyi sürdüren, kitle tabanına sahip İslamcı rejimler yaratmak. Türkiye’nin de bu anlamda bir İslamcı rejimi var, ancak o Amerikalı uzmanın söylediği gibi, Türkiye’nin kendi tarihsel koşullarının sonucunda, on yıllık bir çözülme-yeniden kurulma sürecinin sonucunda oluşmuş bir rejim var. Bu ülkeler bunu yaşamadı ki. Bunu yaşama gibi bir ihtimalleri de, şansları da yoktu zaten. Bu ülkeler başka bir süreç yaşıyor ve buradan çıkacak olan şeyin Türkiye klonları olacağını düşünmek saçma olur. Ama dediğim gibi, yani buradan önemli olan, eğer buna bir model diyeceksek, bu anlamda bir model olduğunu söyleyebiliriz Türkiye’nin: Amerikancı, piyasacı, kitle tabanına sahip, bunun özellikle altını çizmek lazım, dolayısıyla kendisine “yerli” bir görüntü verebilecek bir iktidar, iktidarlar kuşağı istiyorlar. Niye? Şunu düşünmek lazım; neden Bin Ali gibi, Mübarek gibi, hatta Kaddafi gibi adamları istemediler? Kaddafi’yi hariç tutarsak, ki onun da son dönemlerinde geldiği nokta pek iç açıcı değildi, Bin Ali ve Mübarek örnekleri çok bariz; bunlar Amerikancıydı, bunlar piyasacıydı, bunlar halk düşmanı adamlardı. Bunların ipini niye çektiler? Bunların ipinin çekilmiş olmasının sebebi aslında çok basit. Bunların ipini çektiler, çünkü bu kadar işbirlikçi, bu kadar piyasacı ve Amerikancı olmalarına rağmen bu adamlarla, o tip rejimlerle yapabileceklerinizin bir sınırı vardı. Eninde sonunda bunlar kendi ülkelerinde Soğuk Savaş döneminin yarattığı tarihin devamcılarıydı. Bunu hiç unutmamak lazım ve bunun zorunlu olarak birtakım özelliklerini taşıyorlardı. Örneğin laik rejimlerdi, ancak özellikle bu coğrafyada burjuva laisizminin açmazlarını fazlasıyla taşıyorlardı. İktidarlarının kitle tabanı, kitlesel meşruiyeti zayıftı. Meşruiyetlerini Amerika’dan, bölgesel rollerinden v.s. alıyorlardı ve o yüzden hep bölgeye yabancılardı. Tunus da, Mısır da, ikisi de eski rejimlerin devamıydı. Dolayısıyla birisi Burgiba rejiminin, öbürü Nasır rejiminin devamcılarıydı ve bunun izlerini taşıyorlardı. Laisizm de bu izlerden bir tanesiydi. Belli anlamlarda kamu kurumlarını, ekonomideki kamu kurumlarını tasfiye etme konusunda ellerini tutan bu bağlardı aynı zamanda. Mübarek, ülkesinde tarihsel denilebilecek boyutlarda özel-

59


60

leştirme yaptı, bununla birlikte yolsuzluk da yaptı. Ama örneğin, tarımdaki sübvansiyonları kaldırmak konusunda yine de elini tutan bir özellikti demin saydıklarım. Çünkü bundan korkuyorlardı. Kitle tabanı zayıf, desteği dışarıdan olan iktidarlar, büyük kesimleri etkileyecek politikaları geliştirmekte hep titrek davrandılar. Ve emperyalizm, AKP sayesinde, net bir biçimde AKP sayesinde bu zayıflıktan kurtulabilecek, ama aynı ölçüde, hatta belki daha fazla işbirlikçilik yapacak yeni iktidarlara sahip olabileceğini gördü. Bunu yokluyorlardı zaten. Tunus’ta başlayan süreç, bunun yapılabilir olduğunu kısa sürede algılamalarını sağladı ve gerekeni yaptılar. Türkiye burada bir model olarak işlev görmedi. Türkiye bu iş içindeydi, aktördü zaten. Şekillendiricilerden bir tanesiydi. Daha dün Suriye Müslüman Kardeşleri örgütü burada bir kez daha açıklama yaptı. Bu insanlar buraya Suriye’de başlayan krizle birlikte gelmediler. Gazi Mısırlı denilen adam örneğin; MÜSİAD’ın kurucularından bir tanesi. Kendisi Suriye Müslüman Kardeşleri’nin finansörü, perde arkasındaki lideri ve aynı zamanda Türk vatandaşı bu adam. Bunlar, bu tür insanlar, örgütler AKP’yle, AKP’nin geldiği gelenekle on yıllardır bağlantılı zaten. Türkiye’deki İkinci Cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde çok boyutlu bir hale geldi bu bağlantılar. Geçenlerde Filistinli bir dostumuzun yaptığı bir belgesel TRT Türk kanalında gösterildi. İzleme şansınız oldu mu, bilmiyorum. Gazze şu anda İHH’nın, Deniz Feneri’nin, Kimse Yok Mu Derneği’nin, Türk Kızılayı’nın oyun sahası. Amerikan ve Avrupalı sivil toplum örgütleri terk etti Gazze’yi. Hamas’la gerilimleri ve İsrail’le ilişkilerindeki problemler nedeniyle terk ettiler. Zaten Batılı kimlikleriyle, açık açık emperyalist kimlikleriyle bu bölgede çalışmaları pek mümkün değildi. Terk ettiler ve onların yerini İHH’lar, Deniz Feneri v.s. aldı. Bu da bugün olmadı. En son İsrail’le yaşanan gerilimle olup biten bir şey değil bu. Türkiye bu anlamda bir modelden ziyade şekillendirici, yeni rejimlerin kurulması konusunda doğrudan rol sahibi aktörlerden bir tanesidir. Müslüman Kardeşler gibi örgütlerin Amerika’ya pazarlanması işinde, Amerika’ya güvence verilmesi işinde AKP’nin, Türkiye’deki rejimin özel bir rol oynadığını kesinlikle söyleyebiliriz. Z.B.: Suriye’den ve “Arap Baharı” denen sürecin oraya sıçradığından söz ettiniz. Sormak istediğim şu: Aslında Suriye’deki durum Tunus ve Libya’ya oranla bizim ülkemizi daha fazla ilgilendiren ve bu süreçte Türkiye’nin ve AKP iktidarının daha aktif rol alacağının tahmin edildiği bir ülke. Örneğin, hükümet yetkilileri Suriye’de olanları Türkiye’nin iç işleri olarak gördüklerini söylediler. Bir diğer dinamik de Kürt sorunu; Kürtlerin bölgedeki etkisi sebebiyle aslında Suriye meselesinin Kürt sorunuyla da yakından bağlantısı var. AKP iktidarının Suriye’ye saldırması durumunda, burada Kürt dinamiği açısından neler değişir? Örneğin, PKK’nin karakol baskınlarından sonra, Suriye’nin PKK’ye yardım ettiği söylendi. Bir düşman yaratma çabası gözleniyor. Hepsi bir tarafa, “Arap Baharı” denen sürecin daha başından itibaren Kürt sorununun bağlamında kimi değişikliklere yol açtığını söyleyebiliriz aslında. A.B.: Suriye’ye ilişkin olarak ne yapılmak istendiğini öncelikle tespit etmeye çalışalım. Kesin olan şu ki, ABD ve onun müttefikleri Esad rejimini yıkmak konusunda kararlı. Yani bu iş ABD açısından bakılırsa şöyle bitemez: Gerilim tırmanır ha tırmanır, birtakım toplumsal olaylar olur v.s., ama en sonunda bu gerilim bir yerden sonra gevşemeye başlar ve Esad bir sürü ödün vermiş olarak ama şöyle ama böyle iktidarını sürdürür. Bu konuda ABD Dışişleri Bakanlığı’nın çok net bir biçimde kararlı olduğu görülüyor; böyle bir durum yaşanmayacak. Süreç ama işgalle, ama başka bir yöntemle ya da bölgedeki kışkırtmalarla Esad’ın gitmesi ve Baas rejiminin çökmesiyle sonuçlandırılmak isteniyor. Daha azına razı olurlar mı? Bu sorunun cevabı ise bölgesel dinamiklere bir hayli bağlı. Yani şu anda Suriye’deki iktidar ya da rejim toplumsal meşruiyet anlamında hiç de öyle zayıf görünmüyor. En son yapılan eylemlerin görüntülerini siz de görmüşsünüzdür. Bugüne kadar yapılan bütün bildiğimiz gösterilerde Esad yanlısı, Baas yanlısı çok da öyle bindirme kıtalar izlenimi vermeyen büyük kitleler sokağa çıktı. Ben bu sokağa çıkan kitlelerin açıkçası çok da Esad aşığı insanlar olduğunu düşünmüyorum. Azımsanmayacak sayıda bir Esad aşığı toplamı vardır, ama göstericilerin önemli bir kısmı aslında Suriye’nin gerçek problemlerinin bir hayli farkında olan, onları yaşayan işsiz ve yoksul insanlar. Ama Suriye’deki iktidarın diğer örneklerden farklı bir özelliği, belki de tarihsel şartların getirdiği bir şey, öyle ya da böyle bölgede özellikle İsrail karşıtlığından güç alan bir meşruiyetinin olması. Arap milliyet-

çiliğinin aslında en diri olduğu yer, Arap milliyetçiliğine öyle çok pozitif anlamlar biçtiğimden değil, bir ideoloji olarak, birlikçi ve dinden başka bir meşruiyet kaynağı olarak en diri kalabildiği yer Suriye’dir. Aslında Ortadoğu’da benzer başka bir ülke de yok. Bu nedenle her defasında kitlesel eylemler yapıldığında, emperyalist operasyonların ve provokasyonların da yoğunlaştığını görüyoruz. Burada Türkiye’nin rolü konusunda, Türkiye’nin giderek daha tehlikeli bir mecraya doğru sürüklenmekte olduğu gözlemini yapabiliriz. Ben bir süre öncesine kadar, özellikle bu son bir hafta içerisindeki kitlesel eylemlere, arkasından yaşananlara ve sonrasında Arap Birliği’nin kararına kadar AKP hükümetinin Suriye’ye dönük söylemini kontrollü bir biçimde sertleştirdiğini, birtakım silahlı grupları ve politik çevreleri rejime karşı himaye ederek, eğitim vererek, silah vererek yoluna devam etme eğilimi içerisinde olduğunu söyleyebileceğimizi düşünüyordum. Ancak bu yolun giderek tıkalı bir hal aldığı da görülüyor. Son dönemde yeniden Suriye için Libya senaryosunun ısıtılmaya çalışıldığını görüyoruz. Bu sefer daha güçlü bir biçimde yapıyorlar. Çünkü bunu mart ayından kısa bir süre sonra denediler, bunu Sol Portal’da yazmıştık. Denedikleri şey şuydu: Özellikle sınır bölgelerinde silahlı eylemleri de içeren provokasyonlar yaratıp, belki komşu ülkelerin, Türkiye, Lübnan, Ürdün gibi ülkelerin müdahalelerini de içeren sınır bölgeleri oluşturmak. Yani sınır bölgelerinde kurtarılmış bölgeler yaratma stratejisiyle hareket ettiler. Aslında Libya’da yaptıkları şeydi. Bu bölgelerde yerleşip, içe doğru yürüyüp, bir savaş ortamında iktidarı almak niyetindeydiler, ama bu tutmadı. Birkaç nedenle tutmadı. Yapılan provokasyonlar umdukları gibi kitlesel göçlere neden olmadı. Türkiye’ye şu ana kadar 15 bin civarında insan geldi Suriye’den; söylenen en büyük rakam bu. Onların umdukları ise, 100 binler civarıydı. Böyle bir “insani” kisve altında müdahale yapmaktı hedefleri, şimdilik bu olmadı. Sonrasından belli bir bocalama döneminin ardından, bu sefer doğrudan bu ülkelerde eğitilen, silahlandırılan güçler tarafından müdahale yapılıyor ve bu arada muhalefet denen kesimlerin de Batıda örgütlendiklerini görüyoruz. Daha önce bir karikatür vardı ortada. Şimdi yine bir karikatür var ortada, ama bu sefer kurumsal bir boyut almış bir karikatür var. Şimdi bu tabloda bu güçlerin Suriye’de Libya’dakine benzer bir destek almadan iktidarı devirmesi mümkün değil. Bir yandan da diyor ki, emperyalizm Esad’ı devirecek, başka bir yol görünmüyor. O halde burada bir dış müdahale ihtiyacı var. Nitekim bunu sistematik bir biçimde gündeme getiriyorlar. Zaten ABD daha önce gündeme taşıdığı, ancak geliştiremediği kararını bir kez daha gündeme getirecek. Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu’nda elde etmek istedikleri şey bu. Türkiye bu çerçevede bir tetikçi rolü oynamanın en büyük adayı olarak görünüyor. Buradaki açmazlardan bir tanesi, Türkiye’nin kendi Kürt problemidir. Yani açmazın bir sebebi gerçekten şu olabilir: Bu kadar saldırgan bir savaş politikası güdüyorken, sizin saldırdığınız ülkelerin de eli armut toplamıyor. Ve PKK hareketinin, Kürt siyasi hareketinin silahlı kanadının bu tür bölgesel ilişkiler kurmak konusunda bir hayli mahir bir hareket olduğu, bu konuda bir hayli deneyimli bir hareket olduğu, yine bu konuda Suriye ile geçmişten gelen bağlantılarının da olduğu biliniyor. Pek çok boyutuyla diploması yapabilen bir hareketten söz ediyoruz. Bunu olumlamak ya da yüceltmek açısından söylemiyorum, zaten böyle bir nesnellik var anlamında söylüyorum. Bu bir endişe kaynağıdır haliyle. Bunun bir gerçekliği var, ama bu aynı zamanda Suriye’ye ve İran’a karşı bir propaganda aracı olarak kullanılıyor. Yani bu ülkelere müdahaleyi meşrulaştırmak için, bunların PKK’yi desteklediğinin propagandasının kullanıldığını söylüyorum. Aslında iki ucu keskin bir bıçak kullanıyor iktidar. Bir yanıyla başka ülkelere müdahale etmek için Kürt sorununu kullanıyor, öbür tarafıyla da Kürt sorununa müdahale etmek için başka ülkelerle arasındaki gerilimi ve saldırganlığı kullanıyor. Bunları hepsi nihayetinde, Kürt meselesinde bu iktidarın, bu devletin şu anda ipleri gerebildiği kadar gereceğine işaret ediyor. İlahiyane böyle mi kalacak? Böyle kalmayacağını zaten başbakanın kendisi de söylüyor. Bunun arkasından tekrardan anayasa tartışması, tekrardan Kürt açılımı v.s. gibi şeyleri gündeme getirecekler. Bu hafta içerisinde Barzani ile yapılan görüşmelerin içeriği konusunda yazılanları okumuşsunuzdur. Bu meseleden çok boyutlu olarak yararlanmanın yollarını bulacaklar. Bana göre en kritik başlık, Barzani’nin görüşmelerde Türkiye’den garantörlük talep ettiğinin yazılması, Türkiye’nin de bu garantörlük talebine aslında onay verdiğinin söylenmesi. Bunu da biz söylemedik. Bunu örneğin, Aksiyon dergisi yazdı. Hakikaten de hükümete yakın kaynaklar bunu söylüyorlar. Aslında, buradan ilerleyecekler gibi bir durum var. Bu tür adımları atabilmeleri için, yani Kuzey Irak’ta ABD’nin güçlerini çekmesi sonrası

61


62

Kuzey Irak’taki Kürt yönetimini himaye etmesi için Türkiye’nin, kendi içindeki Kürt problemini “çözmesi” lazım. Çözmesinden kastım şu; bu konuda iktidarını tekelleştirmesi gerekiyor. Bunu yapmaya çalışıyorlar, buna dönük bir basınç uyguluyorlar. Basıncı da Kürt hareketinin siyasi kanadı, yasal alandaki siyaseti üzerine kuruyorlar. Bu çok rasyonel bir politika aslında hükümet açısından bakılırsa, çünkü esas olarak ihtiyaç duydukları şey, askeri anlamda bitirmekten ziyade siyaseten böyle bir mecrayı ortadan kaldırmaktır. Çünkü Türkiye’de iktidar paylaşımı üzerinden dönen tartışmaların açıldığını düşünürsek, yani anayasa gündemi üzerinden dönen tartışmaları kastediyorum. Hatırlayın, kurucu meclis iddiasını bir BDP milletvekili gündeme getirmişti. İşte, bir BDP’linin ağzına kurucu meclis gibi kavramları veren bir dönemin tamamıyla kapanmasını istiyorlar. Bu, söylendiği zaman da yanlış bir tezdi. Bugün ne kadar yanlış olduğunu herhalde söyleyenin kendisi de artık kabul ediyordur. İktidar filan paylaşmaz AKP hükümeti, ne yapacaksa kendisi yapar. İktidarı paylaşmaya aday olanı da şu anda siyaseten ezmekle meşgul zaten. Bu baskıyı, bu basıncı böyle kuruyorlar. Arap ülkelerindeki gelişmeleri sık sık tersinden ifade etmelerine aldanmamak gerekiyor. Diyorlar ki, PKK aslında bu diğer ülkelerde olduğu gibi kitlesel nümayişler yaratıp bir tür Türkiye’nin “Arap Baharı”nı yaratmak niyetindedir. Böyle bir niyeti var mıydı, yok muydu? Bunu tartışmayı gereksiz görüyorum, spekülasyon olur benim açımdan. Ama öbür taraftan hükümetin bizzat bu işten ne kadar yararlandığını, yani asıl olarak o “Arap Baharı” dedikleri şeyden AKP’nin büyük yarar gördüğünü söyleyebiliriz, az önce söylediğim nedenle: İki tarafı keskin bir bıçağa sahip oldular böylece. Bölgeye müdahale etmek için Kürtleri, Kürtlere müdahale etmek için bölge politikasını kullanabildikleri, her çatışma haberinin arkasından, bunların arkasında şunlar var dedikleri, Şam-Kandil-Tahran ekseninden bahsettikleri bir durumla karşı karşıyayız. Dolayısıyla kimin bu süreçten yararlandığı bana göre net. M.Y.: Son bir sorumuz daha var. Kürt sorununun oturduğu yeni bağlamı Türkiye’nin iç siyasetine tercüme ederek açıkladınız. Bu arada, Kürt dinamiğinin emekçi dinamiklerle bütünleşmesinin, yakınlaşmasının önündeki birtakım engellerden de söz etmiş oldunuz aslında, dolaylı olarak. Tabii, bunun bir de olanakları doğuyor yeni bağlamda, bu dinamiklerin bütünleşmesi anlamında. Engeller düşünüldüğünde, burada sosyalistlere kimi görevler düşüyor. Buna ne demek istersiniz? Bu engeller, olanaklar nedir, sosyalistlere ne tür görevler düşer bu yeni süreçte? A.B.: Son altı ayda, seçimden bu yana Türkiye’deki önemli siyasi güçlerin, gücü ve doğrultusu olan vektörler de diyebileceğimiz bu entitelerin hepsinin ya doğrultusunda ya kuvvetinde ya da ikisinde birden büyük oynamalar gerçekleşti. Türkiye’de bize göre, bir rejim değişikliği süreci tamamlandı. Birinci Cumhuriyet bitti, ikincisi kuruldu. Bütün düzen aktörleri her şekliyle kendisini bu duruma göre yeniden konumlandırıyor, kendilerini yeniden tanımlamaya ve adlandırmaya çalışıyor. Bu durum burjuva özneler açısından, sermaye egemenliğine bağlı özneler açısından, siyasi partiler ve diğerleri açısından hem yeni rejimin, İkin Cumhuriyet’in mantığıyla dikiş tutturma, ona ayak uydurma ihtiyacından, onu geliştirme ve güçlendirme ihtiyacı açısından anlam taşıyor. Hem de üzerinde durdukları nesnel zeminin, siyasi-ideolojik zeminin değişmiş olmasından kaynaklanıyor. Somutlayacak olursam, şimdiki MİT müsteşarı ve onun ekibiyle PKK yöneticileri arasındaki görüşme kayıtlarını hatırlayın. Bundan bir yıl önceki bir Türkiye’de küçük çaplı, küçük çaplı da sayılmayacak muhtemelen, bir siyasi kriz dinamiğine neden olabilecek böyle bir örnek, bugün çok kolaylıkla hükümetin işine yarayabilecek bir biçimde, neredeyse üzeri kapatılan, unutturulan bir mevzu olarak devam ediyor. Bu, Türkiye’deki düzen aktörlerinin ne kadar yer değiştirdiğine ilişkin bence somut bir örnek. Biraz bunu yapmaya mecbur oldukları için, biraz da bunu yapmaya niyetli oldukları için yapıyorlar. Şimdi bu işin mecburiyet boyutundan tutulabilir. Türkiye’de bütün siyasi güçler bu ölçüde şiddet ve yön açısında değişime uğruyorken, siyasi harita birçok açıdan yeniden şekilleniyorken, yeni olasılıklar ortaya çıkıyorken, sosyalist hareketin de durduğu yerde durması intihar olur. Durduğu yerde durması demek, aslında sosyalist hareket olmaktan ya da işte parti formunu almış güçler olmaktan çıkıp tekrar kulüpler dernekler aşamasına, iç dünyasına dönmesi anlamına gelir ki, bu zaten intihardır bugünkü Türkiye’de. Taşların böyle hızla üzerimize düştüğü, çöktüğü bir ülkede bizim içimize kapanmamız intihardan başka anlama gelmez. Tersinin yapılması ise, bu değişen tabloda birtakım olasılıkların gerçekler haline

gelmesi durumunda sosyalist hareketin sıçramalı bir gelişme kat etmesini beraberinde getirebilir. Tersinden kastettiğim, bu dönemde, bu yeni nesnellik üzerinde Türkiye sosyalist hareketinin kendisini yeniden kurmasıdır aslında. Özet olarak şu soruya cevap vermesidir: Emekçi kitlelerin algısında ne işe yarıyoruz? İşte, X partisi ne işe yarıyor? Ya da sosyalistler bu ülkede ne yapıyorlar, ne işe yarıyorlar sorusunun yanıtlanmasının sağlanması gerekiyor. Şimdi bu sorunun kendisi, bahsettiğim kitlelere empoze edeceğimiz, onları sormaya zorlayacağımız bir soru değil. Oradan çıkmış olmak büyük bir avantaj. Bundan otuz sene önce, 1980 darbesinin ardından aslında, 80’li yılların karanlığında yine kendisini kurmaya çalışan bir sosyalist hareket vardı Türkiye’de. O zamanki soru başka bir soruydu örneğin. O zamanki soru kitlelerde kendisinin nasıl algılanacağı, nasıl anlamlandırılacağı sorusu değildi; kendi kuruluşunu nasıl gerçekleştireceğini soran bir sosyalist hareket vardı. Bugün ise Türkiye’de iyi kötü herkesin bildiği, herkesin tanıdığı bir sosyalist hareket var. Dolayısıyla kendini çok daha ileri bir yerde kurma ihtiyacında olmalı ve daha geniş olanaklarla karşı karşıyadır. M.Y.: Türkiye’deki sosyalist hareketin şu anda uğraşmaları gereken şeyin değiştiğini, mücadelelerine ışık tutacak sorularının değiştiğini belirttiniz. 80 sonrası dönemden günümüze değin, kendilerini nasıl tanımlayacaklarına dair sorular sordular. Artık bu soru aşılmıştır. Daha ileri bir zeminde, artık kendilerinin halkta nasıl bir algı yarattıkları, yaratmaları gerektiği sorularına cevap aramaları gerektiğini söylediniz. A.B.: Aslındai kritik olan şey bana göre, “ne işe yarar, ne yapar” sorularına yanıt vermektir. İnsanlar bu soruları sadece sosyalist hareket için değil, örneğin CHP için de sorularlar. Kılıçdaroğlu ne yapar diye soruyorlar. Haliyle insanlar, siyasi ilgi alanlarına giren bir dizi aktör için de bunları soruyorlar. Bir tarafıyla belki geniş kesimlerde bir umutsuzluk hali ortaya çıkmış olsa da, bir taraftan da bir arayış hali var olmaya devam ediyor. Çünkü İkinci Cumhuriyet dolu dizgin gelmiş olsa da, herhangi bir burjuva öznesi toplumun geniş kesimlerindeki bu arayışlara cevap verme şansına sahip değildir. M.Y.: Siyasal hareketlerin zeminlerinde yaşanan kaymanın insanların algılarına yansımakta olduğunu söylüyorsunuz. A.B.: Bunun somut örneklerini vermek gerekirse, Kürt toplumsallığı böyle bir yerde duruyor; bir şekilde İkinci Cumhuriyet kapsayamadığı, bir yere oturtamadığı bir kitlesellik olmaya devam ediyor. Zaten son dönemin operasyonları ve uygulanan siyasal basınç, en nihayetinde Kürt siyasetinin İkinci Cumhuriyet içinde bir konum almasını sağlamaya yöneliktir. Burada, illa ki Kürt emekçileri içinde kendisine “sosyalist hareket ne yapar, ne işe yarar” sorusunu sorup, bir yanıt bulabildiğinde sosyalizme bağlanabilecek, yüzünü sosyalizme çevirecek kesimler çıkacaktır. Kürt hareketine, özellikle de yasal siyasete baskı uygulanıyor ve bu kanal kapatılıyorsa eğer, bu, batıda Kürt siyasi hareketinin bitirilmesine dönük bir hamle yapıldığı anlamına gelir ve batıda bitmiş bir Kürt siyaseti siyaset yapamaz hale gelir. Bu yüzden de aydınları ve akademisyenleri içeri alıyorlar. Bizim bu noktada hem Kürt siyasi hareketinin siyaset yapma hakkını savunmamız, hem de orayla geliştireceğimiz güçlü bir empati ile bağımsız sosyalist hattımızı taşıyabilmemiz bu kesimde, batıdaki Kürtler nezdinde önemli bir adım olacaktır. Geçmişte olduğundan daha fazla etki edeceğini söylemek abartı olmayacaktır. Bence bugün sosyalist hareket açısından kritik olan şey, değişen nesnellikte kendisini kurmayı başarabilmesidir ve başardırığı takdirde de önü açık olacaktır. M.Y. & Z.B.: Teşekkür ederiz Alper Bey. İyi yayınlar. A.B.: Rica ederim. Size de iyi yayınlar, iyi çalışmalar.

63


OKUMA NOTLARI

Ulus ve Diyalektik Us Serkan Sönmezgil Stalin’in “Marksizm ve Ulusal Sorun” makalesi, Birinci Paylaşım Savaşı’nın patlak vermesinden bir yıl önce, 1913’ün ilk aylarında yazıldı. Makalede, yazıldığı dönemde ulusal sorun alanında hâkim olan iki temel eğilim, teorik metinlerden ve programlardan yola çıkarak, bütün özellikleriyle karşı karşıya getiriliyor: Avusturya sosyal demokrasinin ulus kuramı ve Rusya sosyal demokrasisinin ulus kuramı. Joseph Stalin’in bu makaleyi kaleme alırkenki birincil ereğinin yükselmekte olan milliyetçiliğin sola nüfuz etmesini engellemek olduğu söylenebilir. Bu kaygının yerindeliği, İkinci Enternasyonal’in Birinci Paylaşım Savaşı’nda nice sosyal demokratın savaşta kendi ülkesini desteklemesinden ötürü, savaşa karşı proleteryan ve enternasyonalist bir tavır almakta gösterdiği başarısızlık ile kanıtlanmıştır. Bu makaleyi önemli kılan özellik, nesnelliğin çokça devingen niteliğine karşı, ivedilikle geliştirilmiş, “süreç”, “tarih” ve “iktidar” fikirlerini içeren bir diyalektik akıl ile yazılmış rafine bir yanıt olmasıdır. Bunun ötesinde, tartışma yöntemi açısından gelişkin bir örnektir, çürütmeye yöneldiği akımın ana düşünürlerinin teorik metinlerini ve bu akımların programlarını doğrudan alıntılayarak eleştiri nesnesi olarak inceler ve önerdiği doğru konumu bunlarla çarpışmaya sokarak açımlar ve perçinlendirir. Öncelikle, Stalin’in meseleye dair çizdiği çerçevenin anlaşılması için bölüm bölüm ilerlemekte ve can alıcı noktalarda notlar düşmekte yarar var. Ardından, bu makalenin günümüz nesnelliğinde hangi teorik tartışmalarda yol gösterici olabileceği, nereye ışık tutabileceği üzerine birkaç söz söylenebilir. Birinci bölüm, ulusal sorun tartışmalarında temel birim niteliğindeki “ulus” kategorisinin net bir tanımını yapıyor. Öncelikle ulusun tarihsel olarak yapılanmış ve süreklilik arz eden bir insan topluluğu olduğu belirtiliyor. Ardından ulusu oluşturan ve bir bütünlük sağlayan özellikler sıralanıyor: dil, toprak bölgesi, iktisadi yaşam ve kültür ortaklığı biçimini alan psişik formasyon ortaklığı. Bu dört ögenin bir arada bulunmasının şart olduğuna vurgu yapılıyor. Ve bu tanımın karşısına Avusturya sosyal demokrasisinin gelişkin teorik akılları olarak öne çıkan Springer’in ve Bauer’in ulus tanımlarını koyuyor ve bunları idealist ve tutarsız olmakla suçluyor. “Bauer tarihsel bir kategori olan “ulus”u, etnografik bir kategori olan “kabile” ile karıştırmaktadır.” Stalin’in bu cümlesi, Avusturya sosyal demokrasisinin ulus kuramının tutarsızlığını ve yanlışlığını özetleyen cümle olması açısından önemlidir. Bauer ve Springer, ulusa nesnel koşullardan bağımsız, mistik bir konumu olan “ulusal karakter” atfederler. Springer ulus tanımına toprak bölgesi ortaklığı şartı koymaz iken, Bauer de dil ortaklığını gerekli görmez. Ancak Bauer kitabının sonunda, kapitalizmin Yahudilerin bir ulus olarak varlıklarını sürdürmesini engelleyeceğini söyler ve bu iddiasını “toprak bölgesi ortaklığının” yokluğuna bağlar. İkinci bölüm ulusal hareketler üzerinedir. Kapitalizmin eşitsiz gelişme koşullarının bir sonucu olarak çeşitli ülkelerin toplumsal formasyonlarında ulusal sorunun farklı bi-

çimlerde ortaya çıktığından söz ediliyor. Ezilen ulusun ulusal hareketinde burjuvazinin başat aktör olduğu saptaması yapılırken, hareketin ulusal hareket biçimine bürünmesi için işçi sınıfının ve köylülüğün katılımının şart olduğu ifade ediliyor. Katılım koşulları ve hareketin iddiaları ve talepleri elbette ki çeşitlilik gösterir, dolayısıyla Bauer’in iddia ettiğinin tersine, nesnel koşullardan bağımsız olarak süreklilik ve evrensellik arz eden “ulusal karakter”den söz edilemez. “Ulusal karakter” toplumsal formasyona siyasetin etkisiyle değişiklik gösteren bir kategoriden ibarettir. Öte yandan, ulusal harekete işçi sınıfının katılımı üzerine önemli saptamalarda bulunuluyor. Stalin, işçi sınıfının harekete katılmasının yalnızca görünürde bir “halk hareketi” sağlayacağını, hareketin özünde her zaman “burjuva” kalacağını ifade ediyor. Ancak, ulusal hareketin yarattığı bir tehlikeye işaret ediliyor: “ortak ulusal çıkarlar” kisvesi altında yürütülen bir mücadelenin hareketin bileşenleri olan burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıflar savaşımını ideolojik ve politik alanda geriletmesi: “İşçi sınıfının çıkarlarını savunan sosyal demokrasinin görevleri ile çeşitli sınıflardan oluşmuş olan ulusun hakları, iki ayrı şeydir.” Stalin ayrıca, “bilinçli proleterya” olarak tarif ettiği siyasallaşmış proletaryanın burjuvazinin “ulusal” bayrağının altında mücadele vermemesi gerektiğini söylüyor ve iki mücadelenin ayrı konumlarının önemini teslim ediyor. Bu noktada Stalin bir kez daha Bauer’e saldırıyor, sınıf mücadelesini ulusal mücadeleye “uyduran” “ulusal evrim” kavramından ötürü. Üçüncü bölüm “Sorunun Konumlanışı” başlığını taşıyor. Can alıcı nokta başta belirtiliyor: ulusun özerkliğe ve bağımsızlığa erişme hakkının bulunduğu ancak bunların her koşulda emekçi kesimler için elverişli olacağına dair bir kaide olmadığı. Ulusal sorunun çözümüne dair konumların, o ülkenin tarihselliğine bakılarak şekillenmesi gerektiğinin altı çiziliyor. Dolayısıyla ulusal soruna dair evrensel bir çözüm önerisi, diyalektik ve tarihsel materyalizm yöntemine terstir ve geçerliliği bulunmamaktadır. Bu eleştiri ile birlikte, Avusturya sosyal demokrasisinin soruna dair konumlanışı tartışmaya açılıyor: her koşulda ulusal özerklik. Alıntılarla, Avusturya sosyal demokrasisinin Avusturya devletinin bütünlüğünü ilke olarak savunduğu ve ulusların bir arada yaşamasının uzun yıllara yayılacak ve ulusal özerkliğin kurumsal yapılanmalarını oluşturacak bir reformlar süreciyle mümkün olacağını savladığı teşhir ediliyor. Ardından, Avusturya ve Rusya, eşitsiz gelişme yasası ışığında bir karşılaştırmaya alınıyor; Avusturya’da parlamenter sistemin “ulusal sorun” yüzünden çok defa çıkmaza girdiği ve bunun bir siyasal kriz yarattığı söyleniyor, Rusya için ise, tarım sorununun yakıcılığına vurgu yapılarak “ulusal sorun”un bağımsız düşünülemeyeceği, tarihsel ilerleme açısından temel sorununun bütünlüğü dahilinde bir sorun olarak düşünülmesi gerektiği ifade ediliyor. Dolayısıyla Rusya için Rus sosyal demokrasisinin sorduğu soru “ilerleme” ve ilerideki uğraklarda “devrim” fikri etrafında gelişirken, Avusturya için Avusturya sosyal demokrasisinin sorduğu soru “reform” ve “devletin bütünlüğü” etrafında gelişiyor. Yöntemsel bir farklılığa işaret eden bu durum, elbette ki farklı erekler ışığında farkı yanıtların ve farklı çözüm önerilerinin sunulmasına vesile oluyor. “Ulusal Özerklik” başlığını taşıyan dördüncü bölüm büyük önem taşıyor. Bauer, somut durumun somut tahliline ve tarihsel bakışa aykırı olarak, Avusturya örneğinde işçi sınıfını temsil etme iddiasındaki sosyal demokrat partinin “ulusal özerklik” ve “ulusların devleti” talebini evrensel bir düzeye taşıyarak, bütün ezilen ulusların işçi sınıflarının sorunun çözümü için ulusal özerklik talep etmesi gerektiğini bir değişmez ilke olarak konumlandırıyor ve böylelikle ulusların kendi kaderini tayin hakkının konjonktüre göre değişen işleyişini doğrudan “ulusal özerklik” biçimine indirgiyor. Burası, Stalin için Bauer’e yönelttiği eleştirinin belkemiğini oluşturuyor. Ardından Stalin, kapitalizm ve kültür ilişkisine dair bir kuramsal açıklama getiriyor: Kapitalizmin ilk aşamalarında, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında bir kültür ortaklığından bahsedilebilir, ancak sanayinin gelişmesiyle ve sınıf mücadelesinin belirginleşmesiyle birlikte bu ortaklık ortadan kalkar. Somut örnek olarak, giriş bölümümde belirttiğim böyle bir yazı yazmaktaki motivasyonu görünür kılarcasına, bir noktadan sonra patronların savaş isterken işçilerin savaş istemeyeceğini veriyor. Bu açıklamanın üzerinde durmakta ve bazı açımlamalar yapmakta yarar var. İşçi sınıfının, tarihsel misyonunu gerçekleştirmeyi hedefleyen bir siyasal aktör olarak sahneye çıkması, burjuvaziyle arasındaki çatışmaların kuvvetlenmesi, burjuvazinin ideolojiler alanındaki ayrıcalıklı konumundan ötürü üretebildiği ve sürdürebildiği “ulusal birlik ve bütünlük” fikrinin

65


66

zayıflamasına yol açacaktır. “İşçi sınıfının ulusu yoktur.” mottosu bu bağlamda değerlendirilmelidir, arzu edilen bir siyasi konjonktüre işaret etmektedir. Bu, hiçbir zaman “işçi sınıfı siyasetinin ulusal ölçeği yoktur” manasına gelmemektedir.

önemli bir yere sahiptir. Üçüncü olarak, bu metinde Marksizm’de “kültür” tartışmasının ilk nüvelerini görebiliriz. Bu üç başlığın birbirlerini dışladığı söylenemez, aksine birbirleriyle çokça ilişkilidirler. Dolayısıyla konuyu ayrı ayrı tartışmaktansa, bir bütün halinde sunmaya çalışmak daha anlamlı olacaktır.

Bauer ve Springer ise, işçi sınıfını örgütlemek yerine ulusu ulusal özerklik içinde “yaratma”ya ve “örgütleme”ye yönelerek, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte antagonizmaları daha da belirginleşen burjuvaziyi ve işçi sınıfını bir arada tutmayı amaçlıyorlar. Aynı zamanda, uluslara özgü özellikleri korumayı ve geliştirmeyi de hedefleri arasına yerleştiriyorlar. Dolayısıyla akıl yoluyla toplumsal gerçekliğe yönelik ilerletici müdahale ilkesi reddedilmiş oluyor. Stalin, Gürcülerin geleneksel “intikam hakkı”nın da mı korunup geliştirileceği sorusunu sorarak bu konumu eleştiriyor.

Bir ideoloji olarak sosyalist aydınlanmacılığın siyasal alandaki yansıması sosyalist müdahaleciliktir. İşçi sınıfının siyasal alanda bir başat aktör olarak ortaya çıkma yollarının formülasyonu, onun yükselişine engel teşkil edecek siyasal ve ideolojik konumların temizlenmesini gerektirir. Pragmatizm ya da eklektizm kan uyuşmazlığı yaratacaktır. Stalin’in Bauer’e ve Bund örneğine karşı takındığı tavır bu bağlamda çok önemlidir. Ulus tanımı, mistik olarak tariflenmiş, nesnel koşullardan bağımsız bir sürekliliğe sahip “ulusal karakter” gibi bir öge içeren ve dolayısıyla idealist sapmaya örnek teşkil eden Bauer’in kuramsal konumunun Birinci Paylaşım Savaşı’nda nasıl bir siyasal tavır üreteceğini kestirmek zor olmayacaktır. Dolayısıyla kan uyuşmazlığını tespit etmek ve müdahalede bulunmak hayati önem taşır. İdealist bir kategori olan dinsel kimliğin siyasal alanda yansımaları açısından da durum benzerdir, sızmalara karşı alınan tavır bellidir. Yek başına ayrı bir tarihsellik taşıyan bir mutlak kategori olarak “kimlik” üzerinden, üretim ilişkilerinden ve sınıf mücadelelerinden bağımsız birtakım temel antagonizmaların üretilmesi kabul edilemez. Bu duruş, günümüze miras kalan önemli bir değerdir. Benzer bir şekilde, tarihsel ilerleme koşullarında “kimlik”, ana belirleyen niteliğinde bir kıstas değildir. Tasfiyeciler Konferansı’nın kültürel kimlikçi konumuna getirilen eleştiri, günümüzde müdahaleyi ilkesel olarak reddeden bir yerelcilik anlayışına da getirilebilir. Kafkasya’da yaşayan halkların, üretim ilişkileri temelinde geri kalmışlıklarını kültürel konumlarına etkide bulunmuştur. Kafkasya örneğinde sosyalist aydınlanmacılığın ve müdahaleciliğin, soyutlama olanakları çeşitli tarihsel sebeplerden dolayı güdük kalmış birtakım yerel dillerin ya da kültürel kodlara kazınmış ve sürmekte olan dinsel yapılanmaların, cemaatlerin mutlak savunusunu yapması değil, bu yerelliklerin tarihsel ilerleme yoluna girmesine rehberlik edecek gerekli tedbirleri alması beklenir. Türkiye nesnelliğinde Kürtçe, dile dair bu sınıflandırmaya kati suretle girmemektedir. Ancak cemaatleşme olgusunun yükselişine karşı yerelin eğilimini temele koyan bir yaklaşımdan kaçınılması gerektiği aşikardır. Bu noktada sosyalist aydınlanmacılık ile merkezileşmiş bir kolektif akıl kesişmektedir.

Stalin, bu bölümü, “ulusal özerklik” ilkesiyle birlikte Avusturya sosyal demokrasisinde yaşanan ayrışmalara ve parçalanmalara işaret ettikten hemen sonra bu sözlerle sonlandırıyor: “Böylelikle görüyoruz ki ulusal özerklik ulusal sorunu çözmüyor. Daha da kötüsü, işçi sınıfı hareketinin birliğinin yıkımına, işçilerin uluslarına göre ayrılmalarına ve aralarındaki anlaşmazlıkların güçlenmesine uygun bir zemin yaratarak sorunu daha vahim ve karmaşık bir hale getiriyor.” Beşinci bölüm doğrudan Bund eleştirisine ayrılıyor: “Bund, Milliyetçiliği ve Ayrılıkçılığı”. Bu bölümde, Yahudilerin o on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yaşadıkları asimilasyon sürecine atıfta bulunularak kapitalizmin gelişmesiyle birlikte belirli bir toprak bölgesinde bulunmayan Yahudilerin ulus olarak kalıp kalmayacakları tartışılıyor ve salt Yahudi işçilerden oluşan ve çeşitli ülkelerde örgütlenen, Yahudi proletaryasını temsil etme iddiasındaki Bund’a değiniliyor. Ünlü Bundçu Goldblatt’ın ulusal özerklik kavramının içini “ulusların kültürel gelişme özgürlüğünü güvenceye alan kurumlar” ile somut anlamda doldurmasına karşı eleştiriler dile getiriliyor ve böylesi bir güvencenin mümkün olamayacağı tarihsel örnekler ile anlatılıyor. Ardından, Bund’un milliyetçiliği, talepler üzerinden ifşa ediliyor: her ulusun kendi dilini konuşma hakkından öte, “Yahudilerin kendi dillerini konuşma hakkı”, haftanın belirli günlerinde dinlenme hakkından öte “cumartesi günü Yahudilerin bayram kutlama hakkı”, sağlık hizmetlerine erişim hakkından öte, “Yahudilere ayrılmış Yahudi hastaneleri” fikri. Ayrıca, önceleri sosyal demokrasiyle birlikte saf tutan Bund’un belli bir zamandan sonra partilerden ayrıldığı ve hatta Polonya örneğinde Polonyalı milliyetçilerle birlikte sosyal demokratlara karşı konum aldığı bildiriliyor. Altıncı bölüm, “Kafkasyalılar, Tasfiyeciler Konferansı” adını taşıyor. Bu bölüm, “bölgesel özerklik” teması üzerinde yoğunlaşıyor. Eşitsiz gelişme yasası uyarınca geri bir konumda bulunan Kafkasya bölgesine ve Kafkas halklarının, verili haliyle ulusal sorunun çözümü için, Tasfiyeciler Konferansı’nda önerilen biçimiyle temelde kültürel farklılıklara ve bunların korunmasına vurgu yapan bir “özerk yönetim” kurmalarının işlevsiz olacağı belirtiliyor. Böylesi bir yapılanmanın, Kafkasya’nın geriliğini katmerlendireceği, ilerlemeden ırakta kalmasına, yalıtılmışlığa hapsedilmesine yol açacağı ifade ediliyor. Bu konumdan hareketle, gericiliğin iktisadi ve toplumsal mekanizmalar aracılığıyla kök saldığı Kafkas coğrafyasına ilerletici müdahalelerin gerekliliğine varılabilir. Rusya sosyal demokrasisi de, Kafkasya’ya dair böylesi bir özerklik modeli önermektedir. Bu bölümde geçen “üstün kültür” ve “aşağı kültür” kavramsallaştırmalarına yazının geri kalan kısmında değineceğim. Sonuncu bölümdeyse, önceki bölümlere göndermeler yapılarak, Rusya’da ulusal sorunun çözümüne dair vazgeçilmez ilkeler sıralanıyor: ulusların kendi kaderini tayin hakkı, bölgesel özerklik, her biçimde ulusal eşitlik, işçilerin enternasyonal bir zeminde birleşmeleri. Belirli noktalarda notlar düşerek sunduğum özet niteliğindeki tanıtımın ardından, Joseph Stalin’in 1913’te yazdığı “Ulusal Sorun ve Marksizm” makalesi günümüzde ideolojik mücadeleyi hangi açılardan destekleyebilir, hangi kısımları vurgulanmalıdır, hangi kısımlar ek bir açımlamayı gerektiriyor, bunlara değinilebilir. Öncelikle bu makale, sosyalist aydınlanmacılığın, idealist cenahtaki dinci ideolojilerle ve kimlikçi ideolojilerle kurduğu ilişkinin bir tarihsel örneğini oluşturur. Öte yandan, merkezileşmiş bir kolektif aklın bir özerklik modelinde nasıl bir işleve sahip olacağını anlamak açısından

Buradan “kültür” tartışmasına geçebiliriz. “Üstün kültür” ile “aşağı kültür” kavramları yöntemsel olarak iki kültürün salt kültüre dair özelliklerinin deneysel olarak ve bütünlükten bağımsız şekilde kefeye koyulmasıyla ortaya çıkmamıştır. Bir topluluğun yaşadığı tarihsel süreçler, o topluluğun dilinin felsefeye imkan tanıyacak şekilde gelişmesini sağlayabilir, başka bir topluluğun ise daha çok dinsel yapılanmalara yönelmesine gerekçe olabilir. Ancak bu yine de, kültürün üretim ilişkilerinin doğrudan belirleniminde olduğunu göstermez. Bu noktada “üstünlük” – “aşağılık” ikiliğinde, siyasal hedefler gözeten Stalin’in biçeminin sadeleştirici ve taraflaştırıcı olduğunu ve bu biçemin ardında gelişkin bir Marksist formasyon bulunduğunu unutmamak gerekir. Bunlardan öte, sınıfsal çelişkilerin belirginleşmesiyle ayrı sınıfsal kültürlerin belireceği ve böylelikle ulusun kültür ortaklığının çözülmeye uğrayabileceği saptaması da önemli bir katkıdır, yirminci yüzyılda birçok Marksist düşünür bu yoldan ilerlemiştir. Joseph Stalin’in bu metni Marksizmin ulusal soruna bakışında önemli bir dayanak noktası oluşturuyor ve Rusya sosyal demokrasisinin devrim öncesi kuramsal gelişkinliğini kanıtlıyor. Makale, tartışma yöntemi ve polemik dili açısından da oldukça ileri bir örnek. Stalin, siyasal bir iletim amacı güttüğü için yoğun bir akli süreci anlaşılır bir dilde yazmayı başarmıştır. Sosyalizmin yokluğunda kapitalizmin barbarlığından nasibini alan “ulusal sorun”a dair, güncelliğini yitirmemiş bir kuramsal konum olarak bu makale tarihsel öneme sahiptir. Ancak, bitirmeden önce, çeviriye dair bazı sıkıntıları belirtmekte yarar var. Sol Yayınları tarafından 1977’de Fransızca’dan çevrilerek yayımlanan birinci baskıda birçok çeviri hatası mevcut. Bu yüzden, bu yazıyı yazarken metnin Rusça’dan çevrilmiş Fransızca versiyonundan yararlandım.

67


OKUMA NOTLARI

“Yolları Birleştirmek” Öyküm Giritli Aydemir Güler ilk baskısı Haziran 2001’de yapılan “Yolları Birleştirmek” isimli kitabında sosyalist hareket ve ulusal harekete dair derinlikli bir çerçeve sunuyor. 2009 yılında yapılan ikinci baskıya eklediği önsözde işçi sınıfı hareketi ve ulusal hareketin “iki ayrı örgütlenme kanalından akarak, yollarını ve kaderlerini birleştireceği” bir ittifak stratejisinin devreye giren emperyalizm faktörüyle geçerliliğini yitirdiğinin altını çiziyor. Sosyalist devrim sürecinde ulusal dinamiklerin içerisinde barındırdığı emekçi sınıf dinamiğini, işçi sınıfı hareketine devretmesi gerektiği belirtiliyor.

Yolları Birleştirmek Aydemir Güler Yazılama Yayınları İstanbul, 2009

Dokuz bölümden oluşan kitabın birinci bölümü “Marksist Teorinin Haklılığı” olarak isimlendirilmiştir. Marx ve Engels’in ulus-proleterya bağlantısına ilişkin görüşlerinden bahsedildikten sonra kapitalizmin daha da gericileşip emperyalizm evresine ulaşmasıyla Lenin ve Stalin’in ulusa yaklaşımları ele alınmıştır. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesinin bir taktik olduğu ve burjuvazinin yarı-çözülmüş ve çözümsüz halde bıraktığı noktalardan, eşitsiz gelişmeler birikiminden devrimci imkânlar yaratmak adına faydalanıldığı belirtilmiştir. Aynı zamanda sosyalizm ve ulusal dinamiğin ilişkisinde yapılan kimi sapmalardan bahsedilerek, Leninist çıkış noktasında ulusallığın sosyalist devrime hizmet ettiği gerçeğinin bir kez daha altı çizilmiştir. Bu bölümde özellikle Marksist literatürde geniş bir yer kaplayan “ulus” tanımı tartışmasına girilerek Stalin’in ulus tanımına önemli bir katkı yapılmıştır. Stalin’in ulus tanımında yer alan “ögelerden kimilerinin eksikliğini, bir diğerinin aşırı gelişkinliği kapatmıştır” katkısı alanda dönen tartışmalara etkili bir cevap niteliği taşımaktadır. Bazı unsurları eksik olmasına rağmen Kürtlerin siyasal mücadeleyle bu açığı kapatması, tanımın doğruluğuna bir örnek oluşturmaktadır. Marksistlerin ulusa bakışı noktasında da kafa karışıklığını gidermek adına önemli olduğunu düşündüğümüz bölümde, özellikle liberal çevrelerde benimsenen ulusun artık önemsiz ve değersiz olduğu yaklaşımı eleştirilerek ulus kategorisinin günümüzde mutlak bir gerçekliğe sahip olduğu ancak sosyalist devrimin bir aşamasından itibaren sönümlenmeye başlanabileceği vurgulanmıştır. “Sosyalist Pratiğin Haklılığı” olarak adlandırılan ikinci bölümde ise, ulus kategorisinin ”sosyalist pratikte” yani Sovyetler Birliği’ndeki tarihi incelenmiştir. “Barış içinde bir arada yaşama”nın halkların kardeşliği ve barışçılık gibi kavramların halk içerisinde örgütlü olmasını sağlamış olması ancak kapitalizm karşıtı bir kavgacılıkla bütünleşmediğinden kitlelerin depolitizasyonuna sebep olduğu belirtilmiştir. Sosyalist iktidarın sarsılması, kardeş Sovyet halklarından etnisizme evirilmeye neden olmuştur. Sovyetler Birliği’nin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı stratejisi işçi sınıfının tarihsel çıkarları gözetildiğinde kapitalizmin köleleştirdiği ulusları özgürleştirirken, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda ulusların köleleştirilmesine yol açmaktadır. Bu nedenle, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini her durumda gerçekliği yeniden değerlendirilmesi gereken bir taktik olarak kavramak gerekiyor. Özellikle

liberal kesimlerin benimsediği “küreselleşme ile ulus kategorisinin önemsizleştirilmesi” yaklaşımı kapitalizmin eşitsizlikleri sıfırlayarak insani çözümler üretme çabasında olmadığı gerçeğini göz ardı edilmesine yol açmaktadır. Kapitalizm tarihsel temelleri olan bu eşitsizlikleri, artı-değer sömürüsünü arttırmak ve sömürü düzenini sürdürmek için kullanmakta, yeniden üretmektedir. Bu nedenle ulusal sorunun tek çözümü sosyalizmle mümkündür. Sorunu yaratan, ulus kimliğinin siyasetin konusu olması olduğundan, sorunun tarihsel çözümü de sosyalizmin bir aşamasından sonra ulus kategorisinin siyasal bir birim olmaktan çıkartılması onun yerini sınıf kategorisinin alması olacaktır. “Kürtler Burjuva Devriminin Neresinde?” başlığında ise Osmanlı’da Kürtler, burjuva devrim süreci, Kürt coğrafyasının burjuva devriminin dışında tutulması, isyanlar gibi konulara değinilmiştir. Tüm dünyadaki gecikmiş burjuva devrimlerinde olduğu gibi korkak bir karaktere sahip burjuva sınıfı, feodal yapılanmaya sahip Kürt coğrafyasında bir dönüşüm üretmek yerine, Kürt uluslaşma sürecini tamamlaması korkusuyla aşiretçi siyaset geleneğini canlı tutma yoluna gitmiştir. Ancak burjuva reformların var olan durum ile çelişkisi ittifakın bozulmasına ve aşiretçi feodal egemenler ve onlarla iç içe girmiş din adamlarının ayrıcalıklarını yitirecekleri korkusuyla cumhuriyetin ilk dönemindeki isyanlarının başlamasına neden olmuştur. Aydemir Güler 1940-1960 yılları arasında Kürt egemen güçleri ile Türkiye burjuvazisinin ittifakının yeniden sağlanma süreci olarak nitelerken, 1960-1980 dönemini Kürtlerin de katıldığı bir toplumsal/sınıfsal mücadele dönemi olarak adlandırıyor. 19802000 arası ise mücadelenin Kürtler tarafından sürdürüldüğü ve Kürt kimliğinin damgasını taşıyan bir “son isyan” dönemi olarak niteliyor. Kürtler ve sosyalistlerin ilişkisinden bahsedilen 4. bölümde Güler, eski TKP’nin Kürtlerle ilişkisine değinerek başlıyor. 1938 Dersim isyanının şiddetle bastırılması sonrası, Kürt egemenlerinin şiddetin dozajıyla geri çekilmesi, Kürt küçük burjuva ilerici aydının ön plana çıkmasına sebep oluyor. 1940-1950’lerle tariflenen süreç, 1960larda TİP ile birlikte başlayacak olan Kürt aydınlanma sürecine bir hazırlık niteliği taşıyor. TİP’in toplumsal muhalefet alanlarının her birinde oluşturduğu çekim gücü, Kürtleri de kendine çekiyor ve Kürt aydınlanması “ulusalı yadsımayarak sınıfsalla birlikteliği” ele alıyor. Asimilasyon tartışmalarına da girilen bölümde, Aydemir Güler, ulusların asimilasyonunu tarihsel ilerleme ile burjuvazinin gericiliğinin kombinasyonu olarak nitelendirerek bu noktada sosyalistlerin tarihin tarafı olamayacaklarını vurguluyor ve sosyalistlerin kendilerine ait bir siyasal alternatif tavrı geliştirmeleri gerektiğini söylüyor. Ayrıca, Kürt ulusuna yönelik politikaların asimile etmek amacını taşımadığını, bunun burjuvazinin korkak karakterinden kaynaklandığını belirtmek gerekiyor. Türk ulusallığının “ya asimile edemezsek” korkusuyla Kürt kimliğini asimile etmek yerine baskı ve inkâr yoluna gitmesinin kanıtı olarak 12 Eylül sonrası Kürt dinamiğinin ortaya çıkması gösterilebilir. “Son İsyandan Demokratik Cumhuriyete” başlığı önceki bölümün devamı niteliği taşıyor. 1980 sonrası Kürt dinamiğinin kırlara çekilerek yoksul köylü hareketi olma niteliği taşımasının Türkiye solundan bir uzaklaşma anlamı da taşıdığını belirtmek gerekiyor. Güler sosyalizmin güncelliği olan bir ülkede devrimci mücadelenin esas merkezinin kentlerden kırlara taşınması iktidardan kaçmak anlamına geldiğinin altını çiziyor. Çünkü iktidar hegemonyasını kentlerde kuruyor ve toplumsal dönüşümlerini diğer alanlara kentlerden taşıyor. Bu hegemonyadan parça parça alan çalmak mümkün görünmüyor. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, Ülke bütünündeki kentleşme düzeyi ve Türkiye topraklarında yüzyıllardır süregelen merkezi iktidar geleneği gibi gerçeklikler Çin devrimiyle özdeşleşen halk savaşı modelinin Türkiye topraklarında bir pratiği olmadığının kanıtıdır. “Kürtler ve dünya” başlığında Güler, reel sosyalizmin çözülmesiyle emperyalizmin ulusal sorunlar üzerindeki belirleyiciliğinden ve aynı ölçüde çözümsüzlüğe sürüklemesinden bahsediyor. Türkiye ölçeğinde ise Kürt dinamiğinin emperyalizmle paralellik kurması ulusal hareketlerin mahkûmiyet ilişkisidir. Ancak bu bağın kopabilir olduğu TİP ve solcu Kürt hareketi deneyleriyle görülmüştür. Reel sosyalizmin çözülüşüyle, ulusal hareketlerin emperyalizmin manipülasyonlarına açık hale gelmesi

69


70

OKUMA NOTLARI

kurtuluşçu niteliğini kaybetmelerine sebep olmuştur. Kürt kimliğinin özgürleşmesi ancak sosyalizmle mümkündür.

Bir Zamanlar “Doğu Anadolu’nun Düzeni”

“Demokratik Cumhuriyete Gerçekçilik Testi” başlığında ise Güler, Kürt siyasetinin sınıf değiştirmesinden, bir emekçi sorunu da olan Kürt sorununun yakıcılığından bahsediyor. Egemen ideolojide emekçi sınıfları bölmenin önemli eksenlerinden birini oluşturan ayrımcılık, ucuz iş gücü, hor görülen işler için iş gücü, yedek iş gücü gibi noktaların Kürt sorununun emekçi sorunu olduğu boyutların altı çiziliyor. Ulusal bağımsızlık mücadelesi sömürü ilişkilerini tasfiye etmediğinden toplumsal kurtuluştan geri bir yerde duruyor. Bu doğrultuda, Kürt sorununun çözümü ancak sosyalist bir perspektifle mümkün hale geliyor. Kitabın “Halkçı Damar” olarak isimlendirilen bölümünde Türkiye coğrafyasının Batı bölgelerinin kapitalistleştiği ancak Doğu bölgelerinde hala feodal yapının egemen olduğu görüşünün hiçbir gerçekliği olmadığı anlatılıyor. Kapitalizm öncesi yapılar çelişkili bir birlik oluşturmak üzere kapitalist üretim tarzına eklemlendiler ve bu tabi ki gelişkin olanının yani kapitalizmin belirleyiciliğinde gerçekleşebilir. Ülke bütününde kapitalizmin iç kompozisyonunun eşitsiz bir dağılım göstermesiyle birlikte tek bir egemen üretim tarzının reddedilmesi -en iyi ihtimalle- saflıktır. Aydemir Güler, sosyalist dönüşümlerin en gelişkin sınai merkezlerde gerçekleştiğinin, bu noktada da kentlerdeki Türk-Kürt kaynaşmasının önemli bir yere oturduğunun altını çiziyor. Ayrıca, doğuda feodal yapının egemen olması noktasında ise özellikle 1980 sonrası süreçte Antep, Maraş, Diyarbakır, Malatya, Adıyaman, Erzincan, Elazığ, Urfa, Mardin ve Erzurum gibi büyük illerde sanayi, tarım ve ticarette kapitalizmi ağırlıklı olarak özel sektörün temsil etmesiyle, kent merkezleri denildiğinde doğunun büyük illerinin de kastedildiğini söylemekte yarar var. Halk faktörü alt başlığında işçi sınıfının halkın parçası olduğu kadar öncüsü de olduğu vurgulanırken, burjuva siyaseti 12 Eylül sonrası halk faktörünü büyük ölçüde geriletmiştir. Ancak kentli sınıfların aydınlanmışlıktan, kırsal kesimlerin de ezilmişlikten kaynaklanan duyarlılıkları nesnelliğe sahiptir. “Liberalizm ve Milliyetçiliğe Karşı” başlığı ulusal pratiklerin sosyalizmle ilişki kurmasının önünde engel oluşturan ve sosyalizmi “didik didik” eden iki akımla isimlendirilmiştir. Bölümün, konunun geniş bir şekilde özetlenmesiyle bir sonuç bölümü niteliği taşıdığı söylenebilir.

Sercan Yıldız “Binbir güçlük ve baskıya rağmen/eğilmeden, kırılmadan/ sarsılmaz bir inanç, engin ve bilinçli bir halk sevgisiyle/ büyük yaşamlarını sürdüren/ bütün yürekli arkadaşlarıma” sözleriyle başlıyor kitabına, nam-ı diğer “Sarı Hoca”. Kitabı yazdıktan sonraki dönemde, hayatının toplamda 17 yılını cezaevlerinde geçirmiş ve yayımlanan 36 kitabından 32 tanesi yasaklanmış olmasına rağmen doğru bildiğini cesurca ifade etmekten ödün vermemiş bir aydına yakışır şekilde. Direngenlik yakışıyor, ama gerisi yakışmıyor ne yazık ki...

Doğu Anadolu’nun Düzeni İsmail Beşikçi E. Yayınları, Temmuz 1969, Birinci Baskı

Günümüzde çoğu genç sosyalistin muhtemelen varlığından bile haberdar olmadığı, tozlu raflarda unutulmuş görünen “Doğu Anadolu’nun Düzeni”; Beşikçi’nin “yazdıklarına yakışmayan” daha sonraki siyasi tavrının nüvelerini barındırsa da hala saygı duyulmayı ve okunmayı hak ediyor. Söz konusu “nüveler” son derece baskın sınıfsal bakışın yanında önemsiz kalıyor ve tabiri caizse “metnin ruhu”nu değiştiremiyor. Beşikçi’nin değişimi üzücü olmasının yanında güçlü bir sosyalist hareketin aydınları nasıl yola getirdiğinin de kanıtı oluyor. Kitapta yazılanlara satır satır katılmak mümkün olmamakla birlikte, Beşikçi’ nin, “tarihin motorunun sınıf mücadeleleri olduğunun bilinciyle” Kürt sorununun kökenlerini ve çözüm yollarını araştırma çabasından ders almak gerekiyor. Kürt sorunu üzerine yazılmış ilk kapsamlı çalışma sayılabilecek eserin (zamanında) bir Marksistin kaleminden çıkmış olması ise ayrı bir gurur ve heyecan veriyor. Altı bölümden ve bir giriş yazısından oluşan kitapta, “Kürt sorunu” yerine kitabın yayımlandığı tarihlerdeki literatürde olduğu gibi “doğu sorunu” adlandırması kullanılıyor. Osmanlı döneminden 1960’lara kadarki zaman kesitinde, Kürt sorunuyla bağlantılı gözüken bütün önemli olaylar ele alınıyor. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Seferi’ndeki katliamlardan Hamidiye Alayları’nda yer alan aşiretlerin isimleri ve yerlerine; bölgedeki aşiretlerin isimleri, yaklaşık üye sayıları, kışlık ve yazlık konaklama yerlerinden kaçakçılıkla uğraşan çetelerin isimleri, yöneticileri ve etkinlik bölgelerine kadar yığınla bilgi ortaya seriliyor. Bütün bu olaylar ve olgular ışığında sorunun kökenleri Marksist yöntemle incelenmeye çalışılıyor. Önce, kitabın yazıldığı döneme kadarki süreçte Doğu Anadolu’daki temel üretim tarzı olan feodal üretim tarzı üzerine odaklanılıyor. Feodal üretim ilişkilerinin yol verdiği mülkiyet biçimleri, Doğu Anadolu’daki en yaygın mülkiyet biçimi olan aşiret sistemi merkeze alınarak inceleniyor. Sonra da bu yığınla


72

bilginin ışığında, “doğu sorunu” ile bağlantılı toplumsal olaylarda öne çıkan siyasal aktörlerin tarihsel rolleri ve görece daha önemli olayların tarihsel önemi üzerinde duruluyor. Kitabın bütününe sinmiş bulunan sınıfsal bakış açısı ve Marksist yöntemi kullanma çabası hemen göze çarpıyor. Beşikçi ısrarla vurguluyor: “… toplumsal yapıyı şekillendiren ve toplumsal gelişmenin yönünü tayin eden ana faktör, mülkiyet ve üretim ilişkileridir.” (s.23) Beşikçi’ye göre, genel olarak etnik bir biçim almış olsa da “doğu sorunu”nun sebeplerini de mülkiyet ve üretim ilişkilerinde aramak gerekiyor. Tüm etnik sorunlarda olduğu gibi, Türk-Kürt veya Alevi-Sünni çatışması şeklini alan bütün toplumsal olayların temelinde sınıfsal çıkar savaşımları yatıyor. Aynen bu cümleyi kullanmasa da, “Ulusallık değil, sınıfsallık!” diyor Beşikçi, ısrarla. Kürt halkının eşitlik ve özgürlük taleplerinin milliyetçi bir zeminde dile getirilmesinin Kürt emekçilerine değil Kürt egemenlerine hizmet ettiğini vurguluyor: “Genel olarak, Doğu Anadolu ile Batı Anadolu arasında bir uçurum meydana gelmiştir. Bu uçurum Kürt-Türk çatışması olarak belirmiştir. Ve bu oluşumlar içinde Doğu Anadolu ile Batı Anadolu arasında büyük bir iktisadi dengesizlik meydana gelmiş ve doğulu halk, merkezi otoritenin bu tutumunu, ‘Kürt olduğum için geri kaldım, Kürt olduğum için devlet bana itibar etmedi, yüz vermedi.’ şeklinde yorumlamıştır. Bütün bu sloganlar, ağa, şeyh, aşiret reisi gibi egemen sınıflar tarafından desteklenmiş ve halka benimsetilmiştir.” (s.215) Türkiye İşçi Partisi’nin öncülüğünde gerçekleştirilen Doğu Mitingleri’ne büyük bir önem atfediyor Beşikçi: “1967 yaz aylarında Doğu Anadolu’nun çeşitli şehir ve kasabalarında yapılan Doğu Mitingleri, halkın bu ezikliğine karşı bir direnmesidir. Burada çatışmanın Türk halkı ile Kürt halkı arasında değil, Türk ve Kürt emekçi sınıfları ile onların egemen sınıfları arasında olduğu gerçeği ilk defa ifadesini bulmuştur.” (s.215) Ve bu kitlesel hareketliliğe müdahil olmaya çalışan Kürt egemenlerinin sınıfsal arzularını ortaya seriyor. Kürt egemenlerinin, Türk burjuvazisiyle eşit haklara sahip olan kapitalist ağalar olmak ve Kürt halkının sorunun kökeni konusunda bilinçlenmesini önlemek maksadıyla mitinglere dahil olduğunu belirtiyor: “Mitinglere topraksız veya az topraklı ve emeğinden başka hiçbir şeyi olmayan kimseler yanında ağalar, şeyhler ve aşiret reisleri gibi feodal mülkiyet ve üretim ilişkilerini kontrol edenler de katılmışlardır. … Tabii birinci grup tamamen mülkiyet ve üretim ilişkilerinden doğan kavgayı dile getirip, ağalara, şeyhlere, aşiret reislerine ve bunlarla işbirliği yapan AP iktidarına karşı çıkarken, ikinci grup, yani egemen olanlar da, yüzyıllar boyunca Kürt halkının ezilmişliğinden, Kürtlerin devlet kurumları ve yetkili kişiler tarafından hor görüldüğünden hareket etmişlerdir. Ağa, şeyh ve aşiret reislerinin sorunu, bu şekilde ortaya atarak halk yığınlarının dikkatini etnik bir faktöre çekmesi, halkın temel toplumsal yapı çelişkileri konusunda bilinçlenip örgütlenmesini engelleyecek niteliktedir.” (s.165) Çelişkinin halklar arasında olduğu yanılsamasını pekiştirecek siyasal konumlanışlardan uzak durmak ve halklarımızı birleştirecek olan emekçi kimliğini öne çıkarmak gerekiyor. Özellikle 12 Eylül darbesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında solun etkisizleşmesiyle birlikte, Kürt sorunu tartışmalarında zamanla ağırlığını iyice yitirerek unutulmaya yüz tutmuş bulunan sınıfsal bakış açısına ısrarla sahip çıkmak, 40 yıl önce yazdığı satırları Beşikçi’ye bile tekrar hatırlatmak gerekiyor: “Çelişki Türk halkı ve Kürt halkı arasında değil, Türk ve Kürt emekçi halklarıyla Türk ve Kürt egemen sınıfları arasındadır. Yani bir yanda emperyalizm ve bu halkların emperyalizm ile işbirliği yapan egemen sınıfları, öte yanda da emekçiler vardır.” (s.262)


Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.