AİLE Biz bir aileyiz
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı yayınıdır.
Yıl 3
| Ocak Şubat Mart 2015 | 9
dosya
Ü Ç AY D A B İ R YAY I M L A N A N K Ü LT Ü R V E S A N AT D E R G İ S İ
ÇANAKKALE lı
ZAFERİ’NİN100.yıl AİLEDE
FIRSAT EĞİTİMİ Prof. Dr. Nevzat TARHAN
Dünya Mirası
BERGAMA Türk kahve kültürü küçük şeyler Prof. Dr. Üstün DÖKMEN
Sunuş Ayşenur İSLAM
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı
Milletimizin bağımsızlık mücadelesinde ve ülkemizin bugünlere ulaşmasında dönüm noktalarından biri olarak tarihteki eşsiz yerini alan Çanakkale Zaferi; kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı bütün milletin türlü sıkıntılar karşısında gösterdiği ortak gayretin, mücadelenin; kendisinden maddi şartlar açısından kat kat üstün olan düşmana karşı yapılan vatan savunmasının en güzel örneği olmuştur. Mehmet Akif’in “Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer/O ne müthiş tipidir; savrulur enkaz-ı beşer...” şeklinde tasvir ettiği ve Dünya savaşlar tarihinin en şiddetlilerinden biri olan Çanakkale Savaşı dehşetengiz çarpışmalara ve fevkalade kahramanlıklara sahne olmuştur. Çanakkale Savaşı sadece iki taraf arasında bir savaş olmanın ötesinde milletimize azamet ve gücünün iadesinin vesikası olmuş ve bu toprakları bizlere ebedi vatan kılmıştır. Bu itibarla bu destanı çok boyutlu okuyup değerlendirmek gereklidir. Bu destanı yazan her bir şehidimizin, gazimizin ayrı bir hikâyesi vardır. Eğitimini yarım bırakıp cepheye koşan öğrenciler, yarenini bırakan yiğitler, mukaddesat uğruna eşini dul, çocuklarını yetim bırakan kahramanlar, yeni doğan bebeğini göremeden adını mektupla koyan babalar ilmek ilmek örmüştür bu destanı. Devlet-i Aliye’nin manzumesi olarak Osmanlı topraklarının dört bir tarafından gelen genç, yaşlı, kadın, erkek yüz binlerce insan, canları pahasına yaşadıkları coğrafyaya ve mukaddesatına sahip çıktılar. Şairin ifadesiyle adeta ”Bir vatan kalbinin attığı yer” kıldılar Çanakkale’yi. Vatanın kalbine kulak verdiğimizde karşımıza çıkan manzarayı Gazi Mustafa Kemal hatıralarında şöyle tasvir eder:
“Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz, on metre, yani ölüm muhakkak… Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulmamacasına şehit düşüyor, ikinci siperdekiler onların yerine geliyor, fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini de biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılmak yok… Okuma bilenler Kuran’ı Kerim okuyor ve Cennet’e gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şehadet çekerek yürüyorlar. İşte bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur.” Darülfünun müderrislerinden İsmail Hakkı Bey’in dediği gibi “Çanakkale, müdafaası yapılmış ve kazanılmıştır. Lakin vazife, yalnız askerler ve kumandanlar için bitmiştir. Bizim için bitmemiş, hatta başlamamıştır bile. Herkes bilsin ki, burada kanlarını akıtanlar hep bu tarih, bu namus ve fazilet için öldüler. Onların kan borcunu ödemek lazımdır. Şairler destanlarını yazsınlar, ressamlar levhalarını çizsinler, heykeltıraşlar abidelerini ortaya koysunlar, muharrirler hikâyelerini yazsınlar, sağ kalanlar da rahmet okusunlar…” Bizler de üzerimize düşen bir vazife olarak bu destanı günümüze taşıyor, ecdada rahmet okuyor, kabirlerinin cennet bahçesi olmasını Allah’tan niyaz ediyoruz. Unutulmaması gereken bir husus daha var ki; Bugün bize düşen Çanakkale Zaferi’ni sadece hamaset kaynağı ve yılda bir kez törenlerle anılan tarihi bir olay olarak görmek değil oradaki ruhu keşfetmek ve bu güne taşımaktır. Çünkü ecdadın uğruna canını verdiği ve bize emanet ettiği bu toprakları herkesin huzur içinde yaşadığı bir ülke haline getirmek hepimizin görevidir ve bunun sırrı da Çanakkale ruhunda gizlidir.
İÇİNDEKİLER
dosya
ÇANAKKALE lı ZAFERİ’NİN 100.yı
Osmanlı Devleti’ne Karşı Çarpışan Senegalliler..................7
Çanakkale’nin Manası.......................................................10
Mehmet Âkif ve İdeal Gençlik Âsım’ın Nesli......................13
ailede
fırsat eğitimi
4
Prof. Dr. Nevzat Tarhan
Dünya Mirası
BERGAMA
Melih Uslu
26
Külliyeler..........................................................................16
Dikkat Edilmesi Gereken...................................................18 10 Önemli Bebek Gelişim Evresi
İnsan İsterse Her Şeyi Başarabilir!.....................................20
“Benim Dedem Çanakkale Zaferi’nde...............................24 Mustafa Kemal’in Emrine Uymamış”
Mesut Cem Erkul ile Sinema Üzerine Söyleşi....................38
Türk kahve kültürü ve incelikleri
56
Muhammed Musab Sungur
Prof. Dr. Üstün Dökmen
Kılavuz Kadın Bir Evlilik Danışmanı mıydı?.......................41
Geçmiş Zaman Sofraları....................................................42
Trabzon Köşk Huzur Evi.....................................................45
Koca Seyit’in Torunu .........................................................46 Muhammed Yıkar ile Söyleşi
enstantaneleri yakalamak:
60
küçük şeylerden mutluluklar üretmek
Bilinçli Sağlık ve Sağlığı Geliştirme..................................48
Özhan Eren ile Sinema Üzerine Söyleşi.............................52
Bahar Bayramları..............................................................54
“Biz Bir Aileyiz”
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı yayınıdır. Üç ayda bir yayımlanır.
Derginin Sahibi
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı adına Doç. Dr. Mustafa DURMUŞ
Editörden
Editör ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Tanıl Can BAYOĞLU
Yayın Kurulu
İrfan ÇAYBOYLU Dr. Sermet BAŞARAN Emre TÖRE Dr. Dursun AYAN Samet CEYHAN Ozan İLTER Bengin EFETÜRK Aysun TÜRÜT Oya TANYERİ Handan ARSLAN Özlem YÜKSELBABA Serpil PENEZ ŞAHİN Nermin ÖZTÜRK Hakan AYDIN
Danışma Kurulu
Çiğdem ERDOĞAN ATABEK Nesrin ÇELİK Ebubekir ŞAHİN İmambey ERTEM Mustafa KARAMAN İsmail YÜKSEKTEPE Temindar AYTEKİN Gülser USTAOĞLU Gamze AYRIM Selami GÜDER Kenan ÖNALAN Prof. Dr. Vedat IŞIKHAN Doç. Dr. Ayşe Sezen SERPEN Doç. Dr. Cengiz ÖZBESLER Hümeyra ŞAHİN Dr. Murat YILMAZ
İdare Adresi
Söğütözü Mah. 2177. Sok. A Blok No: 10 Çankaya/Ankara
Yapım arti5medya.com Tel: +90 312 286 13 00
Kapak Fotoğrafı
TSK Genel Kurmay Başkanlığı Arşivi
Görsel Yönetmen Gürkan Akbaş
Basım Yeri
Uzman Matbaacılık Tel: +90 312 394 43 64
Basım Tarihi 21.04.2015
Yazıların hukukî sorumluluğu yazarın kendisine aittir. Yayınlanmasını istediğiniz yazı, inceleme ve eleştirileriniz için: bizbiraileyiz@aile.gov.tr Dijital Dergi İçin: kutuphane.aile.gov.tr/sayfa/bizbiraileyiz
Tanıl Can BAYOĞLU
Merhaba değerli okurlar Yılın ilk sayısıyla, siz okurlarımızla baharda yeniden buluşmaktan mutluluk duyuyoruz. Bahar, yenilenmek ve tazelenmek demek. Bu sayımızda elinize ilk aldığınız anda da fark ettiğiniz gibi yeniliklerle doluyuz. Bu yenilikler yalnızca dış görünüşümüzde değil. Elinizden bırakamayacağınızı umduğumuz dergimizin ruhunda da belirgin değişiklikler hissedeceksiniz. Bu sayımızda dosya konusu olarak Çanakkale Zaferi’nin 100. yılını işledik. Tek başına bu konuya onlarca sayı ayırsak bile yine de layıkıyla işleyebildik diyemezdik elbette. Biz de bilinmeyen yönleriyle yaklaştık Çanakkale Zaferi’ne. Mesela, Çanakkale’de Müslüman Senegallilerin Osmanlı Devleti’ne karşı savaştığını biliyor muydunuz? İlgi çekici bir konu! Dr. Ahmet Uçar, tarihin tozlu raflarından kahraman askerlerin cepheden yazdığı mektupları derledi bize. Prof. Dr. Binnur YEŞİLYAPRAK’ın annesiyle yaptığı söyleşiyi kaleme aldığı ve sinema filmini aratmayan yaşam hikâyesi mesela, çok çarpıcı. Sinema demişken, 100. yılını geride bırakmış sinemamıza da değinmeden geçemezdik. Bu konuda keyifli söyleşiler gerçekleştirdik siz okurlarımız için. Söyleşilerimizden biri de Türk kahve kültürüyle ilgili. Türk kahvesi eşliğinde iyi gider derim. Eşref ARMAĞAN’la yaptığımız söyleşide ise görme engelli bir insanın resim çizebildiğine tanık olacaksınız. Ünlü gezi yazarımız Melih USLU sağlığın başkenti Bergama’ya götürüyor bizleri. UNESCO Kültür Mirası Bergama, bu yazıyı okuduktan sonra gezi rotanıza girer belki de. Yazarımız bir başka yazısında da Türkiye’deki bahar bayramlarını ele aldı, kalemine sağlık. Prof. Dr. Üstün DÖKMEN’in, Prof.Dr. Nevzat TARHAN’ın, Prof. Dr. Ertuğrul YAMAN’ın yazıları da bir solukta okuyacağınızdan emin olduğumuz yazılardan. Kısacası dopdolu bir içerikle elinizden düşüremeyeceğiniz bir sayı hazırladık sizlere. Bir sonraki sayıyı sabırsızlıkla beklemenizi umuyor iyi okumalar diliyorum.
4 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Eğitim
>
Ailede Fırsat Eğitimi
Prof. Dr. Nevzat Tarhan Üsküdar Üniversitesi Rektörü
ailede
fırsat eğitimi Yeni kuşak veya eşler evin açık kapısı olan internetten dijital sokağa çıkıp sokakta büyüyor veya yaşıyor. Bunu ciddiye alalım. İyi eş, iyi baba, iyi işadamı olmadan önce iyi insan olmaya çalışalım. İyi insan olmak da iyi aile ortamından başlıyor, aileyi bir arada tutan değerleri canlandırmaktan başka çaremiz yok! >>
Aile değerlerini ayakta tutmak, çocuğumuzu daha iyi yetiştirmek, eşimizle iyi ilişki kurmayı başarabilmek gibi becerileri kazandırmak adına doğal davranış eğitimi olan ‘Ailede Frsat Eğitimi’ günümüzde bir fırsat.
Artık Şikâyet Değil Çözüm Zamanı! “The App Generation” Dijital çağın amaçsız nesilleri, insanlığı sel gibi önüne kattı sürüklüyor. İnsanlığı değiştiren üç elma; Hz Adem’in, Newton’un ve Apple Corp. un elması oldu. Yasaklar sonuç vermiyor. Henüz şeklini bulamayan nesneyi, yani gençliği dijtal medya eğitiyor. Amaçsızlık insanlığı strese açık tutuyor. Anomik modernizm ve maddecilik “hayat işinize yaramıyorsa ölebilirsiniz” diye intihara teşvik ediyor. “Cansız maddeden geldik yine ona gideceğiz” algısı hayatı anlamsızlaştırıyor. Yeni kuşaklar çok fazla dünyevileştiler. Kendi egoları ve konforlarından daha yüksek bir değer tanımayan kuşaklar insanlığın geleceğini tehdit ediyor.
Nedir Fırsat Eğitimi? Fırsat eğitimi, zamanı iyi kullanmak isteyen kültürlerde ve sistemlerde çok işe yarayan bir eğitim biçimidir. Özellikle egonun çok yükseldiği çağımızda insanlar ‘muallimvari’ uygulamalara hemen kendilerini kapatma eğilimindeler. Yaşadığımız hız ve yoğunluk çağında eğitimde verimlilik ilkesinin en iyi kullanıldığı alanlardan biri olarak “Problem Odaklı Eğitim/Fırsat eğitimi” aynı zamanda kalite standartları ve innovasyon sağlayan bir eğitimdir. Yapılan araştırmalar %60-70 oranında hastalığın yanlış beslenme ve yanlış yaşam stili, hatalı alışkanlıklar, çarpıtılmış düşünce kalıpları, anlamsız önyargılarımız ve temelsiz korkularımızla ilgili olduğunu gösteriyor. Aristoteles’in asırlar once öngördüğü gibi “insan her şeyden çok mutluluğu arzu eder.” İnsan yaşamında hep mutlu olmayı amaçlamaktadır. Psikiyatride önceleri üç alan
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
AİLE 5
Yaptığımız hataların doğal sonucunu yaşayabilmek, güzel davranışlarımızın tadını çıkarabilmek insanca olmaktır.
önemsenirdi: Duygu-düşünce-davranış. Şimdi iki alan daha önem kazandı: Bedensel tepkiler ve değer sistemimiz.
aktiviteler içinde her olayı bir öğrenme malzemesi
İnsanı analiz ederken; kendisi ile ilişkisi, mesleki ilişkisi, ailevi ilşikisi, evrenle ilişkisi ve varoluşsal ilişkisi “Biyopsikososyospritüel Model” bir bütün olarak ele alınmalıdır.
Yaptığımız hataların doğal sonucunu yaşayabilmek, güzel
Özetlemeye çalıştığım gerekçelerle yaşarken günlük
etmesi onun yararınadır.
yapabilmek zekice bir tavır olur.
davranışlarımızın tadını çıkarabilmek insanca olmaktır. Her şeyde, beslenmede dahi organik olmayı önemseyen insan yapay ilişikiler ve yaşantılar yerine doğal öğrenmeyi tercih
6 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Eğitim
>
Ailede Fırsat Eğitimi
Doğal Öğrenme Nedir? Otistik çocukların nasıl en iyi şekilde öğrenebileceği üzerinde yapılan çalışmalar ideal öğrenmenin doğal öğrenme olduğunu göstermektedir. Söz dili ile değil olay dili ile yapılan bir eğitim türüdür. Duygu, düşünce ve davranış dillerinin hepsi kullanılır. Bir çocuğa saatlerce düzenli olma konferansı vermek yerine kaybettiği bir şeyi bulamadığı zaman ona yardım etmeyerek arayıp bulmasını sağlamak çocukta kalıcı öğrenme sağlar. Yahut yemek seçen, mızmızlık yapan bir çocuğa yemek seçtiğinde aç kalmasına fırsat vererek sağlanan eğitim saatlerce nasihatin yerini tutar. Evde vazo kırıldığında yalan söyleyen çocuğa “Bak çocuğum, vazoyu senin kırdığın belli. Vazo kırılmasından daha büyük bir hata yaptın. Doğru olmayan bir şeyi söyledin.” diyen anne çocuğuna; onu sevdiğini ve değer verdiğini ve dürüstlüğün o evde daha çok pirim yaptığını, fırsatı değerlendirerek iki dersle göstermiş olur.
Yahut eşinin eve gelip hiç konuşmamasından rahatsız olan bir kadının, kendi ağzını bantlayarak mizahı kullanması bir ifade biçimi olarak hafızada iz bırakır. Bütün bunlar doğal öğrenme yolu ile yapılan fırsat eğitimleridir.
‘Sosyal Entropi’ye Uygun Aile Yaşantısı Ne Demek? Entropi termodinamiğin ikinci yasasıdır. Bu yasaya göre evrende herşey düzensizliğe doğru kaçınılmaz bir biçimde gidiyor. Dış kontrol yoksa sıcak su soğuyor, aydınlık yerini karanlığa bırakıyor, yeni eskiyor, genç ihtiyarlıyor, canlılar ölüyor, odamız kirleniyor ve evren genişliyor. Her canlının bir kontrol alanı var. O alandan sorumlu olarak evimizin bahçesine bakmazsak nasıl ayrık otları kaplarsa, işlerimizi de ihmal edersek iflas ederiz veya kovuluruz. Vücudumuzu ve evimizi temizlemezsek kirlilikten kokarız ve hasta oluruz. İyi insan olmaya çalışmazsak da bencil bir canavar oluruz.
Çocuk koltuğa çıkmak istediğinde hemen yardım etmek yerine “Haydi sen çabala, düşersen ben tutarım” demek…
Aynı şekilde ailemize ve hayata yatırım yapmazsak ailenin meyvesi olan çocuklarımız kötü yetiştiği gibi evde ve yaşamda huzur ve barış da bulamayız.
Eş hasta olup yattığında hoş tutma ve bakım davranışı ile sevdiğini gösterebilmek…
Demek ki sihirli formüller aramak yerine zaman ayıracağız,
Eşinin işleri kötü gittiğinde veya yemek yetişmediğinde “Şükredecek o kadar çok şeyimiz var ki” diyerek ümit duygusunu ve hayatta iyi şeylerin de gerçekleşeceği beklentisini ayakta tutabilmek…
Çocuk koltuğa çıkmak istediğinde hemen yardım etmek yerine “Haydi sen çabala, düşersen ben tutarım” demek…
Demek ki işe veya eşyalara ayırdığımız zaman kadar eşimize ve çocuklarımıza da zaman ayıracağız, Demek ki egomuzu tatmin etmeye çalışırken aynı zamanda sorumlu olduğumuz alanı ve kişileri de güzelleştirmeye çalışacağız, yoksa entropi yasası affetmiyor. Evlilik öncesinde veya aile içi iletişimde yaşadıklarınız her zaman tozpembe olmayabilir. Önemli olan, çözüm bekleyen sorunlara nasıl yaklaştığınızdır. Problemleri çözmeye yönelik tavrınız, dünyayı size ve ailenize dar eden sıkıntılar bir anda uzun vadeli mutluluğunuz için fırsata dönüştürebilir.
Osmanlı Devleti’ne Karşı Çarpışan Senegalliler
>
Tarih
> 9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
AİLE 7
Doç. Dr. Muhammet ERAT
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Çanakkale Cephesi’nde Fransız Ordusunda
Osmanlı Devleti’ne Karşı Çarpışan
SENEGALLİLER 18 Mart 1915 Çanakkale Zaferi’nden sonra İtilaf Devletleri, Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul’u işgal etme düşüncelerinden vazgeçmiş değillerdir. Bu amaçla Gelibolu Yarımadası’nın değişik yerlerine ve Anadolu yakasındaki Kumkale’ye asker çıkararak Çanakkale’yi geçmek istemişler ve bunun için hazırlıklara başlamışlardır. Bu amaçla İtilaf Devletleri kendi ülkelerinden ve sömürgelerden getirdikleri askerleri Mısır’da eğitmeye başlamışladır. İtilaf ordusunda İngiliz, Anzak, İskoç, İrlandalı askerlerin yanı sıra Fransız askeri birlikleri de bulunmaktaydı. Fransız ordusunda Senegal’den getirdikleri Müslüman askerler de yer alıyordu.1
8 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Tarih
>
Osmanlı Devleti’ne Karşı Çarpışan Senegalliler
>> Çanakkale Cephesi ve Senegal Askerleri
1914 yılında I. Dünya Savaşı başladığında Afrika’daki birçok ülke gibi Fransızlar Senegal’den de değişik cephelerde “Fransa için savaşmak” amacıyla askeri birlikler oluşturdular. Fransızlar buradan aldıkları askerleri ilk önce Fransa’ya getirerek onlara eğitim verdirmişler, sonra da I. Dünya Savaşı’nın sürdüğü cephelere göndermişlerdir. İşte bu amaçla Fransızlar, Çanakkale Cephesi açıldıktan sonra denizden geçemeyeceklerini anlayınca kara harekâtı için hazırlıklara başladıklarında Fransız askerlerini getirdikleri gibi, sömürgelerden de Müslüman askerleri Çanakkale Cephesi’ne getirmişler ve Türk askerleri ile çarpıştırmışlardır. 25 Nisan 1915 sabahı Kumkale’de karaya çıkan Fransızların 10. ve 11. Bölükleri Senegallilerden oluşmaktaydı. Bu birliklerin karşısında da Kumkale’de bulunan 6. Bölük Komutanlığı’nın bir takımı bulunmakta idi. Düşman karşısında sayıca az olan Türk birlikleri bir saat kadar dayandıktan sonra, geriden yetişen yarım takıma rağmen Kumkale Köyü’ne çekilmek zorunda kaldı. Burada sokak çatışmalarına devam edildi. Bir süre sonra Türk tarafı Köyü terk ederek Kumkale Mezarlığı’na çekildi ve en yoğun çatışmalar burada ve Azmak civarında gerçekleşti. 26 Nisan sabahı bir anlaşmazlık sonucu Fransızları teslim alamayan Osmanlı birlikleri bu esnada Senegalli muhafızların elindeki birkaç evi basmış ve iki makineli tüfek ile bir sahra topunu ele geçirmişlerdir. General Hamilton’un verdiği emir ile Fransız birliklerinin Kumkale’den 26/27 Nisan gecesi sessizce çekilmelerini istemiştir. Bunun üzerine Senegal askerlerinin de olduğu Fransız birlikleri akşam saat: 22.00’den itibaren Kumkale’den çekilmişlerdir2. 25 ve 26 Nisan 1915 tarihlerine iki gün boyunca savaşın yaşandığı Kumkale muharebeleri esnasında karşılarında
Müslüman Türk askeri ile çarpıştığını anlayan bazı Senegalliler savaşmak istememişlerdir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde yer alan belgede şu ifadeler dikkatimizi çekmektedir: “14/27 Nisan (1915): Düşmanın Kumkale’deki kuvveti Kumkale Köyü’nün içine tıkılmış ve gayet dar bir sahaya sıkışmıştır. Kumkale’deki kıtaat (birlikler) Fransızlardan mürekkep (meydana gelmekte) olup içlerinde bulunan Müslümanlar bizim tarafa firar eylemişlerdir”3 Bu arşiv belgesi de bize göstermektedir ki, savaş döneminde çeşitli propagandalarla kandırılarak Çanakkale’ye getirilen ve çarpıştırılan Müslüman Senegalli askerler, karşılarında Halifenin ordusu ile çarpıştıklarını görünce bundan kurtulmak isteyeceklerdir. Senegalli askerler sadece Kumkale’de değil, Seddülbahir bölgesindeki kara muharebelerinde de Fransız ordusu içerisinde Müslüman Osmanlı Ordusuna karşı çarpıştırılmıştır. İtilaf Devletlerinin sömürgelerinden asker alma yöntemi ile ilgili en dikkat çekici bilgiyi, Fransız ordusunda Çanakkale Cephesi’ne getirilmiş olan ve Ağustos ayı ortalarında esir alınan Senegalli bir askerin ifadesi vermektedir. Senegalli Müslüman asker ifadesinde Fransızların onları nasıl zorla askere aldıklarını ve Türkler hakkında nasıl yanlış bilgi verdiklerini şu şekilde açıklamaktadır: “Ben Senegalliyim ve babamın adı Muhammed’dir. Fransızlar dini inançlarımızın gerektirdiği ibadetleri yerine getirmemize izin vermiyorlar. Bizi memleketimizden zorla toplayıp kopararak buraya getirdiler ve hemen savaşa sürdüler. Biz Müslümanlarla savaştığımızı bilmiyorduk. Ülkemizle ilgisi olmayan bu topraklarda savaşmak istemiyoruz. Bize Türklerin esirleri kestiklerini söylediler. Bundan dolayı da teslim olmaktan kaçınıyorduk. Bizimkiler Türklerden bu kadar iyi muamele göreceklerini bilseler,
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
hepsi Türklerin tarafına geçerlerdi. Fransızlar bütün silahlarımızı topladılar. Adam başına günlük 4 frank vergi aldılar. Bu defa da Almanlara savaş ilân etmişler. Bizim taraflara geldiler. Reisimizden asker istediler. O da asker kalmadığını söyleyince onu dövdüler ve zorla herkesi toplayarak cepheye sürdüler. Birçoklarımız Almanlarla yapılan savaşlarda öldük, artık yetişkin kimse kalmadı”4 Yine Çanakkale Savaşları esnasında esir alınan 10. Tümen cephesinde esir alınan 7. Sömürge 10. Bölük’e mensup bir Senegalli olan Davuda Kamara hakkındaki 2. Ordu İstihbarat Dairesi’nin sorgu notları dikkat çekicidir: “Arapça konuşamıyor, sadece biraz Fransızca biliyor. “Adı geçen kişi ezberden ezan, namaz sureleri ve Kur’an’dan ayetler okumaya başladı. Doktor tarafından yapılan tıbbi muayenesinde sünnetli olduğu anlaşıldı. Bütün bunlar kendisinin şüphe götürmez bir şekilde Müslüman olduğunu ispatlamıştır. Kendilerini ilgilendirmeyen bir savaşta yer almak istemediklerini söylüyor “Fransızlara neden kendileri gibi Müslüman olan bir toplumla savaştıklarını sorduklarında, Türklerin onları Müslüman olarak kabul etmedikleri söylenmiş kendilerine... Türklerin aldıkları esirleri öldürdüklerini ve bu nedenle de her ne pahasına olursa olsun esir düşmemelerini söylemişler “...Her 4 kişi için yıllık 1 Frank vergi alıyorlar. Son olarak Almanya’ya savaş ilan ettiler; sonra da köyümüze gelerek şefimizden onlara asker vermesini istediler. Asker olabilecek nitelikte kimse kalmadığını söylemesi üzerine onu öldüresiye dövdüler ve tüm köy halkını toplayıp savaşa gönderdiler. Senegallilerin çoğu Almanlara karşı yapılan savaşta; bir kısmı da yolda öldü. Şimdi hiç Senegalli kalmadı5Günümüzdeki Senegalli Müslümanlar I. Dünya Savaşı’nda atalarının Çanakkale’de Türklere karşı çarpışmış olduklarından üzüntü duymaktadırlar. Hatta cephede ölen Müslüman Senegalli askerlerin Fransız Mezarlığı’nda başına haç konularak ‘Fransa için öldü’ denmesinden de rahatsızlar.
AİLE 9
Senegal Türk İşadamları Derneği Başkanı Mahary Diakhate ülkesine giden Türklere bu konudaki düşüncelerini şu şekilde ifade etmektedir: “Evet, Çanakkale’de biz de ölmüşüz. Hem de ne yazık ki size karşı çarpışırken... Bunu biz de Fransız mezarlığını gezerken fark ettik. Üzerinde bir haç ve ‘Fransa için öldü’ yazıları bulunan mezarları incelediğimizde 47’sinin Senegalli Müslümanlara ait olduğunu fark ettik. Sonradan araştırdık ve öğrendik ki, Fransızlar ülkemizden 7 bin kişiyi Çanakkale’ye götürmüş. Orada Müslümanlara karşı cepheye sürmüş. Acı bir şekilde ölmüşler, ama daha da acısı, bizi hem kandırdılar, hem de ölülerimizin mezarları başına haç taktılar. O haç oradan kaldırılmalı, biz bununla ilgili girişimlerde bulunduk”6. Günümüzde Sömürgelerden zorla ve kandırılarak getirilerek Çanakkale Cephesi’nde Müslüman Türklerle savaştırılan Senegalliler, bu durumu sorgulamakta ve tarihlerinde nerede hata yaptıklarını araştırmaktadırlar. Dolayısıyla kendi tarihlerini araştırmaktadırlar. Bizler ise başından sonuna kadar haklı olduğumuz Çanakkale Savaşlarını en doğru bir şekilde araştırıp öğrenmeye ve Çanakkale Ruhu’nu bütün gençlere öğretmek zorundayız. Başka milletler tarih oluşturmaya çalışırken, bizim de zengin bir geçmişe sahip olduğumuz tarihimizi sahiplenmemiz ve anlatmamız gerekir. 1
2 3
4
5
6
Burhan Sayılır, “Çanakkale Savaşı’nda Yer Alan İtilaf Askerlerinin Dini-Etnik Yapısı ve Sahip Oldukları Türk İmajı”, A.Ü., Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı: 18, Ankara 2006. Mithat Atabay, Muhammet Erat, Haluk Çobanoğlu, Çanakkale Şehitlikleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul 2009, s. 196-199. Osmanlı Belgelerinde Çanakkale Savaşları, C. I, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yay., Ankara 2005, s. 87; Ahmet Altıntaş, Belgelerle Çanakkale Savaşları, ÇOMÜ, Atatürk ve Çanakkale Savaşları Araştırma Merkezi yay., Çanakkale 1997, s. 47, Burhan Sayılır, “Çanakkale Savaşı’nda Yer Alan İtilaf Askerlerinin Dini-Etnik Yapısı ve Sahip Oldukları Türk İmajı”, A.Ü., Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı: 18, Ankara 2006, s. 323. Ahmet Tetik, Serdar Demirtaş, Sema Demirtaş, Çanakkale Muharebeleri’nin Esirleri, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı (ATASE) Yay., Ankara 2009. “Fransa’nın ayıbı”, http://www.turkiyegazetesi.com.tr/Genel/a426581.aspx
10 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Tarih
>
Çanakkale’nin Mânâsı
Dr. Ahmet UÇAR
ÇANAKKALE’NİN MANASI
“
“
Çanakkale içinde vurdular beni Ölmeden mezara koydular beni
Sık sık böyle söylüyordu bizim köyün -Mersin Mut İlçesi Aşağı Köselerli- Halil İbrahim Onbaşısı! O, iki kıtada beş ayrı cephede, Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşı’nda tam sekiz yıl beş devlete karşı savaşmıştı. Ne yıllık izne gitmişti, ne de sıla ziyaretine...
>>
O; Çanakkale destanını yazanlardandı. O günleri ne de iyi hatırlıyordu. Ah bir dinleyebilseydiniz... Her dinî ve milli bayramda, cami ve okulda onun -mikrofonsuz- gür sesi alırdı kulaklarımızın pasını. Bütün yaşadıklarını bir film şeridi gibi göz önüne getirir, sanki seyreder gibi anlatırdı yaşadıklarını. Bize de yaşatırdı elbette. Çocuğundan yaşlısına, kadınından erkeğine gururla karışık bir hüzün çökerdi hepimizin üzerine. Ondan dinlemiştim ilk kez; “Annem beni yetiştirdi/ Bu vatana yolladı/ Al sancağı teslim etti/ Allaha ısmarladı” dizelerini. Birden heybetlenir ve âdeta bir arslan gibi kükrer ve aynı marşı o günleri yaşayarak sonuna kadar okurdu: “Boş oturma çalış dedi/Hizmet eyle vatana/ Sütüm sana helâl olsun/ Saldırmazsan düşmana/ Yastığımız mezar taşı/ Yorganımız kar olsun/Biz bu yoldan döner isek/ Namus bize ar olsun. Öz dayımı, kardeşi olan annem doğmadan, öz dedesini oğlu bir yaşında iken Çanakkale ve Suriye
cephelerinde kaybetmiş biri olarak benim için çok ayrı bir yeri ve önemi vardı anlatılanların. Kimin için yoktu ki. Hangi ocağa ateş düşmemişti ki. Her aileden bir can almıştı düvel-i muazzama ve onların uşağı devletlerin bu acımasız saldırıları. Yine de baş edememişlerdi bizlerle. Her ne kadar zaman zaman masalarda kaybetsek de cephelerde çoğu kez biz kazanmıştık. Ah Halil İbrahim Onbaşı ah! Milletimin evlatları Çanakkale’yi hep senin gibi isimsiz kahramanlardan dinlediğinden bugün o ruhu yaşamak için Çanakkale’yi ziyaret ediyor, Çanakkale’yi yazıyor, Çanakkale’yi konuşuyor. Ruhlarınız şad olsun. Halil İbrahim Onbaşı Çanakkale ile ilgili konuşmasına, “Gâvur, Anafartalar'a karadan çıkarma yapmıştı” diye başlar ve şöyle devam ederdi; “Gâvurla aramızda yüz, yüz elli metre ya vardı ya yoktu. Bir İngiliz yüzbaşı biraz öne çıkarak, bizimle konuşmak istedi. Karşısına çıkaracak zabitimiz kalmamış, hepsi birer birer şehit olmuşlardı. Sadece bir
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
tane zabit vardı, fakat o da bizi komuta ediyor, bu sebeple birliğimizin başından ayrılamıyordu. Komutanımız hemen bana, “Halil İbrahim Onbaşı yanına iki er al da şu gâvurlar ne istiyorlar, bir konuş bakalım” dedi. Ben de yanımda iki er ile ileri çıktım. Doğruca İngiliz zabitinin karşısına çıktım. Korkusuz görüneyim diye elbisemin üst düğmelerini açtım. Gâvur zabiti önce İngilizce olarak sert sert bir şeyler söyledi. Ben de söylediklerinin aynısını, anlamını bilmeden yalan yanlış telaffuzla ona iade ettim. Sonra bir başka dille, sonra da bir başka dille konuştu. Sonradan kendi ifadesine göre Fransızca ve Almanca da konuşmuş. Ben o konuşmaları da üslubumu biraz daha sertleştirerek aynen tekrarladım.” “Bundan sonra o düşman zabiti, çok açık bir Türkçe ile “Bak asker başınızda sizi temsil edecek bir subayınız bile kalmamış. Çünkü İngilizce, Fransızca ve Almanca konuştum ama sen hiçbirini anlayıp da bana cevap veremedin. Sen muhtemelen ya er ya da erbaşsın. Bizimse sadece iyi eğitimli subaylarımız yok. Yüzbinlerce askerimiz, tonlarca silahımız, her biri on binlerce asker taşıyan birçok savaş gemimiz var” dedi. Ben de; “Sizin olsa olsa elli -yüz geminiz var. Eh! Onların her birinde olsa olsa beş -on bin askeriniz ya var, ya yok. Ya bizim öylemi ya!... Her bir askerimizin göğsü senin anlayamayacağın büyüklükte bir gemidir, her birimizin yüreğinde sizin milyonlarca askerinizin bile durduramayacağı ve söndüremeyeceği bir iman vardır” cevabını verdim. İngiliz zabiti “Good by” dedi, başka hiçbir şey söylemeden geri döndü. Bir de baktık ki, sabah İngilizler çadırlarını sökmüşler, geri gidiyorlar. İşte ben; “Good by” lafını ilk orada öğrendim.”
Yozgatlı Kınalı Hasan’ın Anasının Mektubu Osmanlı coğrafyasının her tarafından her gün yüzlerce genç savaşa katılmak üzere Çanakkale Cephesine gelerek buradaki birliklerde toplanmaktadırlar. Acemi askerlerin eğitim ve teçhizatı birkaç haftada tamamlandıktan sonra savaşmak üzere cepheye gönderilmektedirler. Böyle bir dönemde Yüzbaşı Sırrı Bey, ikindi vakti yeni gelen erleri teftiş ederken, içlerinden bir tanesinin saçının bir tarafının
AİLE 11
kınalanmış olduğunu görmüş ve ona şöyle takılmıştır: -“Hiç erkek kınalanır mı? Seni kim, neden kınalamış acaba?” Hasan adındaki bu kınalı Mehmetçik komutanına: -“Buraya gelmeden evvel, anam kınalamıştı komutanım” der, fakat bunun sebebini açıklayamayarak, bilmediğini söyler. Komutanın isteği üzerine durumu bir mektupla Yozgat’taki anasına bildiren Hasan, bu konuşma sırasında arkadaşlarının tebessüm etmelerinin de tesiri ile kendi hasreti ile yanıp tutuşan garip anasına biraz da sitem etmektedir: “Niye benim saçımı kınaladın Anacığım? Komutanım ve arkadaşlarıma beni niçin mahcup ettin” demekten de kendini alamaz. Hasanın annesi Hatice hanımdan gelen cevabî mektupta şunlar yazılıdır: “Ey Gözümün Nuru Hasanım! Köyümüzde rahat rahat oturalım mı? Vatan sevgisi içimizde alev alev yanıyor. Sen ecdadından, babandan aşağı kalamazsın... Ben, senin anan isem; beni ve seni Allah yarattı, vatan büyüttü. Allah, bu vatan için seni besledi. Bu vatanın ekmeği iliklerinde duruyor. Sen bu ailenin seçilmiş bir kurbanısın... Hasan'ım, söyle zabit efendiye. Bizim köyde kurbanlık ayrılan koyunlar kınalanır. Ben de seni evlâtlarımın arasından vatana kurban adadım. Onun için saçını kınalamıştım... Allah’ın hükmüyle, Allah, seni İsmail Peygamberin yolundan ayırmasın. Seni melekler şimdiden rahmetle anacaktır. Gözlerinden öperim.” Durum anlaşılmıştır. Diğer Mehmetçikler gibi Kınalı Hasan da, bu güzel vatana adanmış, Müslümanların din ve namuslarını koruma kavgasına adanmış bir adaktır. O bu şuur ve ruhla hiç tereddüt etmeden cephede durmadan ve dinlenmeden savaşmıştır. Sonra da yaralanmış, bu sebeple de onu geriye almışlardı... Tedavisi için cephenin hemen gerisinde, Kocadere Köyü’ndeki sargı yerine getirilmiştir.
>
Çanakkale’nin Mânâsı
Fakat Kınalı Hasan burada tedavi bile göremeden ruhunu teslim etmiştir. Bundan sonra yapılacaklar bellidir. Diğer şehitlerle birlikte, Hasan'ın da kimlik tespiti yapılacak, sonra o da diğer şehitlerimiz gibi Kocadere Köyü mezarlığına defnedilecektir. Bu işlerle vazifeli Zabit Namzedi Mehmet Efendi, önce Kınalı Hasan'ın üzerini aramış, Hasanın cebinde anasının cevabî mektubunu ve bir de tamamlanmamış bir şiir karalamasını bulmuştur: Anam yakmış kınayı adak diye, Ben de vatan için kurban doğmuşum. Anamdan Allah'a son bir hediye, Kumandanım ben İsmail doğmuşum...
yaşayarak, tabur komutanına kısa ama mana dolu bir mektup göndermişti:
“
Onu doğuran ananın içtenliği; din ve vatan sevgisinin, İslam inancının ta kendisiydi... Hasan daha bebek iken; pembe dudaklarıyla, abdestsiz gezme nedir bilmeyen Hatice ananın sütünü emiyor; Rabbimizin hazinesinden gürül gürül akan, o beyaz hulasa sayesinde insanlığa hizmeti, vatan sevgisini, büyüklerine itaati öğreniyor, Allah ve vatan aşkıyla olgunlaşıyordu... İnanıyoruz ki, Hasan toprağa gömülürken, onun bu kısa dünya hayatını göz ve gönüllerinden geçiren cümle âlem ağlamıştı. Kurtlar, kuşlar onu selametleyip, gökyüzü rahmetiyle onu yıkamış ve birden ilahî bir müjde ile kendilerine gelmişlerdi: “O benim has cennetime girecektir.” Sonra da hep birlikte “Âmin” demişlerdi. Hastaneden komutanına mektup yazan bir başka kahraman gazi de; Afyon ili Çivril Kazası’nın Madenler Köyü’nden Kadir Oğlu Mehmet’tir. Birçok Mehmetçik gibi o da Conkbayırı ve Seddülbahir Muharebeleri’nde herkesi hayrete düşüren çok büyük kahramanlıklar göstermişti. Düşman tarafından atılan bombaları elleri ile patlamadan yine düşmana atmak suretiyle büyük bir cesaret ve şecaat emsali olmuştu. Fakat daha sonra yine böyle bir bombayı alarak düşmana atacağı sırada her nasılsa birden bire infilâk eden bombadan sağ el bileğini kaybetmişti. O, adını tarihimize şanla yazdırmış binlerce çavuştan biri idi. 1’nci Kolordu, 1’nci Tümen, 7’nci Alay, 3’ncü Tabur, 1’nci Bölük Çavuşu idi. Arkadaşları cephede iken o; hastanede savaşamamanın ıstırabını tüm benliğinde
Fotoğraf: TSK Genel Kurmay Başkanlığı Arşivi
Tarih
Kahraman Mehmet Çavuş
Muhterem Komutanım,
Sağ kolumu kaybettim, zararı yok, sol kolum var. Onunla da pekâlâ iş görebilirim. Beni üzen şey; yaramın hâlâ kapanmamasından dolayı kıt’ama katılamamam ve düşmanla çarpışamamaktır. Hastaneden kurtularak, bir an önce halen devam eden harbe iştirak edemediğim için, beni mazur görünüz, affediniz, muhterem komutanım.
“
12 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
İnanıyoruz ki, Mehmet Çavuşu komutanı affetmekle kalmamış, böyle bir askere komuta ettiği için Rabbimize şükür secdeleri yapmıştır. Ya bizler, bu günkü hâlimizle, Çanakkale şehit ve gazilerine layık mıyız? Acaba onlar bizi affedebilecek mi? Çanakkale Zaferinin hakiki manasını anlamak, bu soruya verilecek cevapla doğrudan alâkalıdır. Onlara layık olmak demek; ancak Çanakkale ruhunu taşıyan “Asım’ın Nesli” olmakla mümkündür. Ne mutlu bu ruhu yaşayan ve yaşatanlara…
Mehmet Âkif ve İdeal Gençlik: Âsım’ın Nesli
>
Tarih
> 9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
AİLE 13
Prof.Dr. Ertuğrul YAMAN Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
MEHMET ÂKİF VE İDEAL GENÇLİK:
ÂSIM’IN NESLİ Âsım, bir semboldür. Müslüman Türk gençliğini temsil eder. İnancı tamdır. Ülkesini işgal etmek isteyenlerle mücadele eder. Bunun en canlı örneği Çanakkale Savaşı’dır. Aslında Âsım, bir bakıma Mehmet Âkif’in kendisidir.
>>
M
ehmet Âkif, idealindeki gençliği “Âsım’ın Nesli” olarak niteliyordu. Âsım, Mehmet Âkif”in ana hatlarını ayrıntılı olarak çizdiği ideal bir gençlik sembolüdür. O, vatanını, milletini, değerlerini ve tarihini sevmektedir. Haksızlığa tahammülü yoktur. Haksızlığa karşı susmayan, haykıran ve hatta bileği ile düzeltmeye çalışan bir gençtir Âsım. Güçlüdür ve bu gücünü şahsî çıkarları için değil, ülkesi, milleti, toplumun yararları ve geleceği için kullanmaktadır. Kavgası, toplumun yararınadır. Âsım, bir semboldür. Müslüman Türk gençliğini temsil eder. İnancı tamdır. Ülkesini işgal etmek isteyenlerle mücadele eder. Bunun en canlı örneği Çanakkale Savaşı’dır. Aslında Âsım, bir bakıma Mehmet Âkif’in kendisidir.
Mehmet Âkif’e Göre İdeal Gençliğin Özellikleri 1. İmanlı Gençlik Akif’e göre genç; imanlı, gayretli, mütevekkil olmalı; tembellik, hazıra konmak, hırs ve kıskançlıktan uzak durmalıdır. “Allah’a dayan sa’ye sarıl, hikmete ram ol; Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol.” Mehmet Âkif, Kur’an’ı, insanı imanın özüne götüren bir kitap olarak görür. Kur’an doğru anlaşılırsa tüm sıkıntıların
ortadan kalkacağına inanır. Allah korkusunun ve sevgisinin önemini vurgular. Allah korkusu olmadan hayatın düzen ve huzurdan uzak olacağını ifade eder. Peygamber sevgisini ve O’na bağlılığın önemini belirtir. 2. Ahlâklı Gençlik Safahat, bir bütün olarak incelendiğinde, Mehmet Âkif’in idealize ettiği gençliğin en belirgin özelliklerinden birisinin de güzel ahlâklı bir nesil olduğu görülür. Âkif’e göre, bilgisiz ahlâk, miskinlik ve zayıflığa; ahlâksız bilgi ise, milletlerin ruhunun zehirlenmesine sebep olur. Mehmet Âkif, gençlerin, bilgi ve ahlâk sahibi olmalarının ancak tahsil ve terbiye ile mümkün olacağını bildiği için Türk gençlerine; “Hadi tahsilini ikmale tez elden, hadi sen! Çünkü, milletlerin ikbâli için, evlâdım, Marifet bir de fazilet, iki kudret lâzım.” diye seslenir. Bir başka dörtlüğünde ise, ahlâki erdemlere dikkat çeker: NEVRUZ’A “İhtiyar amcanı, dinler misin, oğlum, Nevruz? Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit işte gerek. Lâfı bol, karnı geniş soyları taklid etme; Sözü sağlam, özü sağlam adam ol, ırkına çek.”
14 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Tarih
>
Mehmet Âkif ve İdeal Gençlik: Âsım’ın Nesli
3. Düşünen ve Aksiyoner Gençlik Mehmet Âkif”in öne çıkan ve gençlerimize örnek gösterilmesi gereken en önemli vasfı ise bir düşünce ve hareket adamı olmasıdır. Mehmet Âkif, sözü ve eylemi birbiri ile tam uyum sağlayan ve buna aykırı davranışları asla affetmeyen nadir, örnek insanlardan biridir. Gençlere, düşünmelerini ve harekete geçmelerini özellikle tavsiye eder. 4. Ümitvar ve Gözüpek Gençlik Âkif’in doğduğu ve yaşadığı zaman dilimi, hatırlanması bile insana üzüntü ve keder veren bir dönemdir. Üç kıtada egemen olmuş büyük bir medeniyetin kurucusu Osmanlı Devleti’nin yıkılış dönemidir. Üzücü olaylar üst üste gelmekte, kamuoyunda ümitsizlik hâkim olmaktadır. O ise, asla ümitsizliğe kapılmamış aksine halkını harekete geçirmek için cepheden cepheye koşmuştur. “İstiklal Harbi’nin manevi cephesinin önderi” sözü onun için yerinde kullanılan bir ifadedir. O, herkesin korkuyla karışık umutsuzluğa düştüğü bir dönemde gür sesiyle şöyle seslenir:
Akif’in “Âsım’ın Nesli” diye tarif ettiği gençliğin özellikleri şunlardır: İnançlı, ahlâklı, gözüpek, her türlü tefrikadan arınmış, ayrı gayrı düşünmeyen, tek yürek olan, taklitçiliğe özenmeyen, vatan ve millet sevgisini her şeyin üzerinde tutan, eğitim ve öğretime önem veren, ümitsizliğe kapılmayıp azimli ve çalışkan bir gençlik…
“Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak. Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.” Âkif, Ankara’da Tacettin Dergâhı’nda bu mısraları yazarken ufukları karanlık, yıkılmakta olan bir vatanın geleceğine dair umut ışıklarını ateşliyordu. O, şehirden şehire, cepheden cepheye koşarak insanlara, ümitsizliğe düşmemelerini, güçlü ve ümitvar olmalarını ısrarla telkin ediyordu. Ama Âkif’in asıl ideali, ülkenin geleceğinde söz sahibi olacak ruhen ve fizikî olarak güçlü bir nesil yetiştirmekti. Âkif, Türk gençliğinin ümitsizliğe düşmeyip azmi elden bırakmamalarını istemektedir. Ve gençliğe ümitsizliğe düşmenin, azmi bırakmanın doğuracağı tehlikeleri şöyle haykırır: “Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak, Alçak bir ölüm varsa eminim budur ancak!” 5. Vatanperver Gençlik Mehmet Âkif, vatan sevgisi konusunda, Türk gençliğine şöyle seslenmektedir:
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
“Sahipsiz olan memleketin batması haktır, Sen sahip olursan, bu vatan batmayacaktır” 6. Milliyetperver Gençlik Mehmet Âkif, gençlere hem dinî hem de millî değerlere sımsıkı sarılmayı telkin eder. Bunları korumanın bir zaruret olduğunu da şöyle belirtir: “Oyuncak sanmayın! Ahlâk-ı milli, rûh-ı millidir, Onun iflası en korkunç ölümdür: Mevt-i küllîdir.” Mehmet Âkif, milletin varlığı ve bekası için mücadele noktasında çok ısrarcıdır. Bu konudaki en önemli delil ise, kendi hayatıdır. Doğal olarak Âsım’ın neslinden de bunu ister.
AİLE 15
ata binme sporlarıyla uğraştığını; ancak, güreş sporuna karşı ayrı bir ilgisinin ve sevgisinin olduğunu biliyoruz. İdealindeki Türk gençliğinin de Âsım’ın şahsında sağlıklı olmak için, sporla uğraşmalarını arzu etmektedir. 11. Uyanık Gençlik “Süleymaniye Kürsüsünde” sesini biraz daha yükselten şair, cemaati uykusundan uyandırmak ve harekete geçirmek için milletin hem kalbine hem de aklına hitap eder. Batı Medeniyeti’nin terakkisi karşısında yılgınlık psikolojisinden kurtulmak isteyen Âkif, uyanmak gerektiğine inanır:
7. Bilgili Gençlik
Sonuç ve Değerlendirme
Mehmet Âkif, gençlerimizin ilim tahsil etmelerini, ilmî gelişmeleri takip etmelerini ve onlardan ilme önem vermelerini istemektedir.
Sonuç olarak Akif’in “Âsım’ın Nesli” diye tarif ettiği gençliğin özellikleri şunlardır: İnançlı, ahlâklı, gözüpek, her türlü tefrikadan arınmış, ayrı gayrı düşünmeyen, tek yürek olan, taklitçiliğe özenmeyen, vatan ve millet sevgisini her şeyin üzerinde tutan, eğitim ve öğretime önem veren, ümitsizliğe kapılmayıp azimli ve çalışkan bir gençlik…
8. Çalışkan Gençlik Mehmet Âkif, Safahat’ta sık sık Doğu ve Batı Dünyası arasında karşılaştırmalar yapar. Âkif, Doğu Dünyasının manevi yüksekliğine rağmen atalete düşmesini eleştirirken Batı Dünyası’nın disiplinli ve düzenli çalışkanlığını över. Mehmet Âkif, Âsım’ın neslinin ataletten uzak, çalışkan bir gençlik olmasını özellikle telkin eder: “Sakın ey nûr-i dîdem, geçmesin beyhude eyyâmın; Çalış, hâlin müsaitken, bilinmez çünkü encâmın.” “Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası, Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası” 9. Mert ve Âdil Gençlik
Kısacası, onun tahayyülünde Âsım’ın Nesli; yiğit, cesur ve merttir. Dini, vatanı ve milleti için savaştan çekinmez. Ölümden korkmaz; şehit olacağına inanır. Çalışkan, mütevazı ve tok gözlüdür. Ciddi ve ailesine bağlıdır. İnce ruhlu, kalbi hassas ve merhametlidir. Marifet ve fazilet sahibi, bedenen sıhhatli, kuvvetli ve dayanıklı, sporla meşgul olan bir gençliktir. Bizim; millet ve devlet olarak böylesi bir gençlik idealini, kendimize model almamız tarihi bir zarurettir.
Mehmet Âkif, gençlerin mert ve gerçekçi olmasını, hak ve adalet konularında duyarlı olmalarını ister. Şahsi menfaat peşinde koşmayan, doğru bildiğini ne pahasına olursa olsun söyleyen, haksızlık karşısında susmayan bir ruh yapısına sahip olmasını bekler. Nitekim Âsım, yukarıda sayılan niteliklerin hepsine sahip bir gençtir.
Çetin, Nurullah, Emperyalizme Direnen Türk: Mehmet Âkif Ersoy, Akçağ yay. Ankara, 2012.
10. Sporcu ve Sağlıklı Gençlik
Mehmet Âkif Anıt Sayısı, Türk Edebiyatı Dergisi, sayı 158, İstanbul, 1986.
Mehmet Âkif’in koşma, güreş, gülle atma, taş atma, yüzme,
Kaynakça
Düzdağ, M.Ertuğrul, Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, İz Yay. İstanbul, 1991. Düzdağ, M.Ertuğrul, Safahat Tetkikleri, MED Yayınları, İstanbul,1979. Kukul, M. Halistin, Millî Kültür, Sayı 55, Ankara. http://www.izu.edu.tr/Assets/Content/File/Mehmet_Akif_Ersoy.png
16 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Tarih
>
Geçmişten Günümüze Uzanan Sosyal Hizmet Merkezleri: Külliyeler
Hulusi Gölpınar
Sosyal Yardımlar Genel Müdürlüğü
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE UZANAN SOSYAL HİZMET MERKEZLERİ
>>
KÜLLİYELER
Devlet yönetiminin en üst kademesinde olan kişilerle bunların eşleri ve çocukları, yönetimin çeşitli kademelerinde bulunan vezir, bey, paşa, sadrazam gibi devlet ricâliyle halktan hayır sahibi zenginler tarafından bu sosyal tesisler halka hizmet amacıyla yaptırılmıştır. Bu yapıların İslâmiyet’in ilk devrinden başlayarak camiyle bütünleşen birçok fonksiyonu bulunmaktaydı. Medine’deki Mescid-i Nebevî bu anlamda çok fonksiyona sahip ilk yapı olarak görülebilir. Selçuklular’da görülen ve “ribât” olarak tanınan yapılar çok fonksiyonlu düzenleriyle geniş teşkilâtlara sahiptir. Anadolu’da bu durum sultan hanları ve diğer kervansaraylarla sürmüştür. Osmanlı döneminde sayıları artarak devam eden külliyeler önceki örneklere göre daha çok sayıda yapıyı bünyesinde bulundurmaktaydı. Bânilerin oluşturduğu zengin vakıflar sayesinde bu külliyeler uzun süre fonksiyonlarını
Külliyeler, cami ile birlikte kurulmuş medrese, muvakkithane, türbe, aşhane, darüşşifa(hastane), sebil, hamam, çeşme, tâbhane (misafirhane), çarşı ve benzeri yapıların meydana getirdiği dini ve sosyal merkezlerdir. aksatmadan sürdürmüş, devletin imar ve iskân siyasetiyle çeşitli yerlerin bu vakıf programları sayesinde şenlendirilmesi sağlanmıştır. Topluma faydalı hayır kurumları kazandırma düşüncesiyle ele alınan külliyeler inşa edildikleri yere uygun olarak birçok ihtiyacı karşılamaktaydı. Pek çok bölümü içinde barındıran külliyelerle şehirler gelişmiş, menziller üzerinde inşa edilenlerin etrafında yeni yerleşimlerin oluşması sağlanmıştır. [1]
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
AİLE 17
Darüşşifa, darülafiye, darüttıb, bimarhane gibi isimlerle anılan sağlık kuruluşları hastaların muayene ve tedavilerinin gerçekleştirildiği kurumlardır.
Medrese ve mektepler külliyenin içinde yer alan eğitim kurumlarıdır. Bu kurumlarda her seviyede eğitim ve öğretimin gerçekleştirildiği görülmektedir. Darülhadis, darülkurra gibi dini ilimlere yönelik ihtisas medreseleri, tıp eğitimi yapılan ve sağlık hizmeti verilen darüşşifalar da külliyelerin bir parçasıydı. Darüşşifa, darülafiye, darüttıb, bimarhane gibi isimlerle anılan sağlık kuruluşları hastaların muayene ve tedavilerinin gerçekleştirildiği kurumlardır. Bu kurumların geniş ve eğitimli bir kadro ile hizmet verdikleri görülmektedir. Burada görev yapan hekimler özenle seçilmiştir. Tıp ilminde yetkili, otopsi ve anatomi konularında uzman, ameliyat konusunda tecrübeli, tababet ilminin inceliklerine vakıf, psikoloji ve pedagojiye riayet eden, hastalara karşı son derece şefkatli, ilaç üretiminde ve hangi hastalığa iyi geleceği noktasında hem nazari hem de uygulama açısından deneyimli kişilerdi. Kütüphaneler külliyedeki önemli bir bölümdür. İki katlı olan kütüphanelerde kitaplar rutubetten korunması için üst katta saklanırdı. İmaret denilen aş evleri ise külliye bünyesinde bulunan müesseselerin personeline, medrese öğrencilerine ve halktan ihtiyaç sahiplerine yemek verilen mekanlardır. İmaretlerin titiz bir şekilde işletildiği ve vakfiyede belirlenen standartların muhafazasına çalışıldığı görülmektedir. Külliyeye ait vakfın gelir kaynaklarını teşkil eden çarşı, kapalıçarşı, bedesten, han, dükkan, imalathane gibi mekanlar bulundukları mahallin ticari ve sınai ihtiyaçları için gerekli altyapıyı oluşturarak önemli bir katkı sağlamaktaydı Başta eğitim ve sağlık olmak üzere sayılan hizmetlerden ücretsiz olarak sunulmaktaydı. Külliyede verilen bu hizmetlerin vakıf kaynakları ve zenginlerin bağışlarıyla sübvanse edilmesi elbette devletin bütçesini çok rahatlatmaktaydı. Bununla birlikte sosyo-ekonomik hayatta olabilecek krizlerin de böylelikle önüne geçilebilmekteydi. [2]
Bir külliyenin, bir bütün olarak, sunduğu hizmetleri ana hatlarıyla tasnif ettiğimizde, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: a) Akademik seviyede eğitim ve öğretim hizmetleri, b) Dinî ve sosyal nitelikli eğitim hizmetleri, c) Tıp eğitimi ve sağlık hizmetleri, d) Sosyal hizmetler, e) Merkezî yönetim (devlet) ile cemiyet arasındaki irtibatın sağlanmasına yönelik katkılar. [3] Vakıf sistemi ve sistemin önemli bir kısmını oluşturan külliyelerin işleyiş tarzı eğitim, sağlık ve konut sorunlarının çözümünde son derece makul ve uygulanabilir bir çözüm şeklini içermektedir. [4] Günümüzde aslından sapmayan ama çağdaş donanıma uygun külliyeler yapılarak, mahiyeti çağımızın sosyal hizmet merkezleri, geçmişle bugün arasında köprü kuran kültür ocakları, beşeri- ilahi-tabii ilimlerin okutulduğu irfan yuvaları, sanat ve spor aktivitelerinin yapıldığı çok yönlü kompleksler ile zenginleştirilmek suretiyle yüzlerce yıllık Türk-İslam kültür birikimi bir model haline getirilebilir. [1]
TDV İslam Ansiklopedisi (Bkz. Külliye)
[2]
Prof. Dr. Tahsin Özcan (http://www.diyanetdergisi.com/) dan alıntıdır.
[3]
Prof. Dr. Fahri UNAN ,Fatih Külliyesi (Akademik Yazılarım-36)
[4]
Prof. Dr. Tahsin Özcan (http://www.diyanetdergisi.com/) dan alıntıdır.
18 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Sağlık
>
Dikkat Edilmesi Gereken 10 Önemli Bebek Gelişim Evresi
Ayşe Başak Erk
Uzman Gelişim Psikoloğu
ÖNEMLİ 10 Bebek Gelişim Evresi
Dikkat Edilmesi Gereken
Ebeveynlerin çocuklarının gelişimine dair doğru bilgilere sahip olmaları hayatidir. Normal gelişim basamaklarının yanı sıra özellikle bebeklik döneminin hedeflerine dikkat etmek gerekir. Aşağıdaki önemli basamaklardan biri veya birkaçı bebeğinizde gözlemlenmiyor ise mutlaka uzman desteği alınmalıdır. >> 1. Göz Kontağı (6-8 haftalık): Bebeğinizin göz kontağı kuruyor olması nörolojik gelişimini ve sizinle iletişim kurabilme becerisini gösterir. Bebeğiniz tanıdık yüzleri hafızasına kaydetmeye başlar. Bakışı ile sizi tanıdığını göstermesinin ve sizinle iletişim kurmasının ilk yolundan biridir. Zaman zaman bebeğin göz kontağı kurmuyor olmasının sebebi açlık, uyku hali olabilirken bebeğin hiç göz kontağı kurmuyor olması dikkat edilmesi gereken bir unsurdur.
2. Sosyal Gülümseme (6-8 haftalık): Bu gülümseme bebeğin bir kişinin ona gülümsemesine karşılık aynı davranışta bulunmasıdır. Bebeğiniz ile sosyal gülümseme sayesinde ilişkiniz, bebeğiniz ile oluşan ilk bağlanma güçlenir. Bebeğinize gülümsüyor fakat onun tepki vermediğini fark ediyorsanız (3 aya kadar), bir uzmana danışmanız da fayda olacaktır.
3. Agulama Evresi (yaklaşık 8 haftalık): Bebeğiniz ilk birkaç hafta ağlama ile iletişim kurarken, 8 hafta civarında beynin ön lobunda birçok aktivite görülür. Bu aktiviteler sayesinde bebeğiniz agular. Bebek bu şekilde iletişim kururken, a-a-a, o-o-o gibi farklı sesle çıkarır. Eğer bebeğiniz 3 aylık ise ve ses çıkarmıyor ise öncelikle işitme testi için bir uzmana başvurun, daha sonra bir uzmandan gelişim değerlendirmesini talep edin. 4. Genişletme Evresi (3-4 aylık): Bebeğiniz 3-4 ay civarında bir ses grubunu tekrarlamaya başlar. Bu gelişim evresinde bebek dil ve ağzının ön kısmını kullanabilmeye başladığından tekrarlı sesler çıkarmaya başlar. Sonrasında 6-8 aylık olduğunda tekrarlı heceleme evresine geçecektir. Bu gelişim evresinde bebeğiniz, bir başkasının sesine kendi sesi ile tepki verebileceğini fark eder. Bu da ilk dil gelişiminin önemli basamağıdır.7-9 aylık iken ise tek heceli sesler çıkarmaya başlar: Dada, baba, lala gibi.
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
5. Uzanma ve Tutma (5-7 aylık): Bebek uzanma ve tutma davranışlarını denediğinde ve pekiştirdiğinde dünya ile daha fazla etkileşime girmeye başlar. Bebek merakı ile farklı doku, tat ve kokudaki nesneleri keşfetmeye başlar. 6. Ayağa Kalkabilmek için Kendini Yukarı Çekme (7-9 aylık): Bebeğinizin yürümeye başlamadan önce bir yere tutunarak ayağa kalkabildiğini gözlemeyebilirsiniz. Bu beceri yürüme öncesi denge ve güç için en önemli kaba motor becerilerindendir.
7. İki Parmak ile Tutma (9-11 aylık): Bebekler 7-8 ay civarında daha çok tüm parmaklarını kullanarak nesneleri kavrarlar daha sonraki aylarda ise sadece işaret ve başparmaklarını kullanarak daha küçük nesneleri manipüle edebilmeye başlarlar. Bu beceri ince motor gelişimi açısından çok önemli ve değerlidir.12 aylık iken iki parmağı ile nesneleri manipüle edemiyorsa, ince motor gelişimi için bir uzmana başvurmanız uygun olacaktır.
8. El Hareketleri ile Konuşma: Çocuğunuzun sevdiği kitabı istemek için parmağı ile göstermesi, nerede sorusu için ellerini kullanması dil gelişiminin sözsüz kısmını oluşturur. Bu hareketleri sayesinde sözlü olarak ifade edemediği ama düşündüğü şeyleri anlatabilme fırsatı olur.
9. İlk Kelimler (12 ay civarı): Bu gelişim evresinde çocuğunuz ses ve nesne arasındaki ilişkiyi çözmeye, anlamaya başlar. Böylece ismi söylenen bir nesneyi de anlayabilmeye başlar. Genel ortalamada çocuklar 12 ay civarı konuşmaya başlarlar.15-18 ay civarı ise bazı çocuklar 20 kelime çıkarabilirken bazıları 10 kelime kullanır. Her çocuğun kendine göre bir gelişim hızı olmasına rağmen 18 ayda çocuğunuzun hiçbir kelimesi yok ise bir uzmana başvurmanız gerekir.
AİLE 19
10. –Mış Oyunu (18 ay civarı): Çocuğunuz sizi gözlemler ve yaptıklarınızı taklit etmeye başlar.-Mış oyunu çocuğun sembolik düşünce becerisini geliştirmek için önemlidir (oyuncak telefonda gerçek telefonmuş gibi konuşmak, tahta bloku araba olarak sürmek vb.).
20 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
İnsan
>
İnsan İsterse Her Şeyi Başarabilir
Şeyma Karataş
İNSAN İSTERSE HER ŞEYİ BAŞARABİLİR! Görme Engelli Ressam Eşref Armağan ile Söyleşi
12 yaşımdayken, bir kelebeği elime almak istediğimde, babam “O kadar narin ki, eline aldığında ölür.” dedi. Onun yerine, bir kelebek resmini makasla kesip bir tahtanın üzerine koydu, çiviyle kenarlarını çizdi. Çünkü benim anlamam için parmaklarımı üzerinde gezdirmem gerekiyordu. Ben de onun yaptığı gibi çiviyle kartona aynısını çizmeye çalıştım.
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
>> Öncelikle sizi tanıyalım, Eşref Armağan kimdir? 1953 yılında görme engelli olarak doğdum. Sol gözüm hiç oluşmamış. Buna rağmen çok küçük yaşlardan beri resim yapıyorum.
Resim yapmaya nasıl başladınız, bu yeteneğinizi nasıl keşfettiniz? Üç dört yaşlarındayken, diğer insanlardan farklı olduğumu anladım. Annem, babam sürekli bana “Önünde sandalye var, dikkat et! Kapı var.” gibi uyarılarda bulunuyordu ama birbirlerine böyle uyarılarda bulunmuyorlardı. Babama ne farkım olduğunu sorunca görmediğimi öğrendim. Ama görmemenin ne demek olduğunu altı yedi yaşlarında anlamaya başladım. 12 yaşımdayken, bir kelebeği elime almak istediğimde, babam “O kadar narin ki, eline aldığında ölür.” dedi. Onun yerine, bir kelebek resmini makasla kesip bir tahtanın üzerine koydu, çiviyle kenarlarını çizdi. Çünkü benim anlamam için parmaklarımı üzerinde gezdirmem gerekiyordu. Ben de onun yaptığı gibi çiviyle kartona aynısını çizmeye çalıştım. Günlerce, aylarca uğraştım. Sonunda bir gün yaptığımı babamın esnaf arkadaşlarına gösterip ne resmi olduğunu sordum, “Kelebek” dediler. Benim yaptığıma inanmadıklarında başarılı olduğumu düşünüp sevindim. Sonraları, iki avucumun arasına alabildiğim her şeyin resmini çizdim. Manzara resimleri yaparken boyamaya da başladım. Renkleri görmediğim için sürekli babama soruyordum. Baktık böyle olmayacak, babam boyaları sıraya koydu, ben sırayı ezberledim. Şimdi boya tüplerine renk adları kabartmayla yazılıyor ama ben hâlâ kendi sıralama yöntemimi kullanıyorum.
AİLE 21
Maketi olmayan nesneleri zihninizde nasıl canlandırıyorsunuz? Manzara resimlerini, kabartma ya da rölyef manzara resimlerine dokunarak ve insanlara sorarak yapmaya başladım. Hiçbir eğitimim yoktu, ressam olacağım diye bir hedefim de yoktu. Sadece yaşadığım dünyayı öğrenmek istiyor, göremediğim için parmaklarımla kavramaya çalışıyorum. Denizin mavi, yaprağın yeşil olduğunu çevremdeki insanlardan öğrendim çünkü boya dediğiniz, benim için sadece sıvı bir şey. Manzara resimlerimi insanlara gösterdiğim zaman “Eşref güzel yapmışsın ama evin tavanında ağacın ne işi var?” diyorlardı. Meğer ben çizdiğim her şeyi bindirmişim üst üste, ne bileyim… Böylece perspektif diye bir şey olduğunu duydum. Çevremdeki insanlar anlayacağım şekilde anlatamayınca, gidip Marmara Üniversitesinde bir profesörden öğrendim. Bir gün kırmızı bir elma çizdim ve boyadım. Çevremdekiler “Elma yapmışsın ama bu yuvarlak görünmüyor. Işık ve gölge yapman gerekir.” dedi. Işığın ne olduğunu sorunca aydınlık olduğunu öğrendim. Ama aydınlığın hangi renkle boyanacağını da bilmiyorum, sordum mecburen. Beyazla dediler. Elmanın bir yerinden ışık vurunca, diğer tarafına gölge yapmam gerekirmiş. Ben de yapıp babama gösterdim, “Ne güzel yavrum, iki tane elma yapmışsın.” dedi. Ben elma ve gölgesini yapmaya çalışmış ama kırmızı elmaya kırmızı gölge yapmıştım. Oysa bir cismin gölgesi, kendi renginde değil, durduğu tabanın renginden daha koyu olurmuş. Işığın cisme vurduğu açıya göre gölgenin boyu değişirmiş. Böylece ışık ve gölgeyi öğrendim.
İnsan
>
İnsan İsterse Her Şeyi Başarabilir
Kaynak: http://www.tafter.it/wp-content/uploads/2014/01/battisterofirenze.jpg
22 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Volvo ve Discovery Channel ile yaptığınız çalışmalarda süreç nasıl gelişti, anlatır mısınız? Beni uluslararası bir festivale davet ettiler, orada bir resim sergisi açtık. Ardından Hardward Üniversitesinden nasıl resim yapabildiğimi araştırmak istediklerini bildiren bir davet aldım. Yedi saat boyunca MR makinesine bağlı kaldım. Başımda birçok kablo olduğu halde elime verdikleri cismi 18 saniye inceleme, 18 saniye de çizim sürem vardı. Sonra ne kadar zamandır görmediğimi anlamak için ayrı bir test yapacaklarını söyleyip beni karanlık bir odaya aldılar. Orada 20 dakika oturunca sıkıldım, bir resim yaptım. Buna çok şaşırdılar. Hâlbuki şaşılacak bir şey yok, resim yapmam için ışık gerekli değil ki, ben zaten parmaklarımla görüyorum. İnsanlar ışıklı ortamda bir nesne gördüklerinde beyinlerinde bir dalgalanma oluyormuş. Araştırma sonucunda anlaşıldı ki, gözlerim ışıkla ilgili hiçbir uyarıya tepki vermiyor, nesneye dokununca dalgalanma oluşuyor. Böylece parmaklarımla gördüğüm ispatlanmış oldu.
Discovery Channel bu araştırmayı duymuş, benimle ilgili belgesel yapmak istedi. Floransa meydanına bir küçük masa ve sandalye koymuşlar, meydanın ortasına insanlar toplanmış; ben ne yapacağımdan habersiz bekliyorum. Koca bir binanın önünde oturuyormuşum, Philippo Bronovvski’nin altı yüzyıl evvel üç kaçışlı perspektifle yaptığı kutsal katedralin karşısında… Elime sekiz köşeden oluşan bir silindir maket verip iki dakika ellettiler. Bir üstten, bir düzden, bir de alttan görüntüsünü üç boyutta çizmem istendi. Ben önce üstten görüntüsünü çizip koydum. Hiç ses çıkmayınca başaramadığımı düşündüm. Önden görünüşünü çizdim, yine ses yok. Üçüncü çizimi bitirdiğimde profesör ağlayarak İngilizce bir şeyler söyleyince alkış koptu. Meğerse altı yüz sene sonra ilk defa üç kaçışlı perspektifi ben çizmişim. Volvo yeni bir araba üretecekmiş, maketi yapılmış, kimseye göstermemişler, göstermek de istemiyorlarmış. Sekiz gün boyunca yaptıklarım kaydedildi. Arabanın her yerini
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
elleyerek ayrı ayrı çizdim ve arabanın tümünün resmini yaptım. Böylece çizimini yaptığım arabayı ilk ben görmüş oldum.
‘Görmeyen Ressam’ olarak ünlendiniz. Bu başarınızı nasıl değerlendiriyorsunuz, ailenizin başarınızda katkısı var mı? Sırf engeli var diye yapacaklarını kısıtlama, aşırı korumacı davranma engelli kişiyi daha da engelli yapar. Babam bana hiçbir zaman yapamazsın demedi, aksine beni her şeyi yapabileceğime inandırdı. Ben sadece, anadan doğma görmez bir insanın, dokunma gücüyle resim yapabileceğini göstermek istedim.
Görme engelli insanlar için bir örneksiniz. Onlar da resim yapabilirler mi, tavsiyeniz nedir? İnsan, geri dönüşü olmayan bir durumdaysa, ah vah etmeden bulunduğu durumu kabullenip yaşadığı dünyayı diğerleri gibi nasıl öğrenebilir, hayatını nasıl sürdürebilir diye düşünmeli. Kendini toplumdan soyutlamak yerine topluma dâhil olmaya çalışmalı. Ben bunu deneyimledim.
İleride hayata geçirmek istediğiniz farklı çalışmalar, projeler var mı? Resim yapmaya devam edeceğim. Üniversitelerde, şirketlerde seminerler verdim. Rahatsızlığım nedeniyle eskisi kadar aktif olamıyorum ama sağlığım elverdiği sürece seminerler verip daha çok insana ulaşmak istiyorum.
Son olarak dergimiz okurlarına söylemek istedikleriniz nelerdir? Beş duyu organı da sağlıklı ama umutsuz ve mutsuz olan, zamanını boşa geçiren insanlar var. Allah bize mükemmel bir beyin ve mükemmel bir vücut bahşetmiş. Bize bahşedilen bu mükemmelliği güzel şeyler üretmek için kullanmalıyız. İnsan isterse her şeyi başarabilir!
Babam bana hiçbir zaman yapamazsın demedi, aksine beni her şeyi yapabileceğime inandırdı. Ben sadece, anadan doğma görmez bir insanın, dokunma gücüyle resim yapabileceğini göstermek istedim.
AİLE 23
24 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Tarih
>
Benim Dedem Çanakkale Zaferi’nde Mustafa Kemal’in Emrine Uymamış
“ Mustafa Kemal’in Emrine Uymamış ”
Prof. Dr. Binnur YEŞİLYAPRAK Ankara Üniversitesi
Benim Dedem Çanakkale Zaferi’nde
Türkiye tarihinde bir dönüm noktası olan, Türk ulusunun kaderini değiştiren Çanakkale Zaferi’nin “adsız kahramanları”ından biri de benim dedem. Onunla ilgili anıları, Arifiye Köy Enstitülü annemle yaptığım “Damla Söyleşiler” kitabında yayımladım. Dedem, bu savaştan “gazi” olarak dönenlerden. Diğer bir ifade ile Mustafa Kemal’in emrine karşı gelenlerden. Çünkü bu savaşa ilişkin nakledilen o unutulmaz sözlerden biri de Tümen Komutanı Mustafa Kemal’in karşı saldırıya geçmek üzere 57. Alay’a şu emri verdiğidir: “Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir”
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
AİLE 25
Şehitlerimizi rahmetle anıyoruz.
>>
Henüz 16 yaşındayken, üstelik yeni evliyken Balkan Savaşına gönderilen ve evine ancak Kurtuluş Savaşı bittiğinde 11 yıllık aradan sonra dönebilen dedemin öyküsünü annemle yaptığım söyleşiden aktarmak istiyorum.
Kızını Öğretmen Yapmaya Kararlı Bir Savaş Gazisi - Kadriye Hanım bu söyleşide babanızın öyküsüne de değinelim. Çünkü bence bu çok ilginç, trajik ve bugün için dersler çıkaracağımız bir öykü. Üstelik o tarihlerde köyde yaşamasına rağmen kızını okutmak konusunda kararlı bir tutum sergileyen bir babanın öyküsü bu. - Babam ( Vahid Uysal ) ailenin ilk çocuğu, iki kız kardeşi var. Babasını çok küçük yaşta kaybetmiş. On altı yaşında evlendirilmiş. Evlendiğinden birkaç ay sonra Balkan Savaşı çıkınca askere alınmış. Yuvasını, henüz doyamadığı güzel eşini bırakmış, savaşa gitmiş. Gidiş o gidiş. Bu ayrılık çok uzun sürmüş. Savaşta esir düşüp oradan oraya sürülmüş. Birkaç yıl Basra Körfezi’nde İngilizlerin esiri olarak kalmış, sonra Hindistan’a sürülmüş. Oradan Yemen elleri, Arap diyarında yıllar süren sıkıntılar, maceralar ve çilelerden sonra Türkiye’ye dönebilmiş. Bu arada hiç haber alınamadığı için ailesi onun öldüğünü kabullenmiş, eşi baba evine geri dönmüş. Babam köyüne ulaşamadan, ailesine bir haber gönderemeden yine savaşa katılmış. Birinci İnönü, İkinci İnönü Meydan Muharebesi ve 26 Ağustos’ta Kurtuluş Savaşı. Nihayet düşmanı Ege’de denize döküp yurdumuz düşman işgalinden kurtulunca babam da gönül rahatlığı ile köyüne dönebilmiş. Evinin kapısını büyük bir heyecanla çalmış, annesi açmış kapıyı ve ona ne istediğini sormuş.
-Oğlunu tanımamış, öyle mi? -Evet. Çünkü aradan 11 yıl geçmiş, on altı yaşında henüz ergenlik çağındaki oğul şimdi 27 yaşında, yaşadıkları ile yaşlanmış, sakallı kocaman bir adam, yabancı biri… Babam “anne, benim, oğlun Vahid” diye eline sarılmak istemiş, Babaannem geri çekilmiş “Hadi oradan, ne oğlu, biz oğlumuzu bu vatana şehit verdik” demiş ve kapıyı örtmüş.
-Trajikomik bir durum! Peki ama neden hiç dinlememiş?
-Evde yetişkin iki kızı var, yabancı bir erkeğin onlara yönelik kötü bir niyetinden kuşkulanıyor, onlara zarar gelmesinden korkuyor.
-Peki, sonra ne yapıyor babanız? -Babam büyük bir heyecanla geldiği evinde, annesi tarafından kapı yüzüne kapanınca perişan oluyor. Çok yakın komşumuz, biz ona Zehra Nine derdik, ona gidiyor ve “Ben Vahid’im ama annem beni tanımadı, eve almıyor” deyince Zehra Nine “Gel hele oğul, anlat bakalım, biz seni öldü biliyorduk” der ve konuşturur. Babam çocukluğuna ilişkin olayları anlatır, ailesine ilişkin bilgiler verir ve sınavı geçer; komşu Zehra Nine ikna olur, babaanneme gider; “ komşum bu senin oğlun Vahid” der. Bu kez annesi sınava çeker oğlunu; çeşitli sorular sorar, inceler, aklınca ölçer biçer; bu saç sakal birbirine karışmış yabancı yaşlı adam onun 16 yaşında gencecik bir fidan olarak askere yolladığı biricik oğlu mu?
26 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Tarih
>
Benim Dedem Çanakkale Zaferi’nde Mustafa Kemal’in Emrine Uymamış
Sonunda inanmasına inanır içeri alır ama bir türlü sarılıp öpemez. Kız kardeşleri de aynı şekilde mesafeli ve soğuk dururlar. Onların bu yabancıyı yeniden yaşamlarına duygusal olarak da kabul etmeleri ayları alır.
-Eşi eve döner mi, o tanır mı kocasını ? -Ah, ah! O da ayrı bir yürek acısı… Haber ona ulaşır “Gelin, Vahid ölmemiş eve dönmüş” diye. Henüz daha balayındayken bırakıp savaşa giden eş dönmüş. Dönmüş ama onun öldüğünü kabul eden ailesi birkaç yıl sonra “gençsin, kısmetini bekle” diye baba evine geri yollamış onu. Gerçi o çok sevmiş babamı, öldüğüne inanmamış ve hep dönecek diye beklemiş. Döndüğünü duyunca dünyalar onun olmuş, beklemiş ki babam gidip onu alsın getirsin eve.
-Ama olmamış… -Evet, babam severek evlendiği ve savaşlarda hayaliyle yaşadığı bu gelini yeniden eş olarak kabul etmemiş, onu boşamış. Çünkü “gencecik bir gelin, 11 yıl, üstelik öldü sanılan eşine sadık kalmamıştır” diye düşünmüş. Buna inanmış. Demek ki içinde bir kuşku olacak ya da köy yerinde laf söz edecekler, rahat edemeyecek… Boşanmış ve kadıncağız tekrar gelememiş babasının evinden. Annem o gelin için hep üzülürdü ve “onun günahını aldı” diye sık sık söylenirdi.
-Babanızın tekrar evlenmesine geleceğiz ama doğrusu ben de üzüldüm o gelin için. Merak ettim ona ne oldu?
çektiklerini… Hüzünlü bir öykü. Bizim evin önünden geçmemek için tarlaya- bahçeye giderken köyün arka taraflarından dolanırdı. Bana ve kardeşime karşı çok sevecendi. Belliydi babamı çok sevmiş ve aynı köyde iki yabancı gibi yaşamak ona çok dokunmuş olmalı. Kader işte. Kadının yazgısı bu. Gerçi benim annemin öyküsü daha hüzünlü.
- O da bizim köydeydi. Sonra yaşlı bir adamla evlenmiş. Ben anımsıyorum, çocukken bizi severdi, bize sarılır, birkaç ayda doyamadığı babamın hasretini bizimle giderirdi. İki oğlu vardı, kızı olmamıştı. Babaannem onlardan uzak durmamızı isterdi, o gelinin intikam alacağından korkardı galiba.
-Annenizin öyküsünü bir başka damlada anlatalım isterseniz. Çünkü ben köy enstitüsündeki yaşamınıza dönmek istiyorum. Ama babanızın “gazi “ olup olmadığını da öğrenmek istiyorum bu arada.
-Aynı köyde iki yabancı gibi yaşamlarını sürdürdüler öyle mi?
-Babamın yüzünde yara izi yoktu ama bütün vücudunda, kollarında, ayaklarında pek çok yara izi vardı. Savaş sırasında çok sıkıntı çekmiş, esaret altında kaldığı sürede İngilizce ve Arapçayı çok iyi düzeyde öğrenmişti. Çok ileri
-Evet, öyle oldu, şimdi düşünüyorum da o gelinin
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
AİLE 27
Yoksa bu ülke düşman işgalinden kurtulamazdı. Bugün yaşadığımız bu güzel topraklar uğruna verilen canları, dökülen kanları çok anardı babacığım, o günleri gözyaşları ile anlatırdı.
-Anımsadığınız bir anekdot var mı, şimdi yeri gelmişken paylaşalım okuyucularla.
“İleri emri verilen tabur tükenirken ikinci, sonra üçüncü taburlara emir verilirdi: İleri!.. Ben üçüncü taburdaydım…”
görüşlü, aydın bir insandı. Günlük gazeteleri şehirden getirip okuyan bir o vardı, yıllarca köyün muhtarlığını yaptı. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra gazi maaşı bağlamak için onu çağırmışlar askerlik şubesine. Gitmiş ama maaşı kabul etmemiş. “Benim yaralarım iyileşti, sakat değilim, çalışıp hayatımı kazanıyorum. Ben para için savaşmadım, vatani görevimi yaptım. Şimdi bu topraklarda düşman yoksa, bayrağım dalgalanıyorsa bu bana yeter” demiş. O yıllarda herkes vatanı için ölümü göze alabilecek kadar vatanseverdi.
-Çanakkale Savaşında Seddülbahir denilen yerde yapılan karşılaşmada, çok kalabalık ve her türlü teknoloji ile donanımlı düşman ordusu ile sadece süngüsü ve yüreği ile çarpışan Türk ordusunun karşılaşmasını anlatırdı babam. Hiç susmayan top atışlarına karşı tabur tabur ölüme koşan Türk ordusunun bedenleri ile oluşturduğu aşılmaz setleri anlatırken babacığım sanki o andaki sesleri duyar gibi kulaklarını tıkar, gözlerini yumardı. Yüzünde şehit olanların hüznü, düşmana duyulan öfke ve her şeye karşın galibiyetin sevinci birbirine karışırdı anlatırken. Sesi kah titrer kah gürlerdi: “İleri emri verilen tabur tükenirken ikinci, sonra üçüncü taburlara emir verilirdi: ileri!. Ben üçüncü taburdaydım…” Anlatırken bir taraftan kollarındaki ve bacaklarındaki yara izlerini göstererek sanki inanılması olanaksız olan yaşadığı olaylara bizleri inandırmak ister gibiydi. Savaşı kazanmak; o yerde yatan binlerce şehidin intikamını almak ve Çanakkale’yi geçirmemek demekti. Bunun için savaştık. Ölenler şanslıydı. Asıl bana dokunan “Allah.Allah.” diye inleyen ağır yaralıların sesleriydi. Çünkü onlara yardım etme imkanımız yoktu” diye anlatırken göz yaşlarını siler ve açıklardı: “Bu gözyaşları yardım edemeyişim için olduğu kadar düşman ordularının Çanakkale’yi geçemeyip geri çekilmelerini seyredebildiğim için! “ Çünkü sonunda biz dünyaya kanıtladık: Çanakkale Geçilmez! Ne yaralarımın acısını duydum, ne akan kanım beni sarstı…” Babam aylarca tedavi görmüş iyileşmek için. Öyle büyük yaraları vardı ama yara izlerine hiç aldırış etmezdi. Zaferden söz ederken mavi gözleri ışıl ışıl parlardı. *Yeşilyaprak,B.(2014). Arifiye Köy Enstitülü Annemle Damla Söyleşiler (2.baskı), PegemA Yayınları, Ankara. (Bu yazıda kitapta yer alan söyleşilerden 2.damla sunulmaktadır).
28 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9
Melih Uslu
Dünya Mirası
BERGAMA Türkiye'nin yeni UNESCO Dünya Kültür Mirası Bergama, sağlığı güvence altına alınmış aile hayatının merkezi kabul ediliyor. Tarihteki ilk gelişmiş hastane kompleksine ev sahipliği yapan şehir; eczacılığın, psikoterapinin, narkozun ve hijyen kavramının doğduğu yer olarak ilgiyi hak ediyor.
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
AİLE 29
Murat İbranoğlu
30 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Gezi
>
Dünya Mirası: Bergama
>> İLKLERİN ŞEHRİ İzmir Adnan Menderes Havalimanı’na 130 kilometre uzaklıktaki Bergama, antik kaynaklarda Pergamon ya da Pergamonos gibi isimlerle anılmış. Denizden uzakta olmasına rağmen Ege’nin önde gelen turizm merkezlerinin yer aldığı ilçe, modern tıbbı insanlığa hediye eden yerin ta kendisi. Tarihteki ilkleriyle dikkati çeken Bergama, tıp bilimi ve eczacılığın yılanlı asa simgelerinin ilk görüldüğü şehir olarak biliniyor. İlk büyük sağlık yurdu Akslepion’un; müzik, tiyatro, spor, güneş ve çamurla yapılan ilk telkinle tedavi yöntemlerinin; bitkisel kökenli farmakolojinin, ilk narkoz maddeli ilaçların ve hijyenik sağlık altyapısı
örneklerinin anavatanı olan Bergama’nın ilkleri saymakla bitmiyor. Örneğin, kent imarıyla ilgili ilk yasalar burada yapılıp uygulanmış. U şeklinde boruların kullanıldığı en eski mühendislik uygulamaları da Bergama’da gerçekleştirilmiş. İlkokul, ortaokul ve liseden oluşan üç dereceli eğitim sistemi yine burada hayata geçirilmiş. Meslek sendikaları ve konfederasyonları da burada kurulmuş. Bütün bu göz kamaştırıcı yeniliklerden yaklaşık 2 bin yıl sonra bile, Bergama öncü misyonuna devam etmiş. 1530 tarihinde yazılan ilk Türkçe gramer kitabı Muyesseretü’l-Ulm, Bergamalı Kadri Efendi tarafından kaleme alınmış. 15 Haziran 1919’da Anadolu’daki düşman işgalini kıran ilk yer Bergama olmuş.
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
AİLE 31
Çok katmanlı kültürel peyzaj alanı unvanıyla UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne dâhil edilen Bergama, Helenistik dönemden Roma’ya, Selçuklu’dan Osmanlı’ya uzanan köklü bir geçmişe sahip. Bölgede Akropol, Asklepion, Kızıl Avlu, Kale Tepesi, su kemerleri, tümülüsler, köprüler, Osmanlı arastası, Ulu Camii ve Kapukaya Kybele Kutsal Alanı’nın da aralarında bulunduğu çok sayıda eser keşfedilmeyi bekliyor.
CİLTLİ KİTABIN MUCİDİ Çandarlı Körfezi’ne dökülen Bakırçay’ın hayat verdiği Bergama’da, geçmişte her biri diğerinin kalıntıları üzerinde yükselen beş farklı şehir kurulmuş. Buluntular, kentin ilk yerleşim tarihinin M.Ö. 8. yüzyıla dek uzandığını gösteriyor. Akropol kalıntılarıyla kaplı 330 metrelik bir tepeye kurulan şehir, önce Perslerin, sonra da Büyük İskender’in egemenliğine girmiş. Tarih boyunca pek çok kez el değiştiren kent, M.Ö. 283 - 133 tarihleri arasında güçlü bir krallığa dönüşmüş. Bergama, altın çağını yaşadığı bu dönemde, adeta bir kültür ve sanat uygarlığı olarak nam salmış. Bergama’nın ilk önemli buluşu, “parşömen” denilen
keçi derisinden yapılmış bir tür kağıt. Basit gibi görünen bu buluş, tarihte bugünkü anlamda ilk ciltli kitabın ortaya çıkmasını sağlamış. Eski Mısır’da bulunan papirüsten çok daha önce kitap yapımında kullanılan parşömen sayesinde, Bergama’da İskenderiye’yi geride bırakan dev bir kütüphane kurulmuş. Asya’nın halka açık ilk büyük kütüphanesi olarak anılan bu mekânda 200 binden fazla eserle doluymuş. Roma hâkimiyetinde yaşanan nüfus artışıyla birlikte ovaya yayılan Bergama, Bizans yönetiminin ardından Türk egemenliğine girmiş.
32 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Gezi
>
Dünya Mirası: Bergama
Dünyanın en dik antik amfi tiyatrosu ise Yukarı Agora’da bulunuyor. Tiyatronun taş basamaklarından Bergama Ovası’nı izlemek gerçekten çok keyifli.
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
AİLE 33
EN DİK TİYATRO Günümüzde huzurlu bir Ege kasabası görünümündeki Bergama’da, geziye başlamak için en iyi yer, Akropol. Zeus Sunağı kalıntıları, Athena Tapınağı, antik tiyatro, Bergama Kütüphanesi ve Dionysos Tapınağı’nın yer aldığı Akropol’e ulaşmak için şehir içinden taksiye binmek pratik bir seçenek. Antik Bergama’dan koparılmış eşsiz parçalardan biri olan Zeus Sunağı’nı görebilmek için ise Berlin’deki meşhur Pergamon Müzesi’ne gitmeniz gerekiyor. Dünyanın en dik antik amfi tiyatrosu ise Yukarı Agora’da bulunuyor. Tiyatronun taş basamaklarından Bergama Ovası’nı izlemek gerçekten çok keyifli. Dünyanın ilk ahşap sahneli tiyatrosu da burada kurulmuş. Traian Tapınağı’nın sütunları ile Bergama kütüphanesinin kalıntıları ise antik hayatı hayal etmek için ideal birer anıt gibi. Akropolis’ten şehre inen Kral Yolu, Aşağı Agora’ya kadar uzanıyor. Kalıntıların izinden şehrin içine doğru girince, Bazilika da denilen Kızıl Avlu ile karşılaşılıyor. Anadolu’daki ilk yedi kiliseden biri olarak anılan Bazilika, tasarımı ve dev boyutlarıyla ziyaretçilerin ilgisini çekiyor. Kentin batısındaki Asklepion Harabeleri ise Bergama’nın bir diğer yıldızı. Burada antik tiyatronun yanı sıra, havuz ve klinikler dışında üç de tapınak göze çarpıyor.
34 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Gezi
>
Dünya Mirası: Bergama
RENKLİ MAHALLELER Bergama’da görülmeye değer yerleşimlerden biri de, eski Osmanlı evlerinden oluşan Talatpaşa Mahallesi. Akropol’e giden araba yolu, mahalleyi gezmek isteyenler için doğru bir hareket noktası. Tepeye doğru tırmanan arnavutkaldırımı sokaklar, rengârenk boyalı evleriyle yakın geçmişin aynası gibi. Büyük Alan adı verilen meydan ise zamanın durduğu, sessizliğin sadece ağaç altlarında koşuşturan çocukların çığlıklarıyla bozulduğu büyülü bir mekân. Meşhur Kızıl Avlu’nun çevresindeki yapılar, Çekül ile Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteği ile restore edilmiş. Buradaki tarihi yapıların bir kısmı el dokuması Bergama halıları, çeşitli hediyelik eşyalar ve değerli antikaların satıldığı birer dükkâna dönüştürülmüş. Civardaki tarihi yapılar arasında Eski Kız Meslek Lisesi, Küplü Hamam ve Eski Papaz Evi’nin adını saymak mümkün. Buraya 15 dakikalık yürüyüş mesafesinde ilginç bir yerleşim alanı daha var: Atmaca Mahallesi. Sakinlerinin çoğunun müzisyen olduğu
mahallede hayat hemen her zaman renkli ve hareketli. Müzikse yaşamın vazgeçilmez bir parçası. Geçimlerini Ege düğünlerinde çalıp söyleyerek sağlıyorlar. Henüz okumayı öğrenmeden enstrüman çalmayı söken çocuklar ise sokak konserleri için her zaman hazır. Sahi, Türkiye’nin önde gelen klarnetçilerinden Hüsnü Şenlendirici’nin de Bergamalı olduğunu biliyor muydunuz?
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
Bergama’yı sindirerek gezmek için en az iki gün ayırmak gerekiyor. Çünkü, şehrin ara sokakları ve mahalleleri sürprizlerle dolu. Hemen her köşe başında neşeli çocuklar, güleryüzlü amcalar ya da ahşap kapılı, süslü tokmaklı eski evlerle karşılaşmak mümkün. OKSİJEN YÜKLÜ YAYLALAR Kozak Yaylaları’nı görmeden Bergama turunuz eksik kalmış olacak. İlçe merkezinden Kozak yoluna saptıktan sonra, karşınıza çıkacak fıstıkçamı ormanlarının arasına dağılmış yayla köyleri birer yağlıboya tablosunu andırıyor. Ayvalık’a
AİLE 35
kadar uzanan Kozak Yolu, off-road ve yürüyüş severlerin gözde adreslerinden biri. Bergama çıkışında, önce tarihi bir su kemerinin manzarasıyla karşılaşacağınız yol boyunca, karaçamlar ve piknik alanları eşliğinde irtifa yavaş yavaş artıyor. Yaklaşık 900 metre yüksekliğe ulaştıktan sonra da Kozak Yaylaları, önünüze sarı ve yeşil tonlarda bir deniz gibi seriliyor. Kozak mevkiindeki köylerden Demircidere, yayla turizmine yatkınlığı; Aşağıcuma ve Yukarıbey ise doğal zenginlikleriyle dikkat çekiyor. Fıstıkçamı, yöre insanının geçim kaynaklarından. Civardaki granit ocakları ve hayvancılık da öyle... Buradan çıkarılan granitlerin bloklar halinde Avrupa’ya ihraç edildiğini öğreniyoruz. Ziyaretçilerine doğa yürüyüşleri, fotoğrafçılık, bitki ve kuş gözlemi gibi olanaklar sunan Kozak Yaylaları’ndan sonraki durağımız, bir köy düğünü. Bergama’da, yaz aylarında hemen her köyde sıkça karşılaşacağınız düğünlerden birine konuk olursanız, yöreyi biraz daha da seveceğinize inanıyoruz.
36 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Gezi
>
Dünya Mirası: Bergama
ŞENLİKLİ KÖY DÜĞÜNLERİ Şanslıyız. Çünkü, Çaltıkoru köyünde bir düğüne rastlıyoruz. Mütevazı damat evi, Bergamalı müzisyenlerin gelişiyle şenleniyor. Sağdıçlar, çalgıcılara “Çal bir Bergama” şeklinde seslenince, Ege’nin zeybek havaları eşliğinde, giderek hızlanan bir dans başlıyor. Gençler eğlenirken, bir taraftan da damat ve gelin evine götürülecek hediyeler hazır ediliyor. Kız evine gitmeden önce sağdıçlar, Türk bayrağının işlemelerle süslenmiş hali olan “düğün bayrağı”nı dikiyor. Daha sonra hep birlikte, şarkılar ve ezgiler eşliğinde kız evine gidiliyor. Kız evindeki ilk gün, kına yakma günü. Müzik eşliğinde türküler söylenmesi, oyunlar oynanması ve geline hediyeler verilmesi adetten. Gelinle damat, düğünden sonra
Bergama’da döşedikleri evlerine yerleşecekler. Köylerde başlık parası ve görücü usulü gibi eski yöntemler artık tarihe karışmaya başlamışsa da, davul ve klarnet eşliğinde kimi zaman birkaç gün sürebilen geleneksel düğün eğlenceleri hâlâ yaygın kabul görüyor. İlk gün gece geç saatlere kadar süren eğlencenin ikinci gününde, hareketlilik erkek evine kayıyor. Tüm misafirleri bu kez baba evinde ağırlayacak olan damat, ancak zeybekten vakit bulduğu anlarda gelini görebiliyor. Düğünün ikinci gününde bile… Yöre ezgileri kulaklarımızda çınlarken ayrıldığımız Bergama’nın çok farklı bir tadı olduğunu ve buraları çok sevdiğimizi hissediyoruz bir kez daha… Ve sizlere burayı görmenizi öneriyoruz. Deneyin, seveceksiniz.
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
AİLE 37
BERGAMA REHBERİ NASIL GİDİLİR? Bergama’ya en yakın havaalanı İzmir’de bulunuyor. Bergama’ya 107 kilometre uzaklıktaki İzmir’de, şehirler arası otogardan kalkan otobüs ve minibüslerle yolculuk yapabilirsiniz. İzmir Havalimanı’ndan otomobil ya da cip kiralamak da bir başka seçenek. Otomobil kiraları günlük 120 TL’den başlıyor. NE YENİR? Esnaf lokantaları yönünden geniş seçenekler sunan Bergama’da ızgara ve kebap çeşitlerinin yanı sıra, zeytinyağlı ve sulu tencere yemekleri de servis ediliyor. Masalarda Bergama tulumu genellikle hazır bulunduruluyor. Sıcak pideler ise daha siparişler verilmeden getiriliyor. Tandır kebabı, taze otlar ve lokma tatlısı da yörenin sevilen lezzetleri arasında. NE ALINIR? Yörede dokumacılık oldukça gelişmiş durumda. Bergama halıları, renkli dokumalar, antikalar, ahşap mutfak eşyaları, dekoratif objeler, bal ve bitki çayları alınabilir. NEREDE KALINIR? Anıl Hotel Hatuniye Cad, No: 4, Bergama Tel: 0232 632 63 52 Bergama Müzesi’nin karşısında hizmet veren otel, merkezi konumu ve güleryüzlü servisiyle tanınıyor. Geniş pencereli odaları ise Akropol manzaralı. www.anilhotelbergama.com Berksoy Otel Bahçelievler Mah, 8. Sok, Bergama Tel: 0232 633 25 95 Geniş bir bahçenin ortasında yer alan üç yıldızlı otel, şehir merkezine üç kilometre uzaklıkta bulunuyor. Tesisin açık havuzu ve fitness merkezi de mevcut. www.berksoyhotel.com TURİZM DANIŞMA www.bergama.bel.tr
38 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Söyleşi
>
Mesut Cem Erkul ile Sinema Üzerine Söyleşi
Güner Erduğan
Sinema Genel Müdürü Sayın
MESUT CEM ERKUL ile
SİNEMA
Üzerine Söyleşi
Türk sineması bir marka olma yolunda ilerliyor ve üretilen işler eleştirilere cevap veriyor. Şimdi sinemamızı en güçlü markalardan biri haline getirmek için ilerliyoruz ve bunun için gereken kaynaklara sahibiz.
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
AİLE 39
>> Türk sinemasında 100. yılı geride bıraktık. Konuya buradan başlayalım dilerseniz.
Yüzyıllık bir sektörün yeni bir heyecanla, yeni bir yüzyıla başlaması bizi çok mutlu ediyor. Bunu, yapılacak daha çok şey olduğunu kabul ederek, bu işte hep birlikte olduğumuzu fark edip birlikte çalışma arzusunu tekrardan ortaya koymak bence paradigmayı değiştiren en önemli unsur. Bu, Türk sinemasını hak ettiği yerlere taşınması, dünyanın en iyi sinemalarından biri haline gelmesi için yapılacakları tekrardan hatırlamamıza vesile olan bir süreç oldu.
Türk Sineması bu kez doğru yerden başladı. Daha önce anormalmiş gibi görünen rakamlar, artık insanlar için ulaşılabilir oldu. “100 milyon seyirci hedefi 2015’ten sonra önümüzdeki ilk iştir’’ dediğimizde, yaklaşık 36-37 milyon seyircimiz vardı. Herkes şüpheyle baktı ama geçen sene 60 milyonu çok rahat geçen bir seyirciye ulaştık. Nitelik olarak da kendi izleyicisini üretebilen bir sektör olma yolunda ilerliyoruz. Ana akım dediğimiz, sanat sineması dediğimiz, orta ve üst nitelikteki işlerin seyirciyle buluşma ihtimali giderek artıyor. Bazı noksanlarımız var. Bunlar biraz da ekonomik. Sinema yatırım maliyeti gerektiren bir sanat dalı. Planlanması, programlanması, fizibilitesinin yapılması, işletmesinin oluşturulması, mekânının bulunması ve oranın sinema haline getirilmesi de bir süreç. İkinci vizyon şansı, sinema
salonlarının sayısının artırılması, yerli film gösterenlerin desteklenmesi, sezonun geniş aylara yayılması gerekiyor. Genç insanlarımız var, duayenlerimiz var. Bunların hepsi üretme isteklisi. Bir de şu avantajımız var; bu topraklar çok zengin topraklar. Bu değerler bize ait değerler. Bunu yine bizim sinemacılarımız üretecek ve tüm dünyaya sunacak. Şimdi dünyaya açılma, kültürel olarak kendimizi tanıtma, ülke olarak varlığınızı ortaya koyma zamanı.
Sinemamızın gelişmesi ve dünya izleyicisine ulaşması için özellikle son yıllarda gösterilen büyük bir çaba var. Sinema Genel Müdürlüğünün de çabası yadsınamaz elbette. Dünyada sinema alanında konumumuz nedir? Türk sineması bir marka olma yolunda ilerliyor ve üretilen işler eleştirilere cevap veriyor. Şimdi sinemamızı en güçlü
40 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Söyleşi
>
Mesut Cem Erkul ile Sinema Üzerine Söyleşi
100 milyon seyirci hedefi 2015’ten sonra önümüzdeki ilk iştir’’ dediğimizde, yaklaşık 36-37 milyon seyircimiz vardı. Herkes şüpheyle baktı ama geçen sene 60 milyonu çok rahat geçen bir seyirciye ulaştık.
markalardan biri haline getirmek için ilerliyoruz ve bunun için gereken kaynaklara sahibiz. Çünkü sinemanın en önemli unsuru, insan kaynağıdır. Teknoloji ise yer değiştirebilen bir şey. Hollywood bunu endüstri olarak ele alan ilk yer. Endüstri dediğiniz şey başka bir unsur. Endüstriyi oluşturan bütün alanların birlikte bir hedefe doğru stratejik olarak çalışması, stratejik bir ortaklığı gerektirir. Hollywood’tan avantajlı mıyız? Teknik yönden, birikim yönünden, mali yönden değiliz. Ama bunları başarabiliriz. Bunlar için gerekli şartları oluşturuyoruz. Hayal kurmayan bir toplumun ülkesini büyütmesi mümkün değildir. Kadim öykülerimiz var, gerçekten çok fazla var. Onlar Hollywood’ta yok. Onlar bu öyküleri üretmek için çalışıyorlar. Bizde ise hazır, yaşanmışlıklarımız hazır. Daha lezzetli işler ortaya koyacağımıza inanıyorum.
sürecini, sinemaya birden bire dâhil edemezsiniz. Ama yaptıkça inandırırsınız, inandıkça da yapmaya devam ederisiniz. Yasa tasarımız inşallah meclisten geçtikten sonra Yasalaştıktan sonra bu yılın sonuna kadar bu iş çözümlenecektir. Halkın, sinemayı özellikle de kendi eserlerini desteklemesi lazım. Halkımız bunu yapıyor, sağ olsun. Teveccüh ediyorlar. Amerika’yı ve Bollywood’u saymazsanız en iyi yerli film izleyicisi bizde. Her zaman yabancı filmlerden birkaç puan da olsa üstteyiz. Demek ki halkımız kendi üzerine düşeni yapıyor. Biraz daha istiyoruz. Bir kere sinemaya gideni iki kere, iki kere gideni üç kere, üç kere gideni dört kere sinemaya götürmeyi hedefliyoruz.
Türkiye her alanda nasıl bir atak içerisinde ise, elbette ki kültür ve sanat alanında da atak içerisinde olmak zorunda. Yani kimse bunun aksini söylemek durumunda değil.
Sinema salonlarının konforunun artırılması, perdelerin teknolojik olarak yenilenmesi, sinema filmini izlemeye yarayan araçların en son teknolojiyle donatılması gerekiyor. Salon sahiplerimiz bunları yapıyor. Evet, bir klasik sinema binası anlayışından, alışveriş merkezine doğru bir dönüş oldu.
Peki, herkes bu hedefler doğrultusunda üzerine düşen görevleri yapabiliyor mu?
Son olarak yönetmen, yapımcı ve oyuncularımıza dergimiz aracılığıyla ne söylemek istersiniz?
Aslında hepimiz üzerimize düşen görevin farkındayız. Bunun için de oturduk beraber bir yasa tasarısı hazırladık. Türkiye Sinema Kanunu adını verdik buna. Bu kanunla sinemamızın tanımını yaptık. Son kalkınma planında sinema desteklenecek sektörler arasına alındı. Ekonomik olarak daha kısa vadede sonuçlar almaya alışmış bir üretim
Hepsi benim başımın tacıdır. Güzel işler üretmeye devam etmelerini temenni ederim. Bugüne kadar sağladıkları katkılar için, gayretleri için, ürettikleri için hepsine tek tek teşekkür ediyorum. Kelam kifayetsiz, ama emin olun, duygum hepsini inşallah ihata edecek kadar kocamandır diye düşünüyorum.
Kılavuz Kadın
K
>
Tarih
> 9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
ILAVUZ ADIN BİR EVLİLİK
AİLE 41
Dr. Dursun AYAN
Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü
DANIŞMANI MIYDI?
>>
“Kılavuz” sözcüğünün pek çok anlamı var; farklı meslek ve meşreplerde bunların örneklerini görmek mümkün. Ancak biz burada ailenin kurulmasında, başka bir deyişle, insanların baş-göz edilmesinde etkin olan bir kılavuzla sizleri tanıştırmak istedik; gündelik hayatın kendi diliyle, o zamanın vurgularıyla. Bugün için bu sözcüklerin anlamlarında bazı genişlemeler ve daralmalar olduğunu hesaba katmak gerekir. Bazı sözcükler bugün biraz adap dışı görülse de o dönem için yaygın olarak kullanıldığı için aynen alınmıştır. Kılavuz kadını tarif eden önemli tarih yazarlarımız ve tarih sözlüğü yazarı olarak daha çok bilinen Mehmet Zeki Pakalın’ın Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü’nden aldığım cümleler aynen aşağıdaki gibi. Gerisi zihin dünyanıza ve gündelik hayattaki izlenimlerinize kalmış.
Bu yazarın aslında ilginç çalışmaları var bunlardan birisini de hatırlatmak gerekir; nüktedan, düşündürücü ama bizden bir eser. 1949’da İstanbul’da basılan Tarih Boyunca KadınErkek Dedikoduları. Kılavuz kadını Pakalın şu cümlelerle anlatmaktadır: “Eskiden evlenme işlerine vasıtalık eden kadınlar hakkında kullanılan bir tabirdir. Bir aileden oğlu veya kızının evlendirilmek istendiğini duyan ve bu türlü bir işi geçim vasıtası yapmış olan “kadın kılavuzlar” Tanrı’nın günü evlendirilmek istenen gençlerin evlerinin kapılarını aşındırır, tanıdıkları kızları öve öve bitiremezlerdi. Gittikleri yerlerde filanın kızı, filanın baldızı var, Rabbim nazardan saklasın! Bir içim su. Lepiska saçlar topuklarında, laciverde bakan uzun, kıvırcık kirpikli gözler, çekme kaşlar, ağız burun hokka, boy bos endam yerinde. Pembe beyaz ten, balık etinden az kabaca teleme peyniri gibi alimallah! Köşede bucakta az çok paracığı var. Kızcağız aktan karayı seçecek kadar okur, kanun tıngırdatır, güzel nakış işler, biçer, diker. Elhasıl size kısmet olur inşallah.
42 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Tarih
>
Geçmiş Zaman Sofraları
Tolunay Sandıkcıoğlu
Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü
Geçmiş Zaman
SOFRALARI
Günlük yaşantımızda önemli yer tutan yeme-içme etkinliklerinin tarihi ilginç bilgiler, şimdiki zamana yabancı gelen geleneklerle dolu. Her gün en azından bir öğün kurduğumuz aile sofrası da tarih içerisinde bu değişimden nasibini alanlardan...
>> Oğuzlardan Selçuklulara Orta Asya Türkleri halka verilen ziyafetlere “toy” ya da “aş” derdi. Oğuz töresinde toy sırasında kurulan sofralar hilal biçiminde dizilir ve tam ortaya yönetici otururdu. Daha değerli gördüğü kişileri sağ tarafına oturtan Hakan, konuk boyları da “orun”larına yani mevkilerine göre oturturdu. Yemekler mevkiye göre “ülüş”ülür, pişen kuzunun en değerli parçaları olan baş, döş, sağrı, uyluk etleri sağ taraftakilerin hakkı olarak görülürdü. 11. yüzyılın önemli metinlerinden Kutadgu Bilig’de “Kut ol beg budunka kutadgu gerek/ Kutadsu budun karnı todgu gerek” ifadesi ile bir yöneticinin mutlu olması için halkın mutlu olması, halkın mutlu olması için de karnının tok olması gerektiği vurgulanır. Aynı metinde “Kayu türlüg aşka barır erse isen/Edeb birle aş yi bilir erse isen” denilerek yemek yerken nerede olunursa olunsun terbiyeli davranılması gerektiği hatırlatılır. Yemeğe sofranın en büyüğü elini uzattıktan sonra başlanması, sofraya hep sağ elle uzanılması, başlamadan önce mutlaka besmele çekilmesi, herkesin kendi önünden yemesi, yemeğe üflenmemesi, sofrada kemik sıyrılmaması, yemeğin herkese yetmesi, küçüklerin büyükler yedikten sonra yemesi, geç de gelse kimsenin aç bırakılmaması gibi konulardaki öğütler
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
de birbirini izler. Zaman içerisinde bu âdetlerin büyük bir çoğunluğu Osmanlı’da da aynen devam ederek günümüze kadar ulaşır. Yazıcızâde Ali’nin “Tevarih-i Âl-i Selçuk”unda devlet ileri gelenlerinin sofraya tıpkı Oğuz kağanları gibi hükümdarın sağında ve solunda iki kolda oturtulduğu belirtilir. “Kalan beğler ve ulular iki kolda mertebelü mertebesince somata (sofraya) otururlardı. Şöyle ki oturanda ve duranda kimesne mahrûm kalmaz idi.” “Tamgalık” ise, Büyük Selçuklu’dan Osmanlı’ya miras kalan geleneklerden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Damga vurulmuş anlamındaki bu söz, yöneticiye ait bir kişilik sofra için kullanılır. Hakanların kendi kap kacaklarını damgalamaları yani mühürlemelerinden çıkan tamgalık
AİLE 43
geleneği, Osmanlı’da da tek başına yemek yiyen padişahlarla büyük ölçüde devam eder.
Gelelim Cihan İmparatorluğuna Osmanlı sultanlarından bazıları kuruluş devrinde vezirleriyle birlikte yemek yese de Fatih Sultan Mehmet ünlü Kanunnâme’sinde padişahın halk önünde yemek yemesini “Cenab-ı şerifim ile kimesne tâam yimek kanunum değildir, meğerki ehl-ü iyalden ola. Ecdat-ı izamim vüzerâsıyla yerler imiş, ben ref’etmişimdir.” diyerek kesinlikle yasaklar. Sadece yakın aile üyeleri ile sofrasını paylaşan padişahlara bir istisna Kânunî Sultan Süleyman’dır ve yemeklerini Makbul İbrahim Paşa ile birlikte yemesi dönemin ileri gelenlerince hayretle karşılanır. Sultan Abdülaziz dönemine kadar geçerliliğini koruyan bu kural, ilk kez bu dönemde İngiltere veliahdının onuruna verilen bir yemekte bozulur. Padişahların tek kişilik özel yemeğinin mutfağı da özeldir hâliyle… “Kuşhâne” denen ve sadece padişahın yemeğinin hazırlandığı özel mutfaktan çıkan yemekler sırayla padişahın beğenisine sunulurdu. Mutfaktan sultanın dairesine kadar yan yana dizilen çaşnîgîrler tabakları elden ele sessizce iletip teşrifatçılara ulaştırırlardı. Buraya kuşhâne denmesinin sebebi ise, padişahlar için pişirilen güvercin kebaplarının kuşhâne denilen sahanlarda sunulmasındı. Saraydaki diğer görevliler de statülerine uygun sofralarda yemek yiyebilirlerdi. Divân’da biri vezir-i âzâmın, biri diğer vezirlerin, biri de kazaskerlerin olmak üzere üç sofra kurulurdu. Saray görevlileri kendi rütbelerine göre sofralarda yemeğini yerdi. Sunulan yemek çeşitleri, kullanılan malzemeler, verilen ekmek bile yemek yiyenlerin mevkiine göre değişirdi. Örneğin has undan yapılan beyaz ekmek; padişah, sultanlar, paşalar ve üst düzey saray yetkililerine mahsustu. Esasında bu halk arasında da böyleydi. Ramazanlarda evini fakir fukaraya açan zengin konaklarda bile kapıdaki görevli, gelen yabancıları kılık kıyafetleri, konuşmaları, tavırlarına göre kendine uygun bir sofraya oturturdu.
44 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Tarih
>
Geçmiş Zaman Sofraları
Aynı kaptan yemek yemek de Batılılara ilginç gelen adetlerimiz arasındaydı. Aslında yemeğin aynı kaptan yenmesi birlik ve beraberliği vurgulayan, kendine özgü kuralları olan bir gelenekti. Yemeği kendi önünden değil de başkasının önünden yemek çok ayıp kabul edilirdi. Fakat hangi sofrada olursa olsun Ramazan’a yakışır çeşitte ve lezzette yiyecekler sunulur, “diş kirası” verilerek hayır duaları mutlaka alınırdı. Yemeğin yerde, daha doğrusu yer sofrasında yenmesi çok geç dönemlere kadar rağbet görmüş, masa-sandalye gibi Avrupaî tarz çok daha sonraları, 19. yüzyılın sonlarına doğru (o da üst tabakada) yaygınlaşmıştır. Seyahatnamelerinde yazdıklarına göre yer sofrasında oturmak yabancılara çok garip ve zor geliyordu. İlginç gelen bir başka alışkanlık ise, yemeklerin elle, daha doğrusu sağ elin ilk üç parmağıyla yenmesiydi. Osmanlı sofrasında yalnızca kaşık bulunur, o da genellikle çorba ve hoşaf için kullanılırdı. Batılılar bunu acayip bulsalar da, yemeğin öncesi ve sonrasındaki leğen, ibrik, sabun ve peşkirden oluşan el yıkama faslına hayran kalmışlardır. Osmanlı sofrasında her yemekten önce eller mutlaka iyice yıkanır, dize peşkir serilir, yemek esnasında parmaklar sürekli peşkire silinir, yemekten sonra delikli bir kapağı olan leğen üzerinde eller tekrar iyice sabunlanırdı. Ellerini yıkamadan sofraya oturmak, peşkiri kötü kullanmak gibi şeyler ayıplanır ve kınanırdı. 16. yüzyıl din adamlarından Kınalızâde Ali Efendi “Ahlâk-ı Alâi” adlı eserinde “Yemeğe hırs gösterme. Bazı âlimler, fazla açlık zamanlarında dostların ziyafetlerine gitmeyiniz derler” diyerek sofra adabı ile ilgili uyarılarda bulunur. Aynı eserde sofranın kirletilmemesi, ekmeğin ve tuzun ıslatılmaması, üç parmaktan başkasının yemeklere sürülmemesi ve bıyıklara yemek bulaştırılmaması gerektiği de belirtilir. Aynı kaptan yemek yemek de Batılılara ilginç gelen adetlerimiz arasındaydı. Aslında yemeğin aynı kaptan yenmesi birlik ve beraberliği vurgulayan, kendine özgü kuralları olan bir gelenekti. Yemeği kendi önünden değil de başkasının önünden yemek çok ayıp kabul edilirdi. Ziyafetlerde yemeğin tamamını bitirmek de ayıp sayılırdı, çünkü o yemeği sunan ve pişiren hizmetkârların yemek üzerindeki “göz hakkı”nı mutlaka ayırmak gerekirdi. Bu yüzden ziyafetlerdeki yemekler hiçbir zaman tam yenmez, bir iki parça yenerek diğer yemeğe geçilirdi.
Osmanlı’da yemekte uzun uzun sohbet etmek, eğlenmek de pek uygun görülmezdi. Bu tür sohbetler yemekten sonraki kahve faslına bırakılırdı. Ziyafetlerde karnı doyan Allah’a şükrederek sofradan kalkar, yerini bir başkasına bırakırdı. Evlerde, konuk kaşığını ters çevirerek doyduğunu anlatır, ev sahibi mutlaka konuğundan sonra sofradan kalkardı. Dönemin adetleri gereğince hoşafa ya da çorbaya kaşık uzatılırken kaşık hafifçe silkelenir, mümkün mertebe ağza değdirilmeden içilirdi. Hele hele kaşığın neredeyse tamamını ağzına sokmak hiç hoş görülmezdi. Ekmek tek elle parçalanmaz, ağıza büyük lokmalar alınmaz, yemek yerken başkalarının yüzüne de bakılmazdı. 19. yüzyıla gelindiğinde, iyice artan Batılılaşma etkisi ve dönemdeki protokol yemeklerinin çokluğu nedeniyle sofra düzeninde de değişiklikler görülmeye başlandı. Sofralar gittikçe daha Avrupaî tarzda donanır, çatal-kaşık-bıçak takımları görülür, zarif porselen takımları masadaki yerini alır oldu. 20. yüzyıl başlarından itibaren ise, yeni sofra düzenine geçen genç kuşaklar eski alışkanlıkları devam ettiren önceki nesli beğenmemeye başladı. Dönemin edebi eserlerinde rahatlıkla görülen bu kuşak çatışmasının etkisi devam etse de, “yer sofrası” kültürümüz içindeki yerini kaybetmeden bugünlere kadar geldi.
Tr a b z o n K ö ş k H u z u r E v i
>
Kuruluş
> 9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
AİLE 45
Emre TÖRE
Eğitim ve Yayın Dairesi Başkanlığı
TRABZON KÖŞK
HUZUR EVİ >>
İsmiyle tam anlamıyla müsemma bir yer. Hem bir köşk zarafeti, hem huzur dolu, hem de ev rahatlığı. Ülkemizin cennet köşelerinden Trabzon’da, bir dağ yamacında, yeşillikler içinde, denize nazır. Daha ne olsun? Yaklaşık bir yıldan beri faaliyet gösteren Köşk Huzurevi bu kısa süre zarfında 63 yaşlımıza hizmet vermeye başlamış. Burada kalanların üçte biri Trabzonlu, diğerleri memleketin çeşitli köşelerinden. İçlerinde emekli hemşire de var, TRT sanatçısı da, ev hanımı da var, çoban da. Halkın tüm kesimlerine hizmet veren bu cennet köşesi tam anlamıyla örnek bir kuruluş. İçinde hangi imkan yok ki... Kuaför mü istersiniz, terzi mi? Spor yapmak isterseniz o da mevcut, yaş ilerledi ama içimde kaldı, ben bir de bağlama çalmayı öğrenmek isterim diyorsanız, o da var. Haftanın bir günü İl Halk Eğitim Müdürlüğünde jimnastik, bağlama ve folklor eğitmenleri gelip ders veriyor. Müftülükten de haftanın birer günü kadınlara ve erkeklere ayrı görevliler gelerek din eğitimi veriyor. Sıcak suyu, leziz yemekleri, güler yüzlü personeli. Hijyen deseniz, bal dök yala. Burada kalanların çamaşırları düzenli olarak yıkanıp ütülenerek kendilerine veriliyor. Herhangi bir sıkıntı olabilir düşüncesiyle yoğun bakım odası da ayarlanmış. Neyse ki bu güne kadar kullanmaya hiç gerek olmamış. Gülümseyerek diyoruz: “Belli ki böylesi doğal bir ortamda bulununca, güler yüzlü insanlardan hizmet alıp spor ve sanat imkanlarına da sahip olunca insanın hasta olası gelmiyor.”
Yalnız ASPB Trabzon İl Müdürü Dr. Kadir Er ile Huzurevi Müdürü Kamil Yıldırım’ın ortak bir sıkıntısı var: “Her şey güzel hoş da, sosyal etkinliği daha fazla yapmak istiyoruz ama talep olmuyor.” Ne diyelim, tek derdiniz bu olsun... Kuruluştaki çalışan sayısı ise verilen hizmetlerin ne kadar bu kadar kaliteli olduğunu ve bu işin ne kadar önemsendiğini ortaya koyuyor. Çeşitli görevlerde toplam 16 devlet memuru, 32 sözleşmeli personel çalışıyor. Neredeyse Huzurevinde kalan her yaşlıya bir görevli... İlgi ve alakanın sebebinin yaşlılarımıza verilen değer olduğunu bu sayı ortaya çıkarıyor. Böylesi bir Kuruluşun hizmet vermesinde emeği geçen herkese teşekkürlerimizi sunuyor, emeğinize sağlık diyoruz: Yaşlılara uzattığınız sevgi dolu elleriniz dert görmesin...
46 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Güner Erduğan
Söyleşi
>
K o c a S e y i t ’ i n To r u n u M u h a m m e t Y ı k a r i l e S ö y l e ş i
koca seyit
‘in Torunu
Muhammed Yıkar ile Söyleşi Bu sayımızda dosya konumuz Çanakkale Zaferi’nin 100. Yılı olunca, savaşın kaderini değiştiren Koca Seyit’ten bahsetmesek olmazdı. Sahi kimdi Koca Seyit? Torunu, Seyit dedesini anlatıyor bizlere. >>
Muhammet Bey, dedesi anısına yaptırılan Koca Seyit Anıtı’nda görevli olarak çalışıyor. Dedesi Koca Seyit’i görmemiş ama keşke bir kere olsa görseydim derken samimiyetini hissedebiliyoruz. Dedesinin 20 yaşında askere gidip, 29 yaşında geri döndüğünü paylaşıyor, dile kolay tam 9 yıl savaş meydanlarında, kahramanca vatan için çarpışmış. Dedesinin yaşamından bildiklerini soruyoruz, kelimeler art arda sıralanıyor… Koca Seyit dedem harpten sonra buradaki kimseye ‘ben harp anında top kaldırdım da gemiyi batırdım’ demiyor. 11 yıl sonra buraya, Havran’a Atatürk geliyor, bir açılışta bulunuyor. Açılış bittikten sonra -Havran o zaman ufak yer olduğu için nahiye olarak geçiyor- nahiye müdürüne; “Burada yaşayan bir Seyit Onbaşı olacaktı, benim onu görmem lazım.” Diyor. Ama nahiye müdürü dedemin hangi köyde olduğunu bilmiyor. Ne, biliyorum ne de bilmiyorum, diyebiliyor. Paşanın karşısında tedirgin kalıyor. Paşa, “Ben biliyorum da sen niye bilmiyorsun? O, savaşın seyrini değiştirdi, benim onu görmem lazım.” diyor.
Ertesi sabah, Edremit’teki askerlik şubesinden adresi öğreniliyor. Hangi köyde olduğu, nerede olduğu oradan belli oluyor. Bizim köyün o zamanlar ismi Manastır olarak geçiyormuş. Manastır Köyü’nde olduğu söyleniyor ve şubeden iki jandarma görevlendiriliyor. Jandarmalar o zamanlar araç olmadığı için atla geliyorlar. Sabah yola çıkıyorlar -bizim köy 20 km- akşamüstü geliyorlar. Geliyorlar ama, Koca Seyit köyde değil. Araştırıyorlar Koca Seyit’in dağa kömüre gittiğini öğreniyorlar. Akşama kadar bekliyorlar. Kömür kaçak olduğu için dedem, akşam geç geleyim, kolcular yoldan çekilsin, el ayak hafiflesin, diye düşünmüş. Döndüğünde evine yaklaşıyor, evin önünde iki tane jandarma. “Bugün dağdan kaçıra kaçıra iki çuval kömür getirdim çocuklarımın rızkı için. Evin önünde bu sefer zabıt tutacaklar” diye düşünüp geri çekiliyor. Asker, “Seyit kaçma!” diyor. “Kaçmıyorum ki asker ağa, benim suçum ne, neden burada bekliyorsunuz?” diyor Seyit dedem. “Hayır, suçun yok, biz seni bekliyoruz. Eşeğin yükünü indir, sana söyleyeceklerimiz var.” diyor jandarma. Eşeğin yükünü, kömürü indiriyor, “Buyurun bakalım asker ağa, söyleyin” diyor. “Seni paşa çağırıyor” diyor askerler.
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
Koca Seyit, ”ben paşanın yanına nasıl giderim? Ayağımdaki çarık yırtık. Üstüm başım da oraya layık değil. Ankara’ya kadar da tren param yok. Ben paşanın yanına gidemem.” diyor. Jandarma, “Hayır, Paşa Ankara’da değil. Dün Havran’da bir açılışta, seni soruşturdu ve bugün biz seni almaya geldik. Şu an Paşa Havran’da.” deyince dedem, “O zaman hemen gidelim” diyor. Kömürünü evin önüne koyuyor, eşeğini dama bağlıyor ve askerlerle birlikte yayan gidiyorlar ve gece yarısı varıyor. Bilmediği için evvel nahiye müdürünün yanına götürüyorlar Koca Seyit’i. Çünkü sabah paşanın yanına götürülecek. Nahiye müdürü bir bakıyor ki, hal perişan. Koca Seyit’in boyu uzun, kilosu 110 kiloyu geçkin. Önce şöyle diyor: “Paşa seni sordu, bilmiyorum, dedim Paşa kızdı. Şimdi buradasın ama sabah Paşa’nın yanına seni böyle nasıl götürürüm? Böyle götürürsem Paşa bana ne der?” diyor. Gece bir berber buluyor, dedemi tıraş ettiriyor. Sabah da kendi ceketini giydiriyor Koca Seyit’e. Onun da kolları kısa geliyor, yakası bir araya gelmiyor. Ama öylece götürüyor dedemi Paşa’nın yanına. Dedem Paşa’yla karşılaşır karşılaşmaz, “Paşam hoş geldin.” diyor. Paşa da, “Seyit sen hoş geldin. 2 gündür seni bekliyorum, neredeydin?” diyor. Dedem de, “Paşam, dağda keçilerin yanındaydım. Çobanlık yapıyorum. Haberini alınca hemen geldim.” diyor. Paşa tekrar, “Ne işle meşgulsün?” diye soruyor. Dedem tekrar, “ Çobanlık yapıyorum.” diye cevap veriyor. Sonra Paşa ile oturup çay sohbetine koyuluyorlar. Paşa, “Seyit sen harp anında savaşın seyrini değiştirdin. O anda çift tayın istedin. İki gün yedin, üçüncü gün arkadaşımın hakkı diye geri iade ettin. Tayınını yemedin. Şimdi ben buraya gelmişken sana
AİLE 47
maaş bağlayayım istiyorum.” diyor. Dedem, “Hayır Paşam, biz o an görevimizi yaptık. Maaş istemem.” diyor. “Çobanlık zordur.” diyor Paşa. Dedem, “Hayır, Paşam. Biz alışkınız çobanlığa.” diyor. “Seyit, çobanlıkta iş var galiba ceketin de güzel gözüküyor” deyince. “Hayır, Paşam. Senin yanına geliyorum diye Nahiye Müdürü bu ceketi giydiriverdi.” diyor dedem. “Benim bildiğim Seyit yalan söylemez. Sana maaş bağlayayım da gideyim.” diyor Paşa. Koca Seyit dedem kabul etmiyor. En son, çayı içtikten sonra, “Paşam senden bir tek ricam olacak. Acaba nasıl görürsün? Benim yaptığım iş biraz kanuna aykırı.” diyor dedem. Paşa, “Ne yapıyorsun?” diye sorunca; “Paşam, keçinin arkasında odun topluyorum. Odundan kömür imal ediyorum. Havran’da ve Edremit’te kaçak satıyorum. Senin emrinle o dağdaki ormancılar önüme geçip de baltamı almasalar, o zaman hayli hayli geçinirim.” diyor. O zaman Paşa Nahiye Müdürüne, “Bu adam işini serbest yapacak. Burada da yardımcı olun. Kolcuya söyle ellemesin. Bak hiçbir şey istemiyor.” diyor. Bunun üzerine bir müddet işini serbest bir şekilde yapıyor. Fakat sonra gelen Nahiye Müdürü kaderine terk ediyor, arayıp sormuyor, yardım etmiyor. Yine eski usul kaçakçılığa devam ediyor. Ondan sonra da bir zeytinyağı fabrikasında hamallık yapmaya başlıyor. Hamallık yaptığı yıl üşütüp zatürre oluyor ve 50 yaşında vefat ediyor. Çanakkale’den sonra 21 yıllık hayatı böyle geçiyor Koca Seyit’in...
48 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Sağlık
>
Bilinçli Sağlık ve Sağlığı Geliştirme
Prof. Dr. Mustafa Necmi İlhan Gazi Üniversitesi
BİLİNÇLİSAĞLIKVE SAĞLIĞIGELİŞTİRME Sağlıklı bir yaşama sahip olmak insanın en büyük zenginliğidir. Geçtiğimiz yüzyılın sonunda sağlığı koruma stratejileri ile hem birey hem de toplum sağlığında önemli kazanımlar sağlanmıştır. Bunun yanında sağlık yalnızca bedenen ya da ruhen sağlık olamayacağı gibi, sağlıklılık giderek sosyal hizmetler ve sağlığı geliştirme ile daha ilişkili olmaya başlamıştır.
>> Giriş Sağlığı geliştirme çok sektörlü işbirliği gerektirmekte olup, yalnızca sağlık hizmetlerinin nitelik ve niceliğinin artırılması ile değil, sosyal hizmetler, belediye hizmetleri vb pek çok sektörün işbirliği ile sağlanabilir bir stratejiler bütünüdür. Nitekim Türkiye’de de 2014 Aralık ayında çıkan Başbakanlık Genelgesi ile sağlıkta çok sektörlü işbirliği gündeme gelmiş, kamu ve sivil toplum kuruluşlarının sağlık konusunda sorumluluk alması öngörülmüştür.
Bilinçli Sağlık Dengeli beslenmek ve egzersiz yapmak, tütün ve diğer bağımlılık yapıcı maddeleri kullanmamak sağlığın geliştirilmesi içim ön şarttır. Bu üç ana etmenden sonra bir de olabildiğince stresten uzak durmak gereklidir. Ancak bu sıralanan 4 temel unsur için görsel, yazılı ve sosyal
medyada hemen her gün farklı görüşler sunulmaktadır. Oysa bu konularda yapılacak her yanlış uygulama, hastaların sağlıklarını ani/akut olarak kaybetmelerine neden olabileceği gibi, sağlam bireylerin, hatta toplumun uzun sürede daha sağlıksız olmasına neden olabilmektedir. Bu nedenle kişilerin bilinçli sağlık davranışlarında olmaları gereklidir.
Bilinçli Beslenme ve Obezite A’dan Z’ye hemen tüm hastalıklarda beslenme ve fiziksel aktivite ciddi anlamda önem teşkil etmektedir. Çağımızın en önemli hastalıklarından biri olan obeziteye tek bir yiyecek veya içecek neden olmadığı gibi, bunu ortadan kaldıracak mucize bir besin de yoktur. Önemli olan, her besinden ölçülü tüketmek ve oturarak harcadığımız zaman yerine mümkün olduğunca fiziksel aktivite yapmaktır.
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
Fiziksel aktivitenin artırılması, kilo kontrolü üzerinde en iyi sonuç veren uygulamadır. Toplumumuzda her dört kişiden üçü yeterli fiziksel aktivite düzeyine sahip değil. Amerikan Spor Hekimliği Birliği tüm erişkinlerin haftada en az 5 gün, toplamda 150 dakika orta şiddette egzersiz yapmasını önermektedir.
AİLE 49
50 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Sağlık
>
Bilinçli Sağlık ve Sağlığı Geliştirme
En kolay ve ucuz fiziksel aktivite ise yürüyüştür. Hedef her gün 10 bin adım atmak olmalıdır. Obeziteye neden olan beş ana faktör vardır. Bunlar dengesiz beslenme, yetersiz fiziksel aktivite, uzun süreli ve bilinçsiz diyetler, çevresel ve psikolojik faktörlerdir. Bunları biraz daha açacak olursak; beslenme, hayatın olmazsa olmazı olmakla birlikte, yanlış ve aşırı beslenme kilo alımına ve obeziteye sebep olmaktadır. Bireylerin alması gereken enerji dengesini bilmeden aşırı beslenmesi dengeyi bozmaktadır.
Bilinçli Fiziksel Aktivite ve Obezite Fiziksel aktivitenin artırılması, kilo kontrolü üzerinde en iyi sonuç veren uygulamadır. Toplumumuzda her dört kişiden üçü yeterli fiziksel aktivite düzeyine sahip değil. Amerikan Spor Hekimliği Birliği tüm erişkinlerin haftada en az 5 gün, toplamda 150 dakika orta şiddette egzersiz yapmasını önermektedir. En kolay ve ucuz fiziksel aktivite ise yürüyüştür. Hedef her gün 10 bin adım atmak olmalıdır. Uzun süreli ve başarısız her diyet programı, yeme bozukluğunun gelişimine yol açarak kilo alımına sebep olmaktadır. Bireyi tanımadan, beslenme alışkanlığını bilmeden ve uzman olmayan kişilerce gazetelerde, internette önerilen her gün ardı arkası kesilmeden çıkartılan kitaplarla yapılan diyetler koca bir hiçle sonuçlandığı gibi verilen kiloları da geri aldırmaktadır. En doğrusu bir uzmana danışarak beslenme düzenini ayarlamak olmalıdır.
Bilinçli Çevre ve Obezite Obezite gelişimini etkileyen önemli faktörlerden biri de çevremizdir. Doğduğumuz andan itibaren, hayatımız boyunca yaşamımızı sürdürdüğümüz çevremiz beslenme de dâhil birçok alışkanlıklarımız üzerinde de belirleyici rol oynar. Obezite de, çoğu kez öğrenilmiş bir yeme davranışının sonucu olup ailenin yeme alışkanlıkları, öğün düzeni, porsiyonların büyüklüğü, en fazla tüketilen besinler ve egzersiz gibi yaşam tarzı ile ilgili faktörlerden ve kültürel faktörlerden etkilenir. Çoğu insan canı sıkkınken, üzgünken, stresliyken veya kızgınken kontrolsüz yeme davranışı gösterir. Kilo kontrolünü sağlamakta zorluk çeken bireyler
duygusal ve psikolojik problemlerle karşılaştığında bu bireylerin yaklaşık %30’u aşırı yeme eğilimi gösterebilir. Aşırı yeme eğiliminde olan kişiler ne kadar yediklerini kontrol edemedikleri gibi büyük porsiyonlar seçme eğilimi gösterirler.
Sağlığı Koruma ve Geliştirme Sağlığı korumak, hastalananları tedavi etmekten daha kolay, ekonomik ve acısızdır. Türkiye’de, gerek akademisyenler, gerek hekimler, gerek sosyal alan uzmanları olarak sağlığı koruyucu ve geliştirici uygulamaları bir an önce hayata geçirmemiz gerekiyor. Artık daha büyük kitlelere Halk Sağlığı yaklaşımını ulaştırmamız gerekiyor. Ülkemiz bu konuda önemli derecede yol aldı. Başbakanlık tarafından “Çok Paydaşlı Sağlık Sorumluluğunu Geliştirme Programı Genelgesi’’ yayımlandı. Burada konunun sadece kamu kurumlarıyla değil üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve vatandaşlar ile birlikte yürütülmesi yaklaşımı belirlendi. Çok sektörlü ve toplumun ihtiyaçlarını anlayacak şekilde ilerlememiz gerekiyor. Pek çok uzmanlık derneği var. Alanlarında çok yetkin kişiler ve dernekler var. Akademisyenler olarak sahip olduğumuz bilginin topluma ulaştırılmasının ortak amacımız olması, bilimin toplum için yapılması gerekir.
Bilinçli Sağlık Platformu Sağlığın çok yönlü olması ve bunun dünyada ve ülkemizde kamu politikası olarak benimsenmesinden hareket ile ülkemizde halk sağlığı, metabolizma, genetik, beslenme, gıda, çevre, sosyal hizmetler, psikoloji gibi farklı uzmanlık alanlarından akademisyenlerin ve uzmanların bir araya gelmesi ile Bilinçli Sağlık Platformu kuruldu. Bu oluşum, özellikle beslenme biçimleri başta olmak üzere son dönemde gıda ve gıda ile ilişkilendirilen sağlık konularında yazılı ve görsel basında, internet sitelerinde yer alan yanlış bilgilendirmeler ve buna bağlı oluşan bilgi kirliliğinden yola çıkarak oluşturuldu. Bu yolla sağlık alanında toplumu bilinçlendirmek için çalışan platform, ilgili tüm paydaşlarla işbirliği yaparak kamuoyunun bilimsel bilgiler ışığında
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
AİLE 51
Vücutta taşıyıcı göreve sahip olan su, hücrelere besin ve oksijen taşır, atıkları uzaklaştırır.
aydınlatılmasına katkı sağlamayı hedefliyor. Kısaca, bir sivil toplum kuruluşu olarak harekete geçiren Bilinçli Sağlık Platformu; toplumu, sağlık alanında doğru bilgiye eriştirmeyi amaçlanıyor. Gıda hayatımızın içinde olmazsa olmaz. Platform özel durumlar hariç yasaklamadan ama ölçülü ve dengeli yemeyi tavsiye ediyor, gitgide artan hareketsiz yaşamın önüne geçmek için mesajlar veriyor. Gıdaları yenir veya yenmez olarak gruplamak yerine ölçülü yiyin, ama hareket edin bilincini yaygınlaştırmayı amaçlıyor. Bilinçli Sağlık Platformu, hem vatandaşlarda hem de bu alandaki üreticilerde bilinç yaratmaya çalışan platform aradaki köprü olma amacı taşıyor, devletin ya da akademisyenlerin ürettiği bilgiyi vatandaşın anlayacağı şekilde anlatmaya çalışıyor, Platform kurulalı daha birkaç ay olmasına rağmen onlarca
e-posta, mektup, telefon alıyor; doğru bilginin topluma ulaştırılması üzerine yola çıktı ve bu yolda bilimsel bilgilerin toplumla paylaşılmasını sağlamak en önemli hedefi.
Sonuç Sağlık kuşkusuz depolanamaz, satın alınamaz, eksikliği karşılanamaz bir kavramdır ve çevresel, davranışsal pek çok bileşenden etkilenmektedir. Bu nedenle artık yalnızca sağlık çalışanları değil, sosyal hizmet çalışanları, eğitim çalışanları vb. pek çok paydaş ile birlikte toplumun sağlık düzeyinin geliştirilmesi için bilinçli sağlık davranışlarına ihtiyaç vardır. Bu davranışların sağlanması yolu ile ülkemizde sağlıklılık durumunu artırmak önümüzdeki dönemde üzerinde çok çalışılan bir yaklaşım olacaktır.
52 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Söyleşi
>
Özhan Eren ile Sinema Üzerine Söyleşi
Şeyma Karataş
ÖZHAN EREN ile Sinema Üzerine Söyleşi Bestekârlık ve müzisyenliğinin yanı sıra ödüllü yönetmenimiz Özhan Eren ile sinema üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. >> Sinemamızın 100. yıldönümünü geride bıraktık. Bu konuda duygu ve düşüncelerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?
100. Yıl gibi çok önemli bir tarihsel sürece ulaşmamız tabi ki hepimiz için mutluluk verici. Ama sayısal büyüklüğün yanında içerik olarak da 100. Yıl’a yakışan filmlerimizin çoğalmasını diliyorum.
“120” ile büyük bir başarı yakaladınız. Kısa bir süre önce de “Son Mektup” isimli filminizle tanıştık. Henüz izlemeyenler için bize bu iki filminizden bahseder misiniz? “Son Mektup” içeriği itibariyle “120”den daha büyük bir proje. 120’de cepheye mühimmat ulaştırmak için gönüllü yola çıkan ve o yolda can veren 120 çocuk kahramanımızın hikâyesini anlatmıştık. Son Mektup, 18 Mart Deniz Zaferimizi
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
konu alıyor. Bu filmde, cephelerdeki askerlerimizin mücadelelerinin yanı sıra cephe gerisinde onları bekleyen annelerin, eşlerin, çocukların hallerini aktarmaya çalıştık.
Türk Sineması’nın bugün ulaştığı noktadan memnun musunuz? Sinemamızın daha iyi bir konuma ulaşması için öneri ve beklentileriniz nelerdir? Sinema sektörümüz her yıl daha da büyüyor, daha fazla film ve daha fazla seyirci salonları dolduruyor. İnşallah her şey daha da iyiye gider. Büyük bütçeli filmler öncelikle geniş zaman dilimlerinde hazırlandığı için plan ve programa ihtiyaç duyuyor. Bana kalırsa bu konuda sıkıntımız var. Çünkü büyük filmlerin gişe dönüşlerinin de büyük olmasından başka bir çıkış yolu yok. Bu da garanti edilebilir bir şey değil. Bunu tolere etmenin yolu daha fazla fon tahsisinden geçiyor. Böyle oldukça sinemamızın daha fazla gelişeceği kanaatindeyim.
Sizce sinemamız uluslararası platformda yeteri kadar temsil edilebiliyor mu? Uluslararası ödüllerle dönen birçok filmimiz ve oyuncumuz var. Başrol oyuncumuz Nesrin Cavadzade de bunlardan biri. Umarım sinemamız bu platformda böyle ilerlemeye devam eder ve daha da iyiye gider.
Sizce Türk Sineması’nda Türk aile yapısı yeterince işleniyor mu? Sinemada aile temasına özellikle yer verilmeli mi? Sinema filmi için öncelikli kuralın, ne yaptığından çok nasıl yapıldığının önemli olduğu söylenir. Bu açıdan bakıldığında mutlaka ki aile yapısının küçük veya büyük harflerle ele alındığı birçok sinema filmimiz olmuştur. Ama özellikle “aile temalı film” yapmak için geniş ailelerden bahsetmeye gerek var mıdır, bilemem… Bazen küçük bir çocuğun hüzünlü hikâyesi de sizi amacınıza götürebilir. Önemli olan, bence, “insanı” anlamaya ve anlatmaya çalışmaktır.
AİLE 53
54 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Kültür
>
Türkiye’nin Renkleri: Bahar Bayramları
Melih Uslu
TÜRKİYE’NİN RENKLERİ:
BAHAR BAYRAMLARI Ateşler, halaylar ve dualar yüzyıllardır olduğu gibi doğanın uyanışını müjdeliyor. Binlerce yıldır yaşatılan geleneklerle insanlığın ortak bayramı kutlanıyor. İşte Nevruz’dan Kakava’ya Türkiye’nin dört bir yanından baharın coşkusunu yansıtan bayramlar.
>>
Üç bin yıldır kutlanmakta olan Anadolu ve Mezopotamya kökenli Nevruz’un UNESCO Dünya Manevi Kültür Mirası Listesi’nde yer aldığını biliyor muydunuz? Türkiye’den Hindistan’a, Makedonya’dan Türkmenistan’a kadar neredeyse tüm kuzey yarımkürede kutlanan Nevruz, baharın gelişini temsil ediyor. Türkiye’nin yanı sıra, Türk Cumhuriyetleri’nde de bayram olarak kutlanan Nevruz, M.Ö. 8. yüzyıldan günümüze kadar her yıl 21 Mart’ta kutlanıyor. Pek çok kültürde baharın ilk gününü temsil eden Nevruz’un bazı toplumlarda 22 ve 23 Mart’ta kutlandığına da rastlanıyor. Nevruz, kuzey yarım kürede bahar ekinoksunun oluştuğu günün adı. Öyle ki Güneş, ekvatora dik açı ile geliyor. Gece ve gündüz birbirine eşitleniyor. Osmanlı döneminde de bayram olarak kutlanan Nevruz, ziyafet ve şenliklerle kutlanırmış. Özel olarak hazırlanan Nevruziye adlı macun, bugün hâlâ Manisa’da 21 Mart’ta mesir macunu şenliklerinde varlığını sürdürüyor.
COŞKU VE İNANÇ Türkiye’de bahar bayramı denince akla gelen etkinliklerden biri de Hıdrellez. Trakya ve Balkan kökenli bu etkinlik, 5 Mayıs akşamı başlayıp ertesi gün gece yarısına kadar devam ediyor. Çeşitli kaynaklara göre, Hz. Hızır ve Hz. İlyas Peygamberler ölümsüzlük suyunu aramaya çıkmış ve bu suyun kaynağını bulup içerek ölümsüzlüğe kavuşmuş. Hızır karada, İlyas ise denizde ihtiyacı olanların yardımına koşarmış. İşte bu yüzden her yıl Hıdrellez’de dilekler tutuluyor. Hızır ve İlyas Peygamberler’in girmesi için evler temizlenip pencereler açık bırakılıyor. Dahası bedenler temizleniyor, en güzel giysiler giyiliyor. Ateşler yakılıp sırayla üzerinden atlanıyor. Halaylar çekilip şarkılar söyleniyor. Renkli kâğıt ve bezlere dilekler yazılıyor. Ağaçlara çaputlar bağlanıyor. Evlenmek isteyen genç kızlar kapı önlerine gelinliklerle çıkıyor. Çocuklar zurna ve darbukalarıyla mahalleleri coşturuyor. Tek göz bir ev hayal edenler ya da
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
AİLE 55
Ateşler, halaylar ve dualar yüzyıllardır olduğu gibi doğanın uyanışını müjdeliyor. Binlerce yıldır yaşatılan geleneklerle insanlığın ortak bayramı kutlanıyor. çocuklarının üniversiteyi kazanmasını isteyenler dileklerini kumsallara yazıyor. Bereket ve bolluğun simgesi olan deniz suları şişelere dolduruluyor ve 41 çakıl taşıyla birlikte bir yıl boyunca saklanıyor. Dileği gerçekleşenler bir yıl sonra taşlarını dualarla geri alıyor. Hıdrellez, Türkiye’de coşkunun ve inancın adı oluyor.
KAKAVA’NIN BEREKETİ Hıdrellez, Edirne’de Kakava adı verilen şenliklerle kutlanıyor. Ateşlerin yakılmasıyla başlayan şenlikler, çeşitli yiyeceklerin dağıtılması ve dans gösterileriyle sürüyor. Kutlamalar, tarihi Kırkpınar Güreşleri’nin yapıldığı Sarayiçi Merydanı’nda gün boyu devam ediyor. Edirne mahallelerinde eğlence gece yarasına dek bitmiyor. Kakava Şenlikleri’nin ikinci günü, insanlar sabah ezanından sonra Tunca Nehri’nin kıyısına akın ediyor. Nehir suyu ile yüzlerini yıkayan vatandaşlarımız, daha sonra şarkılar ve danslar eşliğinde eğlenmeyi sürdürüyor. Kakava Şenlikleri’ne katılan misafirler, nehre çiçek ve para bırakıp dileklerde bulunuyor. Nehrin kıyısına eş dilediği için gelinlikle gelenler de oluyor. Kakava Şenlikleri’ni baharın gelişini müjdelediği için kutladıklarını söyleyen Edirneliler, yeni yılın bolluk bereket içinde geçmesini dilediklerini belirtiyorlar. Kırklarelili araştırmacı Nafiz Karaçam’a göre suya girme ritüeli Balkan göçmeni Türkler arasında görülüyor. Edirne’nin kapı komşusu Kırklareli ise bahar bayramları vesilesiyle Karagöz Kültür Sanat ve Kakava Festivali’ne ev sahipliği yapıyor. Yörede 20 yıldan fazla süredir kutlanan bu renkli festival şimdiden büyük bir merakla bekleniyor. Mayıs ayında Hıdrellez ile birlikte kutlanan festival, vatandaşların büyük ilgisiyle karşılanıyor. Ünlü müzisyenlerin de dâhil olduğu festival, at arabası süsleme ve en güzel bahçe gibi renkli etkinliklere de sahne oluyor.
DİLEKLER TUTULUYOR Anadolu’nun farklı köşelerinde kutlanan Paskalya bayramı, Hıristiyan âleminde baharın gelişini müjdeliyor. Mardin’de yaşayan Süryaniler, Paskalya’yı nisan ayının ilk pazar günü tarihi kiliselerinde kutluyor. Deyrulzafaran Manastırı
Metropoliti’nin de katıldığı ayin, Türkçe, Arapça ve Süryanice olarak yapılıyor. Dünyanın farklı bölgelerinden ailelerin katıldığı ayin sonrasında kilisenin bahçesinde oruçlar açılıp çeşitli kutlamalar gerçekleştiriliyor. Konuklara, Paskalya çöreği ve yumurta ikram ediliyor. Paskalya Bayramı, Mardin dışında Anadolu’nun farklı noktalarında da kutlanıyor. Antakya sınırları içerisindeki Ermeni köyü Vakıflı, Şırnak, Gökçeada, Bozcaada ve İstanbul’un çeşitli yerlerinde Paskalya geleneği yaşatılıyor. Büyükada’nın en yüksek noktalarından birinde yükselen Aya Yorgi Kilisesi, her yıl 23 Nisan’da ziyaretçi akınına uğruyor. Hıristiyan inancına göre kiliseye uzanan yokuşu hiç konuşmadan elindeki ipi bağlayarak çıkanların dileği gerçekleşiyor. Bunu bilen yüzlerce insan ellerindeki rengârenk iplerle kiliseye kadar sessizce yürüyor. Türkiye’de yaşayan gayrimüslimlerin kutladığı bahar bayramları sadece Hıristiyanlarla sınırlı değil. Beş yüz yıl kadar önce Osmanlıların kucak açtığı Safarad Yahudileri’nin bahar bayramları da Türkiye’nin kültürel zenginliklerinden biri. Yahudilerin en büyük bayramlarından biri sayılan Hamursuz ya da Pesah da Nisan ayının ikinci ve üçüncü haftaları kutlanıyor.
56 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Kültür
>
Türk Kahve Kültürü ve İncelikleri
Muhammed Musab Sungur
Türk kahve kültürü ve incelikleri
Araştırmacı Uğur Atik ile Kahve Kültürü Üzerine Bir Söyleşi Gerçekleştirdik İstanbul Mısır Çarşısı’nda Osmanlı’dan günümüze kahve kültürünün tanıtımı ve saray porselenlerinin kullanımı, yaşatılması ve hayata geçirilmesi üzerine çalışan Uğur Bey’in galerisine konuk olduk ve kahve üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Konuklar ne kadar kalabalık olursa olsun kahveler daima tepside ikili olarak gelirdi. Çünkü sohbet iki kişilik bir eylemdir. Misafirin önünde 40 derecelik bir açı ile eğilip yüzüne bakmadan tepsi uzatılır, misafir kahveyi alınca üç adım geri çekilinir.
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
AİLE 57
16. yüzyılda fincan renkleri saflık, masumiyet ve mahremiyet simgesi olan turkuaz ve pembedir. Daha sonra mercan kırmızısına geçilir ki, diğer adı Türk kırmızısıdır. Sonraları hükümdarlık rengi olan lacivert ve Hilafetullah makamı rengi olan yeşil.
>> Kahvenin kültürümüze nasıl yerleştiği öğrenmek istesek bize neler anlatırsınız?
1554 yılında Yemen valisi Özdemir Paşa İstanbul’a çuvallar dolusu kahveyle gelir. O dönem kahveler çorba gibi kaynatılarak taslarda içilmeye başlanır. Amaç öğrencilerin uyanık kalarak daha fazla ders çalışmasını sağlamaktır. Ama o dönemde kahveyi daha çok Sufi dervişler içtiler. Uyanık kalıp daha çok Allah’ı zikretmek için. İşte bu yüzdendir ki bizim kahvemiz yeryüzünde mistik bir kimlik kazanmış tek kahvedir. Dervişler kahveyi kavurup çektiler ve böylece Türkiye’de yetişmediği halde dünyada “Türk kahvesi” olarak ünlenen bu kahve ortaya çıktı. Türk kahvesi böylece kahvelerin atası oldu.
Fincan kültürü nasıl gelişti peki? 16. yüzyıla gidersek kahve fincanlarının altının geniş, ağzının dar olduğunu görürüz. Bunda amaç son yuduma kadar köpüğünün bitmemesini sağlamaktı. İncelik ve form, kahvenin soğumaması içindi. Bunlar Türk kahve fincanının karakteristik özelliğidir. Abdülhamit Han 1890 yılında hayali olan Fabrika-i Hümayun’u kurar. Kendinin ve ailesinin kullanacağı ürünler burada üretilmeye başlanır. Fabrikanın başına Fransa’dan ustalar getirilir. Bu dönemde fincanların formu değişip ağızları genişler. 16. yüzyılda fincan renkleri saflık, masumiyet ve mahremiyet simgesi olan turkuaz ve pembedir. Daha sonra mercan
kırmızısına geçilir ki, diğer adı Türk kırmızısıdır. Sonraları hükümdarlık rengi olan lacivert ve Hilafetullah makamı rengi olan yeşil. Sufi dervişler doğanın otunu kesip yediklerinden yeşil rengi seçerler. Osmanlı bayrağı da yeşildir. Osmanlı, doğanın rengi olan yeşili seçmekle Allah’a olan bağlılığını tasdik etmiştir. Sarı, hüzün, gözyaşı ve ayrılıktır. Bütün renklerin, desenlerin bir anlamı var. Kimi fincanlarda Ay yıldız vardır. Ay yıldız bayrağımızın motifidir. Neden? Bize öğretilen bilgiler doğrudur elbette ama bir şey daha var. Ebcet hesabında Allah yıldızla temsil edilir. Beş köşeli yıldız ise İslam’ın beş şartını temsil eder. İşte bayrak bu nedenle de kutsaldır.
Kahve içmenin bir ritüeli var mıydı? O dönemde saraya ya da konaklara gelen konuklar bugün evlerimizde antre dediğimiz ama o dönemde “soygun” denilen soyunma odalarına girer, üst giysilerini orada çıkarırlardı. Hanımlar hareme beyler selamlığa geçerken bir halayık (hizmetkâr), elinde “gülbahar sahan” denilen ve içinde gül lokumu bulunan kapaklı bir sahan ile gelenleri karşılardı. Gelenler içeriye geçip hiyerarşik düzene göre yerine otururdu. Konuklar ne kadar kalabalık olursa olsun kahveler daima tepside ikili olarak gelirdi. Çünkü sohbet iki kişilik bir eylemdir. Misafirin önünde 40 derecelik bir açı ile eğilip yüzüne bakmadan tepsi uzatılır, misafir kahveyi alınca üç adım geri çekilinir. Daha sonra aynı işlem diğer konuk için de yapılır, endam sergilenir ve misafire sırt dönmeden çıkılırdı.
58 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Kültür
>
Türk Kahve Kültürü ve İncelikleri
Neden 40 yıl hatır?
İyi bir Türk kahvesi nasıl yapılır?
Bunun çok önemli bir manası var. Tasavvuf ehli olanlar bilirler, yol almak için bizim iki şeye ihtiyacımız var. Birincisi, manadır (rüya) ikincisi ise sohbettir. Manada bir fincan görürseniz, fincan gönüldür. Size gönülle ilgili bir mesaj gelir. Bize misafir olup geldiğinizde size olan iyi dileklerimizi cezvede karıştırıp gönlümüz olan fincana döker, size gönlümüzün iyi dileklerini ikram ederiz. İşte bunun hatırının kırk yıl olmasından daha güzel ne vardır?
Sarayda, büyük bir mangal vardır. İçinde meşe kömürü kor haline gelir, ortası oyulup içine bir avuç fındık kabuğu atılır. Kabuklar kor haline gelince bakır cezve mangala sürülürdü. Kahve kaynatılmaz, sürülür. Bugün de kahve kesinlikle içi kalaylı bakır cezvede yapılmalıdır.
Kahve yanında su ile ikram ediliyor. Bunun bir anlamı var mı? Önce su içilmesinin nedeni ağzın pasını almaktır; kahve temiz ağızla içilir. Önce lokum yer de kahveyi içerseniz, kahve acı olduğundan önce ağızı tatlandırıp içiyorsunuz demektir. Buna da “rahatlı kahve” denir. Kahvenin yanındaki ikramlarla ilişkisi sarayda böyledir. Konaklarda durum biraz daha farklıdır. Eğer önce su içerseniz bu “karnım aç” anlamına gelir. Hemen sofra kurulur. Sizi doyururuz ki sevap kazanalım. İftara gelenlere de dönerlerken “diş kirası” denilen bir armağan verilirdi. Burada maksat, misafirin gelişiyle ev sahibinin kazandığı sevabı ödüllendirmekti.
Neden kahvenin yanında lokum ikram edilir? Herhangi bir lokum değil, Osmanlı’nın “gülbeşeker”i olan gül lokumu ikram edilir. Topkapı sarayının en önemli has bahçesi olan Gülhane parkı, gül kokulu lokum ve şerbeti yapılsın diye bütün vilayetlerden gelen özel hokka gülleriyle bezenmiştir. Efendimiz miraca çıktığında o kadar çok terler ki, teri toprağa değdiği yerde gül biter. Gül zaten Efendimizi simgeler. Osmanlı, Isparta’yı Efendimizin kabrine gül yağı üretsin diye kuruyor. Tekkelerde ışık hiç sönmesin diye yağ kandili yanar, Efendimizin kabri şahanesinde de gül yağı yanar ve Kâbe gülsuyu ile yıkanır. Bu Osmanlı’dan yadigârdır.
Bir fincan için 5 gram kahve uygundur ve bu da iki çay kaşığına tekabül eder. Mutlak surette soğuk su koymalıyız. Sürekli karıştırmıyor, kaşığı birkaç kez çevirip cezveyi ocağa sürüyoruz. Köpürür köpürmez köpüğünü fincana alıp cezveyi yeniden ocağa sürüyoruz. İkinci kez ortasını, üçüncü kez sürdüğümüzde de telvesini alırız. İşte bu, makbul olan “kaymaklı kahve”dir.
Peki ya kahve falı? Haremde dedikodu yasak olduğu için, cariyeler birbirlerinin arkasından konuşamazdı. Gıybet edebilmek için uydurdukları şeydir fal.
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
AİLE 59
Bize misafir olup geldiğinizde size olan iyi dileklerimizi cezvede karıştırıp gönlümüz olan fincana döker, size gönlümüzün iyi dileklerini ikram ederiz. İşte bunun hatırının kırk yıl olmasından daha güzel ne vardır?
60 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Yaşam
>
E n s t a n t a n e l e r i Ya k a l a m a k : K ü ç ü k Ş e y l e r d e n B ü y ü k M u t l u l u k l a r Ü r e t m e k
Prof. Dr. Üstün Dökmen Ankara Üniversitesi
“
Yaşamınızda ortaya çıkan bazı aksilikleri büyük değil, küçük olarak algılamak, bazı güzellikleri ise büyük/önemli olarak algılamak mümkündür. Bu konuda kendinizi eğitebilirsiniz.
“
enstantaneleri yakalamak:
küçük şeylerden büyük mutluluklar üretmek
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
>>
olaylar önemli değildir, onları algılama şeklimiz önemlidir.
“
“
AİLE 61
G
ünlük yaşamda karşınıza çıkan küçük olayları, kendinizi ve çevrenizi mutsuz edecek şekilde, “çok büyük ve kötü” olaylar olarak algılayabilirsiniz. Böyle bir gücünüz vardır. Örneğin trafikte size haksız yere korna çalan birini aracınızla izleyip, sıkıştırıp, kavga edip, karakollara, hastanelere düşebilirsiniz. Bunu becermeye yetecek zihinsel ve bedensel gücünüz vardır. Ama sizin aynı zamanda size haksız yere korna çalınmasını küçük, önemsiz bir şey olarak algılama ve sıkıntıya girmeme gücünüz de vardır. Ve dahası, sizin, çevrenizdeki bazı küçük şeyleri fark edip onlarda büyük lezzetler, büyük mutluluklar yakalama gücünüz de vardır. Örneğin bir yolculukta, yoldan, yolculuktan, teknolojiyle bütünleşmekten ötürü keyif duymaya gücünüz vardır. Yaşamınızdaki enstantaneleri yakalamaya gücünüz vardır. Eğer bunu gerçekleştirirseniz yarına kalma ihtimaliniz artar. Eğer küçük şeylerde büyük mutsuzluklar yakalar, üzülür, kavgalar ederseniz, ölme ihtimaliniz artar. Seçim size ait.
Rezalet mi Nezaket mi: Felaket mi Zarafet mi ? Epiktetos’un da dediği ve bugün psikolojideki bazı yaklaşımlarda da vurgulandığı gibi, olaylar önemli değildir, onları algılama şeklimiz önemlidir. Size korna çalınmasını anında cezalandırılması gereken büyük bir kabalık olarak da algılayabilirsiniz, önemsiz bir ukalalık olarak da algılıyabilirsiniz. Olaylar önemli değildir, onları algılama şeklimiz önemlidir. Neyin önemli, neyin önemsiz olduğu, neyin kabalık olduğu, neyin kibarlık olduğu üç boyutta değişir. Kişiden kişiye değişir, toplumdan topluma değişir, zaman içinde değişir. Dünyada bazı kültürlerde misafire dil çıkarmak zarafet sayılıyormuş. Eskiden Macaristan’da ev sahipleri, nezaket gösterip “gece yatıya kal” anlamında misafirin at arabasının tekerleklerini söktürürlermiş. Şimdi biz misafirimize dil çıkarsak zarafet değil felaket olur. Misafirimizin arabasının dört lastiğini çıkarıp arabayı takozlara oturtsak, nezaket değil rezalet olur. İçinde yaşadığımız toplumun kültürüne, değerlerine uyup uymamakta kısmen özgürüz. Tamamen özgür değiliz. Şehir parkında tüfekle kuş avlamaya veya çırılçıplak dolaşmaya karar verirsek ciddi problemler çıkar ortaya. Bu konuda başınız emniyetle derde girdiğinde, “Bakın, benim çıplak dolaşmam küçük bir olaydır; fazla büyütmeyin,” demeniz pek anlamlı değildir. Zamanı ve mevcut toplumsal değerleri hiçe saymak konusunda tamamen özgür değiliz. Ama bireysel boyutta galiba büyük ölçüde özgürlük var .
62 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Yaşam
>
E n s t a n t a n e l e r i Ya k a l a m a k : K ü ç ü k Ş e y l e r d e n B ü y ü k M u t l u l u k l a r Ü r e t m e k
Şu an evinizin en dağınık köşesini düşünün. Benim görmemi istemezsiniz. Ama bir fotoğraf sanatçısı gelip o köşeyi öyle bir açıdan çeker ki sergilere koyarlar. Örnek:
Enstantaneleri Yakalamak
Çıplak dolaşamazsınız; ama sokakta yürürken elbisenizin lekeli olduğunu gördüğünüzde bu olayı bir felaket olarak da algılıyabilirsiniz, fazla büyütmeyebilirsiniz de. Misafirinize dil çıkarıp çıkarmama konusunda tamamen özgür değilsiniz. Misafirinize sürekli dil çıkarıyorsanız, size gelen misafir sayısında en azından azalma ortaya çıkar. Ama misafir sunduğunuz cevizli kekin içinden ceviz kabuğu çıktığında, günlerce üzülüp üzülmemekte, bu olayı fazlaca büyütüp büyütmemekte tamamen özgürsünüz.
Fotoğraf sanatçıları enstantane yakalamaktan söz ederler. Sürekli değişim içindeki bir dünyada bir an için ortaya çıkan ve tekrarı mümkün olmayan bir hareketin, bir durumun fotoğrafını çekmek demektir enstantane yakalamak.
Yaşamınızda ortaya çıkan bazı aksilikleri büyük değil, küçük olarak algılamak, bazı güzellikleri ise büyük/önemli olarak algılamak mümkündür. Bu konuda kendinizi eğitebilirsiniz. Başlangıç olarak şunu düşünebilirsiniz; karşılaştığınız olayları “rezillik mi” yoksa “güzellik mi” olarak algılayacağınız, eğer güzellikse ne büyüklükte bir güzellik olarak algılayacağınız öğrenilebilen bir şeydir. Ve sizin bunu öğrenmeye gücünüz vardır. (Ve tabii öğrenmeye direnme konusunda da gücünüz vardır. Seçim size aittir.)
Vesikalıklar enstantane değildir; poz veririz çünkü. Ama Afgan kızının o bir anlık bakışı veya duvar dibindeki amelelerin bir anlık var oluşları birer enstantanedir. Enstantane küçük bir andır; ama o anı yakaladığınızda, o an ömür boyu karşınızdadır. Karşınıza çıkan bir takım olayları önemsemeyebilirsiniz. Ya da onlardan bazılarını çekip çıkarma ve onlarda büyük lezzetler alma konusunda, kısacası yaşamınızdaki enstantaneleri yakalama konusunda kendinizi eğitebilirsiniz. Dünyada, bir insan olmadan kendi kendine enstantane olmayı hak eden hiçbir manzara yoktur. Enstantane
Enstantane küçük bir andır; ama o anı yakaladığınızda o an ömür boyu karşınızdadır.
Gürkan Akbaş
9 | Ocak Şubat Mart 2015 |
sanatçının beynindedir. Sanatçı, enstantane yakalama konusunda, daha doğrusu, bir şeyi enstantane haline getirme konusunda kendini eğitmiş kişidir. Dilerseniz siz de kendinizi eğitebilirsiniz.
28.08.2003 Perşembe 19.50 Şu anda balkondayım. Yanımda babaannem var. Babam içeri gitti. Kitap yazıyor galiba. İki satır da benim katkım olsun. Garibim babaannem de böyle mahzun mahzun, bir ateş topu gibi görünen güneşin batışını izliyor. Bayan Vasfi’nin üstünde değişik renkte bir şal var. Manzara süper. Böyle masmavi bir manzaranın karşısında oturup yazı yazmak, kitap okumak ve aval aval bakmak insana büyük zevk veriyor. Babaannem, “Tuğcan, bir kayık alalım,” diyor. Dağları delen Sabahat Dökmen, biz tekneyi ne yapalım? Alırız ama babamın aldığı o gereksiz eşyalar gibi bir köşede boş boş durur. Haksız mıyım? Ya bu ses ne? Uçak desem değil, gök gürültüsü desem hiç değil. Burada… lütufta bulunmuş, defterine bir iki şey yazıyor, şimdi Üstün Bey bu işe kızar mı? Sanırım anlattıklarıyla tutarlı davranmak için kızmaz. Kızarsa onun problemi. Bre…
Değerli okuyucularım, yukarıdaki çerçeve içindeki nereden çıktı diye düşüneceksiniz. Olay şu; Bir yaz akşamı balkonda oturmuş bu kitabı yazıyordum; deftere, kalemle. Yanımdaki küçük kızım (o yıl ilköğretimi bitirmişti) ve tekerlekli sandalyesinde annem oturuyordu. Bir ara içeriye girdim. Balkona tekrar çıktığımda gördüm ki kızım deftere yukarıdaki yazıyı yazmış. Şaka olsun diye. Silesim gelmedi. Daha sonra çıkarırım diye düşündüm,
AİLE 63
unuttum. Yayınevindeki arkadaşlarım müsveddeyi temize çekerken, bilmeden bu yazıyı da yazmışlar. Yine içimden silmek gelmedi, kaldı. Sonra bir ara düşündüm ki, bu da bir enstantane ya da ne bileyim, bir güzel tesadüf. Öylece bıraktım. İşte bu yazının öyküsü bu.
Devam edelim: Galiba, akıp giden zamandan elimizde kalan bir avuç şeye enstantane diyoruz. Sizin evinize bugüne kadar Ara Güler hiç gelmedi; bundan sonra da gelmeyecek. Bu demektir ki, evinizdeki, yakalanması mümkün binlerce enstantane ziyan oldu ve ziyan olacak. Ama üzülmeyin, evinizdeki enstantaneleri siz yakalayabilirsiniz. Sizin evinize Ara Güler hiç gelmeyecek. Evinizdeki ve yaşamınızdaki enstantaneleri yakalamaktan siz sorumlusunuz. Şu an bu yazıyı okumaktasınız. Birazdan okumayı bırakacaksınız. Ve tarih boyunca, şu andaki duruşunuz, pozunuz bir daha hiç var olmayacak. Bakın ve bu enstantaneyi fark edin. Gözlerinizle, zihninizle, içinde sizin de bulunduğunuz şu enstantaneyi yakalayın. Tek kopya halinde zihninizde saklı kalsın. Şu an evinizin en dağınık köşesini düşünün. Benim görmemi istemezsiniz. Ama bir fotoğraf sanatçısı gelip o köşeyi öyle bir açıdan çeker ki sergilere koyarlar; görseniz iftihar edersiniz. O halde o köşeyi bugün siz fark edin. Gözlerinizle, zihninizle o köşenin resmini çekin. Hiç fark etmeden geçip gittiğimiz sokaklar vardır; kapı önlerinde çocuklar vardır. Ara Güler onları ölümsüzleştirmiştir. Hiç fark etmediğimiz, çalarken bile tam bakmadığımız kapılar vardır. Şakir Eczacıbaşı, Laleper Aytek veya Yılmaz Bulut, onları ölümsüz hale getirmiştir. Onlar, binlerce kez açılıp kapanan kapıların resmini bir kez çektiler sözgelişi; ve o bir defalık görüntü, çok uzun bir zaman, çok sayıda insan tarafından görünebilir oldu. Sadece onlar değil; nice ressam, nice yazar, nice fotoğrafçı…
64 AİLE | Ocak Şubat Mart 2015 | 9 >
Yaşam
>
E n s t a n t a n e l e r i Ya k a l a m a k : K ü ç ü k Ş e y l e r d e n B ü y ü k M u t l u l u k l a r Ü r e t m e k
Yaşamınızdaki küçük şeylerde büyük tatlar bulmak sizin sorumluluğunuzdur. Bizim hiç duymadığımız, baktığımızda yalnızca pişmiş hallerini hayal ettiğimiz alabalıkların sesini Schubert olmasaydı nasıl duyabilirdik. Osman Hamdi Bey’in o gözleri olmasaydı, o halıları, o kaplumbağaları nasıl görebilirdik. Van Gogh’un o basit ve dağınık odasının, o öylesine atılıvermiş eski postallarının böylesine ihtişamlı olduğunu, o göstermese nasıl görebilirdik. Ve bugün, sizin tarafınızdan algılanan ve bir gün kaybolacak bir dünyayı küçük-büyük, önemli önemsiz demeden, siz topyekun fark edip kucaklamazsanız, bir gün kim fark edecek? Yaşamınızdaki küçük şeylerde büyük tatlar bulmak sizin sorumluluğunuzdur. Sofrada, yakınlarınızdan birinin bardağa su doldurmasını basit bir olay olarak algılayabilirsiniz. Ya da bu olayı tarih boyunca tekrarı olmayacak bir enstantane, muhteşem bir an olarak da algılayabilirsiniz. Bir kadının bir odadan diğerine giderken eteğini savurması kocasının, veya bir erkeğin kravatını düzeltmesi karısının yıllar sonra hasretle hatırlayacağı bir anı olacak belki. Acaba bunları, gördüğümüz o ilk anda keyifle seyretsek ve keyif aldığımızı onlara söylesek nasıl olur? Dünyada enstantane sıkıntısı yoktur; önemli olan sizin objektifinizin kaydetme gücüdür. Kaynakça: Üstün Dökmen “Küçük Şeyler 1, Deniz Kabukları” Remzi Kitabevi, İstanbul, 2014.
Gürkan Akbaş
Eğitim ve Yayın Dairesi Başkanlığı eydb.aile.gov.tr
Sosyal Yardımlar Genel Müdürlüğü
Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü
Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü
Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü
www.aile.gov.tr
Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü
Şehit Yakınları ve Gaziler Dairesi Başkanlığı