AyBurcu
AyBurcu EDİTÖRDEN
AyBurcu Kültür-Sanat ve Edebiyat Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Sefer Göltekin Editöryal Destek Mustafa Uysal A.Vahap Dağkılıç Teknik Altyapı: Yasin İlçebay Grafik Tasarım Nokta AyBurcu Kültür Sanat ve Edebiyat dergisi sadece internet ortamında yayınlanmaktadır. AyBurcu’nda yer alan eserlerin telif hakları yazarların kendisine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Yazı, şiir, görüş ve eleştirileriniz için: bilgi@ayburcu.com
Merhaba... AyBurcu, dergi fortmatındaki e-yayıncılığın ikinci sayısıyla karşınızda. Bildiklerimizi ve bulduklarımızı paylaşma adına, iyilikleri ve güzellikleri çoğaltma adına çıktığımız yolda bizi yalnız bırakmadığınız için siz değerli okurlarımıza teşekkür ediyoruz. Bu sayıyla birlikte web adresimizin bir eksiği daha tamamlanmış oldu. Çok fazla vaktinizi almadan okuyabileceğiniz e-kitaplardan oluşturmaya başladığımız kütüphanemizde şimdilik 2 kitabımız var. Her sayıyla birlikte kitap arşivimiz artmış olacak. Ürünlerini e-kitap olarak web sitemizden yayınlamak isteyen okuycularımızın çalışmaları uygun görüldüğü takdirde e-kitap olarak yayınlanacaktır. Yeni sayılarda daha da gelişerek ve güçlenerek sizlerle buluşmayı düşlüyoruz. Tutun düşlerimizden, düşmeyelim... Selam ile...
AyBurcu İÇİNDEKİLER
tanpınar’ın gözüyle mevlana
4
bendeki senler
9
‘ikinci zaman’ın peşinde-I 10 neredesin uyku 12 eleştiri ve edebiyat 14 özlem 17 gitme dedim 18 benim işim 19 okunmayan yazılar, karşılıksız aşklar ve değeri “sonradan anlaşılacak” sanatçılar 20 dergi: kertenkele 22 fotoğraf 23
AyBurcu AyBurcu DENEME
tanpınar’ın gözüyle
mevlana mustafa özçelik
AyBurcu
Her etek tennuredir Her satır bir suredir Her eda mana demek Konya Mevlana demek Arif Nihat ASYA
Şehir ve insan… Çoğu zaman bir insan, bir şehir; bir şehir de bir insan demektir. Bu yüzden Mevlâna denilince akla Konya’nın; Konya denilince Mevlâna’nın gelmesi boşuna değildir. Zira Mevlâna rüzgârı Konya’da esmeye başlamış ve dünyaya oradan yayılmıştır. Dolayısıyla bugün Mevlâna’nın yeni bir dille söylediği aşk felsefesi “Konya’dan Dünya’ya” sunulmuş bir felsefedir. Şehirle insan gerçeğinin böylesine iç içe olan münasebeti dolayısıyla Beşşehir’i (Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür Yayınları, İstanbul, 1972) okumaya başladığımda eserin Konya bölümünde Mevlâna’dan sıkça bahsedileceği gibi bir önyargıya ister istemez kapıldım. Ama ilgili bölüme geldiğimde bu beklentimin tam olarak gerçekleşmediğini gördüm. Zira Tanpınar, üslubu ile olduğu kadar konuları ele alış biçimiyle de okuru şaşırtan bir yazardır. Burada da onun bu özelliği kendini hemen gösterdi. Ben daha ilk cümlesinden itibaren Mevlâna ile yeni bir hayat ve insan anlayışının hâkim olduğu bir şehir anlatımı beklerken, o tam tersini yapıyor ve Konya’nın Mevlâna öncesi dönemine ağırlık veriyor, sözü daha sonra Mevlâna’ya getiriyordu.
Bu tutum, şüphesiz kendi içerisinde haklılıklar taşımaktadır. Zira Konya, Mevlâna öncesi de her anlamda çok önemli bir şehirdir. Kültür ve siyaset tarihimizde çok önemli bir tecrübe olan Selçuklu tecrübesi burada gerçekleşmiş, özelde Konya’nın genelde ise bütün Anadolu’nun kader şartları burada gerçekleşmiştir. Bu tecrübeyle Anadolu vatan yapılmaya çalışılmış, zaferler ve yenilgilerle dolu çok uzun bir sürecin mühim hadiseleri bu şehirde meydana gelmiştir. Mevlâna kimlikli bir şehir olması bunlardan sonra gerçekleşmiştir.
Konya: “bir bozkır çocuğu…” Tanpınar, eserinin ilgili bölümünde Selçuklu dönemi olaylarından ve bunlara konu olan kişilerden ayrıntılı bir şekilde bahseder. Ona göre “bir bozkır çocuğu” olan Konya’nın “esrarlı bir güzellik”i vardır. Bu güzellik sayfalarını aralayabilmek için ise Konya’ya içerden bakmak ve “yerli hayatın içinden” gitmek gerekir. Bir payitahttır Konya… Dolayısıyla zengin bir tarihi ve ona ait hatırları bağrında taşır ve baştan sona Selçuklu’dur. Ama hâkim renk Selçuklu olmasına rağmen çok farklı dinlerin, kültürlerin de yaşama merkezi olduğu için aslında büyük ölçüde bir “mozaik”tir ve bu “bütün Asya, biraz da Akdeniz demektir.” Bu karmaşık yapı içten içe mücadelelerin de yapılmasına neden olur. Konya, bütün bu mücadele, karışıklık içinde asıl kimliğini sürekli olarak aramaktadır. Ve bu kimliği çok geçmeden Mevlâna ile bulacaktır.
AyBurcu
Anadolu’nun yurt edinilmesi ve Selçuklu’dan Osmanlı’ya giden süreci iyi kavramak için bu bölümün çok dikkatlice okunması gerekir. Ama bizim konumuz Tanpınar gözüyle Mevlâna olduğu için şehri bir yana bırakarak Mevlâna’ya dönelim. Nasılsa onu anlatmak aynı zamanda Konya’yı anlatmak olacaktır. Tanpınar, önceki bölümlerdeki bir iki değinmenin dışında Mevlâna konusuna asıl olarak beşinci bölümde girer. İlk söz olarak da Mevlâna’nın babasıyla birlikte 1228 yılında Konya’ya gelişlerinden bahis açar. Ardından şehrin şiir ve mimari olarak yeni bir ruhla yeniden kuruluşunun hikâyesine geçer. Bu “vakitsiz bastıran kar fırtınaları arasında yeşeren baharlara benzeyen” bu rönesansın şiir cephesindeki mimarı Mevlâna, İnce minare, Sırçalı Mescit, Karatay medresesi gibi maddi yapıların mimarları ise Selçuklu yöneticileridir.
Mevlâna’nın yaktığı ışık.. Mevlâna, şair ve sûfi olmadan önce bir bilgindir. Konya medreselerinde dersler vermiştir. Tanpınar, bu hadise üzerinde hiç durmadan sözü Şems’e getirerek
Mevlâna’yı şair ve sûfi sıfatıyla ele almaya başlar. Bu tercihte Tanpınar’ın bir sanatkâr oluşunun büyük payı olsa gerektir. Onu Mevlâna’nın bilgin yönü değil şair ve sûfi yönü çekmektedir. Bu yüzden Mevlâna ile ilgili anlatımları hep bu çerçevede devam eder. Mevlâna, “şiiri inkâr etmesine, küçük görmesine rağmen Şark’ın en büyük şairlerinden biridir. O, bizim D a n t e ’ m i z d i r. ” Mevlâna’yı bu gözle değerlendiren, Tanpınar; aşk, cezbe, şiir ve semâ ile coşkun bir ırmağa dönüşen Mevlâna’nın Konya’yı değiştiren bir isim olduğunu belirtir. Şems, Mevlâna’yı; Mevlâna da Konya’yı değiştirmiştir Tasavvuf, bu coğrafya için yeni bir konu değildir. Öyle ki Haçlı ve Moğol saldırılarıyla harap olan bu coğrafyada tasavvuf bir kurtuluş anlayışı olarak epeydir bilinmekte ve bu yönüyle benimsenmektedir. Bu bölge üstelik tasavvufun Bâtınilik gibi farklı bir uygulamasını da görmüş, ruhlara kurtarıcı bir anlayış olacakken inançları sarsan, zihinleri karıştıran bir anlayışa dönüştüğüne tanık olmuştur. Öyleyse Mevlâna nasıl olmuştur ve neyi nasıl söylemiştir ki ortaya yeni bir anlayış koyarak böyle bir değişimin mimarı olabilmiştir?
AyBurcu
Mevlâna’nın bir sûfi olarak misyonu belki de buradan, bu sorunun cevabından başlamaktadır. İnsanlar, tasavvufu, ilahi aşk meselesini bilmektedirler ama o zamana kadar hiç kimse bu konulardan Mevlâna gibi bahsetmemiştir. “Onun dünyası hareket halinde bir dünyadır. Burada her şey yaratıcı aydınlığın ve aşkın kendisi olan Allah’ın etrafında döner., ona doğru yükselir, onda kaybolur, ondan doğar ve ayrılır, tekrar onunla ve birbiriyle birleşir.” Böylece Mevlâna, sûfiliğe getirdiği çok derin bir aşk coşkusu ve hareket unsuruyla bu düşünceyi coşku ihlas, hareket, eylem biçimine dönüştürerek bu anlayışı önce ferdi sonra da toplumu değiştiren bir felsefe haline getirmiştir. Üstelik Mevlâna’nın bu değişim çağrısı evrensel bir dille yapılmış, öfke, kin ve düşmanlıkla yıllardır birlik ve dirliği kaybolmuş bir coğrafya onun “Gel… Kim olursa olursan gel…” çağrılarıyla barışın, affın, müsamahanın coğrafyası olmuştur. Bunu gerçekleştiren Mevlâna’dır. Tanpınar’ın ifadesiyle “…her türlü felaketin harap ettiği Anadolu üzerinde bu ses bir bahar rüzgârı gibi dalgalanır. Dışardan o kadar çok şeyin yaktığı insan onu dinledikçe yeniden
doğar.” Böylece onun yaktığı “vahdet ve hasret ışığı” ile Anadolu aydınlanır.
Mevlâna ve Yunus… Tanpınar, daha sonra sözü Mevlâna-Yunus Emre münasebetine getirir..Bu, elbette boşuna değildir. Zira Konya merkezinde neşvünema bulan bu ses, bu haritanın dışına çıkmalıdır ki bütün Anadolu’ya hatta bütün dünyaya yayılsın. Çünkü Mevlâna gezgin bir şair değildir. Bu nasip Yunus Emre’nin olur. Bir Mevlâna muhibbi hatta müridi olarak Yunus Emre, onun sevgi ve hoşgörü temalı anlayışını benimser ve diyar diyar gezdiği her coğrafyaya ulaştırır. Bu iki büyük aşk adamı arasında elbette dil, söyleyiş farklılıkları vardır ama ikisinin de terennüm ettiği lisan aşkın lisanıdır. Mevlâna nasıl Selçuklu kışında açan bir kardelen ise, Yunus ta Osmanlı ilkbaharında açan bir sarı çiğdemdir. İkisi de çiçektir. Sadece açtıkları topraklar, adları ve renkleri farklıdır. Yunus, bu felsefeyi şiirleriyle gönülden gönüle ulaştıra dursun Mevlâna anlayışı Konya’da kurumlaşmaya başlar. Şiir, peşinden musikiyi getirir. Mev-
AyBurcu
lâna şiiri, nasıl ardından şairler kafilesi oluşturmuşsa Mevlevi musikisi de aynı şekilde bir zincirin halkaları gibi çok sayıda bestekârın yetişmesine sebep olur. Buna semâyı da eklediğimizde Mevlâna felsefesi sözün ve müziğin kanatlarında yeni coğrafyalara açılmanın imkânlarına kavuşur.
Bir medeniyetin inşası… Tanpınar, bu noktadan sonra sözü Mevleviliğin bir tarikat olarak kurumlaşmasına getirir. Bu oluşumda kurucu isim sultan Veled’dir. Daha sonra kurulan yeni Mevlevihanelerle Mevlevilik bütün bir Osmanlı coğrafyasını kapsayacak, bu anlayışın kurumları, anlayışı, erkanı oluşacaktır. Bu şu demektir: İncelmiş zevkleri, irfanla zenginleşmiş kültürü, harikulade terbiye ve nezaketi ile yeni bir medeniyetin inşasıdır söz konusu olan. Bu inşanın teorisi Konya’da oluşturulmuş, uygulaması ise biraz Bursa ve Edirne ama daha çok İstanbul’la gerçekleşmiştir. Kurulan
medeniyetin adı Osmanlıdır ve başkent İstanbul’dur. Nasıl Konya Mevlâna demekse İstanbul ‘da Mevleviliğin hamurunu kardığı, şekillendirdiği, ruh üflediği bir şehir olarak Osmanlı demektir. Bu medeniyetin temelinde aşk, adalet, tevazu ve onur vardır. Bütün bu zenginlikler ise Mevlevilik yorumuyla zenginliği ortaya çıkarılan İslami değerlerdir. O bakımdan Mevlâna’yı herhangi bir sûfiden, Mevleviliği de herhangi bir tarikattan çok farklı bir yerde değerlendirmek gerekmektedir. Tanpınar, Beşşehir’deki anlatımıyla bize işte böyle bir Mevlâna portresi sunmaktadır. Bu porteye iyi bakıldığında sadece Konya’yı değil, her biri baka bir maneviyat büyüğünün himmetiyle gerçekten “şehre” dönen Bursa’yı, İstanbul’u, Edirne’yi, Kütahya’yı, Erzurum’u tanımak ve anlamak daha da kolaylaşacaktır. Her birinde bir maneviyat büyüğü inancı hayata ve insana aksettirmiş, bu ruh daha sonra şehre sirayet etmiş, somutlaşarak esere dönüşmüştür.
AyBurcu
bendeki senler
A.Vahap DAĞKILIÇ
Kırık bir sesin yüzüne yaslanarak, umutsuzluk tarafından vurulan sevgimin saflığındaki yalnızlığımla, seni bekledim vapur iskelesinde.... Uykularıma yakışan düşlerimde, saadetten utanan kavuşmalarım, kınayanın kınamasından aldırmayan yanlarımla, pembenin kadife koynunda.... Tuvallerde dünya sevdalarına uyarlanmış inanç çizgileri ve dikiz aynasında Şakülü kayan portre.. Yüzünün ödünç aldığı gözlerim, yıllardır deniz ülkesi işgalleri yaşıyor. Her köşede vurulan çocuk resimleri.. Yıllardır umut ve korku üzere beklemelerim devam ediyor. Göğsümde sakladığım pelesenk yalnızlığı takatimi tüketiyor., Sen gelmiyorsun. Tüm senlerin susturulduğu, susturulamayan sadece kalplerde vicdan senleri,. Üşüyorum gelmeyişinin rüzgarından, düşüyorum güz yapraklarına. Azalan sevinçlerim, çoğalan kederlerime devrediyor boğazımdaki hıçkırık düğümlerini. İkindi aydınlığına uzanıyor tılsımı yitik bakışlarım. Toprak avlularda ağlayan sokaklarım sancılı... Yarınsız iz bırakmayan ağıtlarım tesellisiz. Ve karanlık kokan hallerim savunmasız... Giden her ömür vapurun ardından; kıyılara vuran yalnızlığım ve beni terk eden yanlarım. Gelen her vapurda; susuz kalan çocukluğuma ağlayan tebessümün ve tensel duyguların masumiyeti. Fanuslu lambalardaki kadife çerçeveli karanlıklar sunuluyor her köşe başında. Armağanlar dolusu yalan yüzler geliyor dört bir koldan, tüllerin perdelerin ışıkla birleştiği akşamlar geliyor, maalesef sen gelmiyorsun.. Özlem bulutları gözlerimde, salonları paylaşılmış gönül konağımın üzerine yağmur olup düşüyor. Enfiye kutularına uzanan efkarım, kalemlere sürülemeyen yazgıma yeniliyor. Senden bir karış kaçamayan gençliğimle, yıldızları çalınan gökyüzüme bakıyorum. Yakalayamadığım saatler ellerimdeki utancıma akıyor.
Kirpiklerime değen denizde, bu giden günün son vapuru. Tek sermayem, bakire çarşaflardaki sessiz ağlayışlarım.
Gül gamzesine düşülen not: Yarın yine seni bek leyeceğim. Acaba sen gibi kaç gerçek var bekleye- ceğim. Sende gelmezsen sokakta kaldığım gündür.
AyBurcu 10 DENEME
‘ikinci zaman’ın peşinde-II Sefer Göltekin
Öğrencilik yıllarında uydurduğumuz “Yolda bulunmuş kitabın sahibi aranmaz!” fetvasına yaslanarak kalorifer boruları üzerinde bulduğum kitaba el koyduğumu sanmayın sakın. İlk fırsatta iade etme düşü hep aklıma gelse de bir yanım hep erteledi bunu. Yoksa iman kavramına yüklediğim anlam çerçevesinde bir vakıf malıdır bu kitap. Burada sözünü ettiğimiz medeniyetin özünün vakıfçılık geleneğiyle kemale erdiğini bilmek aynı zamanda vakıf kurallarını ihlal etmekten doğan ve sonu olmayan lanetlerle karşı karşıya kalabileceğim gerçeğini de vurur yüzüme hep. Hele Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun “Karanlıkta Mum Işığı” adlı eserinde Hacı Arif Bey’in dilinden sıraladığı o lanetleri düşündükçe…
Gün oldu, bir vesileyle çoluk-çocuk Ankara’ya göçtük. Bir yıllık ikamete rağmen nedense bu “memur kenti”ne ısınamadım. Ne zaman adı anılsa bir mecliste, gürültü ve karmaşa yankılanmaya başlar kulaklarımda… Her insanda hâsıl olan, bir şehri terk edip başka bir yerde yeni bir hayata başlama hevesi en fazla Ankara’da süsledi günlerimi… Ne ki kilitsiz açılmayan kapılar gibi, izinsiz aşılmıyor yazgılar… Ankara Kalesi’nin Tanpınar’a öğrettiklerine tanıklık edememişken daha; daha koca bir kenti ayakta tutan evliyaların mekânlarına uğrayıp bir selam bile verememişken; ev ile iş arasına sıkışan monoton bir hayattan beni çekip alan müjdenin adıyla kaç geceyi uykusuz hi-
AyBurcu 11
tama erdirdiğimi bir ben bilirim, bir Allah. Sultan Veled’in tabiriyle cennetin ya altında ya da üstünde olduğu kusursuz güzel Kütahya’dan ayrılıp gittiğim Ankara’dan, imparatorluğun ilk başkentine, her şeyden öte doğduğum şehre davet edildim bir gece… Siz deyin başka bir şehirde yeni bir hayat dileklerimdi kabul olan; ben diyeyim, nasibimin yeryüzündeki yeni adresi… Dilimde binler şükürle düştüm yollara… Muhayyilemde coğrafya derslerinden kalan bilgiler, tarih derslerinden akan belgeler, ulu bir dağ, yemyeşil bir ova, camiler, türbeler, hanlar, hamamlar…
Bu arada İstanbul’a da uğramışlığım var fakat ben o mevzuya hiç girmeyeceğim. Herkesin içinden bir İstanbul geçtiğini bilirim lakin bizim medeniyetimizin şaheseri bu şehir, imparatorluk tarihinin dibacesi olan Bursa içselleştirilmeden anlaşılabilecek bir şehir değildir. Daha başka bir ifadeyle; Bursa’yı tanımayan ne anlar İstanbul’dan… Bursa otobüs terminalinin o her şehirde aynı gurbet türkülerini tellendirdiği geliş-gidiş öykülerini geride bırakıp şehir içine girdikçe, yükselen heyecanımla gittikçe ağırlığını hissettiren uyku arasında sıkışıp kaldım… Geçici konaklama mekânına geldiğimde uykunun kollarına bıraktım kendimi…
AyBurcu DENEME
neredesin uyku?
Mustafa Uysal
Düşünmek istemiyorum. Kafamda bir boşluk var ve bu boşluğu doldurabilecek bir “şey” aramıyorum. Merak etme duyularımı bile kaybettiğim bir an içinde bulunduğum an. Merak etmekten bahsedebildiğimi görüyorum. Bu iyiye mi işaret yoksa başka bir duruma mı? Uykumun olduğunu zannediyorum. Zannetmek bile bir umut. Hafif, çok hafif bir ağrı kafamın bir yanında. Hangi taraf olduğunu kestirmeye çalışıyorum. Ağırlık da diyebilirim. Göz kapaklarım ağırlaşıyor. Uykum var, belki uykum var. Yatınca uyuyamayacağımı iyi biliyorum. Yok, uyku hali değil bu. Boş boş bakmak, diye bir durumdan bahsedilir bazen. Acıklı bir anı anlatmak için de kullanılır bu, aşağılayıcı bir hali anlatmak için de. Acınacak halde miyim? Etrafımda halimi çözebilecek yahut halimin ne hal olduğunu merak edecek biri yok sanırım. Kendim bile düşünmek istemediğimi söylerken saçmaladığımın farkına kim varacak?
Kolayca saçmalayamıyorum bile. Saçmalamak için hafif sarhoş hissetmeli insan kendini. Keyif verici maddeleri aklıma getirmeye çalışsam. Önce üzüm yedim. Damağımda metalsi bir tat bıraktı. Sigara içmek için de kendimi zorlamam gerektiğine göre, ya çay içmeliyim ya da kahve. Hayır, hiç biri değil. Ruhumda bir boşluk var, kafamda yahut midemde değil. İnsan, hem de normal bir koşuşturmanın ortasındaki bir insan, nasıl, hangi adımdan sonra yahut hangi şeyin eksikliğinden ya da fazlalığından dolayı ruhundaki o kocaman uçuruma düşer? Uykusu olan fakat uyumak için kendinde mecal bulamayan, miskin birinin halindeyseniz bilin ki, boşluktasınız. Boşluğa düşmek, dedim az önce hayır, yönü olan bir düşüş değil bu. Aşağı doğru, yukarı doğru yahut başka yönlere doğru bir gidişten bahsetmiyorum. Ruhun sefilâne alçalışından da söz etmiyorum. O, bambaşka bir şeydir. Zamanla hepimiz yaşadık, bilinir şeydir ruhun alçalışı. Boşluk, kaba-
AyBurcu 13
ca boşluk, diyoruz ve orada kalıyor. Tarif etmeye çalıştığım durum, boşluk bile değildir belki. Dua edemeyecek, duada bile samimi olamayacak kadar ruhsuz bir varlığa dönüşüyor insan. Gözlerimi tavana dikip sırt üstü uzandığımı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. O hali âşıkken yaşamıştım. Hangi şeyi hangi sırayla hayal edebileceğinizi bile umursamıyorsanız o başkadır. İtiraf ediyorum, içinden çıkılmaz bir haldeyim. Net olarak bunu görebildiğimi bile sanmıyorum. İçinden çıkabileceğim bir halde olduğumu düşünüyorum. Toprak, tabanlarıma temas ediyorken böyle değildi. Çok önceye ya da özlenen bir mekana gönderme değil bu. Apaçık az önceden bahsediyorum. Bir iki saat öncesi yani. O bir iki saat de boşluğumu gidermeye yetmedi. İçinde hiçbir şey, hiçbir cisim bulunmayan mekan... Toprak kokusu var içimde. Büyük bir boşluğun, ancak büyük bir boşluğun, toprak ile doldurulabileceğini ümit ediyorum. Bunu anlamaya da çalışıyorum. Anladığım ve belki uygulamada eksik kaldığım keşfim değil bu. İçime doğan, gönlümde böyle olursa hoş olur, intibaını bırakan düşünce.
Düşünmek bile istemiyorum, demiştim. Her istediğimi yapabilecek kudrette değilim. Bunu yapmak zorundayım, bal gibi de öyleyim. Bir oyuna bırakıverebilirdim kendimi. Mesela televizyona. Boşluktaki azalarımı, cisimsiz olan ruhumun da azaları olduğunu varsayarak, bölgesel anesteziye maruz bırakan ve rahatlatan bu eylemi pekâlâ yapabilirdim. Neden yapmadım sahi? Pek matah bir ruh mudur bendeki? Umursamazlığın derin göklerinde keyfini sürmek gibi gizli emellerinin var olduğunu ve bunu temin için örgütlü dış ve iç destekler bulabildiğini, ne yapmak isterse onu yapabileceğini bildiğim ve Nasrettin merhum gibi, evvelini de bildiğim ruhum, şimdi aldanışın kapısında bekliyor. Oradan geçmek için ayaklarınızı boşlukta yıkamanız gerekiyor. Şimdi oradayım, ayaklarımı boşlukla arındırıyorum. Az sonra, aldanışa geçmiş olacağım. Uykumun geldiğini de itiraf etmeliyim. Hala düşünmek istemediğimi de. Elimden bir şey gelmiyor. Tutunabileceğim bir şey arıyorum. Neredesin uyku? Gel ve beni kurtar gerçeğin elinden. Gerçek, diye sana sığınıyor, seni kutsuyorum.
AyBurcu SÖYLEŞİ
ve
eleştiri edebiyat Ömer Lekesiz ile söyleşi Sefer Göltekin
Hocam, isminiz edebiyatımızın eleştiri alanında önemli bir boşluğu dolduruyor. Sizi eleştiriye çeken şey nedir? Edebiyat ilgisi, sağlam ve düzeyli dostlukları beraberinde getirir. 70’li yılların sonunda Ankara’da Mavera ve Aylık Dergi’de yazan Ramazan Dikmen, Cemal Şakar, Yusuf Ziya Cömert, Recep Yumuk, Yusuf Yazar, Ali Sali, Ahmet Şirin, Mustafa Yılmaz gibi kendi kuşağımdan arkadaşlarla tanıştım; çocukluğundan beri süregelen edebiyat ilgim onlarla pekiştir, okumalarım onların okumalarıyla birlikte ciddi bir yön kazandı. Yine bu arkadaşlarla birlikte Atasoy Müftüoğlu, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Yaşar Kaplan’la mutad olarak görüşmeye, onların kültür ve yazarlık birikimlerinden yararlanma imkanı da kendiliğinden oluştu. Gerek yazar ağabeyler, gerekse arkadaşlarım öykü,
şiir, deneme türlerinde yazıyorlardı. Ben herkesin yaptığı şeyi yapmayı pek sevmem; üstelik mizacım da sanatçılıktan çok araştırmaya, incelemeye, eleştiriye yatkın bir mizaçtır. Bir de çocukluğumdan beri, okuduğumu iyi anlamak, iyi değerlendirmek ve iyi özümlemek şeklinde bir eğilimim hep var olmuştur. Tüm bunlar birleşince bana eleştiride karar kılmak düştü sanırım. Genelde öykü eleştirisinde yoğunlaştığınızı görüyoruz, bunun özel bir nedeni var mı? -Yıllar yılı süren okumalarımda edebiyat türlerinin kökenini, kültürel aidiyeti hep önemsemişimdir. Diğer bir söyleyişle, önce Müslüman olduğumu hep göz önünde tutarak, edebiyat ilgimi ve yazı maceramı bunun içinde konumlandırmaya çalışmışımdır. Buradan bakarak şirin
AyBurcu 15
ve hikayenin bizim medeniyetimizle birebir örtüştüğünü, kültürümüzü bu iki türle inşa edildiğini fark ettim. Bir diğer konu, edebiyatın gündelik hayatımızda sürekli var olabilmesini yolu da yine bu iki türle mümkün görünüyordu. Okumanın yaygınlaştığı ve okuma mekanlarının çok çeşitlendiği bir zamanda okur-metin ilgisi ancak bu türler üstünden etkili olarak yürüyebilirdi. Öykü eleştirisi konusunda yoğunlaşmanın pratik nedenleri bunlardır ama bir de asıl onun hakim bir anlatma biçimi olması da çok etkilidir. Şöyle ki, Sadece Rabbimizin hikayesi yoktur ve sadece o hikaye anlatmaz. Oysa ki yarattığı her şeyin bir hikayesi vardır ve hikaye anlatma nimetinin tek muhatabı olan insan sayesinde şeylerin hikayesi ortaya çıkmaktadır. Hikayenin bu ontolojik konumu ve hiçbir boşlum bırakmaksızın hayatımızın tümünü kuşatmış olması beni çok cezp ettiğinden, hikayenin edebi olanı diye tanımlayabileceğim öykü üstünde yoğunlaştım. Nasıl eleştirmen olunur? Eleştirmen olunur mu veya bu aynı zamanda bütün yazarların görevi midir? -Nasıl felsefeci olunursa öyle de eleştirmen olunur. Yani eleştirinin edebi kamunun da benimsediği kimi olmazsa olmaz yöntemleri, şartları vardır ki, bunların öğrenilmesi zorunludur. Ancak eleştiri öğrenilerek yapılmaz, eleştiri yapılarak yapılır. Eleştiri son tahlilde birikim ve yöntemle birebir ilişkilidir; o birikim sağlayacak, o yöntemi oluşturacak herkes eleştirmen olabilir ama bu öyle kolay kat edilecek bir mesafe, bir zorluk da değildir. Eleştiri yazmak eleştirmenin görevi olmalıdır, yazar da sanatını yapmalıdır, zaten sanat yoksa eleştiri de
Ömer Lekesiz 1958’de Akdağmadeni/Yozgat’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini Yozgat’ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksek Okulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü’nü bitirdi. Ankara’da Yem Sanayi Türk A.Ş.’nde iki dönem, memur, şef ve ticaret müdürü, Kırıkkale Üniversitesi’nde daire başkanı ve genel sekreter yardımcısı, Kırıkkale, Mersin ve İstanbul’da özel kuruluşlarda yönetici olarak çalıştı. Hece ve Hece Öykü dergilerinin kurucuları arasında yer aldı. Net ortamında Edebistan. com adlı elektronik dergiyi kurdu, editörlüğünü üstlendi. Kanal7’de Sözgelimi adlı haftalık kültür-sanat-edebiyat programını hazırlayıp sundu. Edebiyat hayatına, Mavera dergisinin 67. sayısında yayımlanan bir yazısıyla başladı. Eleştiri, öykü, deneme, inceleme yazıları ve söyleşi’leri, kurucuları arasında yer aldığı dergilerin dışında Yedi İklim, İlim ve Sanat, Yom Sanat, Dergâh, Kafdağı, Düzyazı Defteri, İmge Öyküler, Eşik Cini, Varlık dergileriyle, Zaman, Vakit, Yeni Şafak gazetelerinde, Zaman Kitap Zamanı ve Yeni Safak Kitap’ta yer aldı. Yeni Türk Edebiyatında Öykü adlı çalışmasıyla Türkiye Yazarlar Birliği 2001 Yılı Edebi Tenkit Ödülü’nü kazandı.
AyBurcu 16
yoktur. Sanatçıların yaptıkları eleştiriler edebi kamuya değil, kendi sevenlerine, onun görüşüne kıymet veren küçük bir topluluğa mahsus eleştirilerdir; çoğunlukla da öznel olduğundan eleştirinin yerini tutmayacaktır. Eleştirinin olası sonuçlarından bahseder misiniz? Yani eleştiri bir edebiyat ürününe ne katar, ne alır?
mamıştır; ben oturup eleştiri mi yazarım, o eleştirmin edebiyata yön verip vermediği okurun daha genel söyleyişle edebi kamunun düşüneceği bir şeydir. Ben sadece gerek kendim gerekse onu okuyacaklar için iyi okumaya, okuduğumu iyi değerlendirmeye ve son tahlilde iyi eleştirmeye çalışırım, gerisi beni kesinlikle ilgilendirmez.
-Teknik bir söyleyişle sanat / edebiyat başkalarının fark etmediğini fark etme ve fark ettirme çabasıdır. Eleştiri ise, sanatçının bu çabasını görünür kılmakla birlikte, buna ilişkin tüm süreçleri, kurguları, dil yapılarını, söyleme biçimlerini, dolayısıyla bunlar arasındaki bağları, tutarlılıkları ya da tutarsızlıkları belirleyen bir okuma ve ifade etme biçimdir. Hal böyle olunca eleştiri adına gerçekleştirilen bu okuma ve yazma edebiyat için asli bir değeri de yüklenmiş olmaktadır.
Eleştirisizliğin sonuçları yakın zamanda edebiyatımızı nereye götürür? -Eleştiri edebiyat ortamını dinamik, zinde tutar. Ancak, eleştiri yerine tanıtımların, reklamların, medyatik desteklerin öncelendiği bir zamanda yaşıyoruz. Eleştiri tek başına edebiyatı iyi bir yere götüremez; sosyal, siyasal ve ekonomik şartları da bununla birlikte düşünmek gerekir. Oysa ki bu şartlar son yıllarda edebiyatın lehinde işlemediğinden, eleştirinin lehine zaten işlemiyor.
Eleştiri ile polemik zaman zaman karıştırılıyor. Eleştirinin bir ölçüsü var mı? Sınırları nasıl çizmeliyiz?
Son olarak eleştiri alanında ürün vermek isteyenlere tavsiyeleriniz nelerdir?
-Eleştiri akıl ve birikim işidir; felsefe, tarih, sosyoloji, vb. tüm sosyal disiplinlerle dirsek teması içindedir. Polemikse daha çok zeka ve söyleme kabiliyetiyle ilgilidir. Eleştirinin ölçüsü kendisi ve edebi oluşudur. Polemikse gündelik tepkiye ve tüketime yöneliktir, yazma kabiliyeti olan herkes tarafından yapılabilir.
-Eleştiri alanında ürün verecek olanlar, özellikle akademisyen değil de alaylı olarak bunu yapacaklarsa, iyi okur olmanın, hayatı, sanatı iyi algılamanın, yaşamanın, okumanın ve düşünmenin hakkını en iyi şekilde vermenin eleştiriden geçtiğini ancak yaptıkları işin, her şeyin maddiyatla, kazançla, şanla, şöhretle değer kazandığı günümüzde tipik bir “enayilik” hali olmaktan öteye gitmeyeceğini çok iyi bilsinler yeter.
Eleştiri edebiyatımıza nasıl yön vermeli? Diğer ülkelerle kıyaslandığında eleştiri alanında ne düzeydeyiz? -Eleştiri yapısı ve işlevi gereği edebiyata yön verir ancak eleştirmenin böyle bir amacının olup olmayacağından kuşkuluyum. Kendi adıma söyleyecek olursan benim böyle bir derdim hiç ol-
AyBurcu ŞİİR
özlem
Her şey soğacak benden, Bakışların değişecek seninde. Bense, Öylece kalıvereceğim odamda, Senin isteğince. Dönerim sağıma bir sabah Yokluğunu görürüm. Bilirim bahar gelmiştir, Renk gelmiştir dudaklarına. Umut gelmiştir, Ateş gelmiştir arzularına. Dönüşünü beklerim Gidişin dönüşü olmaz bilirim. Fakat dönüşünü beklerim. Ümitlerimde Bir yığın kırıklık
Bilal Atış Düşüncelerimde Bir tutam saadet, Gözlerimde İki damla yaş Dönüşünü beklerim. Gidişin dönüşü olmaz bilirim. Fakat dönüşünü beklerim. Şarkılar seni hatırlatır bana, Gözlerini, gülüşünü Denizi özlüyorum Seninle olan hatıralarımızdaki Akşamları özlüyorum. Kulaklarımda sesin var Biliyor musun, seni seviyorum demiştin, Seni çok özlüyorum.
AyBurcu İKTİBAS
gitme dedim Vazgeçtim senden. Sesin bana ulaştı. Hırçınlaşmış dalgalar gibi virane döndükçe gönlüm. Kâh vazgeçtim, kâh gitmelerim oldu bu yürek. Sana uyanışlarımın sabahında, en sessiz yanımdan ağladım. Damarlarım da dolaştın, ben yolunu kaybetmiş yolcu. Yüküm ağır… Akşamların kör vakitlerinde kayboldum. Avuç içlerim de taşıdım senin kokunu. Sımsıkı tutundum ilk dokunuşundaki tazeliğine… Beyaz papatyalarım vardı, Hayallerin önünde dimdik dururdum. Düşer gibi olsa omuzlarım çivilerdin beni. Adımlarım sayılıydı. Vurgun yemiş yanım, ben sana ağlardım. Soğuk bir sabaha uyandım. Gitmiştin. Her yanım donuk. Gözlerim pınarlarını taşırmış, rengini sarıya bırakmıştı yapraklar. Yağmur yağmış ben pencereyi açamamıştım. İlk kez uzak kaldım toprak kokusundan. Çekemedim derin derin içime çocuk yanımdan. Doğruldum uzandığım yatağımdan. Solgun benzimi canlandırmak için oyunlar oynadım renklerle. Yanaklarımı daha bronzlaştırdım, daha belirginleştirdim kahve gölgelerimi. Renklenmiştim uzun bir süre sonra ilk kez. Saçlarım da kararsızdı bakışlarım da. Ne toplamalıydı diyordu o ses, ne dağıtmalıydım. Bıraktım dalgalarıma sözü. Bahara uygun seçiyordum kıyafetlerimi. Senden ne varsa yarı çıplak tenime geçirdim bir bir. Üşümüyordum. Geri çekiliyordu adımlarım.
Nursel Sayraç
Vazgeçtim bir kez daha senden. Sesin doldu hücrelerim de. Sen yoktun. Yürüdüm bırakıp ellerini yağmura inat. Her adımda daha da bir ıslanıyordum. Daha da bir inat sırf sen seviyordun diye dalgalaşıyordu saçlarım ıslandıkça. Uzun bir aradan sonra hiç bu kadar farkında olamıyordu kimse gözyaşlarımın. Ben bile fark edemiyordum gözyaşlarımın yağmurda karıştığını. Omuzlarım düşüyordu bitkinliğinde ömrümün. Sana geliyorum diye acıtmıyordu yorgunluğu ayaklarımın. Köşede sevdiğin çiçekler, her biri sana açıyordu bu sabah. Aralara karışmış binlerce deli otlar. Sen umursamıyordun. Dokundum ıslanmış tenine kokun başka. Yağmur yıkamış yine seni. Çiçek kokularıyla bütünleşmiş teninin toprak kokusu. Avuçlarım da kaldın. Gözyaşlarımla suladım bu sabah tüm çiçeklerini. Yine aynı sözcükler döküldü dilimden. Sana gidelim dedim, tuttum ellerinden. Hani sendin omuzlarım düşünce beni ayakta tutan. Duymadın ki, göremedin ki seslenişimi… Sana gidelim dedim. Bu sabahta gelemedin benimle. Avuçlarım da çamur lekelerim, içime oturmuş benliğin, dudağımda ki çiçek tadın ve soluduğum toprak kokun. Bana ait değildin artık. Bırakıp gitme dedim, duymadın hiç… (Bu yazı Ay Vakti Dergisi’nin 102. sayısından alınmıştır)
AyBurcu ŞİİR
benim işim Ahmet Yılmaz Tuncer
İsteseydim uyuturdum rüzgârı Senin kıyına çıkacak dalga Benim yüreğimden çıkardı yolculuğuna İnanmak inanmamak sevmek sevmemek Bir kız çocuğunun örgülü Saçları kadar rüzgârdan sonra Gelecek yağmurları beklemek kadar Tohum olmak zor toprakta İlk tohumu atmak toprağa Al yeşillerde gelmek dünyaya Toprak olup söylemek sevdayı Matemine varmadan yaşamın Her içine verileni almak İçindekini dışarıya atmak Toprak kadar toprak olmak İsyanı sevmek ihtilâller yapmak Kendi kanunlarını söylemek Ellerde çatlayan nasır olmak Dile düşmek dillerde türkü olmak Sevda olmak ve toprağa düşmek Her baharda tekrar filiz olmak Toprakta tohum olmak Benim işim
AyBurcu AyBurcu 20 DENEME
okunmayan yazılar, karşılıksız aşklar ve değeri “sonradan anlaşılacak” sanatçılar-II Barış Güleç Okunmayan yazılar, karşılıksız aşklar ve değeri “sonradan anlaşılacak” sanatçılar (II) Hem düşünme hem de iletişim kurabilme aracı olan dil, sadece konuştuğumuz kelimelerden ve onlarn sözlük anlamlarından ibaret değildir. Lafız, mana ve maksadın içiçe geçtiği; söylenmiş olann tercih edildiği gibi söylenmemiş olann da tercih edildiği ifade abideleridir. Kendinden önce söylenmiş/söylenmemiş ve kendisinden sonra söylenecek/ söylenmeyecek olanla da anlam kazanan, bulunduğu düşünce kabnn şeklini alan imalarla yüklüdür. İnsanın sadece fiziksel bir evrende değil sembolik bir evrende de yaşıyor olmasının temellerini dilsel, dinsel, sanatsal, mitsel... bağlantılarda görebiliriz. Kavramsal olanın yanında duyusal olan, mantığın yanısıra şiirsel hayalgücü de vardır. Giovanni Sartori sözel ve yazılı kültüre galebe çalan “görsel kültür, homosapiens’i (bilen insanı) , homovidens’e (gören insana) çevirmiştir” der. Okumayı öğrenmeden televizyon karşısına geçen insanoğlu bilgilenme sürecinde yara almaktadır. Enformasyonel olarak bilgi sahibi fakat muhakeme (hüküm verebilme) ve mukayese (kıyas
yapabilme) gücünden yoksun olarak yetişir. Birbiri ile ilişkilendirilmemiş ‘data’ sahibi olarak ‘gerçeği’ ‘hakikate/gerçekliğe’ tercih eder. Gerçeği görebilir, duyabilir, koklayabilir, tadabilir ve ona dokunabilir. Gerçek onun karşsnda durur. Fakat aşığın sevgilisini düşünürken, sanatçının vücuda getireceği eseri tasarlarken olduğu gibi, kişinin de ‘hakikate’ temas edebilmesi için ‘tahayyül’ gücüne sahip olması gerekir. ... Televizyon benzeri modern çağ ikonalarının müridleri, görüntüleri üretirken kavramları tahrip eden bir mürşide intisap etmişlerdir. Böylece soyutlama yeteneğini ve onunla beraber tüm anlama ve anlamlandırma yetisini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Bugün zihnimizi söndürmüş, tahayyül gücümüzü tüketmiş olan görsellik, görüntünün sembolik evrenini ve bizim üzerimizdeki tahakkümünü ifade ediyor. Görüntü/imaj da bir çeşit dildir. Hayatı, muhatapları için kurgulayan bir dil. Göründüğümüz ve gösterdiğimiz kadar varız. Bizi konuşturmayan ‘imajımız’ bizim adımıza konuşuyor. İzlemenin modern insan için zahmeti yok. ‘Hakikat’ karşısında pasifize olan insan seyr etmiyor, izliyor. Televizyon izliyor, sinema
AyBurcu 21
izliyor, politikacıları izliyor, futbolcuları izliyor vs. Her ne kadar Türkçe de ‘seyr etme’nin eşanlamlısı ‘izlemek’ diye kabul edilse de , birbirlerinin tam karşılığı olmadkları açıktır. İzlemenin kişiyi pasifize eden anlamı karşısında seyr etmenin ‘bir noktadan başka bir noktaya varmak/ mukayese ederek dolaşmak’ gibi aktif anlamları vardır. Dünya artık seyretmiyor, izliyor. Dünya artık okumuyor, izliyor. Okuma onu yorar, o ise sezgilerine güvenir. Sentetik görüntünün çabuk, oyalayan, alıkoyan ve eğlendiren tarafını tercih eder. Düsturu ise “non vidi, ergo non est” görmüyorum, öyle ise yoktur. Kant’a göre fikirler ‘duyu’sal deneyilerin birer yansması değildir. Ona göre fikir, ‘aklın zorunlu bir kavramıdır ve ‘duyu’sal alanda ifadesini bulamaz. Bu nedenle somut olarak gördüklerimiz ya da algıladıklarımız “fikir” üretmez ama onu çevreleyen ve anlamlandıran fikirlerin (ya da kavramların) içine entegre olurlar. Bu süreç, homovidens’in homosapiens’in yerini alması ile kesintiye uğramıştır. Homovidens’in dilinde, soyut kavramlar yerini, algılamaya dayanan somut kavramlara bırakmakta, bu da dilin, sadece kullanılan sözcük açısından değil, aynı zamanda anlam zenginliği ve ifade yeteneği bakımından da yoksullaşmasına neden olmaktadır. Soyutlamanın anlam zenginliğini yitiren insan, inandığını da zihninde konumlandırırken kelimelerle düşünemez. Sözlere yalnızca, kendilerini destekleyen bir görsel(visual) delile sahip iseler inanma eğilimi gösterir. İncelemek ve araştırmak için vakti olmayan insan ‘yan çizmeyi - kestirmeci davranmayı - kolaya
kaçıp inkar etmeyi’ davranış sistemi haline getirir. Zaten insan için inanmadığı şeyi açıklaması, inandığı şeyi açıklamasından daha kolaydır ve tercihe şayandır. ‘İnanılmayan açık ve kesindir; inanılan ise kompleks, karışık ve teoriktir. İndirgeyici bu bakış açısı (kelime kökü aşeka’dan/’sarmaşık’tan gelen ve bütün ruhu sarması itibari ile teşbihe konu olan ) ‘aşk’ın algılanmasını modern insan için güçleştirmiştir. Çünkü aşığın gönül gemisi, sevgilisinin lutfunun esintisini, motorlarını kapatıp yelkenlerini açarak beklemektedir. Sevgilisinin yüzünün hayali göz gülşenine uğrayınca aşığın gönlü sevgilisinin gözdeki hayaline dokunmak için göz penceresine gelir. Çünkü aşık kendinde anlayamadığı duyguları anlamlandırmak için tabir yerinde ise ömrünü bu davaya hasreder. Aşkını sevgilisine açıklayamayan fakat aşık olmanın mahcubiyetinin ateşinden dolayı da bunu –en azından davranışlarında- saklayamayan aşık, tezatlıkların bir arada olabildiğinin nişanesidir. Şem’i der ki; Kim mahirane ede ateş-i aşkı izhar Mihnet-i dili hafi eden manend-i dilfigar Kim daha ustaca açıklayabilir ki aşk ateşini, gönlündekini saklamaya çalışan kalbi yaralı aşıktan daha güzel bir şekilde? Bu ateşi saklamak/saklamaya çalışmak sessizlik dili ile konuşmay/anlaşmay becerebilen kişiler için en fasih ifadedir demek ki.. Bu serinin üçüncü yazısında ‘tahayyül gücünü’ başlığımız çerçevesinde yorumlamaya çalışacağız.
AyBurcu 22 DERGİ
Osman Özbahçe ve Ahmet Edip Başaran Kertenkele’de Mercek Altında! Mustafa Celep
Dergilerin çoğulluğunu önemseyen Asım Gültekin’i selamlıyorum ! dergilerin çoğulluğu içinde iyi işler yapan seçkin ve nitelikli dergiler hâlâ var. Ve varlığını belirginleştiren bir şey daha var: yokluğundan yakındığımız bir şey: ELEŞTİRİ ! Genel edebiyat ortamında ve muhafazakar kesimde kolay ve hazırcı bir hüküm cümlesidir bu: Bizde Eleştiri Yok ! Bu hükmü her yönüyle geçersizleştiren bir dergi olarak gördüğüm KERTENKELE EDEBİYAT VE DÜŞÜNCE dergisi şimdilerde 15. sayısını yayınlamış bulunuyor. Sessiz sedasız bir dergi değil aslında Kertenkele! Büyük cümleler de kurmuyor. İşi gücü şiir ve titizlikle şiire eğiliyor ve bu anlamda sağduyulu, dengeli, olgun ve mütevazı. Kertenkele’de ağırlıkta olan yazıları düşündüğümüzde, bu derginin, şiir eleştirisini de gündemine alacak olan genç şaire kılavuz niteliği taşıyan tarafıyla, deyim yerindeyse çantasında hemen her zaman bulundurması gereken ‘başucu niteliğinde bir dergi’ vasfıyla varlık gerekçesini içeriğinde barındıran bir yoğunluk ve incelikle yayın dünyasında ve şiir ortamında kendine köklü ve sarsılmaz bir yer ediniyor. Bu sayısında bu yazılardan C.Ali Ahmet imzalı, Bugünün Türk Şiiri Üzerine Konuşmalar-2 adlı yazı 90’ların önemli şair-eleştirmenlerinden Osman Özbahçe’nin ilk şiir kitabını enine boyuna bütün ayrıntılarıyla çözümleyen, şiirine dair derinlemesine tespitlerde bulunan, ve bugüne kadar yapılmamış incelikte ‘deşen’ tarafıyla ön plana çıkıyor. Zihnimizi derinleştiren bir yazı da , Şiir İş-
leri-3 (Dergilerdeki Şiirleri Okurken) adını taşıyor. Bu yazıda Ücra dergisinden Bülent Keçeli, genç şiirin duygusal devrimcilerinden Ahmet Edip Başaran, şiirlerini ilk defa Kertenkele’de yayınlayan 1992 doğumlu Ahmet Çiçek ve Karagöz dergisinden Berk İybar’ın şiirleri , olumlu-olumsuz yönleriyle dengeli bir biçimde eleştiriye tabi tutulmuş. Kertenkele’de yer alan bir diğer yazı da bu sene içerisinde Ebabil yayınlarından eleştiri kitabı çıkan (İkinci Yeni ve Türk Şiirinde Modernizm) Yakup Altıyaprak imzalı. Altıyaprak , 80’ler şiirinde önemli bir yeri olan Tuğrul Tanyol’un şiirine dair çözümlemede bulunmuş. Selçuk Küpçük, Kertenkele’ye müzik yazılarıyla katkıda bulunmaya devam ediyor. Türkiye’de genç şair olup da Nizar Kabbani’yi tanımayan, tutkunu olmayan yoktur sanırım. Ahmet Edip’in bir Kabbani hayranı olduğunu şahsen biliyorum. Kemal Yüksel imzasıyla yetkin çevirisi yapılan , ‘İsmi Şura Olan Kadını Arayış’ adlı Kabbani’nin bu şiiri, taşıdığı muhalif duruşuyla gündeme denk düşen bir özelliğe sahip. Geçen senelerde elim bir trafik kazasında kaybettiğimiz, Kertenkele’nin kurucularından Muhammet Esat Eroğlu’nun Hışırtılı Yazılar-1 adlı alıntı yazısı, bir vefa örneği olarak dergide yer alan yazılardan. Kertenkele’de şiirleri yayınlanan isimlerse şöyle: Bülent Keçeli, İshak Koç, Şinasi Tepe, Ezra Cenker, Abdulkadir Akdemir, Nihat Ağacıkoğlu, Muammer Yavaş. Dengeli ve ölçülü olduğunuz takdirde Kertenkele’de yeriniz her zaman hazır.
AyBurcu 23
Misi Köyü/Bursa
Nilay Kabal
AyBurcu’ndan bir solukta okunacak e-kitaplar
AyBurcu Kütüphanesi 7/24 açık
www.ayburcu.com bilgi@ayburcu.com