İÇİNDEKİLER
ŞEHRAZAT NAİLE U. – SÜMBÜLTEBER ................................................................................. 2 HALİL İBRAHİM ÖZTÜRK – DERİN KORİDOR KIRINTILARI .......................................... 4 EGEMEN DENİZ BAHAR – HAK EDİLİŞ İKİLEMİ ................................................................ 7 FERHAT KARAAĞAÇ – HEZARFEN YAVAŞLADI............................................................... 13 MERT SU KILIÇ – BÜYÜKANNE ............................................................................................. 15
1
ŞEHRAZAT NAİLE U.
SÜMBÜLTEBER “once again to Zelda” F. Scott Fitzgerald I Gidişinin Arnavut kaldırımlarına bir isim bulabilseydim eğer; sana en uzun isimlerle seslenmekten vazgeçerdim. Tarihî Akman Bozacısı’ndan da Ankara ayazında seninle birlikte yürümek hayalimden de vazgeçerdim. Bir koyu ağaç gövdesi olur Yenişehir İstasyonu’nda beklerdim seni. Şark ekspreslerinin geçtiği duraklarda arardım seni ve Ankara’nın başkent olma sebeplerini. Ankara, vatanın merkezinde yer aldığı için başkent olmuştur ve ben bu şehirde, iki çakışık merkez üzerinde ulu orta söylerim seni sevdiğimi. Tereddütü, tedirginliğe bağlayan bir matematiksel formül bulur da öyle çözerim içerindeki kör çelişkiyi. Şimdi bu ayazın altında oturmuş düşünüyorum. Sen bu şehirden giderken ardında kalan tüm sislerin dağılıyor olduğunu bilseydin; şüphesiz ki geri dönerdin. Zira bu şehirde sana adanmış tüm iklimler karasal; tüm şiirler bir ince zarifliğe meyyal. “Çünkü her bölgeni başka bir şehirde yaşadım.”
II Sabahları ağzımda kekre bir tatla uyanıyorum. Yatmadan önce içilen tüm ilaçlar, ertesi sabah aç karnına içilecek olanların habercisidir. Avucuma en fazla yedi tablet sığıyor ve tek seferde en fazla üç tane içebiliyorum. Yedi ve üçe kefil olan matematik bize de kefil olsun. Bir kendime bir de sana bölünebiliyorum. Bu aralar hava çok geç aydınlanıyor. Bir alacalığa uyanıyorum her sabah ve bir anda akşam oluveriyor. Ankara’da kış, her yıl çok zor geçiyor. Küçük bir defter aldım geçenlerde, iyileşebilmek için neler yapabileceğimi yazıyorum sayfalarına. İnancı, yazıya dökebilmek insanoğlunun en elzem yeteneği olmalı diye düşünüyorum; kimsecikler inanmıyor. Haklılar. Son zamanlarda kurduğum hiçbir cümle kuramsal bir temele dayanmıyor ve proton pompası inhibitörünün ne işe yaradığını kimseler bilmiyor. Bir onulmaz yara içimdeki, sana midemden kanıyorum. Ülkelerden bağımsız tüm tesadüflere üç elif miktarı uzatıp öyle inanıyorum. Sevişerek şeddelemek lazım tüm hisleri. Burası bir cim durağı, birlikte soluklanalım.
2
III Şehrin en meşhur yokuşunu çıkmaya niyetlenmenin, o şehrin tüm yükünü sırtlanmaya kalkışmak olduğunu herkes bilir; kimse dillendirmez. Oysa Çıkrıkçılar Yokuşu’nu yalnızca ben dillendirebiliyorum çünkü dilimden dökülen Ankara, tüm ruhuma sirayet etmeli. Etmeli ki; ruhum sana şirk koşabilmeli.
IV Sevdiği her şeyi çoğaltmak isteyen bir kadının hikayesidir bu, tüm şehir dinlemeli. Hem değil midir ki; sevdiğinden ayrı düşen her kadın sol göğsünün üstünde bir şair beslemeli. Anadilinde düşünemeyen bir kadının anlattığı hikayelere tüm insanlık inanmalı. Bir kadın kararsızlığından sonlanan bu hikaye, yine aynı kararsızlıktan yeniden başlamalı. Kadın kararsızlığı ve beyazlığına biat ederim ki; sümbülteber gerçektir.
V “sonsuza varmadan bir önceyiz sanki -o sayının da bir adı vardı unuttumher şey öyle saydam öyle madensel kapıların kilitleri açık ve herkes uykusuz hepsinin elinde bir saat bir sümbülteber * hey koca dünya nasıl avucumuzdasın nasıl da parlıyorsun ey gözleri maden çözdüğüm bütün bulmacalardan zorludur yüreğin elbette kırlardan gelecekler kırlardan kırlardan gelecekler ellerinde sümbülteber ‘’
3
HALİL İBRAHİM ÖZTÜRK
DERİN KORİDOR KIRINTILARI “Sanki ömrümü baştan başa toparlayan Bir rüyanın ortasındayım” Ahmet Hamdi Tanpınar Tesadüflerin en münasebetsiz zamanlardaki korkunç rolünün devreye girmemesini isteyen adam, gece usul usul yağan yağmurun Arnavut kaldırımı üzerindeki birikintisinde oluşan yansımalara odaklanıp zihninde yankılanan sesleri kesmek için yağmurun havayı ne de güzel yumuşattığını mırıldanıyordu. Heyecanlıydı, aynı zamanda endişeli. Bulutlar ayağı altında, yansımada hareket ediyor, bulutla birlikte düşünceleri de harekete geçiyordu. Sözleştikleri saat, şu an, bulunduğu yerde sevdiği kadınla buluşacaktı. Geç kalmadığı için memnun, geç kalındığı için daha farklı memnundu. Geç kalınma mahcubiyetinin tıpkı yanlış anlaşılmanın zihinde asıl ne istendiğini açığa çıkarması gibi iyi yanları olduğunu biliyordu. İyi bildiği bir başka şey de bekleme anını şölene çevirebilmesiydi. Yanından geçen telaşlı ve yorgun kalabalığın biçareliğini umursamadan edemedi. Şehrin en işlek metro hattından kaçarcasına ayrılan, kimi buruşuk gömleğiyle değer vermediği işine kimi ümitsizce sabahın bu saatindeki dersine giden insanların hemen hemen hepsi mutsuzdu. Şehrin kasvetli yapısı, insanların ruhuna sirayet etmişti. Anlık geçici kaygılar, hemen hemen hepsinde her bir hareketlerinde yüzeye çıkıyordu. Mesela şu adam, ağzında eğreti duran sigarası, kaldırdığı omzunda düştü düşecek çantasını sabitleştirirken, neden iki eliyle kravatını düzeltme isteği duymaktaydı? “Bayım çantanızı tutmama müsaade edin, fevkalade biçare haldesiniz ve farkında değilsiniz. ” Demek istedi o an, o adama. İstisnadan sarfınazar şu derin koridordan çıkan insanlar neden bu denli mutsuz diye düşündü adam. Sevgili oldukları apaçık bir çift dahi suratlarında anlamsız duygu bütünlüğü ile mutsuz oldukları her hallerinden belliydi. Konuşmadan geçen uzun sürelerin paylaşımının, sonrasında dökülen kelimelere aksedip ruhların yekpâre olmalarını sağladığını düşündükleri söylenemezdi. Bu bir gerçekti. Kısık sesle ama onların da duymasını isteyerek: “Affedin ama gerçek şu ki size müdahale etmek istedim. Şimdi gidin, belki bir şeyler değişir.” Sabahın en erken vaktinde uyanıp özenle hazırlandığı her halinden belli olan bir kadın, hâlâ bir şeylerden memnuniyetsizdi. Yürürken ayakkabısına bakıyor, nokta halinde çamur lekesine tüm memnuniyetini bırakıyordu. Oysa üzerinde kırmızının en güzel tonu bir palto vardı, üzerine saçları masumca dökülüyordu. Yanından geçen, geceden kalma karanlık mavi paltolu adam ona bakıyordu, farkında bile değildi. Üstelik adam zevk sahibiydi. Elinde koyu kahverengi nadide bir Gön deri çanta vardı. Yorgundu. Belki de ancak yüzünde gezen zarif bir el, alnından silebilirdi yorgunluğunu. Gözlerinin altındaki yaşamak korkusunu alabilirdi, bir el. Ancak kırmızı paltolu kadının düşüncesinde yaşamak isteği belki de adamı hayata döndürebilirdi. O bunun farkındaydı, belli ama kadın, yalnızca ayakkabısındaki çamuru temizlemek istiyordu. Şayet temiz bir ayakkabıya sahip olduğunda mutlu olabileceğini düşünüyordu. Neden böyle olsundu ki? “Bir gün en yalnız saatinde/ parmak uçlarından/ ve avuçlarından/ gelip konuşurum seninle.” dizeleri mırıldanmamış mıydı kulağına? “Yazık!” diyebildi adam, ellerini ceplerinde ısıtırken usulca bir “Yazık!” diyebildi ancak.
4
“Hanımefendi ayakkabınızı silmeme müsaade edin, böylelikle mutluluğunuza bir çamur lekesinin engel olmasına izin veremezsiniz.” deme istediği ise beyhude bir çabadan ibaretti. Zira leke yalnızca kadının ayakkabısında değildi. Öyle ya herkes mutsuz olmayı başaracak değildi. Zorlukla yürüyen bir ihtiyar adam, herkesin çıkabildiği turnikelerden değil de güvenlik görevlisinin açtığı aralık kapıdan geçti. İhtiyar, kendisine yardımcı olan bu genç görevliye yüzünün masumluğuyla öyle bir tebessüm etti ki; görevli, artık diğergâmlığı görev edinecekti. Tüm bunları izleyen adamın yalnızca olumsuzluklara odaklandığını düşünmesine sevk eden ihtiyar, kendine gülümsediğini fark ettiği an tereddüt etmeden başıyla selam verdi. O baş ne de güzel eğildi. İnsan ihtiyarlamalıydı; öylece mutlu olabilirdi. En küçük detaydan memnun olabilirdi, sevindikleri zaman başkaca sevinirlerdi. İnsan ihtiyarlamalıydı, ihtiyarlamayı bilmeliydi. Hayat denen zaman yolculuğunu öyle ya da böyle katetmiş olmanın verdiği huzur, ruhuna sinmeliydi. Yaşamak, yaşlanmak demekti, ölmek demekti. Pişmanlıklar, keşke yapmasaydımlar geçilecek yoldu ve o yoldan geçildiği için şimdiki zaman yaşanmaktaydı. Farklı yollar katedilseydi, ne çare, farklı bir zamana yolculuk edilmiş olacaktı. Kendinden bıkan, kişiliğini tanımayan insanların nasıl olup da böylece yaşlanacağını tahayyül edemiyordu. Oysa bu ihtiyar, öyle değil, yaşamıştı. Peki nereye gidiyordu bu ihtiyar, diye düşündü adam. Bir ihtiyar nereye gidebilirdi? Hastane, belki torunun yeni iş yeri, olsa olsa kendi gibi ihtiyar bir arkadaşının dükkanı… Hayır, belki de şu köşedeki pastanede yıllardır, hem de o kadar uzun yıllardır görmediği hayatının kadınına gidiyor olmasın. O yüzden böyle memnun ve bahtiyar, tıpkı tesadüflerden korkan adam gibi. Adam, onu bir müddet gittiği yere kadar takip etmek istedi ama bekliyordu, geri kalan hayatını orada beklediğinden emindi. Kim bilir, ihtiyar kendisine tebessüm eden bu adamın orada bekleme sebebini bilseydi, ona ne de önemli öğütler verirdi. “İhtiyar, eli öpülesi bir adamsın, şansın yaver gitsin.” *
*
*
Adam, beklerken bir müddet sonra, ayakları üstünde duramaz oldu. Arkasındaki kısa avlu duvarı üzerindeki siyah demir çitlere yaslandı. Tabakasından geceden sardığı sigaralardan birini çıkardı ve sessizce yaktı. Tutuşan sigaranın aheste dumanı soğuk Ankara havasına usulca karıştı. Dudağından ayırmadan sigarayı üç defa ardı ardına içine çekti ve burnundan şehre bir anı gibi bıraktı dumanı. Ankara sanki bu tütüne, bu dumana alışkın değildi. Arkasında bir pencere açıldı. Genç bir kadın sabahlığıyla havasız kalmış yatak odasından dışarı başını uzattı, insanı kendine getiren soğuk fakat temiz havayı içine çekti. Kendine gelmiş olacak ki dışarıdaki adamı görür görmez evvelâ hiddetle pencereyi kapadı, sonrasında aceleyle perdeyi çekti. Öyle ki perdenin düğmeleriyle kornişte çıkan ses tâ adama kadar ulaştı. Adamı ihtiyardan kalma bir tebessüm sardı, öylece sigara keyifle sonlandı. Gece yağan yağmurun kalıntılarına mütevazı bir katkı oldu. Adam, şimdi birkaç sayfa ileride bulacağı aşkını metro istasyonu çıkışında bekliyordu o zamanlar. Tevekkeli kaçırdığı bir detay vardı, sevdiği kadın belediyenin tahsis ettiği otobüsle gelecekti. Nitekim solunda senkronize ayak sesleri kulağına çalındığından saniyeler sonra sevdiği kadın boynuna kollarını aceleyle sarıp çekmişti ondan. Şaşkınlık, o an o yerde düşen bir şimşeğin yüksek sesine maruz kalırcasına şiddetliydi. Onda vuku bulan tekrar sarılma isteği -en sevdiği romanın bir cümlesinde geçtiği gibi- “bilinen bir şeyi beyhude tecrübe etmenin makûl olamayacağı hikmetine dayanırdı.” 5
Bu karmaşa, o an sarılmalara aksetti, hâl hatır sormalara aksetti, gülüşlere aksetti, anlamını tamamlayamayan bakışlara aksetti. Âna değer veren şimdilerin, anıya yükleyemediği anlamı bilen bu iki insan, derin koridorun kırıntılarını geride bırakarak yürüdüler. Bir an Gön çantalı adamı anlatmak istedi ona, ihtiyarı, özellikle de ihtiyarı, ya pencereden çıkan kadına ne demeli, onu anlatmalıydı ama kadını konuşmaya başladı mı bir yığın lezzetli keşifler silsilesine kapılıp anlatma isteği sönüp gidiyordu. Ne önemi vardı çantanın, adamın, ihtiyarın ve dahi kadının… Anlatamadı, söyleyemedi. Belki bir gün anlatırdı, yazardı ya da, zevkle okuyacağını bilerek: Onu oldum olası tanıdığını, güzelliğine güzellik katan değerlerin varlığından haberdar olduğunu, hasretle beklediği tüm bu değerleri onda buldukça şaşırdığını, hayatının en mesut ve en buhranlı döneminde dahi onu daima aradığını, tesadüflerden korkan adamın hayatında tesadüflerin ancak bu kadar eşsiz olabileceğini tahmin dahi etmediğini... Bu yüzdendi, onu dinlerken akarsuya kapılıp gidercesine dikkatle dinleyişi. Bu yüzdendi, endişeleri, çaresizliği; arayışın içinde tekrar kaybolma korkusu.
6
EGEMEN DENİZ BAHAR
HAK EDİLİŞ İKİLEMİ Ölümü kutsayan Sadık Hidayet’e, yaşamı kutsayan Nazım Hikmet’e… I Bu sonbahar sürekli soğuk ve ikindi kıvamındaydı. Gri, rahminde güneşi büyüten bir gök, mavi suların lodosu, vapurların sabah sessizliğini yaran düdükleri, martıların canhıraş ekmek kavgası, balıkçıların olta attıklarındaki heyecanı, esmeye alışıldık rüzgarın üşütmeye devam etmesi ve bu esnada da Miko'nun sulu şakalar yapıp kaldırım taşının altına saklanmış su birikintisinin diz altı etek giymiş yürümekte olan bir “Cumhuriyet Kadınını” ıslatması, bu sonbahardan beklenen durumlardandı. Bu cumartesi de her cumartesi gibi yedinci yılımıza gireceğimiz sevgilim Nihan'la kahvaltı için sözleşmiştik ve yine geciken o olmuştu ya da erken gelen ben... Sürme iskelenin gıcırtısıyla uyandım. Uykuya dalarken, en son gelininin hamaratlıklarını anlattığını hatırladığım, yirmi beş yıldır bilfiil Maltepe sigarası içmiş ve bu esnada da bolca günlere katılmış görünümlü kadın, çoktan hazırlanıp çıkışa yönelmişti. Vapurdan adımımı attığımda Kadıköy'ün yüzü bir bıçak gibi kesen havası kendime gelmemi sağlamıştı. Yağmurun şiddetini arttırmasına can sıkılacak zaman değildi. Bir an önce varıp kahvemi yudumlamak istiyordum. Kafeye ulaştığımda güvenlik görevlisinin kardan adamı anımsatan duruşu ve aynı duruşun bana baykuşu da hatırlatması yüzümü güldürmüştü. Tuvaletin önündeki kalabalığı fark ettim. Bugün dünya erkekler işeme günü galiba, diye iç geçirdim. Bunca erkeği bir arada aynı amaç için görmek, tuvaletimin olduğunu hatırlattı. Başladım ben de sıra beklemeye. Her sıra bekleyen insan gibi, ben de sıkılmış, tuvaleti gelmiş ve çaresizdim. Birkaç görüşme sonra çıkmaları muhtemel olan çiftlerin cilveleşmeleri, özel ders aldığı anlaşılan liselinin dramı, karşılıklı oturup sohbet etmeyen bir yandan da ellerindeki telefonla birbirleriyle yazışıyormuş havası veren orta yaşlı abiler... Bunlardan daha ilgi çekici olan şey ise mantar panodaki özel ders ilanlarıydı. “Boğaziçili'den Matematik – Fizik dersi” “Saint Benoitli'dan Fransızca dersi” “1 saat parasına 2 saat” Mantar panoya asılmış özel ders ilanlarını okumanın müptelası olmuştum. Öyle ki, alta gömülmüş, gizli kalmış ilanları okuma eğilimindeydim. Sağ üst köşedeki özel ders ilanının altında yarısı dışarıda kalmış, sarı kareli bir kağıda, sola yatık el yazısıyla yazılmış notu gördüm.
7
-İLANKitap masraflarımı karşılamanız karşılığında, şahsa özel öykü, deneme, mektup yazılır. Yazılacak metnin tüm telif hakları noter onayı ile şahsınıza bırakılabilir. Daha çok okumak için kalemimi satıyorum. Huzursuzlukla. İmza: Büyüyünce Dostoyevski olmak isteyen, kırkında intihar etmesi muhtemel üçüncü sınıf bir yazar. Müracat: 0(53.) 248 01 13
Akil Yaşayan
Bu nota ilkin anlam verememiştim. Şaka olabileceğini düşünürken notu biraz daha araladığımda en alttaki “CİDDİYİM!” yazısını gördüm. Tuvalet sırası bana geldiğinde aklım hala o ilandaydı, bu yüzden çişimin hakkını veremedim. Tuvaletten çıkar çıkmaz, notun hâlâ orada olduğuna emin olmak istedim. Numarayı hemen telefonuma kaydettim. Aramak istiyordum lakin kimin telefonu açacağına, konuşacak kişinin ne tepki vereceğine ya da bir erkekle mi yoksa kadınla mı muhatap olacağıma dair tek bir fikrim dahi yoktu. Gerilimli iç hesaplaşmamdan sonra cesaretimi topladım ve... ALO? II Tüm zihnimi işgal etmiş, yok oluşun hazzıyla yatağımdan doğruldum. Gözlüklerimi bulmak biraz zaman aldıysa da gün ışığına maruz kalmamak keyif vericiydi. Hep olduğu gibi evimdeydim. Odanın o ağır kokusu, kül tablasının tepeleme doluluğu, küf tutmuş yarım kahve fincanları... Mutfak musluğunun damla sesleri, boynumdan yukarı atan migren zonklamalarıyla tempo tutuyordu. Tüm bedbahtlıklara uygun ruhumun en diplerine kadar yok oluşun sınırlarını keşfetmek, beni hayata bağlayan tek duyguydu. İlk ihtiyaç duyduğum şey, sade sıcak kahveden bir yudum, bir jilet ve kağıt kalemdi. Hiçliğin serin sularında yüzmek istiyordum. Büyük bir ustalıkla sol bileğimi açacağım; birbirine paralel o üç yarık ve ılıklığın uyuşumu... En dipte olmanın o karşı konulmaz davetini, ağır ağır yazmalıydım; cehennem ateşinde atacağım tiratları tane tane, özenle ve büyük bir coşkuyla... Buna engel olan tek hal, bu romantik ana fon müziği olamayacak çirkinlikteki karın gurultularımdı. Acıkmıştım. Hızlı adımlarla mutfağa yöneldim. Dolabın kapağını açmamla kapatmam bir oldu. Işık, o asık suratını göstermişti. Başım dönüyordu. Fişi yerinden çektim. Günler önce zeytinyağı kekiğe bastırılmış, boyutları birbirinden farklı üç siyah zeytini almama artık engel kalmamıştı. Poşetin diplerine saklanmış, küflenmekten birkaç saat önce kurtardığım bayat ekmekten bir parça kopardım. Hangi zeytinden başlasam diye düşündüm. Küçükten başlasam iktisat bilimine ters olacaktı, büyükten başlasam çocukluğuma ihanet. Çocukken hep en büyük olanı en sona saklardım. Bu kararsızlık iyice canımı sıkmıştı, bir an önce karar vermeliydim. Çareyi, üç zeytini de çöpe atmakta buldum. Zeytinlerin tüm engelleri aşıp çöp poşetinin aşağılarına kadar kıvrılmalarını izledim. Aptallar! Artık bu kararsızlıktan kurtulmuştum. Zeytinsiz zeytin tabağında kalan zeytinyağı ve kekik karışımına ekmeğimi daldırdım. Ne kadar çiğnesem de yutamıyordum. Yemek yemek unutulabilir miydi? 8
Uzaklardan, pek alışık olmadığım ritmik bir ses duyuyordum, uzaklardan ve tanıdık. Odama yöneldiğimde telefonumun çaldığını fark ettim. Heyecanlandım, serin terler döktüm, üşüdüm. O an dört mevsimi de aynı anda yaşadı vücudum. Galiba yine günler önce de arayan, ikna kabiliyeti düşük, su ısıtıcısı satmaya çalışan cırt sesli kızdır diye düşündüm. Olsun. Herhangi biri tarafından da olsa varlığımın ulaşılabilir olması zahmetli bir işti. Çevrilecek on bir rakam, sonrasında koskoca bir onay tuşu ve gergin bekleyiş: ALO? III - Alo! Kimsiniz? - Bazen Oblomov, bazen Gregor Samsa, bazen de Raskolnikov. Ama siz bana kısaca “hiç” diyebilirsiniz. - Ben Akil Bey'i aramıştım ama... - Evet, ailemin bana taktığı isim bu. - Şey... Ben ilanınızı görmüştüm de onun için aradım. - Anlaşıldı. Siz de eli kalem tutamayan, ego sahibi zengin insanlardansınız öyleyse. - Hayır, ben sadece merak etmiştim. - Merak etmek güzeldir, zihni açar. Telefondaki ses, iknaya pek mümkün olmayan nihilizmin günümüz temsilcisi gibiydi ve ben nasıl konuşacağımı bilemiyordum. Aklıma gelen en mantıklı yol, tüm bu can sıkıcı laflarına rağmen söylediği her şeyi kabul etmek oldu. - Haklı olabilirsiniz, ben sizden bir mektup yazmanızı rica edecektim. - Evet, bana bunlarla gelin. Kimin için mektup yazmamı istiyorsunuz? - Gelecek hafta kız arkadaşımla yedinci yıl dönümümüz ve ben ona güzel bir hediyenin yanında anlamlı bir de mektup vermek istiyorum. Galiba yazma konusunda pek yetenekli değilim. - Bunu fark etmek zor olmadı. Birbiri ardına aşağılamaları tahammül edilemeyecek boyutlara ulaşsa da bir yandan merakım bir yandan da güzel bir mektup yazabilecek olma ihtimali telefonu yüzüne kapatmamı engelliyordu. - Peki, çalışma prensibiniz nasıl? Bunun için ne yapmam gerekiyor? - Tarifelerim farklı farklı; eğer sevgilinizin, sizin ve ilişkiniz hakkında bana faks yollarsanız bunun karşılığı altı kitap. Derseniz ki; sizinle yüz yüze görüşüp tüm detayları anlatmak isterim, bunun için de bir paket Camel Soft, yol param ve sade kahvemi siz ısmarlarsınız. Tabii on kitap da cabası. İsterseniz mektubunuzda çeşitli şairlere ya da sevdiğiniz bir yazara atıf yapabilirim, her yazar için de iki kitap isterim. Seçim sizin. - İlk yolu seçersem siz benden yine bir şeyler yazmamı istiyorsunuz. - Yedi yıllık sevgilinle nerede nasıl tanıştığını yazamayacak kadar aciz değilsindir herhalde! Kimdi bu adam! Bana mektup yazmasından geçtim nasıl biriydi, nasıl davranırdı merak ediyordum ki büyük olasılıkla aşkı mantıksız buluyordu. Peki nasıl bu kadar iddialı olabiliyordu? - Tamam, sizinle yüz yüze konuşmak istiyorum. Atıf yapacağınız yazara da o gün karar vereceğim. - Anlaştık. 19.33, Karaköy Öteki Kafe. (Dıııııııt!) 9
IV Buluşma günü gelip çattığında tüm gün iş yerindeki dalgın halim, saatler yaklaştıkça yerini gergin bir bekleyişe bırakıyordu. Neyle karşılaşacağımın belirsizliği kafamı ziyadesiyle meşgul ediyordu. Buluşacağımız kafenin sadece ismini ve Karaköy'de olduğunu biliyordum. Allahtan çalıştığım yer Karaköy'e yakındı, yakındı da buluşacağımız yeri arayacak zamanım olacaktı. Bir taksi çevirdim, Karaköy dedim. Yakın mesafeden müsebbip taksi şoförü, kredi kartıyla sigara aldığımız ve tanıdık olduğumuz için komisyon koyamayan tekelci Hasan Abi'nin yüzüyle aynı yüz ifade ve sessizliğine büründü. Biraz trafik olsa da Karaköy'e hemen varıverdik. 5 lira uzattım, para üstü 50 kuruşu beklemeden hemen çıktım. Taksi gözden kaybolduğunda ancak farkına varabildim, 5 lira yerine 50 lira verdiğimi. Taksi şoförü de sesini çıkarmamıştı. Kesin şu an kendi kendine, “İki adımlık mesafede taksi kullanırsa böyle olur işte, seni gidi kravatlı pezevenk!” diyordu diye düşündüm. Bir turist edasıyla etrafımda döndüm. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Yanımdan geçen, balıkçı olması muhtemel ihtiyara sordum. Bilmiyordu. Tünelin yan yoluna doğru yürümeye başladım. Montunun büyük cebine sakladığı ekstra birayı gizli gizli içen ve yanındaki arkadaşına muzip bir şey anlattığı belli olan ayakkabı boyacısına sordum. Neyse ki biliyordu. “Ha bizim Mahir'in yeri, ilk sola dön, yokuşu bitir, orada.” dedi ve ekledi “Tozunu alalım mı beyim?” Dediği yere doğru yöneldim. Yokuşu çıkmak güç olsa da çabucak bulmuştum. Tahtaya oyulmuş, kirli bir levha vardı. Kafeden çok kıraathaneyi andıran, masalarının üzerine kırmızı beyaz kareli örtüler atılmış, tahta sandalyeleri hareket ettikçe gıcırdayan bir yerdi. Telefondaki sesi hatırladığımda buluşma için böyle bir yeri seçmesine şaşırmamıştım. Köşedeki masaya geçtim, oturdum. Takım elbisem, siyah rugan ayakkabılarım ve mavi parlak kravatımla bu kafenin ahengini kesinlikle bozuyordum. Orta yaşlı kahverengi balıkçı yaka kazağının üzerine giydiği deri cepkeni ile servis yapan orta yaşlı çaycı bir şey demeden önüme çayı koyuverdi. Şaşırmıştım ama sesimi çıkaramadım. İstemeye istemeye çaydan bir yudum daha aldım. Bardağı yerine götürürken gözüme telefonun saati takıldı: 19.33. Saati görmemle gayri ihtiyari girişe baktım. Girişte durmuş, bedenine göre geniş ve uzun bir mont giymiş, elleri cebinde biri beliriverdi. O olduğuna emindim. Elimi kaldırmakla kaldırmamak arasında saçma bir harekette bulundum. Dikkatini çekmiştim. Yavaş, mekanik adımlarla bana doğru yöneldi. Ayağa kalktım, elimi uzattım. Elleri buz gibiydi bu sürekli önüne bakan adamın. Lafa nasıl gireceğimi bilmiyordum. Bir süre sessiz kaldık. O esnada önüme çat diye çayı koyan çaycı elinde bir fincan sade kahveyle geldi. “Hoşgeldin evlat.” dedi. Akil Yaşayan başını kaldırdı. İlk defa gözlerini görmüştüm, kıpkırmızıydılar. Hafif bir hareketle elini başına götürdü. Hırıltılı bir sesle “Eyvallah baba.” dedi. Cebinden Camel Soft paketi çıkardı, bir sigara yaktı ve paketi buruşturup masaya attı. “Anlat.” dedi. Ne anlatacağımı bilmiyordum. Göz altı torbaları mora kesmiş, sakalları uzun, saçları yağlanmış siyahlar içerisindeki bu adam bana ürküntü veriyordu. Ne anlatayım, diye çekinerek sordum. “Her şeyi.” dedi. “Sevgilini ilk gördüğün anı, nasıl tanıştığınızı ve yedi yıllık ilişkinizi özetleyerek birkaç ipucu ver.” dedi. Başladım anlatmaya, ilkin biraz tutuk olsam da sonrasında açılmıştım. Tüm yedi yılı özetledim. Terapiyle, babamın arabasını kaçırdığımda verdiğim hesap arası bir durumdaydım. Konuştukça açılıyor, açıldıkça rahatlıyordum, kim olduğunu bilmediğim bu karanlık adamın karşısında. “Sigaramı getirdin mi?” diye sordu. Bir baş hareketiyle onayladım. Sigarasını ve yol parasını önüne koydum. Paraya dokunmadı. Tüm sakinliğiyle bir sigara daha yaktı ve art arda iki nefes çekti.
10
- Tamam, şimdi mektupta hangi yazara atıf yapacağımı da söyle bana. - Sevgilim Kafka'yı sever. Tüm kitaplarını beraber almıştık, bir de şiirsel anlatımı olan kitapları sevdiğini düşünüyorum. - Bu nasıl bir çelişki! Hem Kafka sevip hem de şiirsel anlatım nasıl sevilebilir? Sorusuna karşı yine çaresizdim. Bilmiyorum, deyiverdim. “Peki.” dedi. “Üç gün sonra, istediğiniz gibi bir mektup adresinizde olacak. Siz de mektup elinize geçtiğinde kitapları adresime postalarsınız.” Listeyi bana uzattı. Ellerinin titrediğini fark ettim. Bu titreme, heyecanın sevk ettiği cinsten değildi. Fazlaca uzamış tırnaklarına, nikotinden sararmış parmağına ve elinin üzerindeki yanık izlerine bütün bir halde bakıldığında ona esrarengiz bir karizma katıyordu. Buram buram kanyak kokusu ve donuk bakışlarıyla, delilik ile dahilik arasında gidip geliyordu. “Tamam.” dedim. Yerinden kalktı. Çaycıya selam verdi, “Bana yaz Mahir Baba.” dedi, “Eyvallah evlat.” Akil Bey, bir şey sorabilir miyim, dedim benden beklenmeyecek bir cesaretle. Durdu. Sor der gibi bakmıştı. Peki, siz aşka inanıyor musunuz, dedim. Bir an gözlerini bana dikti, gülümsedi. Gamzesinin olduğunu o an fark ettim. Döndü ve ölüm sessizliğinde karanlıkta kayboldu. V Bu üçüncü gündü. İş yerinde merakla karışık gergin bekleyişim sürüyordu. Karanlıklar içinde ağzından zorla kelimeler çıkan bu adam nasıl aşk mektubu yazacaktı. “Korkut Bey, size bir zarf var.” Evet, istediğim mektup gelmişti. Zarfın içerisinde iki farklı mektup vardı. Birinin üzerinde “Korkut” diğerinin üzerinde “Sipariş” yazıyordu. İlkin benim için olanı açtım. “Ruhum dün gibi hatırlıyor daha olmamış bir kıyameti Ben Tanrı'ya iki defa karşı geldim Birincide mutlu olmaya, ikincide ölmeye yeltendim Ölüm aldattı beni İntihar mektubumu yırttım, yanmış bir bilet gibi Siz Akıllı görünmek için bana deli diyebilirsiniz.” Başımdan aşağı sıcaklığın yayıldığını hissettim. Ilıklık ayakuçlarıma değin inmiş, üşüyordum. Sipariş olanı açtım. Mektup Sana ulaşmak hak edilişle ilişikli bir uğraş olmalıydı. Tüm hikayemiz tam 7 yıl 19 gün önce başlamıştı. Ben o sıralar dolapta dört gün bekletilmiş marulun yaprakları gibiydim; buruşmuş, soğuk ve aşksız. Seni ilk gördüğümde hızlı adımlarla okula giriyordun. Siyah kemik çerçeveli gözlüğün, aceleyle toplanmış saçlarında pembe plastik tokan, hardal - lacivert kazağın ve üzerine geçirdiğin krem trençkotun. 17. yüzyıl Fransız romanlarından fırlamış bir karaktere, 21. yüzyıl kıyafetleri giydirilmiş gibiydin. Derse girmeyip seni okulun önünde bekleyeli birkaç saat olmuştu ki, sen çıkageldin. Yanında sivilceli, kirli sakallı, deri ceketiyle botunun rengi hiç mi hiç uyuşmayan bir çocuk vardı ve bu çocuk kesinlikle yanına yakışmıyordu. “Yanına yakışan biri olabilir miydi ki?” Bana doğru yaklaştıkça her adımın nefesimi kesiyor, 11
göz göze gelme ihtimalimiz şuursuzca bir anlaşılmazlığa itiyordu beni. Okulun girişindeki taş duvara oturduğunda aramızda iki insan vardı. İki insan, iki dağ, koskoca iki ülke. İlk o gün duyumsadım kokunu, serin bir kış günü bahar gelmiş gibiydi okulumuza. Saçına yapışan yaprağı fark ettim. Fark etmem neye yarardı ki? Yanındaki Türk filmlerinde kötü adamların yancısı kılığındaki çocuk bu ana, hiçbir özeliyet yüklemeden bir çırpıda yaprağı saçından alıverdi. “Hain o yaprağı almayı ben hak ediyordum.” Adaletsiz dünya, diye hayıflandım. Sigarayı söndürdün ve gidişin de gelişin gibi hüzünlüydü. Okulda olmadığın günler, okul anlamsızlaşıyordu, sevgilim. Sensizlik günlerinde gözümün önünden gitmiyordun. Nereye baksam sen, nereye gitsem sen. Kör olmak her yerde aynı şeyi görmekmiş. Kör olmak her yerde seni görmekmiş. Tam 19 gün sonra, yani bugün, günlerden çarşamba, deniz yine dalgalı ve sen yine çok güzelken, 17.40 Eminönü – Çengelköy vapurunda yakaladım seni. Kulaklığını takmış, yanına yaklaşılmayacak sertlikte bir yüz ifadenle köşede oturuyordun. Vapurun sarsıntıyla bir kısmı elime dökülen tek şeker attığım çayı sana uzattım. Biliyordum tek şekerli içerdin, arkadaşın Tuğçe’ye seslenirken duymuştum. İlkin anlamsız gözlerle bana bakmıştın. İşte o an bana dokunmanı istiyordum, öpmeni. Öpmeye işteş bir anlam yüklemiyordum. Benden bağımsız bir şekilde dudaklarına karşı tek tepkim, dudaklarının dudaklarıma değdiği andaki titreyişi olsun istiyordum. İşte o gün tüm aşkımı haykırmıştım sana. Sevgilim, yediğim yağmur, seni evine kadar bırakmamın sevincine buğulu bir nem katmıştı. Sevgilim, şu an sana bu satırları yazarken seni kuzeyin o eşsiz steplerinde, çarşaf gibi bir gölün üzerinde hayal ediyorum. Hava alacakaranlık. İnce narin ayakların göle dokundukça küçük halkalar büyüyor ve sevgimiz tüm dünyayı sarıyor. Sevgilim el değmemiş ormanları düşlüyorum. Bir dağ evini mesela. Soğuktan katılaşmış etimizin birbirine dokunduğunda çözüldüğünü hissediyorum. Seni bin parçaya bölüp her dirhemine aşkımızı dillendirmek istiyorum. Dizlerime uzanmanı istiyorum, saçlarına dokunurken ve bedenin umarsız bir geçmişliğinde hürriyeti anlatmalıyım sana, hiç olmayacak hürriyeti. Çocukların yalın ayak koştuğu, bilye yuvarladığı sokakları, nehirlerin coşkunca sürüklediği çakıl taşlarını mesela. Mesela fırından yeni çıkmış ekmeği bekleyen babanın sevincini. Sevgilim sana Çukurova'daki sarı sıcağı anlatmalıyım. Toprağın nasıl yarıldığını, karıncanın uzun yolculuğunu, pamuk hasadındaki kadının avuç içlerini, uzun ovalara yayılan çorak aşkları anlatmalıyım. Yıllar geçti, geçecek. Ben sende özgürleştim sevgilim. Sesini, tenini bir an olsun düşürmedim dilimden. En büyük yeminlerim senin üzerine oldu. Yıllar geçse de yaşayacağımız, değer katacağımız çok uzun zamanlar olacak. Sevgilim, seninle Prag'a gitmeliyiz. Prag'ın o dar sokaklarından gülüşerek yürümeliyiz. Karşımıza Kafka'nın o mavi, küçük, şirin evi çıkmalı. Kafka'ya bir selam çakıp saygımızı sunmalıyız. Kafka'nın “Nasıl yaşarsan öyle olursun.” şiarına uyup her sokak başında öpüşmeliyiz. Tüm sokaklar şahit olmalı aşkımıza. Aşktan yorgun düşüp, Prag'ın o meşhur köprüsünün ayağında, güzel bir kafede oturup, kızı evlenmek üzere olan bir babanın damadına karşı dik, heybetli ve biraz da hüzünlü duruşu gibi yükselen Prag Kalesi’ne karşı serin beyaz şaraplarımızı yudumlamalıyız. O an zaman durup gök ikiye yarıldığında bir çakmak gibi parlayan gözlerini görmeliyim ve bir kez daha öpmeliyim seni doyamayacakmışçasına. Bazen oluyor, yorganıma hissettiğim gibi bir şey hissediyorum sana karşı sevgilim. Seni sevdiğimi uzun uzun düşünmüyorum artık. Hep orada olduğunu biliyorum, istediğimde ayakuçlarından tutup başıma kadar çekebileceğimi... Ve galiba bir gün gitsen yaşayamam, üşürüm…
12
FERHAT KARAAĞAÇ
HEZARFEN YAVAŞLADI “ ‘Bir köpek gibi!’ dedi, sanki utanç, ondan sonra da ayakta kalacaktı.” Franz Kafka Sinemadan çıktı. Yürüdü geniş caddede. Gerçekliğin ağırlığı çökmüştü bedenine. Sırtındaki yük acı vermeye başlamıştı. Elleri uyuşmuştu. Kalbi çarpıyordu. İlk gördüğü yerden dönecekti oysa. Ayakları onu bir yere götürüyordu. Hükmedemedi ayaklarına. Zorlamadı. Devam etti yürümeye. Yürüdükçe kayboluyordu ağırlık. Yürüdükçe sıyrılıyordu yüklerinden. Hafifledikçe hızlanıyordu. Hızlandıkça gözleri bulanıyordu. Artık görüntüler kendiliklerinden sıyrılmış, tekdüzeleşmişti. Karanlık ve aydınlık birbirine karışmış; sadece gölgelerin hayal kırıklığı kalmıştı. Takip eden, ulaşamayan ve düşmanı güneş olan gölgelerin hayal kırıklığı... * Önce şöyle bir göz gezdirdi oturan insanlara. Tek tek yüzlere baktı. Yüzlerdeki yavaşlığı aradı. Gülümseyenlerin yüzünde hüznü, ağlayanların yüzünde kızarmış gamzeleri aradı. Hayır, yavaşlıktan başka bir şey yoktu. Yavaşlık neydi peki? Aradığı şeyin anlamını biliyor muydu? Oturdu. En köşeye. Saklanmak değildi niyeti. Onlara göz ucuyla bakmak istiyordu. Evet, hepsi bu. Kaçıyordu belki de. Ona yönelen bakışlara aldırmadı. Daha da bir kuruldu yerine. Sol tarafında oturanları dinledi önce. Sonra kendisine doğru bakan bir çift göz gördü. Kıpırdamadan öylece bakıyordu. Kıvırcık saçlıydı. Kahverengi gözlüydü. Kimsin dercesine bakıyordu. Kimdi? Yavaştı. O an yavaştı. Sonrası, ısınan kaldırım taşı kadar, sıcaktı. Kıvırcık saçlı güzel kalktı yerinden. Yürüdü ona doğru. Tam önünde durdu. Eğildi. Gözlerini yaklaştırdı. Bir parmak aralığı kadar yakındılar. O an sanki yoktular. O kadar yavaştı ki yaşanılan. Gökyüzü bulutlardan arındı. Aydınlık çoğaldı karanlığa inat. Karanlık gözlerin renginde kayboldu. Karanlık o gözlerdi. Özür dileyerek başladı konuşmasına. Aralarında bir parmak aralığında mesafe yoktu. Bir iki adım önünde ayakta duruyordu sadece. Burada yalnız görmüşlerdi onu. Yanlarına gelir miydi? Bir daha baktı. O gözler dedi belli belirsiz. Tabii dedi sonra; neden olmasın? * Oturdular. Her biri kendini tanıttı. Önce kıvırcık saçlı güzel tanıttı kendini. İsmini duymak istemiyordu sanki. İsmini duysa bütün büyü bozulacaktı. Ama büyü bozulmadı. İsmi bozmadı büyüyü, aksine ondaki gizemi arttırdı sanki. İsmi Esin’di. Galata Kulesi’nin duvarlarından kıvırcık saçları süzülüyordu. Esin’in ardından Ahmet, Nedim, Büşra, Deniz tanıttı kendilerini.
13
Tek tek yüzlerine baktı. Esin’in yüzüne daha bir baktı sonra. Konuşmalar sıklaşmıştı. Hezarfen Ahmet Çelebi üzerine konuşuluyordu. Araya girdi. Esin’e döndü. Hezarfen dedi kısık bir sesle. “Hezarfen yavaşladı.” Önce anlaşılmadı dediği. Daha yüksek sesle bir daha tekrar etti. * Bir sabah vakti kargaburunlu şahın önünden uzandı gökyüzüne. Gökyüzü parlaktı. Yıldızlar gölge oyunu oynuyorlardı. Rüzgâr dalgasız, tekdüzeydi. Hezarfen önce sağına baktı. Kimsecikler yoktu. Soluna baktı. Her şey sallanan bir görüntüden ibaretti. Ellerinin altından kayıp giden toprak kadar gerçekti. Sonra karanlığa baktı. Havanın aydınlanma çizgisine. Ne kadar da uzaktı şimdi. * Ne kadar uzak dedi. Şu atladığı yerden gittiği yer. Bir gece düşünün dedi her birine. Kapatın gözlerinizi. Kapkaranlık bir gece, ışık yok. Yavaşça ışığı düşünün karanlığınızın en uç noktasında. Açın şimdi gözlerinizi. Hangisi daha yakındı size? Karanlık sonsuzluktur. Ufuk çizgisi yoktur onun. İnsan karanlıktan bu belirsizlik yüzünden korkar. Hezarfen uçarken bunu hatırladı. Ahaliden biri onu görünce bağırdı. “Hezarfen yavaşladı.” Çünkü belirsizlik artmıştı, karanlık artmıştı. * Öylece baktılar yüzüne. Derin bir uykudan kalkmış gibiydi her birinin gözleri. O an onu derviş bildiler sanki. Sözleri efsunluydu. Ellerini birbirine vursa uyanacaklardı. Kalktı. Tuttu kıvırcık saçlı güzelin elinden. Aralarında bir parmak kadar mesafe vardı. O an yavaştı. “Hezarfen yavaşladı.”dedi. Ötekiler yeniden konuşmaya daldılar. Arkalarından bakıyordu karşı apartmanın dış cephesinde çalışan işçiler. El ele tutuştular. Uzaklaşmışlardı...
14
MERT SU KILIÇ
BÜYÜKANNE “...ne balık ne de kuş.” John Fante “Hatırladığım en eski hatıram, büyükannemin eşikten sedyeyle getirilişiydi. Tam olarak kaç yaşımdaydım bilmiyorum ama tahminen 3 ya da 4 yaşlarındaydım. O yaştaki bir çocuğun anlayamayacağı kadar hüzünlü bir olaydı. Benim için bir şey ifade etmeyen bu hüzünlü olay, ben hariç oradaki herkes için bir hayli hüzün verici bir durumdu. Büyükanneme günlerce evde bakılmıştı, tam olarak evde kimler vardı bilmiyorum ama ben bile orada olduğuma göre bir hayli kalabalıktık. Herkes bir taraftan hüznün en üst noktaya varacağı anı beklerken, bir taraftan da yaşamaya çalışıyordu. Her zaman olduğu gibi. Büyükannemle ilgili hatırladığım tek duygusal anı ise, eve getirildikten bir kaç gün sonra ellerini gül kokan bir kremle ovaladığımdı. Halalarımın sürekli bunu yaptığını görüyordum. Galiba bunun onu iyileştireceğini düşünmüştüm. Düşünmüştüm ki, bir koca paket kremi ellerine bocalamıştım. Boca halindeki kremi yaymaya çalışırken, uyanıp bana gülümsediğini hatırlıyorum. Gerçekten uyanıp gülümsedi mi, yoksa bu tamamen benim büyükannemi güzel hatırlamak için uydurduğum güzel bir hatıra mıydı, bunu hiçbir zaman bilemedim. Ne kadar süre büyükanneme bu bakımın yapıldığına ve benim oralarda olduğuma dair hiçbir fikrim yok. Bütün o cenaze prosedürlerinin; ağlamaların, yakarışların, uzun susuşların, Kuran dinlemelerin, yemek zorunda olunan yemeklerin hiçbirini hatırlamıyordum. Bütün bu olanlar içinden sadece büyükannemin eşikten sedyeyle getirilişi ve ellerini kremlemem haricinde hiçbir şeyi hatırlamamamın, kesinlikle Freudyen bakış açısından ya da başka bir karın ağrısı tarafından büyük cümleler ile açıklaması vardır; ancak ben hiçbir zaman büyük cümlelerle ifade edilecek bir yaşamı yaşamamıştım...” Kağıttan bana bakan cümlelerdi bunlar. Savruk ve neye varacağını bilemediğim bir öykü denemesi olarak da bana bakmaya devam edecekti. Bir süre daha. Zihnimi fazlaca yormuştu bu birkaç paragraf. Yazıyı öylece bırakıp, hemen ilerideki kanepeye uzandım. Ne kadar süre tavanı izlediğimi hatırlamıyordum. Galiba pek de kısa değildi. Birden irkildim... Kapı çalıyordu. Saat gecenin üçü ve kapı çalıyordu. Çok alışkını olduğum bir durum değildi. Bırakın apartmanda, şehirde tanıdığım insan sayısı üçtü. Bunlar; her gün çöpü verdiğim kapıcı, iki ayda bir tıraş olduğum ve sadece Fenerbahçe'den konuştuğumuz berber ve iki yıl önceki Kurban Bayramı’ndan beri görmediğim kuzenimdi. Koridor boyunca bu üç kişiden hangisinin niye geldiğine dair o kadar çok şey düşündüm ki, koridorun sonuna doğru, gelen kişinin beklemeye dayanamayıp gittiğini düşlemeye bile başlamıştım. Ancak gitmemişti. Kapının üzerindeki o meşhur delikten baktım. Delikten bir insan değil de bir kıl yumağı gözüküyordu. Dışarıdaki kişinin suratı saçlarından
15
ve sakalından görünmüyordu. Kendimden beklemediğim bir cesaretle kapıyı açtım. Kapıyı açmamla dışarıdaki kişi, “Kapıyı açmak bu kadar zor olmamalıydı!” dedi. Tam manasıyla zihinsel bir kekeleme içerisindeydim. Çünkü karşımda duran kişi gerçek mi değil mi kestiremiyordum. Karşımda uzun ve biçimsiz saçı ve sakalı, üzerinde lekeli ve düğmelerinin çoğu vurulmamış gömleği ve kendisine iki beden büyük pantolonuyla duran Bukowski'ydi. Ve tabii ki elinde altılı bira paketiyle... Sonunda bütün cesaretimi toplayıp konuşmayı başarmıştım. “Sen... Sen Bukowski'sin!” dedim, yutkunarak. “Gözünü seveyim bana Chinaski de!” dedi. “Öyle aval aval bakma da çekil önümden.” Çekilmemi beklemeden içeri girmişti zaten. Kapıyı açarken saatler süren koridor hemencecik bitmiş ve salona girmiştik bile. Salona girer girmez masanın üstündeki notlarımı elinin tersiyle yere itti ve notlardan açılan yere bira paketini koydu. İçlerinden bir tanesini alıp, biraz önce uzandığım kanepeye oturdu. Ben ise sadece onu izliyordum. Oturur oturmaz birasını açtı ve “Sen de alacağını al, kalanını dolaba koy.” dedi. Biraları mutfağa buzdolabına götürdükten sonra, hemen solundaki tekli koltuğa oturdum. Hala şaşkındım ama fazla sorgulayıp anı bozmak da istemiyordum. Bu sırada Bukowski, elindeki şişeden büyük bir yudum aldı ve koltuğa iyice yerleşti. “Sen niye içmiyorsun?” dedi. “Kullanmıyorum.” diye cevap verdim. “Bu dünyayı ayık yaşayacak kadar deli misin?” dedi ve şişeyi yutarcasına bir yudum daha aldı. Cevap verememiştim, cevabı bırak o an için düşünememiştim bile. Oysa neden alkol kullanmadığıma dair saatlerce konuşabilirdim. Yapamadım ancak. Bir süre konuşmadan öylece oturduk. Ben yaramazlık yapan bir çocuk gibi halının desenine bakarken, o vurdumduymaz bir şekilde etrafı inceliyordu. Masanın üzerinden düşürdüğü notlarıma baktı, duvardaki boş çerçeveyi ve hemen masanın arkasında duran kitaplığı haddinden fazla bir süre izledi. Sonra bir anda, “Nasıldı bugün?” diye sordu. “Üzerinde misket yuvarlanacak kadar düz bir gün.” dedim, gülümseyerek. “Benle benim cümlelerimle konuşma çocuk!” dedi, bir hayli sert bir tonla. Bu çıkış karşısında ne yapacağımı şaşırmıştım ve başımı tekrar halının desenine indirmiştim. Elindeki birayı bitirdi ve benden bir tane daha getirmemi istedi. Tamamen anlamlandıramadığım bir duygusal yığın ile mutfağa gittim ve dolaptan bir şişe bira daha alıp salona geldim. Ancak salona vardığımda kimse yoktu. Tuvalete gittiğini düşünüp oturdum. Uzun bir süre daha beklememe rağmen gelmedi. Tuvaletin kapısını tıkladım. Işık yanmasına rağmen ses gelmiyordu, birkaç kere daha tıkladım ancak hala ses gelmiyordu. Yine bütün cesaretimi toplayıp, aklımda yüzlerce düşünce ile kapıyı açtım. İçerisi boştu. Tuvaletin karşısındaki yatak odama geçtiğini düşündüm. Kapalı olan kapıyı açtım. Odanın ışığı kapalıydı. Bu kadar çabuk uyuyup uyuyamayacağını birkaç saniye düşündüm. Uyuduysa da uyansın diye karar verdim ve ışığı açmaya niyetlendim. Nihayetinde niye geldiğini bile anlatmamıştı daha.
16
Işığı açtığımda ne yapacağımı şaşırmıştım. Şu hayattaki tek yeteneğim olduğunu düşündüğüm sakinliğimden eser kalmamıştı; çünkü içerideki Bukowski değil, büyükannemdi. Yatağımda hüzünlü bir şekilde yatıyordu. Kendimce gürültü yapıp uyandırmaya çalıştım; ancak gözlerini açmamıştı. Uyuduğundan başka bir ihtimali aklıma getirmek istemedim. Yapamadım. Uzun bir süre ne olduğunu anlayacakmışım gibi baktım. Yatakta yatan büyükanneme baktım. Hemen başucundaki gül kokulu kremi gördüm. Ama yanına yaklaşmaya cesaret edemedim. Aslında yine eline kremi boca edip dakikalar boyunca ovalamayı, öpmeyi o kadar çok istiyordum ki. Yapamadım. Gözlerini açamayıp da bana gülümseyememe ihtimalini yaşamaktan korktum. Işığı kapattım ve gittim.
Öykü bitti. Şimdi radyoyu aç ve bekle, belki Peyk'ten Büyükanne çalar.
17
18
19