43 minute read

ZAMANIN GELGİDİ 3 SANÇAR’IN İZAFİ BİR GÜNÜ 4 DEĞİŞMEYEN TARİH 8 DERİNDEKİ SIR 10 KENDİ ZAMAN MAKİNEM 14 SON 16 AYNADAKİ KADIN 17 Edîb Yûnus Ümmühan Yanar Elif Demirtaş Murat Demir Onur Doğan Onur Can Yılmaz Muttalip Dursun

EDİTÖRDEN

Advertisement

Dergiciliğin, derginin ve benzeri neşriyatın günden güne eski yaygınlığını kaybettiği ve internet dönüşümüyle gazete başta olmak üzere birçok benzer neşriyatın elektronik âleme geçiş yaptığı günümüzde bu geleneği sürdüren insanların hele ki bunların arasındaki genç olanlarının kıymeti daha da artıyor. Daha önce iki sayısını çıkarmış olduğumuz bölüm dergimiz Ayyıldız Dergisi ve şu an neşre hazırlanan Dil Atölyesi Dergisi gibi çalışmalarımızdan sonra Yazma Atölyesi Fanzini ile yok olmaya yüz tutmuş bu geleneği sürdürmeye devam ediyoruz.

Yazma Atölyesi Fanzini’ni anlamak için kısaca “Yazma Atölyesi nedir?” ondan bahsetmekte fayda var.

Yazma Atölyesi, Dil Atölyesi Kulübü Akademik Danışmanı ve YTÜ Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü Araştırma Görevlisi hocamız Emre Yazıcı’nın öncülüğü ve Dil Atölyesi Kulübü Başkanı ve aynı bölümün araştırma “vazifelilerinden” hocamız Talha Göktentürk’ün desteğiyle devam eden, her hafta yaratıcı yazma çalışmaları yapılan bir Dil Atölyesi Kulübü faaliyeti.

Bu faaliyetin içeriğine gelecek olursak Yazma Atölyesi katılımcıları her hafta çarşamba günleri kulübümüzle özdeşleşmiş mekânlardan C-206 sınıfında bir araya gelerek aynı konu üzerine çeşitli türlerde yaratıcı yazılar kaleme almakta. Her hafta ortaya çıkan bu güzide eserlerin yalnızca bize mahsus kalmaması ve siz kıymetli okurlarımıza da ulaşabilmesi adına her hafta yaptığımız bu çalışmaları bir fanzin aracılığıyla neşretmek fikrini naçizane ortaya attım. Hocalarımız ve arkadaşlarımızın verdiği destekle bugün fanzinimizi çıkartmış bulunuyoruz.

Şu anda elinizde bulunan fanzin Yazma Atölyesi’nin ilk haftasında “Zaman Makinesi” konusu etrafında yazılmış olan seçkin yazılardan müteşekkildir. Fanzin türünün genel özelliklerine uygun olarak acemi bir ruhla tasarımını ve diğer aşamaları gerçekleştirdiğimizi belirtmek istiyor; bununla birlikte her türlü katkı, tavsiye ve tenkidinizi beklediğimizi bilmenizi istiyoruz.

Bugün elinizde mevcut olan ilk fanzinimizin diğer haftalardaki fanzinlerle devam etmesini umuyor, yazılarımızı siz kıymetli okuyucularımızın beğenisine sunuyoruz. Eğer bizlere katılmak isterseniz sizleri de çarşamba günleri saat 17.00’de C-206’ya bekliyoruz.

Selçuk Emre Ergüt

(Dil Atölyesi Kulübü Başkan Yardımcısı)

ZAMANIN GELGİDİ 3 SANÇAR’IN İZAFİ BİR GÜNÜ 4 DEĞİŞMEYEN TARİH 8 DERİNDEKİ SIR 10 KENDİ ZAMAN MAKİNEM 14 SON 16 AYNADAKİ KADIN 17 Edîb Yûnus Ümmühan Yanar Elif Demirtaş Murat Demir Onur Doğan Onur Can Yılmaz Muttalip Dursun

Yazma Atölyesi Yürütücüsü: Emre YAZICI

Editör: Selçuk Emre ERGÜT

Yazıİşleri Sorumlusu: Muttalip DURSUN

Danışman: Talha GÖKTENTÜRK

Kapak Tasarımı: Merve ÇAR

Yazarlarımız Onur DOĞAN Ümmühan YANAR Murat DEMİR

Elif DEMİRTAŞ Onur Can YILMAZ Muttalip DURSUN Edîb Yûnus

ZAMANIN GELGİDİ

Edîb Yûnus

İnsanlığın yüzyıllardır hayal ettiği bu makineyi sonunda tamamlamıştım. Laboratuvarımın tam ortasında karşımdaydı işte. Yatırımcımın yüzünü kara çıkarmamış, milenyumun ilk çeyreğinin son yılında “Zamanın Gelgidi” adlı zamanlar arasında

yolculuk yapılabilen cihazımı başarıyla ortaya koymuştum; fakat her şey umduğum gibi gerçekleşebilecek miydi, orası muamma…

bir film şeridi gibi gözümün önünden geçecek ve bütün bunları beynim çok kısa süre içerisinde algılayacak. Ümit ediyorum ki bu cihaza girdiğimde cihazımın başarılı olup bütün dünyada yankı uyandırdığını ve ismimin bilim tarihine altın harflerle yazıldığını görürüm. Ümit ediyorum ki dünya daha mutlu insanların yaşadığı keyifli bir

yere dönüşmüştür. Ümit ediyorum ki hem mevcut ailemle hem de kurmayı planladığım ailemle mesut bir hayat sürmüşümdür. Ümit ediyorum ki adaletin mutlak olarak sağlandığı, kötü insanların tutunamadığı ve iyi insanların ise bir arada, bütün sağlık problemlerinden arınmış şekilde yaşadığı; yani maddi problemler yaşamadan hayat sürdüğü bir âlem ile karşılaşırım, basit ihtiyaçların artık olmadığı insanların tam olarak özgürleştiği bir hakikatin eseri olan âlem.

Cihazıma giriyorum, hissettiklerimi anbean size aktaracağım.

İki zaman arasında kalma tehlikesi bir yanda, gelecekte hayal ettiğimi bulamamak diğer yanda. - bu arada elbette geleceğe gideceğim; tarih, tarih oldu; şimdi, gözlerimin önünde; gelecek ise bir

bilinmez labirent olarak zihnimde.- Gitmek istediğim zamanla şu an arasında kalma tehlikesini; yani Araf’ta kalmayı ve diğer bütün riskleri göze

aldım, bu cihazı tamamlayabildiysem, elbette ilk ben deneyeceğim; fakat gelecekle bugün arasında kalan zamanda acaba beklediklerim olacak mı?

Cihazı kullanmaya hazırım. Bu insan bedenine göre tasarladığım tabutvari cihaz umarım sonum olmaz. Peki ne mi bekliyorum? Tasarımıma göre bu cihaz sayesinde -geleceğe gideceğim içinbugünden ölümüme kadar olan ömrümdeki her şey

Nasıl olduğunu anlayamadan bir anda gözlerimi açtım, insanları görüyorum ilk olarak, mutlu, huzurlu insanlar. Hem başarılı oldum hem de gelecek hayal ettiğim gibi demek ki. Sanırım adalet de sağlanmış, kötü görünümlü hiç kimse yok ve bütün insanlar genç, anlaşılan o ki sağlık problemleri de çözülmüş. Şuna bak ey okuyucum, geleceği nasıl da doğru hayal etmişim değil mi?

Beklediğim gibi her şey! Bu arada cihazım da tıkır tıkır çalışıyor, bütün ömrüm bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor. Gerçek bir dâhi olmalıyım hakikaten; fakat bir dakika, durun durun, bir terslik var. Hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor; ama doğumumdan cihazımın içine girene kadar.

SANÇAR’IN İZAFİ BİR GÜNÜ

Muttalip Dursun

Dün ile yarının bir farkının kalmadığı yıllarda, günlerin isimlerini söylemenin külfet sayıldığı zamanlardan biri idi o gün. Yılın her günü olduğu gibi, saat beşte ana barakanın yanındaki 2209A isimli koğuş, gardiyanların mahkûm koğuşundaki demir putrele vurarak bağırması ile topyekûn uyandı. Sançar, demir putrelden çıkan çınlama sesi bitmeden uyanırdı; çünkü yemekten önceki zaman mahkûmlara aitti. Bu zaman içerisinde bazı mahkûmlar ellerini soğuktan müdafaa etmek için eski astarlardan kılıf dikerdi. Bazıları ise kesesi kabarık mahkûmlar çıplak ayakla yere basmasın

diye keçe terlikler dikerdi. Sançar, o gün gördüğü rüya sebebiyle sersemlemişti. Mahkûm dolaplarının üzerindeki posterlere bakarak gördüğü rüyayı daha iyi hatırlamaya çalışıyordu.

Sançar, hayatının yarısını 2209A koğuşunda, Ayazdağ Hapishanesi’nde geçirmiş uzun boylu, geniş omuzlu, dar suratlı, çekik gözlü, siyah saçlı, koca burunlu, ihtiyar bir mahkûmdur. Karısını öldüren katili öldürdüğü için hüküm giyen Sançar, Ayazdağ Hapishanesi’ni evi gibi görüyordu.

Sançar, her daim beyaz bir gömlek ve eflatun, düğmesiz bir yelek giyerdi. Omuzlarından aşağı sarkan yeleğini iğne ile sabitlerdi. Sançar, o gece

çok üzücü bir rüya görmüştü. Karısının cinayete kurban gittiği günü o gece rüyasında gören Sançar, katilin karısını acımasızca öldürmesine şahit olmuştu. Rüyasında bir ses bu anı değiştirebileceğini söylemiştir. Bu efsunlu ses Sançar’a hapishane müdürü Hâkimiyet Bey’in

Impala model arabasına bindiğinde karısının öldürüldüğü güne gideceğini, cinayete engel olabileceğini söyledi. Eğer bunlar yaşanırsa Sançar hem karısını öldüren adamı öldürmeyeceği için hapishaneye girmeyecek, hem de canından çok sevdiği karısı ile mutlu bir yaşam sürecekti.

Sançar, bu inanması güç rüyaya ilk başta anlam veremedi. Kol başları, mahkûmları yemekhaneye götürmek için tekrar koğuşa geldi. Sançar ve diğer mahkûmlar yemekhaneye doğru hızlı adımlarla ilerledi. Yemekhanenin sıcak havası kapıdan giren ayaz ile karışınca içerisi hamam gibi buğuyla doldu. Hükümlülerden bazıları oturuyor, bazıları

yer açılmasını bekliyordu. Sançar, tahta tepsisine koyduğu bol sulu çorbasını ve bayatlamış lapasını afiyetle yedi. Bitiremediği ekmeğini pantolonun içine diktiği keçe cebe sakladı. Bu hapishanede yemek sırasında bitirilemeyen ekmekler bir kutu ile toplanırdı; çünkü mahkûmların ekmek parçalarını biriktirerek kaçmaya çalıştıklarına şahit olunmuştu. Yemeğini bitiren mahkûmlar toplu bir şekilde avluya doğru yürüdü. Sançar, akşam yemek için ayırdığı ekmeği pantolonunun iç cebine dokunarak yokladı. Bu sırada bahçede hapishane müdürü Hâkimiyet Bey’in kırmızı, Impala model arabasını gördü. Zihninden “Gerçekten hapishane müdürüne

ait kırmızı Impala model araba bir zaman makinesi olabilir mi?” diye geçirdi. Bunu öğrenmenin tek bir yolu vardı. Sançar, o kırmızı otomobile binmeliydi. Hapishane müdürü Hâkimiyet Bey, aracından iniyor, gardiyanlar kendisine eşlik ediyordu. Sançar, gruptan ayrılarak koşmaya başladı. Gardiyanlardan birini yere iterek hapishane müdürüne gelişigüzel bir yumruk attı. Kırmızı

otomobile biner binmez inanılmaz bir acı duyarak çığlık attı.

Duyduğu inanılmaz acının ardından uyandı. Eşinin öldürüldüğü geceye döndü. Impala model kırmızı otomobil ile kırmızı ışıkta duran Sançar, karısı Masumiyet’in yaya geçidinden geçtiğini, öldürüldüğü yere doğru ilerlediğini gördü. Masumiyet gözden kayboldu. Tıpkı masumiyetin gönlünden silindiği gibi. Arabadan inip eşinin

Görsel: Ethem OnurBilgiç

peşinden koşan Sançar, bir türlü eşine yetişemiyordu. Eklemleri birleşerek tek bir parça

kemik hâline gelmiş gibi idi. Yol boyunca eşinin peşinden koşan Sançar, karısına ve onun katiline bir türlü yaklaşamıyordu. Sanki saniye, saniye değildi. Onların dakikaları, Sançar için saat gibiydi. Katil ve karısı ile kendisinin farklı zamanlara ait insanlar olduğu için hareket hızlarının birbirlerinden farklı olduğunu anladı. Hiç burada

6 | Y a z m a A t ö l y e s i geçen saniyeler ile Ayazdağ Hapishanesi’nde geçen saniyeler bir olur muydu? Sançar, bir ışık hüzmesi miydi? Katil, Masumiyet’i silahı ile göğsünden vurdu. Masumiyet ölmüştü! Sançar, ağlayarak yerlere kapandı. Masumiyet’in ölü bedenine doğru koşuyordu. Karısı ve katili bir anda ortadan kayboldu. Sançar, kahkahası ile tanınan bir

ihtiyardı; fakat o anda dünyanın en çaresiz insanı olarak gözlerini göğe dikmiş, ağlıyordu. Göz yaşları içerisinde kırmızı otomobiline döndü. Karısını kurtarmayı başaramamıştı. Otomobile bindiğinde hızlıca aracı sürmeye başladı. Kırmızı ışıkları teker teker geçti. Birkaç dakika sonra tekrar eşini ilk gördüğü trafik ışıklarında durdu. Gözlerine inanamadı. Eşi yaya geçidinden karşıya geçiyordu.

Sançar bu defa arabadan inmeyerek, eşinin peşinden arabayla gitmeye başladı. Otomobil eşine

yaklaştıkça yavaşlıyor gibiydi. Daha sonra eşini öldüren adamı gördü. Arabayı üzerine sürmeye başladı. Adam, o kadar hızlı koşuyor, otomobil o kadar yavaş ilerliyordu ki iki dağ birbirine kavuşsa bile adamı yakalayamayacağını anladı. Katilin eşini öldürmesini yine engelleyemedi.

Sançar, saatlerce kırmızı ışıkta durarak veya kırmızı ışıkta araba ile geçerek karısını kurtarmaya çalıştı. Defalarca kendisini karısının yerine feda etmeye çalıştı. Hiçbirinde başarılı olamadı.

Masumiyet, bir kere kaybedildiğinde bir daha geri dönmüyordu ki! Masumiyet kaybedildiğinde diğer insanlardan seni ayıran kırmızı bir leke oluyordu. Kırmızı leke, karısının göğsünün üzerinde idi.

Sançar, zamanı elinde tutuyordu. Geçen her bir saniyenin bilincinde olan Sançar, bulunduğu ortamdaki gölge yüzlü insanlar kadar hızlı yürüyordu. Hızlıca otomobile binerek eşini ilk gördüğü yaya geçidine gelene kadar hiçbir kırmızı ışık levhasında durmadı.

Masumiyet Hanım, yaya geçidinden karşıya

geçiyordu. Sançar, kol saati ile beraber otomobilden inerek karısına doğru koştu. Katil de Sançar ile aynı anda karısının yanına geldi. Sançar karısına “Masumiyet” diye bağırdı. Katil şöyle dedi: “Kimse, kimseyi yargılayacak kadar masum değildir!” Bu sözlerin ardından Sançar’ın karısı ağlamaya başladı. Sançar, katilin elinden silahı kapıp katilin kafasına dayadı.

Masumiyet, kocasına doğru dönerek: “O adamı seviyorum. Yalvarırım onu öldürme!” dedi. Sançar’ın başından kaynar sular döküldü. Karısına, bu kişinin kendisini öldüreceğini söyledi. Karısı, sevgilisi Yek’in böyle bir şey yapmayacak kadar kendisini sevdiğini söyledi. Sançar ne dediyse karısını inandıramadı. Katil, kendisine silah doğrulttuğunda ağlamayan karısı, Sançar adama silah doğrulttuğunda hüngür hüngür ağlamıştı. Sançar, silahı da alarak otomobile doğru aksayarak yürüdü. Ağlayarak arabayı sürmeye başladı. Ağzından şu dizeler döküldü:

“Gözümde bir yol var; fakat gidemiyorum.

bir yüklemsiz cümleyim,

ömürde var olan Yâr

Sançar, kolunda bir kol saati gördü; fakat kendisine ait değildi. Ona bakarak yürümeye başladı. Daha önceden yürüdüğü yolu daha hızlı gittiğini fark etti.

gönülde kaybolan Yâr

Bu sözlerinin ardından bir hamlede silahı şakaklarına götürüp tetiği çekti. Yaşamına son verdiğinde dudaklarından dökülen son kelime “gönül” olmuştu.

Sançar, başında, şakaklarında ve ensesinde inanılmaz bir acı ile uyandı. Vücudu tek bir parça

gibi kaskatı kesilmişti. Başında hapishane müdürü Hâkimiyet Bey, doktor ve iki gardiyan vardı. Sançar, hapishane müdürüne yumruk attığında gardiyanlar tarafından şok cihazı ile bayıltılmıştı. Eklemlerinde hissettiği acı dayanılması güç idi. Gayriihtiyari iç cebindeki ekmeği kontrol etti. Rüyasında hiç düşünmeden kendisini öldüren bir

ihtiyar uyanır uyanmaz nasıl bir parça ekmeğinin kaybolmadığından emin olmak istiyordu? Göz yaşlarının al yanaklarına döküldüğünü hissetti. Doktor, gayet sağlıklı olduğunu söyledikten sonra odadan çıktı.

Kapı çaldı. Sekreter hapishane müdürüne bir posta getirdi. Kâğıtta şöyle bir metin yazıyordu:

“AYAZDAĞ HAPİSHANESİ’NE

Hâkimiyet Buyurgan, 1980 Aralık 18 tarihinde gece yarısı 17 defa kırmızı ışıkta geçtiğiniz, yüksek hızla otomobil kullandığınız için…

7 iş günü içerisinde borcunuzu ödemeniz gerekmektedir.”

Gardiyanların acilen toplanmasını isteyen hapishane müdürü avluya çıktı. Bir gardiyan hapishane müdürünün yanına gelerek yeni bir mahkûm geldiğini söyledi. Hapishane müdürü, şaşkınlık içerisinde olmasına rağmen mahkûmun dosyasına istemsizce baktı. Dosyada şunlar yazıyordu:

“Mahkûmun ismi: Yek Arlanmaz

Suçu: Masumiyet Vurgulu isimli şahsı tabanca ile öldürmek. Tabanca bulunamamıştır.”

Hapishane müdürü gözlerine inanamadı. Avludaki bir taşın üzerine oturdu. Kulaklarında halen Sançar’ın güzel kahkahası çınlıyordu. Sançar’ın hayata gözlerini yumduğu revir odasına girdiğinde merhumun elinde bir tabanca gördü. Gözlerine inanamadı. Gardiyanlarla beraber elinden silahı almaya çalıştılar. Sançar’ın dudaklarında ince bir

gülümseme belirdi. Belki de onlara öyle gelmişti. Silahı kavradığı parmaklarından üçü çözülünce diğer parmağı daha fazla dayanamadı. Tıpkı kalabalık olanların istediğini diğerlerine yaptırması gibi tabanca önce parmaklardan, sonra elden ayrıldı.

Hâkimiyet Bey, tabancanın namlusundaki barut kokusunu fark etti. Sançar’ın göğsünde bir kan lekesi gördü. Gömleğinin cebini yokladı. Sançar’ın gömlek cebinde bulunan karısı Masumiyet Hanım’a ait fotoğraf al kana bulanmıştı.

Hapishane müdürü gözlerine inanamadı. Gece yarısından beri kırmızı otomobili hapishane bahçesinde durağan halde idi. Kahkahasının güzelliği ün yapmış Sançar, sessiz bir kahkaha attıktan sonra şu sözü ile hayata gözlerini yumdu: “Masumiyet, bu gece öldü.”

Dün ile yarının bir farkının olduğu yıllarda, günlerin isimlerini söylemenin mecburi sayıldığı zamanlardan biri idi o gün. Sançar’ın bir günü 24 saat mi sürmüştü bilinmez; fakat bir günü böyle sona erdi.

DEĞİŞMEYEN TARİH

Elif Demirtaş

İlk kan döküldü. Kan döküldüğü anda kötülük baş gösterdi. O baş vücut buldu, gelişti. Vücut geliştikçe kötülük galip geldi. İlk kanın döküldüğü yerdeyim. Şam’da Kasion Dağı’nın tepesinde… Kâbil’in kardeşi Hâbil’i öldürdüğü yerdeyim. Nasıl mı oldu? Zaman makinesini bulup geçmişe gitmişken anlatayım.

Tanrı insanı yarattı. Hz. Âdem ve Hz. Havva can buldu. Yasak elmayı yediler ve dünyaya geldiler. Yirmi ikiz, bir tek çocukları oldu. İnsanlığın soyunun yürümesi gerekiyordu. Bu yüzden kardeşler birbirleriyle evlendirildi. Hz. Âdem ve

Hz. Havva ikiz çocuklarını diğer ikizlerle evlendirebilirlerdi; ama ikizleri birbirleriyle evlendiremezlerdi. Onlar kardeş değiller miydi?

Hepsi kardeşlerdi. İlk kan kardeşin kardeşi vurmasıyla döküldü. İlk kan bir kız uğruna döküldü. Bu durum bundan sonra da devam etti. Bu kız uğruna dökülen kanın ilkiydi, ama sonu olmayacaktı.

Asıl konumuza gelelim. Ben gittiğim zamanı anlatayım size. Siz de bakın kötülük nasıl vücut

bulmuş. Hâbil kardeşi İklimyâ ile evlenecekti. İklimyâ çok güzeldi. Kâbil ise İklimyâ ile evlenme hakkını kendinde görüyordu. İklimyâ Kâbil’in ikiz kardeşi olduğu için bu mümkün değildi. Kâbil isyan etti. Böylece insanlık tarihinde isyan da istediğini elde etme hırsı da ilk kez ortaya çıkmış oldu. Bense orada bu yaşananlara tanıklık

ediyordum. Böyle olmamalıydı diye geçiriyordum içimden. Bu kadar kötü başlamamalıydı. Hırs insanın gözünü bu kadar karartmamalıydı. Nasıl başlarsa öyle gider ya böyle başlamamalıydı.

Kâbil isyan edince Hz. Âdem hakemliği Allah’a bıraktı. Allah’a kurban sunacaklardı. Kimin kurbanı Allah katında kabul edilirse İklimyâ ile o evlenecekti. Hâbil hayvancılıkla uğraşıyordu. Hâbil en güzel koçunu seçti, süsledi ve Allah’ın huzuruna çıkarmaya karar verdi. Gerçekten koçu görülmeye değer bir güzellikteydi. Hâbil’in özenle seçtiği koçu Allah’a verdiği önemi gözler önüne

seriyordu. Asıl önemli olan da buydu. Allah kurbanı ihtiyacı olduğu için mi istiyordu? Hiç sanmıyorum. Kendisine verilen değeri ölçüyordu. Hâbil’in gösterişli hediyesine karşılık Kâbil özensizce işine yaramayacak olan otları kurban

9 | Y a z m a A t ö l y e s i etmek üzere Kasion Dağı’na bıraktı. Kasion Dağı dile gelseydi Kâbil’e sorardı ‘’ Tanrı’ya laik gördüğün kurban bu mu?’’ diye. Ertesi gün kimin kurbanının kabul edildiğini görmek için Kasion Dağı’na gittiler. Hâbil’in koçunun olmadığını görünce Hâbil’in kurbanının kabul edildiğini gördüm. Bu Kâbil’in Hâbil’i öldürmesi için geçerli

bir neden olabilirdi. Ben bu sisteme karşı gelmek istedim. Kan dökülmesin istedim. Kötülük hiç var olamasın istedim. Dağın üstündeki Kâbil’in kurban ettiği ot parçalarını aldım. Böylece kimin kurbanının kabul edildiği anlaşılmayacaktı. Belki

gerekiyordu. Tanrı da kötülüğün bir yerden başlamasını istemişti. Belki de bu şekilde iyilerin iyi kalabildiğini görmek istiyordu. Onun için seçim yapmak daha kolay olacaktı.

Kimin kurbanının kabul edildiğini görmek için geldiklerinde Kâbil’in kurban ettiği benim elimdeki otların aynısının dağın tepesinde aynı

şekilde var olduğunu gördüm. Kâbil’in öfkesine engel olamadım. Kâbil’in tam tersi iyi huylu, sakin ve iyilikten ödün vermeyen Hâbil’in ölmesine de engel olamadım. Kâbil bir gece uykusunda yakaladı Hâbil’i. Bu Hâbil’in son uykusuydu. Hırstan ve öfkeden gözü dönen Kâbil Hâbil’i öldürdü. Ben ise kardeşin kardeşi öldürmesine engel olamadım.

de İklimyâ iki kardeşle de evlendirilmez, böylece

hırs insanoğlunun gözünü bürümezdi.

Hiçbir şey tahmin ettiğim gibi olmadı. Benim zamanım vardı. Peki ya Tanrı’nın zamanı var mıydı? Tanrı’nın geçmişi, şimdisi, geleceği yoktu.

Tanrı bütün zamanlara hâkim olduğu için ne zaman ne olacağını biliyordu. Bütün zamanlardan o sorumluydu. Her şeyi zamana göre planlamıştı.

Ben kimdim? Zamanda yolculuk etmiştim. İlk kanın aktığı yere gitmiştim, kanın akmasına engel olmak istemiştim. Bunun mümkün olabileceğini düşünmem bile saçmaydı. Tanrı’nın zamanı yok demiştim ya bütün zamanlarda ne olacağını bildiği için yok. Geçmişi bildiği, geleceği gördüğü için yok. Geçmişin böyle olması geleceği şekillendirdiği için elimden hiçbir şey gelmedi. Geçmiş geleceği var ediyordu.

Ben ise kanın akmasına, kötülüğün oluşmasına engel olamadım. Geçmişi değiştirmenin mümkün olmadığını da bir kez daha yaşanılanlardan anlamış

oldum.

DERİNDEKİ SIR

Murat Demir

Gecenin ilerleyen saatlerine doğru müstakil iki katlı evlerin bulunduğu Cambridge mahallesinin, ışıkları nadir açık olan evlerinin birindeki odanın içerisine aniden başlayan fırtınayla pencereden doluşan vahşi rüzgâr sürüleri, bir annenin çocuğunu Alman Nazi subaylarının çehresine bürünerek emirleriyle uyandırması sahnesini hatırlatan bir atmosferin oluşmasına neden olmuştu. Bu durum, kuvvetli bir fırtınanın çıktığını tahmin eden Thomas’ın pencereye doğru yaklaşarak, dışarıya meraklı gözlerle bakış atıp pencerenin kolunu sıkıca bükmesi ve ne yapacağını

düşünerek bir süre zamanını geçirdiği çalışma masasındaki sıcak sandalyesine geri dönmesiyle son buldu. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü, evin görünen yakınlıklarından mor siyah bulutlara ışıklarını saçarak her zamanki ihtişamıyla varlığını yeryüzünde sürdürüyor ve yarın ağırlayacağı insan kalabalığına hazır olabilmek için yorgun vücudunu dinlendirmeye devam ediyordu. Genç odasında kâinattaki düzene karşı gelip tam bir tezat örneği sunacak yoğunlukta bir karışıklık hüküm

sürmekteydi. Bu esnada bilgisayarın ekranında Thomas’ın, kasesindeki çikolata dolgulu gevrekleri yemeye daldığı için izlemeyi ara ara sürdürdüğü geçen geceden kalma eğlence partisinin videosu oynatılmaktaydı. Odanın içindeki dağınıklığın kat kat fazlasını o görüntülerin içerisindeki hengamede kolayca bulabilmek mümkün görünüyordu.

önündeki masaya dirseklerini koyarak bu geceki çalışmalarına son noktasını koymaya hazırlanıyormuş gibi Thomas’a bakarak sitem dolu cümleler sarf etti:

“Hey Thomas! Biraz da gelip şu kalan ödevlerle ilgilensen ve bana yardımcı olsan hiç fena olmaz

diyorum! Bütün gün bunlarla tek başıma uğraşmak zorunda kaldım.”

Thomas: “Sarah, biliyorsun ki aramızda bu konularda en iyisi sensin. Niye seni rahatsız etme ihtiyacı duyalım ki?”

Jacop: “Thomas videoda biraz yaşlı çıkmışsın dostum, hahha!”.

Sarah: “En iyisi ben miyim? Sınıf birincisi sen değilsin o zaman!”.

Thomas: “Bunlar farklı şeylerbiliyorsun.”

Jacop: “Thomas, senin ikizin mi vardı?”

Thomas: “Jacop şimdi olmaz”

Jacop: “Thomas şaka yapmıyorum, gerçek söylüyorum, ekranda sana benzeyen bir çocukla aynı karede çıkmışsınız!”

Göz yanılsaması olabileceğini düşünerek sayısız kere bu görüntüyü oynatan Thomas ve Sarah’nın bu şaşkınlık veren olay karşısındaki yüzleri hayalet görmüş gibi donuklaşmıştı. Görüntüdeki gencin silueti kameraya bir işaret vererek televizyonun yanındaki çekmecelerden birine bir kutu bırakıp kalabalığın arasından uzaklaşıp sessizce kaybolmaktadır. Hızlı adımlarla merdivenlerden aşağıya inip çekmecenin etrafındaki yerini alan üç arkadaşın kafasında kutunun içerisinde ne

11 | Y a z m a A t ö l y e s i olabileceği sorusu vardı. Çekmeceye dünya dışından gelen bir cisim yerleştirilmiş gibi elini götürerek açan Thomas, bulduğu kutuyu hep birlikte sıralandıkları yuvarlak bir masanın ortasına koydu. Thomas, “Bütün bunlar komik bir şaka olmalı!” diyerek kutunun kapağını kaldırdı. İçerisinde normal bir şekilde dünyaya ait olan bir

tablet bilgisayar duruyordu.

Jacop: “Belli ki Thomas’a benzeyen birisi bilgisayarını partide unutmuş. Olamaz mı?”

Bu sırada Thomas ekranın açılmasıyla kamera uygulamasının açık unutulduğunu gördü.

Jacop: “Thomas bu gerçekten sensin”

sürüleri, içerisindeki canlıları fark edip hayret dolu bakışlarla otomobilin gerisinde kalıyorlardı. Su içmeye uyanan yaşlıların yaktığı ışıklar dışındaki sokak lambaları bomboş yolları aydınlatıyordu.

Thomas: “Çocuklar içeriye girdiğimizde hızlı olmalıyız, yeteri kadar zamanımız kalmamış olabilir! Bu araba niye daha hızlı gitmez? Jacop,

bassana şu gaza, körükle!”

Jacop: “Tamam, tamam. Yeteri kadar basıyorum işte, gecenin bir saatinde kaza yapıp elektrik direğine çarpıp ölmek istemiyorum o kadar.”

Sarah: “Çocuklar kulağımın dibinde bağırmayın lütfen! Thomas’ın söylediklerini duyamıyorum.”

“Çocuklar buna asla inanamayacaksınız. Ben, ben bir zaman makinesi inşa ettim ve… ve yakıtım bitti. Burada mahsur kaldım, geldiğim zamana geri dönemiyorum. Yardımınıza ihtiyacım var. Bu şey,

bu şey hidrojenle çalışıyor. Bunun için teknoparka gidip çok sayıda hidrojen tüpü almalısınız. Her şey buna bağlı. Bu zamanda çakılı kalabilirim ve geri dönemem. Bir sonraki gece yarısında orta bahçede buluşalım. Lütfen bana yardım edin!”

Thomas: “Ne demek zamanda çakılı kalabilirim, bu şey lanet bir şaka olmalı!”

Jacop: “Çocuklar sanırım bu gerçekleşmiş! Thomas sen zaman makinesini bulmuşsun!”

Gecenin ilerleyen saatlerinde bir kedinin çöpü karıştırması dışında başka ses yoktu: Son sürat hızla giderken yolda esintiler çıkmasına neden olan bir spor arabanın dışında! Bir köpeğin vahşi gölgesinde beliren azılı dişler, kedinin çöplük içerisindeki karanlığa girip aniden kaybolmasına yetmişti. Otomobilin yanından geçen rüzgâr

Thomas: “Hey! Gerçek Thomas benim, o

ekrandaki gelecekten gelen lanet bir hayalet o kadar!”

Sarah: “Hala bu olan bitenden sonra bana inanmadığını söyleme Thomas. Bu arabada ne arıyorsun o zaman?”

Thomas: “Tamam tamam, inanıyorum. Sadece zamanında şu lanet yere gidip hidrojen tüplerini almak istiyorum o kadar.”

Massachusetts Teknoloji Enstitüsü, bütün ihtişamıyla onları her zamanki yerinde bekliyordu. Giriş kapısındaki güvenlik bölgesinde öğrenci kimliklerinin istenmesi sırasında üç arkadaşın yüzlerinde oluşan yalancı tebessüm orada beklemekten bunalmış ruhların dikkatlerini çekmesine neden olmuştu. Güvenlikteki memurların ise zihninde her zamanki şaşkın öğrencilerle tekrar karşılaştıklarının şeması çoktan çizilmişti bile. Demir kapının açılmasıyla ana kapıdaki güvenliği atlatan gençlerin zorlu sınavı

12 | Y a z m a A t ö l y e s i esas şimdi başlıyordu. Yolda fırtınanın etkisiyle yuvarlanıp bir yerden başka bir yere kaçışan çöpler ve rüzgârın estiği yöne doğru savrulup esneyen ağaçlar dışında başka korkunç şey yoktu.

Thomas: “Sarah, yolda konuştuğumuz planı ve ne yapman gerektiğini biliyorsun. Planın başarılı olabilmesi için ne yapıp edip o binanın içerisine

oluşturup onların birazcık rahatlamalarını sağlamıştı.

Derin sessizlikteki karanlık ve uzun koridorlar insanın ürkmesine yol açan psikolojik etkiyi rahatlıkla zihinlere yerleştiriyordu. Hem koşmak hem de aradıkları şeyin bulunduğu odayı bulmaya çalışmak iki arkadaş için de oldukça büyük zihin

bizi sokmayı başarman gerekiyor. Gerisini bize bırak.”

Çığlık çığlığa koşar adımlarla girişe yönelen Sarah’ı gören güvenliklerin Sarah’dan o an daha çok korktukları yüzlerinden okunuyordu. Hatta şaşkınlıkla ne yapacağını bilemeden silahını belinden çıkarıp eline alan tonton suratlı

güvenliğin, arkadaşları tarafından yatıştırılması birazcık uzun sürdü. Olanları uzaktan bir köşeden ciddiyetlerini koruyamadan gülerek izleyen Thomas’ın ve Jacop’un yüzlerinde Sarah’nın yaptığı oyunculuğu takdir eden bir hareket vardı. Sarah, eski çağlardan gelmiş bir canavar görmüş gibi elleriyle kapının dışarısındaki belirsiz bir bölgeyi işaret ederek güvenliklerden yardım istiyordu:

“Yardım edin bana! Çok korkunç. Lütfen kurtarın beni o yaratıktan!”

Güvenliklerin yerlerini bırakıp Sarah ile birlikte dışarı çıkmaları ve onun gösterdiği yöne doğru birlikte gitmeleri uzun sürmedi. Güvenliklerin gözden kaybolduklarını gören Jacop ve Thomas’ın, bekledikleri anın geldiğini düşünerek gizlendikleri ağaçların arkasından çita gibi fırlayıp kapıdan içeriye girmeleri bir oldu. Bu durum onlara, planın şu ana kadar başarıyla uygulandığının kanıtını

karışıklığına yol açmıştı. Koşarlarken duvardan baktıkları yazıları ve işaretleri takip ederek en sonunda bir köşede soluklanmak için durmak istemeleri aynı zamana tekabül etti. Thomas hızlı hızlı nefes alıp verirken bir yandan da duvardaki çerçeve halinde duran kat haritasında, bulundukları yerin konumunu telefonunun ışığıyla bulmaya ve gidecekleri yönü tayin etmeye çalışıyordu.

Jacop: “Dostum biz neredeyiz böyle? Umarım kaybolmamışızdır. Bir an önce tüpleri bulup belirlenen yere gitmemiz gerek. Hem de hemen! Yoksa her şey için çok geç olabilir. Beni anlıyor musun?”

Thomas: “Sanırım tüplerin bu sefer nerede olduğunu anladım. Bunu hala başarabiliriz dostum.”

Thomas acele ederek önlerinde duran kapıyı açtığı zaman iki arkadaş da hayalet görmüş gibi şok geçirip hareket edemediler.

Bu sırada peşine taktığı güvenlikleri uzunca bir

koşunun ardından teknoparkı görmeyen bir yere getiren Sarah, korktuğu canavarı antrenmansız oldukları için tıkanan güvenlik görevlilerine gösterdiği esnada bezgin ruhların canının iyice sıkılmasına neden olmuştu: Büyük canavarımız iri bir lağım faresiydi!

13 | Y a z m a A t ö l y e s i Güvenlik: “34-50, merkez. Sanırım bize komik bir şaka yapmaya çalışan birkaç küçük ergenle karşı karşıyayız, teknoparktan içeriye izinsiz girmeyi başaranlar olmuş olabilir. Lütfen ekip gönderip kontrol edin.”.

Bu esnada Thomas ve Jacop ’un karşısında dikilmiş, suratlarına öfkeli bir bakış atarak

telsizden gelen anonsa dikkat kesilen güvenlik elemanının üstüne acımasız yumrukların ve tekmelerin inmesiyle güvenliğin etkisiz hale gelmesi çok hızlı bir şekilde gerçekleşti.

Jacop’un koşarken bir yerlerden bulduğu kırmızı itfaiye baltasıyla ikinci ve en sağlam vuruşunu yaparak kapının kilidini parçalaması, uzun

koridorlarda bağırışları hayalet uğultuları gibi yankılanan güvenlik görevlilerinin aradıkları ergenleri bulmasına yardım etmişti. Alabildikleri kadar hidrojen tüplerini hazine bulmuş gibi çantalarına tıka basa dolduran iki arkadaş kısa bir süre için duraksayıp hızlıca bir plan yapmaya koyuldular.

Jacop: “Thomas, dostum! Bunu ikimiz başaramayız, tüpleri al ve yalnız devam et. Ben onları oyalamaya gidiyorum.”

Thomas: “Tamam o zaman. Sen onları oyala, hızlı olmalıyız. Zamanımız dolmak üzere”

Serin ve karanlık koridorlarda ve bu sefer tek

kalarak, alması gerekenden İki kat daha fazla yüke maruz kaldığı için enerjisini hızla koşarak tüketen Thomas, hayatının en büyük koşusunu yapıyordu. Thomas, karşısında beliren ışık kümeciklerine kendisini bir rüyada zanneder gibi gözlerine inanamayarak bakarak bahçenin ortasında öylece kala kaldı. Onun bu rüyadan uyanması için

arkasından hızla koşarak kendisine doğru sinsice yaklaşan köpeğin, hırıltılarıyla birlikte çantayı ısırıp sağa sola çekmesi gerekti. Işık kümesinden o an uzanan bir el Thomas’tan yardım istercesine kümeden bedenini çıkarmaya çalışıyordu. Thomas kalan son enerjisini de harcayarak köpeğin arkasına doğru götürmek istediği çantayı da köpekle birlikte

çekip ışık kümesinin kaynağına doğru dizlerinin üstünde yaklaşmayı denedi. Bunu yaparken de çok fazla acı çektiği belli oluyordu. Thomas, yanında sürüklediği çantaların diğerini ışık kümesinden içeriye atmayı başardıktan sonra en zor göreve gelmişti. Köpeğin çantaya geçirdiği azılı dişlerinden akan salyaları Thomas’ın eline bulaşıp elini kayganlaştırmasını devam ettiriyordu.

Thomas: “Bırak artık şunu. Hadi bırak, bırak!”

En sonunda köpeğin dişlerinden sıyrılıp kurtulan çantanın havada fırlayarak ışık kümesine girmesi ve o anda ışığın kapanırken oluşturduğu basıncın etkisiyle çevresinde bulunan bütün cisimleri geriye doğru savurması aynı zamanda gerçekleşti. Patlamanın ardında ortalığa büyük bir sessizlik hâkim oldu ve Thomas’ın gözlerinde uzun bir süre karanlık eksik olmadı.

Sabaha karşı güneş ışıltılarıyla birlikte kuşların cıvıltısı sürerken Thomas, uyandığı bir hastane odasında kendine gelmeye çalışıyordu. Şok geçirir

gibi derin nefes alarak kalkıp güvende olduğundan emin olmaya çalıştı. Yanında kocaman bir çiçeğin içinde bir de notun bulunduğunu fark etti. Notu alıp baktığına sesli bir şekilde şunları okudu:

“Gelecek zamandaki kendini kurtardığın için teşekkür ederim Thomas, teşekkürler ben!”

KENDİ ZAMAN MAKİNEM

Onur Doğan

Öncelikle şayet zaman makinesini ben kullansaydım kendisi ile kati surette geleceğe (uzay çağına) gitmezdim. Belki bu sözümden geçmişte herhangi bir zaman dilimine gitmek istediğim gibi bir çıkarıma varabilirsiniz. Ancak durum öyle değil. Zira; kendi icat ettiğim bir zaman

hulasa olarak şöyle şerh ve izah edeyim: Kişinin hayalini veya özlemini duyduğu bir zaman dilimine gitmesi. Hem teknolojinin hem de insan ilişkilerinin had safhada olduğu -belki hâlihazırda hayalini kurmak bile mümkün olmayan- bir zaman dilimi olsa ne de güzel olurdu mesela. Bu noktada

çoğu kişinin benimle hemfikir olduğunu duyar (yahut daha doğru bir ifadeyle hisseder) gibiyim. Mamafih; zaten zaman makinesini bulan hiç kimse

makinesiyle hudutları önceden muayyen bir zaman dilimine gitmek kendi açımdan pek makul bir fikirmiş gibi gözükmedi açıkçası. Dolayısıyla şayet zaman makinesini ben icat etmiş olsaydım ona şöyle bir program yahut fonksiyon/işlev eklerdim: Kendisini kullanan kişinin tahayyülündeki yere gitmek. Burada neyi ifade etmeye çalıştığımı

ilgili (arzu edilen zaman dilimine gitmeyi mümkün kılan) fonksiyonun olması gerektiği fikrini göz ardı etmezdi diye düşünüyorum ki herkesin gerekli ayarları yapıldıktan sonra kendi istediği yere gidebilecek bir zaman makinesini arzuladığı yadsınamaz bir gerçektir. Mezkûr istek kâh öyle kâh böyle ancak bu herkesin müşterek tutkusudur.

15 | Y a z m a A t ö l y e s i Uzun bir girizgâh kısmının akabinde tarafıma yöneltilen esas sorular olan “zaman makinesiyle nereye, neden gitmek istediğim” sorularına gelmek istiyorum. Aslında ilgili suallerin cevaplarını yukarıda kısmen de olsa verdiğimi düşünüyorum. Lakin; ilgili konudaki cevabımı biraz daha detaylandırmak istiyorum. Bu kişi hiçbir zaman

ilişkileri muhafaza etmek ve teknolojiyi şahsım ile yaşadığım çevre adına müspet manada kullanmak” olarak pekâlâ verilebilir. O dönemde teknolojinin salt kalkınma adına kullanıldığını görmek isterdim. Zira; hâlihazırda yaşadığımız akıllara ziyan durumlardan olan “iki adım ötedekiyle konuşmak için telefon kullanma, malum selfie çılgınlığı,

geçmiş ya da gelecek ile bir hesaplaşma içerisinde olmadı. Bundan ötürü -yukarıda da bahsettiğim üzere- zaman makinesiyle gitmek istediğim herhangi yaşanan ya da yaşanacak olan bir zaman dilimi bulunmamaktadır. Bununla birlikte ilgili makineyle gitmek istediğim ve sınırlarını önceden kendimin belirlediği bir zaman dilimi vardır. Bu da teknoloji ve toplum ilişkilerinin eş zamanlı bir şekilde geliştiği bir zaman dilimidir. Bir diğer soru olan “o dönemde gördüklerim ve yapmak

istediklerimin neler olduğu”na gelecek olursak o dönemde -naçizane- insanlar arasındaki ilişkilerin belli bir çerçevede olduğu ve amiyane tabirle teknolojinin insanları bozmadığı bir zaman dilimi görüyorum. O zaman diliminde ne yapmak isterim? Bu sorunun cevabı ise “insanlar arasındaki güzel

yediği her şeyi belli mecralarda paylaşma” gibi enteresanlıklar fena hâlde yadırgamış olduğum olaylardır. Son olarak “bu aracı kimin kullanmasını isterdim?” sorusunun cevabını vermek istiyorum. Sanırım bu sorunun cevabı da “kendim kullanmak isterdim” olacaktır. Zira; başkasının kullandığı aracın kendi istediğim rotadan sapma olasılığı söz konusu olacak ve bu olasılık “yazımın başından beri üzerinde durmaya gayret gösterdiğim kendi tasarladığım zaman ve muhit”e giden yoldan

sapmak şeklinde tezahür edebilecektir. Hasılıkelam; ilgili konudaki soruya, zaman makinesinin kendi direktiflerim doğrultusunda kullanıldığı ve dolayısıyla istediğim zaman ve muhite gidildiği sürece arzu ettiğim neticelerin elde edileceği kanaatindeyim.

bastıran kum fırtınası toprağı tepeme indiriyor. Fırtına başladığında (belki de sadece bir yanılsama) yeri titreten bir uğultu oluyor. Hayvan ve bitki kalıntılarına dair herhangi bir ize henüz rastlamadım ama mikrobik kalıntılara rastlamayı umut ediyorum.

SON

Ümmühan Yanar

Sayın geçmiştekiler,

İnsan ne kadar şaşırtıcı değil mi? Doğumdan önce başlayıp ne zaman biteceği kestirilemeyen bir yolculuğa başlarız. Fakat benim yolculuğum sizlerden biraz farklı bir patikaya sapıverdi. 996 gün önce büyük bir metropolde kahvemi yudumlarken şu anı hayal etmiştim. Burada gördüklerimi ve göreceklerimi bir başkası da görecek mi yoksa son şanslı kişi ben miyim

bilmiyorum. En başından beri istediğim, ebediyet dediğimiz kimsenin tasavvur edemeyeceği noktadayım. Kime ulaşacağını bilmediğim bu yazıyı ne hâlde yazıyorum inanın ben de bilmiyorum. Her yer uçsuz bucaksız kıraç bir topraktan ibaret. Başlangıç noktasını aktarma alanı olarak belirledim; aktarma alanının kuzeyi, güneyi,

doğusu…

Havanın kuraklığı insanı sürekli su içmeye zorluyor. Küçük bir yürüme mesafesinde yüzlerce

metre koşmuş gibi nefes nefese kalabiliyorum. Yalnızca geceleri aktarma alanındaki çekirdekte saklanma ihtiyacı duyuyorum. Geceleri aniden

Umut dedim değil mi? Beşeriyete ait anlamlı

anlamsız bu duygu ve düşünce sisi benimle birlikte dağılıp evrene karışacak. Sizin için bu önemlidir ya da değildir. Benim içinse varlığın yok oluşu o muhteşem ama yersiz endişelerimin azalması ile başladı. Neden mi yalnızım? Bizler zaten her zaman yalnız değil miyiz? Burada hissizlik beni yok oluşa adım adım götürürken anılarıma tutunarak devam ediyorum. Bazen rüzgârın uğultusu ile konuştuğum oluyor. Hayır delirmedim. Deliliğin gölgesine teslim olmamak adına bu

konuşmaları yapıyorum zaten. Burada yaşamış, nefes alan son insan olmanın haklı gururunu yaşıyorum. Ben gelebildiysem başkalarının da buraya geleceğinin farkındayım. Olsun. Şimdilik düşünen, hisseden, endişelenen son ve tek canlı benim. Bu yeterli.

Ben Âdem. Dünyanın sonundan, aktarma bölgesinin çekirdeğinden bunu size yazıyorum. Ebediyet noktasının gerçekten burası olduğundan emin değilim. Kaldığım bu süre zarfında herhangi

bir hayat belirtisine (mikrobik araştırmalar dahil değildir.) rastlamadığımı bildiriyorum. Neden geçmişe gitmediğimi merak etmeyin, geçmiş elimizdeydi fakat gelecek, bilinmez olan... İşte gerçek cezbedici olan bulunduğum noktaydı. Sizlere buradan hiçliğin selamını gönderiyorum.

AYNADAKİ KADIN 1

Onur Can Yılmaz

Her şeyin en önemli noktası başlangıcıdır.

Sallapati yürüyüşüyle kaldırımda yürürken dükkânın camından kendini gördü. Bir an içeriden gelen müziğe ayak uydurup ritmik adımlar atmaya başladı. Düzensiz ve dengesiz hareketler yapıyor, yürürken omuzlarını iki yana sallıyor, bacaklarını ahtapota benzer biçimde yana açıyordu. Geniş kaldırımlar sallapati yürüyüşüne dar geliyordu sanki. Dar omuzları sokak lambalarına çarparak asılı olan tabelaları devirecek diye korkuyordu. Aklındaki tüm bu düşünceleri silip atmak istiyordu. Gözleri biraz ilerideki galerinin içinde duvara

sabitlenmiş yağlı boya tabloya takıldı. Fırtınalı bir denizden koparak, ileri çıkmış bir kayanın üstünde patlayıp kırılan köpüklü dalgaların; göğü kaplayan, dinmek üzere olan bir fırtınanın tablosuydu bu. Bulutların ve kırılan dalgalar dizisinin dışında, güvertesindeki bütün ayrıntılar görülebilecek şekilde orsasına yatmış bir yelkenli, gurup renklerine bürünmüş fırtınalı bir göğe doğru baş vermiş gidiyordu. Burada karşı konulmaz, çekici bir güzellik vardı. Beceriksiz yürüyüşünü unuttu.

Resme yaklaştı, iyice yaklaştı. Güzellik tuvalin üzerinden uçup gitti. Biraz şaşırmıştı doğrusu. Kendisine ustalıkla yapılmış gibi gelen yağlı boya

resme uzun uzun bakıp ilerledi. Bütün güzellik tuvalin üzerinde yeniden belirdi. Tablonun yanından ayrılırken “Aldatan bir resim” diye

düşündü. Kalabalığa bakılırsa tabloyu yapan kişi tam orada sevenleriyle fotoğraf çektiriyordu. Yüzündeki mimiksiz, donuk ifadenin sebebi sevenlerinin olması mıydı, yoksa sevenlerinin onunla fotoğraf çektirmek istemesi miydi? Yüzündeki bu ifadenin oluşmasına sebep

olabilecek tek bir kötülük yoktu.

— Cenaze surat. Daha iyisini bu gece bile yapabilirim.

Cadde sıra sıra sanat galeriyle doluydu. Işıkları bütün caddeyi aydınlatıyordu. Gözlerinde tıpkı çok açlık çeken bir insanın yiyecek gördüğünde gözlerinde beliren istek ve özlem gibi bir arzu belirdi. Hepsinin camlarının önünde yavaşça geçerek eserleri ve sahiplerini inceledi. Yüzü alev alev yanarak, gözünü kırpmadan seyre daldı.

Kendini sanatçıların yerine koymaktan vazgeçemiyordu. İçeri girmeye cesaret edemedi. Kalabalık onu içine alıp yok edecek gibi geliyordu.

Bütün gün galerileri seyretmekten ayaklarına kara sular indiğinde kardeşi İrem için makarna yapıyordu. Gece geç saatlere kadar perspektif çizimleri yaptı.

Pencereyi kapatırken “İlham denen şey her zaman gecenin 2'sinde gelmek zorunda mı?” diye söylendi. Camın kaç saattir açık olduğunu

hatırlayamadı. İçerisi buz gibiydi. Her gün bu saatlerde önce birkaç satır yazı yazar, sonra bu yazıyı resmederdi. Sabah babası ve 10 yaşındaki kardeşi için kahvaltı hazırlaması gerekiyordu.

18 | Y a z m a A t ö l y e s i Uyuyan kardeşinin başını okşadı, yorganı tüm vücudunu saracak şekilde örterek uyudu. Saatler sonra babası tok sesiyle:

—Uyanın! Bugün kahvaltılar şirketten.

Bu espri vazifesini yerine getiremediği gibi Deniz’de ters etki yarattı. Anneleri sağken onları hep bu şekilde uyandırırdı. Yorganı ayaklarıyla

itelerken tebessüm etti.

— Eski ve güzel günler… Erken gelmişsin, beklemiyorduk baba.

Annesini en son gördüğünde daha saçlarını erkek gibi kestirmemişti ve el tırnakları ojeliydi. Babası da bu kadar alkol almazdı. Eşini kaybettikten sonra Ekrem Bey; ters dönen bir kaplumbağa gibi hayatına tepetaklak biçimde değil, normal seyrinde devam etmek istiyordu. Ters dönmüş kaplumbağa ile arasındaki tek fark hayvanın olağanüstü

çabasına karşın Ekrem Bey’in olağanüstü vurdumduymazlığıydı. Her hafta sonu iki günlük

gemi turlarına çıkardı. Kafa dağıtması gerektiğini ve bunu gemi turlarıyla başardığını söylerdi. Evin hâlleri onu çok da ilgilendirmezdi. Telefonu olur olmadık saatlerde çalıp bütün evi ayağa kaldırırdı. Bazı zamanlar kendi kendine kahkahalar atar, çocuklarının ona meraklı gözlerle baktığını görünce birden ciddileşirdi. Son zamanlarda

yaşadığı bu duygusal karmaşa hayatını önemli ölçüde etkileyecek kadar artmıştı. Daha dün Mikonos adası turunda mürettebattan biriyle kavga etmiş, yüzü gözü mosmor olmuş şekilde eve gelmişti. Deniz:

—Boynundaki yara izi, baba? Nasıl oldu?

Ekrem Bey kuru dudaklarını ıslatıp gırtlağını

temizleyerek:

—Afganistanlının biri bıçağıyla yaptı, diye cevap verdi. Ufak bir kavga işte. Ben bıçağı elinden

aldıktan sonra da burnumu ısırıp koparmaya kalktı.

19 | Y a z m a A t ö l y e s i Olayı sadeleştirerek ve sıradan bir şekle büründürerek anlatırken Deniz’in gözlerinde; beyaz bir çizgi halinde uzanan kumsal, limandaki kömür yüklüvapurların ışıkları, sarhoş denizcilerin uzaktan duyulan naraları, itişip kakışan hamallar, Afganistanlın suratında alev alev yanan öfke, yumruğun suratında bıraktığı acıyla birlikte

boşanan kan; birbirine kenetlenmiş, kumları savurarak yuvarlanıp duran iki vücut, onun vücuduyla Afganistanlının vücudu ve ta ötelerden bir yerden gelen tatlı, yumuşak bir gitar sesi canlandı. Hayal dünyasında oluşan tablo böyleydi. “Acaba galerideki fırtınalı resmi yapan, bu tabloyu da yapabilir miydi?” diye kendi kendine sorarken birden babasına döndü.

—Geçmiş olsun.

Duygu yüklü bir ses tonuyla söylenen bu kısa cümleye babası tepki vermedi.

Deniz’i hayatın bu karmaşasından uzaklaştıran tek şey A3 kâğıtlarına yaptığı çizimlerdi.

Yeteneğinin bir tek kendisi ve onu okula alırken yetenek sınavından geçiren hocaları farkındaydı. Onun için resim yapmak konuşma görevi görüyordu. Anlatacağı şeyi resim yaparak daha etkili, estetik şekilde aktarabiliyordu ve bütün sorunları, olumsuzlukları bu sihirli anahtarla çözebileceğini düşünüyordu.

Kahvaltıdan sonra okula gitmek için boyalarını ve yaptığı çizimleri çantasına koydu. Otobüse binmek için yürüdüğü Duvar Yolu Caddesi’nde her gün mendil satan bir kadın vardı, Zahra Mahmoud. Her seferinde birkaç dakika durur kadının halini hatırını sorardı. Kadıncağız onun geldiğini görünce sıcacık gülümsemesiyle samimiyetini 50 metre uzaktan

belli ederdi. Onunla biraz sohbet edebilmek için evden erken çıktı.

Eylül ayında olmalarına rağmen havalar sıcak gittiği için yolun kenarındaki meşe ağacının dibine kızıyla birlikte oturmuştu. Deniz onları görünce elini çantasına attı ve kadına yaklaşırken bir yandan da çizimini kırıştırmadan çantadan çıkartmaya

çalıştı.

—Merhaba Zehra Abla, nasılsın?

Zehra:

— İyiyim Deniz. Sen nasılsın? Nereye böyle hızlı hızlı?

— İyiyim, okula gidiyorum ama hızlı hızlı yürümemin sebebi bu değil. Sana bir hediye

getirdim.

—Ah, ne zahmet ettin…

Deniz elindeki rulo şeklindeki kâğıdı açarak Zehra

Abla’ya doğru uzattı.

—Bu çok güzel! Çok benziyor bana, aynısını yapmışsın. Maşallah, Allah seni korusun inşallah.

Bunları söylerken gözleri dolmuştu kadıncağızın. Deniz’den başka günde binlerce insanın geçtiği yolda bir dakikasını ayırıp “Bir ihtiyacın var mı?” diye soran kimse yoktu. Çok fazla insanla konuşmayan ama biri mendil almak için yanaştığında karşıdakini de mutlu eden bir tebessümle onu ağırlayan bir insandı Zehra Abla. 2014 yılında Suriye’deki iç savaşta içinde kocasının da bulunduğu fabrikaya varil bombası atılınca başlamış çileli günleri. Haberi alınca kucağında 4 aylık minik bebeğiyle sağa sola koşmuş, aklını kaçıracak gibi olmuş. Babası, dul

20 | Y a z m a A t ö l y e s i kadını kim ne yapsın düşüncesiyle onu 40 yaş büyük bir adama vermiş. Zehra Abla hiç istemese de evlenmek zorunda kalmış. Evliliğin ilk günü bir fırsatını bulup evden kaçmış. Kucağında bebeğiyle düşmüş yollara. Kurtuluşun bu diyarda olmadığını düşünerek Türkiye’ye gitmeye karar vermiş. Elindeki son parasını kaçak mal taşıyan kamyona

binmek için vermiş. Ama kamyon şoförü onu ve diğer 5 kaçağı söz verdiği gibi Ankara’da değil Reyhanlı’da indirmiş. Burada 3 ayını geçirdikten sonra yanındaki birkaç kadınla birlikte Yunanistan’a gitmek için Muğla’dan bir bota binmişler. Bot daha 20 metre açılmışken hava kaçırmaya başlamış.

Kucağında çocuk olmasına rağmen kıyıya kadar yüzebilmiş. Küçükken Fırat Nehri’nde yüzmeyi öğrenmesem ikimiz de şimdi yoktuk diyor Zehra

olduğunu fark etti. Mendil satarak hayatını kazanan bir kadın bile sabahın bu saatinde gülümseyebiliyorken işe veya okula giden insanlar yüzleri asık şekilde sırada bekliyordu. Durağın camından yansımasınabakarken kendi yüzünün de asık olduğunu gördü.

“Okula gideceğim ve kimseye günaydın demeden,

kimsenin günaydın dediğini duymadan yerime oturacağım. Sabahın bu kör saatinde birbirine kıkırdayan insanlar ve atılan alaycı bakışlar…” diye içinden konuşurken otobüsü gelmişti. Aracın içinde aynı sınıfta olduğu insanlar da vardı. Alnını silip kuruladı; gözlerinde, bir tuzak hissederek korkan vahşi hayvanlarınki gibi bir ifade bulunmasına rağmen sakin bir yüzle çevresine göz gezdirdi. Olabilecek herhangi bir olumsuz duruma karşı içinde bir kuruntu vardı. Acemice

Abla. Tekrar Reyhanlı’ya dönmek zorunda kalmışlar. Orada birkaç ay kampta kalıp tekrar yollara düşmüş. Kamptaki herkes kurtuluşun İstanbul’a gitmek olduğundan bahsedince o da kamptan binbir türlü güçlükle kaçmayı başarıp İstanbul’a doğru yola çıkmış. Reyhanlı’dayken babası sürekli haber yolluyormuş “Ya köyüne geri döner ya da bu işi kökten çözeriz.” diye. Tüm bunlara rağmen güçlü durmaya çalışıyordu kadın.

— Bu kadar sevineceğini bilsem daha önceden

çizerdim Abla.

Küçük çocuğun saçlarını okşayıp otobüse binmek için yoluna küçük adımlarla devam etti. Daha fazla sohbet etmek isterdi ama onu ancak yarın görebilirdi. Çünkü okuldan dönüş saatinde Zehra Abla çoktan yerinden ayrılmış oluyordu. Otobüs sırasına girdiğinde herkesin ne kadar mutsuz

yürüdüğünün, ayaklarının kendini beceriksizce taşıdığının farkındaydı. Elindeki çizim kâğıdına bakıp gizliden gizliye atılan bir bakış hançer gibi yaka yaka ta içine işledi. Bu bakışı görmüş ama hiç belli etmemişti; çünkü hayatta öğrendiği şeyler arasında dik durmak da vardı. Üstelik bu hançer darbesi gibi bakış gururuna da dokunmuştu. Bu duyguyu yaşadığı için kendine kızdı; ama aynı anda azimle, ne olursa olsun duruşundan taviz vermemesi gerektiğine karar verdi. Yüz çizgileri sertleşti, gözlerinde savaş ruhunun pırıltısı şimşeklendi. Keskin gözleriyle çevresine umursamayan bir tavırla baktı; otobüsün içindeki bütün ayrıntıları beynine kazıyordu.

Görüş açısındaki hiçbir şey kaçmıyordu bu şahin gözlerden. Onlarca insan bir sürahinin içindeydi sanki. Sürahinin içi ve dışı sıcaklık olarak o kadar farklı ki herkesin gözü buğulanmış. Herkes

21 | Y a z m a A t ö l y e s i düşmemek için kollarını yukarı kaldırıp tutunuyor ama aynı zamanda sağa ve sola meyledip ayakta kalma mücadelesi veriyorlar. Tüm bedenler rengârenk fakat birbirlerine o kadar yakın ki çizgiler iç içe geçmiş ve siyahlaşmış durumda.

Gözünde canlanan bu ahenkli izlenimler kalabalığını aslında sadece kendisi görüyordu.

— Neden bu kadar korkuyorsun? O senin ağabeyin. Sana kötü bir şey yapmaz. Korkma.

Zehra Mahmoud yere bakarak:

— Bilmiyorsun.

—Neyi bilmiyorum Zehra Abla? Açık konuş artık derse gitmem gerekiyor.

Bu tabloyu göremeyenlerin neler kaçırdığını düşünerek otobüsten indi. Tam okulun kapısına doğru yürüdüğü sırada birinin ona seslendiğini duydu. Etrafına baktı ama tanıdık bir yüz göremedi. Zaten okuldan kimse ona seslenmezdi. Yürümeye devam edip 10 adım atmamıştı ki yeniden aynı sesi duydu. Arkasını döndüğünde seslenenin Zehra

Abla olduğunu fark etti. Telaşla kendisine doğru yürüyordu.

—Gelmiş… O…

—Burada…

—Baktı…

—Gördüm…

—Az önce…

—Bir sakin ol otur şöyle Zehra Abla, dedi Deniz. Kadını kaldırımın kenarına oturttu ve küçük çocuğun elinden tuttu. Çantasından suyunu çıkarıp ikisine de içirdi. Nefes alıp vermesi biraz düzene girince yumuşak bir şekilde:

— Kim gelmiş? Ne gördün? Anlat bakalım, dedi. Zehra:

— Ağabeyim İstanbul’a gelmiş. Duvar Yolu Caddesi’ni nereden biliyor? Anlamıyorum, nasıl olur? Beni bulması imkânsızdı. Ne yapacağım şimdi?

Deniz’in gözlerinin içine bakarak:

—Öldürür beni, dedi. Deniz hareketsiz bir şekilde kaldı. Durumun ciddiyetini yeni anlıyordu. Kadın onu kendisine yakın görüp bu haberi verebilmek için okuluna kadar gelmişti. Ona bunu yaptıran korku ya da başka bir duyguydu. Bilemedi. Zehra Abla’yı dinlemeye devam etti.

— Evlenemem, giderim buralardan dedim. Dinlemediler, kendinden 40 yaş büyük biriyle evlenilir mi hiç? Çok anlattım ama orada işler farklı yürür. Seni dinleyen kimse yoksa konuşmanın

anlamı da yoktur. Sustum ve bekledim. Bir fırsat olur da kaçarım diye avuttum kendimi. Bir gün gelsin beni bulup öldürsün diye kaçmadım. Bu yavruyu düşündüm hep. Küçücük canın günahına girmesinler dedim. Bu küçücük yavrunun da hakkından gelecekler.

Deniz, Zehra Abla’nın konuşmasına engel olan küçük çocuğun eline bir şeker verdi.

Şimdi arkalarında sessizce şekerini yiyordu ufaklık. Dinlemeye devam etti. Zehra heyecanla:

— Onu görünce dondum kaldım, ne yapacağımı bilemedim. Aklıma hemen sen geldin, minibüse atladım ama biraz erken inmişim. Koştum yetiştim sana. Buralardan gitmek lazım Deniz. Mendiller

22 | Y a z m a A t ö l y e s i meşe ağacının dibinde kaldı. Onları oradan almam lazım. Gitmem lazım, dedi.

Zehra’nın başına toplanmış ona su içirip elleriyle hava yapıyordu.

Deniz okula gitmek için çok geç kaldığını fark etti. Bu saatten sonra gitmenin anlamı yok diye düşünüp:

— Ben de seninle geliyorum, dedi. Bir dakika... Zeynep nerede?

—Az önce buradaydı. Nerede? Zeynep! Zeynep!

Deniz panikle etrafına bakınıyordu. Az önce zıplayarak elindeki şekeri yiyen çocuk şimdi kaybolmuştu. Caddede yürüyen insanlara sormaya başladı. Zehra bir yandan deli gibi koşuyor bir yandan da “Zeynep!” diye bağırıyordu. Küçük kız utangaç bir yapıya sahipti dolayısıyla annesi olmadan hiçbir yere gitmezdi. Zeynep’i arayarak birkaç dakika çırpındıktan sonra Deniz, caddenin sonunda bir adamı kucağında küçük kızla birlikte

köşeyi dönerken gördü ve hemen Zehra’ya gösterdi. Kadın birden can havliyle koşmaya başladı. Caddenin sonuna kadar koştu. Köşeyi döndüğünde karşısında kalabalık bir sokak gördü.

—Neredesin? Neredesin ağabey?

Deniz nefes nefese kalmış bir şekilde:

—Ağabeyin mi? Zeynep’i kaçıran adam ağabeyin

Zehra ağlamaktan cevap veremiyordu. Olduğu yere yığılıverdi. Ağıtlar yakmaya başladı. Deniz onu

sakinleştirmeye çalışırken aynı anda gözleriyle küçük kızı arıyordu. Bir anda bağrışmanın nereden geldiğini anlamaya çalışan kalabalık etraflarına toplandı. Şimdi gözleri küçük kızı arayan Deniz, kuru kalabalıktan başka bir şey göremez olmuştu. İnsanları dağıtmaya çalıştı ama herkes çoktan

Bir süre sonra Zehra’nın koluna girdi ve onu karakola kadar götürdü. Oradan da doğruca eve geçtiler. Ona bir bardak su verdikten sonra:

—Şimdi daha iyi misin Zehra Abla?

— Nasıl iyi olayım Deniz? Şimdi çoktan kızımı

Suriye’ye götürmüştür. Onu götürünce benim de geleceğimi düşündüler, ondan aldılar kızımı. Ben onların ciğerini bilirim.

Yaşama sebebimi aldılar ki peşinden gideyim. Ne olacak? Nasıl olacak? Geri dönsem çare değil. Kalsam elim kolum bağlı nasıl yaşarım?

Deniz üzülerek dinledi ve tüm samimiyetiyle:

— Şimdi evinde tek başına kalman doğru olmaz. Bir süre bizde kal. Hem kardeşim için güzel yemeklerinden de yaparsın. Kafanı toplarsın, ne

yapacağımıza sonra karar veririz. Bak benim hiç arkadaşım yok. Arkadaş olursun bana, fena mı olur? Zaten polisler robot resmi çizdi. Merak etme kucağında küçük bir kız çocuğuyla fazla kaçamaz. Kısa sürede çözülür bu iş.

Zehra, utana sıkıla kabul etti.

İlk 3 gün çok zor geçti. Zehra durmadan karakola gidiyor, bir haber var mı diye polislere soruyordu. Ama 3 gün geçmesine rağmen polis sadece kamera kayıtlarına ulaşabilmişti. Arama çalışmalarımız

devam ediyor, diyorlardı. Her gün Deniz ve kardeşi okuldan gelene kadar yemekleri yapıp karakola gidiyor, Ekrem Bey gelince odaya çekiliyordu.

23 | Y a z m a A t ö l y e s i Zehra’nın kolundan tutarak onu ilk gördüğü galeriye soktu. Yağlı boya tabloların onlarcası önünde sıralanmıştı. Büyük bir iştahla ve

ise onun farklı benliklerine ulaşma çabası olarak yorumlanıyor. Görebiliyor musun?

yüzündeki tatminkâr gülümsemeyle beyaz ışıklı, yüksek tavanlı, havalandırma borularının bilerek açıkta bırakılmış olduğunu düşündüğü geniş sergi salonundaki resimleri incelemeye başladı. Kendisi teker teker her eserin önünde durup incelerken Zehra çok da anlayamayan bakışlarla tabloları süzüyordu. Deniz, aynada kendi yansımasına bakan bir kadın tablosunun önünde anlatmaya başladı:

— Bak Zehra Abla. Bu tablodaki her bir rengin bir

anlamı var. Kadın aslında zarif ve makyajsız olmasına rağmen aynada görünen yansıması kaba ve makyajlı. Yansımaya bakıldığında daha koyu tonların hâkim olduğunu ve kadının daha yaşlı durduğunu görebilirsin. Aynaya doğru uzanan eli

Arkasını döndüğünde Zehra’nın geniş salonun ortasında üç ayaklı bir masanın üstünde duran tabloya doğru yürüdüğünü gördü. Tablonun önüne gelince durup kafasını kaldırmış ve dakikalarca hareketsiz şekilde bakmıştı. Deniz onun yanına doğru ilerledi. Onu neşelendirmek istercesine:

— Harika değil mi? Masmavi, berrak bir denizin ortasında upuzun saçları suyun üzerinde ama kendisi dibe batmakta olan bir kadın. Bu bir su gösterisi mi yoksa yüzmeyi bilmeyen bir kadının

tablosu mu anlayamadım ama yine de çok etkileyici. Nasıl buldun?

—Güzel. Eve gidelim mi?

24 | Y a z m a A t ö l y e s i Deniz sadece “Olur.” dedi. Onu biraz da olsa keyiflendirmek isterken dönüş yolunda yüzü daha çok asılmıştı. Anlayışla karşılamaya çalıştı. Psikolojisi çok sağlam olmayan bir insanı neşelendirmek düşündüğünden daha zordu. Ne yapabilirim, diye düşündü.

yolculuğunun midesini bulandırdığını fark etti. Deniz ona odasını gösterdi ve ekledi:

— İstersen ve korkacağını düşünürsen beraber kalabiliriz.

Zehra:

Eve yaklaşmışken:

—Aaa! Aklıma çok iyi bir fikir geldi Zehra Abla. Babam yarın her zamanki gibi tura çıkıyor. Biz de gidelim onunla. “Halikarnas” vapuru çok güzeldir ve içinde bir sürü odası var. Hem üç gün kafamızı dağıtırız, biraz ferahlarız. Merak etme, her gün karakolu arayıp haber alırız. Elimizden bir şey gelmiyor ve artık günlerini üzülerek geçirmeni

istemiyorum. Lütfen beni kırma! Buna senin de çok ihtiyacın var. Lütfen…

Zehra, onu ilk kez bu kadar istekli görüyordu. Bir

şey diyemedi. Eve vardıklarında Deniz kapıyı açarken gülümseyerek:

—Üstümüze kıyafet bile almaya gerek yok. Zaten üç gün kalacağız çok iyi gelecek, bak göreceksin.

Hava kararmaya başlamıştı. Akşam yemeğinde babasını tura kendilerinin de katılabilmeleri için ikna etti. Ekrem Bey hiç hoşnut olmasa da turdan sonra Zehra’nın evine döneceğini öğrenince bu isteği geri çeviremedi. Deniz gece yatmadan kendilerine bir spor çanta hazırladı ve içine birkaç

kitap koydu. Herkesin uyuması için erkenden ışıkları kapattı.

Zehra ilk kez bir deniz turuna çıkıyordu. Bir eksikle hayatına devam etmeye çalıştığı için yaptığı her şey anlamsız geliyordu. Hep bir şey eksikti. Bunun için gemiye bindiğinde heyecanlanamadı. Gemi

— Korkmam ben hiçbir şeyden. Uyurum hemen, korkmam.

Deniz odadan çıkıp kapıyı kapattıktan birkaç dakika sonra telaşla içeri girdi.

— Karakoldan aradılar. Kilis’te sakallı, 1.80 boylarında bir adam yanında küçük bir kız çocuğuyla bir marketin kamerasına yakalanmış. Robot resimdeki çizime tıpatıp uyuyor, dediler. Görüntüler iki gün öncesine aitmiş. Şimdi Suriye

topraklarına geçmiş olma ihtimalleri üzerinde duruyorlarmış.

Zehra bütün geceyi ve ertesi günün tamamını

ağlayarak geçirdi. Kızını bir daha göremeyeceğini düşünüyordu. Uykusuz ve bitmiş haliyle uzaklara daldı. Ona göre hayat, bir hastanın gözlerini acıtan parlak, kuvvetli bir ışık halini almıştı. Acı

veriyordu.

Dayanılmayacak kadar acı veriyordu hayat. Bu koca su, sanki ötesindeki her güzelliği dalgalarla ulaştıracakmışçasına ona bakıyordu. İşte kendisi de denizin üstündeydi şimdi.

Bu melankoliden kurtulmak için ilgisini çekecek

bir şey bulmaya çalıştı. Kamaradan çıkıp serin havayı içine kadar çekti. Vardiyasını tamamlamış bir hizmetçi kadınla konuştu. Yemek yerken Deniz’e her şey için teşekkür etti. Ama kafasının içinde dönen bin türlü düşünceden kurtulmak için kamaraya gidip kendisini koltuğuna atarak kestirdi.

25 | Y a z m a A t ö l y e s i Yolculuk sırasındaki berbat durumu yetmiyormuş gibi, buna yeni bir perişanlık daha eklendi. İstanbul’a tekrar varıldığında karaya çıkması gerekecekti. Deniz’ e teşekkür edip yeniden kendi köhne evine gitmesi, toptan mendil alması, her gün onları satmasıgerekecekti. Arada sırada kendini bu çıkmazdan kurtarmayı düşünecek olduğu

zamanlar, içinde bulunduğu dehşet verici ümitsizliğin farkına varıyordu. Asıl tehlike her gün başına ne geleceğini düşündüğü günlere dönmesi değil, tüm bu olacaklardan korku duymayışıydı.

Bir korkabilseydi, o zaman hemen hayata yönelecekti. Korkmadığı için gitgide bu karanlığın içine gömülüyordu. Daha önce zevkle yaptığı hiçbir işte artık tat bulmuyordu.

Halikarnas vapuru dönüşe geçtiği gün, Zehra’nın perişanlığı önceki günden daha beter bir hal aldı.

değildi. Elleriyle tutunup sarksa ayakları suya değecekti. Ses çıkarmadan suya bırakabilirdi kendini. Hiç kimse işitmezdi. Bir dalga yüzüne su sıçratıp ıslattı. Dudaklarında tuzun tadını hissetti, bu tat hoşuna gitti. Vakti yoktu, sabırsızlanıyordu.

Yakalanmamak için kamarasının ışığını söndürdü. Demirlerden önce ayağını geçirdi. Omuzları

takıldı. Kendini zorla geri çekip, yan dönerek önce bir kolunu geçirerek tekrar denedi. Gemiye bağlı lastikler de ona yardım etti ve kendini dışarıda elleriyle asılı buldu. Ayakları suya değer değmez bıraktı ellerini. Kendini süt kadar tatlı olmayan, kahve kadar acı olmayan köpüklü bir suyun içinde buldu. Halikarnas’ın gövdesi siyah bir duvar gibi hızla geçip gitti. Hiç şüphe yok ki ona yardım etmek için hızlı gidiyordu. Geminin kıçında kaynaşan köpüklü suların içinde yüzmeye

Artık uyuyamıyordu. Gözlerinden uyku akıyordu, ama o mecburen uyanık durup, hayatın parlak ışığına katlanmak zorundaydı. Hava yapışkan, rutubetliydi, bu boğuculuk ona nefes aldırmıyordu. Kapıya iki kez nazikçe vuruldu. Deniz, ses gelmeyince içeriye girdi. Zehra ablasını uyuyor görünce hiç ses çıkarmadan dışarı çıktı. O da uyumak için odasına yöneldi. Zehra ona zaten veda etmişti, daha fazla söze gerek yok diye düşündü.

— Allah’ım ölüler dirilmez. Tek biricik sensin.

“Sen varislerin en hayırlısısın.”

Hayat acı veren bir yorgunluk halini alınca bütün bu yorgunluğu içinde dinlendirmek için ölüm hazırdı. Peki, daha ne bekliyordu? Tam zamanıydı işte.

çalışırken buldu kendini.

Bir Trakunya vücuduna sürtünüyordu, Zehra zorla gülümsedi. Trakunya’nın dikenleri vücuduna batmıştı. Bunun acısı neden orada olduğunu hatırlattı. Halikarnas’ın ışıkları giderek uzaklaşıp bulanıklaşıyordu. Zehra ise orada en yakını onlarca mil uzakta olan kara parçasına yaklaşmak ister gibi ayak çırpıyordu.

Bu, otomatik olarak harekete geçen yaşama içgüdüsüydü. Ayaklarını çırpmayı bıraktı ama su

ağzının üstüne çıkar çıkmaz, elleri aşağıdan yukarıya giden hareketlerle suyu dövmeye başladı. Kendi kendini yok edecek bir irade vardı onda.

Başını kaldırıp, hareketsiz yıldızlara baktı. Aynı zamanda ciğerindeki bütün havayı boşalttı. El ve ayaklarını hızla hareket ettirerek göğsünü yarıya kadar suyun dışına çıkartacak kadar yükseltti

26 | Y a z m a A t ö l y e s i kendini. Bu aşağıya daha hızlı bir iniş yapmak için kendiliğinden gelişen bir hareketti. Kendini bırakıp hareketsiz şekilde denize gömülmeye başladı. Suyu derin derin günlerdir nefes almıyormuşçasına içine çekti. Boğulacağı sırada tamamen bilinçsiz hareketlerle tüm vücudu suyu dövüp onu yukarıya, suyun yüzüne çıkardı. Kendini boş yere, hava

almamaya zorlarken yaşamak hırsı diye düşündü.

Ciğerlerini iyice havayla doldurdu. Bu nefesle iyice derine inebilirdi. Baş aşağı dönüp, bütün gücü, bütün hırsıyla suyu çekerek dalmaya başladı. Derine, daha derine indi. Gözleri açık, ışığın söndüğü noktayı seyretti. Kolları, ayakları yorulup kıpırdayamayacak hale gelinceye kadar derine daldı. Çok fazla derine indiğini fark etti. Kulak zarları üzerindeki basınç, dayanılmaz bir acı vermeye başlamıştı. Kafasının içinde de bir uğultu

vardı. Tahammülü azalıyordu, ama kollarını kendisini daha derine sürükleyinceye kadar zorladı. Sonunda ciğerindeki hava bir patlayış halinde hızla boşaldı. Hava kabarcıkları minicik balonlar halinde yanaklarına sürüne sürüne yukarı doğru uçuşmaya başladı. Bunu acı bir boğuşma takip etti. Bulanan bilincinde bu acı ölüm değil düşüncesi dalgalandı. Daha acı şeyler görmüştü. Hayatın ona indirebileceği son darbeydi bu. Elleriyle ayakları zayıf çırpınışlarla suyu dövmeye başladı. Ama artık çok derindeydi. Bu eller ve ayaklar onu hiçbir zaman suyun yüzüne çıkaramazdı artık. Yorgun bir halde, rüya gibi bir dünyada sürükleniyor gibiydi. Her yanını ışıklarsarıp bütün denizi aydınlattı.

yerde karanlığa gömüldü. Bu kadarını görebildi. Bu kadarını bilebildi.

Deniz eve döndükten günler sonra dışarı çıktığında Duvar Yolu Caddesi’ndeki meşe ağacı artık yoktu. Geriye sadece kaldırımdan 1 metre yüksekliğe uzanan bir gövde parçası kalmıştı. Bir aya kadar kaldırım taşları komple değişirmiş, öyle

söylüyordu belediye görevlisi. “Taşlar değişince ağacın gövdesinin gölgesi bile kalmaz.” diye söylendi Deniz. “Gölgesi bile kalmaz.”

Bir hafta geçmesine rağmen ancak kendisine gelebiliyordu. Olanların bilincine yeni yeni varmaya başlamıştı. Hava kararana kadar bir metrelik ağaç gövdesini izledi. Ne çizeceğini gece

geç saatlere kadar tasarladı ve vakit gelmişti…

Neydi bu? Bir afet gibiydi ama beyninin içindeydi. Bu şimşek gibi çakan ışık gittikçe daha hızlı çakmaya başladı. Gürültülü bir ses çıktı. Dipte bir

This article is from: