Fakir baykurt amerikan sargisi

Page 1

FAKİR BAYKURT AMERİKAN SARGISI


BİLGİ YAYINLARI : 40 ROMAN DÎZÎSİ : 8 FAKİR BAYKURT Fakir Baykurt Amerikan Sargısı Birinci Basım Şubat 1967 ikinci Basım Aralık 1969 Üçüncü Basım Eylül 1973 Dördüncü Basım Aralık 1975 BİLGİ YAYINEVİ

2


AMERİKA Oraya bir gün ortalık karardıktan sonra varın. Doğu kıyılarından, örneğin, Boston'dan Washington'a doğru uçun. Bakın yükseklerden aşağıya. Çok bayındır karalar, yeşillikler içinde kentler, denizlere doğru, mühendis okulu öğrencilerinin cetvelleri gibi sokulmuştur. Sarı, yeşil, mavi, mor ışıklarıyle bayram yerlerine benzer aşağısı. Duru sulu bir kanal gibi seçilen asfaltlarda taşıtlar karşılıklı akarlar, akarlar. Kentler, kasabalar birbirine eklenir. Doğu kıyıları sihirli bir ışık âlemidir. Batı kıyıları da öyle. Güz yapraklarının kaldırımları kapladığı o Washington yağmur altında güzeldir. «Avrupa başkentlerinde var, bizde de olsun» özentisiyle kurulmuş müzeleri ve parklarıyle, caddelerinde dünyanın dört yanından dökülmüş pul pul insanlarıyle, Abraham Lincoln anıtıyle, bu anıtın önündeki gölün kıyılarında gezinen boynu bükük zencileriyle dokunaklı bir yel, daha ilk gün, içinize içinize dolmaya başlar. Sonra içerlere daldıkça, salonlarda verilen konferansları, kiliselerde yapılan konuşmaları dinledikçe, hatiplerin telâşı, neşenizi kırar. Hep birer savunmadır söyledikleri. Papaz da, işadamı da, dışişleri temsilcisi de, insanı öfkeden patlatacak kadar çok istatistik söyler. Ve bu ülkeyi sevmenin, dindar falan olmanın erdemini telkin ederler bıkmadan. Konuşmaların sonundaki dualar hep, «Ey bizim Tanrımız, yurdumuzu, ailemizi, ulusumuzu koru...» diye biter. Sanki geceleri kürek çekerek o ışıklı ülkeye birtakım düşmanlar yaklaşmaktadır. Sanki insanlar tatlı uykularından alınıp boğazlanacak; bankalar, fabrikalar, mağazalar, polis büroları soyulacak, yakılıp yıkılacaktır. Bulun bir atlas bakın: Batı yarıkürede, büyücek bir gemide gibi duran Birleşik Amerika, Florida burnuyla Küba ve Karaip adalarına doğru nasıl hırsla uzanmıştır! Dört yöne böyle kol atarak, geceleri daha uykusunu almamış ulusların çuvalını, kilerini boşaltıp gelmektedir gemilerle, büyük kamyonlarla, trenlerle... Birleşik Amerika başkentinden uçup Miami plajları üstünden Küba, Camayka, Haiti gibi adaları dolaşın. Beride en ıssız çiftliklere kadar uzanan düzgün yollar, yeşillikler, planlı kentler, kasabalar... Küba ise iyice yoksullaştırılmış^ henüz can bulmaya başlamış bir ülkedir. Camayka'nın başkenti bir sefillik müzesi gibidir. Dün İngilizler bırakmış, bugün Amerikalılar büyük mağazalarını, «süpermar-ket»lerini getirip kondurmuşlardır. Kingston'un çevre tarlalarında yetişen muz bile bu mağazalara girdikten sonra satılmaktadır halka. Ve ortaokul mü-samerelerindebile Amerika'lı papazlar ellerine birer mikrofon alıp vaaz etmenin yolunu bulurlar. Öyle vaazlar ki salonları hıçkırığa boğarlar. Bir akşam üstü trene binip ilerleyin Washing-ton'dan yukarlara doğru. Yemyeşil çayırlar, ekenekler ve ağaçlardır her yer. Sığırlar geniş çevriklerin içinde yayılırlar. Yağmur, çayırı çimeni her zaman temiz ve taze tutar. Cincinnati, Ohio, Bloomington; sonra Indianapolis, Chicago kenar mahallelerine kadar bol bol cüruf ve üst üste zenci evleri yığılı kentler olurlar. Baltimore, Pittsburg, Buffalo, Rochester; Detroit demir çelik; habire işten gelip işe giden, trenler dolusu kadın erkek, zenci beyaz... Yüzleri öyle asıktır ki! Öyle tiklere, reflekslere tutulmuşlardır ki!... Yaşam, sürekli olarak sıkan, durmadan sıkan bir mengenedir sanki! O güzelim Detroit, başkasının değil, sadece Henri Ford'un galiba! Bir «işçi babası» ve «bilge» olarak tanınan bu kimse, aslında devrimci ilerlemelerin düşmanı zengin bir bağnazdır. Dearborn'da, beş yüz bin dönüm toprağa yayılmış River Rouge fabrikası, dünyadaki Ford İmparatorluğunun merkezidir. Bu merkez, milyonlarca insana iş, sinema bileti, yemek ve sağlık karnesi vermektedir; ama işçilerin sendika kurma ve yürütmelerini de engellemektedir, neden acaba? Binlerce grev kırıcı, zorba, espiyon, bu işler için ayrılmış milyonlarca dolar; Harry Bennett adlı kurnaz ve sadık bir müdür eliyle, örgütlenmek isteyen işçiye kan küstürmüştür. Ford Motors Company kapısında sendika bildirisi dağıtan işçi temsilcileri, pazulu ve kafaları traşlı adamlar tarafından pestile çevrilmişlerdir. Richard Frankesteen, öldürülen binlerce sendikacıdan sadece bir örnektir: Dört kişi onu kollarından, bacaklarından tuttular ve dört bir yana çekmeye başladılar. Kıvranıp duran vücudu yere düştü. Sonra başkaları gelip tekmelemeye koyuldular. Yüzünü, böğürlerini, başını ezdiler. Başkan Kennedy'nin öldürüldüğü Dallas'a, 13 Haziran 1937'de, otomobil fabrikalarında çalışanların temsilcisi olarak iki işçi gitti. Amaçları orada sendika kurmaktı. Bir otele inecekler, sonra oradaki arkadaşlarıyle buluşacaklardı. Bir sandviççiye girip öğle yemeğine oturdular.

3


Henri Ford'un adamları her yerde kol geziyorlardı. Izbandut Perry ve yardımcıları, küçük lokmalarını yutmakta olan sendikacılara saldırdılar. Tekmelerle, muştalarla, B. Louis ve L. Guempelheim'in işlerini bitirdiler. Bu saldırı Dallas polisine bildirildi. Ama bir tek tutuklama olmadı. 26 yıl sonra orada bir Başkanın öldürülmesi, ölümün «faili meçhul» kalması, yani, zavallı Ken-nedy'nin kim vurduya gitmesi, işlerin iç yüzünü bilenleri hiç şaşırtmamıştır. Bir vakıf kurarak dünyanın her yerine ve bu arada Türk eğitimine kadar kol atan, büyük ekipleri dolaştırıp raporlar hazırlatan Ford Motors Company, sendikacılara karşı. Nisan 1945'e kadar dayattı; bir tek sendika ve sendikacı sokmadı fabrikalarının kapılarından içeri. 194Tde çilekeş işçiler, Anayasaya, polise, Senatonun inceleme komisyonlarına güvenmeyi bırakıp birbirlerine sarılarak, biribirlerinin arkası, kalesi olarak yürüttükleri savaşı tutturdular ve sendikalarını kurdular. Ama bu sefer de kaleyi içerden yıkma hileleri harekete geçti. Hizip yarattılar. Yöneticileri satın aldılar. Alamadıklarını birbirine düşürdüler. Hiziplere paralar, silâhlar verip iç kavgaları körükledi/er. Binbir çileyle kurulan Amerikan sendikaları işçilerin hakkını koruyacak ve düzen değişikliği için savaşacak yerde, sapsarı kesildiler, giderek kendilerini bu hale getiren bozuk düzeni korumağa başladılar. Robert Kennedy, T 957'de bu sendikaların rezilliğini inceleyen komisyonun hukuk danışmanıydı. Ulaştırma İşçileri Sendikasının gangster başkanı Hoffa'nın suçlarını ortaya çıkarmak için var gücünü harcadı. Hoffa mahkûm oldu. Adalet Bakanı iken bile Robert Kennedy bu yüzden ölümle tehdit edildi durdu. «Çirkin Amerikalı» sözünü bir kitap adı olarak ilk kullananlar, sonra onu dünyaya yayanlar Amerikalılardır. O güzelim ülke bir zamanlar bomboştu. Kızılderililer, barışçı gelenekleri içinde yaşayıp gidiyorlardı. At/antiği aşarak, dalgaları yararak bunlar geldiler. Vurup kırarak Kızılderililerin kırsal düzenini yıktılar. Kültürlerini sildiler. Yerine Ford, Rockefeller, Dupont, US Stell Corp., General Motors, Standart Oil, Chase National Bank, Mutual Life Insurance... gibi fabrikalar, bankalar, sigortalar, petrol ve çelik işletmelerinin özel ellere, büyük tröstlere geçtiği bir düzen kurdular. Edgar Allan Poe'-nun, Melville'in, Whitman'm oluşturduğu ülküler tez zamanda kokuştu. Bütün ülke, aşırı üretim ve kazanca yönelen zenginlerin yükünü ve kahrını çekmeğe başladı. Aşırı üretim, yeni ulusun 'baş belâsı olup çıktı sonunda... Dünya 1945'te bir savaştan çıktı. Ülkeler harap, uluslar yoksuldu. Analar, çocuklar açtı. Büyük tröstlerin aşırı kazançları birden duruvermişti. Bu yüzden öfkeli ve hırçın idiler. Uçak, cip, GMC kamyonları, top, tank, akaryakıt, yağ, tüfek, mermi, lastik ve bilcümle asker donatımı üreten/er; bunları devlete, devletlerarası bağlaşmalara satarak dünyada en «kral» kârı sağlıyorlardı. Radyolar, gazeteler, TV şirketleri el/erindeydi. O savaşta ondokuz buçuk milyon ölü vermiş ve baştan başa yıkılmış olan Sovyetler Birliği'nden «zavallı masum yurt»larına bir saldırı gelecekmiş gibi yayın yaptırmaya başladılar. İlerici Parti (Party Progressistej'nin bütün toplantılarını bastılar. Partinin Başkanı Wallace'a: «Moskova'ya!... Kızıl komünist Moskova'ya!...» diye bağırdılar. Zenginlerin kukla kuruluşları Kara Lejyon, Ku Klux Klan. John Birch Society, ortalığı kastı kavurdu. Kıpırdayana «Komünist» damgası vurdular. Sonra bir tilki kadar kurnaz ve bir ev kedisi kadar uysal olan Harry Truman'ı yeniden Başkan seçtirip onun imzaladığı doktrinleri, planları yürütmeğe başladılar. Uzman, sermaye, araç gereç yardımıyle yoksul ulusların gözlerini boyayıp, bütün savunma sistemlerini, asker giyimlerini, savaş araçlarını, cephane ve donatımlarını yenilemeye giriştiler. Her ülke olağanüstü bir hızla silâhlanıyor ve yığınak yapıyordu. Ulusal bütçelerin % 25'leri, % 30'I arı savunmaya ayrılıyor, öteki hizmetlere ödenek kalmıyordu. Truman Doktrini'nin, Marshall Planı'nın girdiği ülkeler, akıllarını peynir ekmekle yemişler gibi, bu tröstlerin ürettiği savaş mallarını alıp habire yığıyorlar, yığıyorlardı. Ama Sovyetler Birliği saldırmadı. Kore savaşları küçük doyumlar sağladı. Hâlâ resmen bitmemiş olan bu savaş, ardından Vietnam'ı getirdi. Bu «küçük» savaşlar yetmiyordu; ama iyi kötü idare ediyorlar. Ülkeler bölünüyormuş, yakılıp yıkılıyor-muş, uluslar gittikçe yoksul düşüyormuş, Amerika'nın ve öteki ulusların oğullları kızları cephelerde ölüyormuş, aldırmıyorlardı. Kendinden öncekilerden daha az savaşçı olan John F. Kennedy, «Barış içinde bir arada yaşama»ya razı idi ve bunun için öldürüldü. Bunun için onu öldüren «şebeke» ortaya

4


çıkarılmadı. «Geriye doğru tırmanarak Vietnam savaşını durduracağım!» diyen Robert Kennedy'yi barışçı Amerikalılar seviyorlardı. Dünyada buzdolabından daha çok satılan savaş taşıtlarını yapanlar ise elbet sevmezlerdi. Onu, tam Başkanlığını kesinleyen California önseçim sonuçlarının belli olduğu gün alnının ortasından vurdular. Sözgelimi, Bir General Motors, bir Ford, tek başına, bizim buralardaki bir devletten çok çok güçlüdür. Bilim kurulları, araştırma enstitüleri bir değil, binleroedir. Elbet işleyecekleri cinayet, bizim toprak ağalarınınki gibi kaba ve binbir ipucu bırakacak biçimde olamaz. Onlar kıldan ince, kılıçtan keskin planlarla harekete geçerler. Tetik çekici olarak geçen sefer kimi seçtiler hâlâ belli değil, bu sefer kimsenin kuşkulanmayacağı Ürdün asıllı bir fanatiği kullanırlar. Böylece on çocuk babası, kırk iki yaşındaki bir adamın gövde--sini kaldırıp atarlar yeryüzünden. Küçücük bir sendikaya dayancası olmayan sermayenin Malcolm X, Martin Luther King ve Kennedy'ler gibi reformculara dayancası olabilir mi ? Ama Birleşik Amerika, aynı zamanda tıpkı bizler gibi onur sahibi, beyin ve yürek sahibi insanların ülkesidir. Onlar da tıpkı bizler gibi genç, ana, baba; utanma sıkılma bilir insanlardır. Yasaların, polislerin, hatta anayasaların nasıl satıldığını, devletin gangsterler eline nasıl geçtiğini bilirler. Onların da devrimci gençleri, sanatçıları' öğretmenleri, işçileri, askerleri, siyasal sosyal kuruluşları vardır. Bugüne kadar o milyonlar, bu zengin azınlığı alaşağı etmediyse, edemediyse, bundan sonra da edemez, edemeyecek anlamına asla gelmez bu! O güzel kıyılarda, denize giren ışıklı kentlerde, çalışan, ezilen işçiler arasında, yüz binlerce üniversitelide ve utanç içinde kıvranan halkta hiç bilgi, hiç bilinç yok diyemeyiz. Her an oradan bir güzel haber, bir güzel ses, Amerika'nın gerçek sesi gelebilir. Orada dünyanın güzel çiçeklerinden biri açabilir. Bu kadar kurban ve bu kadar utançtan sonra Amerika buna hak kazanmıştır. AMERİKAN SARGISI Ankara, 8.6.1968 FAKİR BAYKURT 10 ÇD o CD O ANKARA Bu yol, Boğaz'ın gündoğusundan başlar. Bos-tancı'yı, Küçükyalı'yı, Pendik'i yalayıp koşar yukarı. Hereke'de dağın içine kıvrılır. Sakarya kıyılarında patates tadarının arasından geçip yüksek Bolu dağına tırmanır. Yerli yabancı otobüsler, durmaksızın bir arka boru dumanı çıkarırlar. Otobüsler, kamyonlar, haftanın, yılın her günü; günün her saati, doğudan batıya, batıdan doğuya yolcu ve yük taşırlar. Fabrikadan yeni çıkmış, yada üçüncü, beşinci, yirminci elden satın alınmış kaptıkaçtılar, kıç kıça, bu yandan o yana, o yandan bu yana akarlar. Yedi renk üstüne otobüsler, otomobillerdir... Bolu Dağının köylüleri iki tekerli kağnılarına bazen meşe dalı, bazen mısır sapı yükleyip çekerler. Öküzlerin ayakları küçük, adımları kısadır. Ve boyunduruklar, boyunlarını kavlatmıştır. Titreye titre-ye yürürler. Poturlu, çağşırlı, kuşaklı dağ köylüleri.. Yüzleri sakal. Hep sakal. Dudakları yalama. Kadınları gerilerden ve yolun kıyısından kıyısından yürürler. Sırtlarında bebeleri... Bebelerin küçük gözleri yumuktur. Uyur gibi görünürler güneşten. Anaları yürürken ağlamazlar. Ve dağlar çetin kayalıklardır. Kayalıkların altı, açılmamış, işlenmemiş madenler... Madenlerin türlüsü, çeşidi vardır. Çamlıklar arasındaki düzlüklerde ağıllar, küçülmüş davar sürüleri, yayla huğları göze çarpar. iki yakada, uzakta, yakında, kuruldukları günden beri harap köyler. Evlerin tümü taştan, tahtadan... Ve yol yükseklere çıkar. Ufacık Reşadiye gölünü geçer. Gölün kavakları hâlâ çok küçük. Ve Gerede... ekmeği ve hafızıyla ünlü. Çok dinci bir ka-sabadir. Derli topludur. Duvarlarında yüzlerce otobüs sürücüsünün resmi asılı yol kahveleri, aşçı dükkânları....

5


Toprağın bitkileri birden değişir. Vadiler genişler. Mürtet Ovasına açılır yol. Ovada ekin olur. Kavun karpuz, armut, üzüm olur. Değişik iklimin eski köylüleri derelerin söğüt ve kavaklarını biribirine çatarak, birer lokma gölge için, yol kıyılarına çardak kurarlar. Çıkardıkları kavunu, üzümü satmaya çalışırlar. Kış gelince kahvelerin tamları buğulanır. Ova ıssızlaşır. Akarsuların kıyıları erken erken buz tutar. Ve yol, ziftten dokunmuş bir kolan gibi, Anadolu'nun, Anadolu'daki binlerce köyün başkentine, 1950'ler Ankara'sına ulaşır. «Yerli Export-Import Taş»ın «sorumlussu Melih Dalyan, bölük pörçük uykusundan uyanıp: «Yavaş sür oğlum, yavaş sür şunu!» der şoförüne. Teneke ardiyelerin, hurdalıkların arasına giren yol, birden, gidiş-geliş ikiye ayrılır. Mslih Dalyan, uykunun tatlı sersemliği içinde, kendi kendine konuşur: «Ben bu Ankara'nın yolunda, bir taşıt kazasında ölmek istemiyorum anladın mı? Yavaş sür arabayı.'...» Şoför Kerim, aynada, Melih Dalyan'ın uyanmış yüzünü bulur. Direksiyonu sol eline bırakıp sağ eliyle bıyıklarını düzeltir. Gaza basıp sollayarak bir demir kamyonunu geçer. Melih Dalyan, «Nasıl olsa öleceğiz ölmeye...» der içinden. «Ama ben bir taşıt kazasında ölmek istemiyorum!» Cam kırıkları, tuz buz bir ölü... Arabanın önü yanı çarpılmış. Asfalt kan içinde... «Hayır!» Kerim, arabayı Yenimahalle köprüsünün altından geçiriyor. Trafo'dan sonra sağa kıvrılıyor. Makarna fabrikası. Külüstür Yeşilova oteli. An16 kara duman içinde. Yüksek yapıların bacaları kara. Kavşak, Gençlik Parkı, Evkaf Apartmanları, tiyatro afişleri... Radyonun önünden geçen yol. Kızılay'daki saat. «Sağ yap Kerim!» Maltepe Camisinin minareleri küçülmüş mü, ne? Yeni yapılar çıkmışlar: Yüksek ve çok yüksek! «Şimdi sol yap! Biliyorsun...» Gençlik Caddesi... «Yeşil apartman! Biliyorsun! Sağa al şimdi...» Kerim, arabayı sağa alıyor. Duruyor. Dönüp Melih Dalyan'a bakıyor. Geniş yüzü beyazdı, pembeleşiyor. Açıyor hemen kapıyı, inip. Arkadaki iki valizi çıkarıyor. Yürüyorlar. «Yarın 8.30'da gel olmaz mı, Kerim? Yok yok, tam 8.00'de gel. Korna filan çalayım deme. Haydi...» Valizleri Melih Dalyan kendi alıyor. Otomatiği yakıp merdivenlere tırmanırken bir şükür çekiyor, derinden. Bir şükür daha çekiyor. «Ölmedim!» Bir kat çıkıyor. «Ne bu korku be?» Bir kat daha çıkıyor. «Nerden çıktı bu korku son günlerde?» Bir kat daha çıkıyor. Nilüfer'in kapısı. Zil. Zilde adı yok. Kapının altından ışık sızıyor. «Ayak seslerimi bilir! Açar hemen! Koşarak gelir, açar...» Kapı açılıyor. Ni'nin güzel, esmer ve çok güzel yüzü! Kara gözleri! İri dudakları! Valizler elinde, süzülüyor içeri. Yere koyup doğruluyor hemen. «Şükür, şükür, gördüm bir daha!» diyor içinden. Omuzlarından tutuyor Ni'yi. Göz altları yorgun biraz. Sarılıyor. «Şükür!...» Banyo sıcak. Su ılık... Karşı apartmanın bacasındaki duman, man-tarlaşıyor. Doyamadığı bir rahatlık içinde. Ni, sırtındaki bornozun eteklerini toplayıp Melih Dal-, yan'a bakıyor: «Gidecek, iki üç gün sonra, gene gidecek. Sonra kimbilir kaç ay gelmeyecek! Seyrelen sarı saçlarını taramadı, başındaki. Böyle daha güzel. Mavi gözlerinde balıklar oynuyor. Uzun, uzuuuuuuun 17 gelmeyecek! Uzak iklimlere sefer yapan gemicinin karısı gibi, her gün kabaran bir özlemle bekleyeceğim. Ya gel diyeceğim, pikaba her gün o pilâğı koyacağım; yada beni yanına aldır amaaan! Ben bu adama doymayacağım!» Melih Dalyan da, karşı apartmanın dumanlarına bakıyor. Susuyor. «Dört bir yanı gecekondular sardı. Köylerin baskınına uğradı Ankara. Kapıcısı, satıcısı... Bir de dalaveracı insanlar! Şu bizim kapıcıyı al: Bir kilo pirzola diyorsun, 800 gram tarttırıp getiriyor. Kapıcısı satıcısı şirket olmuşlar."» «Evet...»

6


«Alacaklı' alacaklı bakıyorlar insanın yüzüne. Sesini kısıyorsun...» Melih Dalyan, kulak altını, ensesini okşuyor Ni'nin: «Para için filân üzme kendini, anlıyor mu: sun?» diyor. «Para için! Başka bir şey için! Hiçbir şey için üzme kendini!» «Ama, biliyor musun?» «Üzme kendini! Üzülmek yakışmıyor sana!» «Ama, biliyor musun?» «Biliyorum, 'ayrılıklar... Çok uzun' diyorsun.» Ni, Melih Dalyan'ın elini tutup sıkıyor: «Seni hiç bırakmak istemiyorum Melih! Kapanmak günlerce, haftalarca! Biliyor musun çok sıkılıyorum. Biliyor musun, geceler çok uzun. Bazen geceler bitmiyor. Bazen sabah olmuyor sensiz. Seni kapatmak istiyorum, sana doyana kadar, senden bıkana kadar!» «Bugün Mr. Boger'le buluşmam var. Görüşmemiz uzun sürecek. Sonra bir de yemek yiyeceğiz. Çok çok 3.00'te biter. Biter bitmez gelirim. Bakanlıktaki işleri sonraya bırakırım. Dilediğin gibi kapat. Bir hafta, iki hafta kapat, anladın mı? Sevişiriz, Doyana, bıkana kadar kapat...» «Yemek biter bitmez hemen gel!..» '¦ «Tammam!» «Bekletme sakın! Dediğinden erken gel!» «Tamam!» «Akşama ne istersin?» 18 «Seni!» «Yemek olarak diyorum?» «Seni seni seni!» «İçkimiz var; pişecek bir şey söyle!» Melih Dalyan, Ni'yi omuzlarından bastırıyor: «Tatlımız var; limon isterim, Çiftlik yoğurdu isterim!» «Ah! Yemek soruyorum, uzatıyorsun!» Gülüyor: «800 gram pirzola aldırırsın...» Ni de gülüyor. Melih Dalyan'ın bornozunu topluyor ortadaki. «Bu apartmanın kapıcısı kim şimdi biliyor musun? Deliviran köyünün muhtarı! Muhtarlığı bırakıp gelmiş, kapıcılık ediyor! Esenboğa yanlarında bir köymüş! Köylerin muhtarları bile göçüp geliyor, ötesini anla!» «Boşver... Üzme kendini bunlarla... Bizimkiler seviniyor şimdi buna. 'Sermaye akını artıyor dışardan. Yeni yeni fabrikalar. Montaj sanayii genişliyor. Ve naylon, gazoz sanayii... İşçi bulma zorluğu olmaz' diyorlar.» Kapkara bir zil sesi. Ve soğuk... Sokulup giriyor araya. Zırlıyor ince. Ben kapı zili sanıyorum. Ni, «Telefon!» deyip koşuyor. Ardı sıra ben de gidiyorum. Telefon kulaklığını kulak memesindeki tüylerin üstüne kapatıyor. Ağızlığı da dudaklarına yakın getiriyor. Bu ne güzel kadın, ölüyorum! Ni, bir iki söz konuşup telefonu bana veriyor. Nancy telefonda: Mr. Boger'in sekreteri. Tek-saslı bir İngilizce. 8.30'daki buluşmanın 9.50'ye kaldığını bildiriyor. 8.30'da, Mr. Boger'in büyükelçiyle konuşması gerekiyormuş. «9.50, daha iyi!» diyorum Nancy'ye. Kapatıyorum. Kolumdaki saate bakıyorum. Sekiz. Gidip ağzımı yıkıyorum. Giyinip saçlarımı tarıyorum. Pabuçlarımı geçiriyorum ayaklarıma. Ni paltomu tutuyor. Öpüyorum ağzından, elinden, saçından. Çıkıyorum. Saat 8.15 olmuş. «Mr. Boger'le buluşmayı 9.50'ye aldık Kerim.» diyorum şoföre. «Ama ben çıkıp geldim.» 19 Gözlerini kaldırmadan bakıyor bana. «Kal-saydınız dokuz buçuğa kadar.» diyor. Girip arabaya oturuyorum. İçimde bir çalkantı. Denizlerin dibinden dürülüp dürülüp geliyor. «Dolaşalım biraz.» diyorum. Ni'yi de alsam mıydı diye geçiriyorum içimden. Yok! Topu topu 45-50 dakika, bir şeye benzemez, diyorum. Kerim'in aynadaki gözlerine 'gidelim' işareti veriyorum. «Ne yaptın, nasıl geçirdin akşamı?»

7


Aynada gözlerimi buluyor: «Ablamlara git-t'm, Esat'ta.» diyor. «Ablanlar mı var Esat'ta?» «Evet.» diyor. «Enişten de var öyleyse?» Gülüyor: «Eee var tabiî! Eniştem olmasa ablam burda ne yapar?» «Ne yapıyorlar Ankara'da? Yani ne iş tutuyorlar? Arabayı şeye sür Kerim... Keçiören'e sür. Ben bu sisi sevmiyorum, anlıyor musun? Yani bu pis dumanı demek istiyorum. Ankara gittikçe berbat oluyor! Şu arabaların külüstürlüğüne bak yahu Kerim! Hurda! TUSLOG'da bir ahbabım var, «Geri kalmış ülkelerin karakteristiği, caddelerindeki arabalardır.» diyor. Adam hakli! Şu sokaktan sol yap Kerim. En yüksek yerine çıkar beni Keçiören'in. Dumanın, pisliğin üstüne demek istiyorum, anlıyor musun?» Kerim, dikkatle koşturuyor arabayı. Motorun sesi varla yok arası. Prevantoryum'un oradan geçiyoruz. Arabanın çekişi iyi. «Virajları güzel al oğlum!» diyorum içimden. Aynada gözlerimiz buluşuyor. Başka bir virajda gözüm Hüseyin Gazi tepesine değiyor. Altındağ'ın evleri üstüste. Altındağ'ın oralarda, Saymekadın'ın, Abidinpaşa'nın oralarda sis yok. Duman, Kzılay'da, Bahçeli'de Maltepe'de, Cebeci'de. En çok Maltepe'de sanki. Anıtkabir görünmüyor. Gençlik Caddesinde Ni kayıp. İsrailevleri görünmüyor. Kavaklı, Esat görünmüyor. «Ni'yi Keçiören'de bir yere, bir bağ evine taşımalı. Ama sıkılır! Sıkılır!» diyorum. Kerim, gazı kesiyor. Camı açıyor biraz. Hava denen güzel şey buralarda var, canına yandığım! Bu20 ralarda uyku iki kat olur insana. Buralarda Ni üç kat, üç yüz kat tatlanır, diyorum. Kerim bir Bafra uzatıyor. Yakıyoruz. Sonra açıp kapıyı, dışarı çıkıyorum. Uçaktan bakıyorsun gibi. Bulutların altında gibi Ankara. Gecekondular dört yanından sarmış. Göibaşı'na giden yolun oralarda kireç ocakları. Dikmen sırtlarında, Balgat'ın oralarda gecekondular. Kerim de inip geliyor arabadan. «Gecekondular boğacak Ankara'yı!» diyorum. Gülüyor: «Ankara boğulur mu?» diyor. «Gazetelerin yazdıkları doğruysa, ki resmî istatistikler az gösterirler, boğmak üzeredir.» Çankaya sırtlarına doğru kaçıyor gibi başkent. Oralarda yeni, yüksek yapılar. Bahçeli'nin ardında Yeşiltepe Kooperatif Evleri, Kaçıyorlar, besbelli! Kerim, sigarasını savuruyor derin derin. «Hep ablanlarda mı geçirdin geceyi?» «Ablam bulgur pişirmiş. Enişte de turşuyu çok sever. Tıka basa yedik bir güzel. Yeğenler de araba diye tutturdular. Bir Kızılay-Ulus yaptık. Sonra' Çankaya sırtlarından geceyi seyrettiler uzun uzun. Ankara'nın ışıklarına hâlâ şaşıyorlar!» «Ne iş yaparlar, onu anlatacaktın, sizinkiler?» «Bizimkilerin belli bir işi yok efendim. Enişte kapıcıdır. Yakar kaloriferleri. Bakkala gider. Süt, yoğurt, kıyma, pirzola, kuşbaşı... Ablam da merdivenleri siler. Sonra çamaşır, bulaşık...» «Köyden geldiler, öyle ya!» Sigarayı savuruyorum. «Köyden geldiler. 'Geleceğiz' diye tutturdular ille!» «İyi mi rahatları?» «'Rahatız' diyorlar ya, nasıl rahat olsunlar! Çocukların benzi yok. Ablam da... iyice kansız...» Kerim susuyor. «Neden bu kadar çok gelirler Kerim?» Omuzlarını oynatıyor. Susuyor. Sigarasını emip bitiriyor. Çankaya'nın bir caddesi kayış gibi belirtiyor. Oralara bakıyor. Üşüyor biraz. Ben de üşüyorum. Yüzüne bakıyorum Kerim'in. Gene omuz21 ¦arını oynatıyor: «Zordur!» diyor. «Köyler... Daha da zoralıyor! Hem de durmuyor artık insanlar! Yani durmak istemiyorlar! Bir kere sökülünce ucu. Koyun sürüsüne benzer. Önden yürür bir koyun. Ötekiler onu izler. Öyle bir şey yani. Gene de fena sayılmaz ablamgilin rahatı.

8


Yeğenler okuyor. Kızların okumasına, karışan görüşen yok.» Susuyor. Göz kapaklan sinik. «Ne alır enişten iki apartmanın kapıcılığından?» Bir süre daha susuyor. Peki ama neden susuyor ikide bir? «İkişerden dört yüz!» diyor sonra. Eğiyor başını yere. Bir süre öyle durup arabaya yürüyor. Saate bakıyorum. Ben de yürüyorum. Gözlerimiz aynada buluşuyor gene. İkişerden dört yüzün küçücük sıfırları dolaşıyor gözlerinde. Ellerini direksiyona koyup bekliyor. «Çamaşır bulaşık, iki yüz de ablam doğrultur, altı yüz!» diyor. «Fena para değildir onlara.» «Benim İstanbul'daki evin iki günlük harcı.» diyorum, içimden Ni'yi geçiriyorum. Sabah gözlerime sabun kaçırdı oynarken banyoda. Beni sabun-ladı, oğdu uzun uzun. Sonra duşu açtık bir süre. Ilık suların altında öptük biribirimizi. Havlularla silindik. Bornozlara bürünüp çıktık. «Aslı'nın dersleri nasıl kolejde?» «İyi... iyiydi ama birkaç aydır bir duraklama var kızda. Yatılı verdim diye bir burkulma belki. Bilmiyorum. Bana karşı bir değişme seziyorum davranışlarında. Bakıp bakıp bir şeyler buluyor gibi...» Duyarlı kadındır Ni. Kerim saatine bakıyor. Gözlerimiz buluşuyor aynada. «Yeğenlerin okuması iyi mi?» diyorum. «Var ikişer üçer kırıkları! Öğretmenlerin dini imanı yok efendim? İstanbul'da benimkiler de ikişer üçer kırık getiriyor her karne... «Seninkilerin benizleri de yeğenlerinki gibi mi Kerim?» «Benimkiler yediklerini inkâr ederler hep!» Birden aklım karıma gidiyor. Gittikçe kilo alır. Büyür gerdanı göbeği. Perhiz üstüne perhiz. Kantar, korse... Ni'nin vücudu ne güzeldir öyle! Balık eti! Yer, doyurur gözelce karnını. Sonra alır eline bezleri, çarpa çarpa siler döşemeyi, tabanı... «Karın zayıf mıdır Kerim?» Gözlerimiz aynada... «Sür arabayı haydi.» diyorum. Sürüyor. «Kadınların işi zor aslında.» diyor Prevan-toryum'un oralardan inerken. «İki sefer çocuk aldırdık. Ne olsa sarsıyor kadını...» «Vali Reşitbey Caddesine süreceksin arabayı.» diyorum. Amerikan Elçiliği'nin önünden geçiyoruz. Kuğulu Park'ın yanındaki çataldan ilerliyor araba. Saate bakıyorum. Var daha. «Biraz acele mi ettik, ne?» diyor Kerim. Ekliyor: «İsterseniz bir Çankaya yapalım, ha?» Aynada gözünü bulup: «Yap!» diyorum. Döküntü arabaları hızla geçerek yokuşu çıkıyoruz. Amerikan Subay Kulübünün oraya gelince durmak istiyor Kerim. «Boşver, 14 Mayıs'a doğru sür.» diyorum. «Boylu Sokaktan, Esat'tan iner geliriz.» diyorum. Boylu Sokak'tan iniyoruz. «Yavaş!» diyorum Kerim'e. İki yakaya güzel evler yapmışlar. Zenci hanımlar görüyorum pencerelerden içerde, dudaklarını boyamışlar. Sonra belleri kopacak kadar incelmiş sarışınlar... «Buralar hep Amerikanların diyor Kerim, «Çocuklarını otobüslerle okula götürüyorlar!» Esat'a giriyoruz. Blûcinli kızlar sokaklara çıkmışlar hep. Sırtlarındaki çobanlar da çok moda oldu. Dükkânlar, berberler, kadın berberleri... Dükkânlarda İngilizce levhalar. Kiralıklarda «For renî»'ler, «To /ef»ler... Akay'dan iniyoruz. Hoşdere'ye kıvrılıyoruz. O yüksek yapının önündeyiz. Pencerelerin bütün perdeleri açık. Tıraşlı zenci kafaları. Birer jç gömlekle görünüyorlar içerde. Gözlerini buluyorum Kerim'in. «Hızlı sürme!» diyorum. Yapının önünde USA ordu 22 23 taşıt araçları. Bir erzak arabası gelip yanaşıyor, kocaman... «Ben bu conni\er\ hiç sevmiyorum efendim!» diyor, birden. Gözlerimiz buluşuyor aynada. «İyi insanlardır çoğu.» diyorum. «Sen bakma gazetelerin yazdığına. Onların hepsi kışkırtma. Yok insan ezmiş, yok kadın kapatmış. Kaza bu oğlum, olur. Yavaş sür arabayı. Kadına kıza gelince...» Elimi kaldırıp iki parmağımı birbirine sürtüyorum. «Para!» diyorum. «Paranın etkisi! Ama kapattırmasınlar kendilerini, gözleri kör mü?» Gözlerimiz gene buluşuyor. Gülüyor Kerim. Gülen dudaklarının üstünde bıyıklarını

9


görüyorum. «Herkeste Amerikan eşya tutkusu! Naylon dona, tergal eteğe hevesleniyorlar. Kızlara bluz, blucin... Bizimkilere de kızıyorum yani! Misuri diye bir zırhlı gelmişti. Askerim o zaman. Alayın şoförüyüm. Denizde, karada birliklerle karşıladık Amerikan bahriyelilerini. Vali bir nutuk söyledi. Çiçekler, çelenkler. Her yere bayraklar asıldı. Bilmem kaç pare top al-tılar. Bir hafta süreyle bizim halk kuyruğa girdi ki, 25 kuruş verip zırhlıyı görsün! Halk, yirmi beş kuruşa zırhlı görürken, idareciler de Abanoz'u yeniden badana ettirip boyattılar. Hemi de sermaye kızları muayeneden geçirtip, kapıları yerlilere kapattılar ki, yalnız Amerikan bahriyelileri girebilir. Be/ı böyle işlere çok kızarım efendim!» Aynada gözleri... Abanoz'u ben kapatmışım gibi bakıyor yüzüme. «Peki, suç kimin? Amerika'nın bir büyük gemisi gelmiş, gelir. Niye vali çıkıp nutuk çekiyor? Niye çiçek, çelenk, yirmi beş kuruş alıp kuyruk oluyorsun? Niye boya, badana, Abanoz'u kapatıyorsun? Değil mi ama şimdi?» «Amerikanlar çok kurnaz. Ne yapıyorlar, tutup bir hindi gönderiyorlar; uçağa bindirip...» «Evet, esprisi var. İngilizcede hindi demek, Türkiye anlamına geliyor. Herif bir cemile yapıyor, ne var bunda?» «Göndermesin! Ondan hindi isteyen yok!» 24 «Durdur arabayı. Beri bak, istersen durma buralarda. Öğleye kadar gez toz. On ikide, yarımda burda ol, yeter.» Gözlerini indirdi Kerim. İçinin saklı duygularını taşırmış gibi bir pişmanlığa düştüğünü gördüm. «Çok konuştum.» diye kendine buğuz ediyordu. «Beri bak, kızma kendine, Kerim.» «Kızıyorum.» dedi usulca. «Connilere de kızma. İnsanın hepsi insan. Con-niler de insan. Kaç yıllık bir ömür için geliyoruz şu dünyaya, düşünsene. Herkes geçip gidecek. Conni de gidecek, sen de, ben de...» Çıktı, arabanın kapısını açtı. Ben de çıktım arabadan. Yüzüme yiyecek gibi, beni öldürecek gibi bakıyordu. Elimi kaldırıp 'haydi' işareti yaptım. Kara, küçük çantamı aldım. Pabuçlarım boyalı, gömleğim temiz, içimin fırtınalarını dindirmişim., yürüyorum. Saat 9.45 olmuş. Pabuçlarım gıcırdıyor. «Aid Mission to the Government of Turkey» levhası. Sarı pirinç üstüne kara yazılar. Birbirine uzanmış iki kol var. Kollarda bayraklar, tokalaşıyorlar. Melih Dalyan, kapıdan girdi, sola yürüdü. Kırk sekiz elli yıldızlı bayraklar duvarlarda. Salt Lake Oity'nin bir fotoğrafı. Mr. President'ın bir fotoğrafı. Pittsburg'daki çelik fabrikalarından birkaç fotoğraf. İnformation'daki bıyıkh adam başını döndürüp baktı. Melih Dalyan yaklaştı. Adam, yardım edip edemeyeceğini sordu. Melih Dalyan: «Mr. Boger'le görüşeceğim.» dedi usulca. «Her hangi bir appointment?» «9.50 için kararlaştırdık.» «Adınız, lütfen?» «Melih Dalyan.» «Dal-yan?» «Evet.» Yazdı. «Odasını biliyor musunuz?» 25 «Biliyorum.» «Buyrun öyleyse.» Yürüdü. Bıyıklı adam telefonu çevirdi. Nancy'-ye Mr. Dalyan'ın geldiğini söyledi. «Ben bunların nesini sevmem biliyor musun Kerim?» dedim kendi kendime, merdivenleri çıkarken. Ofislerindeki bu pipo kokusunu sevmem! Değilse, kibar insanlardır. Terbiyelidirler. Dört yıl kaldım Amerika'da. Yemeklerine, içkilerine, kadınlarına alıştım. Ama pipo kokularına alışamadım... Düzenli çalışırlar. Rahatlarının düşkünüdürler. En basitinden, içecek suyu al. Her merdiven başında bir suluk, bak! Soğutaçlı! Kâğıt bardaklardan içerler. Sonra, Çay Break, Kahve Break... Çayı da soğuk içerler. İçine buz katıp... Çavdar sapıyle içerler. Çavdar sapları kâğıt kılıflarda saklıdır. Temizlik akar hepsinden. Ulan, bizde müdürün ensesi tüylüdür be! Dairelerimizde

10


kadınlar kokar. Bunlar her gün yıkanırlar. Ama, şu pipo kokusu... Nancy kapıya çıktı ben girerken. Güzel kızdı. Bilirdim. Gözlerinin önü taze incir renginde mordur. Mor soğan gibidir. Esmer güzelidir. Boy, bel yerindedir. Dalyan gibidir. Merserize bir bluz sırtında. Dar eteklik giymiş. Göğüslerini çok kaldırmış yukarı. El sıkıştık. Hal hatır sorduk. İçten mi, yapmacık mı bilmem, çok güldü. Beni iyi gördüğünü söyledi. Önüm sıra yürüdü. Dört beş kızın çalıştığı bir odadan geçtik. Duvarlar çelik dolap. Kızların önünde çelik masalar ta Amerika'dan getirilmiş. Neden bu kızlar, bu kadar bol sürünüyorlar o zıkkımları? Yerli kızlar da var içlerinde, kısa boylu. Mr. Boger ayağa kalktı, çıktı masadan. Odanın ortasında tokalaştık. Kendisini Washington'dan tanırım. İyi bir ekonomisttir. Doktorası da vardır. Türkiye problemlerini kısa zamanda Türk ekonomistlerinden daha iyi anlamıştır. Türkiye'de yaptır-üiğı araştırmalar Amerika'da basılmış. Kongre Kitap-lığı'nın kataloguna alınmıştır... Hal hatır soruştuk. Nancy de dikiliyor. Mr. Boger'e çok yakın dikiliyor. Chicago ile Denver arası bir hava yolculuğunda tanıdı bunu. Bir güzel hostes, bir güzel «uçan kız»dı 26 o zaman. San Francisco'ya doğru yola devam eden uçak, ertesi gün, Denver'e geri geldi. Nancy, haftalık iznini Denver'de geçirdi. Denver Hilton'da birbirlerini «tattılar» ilk. Nancy tatlı kız. Mr. Boger de iyi. Uğraşa didine Nancy'yi Ankara'ya aldırabildi iki yıl önce. Daha önce geldi gitti Yeşilköy'e, Esenboğa'ya. Çok fırsat çıkıyordu. Mr. Boger, karısına telefon ediyor, yada not yolluyordu: «Anî bir lüzum. Malzeme devir protokolü için İstanbul'a gidiyorum, honey!» Nancy tatlı kızdır, «devir protokolü» ikişer üçer gün sürüyordu her seferinde. İstanbul, Abant, Akçakoca... yurdun güzel yerlerinde sevişiyorlardı... Şimdi, Mr. Boger'in sekreteridir. Mr. Boger'in karısı, sık sık «home sick» olur. Atlar uçağa, Ohio! Bir gitti mi, altı ay! Dünyanın tadını çıkaran akıllardandır. Mr. Boger ve onunla birlikte Naney... «Nancy'ye zahmetimiz olmayacak sanırım.» dedim Mr^ Boger'e. «Öyle mi? Gidebilirsin Nancy.» Ortadaki küçük masanın başına oturmadan birer «cup» kahve söyledi Mr. Boger. Çantamı açtım. O da birtakım dosyalar hazırlatmış zaten. Firmamızın tekliflerini açıklamaya başladım... ki, bunlar henüz taslaklar halindedir. Bir redaksiyon gereklidir üzerinde ki... onu Mr. Boger'le birlikte yapacağız. Yani bir kısmını onunla birlikte, kalan kısmını da yardımcılarından biriyle... Aslına bakılırsa ben bu işlerden zevk almam fazla. Ben kadınlardan zevk alırım en çok. Sevdiğim kadınla birlikte kuytularda dinlenmekten, denizlere girmşkten... ama insana bir iş lâzım. Bunun için de ahbap lâzım. Ahbapların hatırını hoş tutmak lâzım... ki, Mr. Boger, Boğaziçi'ni çok sever. Nancy de adaları, Burgaz'ı ister. Bir aylığına bir köşk bulmak bazı yazlar zor olur. Araya bizim çocuklardan biri girerse zorluk hemen kalkıve-rir. Bir iyilik ettin mi, karşılığında beş iyilik gelir. Nancy güzel kızdır. On ikiye kadar çalıştık Mr. Boger'le. On ikide kalktık. Ayakta günlük olayları konuştuk biraz. Mr. Boger, yapılmakta olan yardımın ekonomi, eğitim, tarım ve ordudaki etki derecesi üzerinde beliren 27 yeni tartışmalar hakkında ne düşündüğümü öğrenmek istiyordu. Önce konuşmak istemedim. Saydığı alanları kapsayacak bir açıklama yapmanın zor olduğunu söyledim. Ama küçük bir iki görüşümü açıkladım. Genel olarak, insanları, yardım eden, yardım edilen diye ikiye ayırmada temel bir yanlışlık olduğunu belirttim. Yardım edende ister istemez bir üstünlük, yardım edilende ister istemez bir eksiklik... Bu temel yanlışlıktan dolayı yardım göreni memnun etmenin zorluğunu anlattım. İnsanî ilişkiler, pek tabiî olarak karşılıklı çıkarlara dayalıdır. Yardım etmek suretiyle milyonlarca dolar fedakârlıkta bulunan bir millet, buna karşılık o ülkede bazı çıkarlar edinmeli ki, yardım etme takatini koruyabilsin. Bilmem anlatabiliyor muyum? Yardım, geri kalmış memleketlerin yer altı ve yer üstü potansiyelini işletmek için mutlu bir başlangıç olmalıdır... Mr. Boger, söylediklerime katıldı. Tartışmayı, yemekte sürdürmeye karar verdik. Bulvar Palas'a bir telefon edip masa ayırmalarını söyledim. Kerim bekliyordu aşağıda. Mr. Boger kendi arabasını teklif etti. Ben de benimkini. Mr. Boger'-

11


inkine bindik. Mr. Boger, bendeki araba kullanma korkusunu anlamadığını söyledi. Ben de onun hiç durmadan pipo içmesini anlamadığımı geçirdim kafamdan, ama söylemedim. Arabanın içini doldurdu gene. Dışarısı soğuk diye camı da kapattı. Bulvar Palas'ta yemekler iyidir. Temizdir. Müşteriler de temizdir. Zaten müşterilerin yüzde doksanı yabancıdır. İş adamlarıdır. İş yemekleri yenir burda çokluk. Yani bizimki gibi... Garson Necati, Melih Beyle Mr. Boger'e başka emirleri olup olmadığını sordu. Yeniden martini söylediler. Melih Dalyan, kabak tatlısı sormak istiyordu, ama hemen boşverdi. «Ni'nin pişirdiklerine çıkamaz hiç biri! Ne bozayım ağzımın tadını!» dedi içinden. 28 Mr. Boger, piposunu ateşledi. Necati'ye yol verdiler. «Şunun dumanını yüzüme yüzüme savurmasa çok iyi! 'Duman dumanı keser' diye habire «Yeni Harman» içiyorum. Dumanımı da onun yüzüne savuruyorum. Ama, anladığı yok. Neyse! Böyle gidecek bu. Gidecek ve piponun pis kokusu saçıma başıma, giysilerime sinecek. Bana olanlar, Ni'ye de olacak!» Mr. Boger, «tepki belirtileri» ne döndü gene. Amerikan firmalarına engel çıkaran yüksek yetkililerden söz açtı. Dostumun bir basınç altında kıvrandığını seziyordum. Sıkıntısını açıklamaktan çekiniyordu galiba biraz. «Seçimler geliyor!» dedim usulca. «İyi çalışırsak, sağlayacağımız çoğunluk her şeyi düzeltir. Bunlar mesele değil bence. O zaman Ball Tasansı'm da kolaylıkla çıkartabiliriz. Petrol tasarısını demek istiyorum yani. Madenler için de harekete geçeriz. Şimdiki mevzuatta kısıtlama çok. Bunların hepsi oy çoğunluğuyle başarılacak işler. Asıl problem başkadır.» Mr. Boger, bir duman daha savurdu: «Sizce asıl problem nedir?» «Asıl problem...» dedim, ben de sigaramı sa-vurdum yüzüne. «Burası bir köyler ülkesidir, Mr. Boger! Ve Ankara bir köyler başkentidir. Yüzde seksen gibi bir oranla karşı karşı bulunuyoruz. Bilmem anlatabiliyor muyum?» «I know this!» dedi Mr. Boger. «Durum, bütün underdeveloped ülkelerde aynıdır. İlkel tarım araçları kullanılır. Ve azgelişmiş ülke ekonomileri, birer kapalı ekonomidirler.» İçki aldım bir yudum: «Cok traktör geldi birkaç yıldır, ama hepsi de büyük tarla sahiplerinin eline geçti!» «Elimizde bunlarla ilgili istatistikler var.» dedi Mr. Boger. Gene sigaramı savurdum: «Yarıcılar ve hiç tarlası olmayanlar, köyleri bırakıp kentlere geldiler. 29 Başkentin ve öteki kentlerin dört yanını gecekondular sardı.» «I know this!» dedi Mr. Boger. Martini aldı bir yudum: «Elimizde uzmanların yaptığı bilimsel araştırmalar var.» «That is the problemh dedim, sigaramı ben de savurdum. «Bütün köylerde, buna benzer görünür görünmez sebeplerden, bir rahatsızlık var. Bu rahatsızlık bir tepki yaratabilir. Böyle bir tepki, iki ülke arasındaki ilişklere ters bir etki yapabilir.» Gerdanı sarktı. Piposundan duman savurdu. Şarap aldı: «İyi anlamadım bunu.» dedi. «Gayet basit halbuki!» dedim. «Köylerdeki rahatsızlık, onları yollara düşürüyor. Akın akın geliyorlar. Kapıcılık, satıcılık... iş alanı yok. Çok insan geliyor, az iş var. Açlık ve benzeri sıkıntılar insanları başka türlü düşündürebilir.» «Evet?» dedi gözlerini büyütüp. Bir yudum martini aldım: «Gayet açık olarak biliyoruz ki, bir de sol akımlar var ülkede. Büyük işsiz gruplarının kentlerde toplanması, sol akımların işini kolaylaştırır. İnsanlar şu sonuca ulaşabilir: 'Bütün bunlar, Amerikalılar yüzünden oluyor...'» «Doğru değil ama!» dedi. Sinirlenerek piposunu savurdu. «Our goal is... gelişmemiş ülkelerin ekonomilerini kalkındırmak. Başlamak. Başarılı örnekler koymak ortaya. Teknolojinin getirdiği yeni imkânları önlerine seriyoruz.» Piposunu bir daha savurdu. Necati'yi çağırdım işaretle. Elindeki mendili göğüs cebine koyup geldi. Martini söyledim. Kül tabaklarını değiştirip gitti. Az sonra içkileri getirdi. Maden suyu ekledim üstlerine. «Şimdiye kadar yapılanlar, Ankara İstanbul'da, çok çok Adana İzmir'de, belli çevrelerin

12


gelişmesine yaradı. Halbuki söylüyorum size: Burası bir köyler ülkesidir. Lütfen buraya dikkat buyurun...» Mr. Boger içki aldı: «Köyler için, köy okulları için de çok gayretlerimiz var. Geniş çaplı bir Beslenme Projesi uyguluyoruz. Dört milyon çocuğa süttozu, paket peyniri, yağ ve un veriyoruz. Ankara'da kur50 duğumuz iki merkezde, okullar için Audio - Visual ve Printed Materials geliştiriyoruz.» Martini aldım: «Bunların çapı hakkında bir bilgim yok!» dedim. «Ama yirmi milyondan fazla köylüyü, çocuklara verilen birer bardak sütle, birer ikişer resimle avutmak zordur.» Bileğindeki saate baktı, sonra piposunu savurdu yüzüme: «Radyolarda effective kütle yayınları yaptırıyoruz. Televizyon Projesi için de çalışmalarımız var. Birtakım Türk personelini seçip teknisyen yetiştirmek üzere, üniversitelerimize yolladık. Bunlar için geniş masraflar yapıyoruz.» Piposunu bir daha savurdu. Sigaramı savurdum ben de: «Bütün bunlara bir diyeceğim yok!» dedim «Ama Türk köylüsü toprağa bağlıdır.» Durdum: «Dediğim gibi, rahatsızlık başlamıştır. Köylüyü toprağında tutacak çareler düşünmek gerekir.» Piposunu kül tabağına boşalttı: «Bugüne kadar bir yanlışlık yapıldığını söyleyebilir misiniz?» Gözünü gözüme iyice dikti. «Söyleyemem.» dedim. «Yapılan yapılmıştır. Devam da edecektir. Bunların yanı sıra, köyler iç»n de bir şeyler düşünülse iyi olur.» Gözlerini indirdi gözlerimden: «Have to think about it... Düşünmek gerek...» «Gönlünü almak gerek köylünün!» dedim. «İlerde doğacak tepkileri şimdiden önlemek gerek!» «Bir araştırma yapsak olur mu acaba?» «Ne gibi bir araştırma?» «Köylünün eğilimlerini anlamak için...» Sigaramı savurdum: «Zordur bu.» dedim. «Soracağınız soruya doğru cevap alamazsınız köylüden. Kimse alamamıştır.» «Biraz biliyorum bunu.» «Ekonomisi kapalı olanın gönlü de kapalı oluyor.» dedim. «Birtakım tarih gerçekleri de var tabiî ortada.» «Biliyorum bunu da.» dedi Mr. Boger. Saatime baktım: «Özetlemek gerekirse... dedim, «Girişilen teşebbüsler ve ülkelerimiz arasında31 ki dostluk değerlidir. Bunları korumak için memlekete, yani köylere eğilmek gerek...» «İncil'de bir cümle vardır.» dedi. Mr. Boger. «İnsanoğlunun gururu, aşılması en zor dağdır.» «İş hayatının zikzakları...» dedim. «Bazen kendi gururumuz da bize engel olur.» Yüzüne baktım. «Gururumuzdan gerektiği kadar vermek mümkündür.» dedi. Kürdan alıp dişlerini kurcaladı. Necati'den hesabı istedim. Mr. Boger, piposunu dolduruyordu yeniden. Hesabı önüme çektim. Para çıkarıyordum, atıldı: «Müsaade etmez misiniz?» «Siz müsaade ederseniz memnun olurum.» dedim. Çıkarıp bir yüzlük koydum. «Üstü kalsın.» dedim Necati selâm çakıp gitti. Bir «Yeni Harman» yaktım. '«Bu konuda biraz daha konuşabilsek iyi olur.» «Elbet!» dedim. «Birkaç gün Ankara'dayım. Ni'de kalıyorum, Nancy biliyor.» «Birkaç gün erken olur.» dedi. «Başka bir gelişinizde belki., yada., birkaç gün içinde Ni ile Nancy'yi alıp çıkarız bir gece.» «Çok memnun olurum.» dedim. «Çiftliğe yada Yeldeğirmeni'ne gideriz...» Piposunu savurdu yüzüme: «Uzmanları çağırıp bir toplantı yaparım ofiste. Bu konuda we have to think...» Ben de sigaramı savurdum yüzüne: «En doğrusu bu olur. Uzmanlar çok yol bulurlar.» «Tabiî!» dedi «Çok teşekkürler bu güzel yemek için!» «Sigarayı kül tabağına bastım: «Ben teşekkür ederim, afiyet olsun!» dedim.

13


Necati, ikimizi de selâmladı çıkarken. Öteki garsonlar da selâmladılar. Dışarda hava ılımış. Yerdeki kar eriyor bir uçtan. Arabaya varmadan to-kalaşıp ayrıldık. Kerim, arabayı TMO'nun önünden, Emekli Sandığı'nın üstünden sürdü. Bakanlıkların merdivenlerinden elleri kara çantalı, papyon kıravatlı uz32 manlar inip çıkıyorlardı. Uzmanların hepsi de Amerikalı ve gözlüklüydü. Polis Enstitüsü'nün oradan Gençlik Çaddesi'ne girdik. «Boger, makul adam!» dedim kendi kendi-kendime. Sonra, «Makul adam...» diye mırıldandım, Kerim'le gözlerimiz buluştu gene aynada. «Mr. Boger makul adam.» diye açıkladım kısaca. «Anlamadım.» der gibi gözlerini belertti Kerim. Arabayı yeşil apartmanın önüne çekti. «İnsanoğlunun gururu aşılması en zor dağdır!» cümlesi gelip geçti kafamdan. «Yarın öğleye kadar serbestsin. Ablanlara gidersin. Çocukları gezdirirsin..» dedim. «Sağolun!» dedi kısaca. «Paraca nasılsın?» dedim. Başını eğdi: «Var.» dedi, sustu. Çıkarıp bir yüzlük verdim. Usulca aldı, ceket cebine bıraktı. Kapıcının karısı duvarın dibine bir çuval atıp oturmuştu. Yün eğriyordu kirmanla. Köylü entarisi dizlerini örtüyordu. Gökyüzü açılmıştı. Gün vuruyordu yerlere. Çanım oraya oturup bir güneşlemek, kapıcının karısıyle bir konuşmak, bir konuşmak istedi. Ama, Ni bekliyordu yukarda. Bir sıcak havanın içine dalıp merdivenleri çıktım. Saat kılı kılına üçtü. «Uzmanlarla bir toplantı yaparım.» cümlesi geçti kafamdan Boger'in. Sonra, Ni'nin «Çanım seni kapatmak istiyor, biliyor musun?» cümlesi. Zile basmadım. Kapıyı tıkılattım usul usul. Ayak sesleri koştu geldi çabucak. Oh! Ne güzel havası var! Ne güzel kokusu var! Nancy, sağ yanında oturuyordu Mr. Boger'in. Steno ile not tutuyordu. Toplantı masasında on üç kişi vardı. Mr. Boger, masanın bir uçundaydı. Herkesin önünde birer kahve kabı duruyordu. Mr. Boger, konuşmaları yönetirken Nancy'nin profiline dalıyordu. Gözlerinin önündeki mor incirleri göremiyordu. 33 Vali Reşitbey Caddesindeki ofiste yapılan toplantılar, bir kere yoluna girdi mi, konuşmalar kendi kendine oluşur giderdi. Aid Mission to the Goverment of Turkey'de görevli Amerikalı ve Türklerin hepsinin özelliği belliydi. Uzatan uzatırdı sözü ele geçirince. Kısa kesen kısa keserdi. Susan susardı. Şimdi, Dr. Larson konuşuyordu. Dr. Larson, Türkiye'deki bütün köylerin gönlünü alacak bir proje uygulamanın zorluklarını anlatıyordu. Tarım, Sağlık, Eğitim, Ev Ekonomisi diyordu. Ben arada bir kulak verip, sonra Nancy'ye dalıyordum. Üç gün sonra, Nancy'nin yaş günü geliyor. «Karım Ohio'da, anasının yanında!» Nancy diyor ki, «İşten sonra, ofiste formal bir parti yaparız. Partiden sonra, en geç sekizde filan birbirimizin oluruz!» Türk arkadaş Mr. Canata söz istiyor adımla çağırarak. Sırada başkası var mı, yok mu? Nancy'ye bakıyorum. Nancy, Mrs. Taylor'ın adini gösteriyor. «Bir dakika Mr. Canata, sizden önce Mrs. Taylor söz istedi...» diyorum. Mrs. Taylor gülerek atılıyor: «Konuştum ben Mr. Boger!» diyor. Bozulup Nancy'ye bakıyorum. Nancy de bozuluyor. Nelere daldı kimbilir o da? «Ben bir daha söz istediniz sandımdı!» diye düzeltmeye çalışıyor. «Hayır!» diyor Mrs. Taylor. «O halde söz sizin Mr. Canata!» diyorum. Mr. Canata, British İngilizcesiyle konuşuyor. Tek Türk odur aramızda. Konuşmasını ilgiyle dinlemek istiyorum. Dalmamak için gözlerini Nancy'den ayırıp hep Mr. Canata'nın yüzüne bakıyorum. Kelebek kiravati, sinek^bıyığı var. «Bizimkilerin akılları gözlerindedir!» diyor Mr. Canata. Bunun, güzel bir Türk atasözü olduğunu belirtiyor. Söz arasında atasözlerinin toplanmasını, değerlendirilmesini, bunun için bir enstitünün kurulmasını öne sürüyor. «Neyse...» diyor sonra. «Bu probleme bir çare olmak üzere, köylere, böyle... yani demek istiyorum ki, köylülerin gözüne çarpacak bir şey iletmek, akla gelen yollardan biri olabilir.» Esmer yüzüne Hintlilerinkine benzer bir anlam gelip oturuyor bir ara.

14


Hayvard'da Hintli arkadaşlarım vardı benim. Becerikli çocuklardı. Aklımı toplamak için Hintli arkadaşlarımı bırakıyorum hemen. Pipomdaki kalıntıları kül tabağına boşaltıyorum. Yeniden tütün basıyorum. Kibrit çakıp ateşliyorum. Nancy bir Pall Mall yakıyor. «Arkadaşlarımın bu yöndeki tekliflerini söylemeleri daha faydalı olur.» diyor Mr. Canata. Teşekkür edip sözünü bitiriyor. Mrs. Taylor: «Her halde en iyisi budur.» diyor. «Öyleyse arkadaşlardan teklif getirmelerini rica ediyorum. Teklifleri ayrı ayrı kâğıda yaz istersen Nancy!» diyorum. Nancy, gene yüzünü bana çeviriyor. Gülümsüyor. Yayın ve Tanıtma uzmanı Lora söz istiyor, «Konuş Lora!» diyorum. Lora, «Benim teklifim şu ki...» diye başlıyor, sigarasını yakıp bir nefes çekiyor. «Türk-Amerikan işbirliğini sembolize eden, idraki kolay duvar afişleri hazırlamak... Aid Mission to the Government of Turkey sembolünü de bu afişlerin bir yerine eklemek... güzel bir şey olur...» «Teşekkür ederim Lora!» diyorum. Jerry Goodman söz istiyor: «Türk köylerinde odalar ve kahveler olduğunu hepimiz biliyoruz. Türk ve Amerikan devlet başkanlarının resimlerini bastırsak, iki devletin bayraklarıyle yanlarını süslesek, bunları çerçeveletip kahvelere astır-sak... bu da faydalı olabilir!» Bir sessizlik çöküyor toplantıya. Belki sessizlik bozulsun, belki Nancy bana baksın diye, «Yazdın mı bunu Nancy?» diyorum. Başını çevirip «Yazdım.» diyor. Sessizlik sürüyor. «Başka bir teklifim benim...» diyor Lora, «Kolay anlaşılır, resimli broşürler, kitapçıklar bastırmak. Türk-Amerikan işbirliğinin sağladığı, sağlayacağı faydalan sıralamak...» 34 35 Agricultural Branch'tan Willy, koyıuıerın çoğunlukla okuma yazma bilmediklerini öne sürüyor. Lora özür diliyor. Willy'den kendi teklifini soruyorum. «Söyleyeceğim.» diyor Willy. «Anadolu'da âşıklar var. Onlar şiirler yaratıyorlar, saz çalıyorlar. Ve besteliyorlar bu şiirleri. Söylüyorlar her yerde. Ben diyorum ki, açalım bir yarışma. Prize olarak önemlice paralar koyalım. Bunlar Türk - Amerikan işbirliğine indirect övgüler yapsınlar. Gezdirelim bunları köylerde filan. Hem çalsınlar, hem söylesinler...» Willy'ye teşekkür ediyorum. Nancy, teklifi yazıyor. Birden, Dr. Larson- atılıp, «Bunların hepsi geiip geçici şeyler. Daha kalıcı, daha effective iş'er düşünemez miyiz?» diyor. «Ne gibi meselâ?» diyorum. «Meselâ şöyle.» diyor Dr. Larson. «Biliyoruz ki, köylüler dindar insanlardır. Ve hemen hepsi Müslüman. Kuran'dan dört beş parça bastırarak bunları birer kit haline getirip köy camilerinde dağıtsak... daha iyi olmaz mı?» «Ne kadar bastırabiliriz bu kitaplardan?» diye soruyorum. «Yüz bin, iki yüz bin!» diyor Dr. Larson. «Evet.» diyorum. «Bu kadar bastırabiliriz ama etkisi ne olur, bilmiyorum,» Education Division'dan Mr. Buckley, «Benim bir teklifim var,» diyor. «Teklifim, Dr. Larson'ın tekifine biraz yakın. Christmas gelince, köylerin muhtarlarına ve öğretmenlerine birer turkey (hindi) gönderebiliriz. İyi bir jest olur.» Mr. Buckley'ye teşekkür ediyorum. Başka teklif olup olmadığını soruyorum. Söz isteyen çıkmıyor. Mr. Canata ile göz göze geliyoruz. «Ne dersiniz bu tekliflere Mr. Canata?» diyorum. Anlatılması ve anlaşılması zor bir düşünce okuyorum yüzünde. «Well...» diyor. «Bunların hepsi biraz yüzeyde işler gibi görünüyor bana! Yani bunları yaptıf olacağımızdan emin değilim. Gerçi ben 'Köylünün aklı gözündedir, onun gözüne çarpacak bir iş yapalım' dedim, ama bunu derken müspet bir iş kastettim. 'Müspet iş' derken ardakaşlarımı incit-timse özür dierim.» «Yani ne gibi müspet iş, Mr. Canata?» diye soruyorum. «Well..» diyor Mr. Canata gene. «Öyle bir iş ki, iyi bir örnek olsun. Köylüler bu örneği alsın, çoğaltsın. İyi bilirim ki, onlar bu konularda çok kadirşinastırlar. İyi bir işi, iyi bir örneği

15


unutmazlar. Birisi köye iyi bir armut oinsi, kavun cinsi getirse, getirenin adı hemen o armuda, o kavuna verilir.» «Bir örnek verebilir misiniz Mr. Canata?» «İşte örnek... Yani derler ki, Paşa Kavunu, çünkü onu köye, Paşa diye biri getirmiştir. Yani, kavunun tohumunu demek istiyorum. Derler ki, Aziz Armudu. Demek ki, o armudun aşısını da Aziz adında biri getirmiş...» «Eveeeet... Yani, şimdi ne teklif ediyorsunuz sonuç olarak?» __ «Diyorum ki, köye bir kavun tohumu, bir armut aşısı götürmek olmaz elbet. Koskoca USA, bir Türk köyüne iyilik yapacaksa, adına yakışır bir iyilik yapmalıdır.» «Evet, çok doğru!» diyorum. «Ama ne yapılabilir? Her zaman yaşayacak ve anılacak bir iş, bir iyilik...» Mr. Canata: «Müsaade ederseniz açıklayacağım.» diyor. «Türkiye'de 40.000 köy var yuvarlak hesap. Bilindiği gibi, buralarda kapalı ekonomi ve ilkel tarım yaygın. Hayvancılık geliştirilmek ister. Tarla Tarımı, Eğitim, Sağlık, Ev Ekonomisi geliştirilmek ister. Şimdi 40.000 köyün hepsinde bu saydıklarımı ele alamayız. Buna olanak yok. Ama bazı bölgeler için yollara yakın yerlerde ve meselâ merkez durumunda olan köylerde, böyle çok yönlü geliştirme 36 37 projeleri uygulayabiliriz. ıık agızua uuı\av ^r <«--çip işe başlayabiliriz.» «Yani bir çeşit demonstration köyleri demek istiyorsunuz, değil mi Mr. Canata?» diye soruyorum. «Evet!» diyor. «Bu köyleri amacımıza uygun olarak seçebilirsek, başarılan işleri tanıtıcı yayınlar da yaparız. İnanıyorum ki, bu çok daha effective olur.» Nancy, «Good!.» diye bağırıyor birden sağımda. «Bu çok iyi!» «Ne dersiniz Dr. Larson?» diye soruyorum. Dr. Larson, «Köy sayısını az tutmalı. State Department çok geniş bir proje için gerekli finansmanı vermez belki. Fakat esas olarak Mr. Canata'-nın teklifi iyi bir tekliftir. Küçük bir uygulama yapabiliriz. Meselâ sadece iki köy alırız ele. Eğer bu iki köyde başarılı olursak, köylerin sayısını artırırız. Başlangıçta ölçüyü büyük tutmak zararlıdır, fîe-sult müspet olmazsa, bütün ülkenin önünde zor duruma düşeriz.» «Siz böyle düşünüyorsunuz yani?» dedim Dr. Larson'a. «Evet!» dedi. «Üstünde biraz daha durup teklifi olgunlaştırmamız faydalı olur.» Willy, «Teklif çok ilginç!» dedi. «Bir pilot proje deneyeceğiz, anladığıma göre. Onun ipin önce tek köy esasında anlaşalım. Başarının biri de bir, beşi de bir. Küçük toplumlarda müthiş bir communication circle'ı olduğunu biliyoruz. Bizim bir köydeki başarımız az sonra her köyde duyulacak ve effective olacaktır. Şimdi iki değil, bir köy seçelim.» Mr. Buckley: «önce, köyün seçiminde kullanacağımız ölçüleri bulsak daha iyi olur.» dedi. Nancy, gözerini yüzüme dikti. Kendimi çabuk toparladım. «Ama, teklifin esası kabul edildi mi, edilmedi mi? önce bunu bilelim.» dedim. «State Department's yazmadan önoe, yerli Bakanlıklarla da görüşmek gerek tabiî. Karşı görüşü olan arkadaş varsa lütfen konuşsun. Yoksa Mr. Buck38 kullanacağımız esas ölçüler neıer oısurır» Lora, «Yola yakın bir köy olmalı,» dedi ilk olarak. Nancy'ye döndüm: «Ölçüleri yazıyorsun, değil mi Nancy?» dedim. Baktı: «Yazıyorum.»dedi. Gene Lora, «Öteki köylerin özelliklerini taşıyan, tipik bir köy olmalı.» dedi. Mrs. Taylor, «Hayvancılık, Tarla Tarımı, Ağaçlandırma, Eğitim, Sağlık ve Ev Ekonomisi bakımlarından, yardıma gerçekten muhtaç bir köy olmalı.» dedi. Jerry Goodman: «Ben, seçilecek köyün Ankara'ya yakın olmasını gerekli buluyorum.» diye atıldı. «Sık sık inceleme ve gözlem yaparız. Ayrıca bu iş, State Departments çok

16


ilgilendirecektir. Vereceğimiz raporlar meraklarını çekecek, kalkıp bu köyü görmeğe geleceklerdir. Bundan başka, malzeme taşıma bakımından da yakınlığın faydası büyüktür...» Nancy sigarasını havaya savurdu: «Well... öyle bir köy seçin ki, her gün gidip görebilelim. Gidip her hafta piknik yapalım. Deresi ve ağaçları olsun...» dedi gülerek. Mrs. Taylor kalktı, duvardaki Türkiye haritasında Ankara'yı buldu. Bir daire çizdi çevresine: «Buralardan bir köy olacak. Şimdi soruyorum: Gölbaşı dolaylarından olabilir mi?» «O yandaki köyler ağaçsız.» dedi Nancy. «Ağaçlarız.» dedi Jerry Goodman. Lora atıldı: «Beni dinleyin, ne diyorum: Esen-boğa yanlarından bir köy olabilir.» Kalktı, haritaya doğru gitti. Mrs. Taylor'ın elini itti. «Geçen yıl bir köye gitmiştik piknik için. Ağaçlı, dereli bir köydü. Önünde bir tepe vardı. Adı neydi, adı neydi? Kizil... Kizilos... öyle bir şeydi ama?» «Kızılöz!» diye düzeltti Mr. Canata. Kısa kesmek istedim: «Lora'nın teklif ettiği köy, Ankara'ya 40 km kadardır. Piknik için gitmiştik. İsterseniz, ona yakın köyleri de görürüz. Was39 diyorum. Geniş bir gerekçe yazarız. Cevabını müspet olacağını sanıyorum.» «Zaten şimdi kış. Acelesi yok.» dedi Mr. Ca-nata. «Hemen gidersek sokakların çamurunda batarız.» Pipomdaki kalıntıları boşalttım. «Şimdi üstüne birer kahve içelim isterseniz.» dedim. «Baharla birlikte başlarız. Bu iş gittikçe sarıyor beni. Cok şeyler başaracağımıza inanıyorum. İyi örnekler bırakabiliriz...» Gerçekten tasarı hoşuma gidiyordu. Kırk kilometrelik bir yol. Ankara'da daraldıkça uzanıveririz Nancy'yle. Kentten çıkar temiz hava alırız. Arabayı çekip başımızı dinleriz.» Kahveler geldi, içtik. Mr. Canata seviniyordu: «Öyle bir köy çıkar ki ortaya, Türkiye'de bir tane olur.» Biraz durup ekliyordu: «Balkanlarda, Orta Doğuda bir tane olur. Projenin çok başarılı olacağı şimdiden içime doğuyor. Haydi hayırlısı...» Nancy, tuttuğu notları taradı, düzeltti. Sonra, sigara yaktı bir tane. Döndü bana: «Köylüler çok sevinecek asıl!» dedi. «Informal olarak bir teklifim var, biliyor musunuz? Çalışmalara başlamadan önce, köyün ve köylülerin birçok resimlerini çekelim. İlerde ne kadar yol almış olduğumuzu anlarız. Ayrıca çeşitli sergiler açabiliriz bu resimlerle...» Nancy'yle bakıştık. Gözlerini gördüm gene. İçimde kudurganlıklar uyandı. Toplantıyı kapattım. Akşamın çıkıp gelmesini bekledim; mor gözlü güzel aksamın... Washington'a gönderilecek raporu hemen yazdı Mr. Boger. Altı sayfalık bir önrapordu. Henüz köy seçimi kesinleşmemişti. İşin amacı, ayrıntıları, süresi ve finansmanı için yuvarlak sözler ve sayılar kullandı. State Department's gidecek raporun yazısını Büyükelçi imzaladı. Sonra, Melih Dalyan'la buluştular. Nancy ile Ni'yi alarak Çiftlik'te akşam yemeği yediler. Oradan bir gece kulübüne gelip 40 Ancak işin iyi reklam edilmesini de gerekli buluyordu. Washington'un karşılığı tez geldi. Projenin esasını kabul ediyorlardı. Gerektiği zaman başka underdeveloped ülkelerde çalışmış tecrübeli uzmanlardan gönderebileceklerdi. Washington'un bu karşılığı, Aid Mission to the Government of Turkev'-deki ilgilileri sevindirdi. Bir telefon konuşmasında haberi öğrenince Melih Dalyan da sevindi. Nancy'nin yaş günü', düşündüğümüz gibi, işten sonra ofiste formal bir «parti» ile geçti. Yedide dağıldık. Nancy ile ben biraz, sonra çıktık. Bize gittik. Telefonu fişten çekmeyi unutmuşuz önce. Çaldı çaldı, açmadım. Nançy, kendisine bir maid altı from Çorum. Haftada üç gün geliyor. Silip süpürüyor. Çamaşır, ütü ve yemek yapıyor. Nancy, beğeniyor kadını. Fazla giyecek ve yiyeceklerinden veriyor. Çat pat biraz İngilizce öğrenmiş: «a little!» Türkçesinkn çok iyi olduğunu sanıyorum. Fakat ikimiz de anlamıyoruz. Türkçenin güzel bir dil olduğunu biliyorum. Ne yazık ki öğrenmek için' zamanımız yok. Nancy de, ben de çok doluyuz. Ofisten yorgun ayrılıyoruz. Dinlenmek için banyo almak, biraz uzanıp yatmak gerekiyor. Ohio'daki karım mektuplarını eksik etmiyor hiç. Havalar iyi gidiyormuş. Akrabalar, arkadaşlar iyiymiş. Biraz daha kalmak istiyormuş karım. Mektubuma, «İşler çok, iş arasında yalnızlığın farkına varmıyorum. İstediğin kadar kalabilirsin, honey!» diye yazdım.

17


Pilot köy işini yerli Bakanlıklarla görüştük. Dr. Larson, Tarım, Maliye, Sağlık ve Eğitim Bakanlıkları ilgilileriyle önce ayrı ayrı görüşmeler yaptı. Sonra bizim ofiste ortak bir toplantı düzenledik. Bir protokol imzaladık. Protokolün birer kopyasını State Departments, Ankara Valiliğine ve Çubuk Kaymakamlığına yolladık. Çubuk Kaymakamından özel bir mektup aldım. Bu işi iyi karşıladığını, proje uygulaması için elinde «çok güzel» köyler bulundu41 ay kadar», USA'da bir inceleme gezisi yapmış. Bu arada TVA projesini görmüş. Kaymakama hoşnutluğumu bildiren bir karşılık yazdım. Pilot köyü kararlaştırıp gerekli ön incelemeleri yapmak için yakında geleceğimizi, gününü ayrıca bildireceğimizi ekledim. Projenin yürütülmesi işiyle doğrudan doğruya Dr. Larson ilgilenecek. Mr. Canata'yı kendisine «başyardımcı» yaptık. Ayrıca bütün branş uzmanları da çalışmalara katılacak. Ve önümüzdeki yaz, Türkiye'de genel seçimler var. Demokrat Parti kazanacak elbet. Biz, durumumuzu düşünerek herhangi bir hareket yapmıyoruz. Ama, Melih Dalyan ve arkadaşları sıkı çalışıyorlar. Nancy, gazetelerin İngilizce özetlerini her gün getirip önüme koyuyor. Kısaca diyebilirim ki, seçimler için endişem yok. Şayet, beklemediğimiz bir sonuç olursa, işlerimiz biraz zorlaşır. Ama, eninde sonunda bu zorlukları yeneriz. Çünkü, Cumhuriyetçilerde de sözü geçer dostumuz çok. USA'da okumuşlardır. Kendilerine türlü fırsatlar yaratılmış, ülkemizde uzun geziler yapmışlardır. Yanlarında giden Türkiye'li gazeteciler, dönüşlerinde bol resimli röportajlar yayınlamışlardır. Gazetelerde birçok resimleri çıkmış, sayemizde daha çok tanınmışlardır. Türk-Amerikan İşbirliğinin ve Marshall P/ân/'nın değerini idrak etmektedirler. İsterse Cumhuriyetçiler kazansın seçimi... L GÜZEL BİR KÖY Kızılöz köyünün kır bekçisi Temeloş, «Benim işler kızışıyor artık!» dedi. Değneğini alıp harımlara, ekin aralarına koştu. Toprak kızmaya, ekinler yeşermeye başladı. Günde iki üç sefer dolaşıyor kırı bayırı. Ekin aralarına mal sürüyorlar. Kimin ekinine ziyan olsa hemen gelip Temeloş'u buluyorlar: «Bakmadın, etmedin...» Kafa şişiriyorlar. Ekin aralarına mal sürenler de bu köyün dölleri. Ama, suçu kimse üstüne almıyor. Temeloş, üç dört mal kapatsa kızılca kıyamet kopuyor. Yaşlı, ağır başlı bir adamdı artık Temeloş, Bekçi olacak hali yoktu. Ama, Muhtar İzzet'in işleri zoraldı. Arada hısımlık var. İzzet'i çekemeyenler ayartıp eski bekçiyi çıkarttılar. Temeloş dedi ki, «Gene biz insanlığımızı yapalım! Bak bak, kendine bir bekçi bulamadı demesinler!» Bir teneke topraklı buğdayla, bir teneke topraklı arpaya bekçi durdu. «Çürük çarık yüz otuz evden bu kadar zahire eder, allah bereket versin!» dedi. «Ele güne karşı böyle konuşmak eyidir...» dedi. Ama tam «hükümetin gayıtma geçip de silâh alacağı zaman» bir terslik çıktı. Muhtara dediler ki, «Bunun yaşı geçmiştir, bekçi olamaz!» «Yavu sayın efendiler, dilki gibi adamdır, dere geçer, dağ tırmanır!» Para etmedi. Muhtar da ne yaptı? «Lan dayı!» dedi. «Yazdıralım uşaklardan birinin adını! Gayıtta o görünsün, bekçiliği sen yap! Şimdi gencinden bir bekçi mi doğuralım ıkına sıkına?» 42 43 L-»t> I I II I I #~ll IIXUIU fU ^v dırdık oldu! Amma o da kolay olmadı. Dediler: «Kendi gelecek!» Dediler: «Resim çekecek!» Dediler: «İmza tabdik edecek!» Dediler: «Barmak izi nüzüm, gelip basacak!» Bir kır bekçiliği bunun tabanı! Üzüm üzüm üzdüler muhtarı, beni! En sonu kalkıp Çubuk'a indim. Oradan bir arabaya bindim. Ankara'ya vardım. Aradım taradım, oğlanı, buldum. «Gel oğlum!» dedim. «Göçtün geldin, amma köyün işi düştü sana. Gel şu işi gör..» dedim. Ne de olsa benim belimden inmiş. Yumuşak başlı. Yükünü yüceye yığmadı. «Köyün bir işidir.» diye kalkıp geldi. Muhtar da benim yol paralarını verdi. Bizim bekçilik böylece kesinleşti. Zabahlayın kalkıp harımları bir dolaştım. Geldim biraz oyalandım, şimdi gene gidiyorum.

18


Köyden çıkarken Harabuş'un karısı çağırdı. Ekmek ediyormuş. Saçta bir yumurta sıdırdı, dürdü yufkanın arasına, verdi: «Yiyiver giderken!» dedi. Harabuş'un karısı «dişi» kancıktır. Kızlığından bilirim. Şimdiden böyle yerini yapar ki, malını davarını kapatmayalım. Alttan güleşmeyi bilir soyka! Toprak güzelce ısınıyor bir yandan. Kar eridi uçup gitti çok oluyor. Ekinleri dersen, eyice serpildi güzlükler. Boyları «keklik sinecek» oldu. Kırların tadı geliyor. Çiçek çimen sardı toprağın yüzünü. Gözel, cidden gözel köydür bizim Kızılöz! Yada bana öyle gelir. Oğlum uşağım, yaranım yoldaşım kalkıp gittiler Ankara'ya, ben gitmedim. Koparıp alamadım kendimi; kaldım çamurun tozun içinde. Amma çamur toz; gözel köydür. Kışın, odalarda toplanırsın, konuş ha konuş. Yazın alır başını, çıkarsın dışarlara, ısın ha ısın. Bahar olunca gün adamın belini başını kızdırır. Otlar soğanlar yeşe-rir. Karakavukları, kuzukulaklarını, yemlikleri kazar gelirsin, atarsın bir çanak sirkenin içine, bulgur pilavının yanında yirsin. Karılar da akşamları ot a-şı bişirirler. Sevdiğin, alıştığın yimeklerle karın doyurmak gibisi var mıdır? Ekinler çok zarplı bu yıl. Güzlükler pançalı 44 L Yıldız arpası dedin mi kırk beş günde yetişir. Bizim toprağımız ısıcaktır, getirir. Biraz ot olur, sıkar ekini amma, bir fazla gayrat eder komşular. Bir fazla sürünce ot olmaz. Gördüğüm bebelere çıkışıyorum: «Ulan dikkatli bakın mallara! Ekinleri yidirmeyin! Furdum mu yıkarım sizi!» Korksunlar biraz. Başlarında her zaman bekçi varmış gibi dikkat etsinler. Değilse baş mı olur bunlarla? Bir oyuna daldılar mı... Gördüğüm komşulara birer selâm atıyorum. Bir iki çizi yürüyorum çiftin yanı sıra onlarla. Toprak, ince ince devriliyor sabahın demirinden. Yörü-dükçe keyfim geliyor. Tarla tapan zayıftır benim kendimde. Değilse, seksen yaşına girsem de toprağın tadına doyamam. Her bahar bir ergen kız gibi serilir, yırtılır bu soyka. Dünyada bundan tatlı iş yoktur! Bastıkça yumuşak yumuşak çöker. Kar sularını emmiş, emmiştir. Üstelik bir dönüm toprağın verdiğini beyler vermez adama. Toprak gibisi yoktur! Kadrini bilen bilir... Bu otlar, bu çiçekler, bu kadar gücü kudreti nereden buluyor da böyle fışkırıyor? Tçpraktan hel-bet! Almanın eriğin, ayvanın ekmeğin tadı nerden geliyor? Topraktan helbet! Karıların kazıp getirdiği otların onca tadı nerden geliyor? Topraktan helbet! Değilse bir adam bıkmadan usanmadan, ölüp ölesiye nasıl çift sürebilir? ekin biçebilir? durabilir köyde? Toprağın tadından derim ben... Köyün gözelliği de topraktan geliyor. Toprağın eyiyse köyün eyi. Toprağin kötüyse köyün kötü. Bizim yukarlarda köyler var, taşların üstünde! Baya allanın taşları!.. Ot bitmez, ekin bitmez. Yaz gelince yanar, ataş kesilir. Otlar birer parmakken, ekinler birer karışken kururlar. Buğdaylar başak bağlamaz. Göçerler, tabur tabur göçerler Ankara'ya. Göçerler amma, gene de beş on komşu kalır geriye. Ya korktuğu için Ankara'dan, ya kopamadığı için köyden! Değilse nasıl durulur o taşların üstünde? Bizim köyümüz gözeldir. Hiçbir şeye eytaç-lığı yoktur. Odunu tezeği boldur. Toprağımız ekin 45 verir, ot verir, mananınız peyim, suı vcm. Lracmr zin, iki yanına dikmeler dikeriz, göze! ağaçlar olur, tutturabildiğimizden satarız. Tepemiz vardır, püfül püfül eser yazları. Suyumuz ilâçlı mı, şifalı mı... avratlarımız habire doğurur! Sokaklarımız bebe doludur. Her evin birer beşiği vardır, boş kalmaz. Bel-kim bu iş köyün otundan, bitgisinden böyle oluyor. Belkim başka bir hikmeti var. Cenaballah dökmüş düşünmüştür helbet. Hastalık, maraz yoktur köyümüzde. Sağlık bakımından hökümete yük olmayız. Kel, uyuz, kuduz arama. Düşük şaşık bilmez kancıklarımız. Kocaları da kılıf, kapıt hoşlaşmazlar. Yağmurlar yağar yağar, durur. Yeller eser eser, diner. Sular akar akar, kesilir. O işin durması, dinmesi, kesilmesi oimaz! Kışın içerde, yorganın altında; yazın dışarda, damın başında... Harmanda... Gökteki yıldızların altında. Hemi de derler ki, yıldızların altında yüğrülen avrat gözelleşir. Bebesi kız olursa bitirim olur. O kıza baha biçilmez. Gözel olur. Her yanı yıldız gibi benli olur. Tâ, Asar Gediği'ne kadar çıktım. Taşın dibine oturdum. Bir ah çektim içten, çok içten! Başımı kaldırıp göğe baktım. Gökte bulutlar. Süt gibi ak ak dağılmışlar. Değneğimi çeneme dayadım.

19


Köyden yana baktım. Evlerimiz üst üste gibi görünüyor. Damlarımız düz. Kıyısında okulumuz. Camimiz orta yerde. Aktepe sağ başta bir yastık gibi durur. Başını koyup uzanmış sanki köyümüz. Aktepe'nin dibinden yolumuz başlıyor. Biraz gidiyor; Avdan köyünü geçip ikiye ayrılıyor. Biri Çubuk yoluna, biri Ankara yoluna bitişiyor. Yolumuz düz ayaktır. Kışın deşşetli çamur olur kapanır amma, çok işimiz olmaz ki dışarda. Yazın da fazla toz yapmaz. Oraları sert topraktır. Baharda sıkışır, döşeme gibi kalır. Yollar şimdi, şu sıra çamurdur daha. Mırığın oralarda taksi tomafil zor geçer. Bu yerlerin altı hep su mu, ne? Kaynar durur oradan buradan. Bizim eski bağın oradan da su çıkar. Sulaktır toprağımız. Köyün alt başında bizim kötü ev görünüyor. Avradım Asiye çıkıp harıma gidecekti. Hemen ar46 f ( ı\cıocır\Li. uuı radım! Bana bir kalbur çocuk doğuran. Doğurduklarını palazlandırıp uçuran, göçüren. Hepsinin ayrı ayrı hasretine dayanan şimdi. Benim hatırıma, benimle birlikte bu veraneyi bekleyen. Beni bırakıp gitmeyen. Oğullarım, torunlarım demeyen, dese de dediğini belli etmeyen. Her nazımı, her sızımı çeken. Benimle yılda iki seferden fazla dırdır çıkarmayan. Çıkarsa da hemen bir yolunu bulup barışan. O öyle uysal, ben böyle dik başlı; yüzdük yüzdük burnuna getirdik işte. Bir gün bile öfkemi alaf-landırıp boşamaya kalkmadım onu. O da zar ağlayıp yaş dökmedi benim yüzümden. Başka kancıklara, başka avratlara imrenmedim mi? yutkunmadım mı hiç? Doğruyu ahrette mi söyleyelim? imrendim, yutkundum. Amma, gençlikteydi onlar. Dalıp tadına baktığım kancıklardan kimi hâlâ sağdır aha şu küçük köyde. Yağmurlu yaşlı geçen yıllar silip süpürdü hepsini. Şimdi görürüz de birbirimizi, o ekin aralarında, o harımlarda otların üstünde, o nadas tarlalarda, o kırlarda çalıların, meşelerin dibinde, toprağı terimizle çamur eden, otları, ekinleri yatırıp yıkan biz değiliz gibi bakarız birbirimize! Gençli! oluyor, kanın damarlarda durmadığı yaşlarda! Sonra, hiç farkına varmadan içinin çalkantısı diniye insanın. Tepelerin arasında sütliman, kuytu bir su, kuytu bir göl suyu kesiliyor gönül. Derken, eleği küreği ortalıktan kaldırıp bir duvara asıyorsun. Kancık kısmı, adamı içinin çalkantısı azgın iken sımsıkı tutar tutmaya da, çalkantı dinince bırakır. O hiç soğumayacaklarım, sönmeyeceklerini sandıklarım ep soğudular, söndüler. Bazı bazı düşünüyorum da, o geceler boyu sevişen, geceleri yeter görmeyip gündüzleri de sevişmeye can atan bu kancıklar değil miydi, ben değil miydim? diyorum. Yalan gibi, yok gibi bir şeyler görüyorum yerlerinde... Asiye, bir Asiye sönmedi her nasılsa! Bir o bırakmadı beni. Hâlâ da bırakmaz, helâl olsun! Yani yüzüne de derim ya, allah onun emanetini benimkiyle birlikte alsın! Zabahlaym, Irafik'in ufak bebeyi öküz süs47 muş. Ağlıyordu. Amma, Karnını man aeşmemış. ur-talığı birbirine kattılar. Buradan bakınca evlerini görüyorum. Amaaaaan... çevirdim başımı Aktepe'ye doğru. Köyden çıkan yola baktım. Avdan'a doğru kaydırdım gözümü... ki, birden bir sürü karaltılar peydahlandı! Sanki boğasak bir ineğin ardında yüz, yüz elli kadar dana! Tren gibi birbiri ardına eklenmişler, geliyorlar! Kalktım hemen. «Bizim köye geliyor bunlar!» dedim. Baharda tatil pazar, Amerikanlar gelir eğlenmeye. Söğütlerin altında battaniyelerini serip içerler. Amma, daha onun günü değil. Koşup inmeğe başladım köye doğru. Ben yetişmeden onlar köye girecekler. Koştum koştum... Bereket, Mırığın oraya gelince durdular. En öndeki karaltı, çamura çöktü, zınk durdu. O durunca bütün hepsi durdu. Koşmayı bıraktım. Onlar orda oyalanırken ben köye inerim. Toprak başınıza! Ne kadar da çoksunuz? Ne yapmaya gslirsiniz? Altın aramaya mı, gömü çıkarmaya mı? Ne gibi nümerele-riniz var gene? Caminin önüne geldim hemen. Okula doğru yörüdüm. Muhtar, orda bir yerde. Varıp habar verdim. Dedim, «Yavu İzzet, böyle böyle, bir ordu to-mafil geliyor, nedir acaba?» Omuzlarını çekti, «Valla hiç habarım yoktur Temeloş!» dedi. «Ee, haydi gel, Mırığın orada durdular!» Gene omuzlarını çekti: «Derdi olmayan deve yetmez Temel dayı, bir dertleri var ki geliyorlar, bekle!» dedi. Demesine kalmadı. Aktepe'nin dibinden, tam bükümünün ordan düt düt düt göründüler.

20


Birbiri ardına eklenmişlerdi. Dedim ya, ordu gibi geliyorlardı... Düt düt düt... İzzet, bana göz etti: «Git Camal Oca'ya habar ver. Dersine bir bağlantı yapıp çıksın.» Muhtar, durduğu yerde durdu, ben Camal Oca'ya koştum. Kapısını tıkılatıp, «Camal Oca!» dedim, «Dersine bir bağlantı yapıp köy içine çıkacaksın. Bir sürü tomafil geldi köye...» Muhtarın dediği gibi habar verdim. Dersini bağlayıp çıktı. 48 iomarıııer, camının dibine yorumuşler. Bir ucu da hâlâ Aktepe'nin orada. Sağa sola çekmişler kimini. Amanın, yetmiş çeşit, yüz çeşit tomafil. Sefaret tomafillerine benziyor çoğu. Üstlerinde ire-sim var birezinin. İki el tutuşmuş, toka ediyor. Hemi de sarı sarı, kurbağa göziü, ense kulak traşlanmış bir sürü insan. Teze avratlar, kuru avratlar enteri-lerini savuruyorlar. Amanın, çıkıp geldiler... Koşup hemen İzzet'i buldum gene. Dedi ki: «Bunlar Amarikan cavırları!.. Çık bir yere tellâl çağır. Tarlada tapanda, kime sesini tiuyurabilirsen hep gelsinler. Bütün komşuları istiyorlar. Konuşma olacakmış. Vali Bey var. Kaymakam Efendimiz var. Bütün daire müdürleri, Amarikan cavırları. Habar ver ki, hep gelsinler. Kimi bulursan çağır!» Muhtar bir çırpıntıya düştü birden. Kır bekçisi Temeloş gitti. Bir süre sonra Aktepe'nin başından tellâlı duyulmağa başladı. Karşı tarlalara doğru bağırıyordu: «Öküzleri bırakın gelin haaa! Amarikan cavırları geldi haaa! Konuşma olacakmış haa! Amarikan cavırları haaaa!..» Muhtar İzzet, «Şuna bak, nasıl bağırıyor!» diye kızdı. Temeloş'un sesi uzadı. İzzet, bir Valiye, bir Kaymakama gidiyordu. Kaymakam, konuklardan bazılarına, onların diliyle konuşuyordu. Caminin önünde bir büyük kalabalıktı. Kadınlar, damlara, saçaklara çıkmışlar, bakıyorlardı. Adamlardan işi bırakanlar, birer ikişer geliyorlardı. Gelenler, okuldan boşalan bebelerini bulup, «Kız git, lan git, öküze ineğe bakarak ol!» diyorlar, tarlaya, çiftin yanına yolluyorlardı. «Nereye oturtacaz bu kadar adamı?» diye düşünüyordu İzzet. «Bu kadar insan ne yere sığar, ne göğe! Ev desek ev almaz, cami desek yakışmaz. Hiç aklımızda aynımızda yoktu. Habarımız yoktu. Çıkıp geldiler...» Temeloş geldi önünü ilikleyip. Şapkasını çıkardı. Tek tek tokalaşmaya başladı her biriyle. Girgin adam. Yol yolak biliyor ne olsa. Köyün bir muhtarı olduğum halde onun yaptığını ben ya49 pamaöım. Avraiıarıa Diıem lOKaıaşıyur uar<: maşa Temeloş!» dedim içimden. Temeloş, bir baştan girip bir baştan çıkarak tokalaşma işini bitirince yanıma geldi: «Neyimiş bunların zoru, İzzet?» dedi. Kendim biliyor muyum eyice? «Valla işte görüyorsun, valisi kaymakamı, daire müdürleri, Ama-rikan cavırları hep geldiler.» dedim. «Geldiklerini görüyoruz canım! Safa geldiler, hoş geldiler!» dedi Temeloş. «Konuşma olacakmış!» dedim. «Biziminen mi?» «Öyle ya!» dedim. «Kendi aralarında lanlun ediyorlar şimdilik. Sıra bize gelince dinleriz be İzzet!» «Amma, nereye oturtacaz bunca kalabalığı? Yere koysan yer almaz, göğe koysan göğ almazi» dedim. «Camal Oca'nın okuluna buyur ederiz be İzzet!» dedi Temeloş. Bir sevindim, bir sevindim: «Eyi akıl Temeloş!» dedim. «Yaşa! Amma, bir zorluk daha yar. Ne sunacaz bunlara? Bardak yetmez, billur yetmez!» «İş ona kalsın yavu!» dedi. «Yeni gelinlerin billuru boldur. Çalkama ayran yaptırırız bir kazan.» «Valla gözel akıl!» dedim. Camal Oca'yı çağırdım göz edip, «Yavu gel hele, bunları senjn okula buyur ediyoruz arkadaş!» dedim. «Yan! öyle bir telâşe ki, kurtuluşu yok...» «Dersi paydos ederiz.» dedi Camal Oca, Te-meloş'a bakıp. «Zaten bebelerin çoğu, tarlaya

21


tapana gitti...» Ayran sunma, billur toplama işini açtım, «Ben ayarlarım onların hepsini!» demez mi Camal Oca! Bir gözüme girdi, bir sevdim! Hacı Kadirgil, «Şikât edecez, diniyesi gevşek!» deyip duruyorlardı. Babayı şikât ederler şimdi! Kale gibi ardına durur, önüne yatar, siper olurum... Camal Oca, bebeleri toplayıp gitti okula. Giderken ardından bağırdım: «Sakın her şeyi bebele50 re güvenme gozunu seveyim! Avratları çağırtıver. Damlarda saçaklarda dikeliyorlar beş on...» «Ya ya helbet!» dedi Temeloş, «Gelip yardim etsinler Oca!» — Kaymakam Beyimiz geldi yanıma doğru. Sağında karabıyık, boynu kelebek bir herif. Kolumdan tuttu Kaymakam Beyimiz: «Bakınmayın böyle! Konukları bir yere buyur edin. Oturup meseleye gelelim. Kaçırılacak fırsat değil, köyün basma bir kuş konuyor. Öyle bir kuş ki...» dedi. «Hay hay» dedim ben de. «Okula buyur edeceğiz. Camal Oca'yla konuştuk. İstersen zâtın buyur et, dillerini biliyorsun eyi kötü...» Amma, köyün başına nasıl bir kuş konuyor, onu da marak ettim. «Konacaksa hayırlı kuşlar konsun, sağolun, varolun!» diye ekledim. Temeloş da, «Konacaksa hayırlı kuşlar konsun helbet!» dedi. Kaymakam Beyimiz kakır kakır gülerek gitti konukların yanına. O karabıyık, boynu kelebek Türk imiş meğer! Temeloş'a sordu: «Kaç yaşındasın baba?» Temeloş baktı baktı, «Kimbilir?» dedi. «Yaşın başın euvabını vereeek kafa mı kaldı? Bir sürü harbe girip çıktım. En son Kuvayi Milliye'de Yonan cepesinde furuştum. Bir savaş artığıyım işte. Aya-ğımdaki çarığı sürüyüp gezerim.» Hep beraber okula doğru yörüdük. Karabıyık, boynu kelebek Bey: «Gözel bir köyünüz var baba!» diyordu. «Yalnız şu görünen tezekler biraz narkmı düşürüyor. En iyisi tezeği tarlaya dökmek. Siz kalıplayıp yakıyorsunuz.» Güldüm içimden. Gelen kadıların kaymakamların verdiği akıl hep aynı! Hiçbiri bilmez senin ağrını, döğer yağrını! Hiç biz tezeği yakmadan olabilir miyiz? Bahar söker sökmez tezek imecemiz başlar. Kancıklar toplaşıp çiğnerler, sonra da kal-burlayıp kalburlayıp dizerler günün altına. Yada fu-rurlar duvarlara. Yaz boyu bişer, kurur adamakıllı. Derler ki, pis kokar. Derler ki, köyün yakışığını bozar. Deyen der, amma ne amaca der? Bize sorsa51 HALK iar diz aerız, lezeKsız oıma^, uıama^: ns ueyn, mis kokar! Köyün yakışığını bozmaz, artırır daha!.. Doldular Camal Oca'nın okuluna. Camal Oca, girenlerin elini toka etti birer birer. Güleç güleç de bir dolaşıyor ki, içlerinde. Koltuğum kabarıyor. Bizim komşular, kapının önüne yığılmışlar. Bel bel bakıyorlar. Dedim, «Ulan girin içeri! Boş yerlerde oturun!» Amma boş yer kalmamıştı. «Duvarların dibine sıralanın!» dedim. «Ölecek değilsiniz ya biraz dikilmeyle! İki saat ya kalacaklar ya kalmayacaklar surda!..» Girip duvarların dibine sıra oldular... Vali Beyimiz bağırdı: «Komşular otursunlar Muhtar! Başka sıranız yok mu öteki odada?» «Konuklar oturdular Beyim!» dedim. «Komşular ayakta duruversinler, re olacak! Hemi de bizim okul tek oda, tek oca! Öteki odamız filân yok...» Camal Oca da sokulup iki lügat söyledi. Vali Beyinizi susturdu. Amma ben Temeloş'u Camal Oca'nın evine yolladım ki, minderli sandalyelerden dördünü beşini kapıp getirsin. Gitti getirdi. En öne koydurdum bunları. Konukların birazs minderli sandalyelere geçtiler. Kaymakam Beyimiz, Vali Beyimizin yanında oturuyordu. Kafa kafaya verip biraz bıdırdaştılar. Sonra Kaymakam Beyimiz kalktı. Bir nutuk anlatmaya başladı ki, bu nutuğu bizim anlamamızın mümkünü yok! Dünya okumuşların blimişlerin dünyası... bizim gibi cahalların değil... Kızılöz okulunda konuşmalar başlamıştı. Kaymakam Vahit Diriöz ilk sözü almış, hâlâ bırakmamıştı. Önce konukları, sayın valiyi, sayın genel müdürleri, bakanlık temsilcilerini, Kızılöz köyünün muhtarını, öğretmenini ve «aziz» halkını selâmla-mıştı. Konukların ilçede bir köyü şereflendirmeleri kendisini pek çok sevindirmişti. Yapılmakta olan bu toplantı, eşsiz

22


tabiat güzellikleriyle dolu, insanları son derece konuksever, fakat bahtsız Kızılöz köyünün tarihinde bir dönüm noktası olacaktı. Türkı vıs uıııdlMI UCyCMI başkanları Mr. Boger, ele aldıkları Pilot Projeyle sadece Kızılöz'e değil, bütün Türk köylerine yararı dokunacak bir işe girişmiş oluyorlardı. O biliyor-du ki, genel olarak dünya uygarlığında ve dünya^ nın yeni politikasında Amerikalıların oynadığı müspet rol, bütün azgelişmiş ülkelerin kaderinde köklü değişiklikler yapacaktır. Emin bulunuyordu ki, Kızılöz köyünün aziz halkı, Pilot Projenin uygulanmasında, Amerikalı uzmanlara elinden gelen yardımı yapacak... ve... ve Pilot Proje başarıyle sonuçlanacaktır. Esasen, Türklerin dünyaca bilinen konukseverliği ve civanmertliği de bunu gerektirmektedir. Kaymakam Diriöz, söz konusu projenin ayrıntılarına girmek istemiyordu. Buna yetkisi de yoktu. Elbet şimdi Türkiye'nin değerli dostları söz alacaklar ve gerekli açıklamayı yapacaklardı. Kaymakam Diriöz, bu yüksek değerdeki toplantıyı açmakla ve onun ilk konuşmasını yapmakla onur ve övünç duyuyordu. Teşekkür ediyordu bayanlara, baylara... Köylüler üzülüyorlardı. Bir yardım isteniyordu kendilerinden ama neydi? Hiç belirmemişti. Acaba Türklerin dostu Amerikalıların başına beklenmedik bir belâ mı gelmişti ansızın? Acaba hükümetin gücü yetmemiş de şimdi köylere yardım toplamaya mı çıkmışlardı? Unu, bulguru fasulyeyi diyorlarsa, açık açık desinler... verirler iyi kötü. Şimdiye kadar kimi boş çevirdi bu köy? Bir de «pilot puruca» sözü vardı ortada. O neydi? Esenbo-ğa Havaalanındaki pilotları bu köyde mi oturtmak istiyorlardı? Bunları şöyle anlaşılır bir dille söyleyecek çıkmayacak mı içlerinden?Ankara Valisi, Aid Mission to the Government of Turkey'in Direktörü Mr. Boger'e bakmağa başladı. Karabıyık, boynu kelebek Hamdi Canata, Mr. Boger'in kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Sonra Mr. Boger, birbiri üstüne çatılı bacaklarını çözdü, ayağa kalktı. Piposunu sol eline aldı. Sağ elini cebine soktu. Hamdi Canata da soluna dikildi. İn-gilizceli Türkçeli bir söylev başladı: «Ankara bölgesinin sayın valisi, Kızılöz'ün I 52 53 Oö VVJ ill ı w y iuı seçik bir sesi vardı. Sözlerini tek tek söylüyordu. Bugün, Türkiye'deki görev süresi içinde en çok mutluluk duyduğu bir gündü. Bu güzel köye daha önce piknik için gelmişlerdi. Şimdi görevli olarak gelmiş bulunuyorlar. Ve özetle anlattı ki, Türkiye'nin dostu Amerikalılar, Türk makamları ve Türk hal-kıyle işbirliği yaparak bu köyü bir pilot köy olarak seçmişlerdi. Ellerinde olanak boldu. Makine, motor, malzeme, para, teknik, teknisyen... her .şey vardı. Şimdi dünyada insanlar bu olanaklar sayesinde daha iyi yaşamaya yönelmişlerdi. Yaşamayı dünyanın her yerinde güzelleştirmek, kolaylaştırmak, Amerika'nın başta gelen bir ülküsüydü. Kızıl-öz'ü bir örnek köy haline getireceklerdi. Her şeyi, ama her şeyi yeniden kuracaklar, yeniden yapacaklardı. Bunun için köy halkının kendilerine yardımcı olması gerekiyordu. Mr. Boger inanıyordu ki, köy halkı bu yardımı severek yapacaktır... Muhtar İzzet düşünüyordu. Anlamıyordu doğru dürüst. «Yani şimdi biz onlara yardım edersek, onlar bizim köyü örnek köy mü yapacaklar kendilerine? Eğer öyleyse un, bulgur, fasulye, nohut toplayalım komşulardan, ne olacak, toplayalım anasını satayım!» diye geçirip duruyordu içinden. Bekçi Temeloş, «Var bu işte bir pislik! Daha Avdan'ın bu yanda tomafilleri görür görmez doğdu içime! Herifler bizim tarlaları alıp uçak hangarı yapacaklar! Sonra da pilotları getirip konduracaklar köye! Karımıza kızımıza göz atacaklar. Yardım mardım nümere! Bu köye kim gelirse nümere yapmaya gelir zati! Öyle değilse, bu kadar tomafili arka arkaya takıp neye sürüyorlar tâ Ankara'dan buraya? Bunu bir açıklayan çıkmayacak mı bu dürzü-lerden?...» Camal Oca anlıyordu muhakkak söylenenleri. Ama o da Valiyle Kaymakamın ardına dikilmişti. İzzet'e uzaktı. «Amma dur!» dedi İzzet içinden. Camal Oca'-ya baktı. Süttozu bişen odaya baktı. «Çalkama

23


ayranın vakti geldi Camal Oca!» dedi. 54 \ İkisi birlikte süzülüp çıktılar sınıftan. «Haydiyin kızlar!» dedi İzzet. «Götürün ayranları. Vali Beyimizden başlayın. Birer birer sunun hepsine. Dikkatli yörüyün, dökmeyin...» Kızlar, ard arda yürüdüler. Camal Oca da yürüyordu peşlerinden. İzzet dedi: «Dur biraz! Dur da anlat bana... Şimdi bize sorgu sorulacak. Bu konuşmalardan hiçbir şey anlamadım. Un, bulgur mu toplayacaz? Yoğsam, pilotlara yatak yorgan mı tedarik edeceğiz?» «Yok canım, yok canım!» dedi Camal Oca. «Köyü ele alacaklar. Kalkındırıp öteki köylere örnek yapacaklar.» «Kime örnek, nasıl örnek? Açık söyle Camal Ooa, açık söyle gurban!» «Bütün çevre köylere örnek olacağız. Makine motor koşup tarlaları sürecekler. Ahırlara kümeslere ilâçlı su koyacaklar. Sonra diyecekler ki, işte böyle yapılır kalkınma...» İzzefin gözleri daldı: «Ahaaaa!» dedi. «Bir gösteriş meydana koyacaklar! Halkın zeynini uyarmak için belki...» «Öyle gibi, tam öyle gibi!» dedi Camal Oca. «Başka bir pislik yok ya işin içinde?» «Yok canım, ne pisliği olsun?» «Tarlayı toprağı elimizden alıp, evleri de yıkıp, bize birer hastir çekmeyecekler ya?» «Sanmam!» dedi Camal Oca. «Eyi ya, ne demeye bizim köyü seçiyorlar? Bunca köy var çevrede?» «Gönülleri burayı tutmuş. Belki Vahit Bey söyledi. Belki Vali Bey söyledi. Kimbilir...» «Şimdi bizden istedikleri ne oluyor? Yardım dedikleri ne?» «Bilmiyorum daha. Şimdi anlaşılır.» «Belki bu adamların yemesi içmesi,- ha?» «Söylemediler daha, bilmiyorum.» Temeloş geldi: «Seni istiyorlar İzzet!» dedi. İzzet, tam telâş yürüdü. Önü hep ilikliydi. Şapkası elindeydi. 55 ayranları çok sevdiler. Teşekkür ediyorlar.» İzzet'in eğilip bükülmesine kalmadan Mr. Boger, «Teşekkür! Teşekkür!» diye bağırdı. Konuk hanımlar da «Teşekkür!» dediler. «Şimdi Muhtar!» dedi Kaymakam. «Sen de bir şeyler söyle. Konukların konuşmasına karşılık ver. Ne diyorsunuz, ne düşünüyorsunuz?» Vali, «Bir nutuk da senin çekmen gerekir!» dedi gülerek. «Estağfurullah!» dedi İzzet. «Bizim ne haddimize nutuk! Amma, biz bir şey anlam,ş değiliz Vali Beyim. Vani bizden ne istiyorlar? Valla ayan değil...» Vali güldü: «Köyünüzü kalkındıracaklar. Çok yenilikler girecek...» «Biz yeniliği severiz Vali Beyim. İşte okulumuzu, ayran sunan kızlarımızı görüyorsunuz. Eğer ki, hayırlı yeniliklerle geliyorlarsa, başımız gözümüz üstüne! Yani bizim köyümüz eyi köydür. Mü-nüstür. Ne gibi yardım istiyorlarsa söylesinler. Biz konuşuruz kendi aramızda...» Mr. Canata, Valiyle Muhtar arasındaki konuşmayı, cümle cümle çevirdi konuklara. Konuşmanın çevirisini dinledikçe, Mr. Boger'in gözleri parlıyordu. Ak bir ışık sarıyordu yüzünü. Başını sallıyor, «Fine, fine!...» diyordu ikide bir. Sonra Dr. Larson'la fısıldaşıyorlardı. «Bizden istediklerini bilelim!» dedi İzzet. Tam bu sıra Mr. Boger, Valiye bir şeyler söyledi. Mr. Canata çevirdi: «Burası çok uygun bir köy! Halkın anlayışı çok yüksek!» Vali güldü: «Bütün köylerimiz böyledir! Birinin ötekinden farkı yoktur! Halkımız anlayışlıdır!» dedi. Mr. Canata bunu da çevirdi. Mr. Boger'le Dr. Larson, başlarını birer kere daha salladılar. «Oh yes, oh yes...» dediler. Mr. Canata, «Evet, tabiî...» dedi. «Bizden istediklerini bilelim!» dedi bir daha Muhtar.

24


«Bileceksiniz, şimdi söyleyecekler.» dedi 56 \ söyledi. O da Dr. Larson'a baktı. Konuştular. Az sonra, Dr. Larson kalktı, pantolon kemerini kaldırdı, ellerini ceplerine soktu. Başladı: «İlk olarak, bu köyün temel ihtiyaçlarını, köylülerin kendilerinden öğrenmek isteriz. Ortaya çıkan ihtiyaçları sıraya koymak bizim işimiz. Bunlar, birinci ve ikinci basamaklar sayılır. Şimdi, köylüler bize en önemli ihtiyaçlarını söylesinler...» Mr. Canata ekledi: «En büyük derdinizi söyleyin...» İzzet, komşularına baktı. Kimsede ses yok. Kaymakam, «Sizin ihtiyaçlarınız biz de biliyoruz, ama kendiniz dile getireceksiniz. Metod böyle. Konuklar böyle istiyorlar.» dedi. İzzet, komşularını taradı bir bir. Sonra «Valla, açığını isterseniz, bizim bir şeye eytaçlığımız yok! Derdimiz de yok Allaha şükür!» dedi. Komşular, «Öyle ya, öyle ya!» dediler. «Alla-hın bu kadar nimeti önümüzde! Nankörlük etmeyelim şimdi!...» Mr. Canata, İzzet'in sözlerini çevirdi. Konuklar güldüler. Dr. Larson bir şey dedi, Mr. Canata gülerek onu da çevirdi: «Bu her yerde böyle olur. Bütün köylüler önce böyle konuşurlar.» Kaymakamla Vali de güldüler. «İyi düşün muhtar!» dedi Kaymakam. «İhtiyaçları sizin söylemenizi istiyorlar.» Mr. Canata, konukların sorularını çevirdi: «Meselâ, topraktan yeteri kadar ürün alıyor musunuz?» «Alıyoruz tabiî!» dedi İzzet. «Bizim toprağımız biterlidir. Bir karış,altı, kara taş değildir. Ekini yakmaz. Yani, eyi ürün alırız biz!» Mr. Canata çevirdi. Dr. Larson yeniden konuştu. Canata, onu da çevirdi: «Ürün çeşitlerinden memnun musunuz? Yeni ürünlere ihtiyacınız yok mu?» «Var desek yalan olur.» dedi İzzet. «Her şey biter bizim köyümüzde. Gök göğerti, yeyim âleti, süt yoğurt ciheti, odun, meşe bol olur.» «Hayvan cinsleri? Meselâ süt üretimi? Yağ 57 culuk?...» «Eyidir, her şey cok eyidir!» dedi İzzet. Vali bağırdı : «Evlâdım, siz yenilik istemiyor musunuz?» «Çok istiyoruz Vali Beyim! Amma onların sordukları var bizde. İlle de bir yenilik yapalım diyorlarsa, onu kendileri söyleyecekler. Biz, onların karnındaki yeniliği ne bilelim?» Vali durdu, «Yani siz köyünüzü baştan aşağı yenileştirmek istersiniz, değil mi?» dedi. «İsteriz!» dedi İzzet. «Amma evlerimizi yıkıp beton döşeme, ince tavan yapmasınlar. Soğuk oluyor. Isıtmak için kömür gerek. Nerden bulalım biz kömürü?» Temeloş atıldı: «Gözel usulleri, tenleri neyse, kendileri göstersinler. Yani Vali Beyim, bu köy, Hazreti Atatürk gününden beri böyle duruyor. Gözel bir köydür amma kopan gidiyor. Beşikteki bebeler, «Inga! Inga!» deyi ağlamıyor şimdi, «Angara! Angara!» deyi ağlıyorlar. Köyü öyle bir gözelieştir-meli ki, palazlanan uçmasın!» Mr. Canata çevirdi. Dr. Larson, ellerini çırptı: «That is the main problem!» dedi. «Asıl mesele budur Beyler!» Vali güldü: «Güzel, çok güzel!» dedi. Teme-loş'un yüzüne bir renk geldi Vali böyle deyince. İzzet de ferahladı. «Okulumuzu deyelim.» dedi Temeloş. «Dar geliyor. Bir oda daha yapmalı. Camal Oca yetmiyor. Yanına bir yardımcı vermeli. Sonra kızlara örme, dokuma, yeni korslar. Uşaklara marangozluk, makinecilik...» Dr. Larson, «Good! Good!» diye bağırdı. Mr. Boger, gömü bulmuş gibi seviniyordu. İzzet kurtulmuştu. Temeloş yetiyordu hepsine. Komik sözleriyle konukları güldürüyordu. Bir yandan da kendini tutmağa çalışıyordu: «Acaba fazla mı konuştum? Fazla mı ileri gittim?» Komşu larına. Muhtara, Kaymakama bakıyordu. Hiçbirinin yüzünde ters bir anlam göremedi. «Amma...» diye bir daha başladı. «Bütün bunları bize kendi hökü-

25


58 yaptık. Bir oda daha ekleriz. Örme dokuma., kızlarımız öğrenirler analarından. Yani demek isterim ki, Türkün böyük Amarikan dosları üzülmesinler. Oturup Ankara'da keyiflerine baksınlar. Biz burda eyi-yiz. Memnunuz halımızdan çulumuzdan. Merdivan başak başak. Dün öyleydik, bugün de öyleyiz. Amma yarın bir türlü daha oluruz. Gün doğmadan neler doğar. Yani demek isterim ki, kendi yaramızı kendi saranlardanız, bir namus yoluna ölenlerdeniz. Bir kusur işlediysek Vali Beyimiz bizi bağışlasın.» Vali bağırdı: «Değiştirdin, değiştirdin! İlk ifadeni değiştirdin!..» «Değiştirmedim Vali Beyim! Tâ başından özüm böyleydi. Sözümü de arayıp buldum. Amarikan dos-larımız yerlerinde sağ olsunlar, siz de sağ olun, var olun! Gene gelin buyurun, suyumuzu ayranımızı için, memnun oluruz...» «Ne diyorsun Muhtar? Kabul ediyor musun bu babanın dediklerini?» Sordu Vali. Daire müdürleri, bakanlık temsilcileri, ellerinde bir kuş varmış da uçup gitmiş gibi üzülüyorlardı. Vali: «Evet Muhtar?» diye üsteledi. İzzet dikildi biraz: «Temel dayı, köyümüzün bekçisidir Beyim. Bekçi duracak insan değildir amma, öteki komşularımız çekip çekip gitmiştir. O da insanlığının yünsekliğinden bu görevi kabul etmiştir. Kendisine böyük hörmetimiz olup hemi de sözlerini dinleriz. Zekâlıdır. Aynan kabul ediyorum Beyim.» «İyi ama be evlâdım, baştan dediniz ki, 'tamam, kabul ediyoruz!' Şimdi de diyorsunuz ki, bize yaparsa kendi hükümetimiz yapsın! Biz Amerikalılardan bir şey istemeyiz...'» «Hacat değil Beyim!» dedi Temeloş. «Yarın şoraya bir odacık daha ekletip, bak bak, Amarikan duşlarımızdan okul istediler, bir okula güçleri yetmedi, dedirtmeyelim çevrede...» «Öyle Beyim!» dedi İzzet. Komşularına baktı: «İstersen bir de komşulara sor.» 59 «Öyle öyle...» «Pekâlâ, caminizin filan bir ihtiyacı yok mu?» «Yok Beyim!» dedi İzzet. «Sıvası, sergisi tamdır. Lâmbası, zobası tâ ezelden beri mevcuttur.» Hacı Kadir, Valiye yakın bir yerde dikiliyordu. O da söze karıştı: «Eksiği olsa bile Amarikalılardan mı tekmilleyecez Beyim? Zâtınıza teessüf ederim!» Mr. Canata habire çeviriyordu. Kaymakam Diriöz, işin bozulacağından korkuyor, kafasında şimdiden yeni bir köy adı hazırlıyordu. Mr. Boger'-in de sevinci yarım kalmıştı. Dr. Larson ise, «Bu her yerde böyle olur, azgelişmiş toplumların primitive gururudur.» diyordu. Hacı Kadir ekledi: «Okula yakışmayan, camiye yakışır mı Vali Beyim?» Vali, «Bana bakın!» dedi. «Cahilliği bırakın! Ne devirdeyiz, onu düşünün. Yahu, Amerika kim, biz kim? Biliyorsunuz, şurada Rus'un burnu di-bindeyiz. Amerika bize destek olmaktadır. Hükümetlerimizin birbirleriyle bağlantıları vardır. Buna halk da katılmalıdır. Sizden istediğimiz budur. Kalkıp ayağınıza kadar geldi. Başka köylere nasip olmayacak şereftir. Bahusus ki ellerinde çok imkân var. Dağları devirmeye güçleri yeter. İyi düşünün...» İzzet, «Ah!...» diyordu içinden. «Bunu neden önceden haber vermezsiniz bize? Bir döker düşünürdük. Kafa kafaya verirdik. Hiç olmazsa şimdi beş takikecik biz bize kalabilsek! Sık boğaz edjp karşılık istemeseler hemen...» Baktı komşularına. Temeloş'a baktı. Temeloş, İzzet'e baktı. Hacı Ka-dir'i oldum olası sevmezdi, ona baktı. Bir ara Temeloş'un gözleri şakıdı. «Dağları devirmeye güçlen yeter!» diyordu Vali. Kendileri de, «Makine bizde, motor bizde!» diyorlardı. Temeloş, İzzet'e baktı bir daha. Sonra, Valiye, Kaymakama, bütün öteki konuklara döndü: «Beylerim!» dedi. «Yünsek karakterli Beylerim! Madem dağları devirmeye gücünüz yeter, elinizde motur-guvat fazla, bizim şurada bir tepe var. Aktepe, madem sevip* 60 \ nuz; madem şimdi bu eyilikleri kabul etmezsek hatır koyacaksınız, devirin bu tepeyi işte!» Vali, Kaymakam ayıt beyit oldular. «Anlamadım!» diye bağırdı Vali. «Yani, şaka mı yapıyorsun, anlamadım!...»

26


«Estağfu/ töbe Vali Beyim! ne haddime?» dedi Temeloş. «Madem ille bir eyilik edecekler, silsin-ler önümüzden bu tepeyi! Ben bunu söylüyorum yani...» Temeloş, koluyla Aktepe'yi gösterdi. «Ne zararı var bu tepenin size?» Sordu Vali. «Çok zararı var Beyim! Köyümüzün yelini kesiyor. Kışları da gün erken battığına çok ayaz yapıyor. Hemi de, bu tepenin sebabına Ankara'yı göremiyoruz. Kapatıyor önümüzü, Ankara'nın ışıkları yıldız kurdu gibi şavkıyor geceleri...» Vali, bozulacak mı, düzelecek mi, bir karar veremiyordu: «Öyle mi diyorsunuz Muhtar?» diye sordu. «Yani, ciddî mi söylüyorsunuz? İzzet: «Elbet ciddî Beyim! Zatına karşı başka nasıl olur? Kalkıp ayağımıza gelmişsiniz. Amerikan dos-larımız da bir eyilik edelim diyorlar. Aktepe'yi sil-sinler. Çünküm, hep bilirler ki, burada bir Aktepe varidi. Amarikanlar geldiler, paldır küldür silip attılar tepeyi. Bundan daha böyük örnek olabilir mi göz için? Amarikan guvatine herkes parmak ısırıp el çırpacak o zaman...» Dr. Larson, Mr. Canata'nın çevirisini dinledikten sonra ayağa kalktı, pantolon kemerini çekti, ellerini ceplerine soktu: «WeJI...» dedi. «Bir soru sormak istiyorum. Tepeyi kaldırdıktan sonra, toprağı nereye atacağız?» «Önündeki derecelere!» dedi Temeloş. «Peki! Çok iyi!» dedi Dr. Larson. «Tepenin yeri, derelerin dolan kısmı... çok geniş bir düzlük meydana getirecek. Bunu düşünebiliyor musunuz?» «Helbet düşünüyoruz!» dedi Temeloş. «Now... cevap verin bana.» dedi Dr. Larson, 61 «DU uu^ıuyu, uır layuaıı amcu-d ı\uııaııi|j uoycncndirmeyi düşünür müsünüz? «Neye düşünmeyelim?» dedi Temeloş. «Give me an example. Ne gibi bir amaç meselâ?» «Valla, onu düzlük meydana çıkınca düşünsek daha iyi olur.» dedi İzzet. «Şimdiden beş dakike-nin içinde acalasi ne?» «Meselâââ...» dedi Vali. «Ağaçlandırmak filan... Amerikalı dostlarımızla el ele...» «Helbet olur, neye olsun?» dedi İzzet. Temeloş: «Hele bir düzlük çıksın!» dedi. «Fine!...» dedi Dr. Larson. «Bu, iyi bir adımdır.» Mr. Boger'e döndü: «My personel opinion is that... bunu hemen yapabiliriz! Böylece birçok şüpheleri, tereddütleri silmiş oluruz. Kazanacağımız düzlük, tarım uygulamaları için çok işimize yarayacaktır.» Mr. Boger başını salladı: «Oh yes! Oh yes! But we have to think about it a little more... Biraz daha düşünmemiz gerek.» Mr. Canata çeviriyordu. «Düşünün Beyim, sonra düşüneceğinize önce düşünün!» dedi Temeloş. Bu akılları, bu videleri bulup çıkardı deye Temeloş'u bir kat daha sevdim. Camal Oca bir, Temeloş iki, çok gözüme girdiler bugün. Köyün muhtarı olduğum halde, bir başıma kalkamazdım bunca yükün altından. Çok büyük destek oldular. En sonunda Vali Beyimiz, Kaymakam Efendimiz, hemi de bütün öteki konuklar baştan ayağa hoşnut kaldılar. Amarikan avratları, biie, «Fayn! Fayn!» deyip durdular ne demekse... Camal Oca, birer bardak daha ayran dağıttırdı. Hep birlikte okuldan çıktık Tomafillerin durduğu yere geldik. Avratlar tutturdular, ille bizim avratlarla konuşmak! Onlar da dikilirler saçaklarda. Çalkama yapmaya gelenlere dedim ki, «Haydi, götürün şunları bizimkilerin yanına, konuşsunlar ne konuşacaklarsa!» Alıp götürdüler. Kaymakam Beyimiz de katıldı aralarına ki, anlaştırsın iki tarafı. Biz epey bir süre orda konuştuk. Vali Beyi62 loş konuştukça kakır kakır güldü. Sade o değil, ötekiler de güldüler. Kuvayi Milliye'de, Asiye yengemi özlemesine sebep, üc günlüğüne bir kaçıp gelmiş bu. Amma, tam köye geldiği gün candarmalar tutup götürmüşler mi? «Ula, harhar koştum geldim de, kuru kuru döndüm

27


gittim! diye anlatıverdi biraz. «Hemen künyeme gayıt düşmüş zabitler. Üç-günlük firarın var deye şeref aylığı vermiyorlar şimdi. Kendim de istemiyorum gerçi!..» Vali Beyimiz babacan adam neme lâzım! Amerikan cavırları da bek hatırnaz, bek alçak gönüllü. Sonradan sonradan baya hoşuma gitmeye başladılar. İçlerinden karılar seçilip ayrılınca biraz sey-reldiler: «Avratlar evlere girip kayboldular Vali Beyim! isterseniz siz de benim fakirhaneye buyrun. Birer bardak çay sınalım konuklara!» dedim. Bek memnun oldu. Kolundaki saata bakarak-tan, «Vakit yok Muhtar, amma bir başka sefere söz veriyorum.» dedi. «Genel Mencis toplantısı var, gitmem lâzım. Bundan sonra gelip gitmemiz eksik olmaz artık.» Onun böyle menmun kalmasından ben de menmun oldum. Giden avratları derseniz, çok beklettiler bizi, hemi de konuk erkekleri ayakta. Amma, hiç kızmadı herifler! «Aşkolsun, pravoi» dedim kendi kendime. Ya çok yılıyorlar avratlardan, yada çok sayıp hörmet ediyorlar. Biz olsak, gireriz tomafillerin içine, basarız kornayı, basarız kornayı!... Kancıkların keyfi çatana kadar beklediler. Baktım baktım da tasalandım: «Bunlar gelip gitmeyi artırırlarsa, yarın bizim avratlar bozuiurlar!» dedim. Camal Oca'ya göz ettim: «Yavu şunlara bir bak! Herifler ayakta kaldılar. Vali Beyimizin toplantısı var!» dedim. Camal Oca gitti. Birez durup ben de gittim ardından. Ne edeyim baktım gelmiyorlar. Bir de gördüm ki, bunlar ev gezmesine çıkmışlar köyün içine! Dalmışlar, o ev senin, bu ev benim! Irafik'in evde buldurri ikisini üçünü. Oğlunu öküz susmuştu ya zabahlayın. Karısı, açmış yarasını gösteriyor. Birden senli benli olmuşlar. Avratlara 63 şaştım Kaıaim. biti uaya ıuıı\^« uınyuı. yaı HaL anlaştırıyor. Geçtim Habaruş'un evine. Kaymakam Beyimiz de orada. Gözlerinin önü mor soğan gibi bir kız var. Onunla kaynatıyor. Öyle bıldırcın bir şey ki, baya zeynim karıştı. Konuk olmasa hani, insan cavır müslüman demeyecek. Nenni mi, Nensi mi, öyle bir adı var. Ben diyorum ki, biz sadece yakın çevremizdeki köylere değil, dünyaya örnek olacağız bu gidişle! Durum vaziyetler öyle gösteriyor. Haydi allaht'an hayırlısı! Çok çok hayırlısı! Yani içimde bir şey var, daha şimdiden av-kıp duruyor. Düşündürüyor beni. Bir ara caminin önünde Vali Beyimiz dedi ki, «Genel Mencilise teklif edelim de köyün adı değişsin. Kızılöz... çok kötü!» Ne diyeceğimi şaşırdım. «Vali Beyimiz, çok affedersin amma, Kızılöz bu köyün kadim adidir. Belkim atamız Âdem'den kalmadır. Değişir mi?» Di'ki gibi kıstı gözlerini, «Değişir, değişir!» dedi. «Ataların günü başkaydı, şimdi başka... Kızıl'ın anlamını bilmezsiniz. Kötüdür. Kötü dedim mi orda durun! Güzel bir ad buluruz yerine. Zaten de güzel bir köy. Daha da güzel olacak. Güzelöz deriz meselâ, Kızıl'ı değişir, öz'ü aynen kalır.» Karabıyık, boynu kelebek Canata Bey de beğendi, müdürler de beğendi. Lanlun ederek Amarikan doslara anlattılar, onlar da beğendiler. «Oh yes, oh yes!..» diye diye bir kaldılar. • Ellerinde kalem kâğıt! Yazıp çizip değiştirecekler köyümüzün kadim adını! Tiksiniverdim birden. Yavu bu bizim hükümetimizin büyük rnâmir-leri ne yapıyorlar böyle? Amarikanları getirdiler karşımıza, elimizi kolumuzu tutup gülünç mü edecekler bizi? Vay başımıza gelenler vaaaaay!... Habaruş'un avrat, Amarikan avratlarına tutturmuş, ille zufra çıkaracam size! «Benim kapıma gelen, bir lokma ekmeğimi yimeden gidemez! Gelmek iradeyle, gitmek müsadeyle! Peynir çıkaracam, pekmez çıkaracam...» Habaruş'un avrat, bazlamayı, 64 oturmamış. Banıp banıp ayakta tıkmıyorlar. Zaten oturmak isteseler de oturamazlar giysilerle! Daracık, düdük düdük! Hemi de şöyle dizlerini bükecek olsalar, allah mafaza, her yerleri görükecek. Kaymakam Efendimize «pravo» dedim. Bir uzatıyor, bir uzatıyor konuşmayı o Nensi kıza karşı! Gözlerinin önü mor soğan gibi yavu! Anlatıyor ki, Türk konukseverliği şöyledir de,

28


böyledir de... Dışarda Vali Beyimiz duz yumurtluyor, habarı yok. «Valla pravo!» dedim. Neyse, geçten geç çıktılar bunlar evlerden. Tomafillere bindirirken birer birer tokalaştık. Avratlarıyla bile toka ettik. Tabiî onların herifleri de bizim avratlarla tokalaştı birez! Alır mısın örnek köyü, Pilot Purucayı?' Avratların elerini cavır heriflerine elletirsin böyle! Amanın, nerelere gidelim? Tam seherlere benzeyecez, Ankara'ya benzeyecez bu gidişle, amanın!.. Amanın!.. Bu arada en çok neye şaştım, az daha unutuyordum. O gözlerinin önü mor soğana benzeyen kız yok mu? Elinde bir makine, çıt çıt çıt, habire foturaf çeker! Yeri göğü, bütün köyü foturafa aldı desem yeri... Öyle bir deli kız ki, foturaf maraklısı.. Hemi de yalnız o olsa... çok çektiler... 65 L TEPE Temeloş, kır bayır dolaşıyor, yelip yelip ge- -liyordu. İki durup bir Avdan yoluna bakıyordu. O tiren katarına benzer uzun tomafil kervanı ha bugün görünecekti, ha yarın. Bekliyordu. Çıkıp gelecekler, dalacaklardı işe. Onlar gelince komşuları toplamak gerekecekti gene. Aktepe'nin başına çıkıp tellâl bağıracaktı: «Uiaaaa Hasan! Uiaaaaa Üşen!... Amarikan cavırları geldiii... Toplamlım!...» Gözlerini yoldan hiç ayırmıyordu. Muhtarı görse, Muhtara, Oca'yı görse Oca'ya: «Yok! Daha gelmediler! Amma gelecekler! Bir kere «he» dedik mi, demedik mi!» diyordu. Koltuklarımın altında iki karpuz dolaşıyorum köyün içinde günlerdir, izzet çok hoşlanmış konuklarla konuşmamdan. Komşular da hoşlanmışlar. Amma tümü değil. Birazları var ki, karınları ekşi küpü! Enine çeken var, boyuna çeken var. Amma hani gelmiyorlar? Bunlar geleceğiz deyip de gideli hafta oldu. Gözlerimin kökü sarardı yollara baka baka. Ben hemen ertesi gün gelecekler sanıyordum. Saçımı sakalımı onarttimdı. İşte-gene uzadılar. Ne yapalım, kırdan gelince Berber Beşir'e yeniden gittim. «Beşir!» dedim, «Uzadılar yeğenim! Bir daha kırp, bir daha kazı! Akşama zabaha gelirler, gatti gelirler, aman Beşir!» dedim. Beşir oturttu beni. Kırptı, kazıdı. Kalktım, koşa koşa eve vardım. «Avrat!» dedim Asiye'ye. «Su koy çabuk ocağa! Çabuk, çabuk, çabbuk!... Su koy da paklamvereyim! Saç 66 mi de ellerin içine çıkacağım, ekşi ekşi kokmayayım yanlarına varınca...» Asiye su koydu ocağa. Kapının ardına soyundum. Bir sabunlandım, bir daha sabunlandım. Amma eyice durlanıp çıkmadan dut düt'ler başlamasın mı köyün içinde? Yeri göğü titreten, hiç duyulmamış, alâmet kıyamet gürültüler üstelik! Suyu dar acele dökünüp çıktım. Dar acele giyindim... Gelmiş bunlar! Sar sarı, boz boz makineleri dizmişler. Gene o foturafçılar. Gene o karabıyık, boynu kelebek Ganata Bey. Gene o ikide bir kemerini çekip duran ak kafa. Amma bu sefer Vali Beyimiz, Kaymakam Efendimiz, öteki müdürler yok. Avratların da birazları eksilmiş. Amma çoğu gelmiş gene de. O gözlerinin önü mor soğanı andıran bıldırcın kız! O en böyükleri Boger mi, Bo-ker mi! gelmişler... İresimler, filimler... Hiç durmadan... İzzet'i almışlar karşılarına, konuşuyorlar. Vardım yanlarına, önümü ney ilikledim. Amma şapka ney çıkarmadım. Yalancılık yağcılık yok. Teker teker toka ettim hepsinin elini, «Good good...» deyip duruyorlar hep. Graydar diyorlar üç makine, dozer diyorlar dört makine! On beş yirmi de kamyoni Yahu bunlar tümeek deli mi? Hiç akıllı yok mu içlerinde? Sahiden devirecekler mi tepeyi? «Hemen başlayalım!» diyorlar. «İş başlasın, biz gidelim!» diyorlar. O Ganata Bey olacak da, «Bir küçük tören, bir küçük merasim iyi olur tam başlarken!» diyor İzzet'e. Vay başımıza gelen! Baba ne yapacaksınız töreni möreni? İşte tepe, işte, siz, varın başlayın!... Amma İzzet anladı. Gene Camal Oca'yı çağırttı. Bir kazan çalkama ayran hazırlattı. Okulun bacasına gittik. Sıraları saldaiyeleri dışarı çıkardık. Oturttuk bunları. İçirdik ayranlarını. Eyi ki içiyorlar! Eyi ki iğrenmiyorlar!... «Komşuların çoğu işte kayıtta tabiî. Amma biz buradayız. Beyim. Tabiî herkes kendi edetini işler. Şimdi bizde bir toprak 67

29


kazılacak oıau mu, Kan cusıunatv mUu,,. _____ niz bir de kurban keselim?» Karabıyık Canata lanlun etti. Edetimizi anlattı. Başkanları Boger Bey bir şey konuştu. Canata Bey çevirdi onun konuşmasını bize: «Cok memnun oluruz. Herkes kendi âdetini sever. Âdetleri neyse yapsınlar!» diyormuş. Sonra birez de kendisinden ekliyor: «Bu tepe işi bitsin isalları, çok işler olacak göreceksiniz. Amarika'nın hökümet merkezi başkentine laporlar yazıldı, teller çekildi ki, cins tavuk, eyi sığır yollasınlar. Hemi de cins zebze, cins meyve... Kadınların örme dokuma işlerine makineler... Aş bişirmek için gözel usuller, tencereler... Şimdi anlatmanın gereği yok. Olunca göreceksiniz.» Mendillerini çıkarıp ağızlarını sildiler. Çıt çıt çıt foturaf çekmeleri de durmuyor hiç! Benim bile kaç iresmimi aldılar uzaktan yakından, yandan bilmiyorum! Yörüdük Aktepe'ye doğru. Eteğine varıp durduk. Makineler moturlar da ardımızdan geldi. Ulan o kadar şüferi nerden buldunuz? Vay ocağınız sönmeye! Neyse! Önce usulen bir kevşettiler eşilecek yeri. Tepeyi eteklerinden eteklerinden bir dolandılar. Bir dünya foturafını çektiler. Meğerim ne te-peymiş bizim Aktepe! Toprak doldurulacak dereleri de gördüler. Irafik'in tarla gidiyor gürültüye! «Yanda Irafik!» dedik. İlk gelecekleri gün bebesinin birini öküz süstü. Şimdi de tarlası gidiyor. Habar verdik kendisine. İnetmeğe başladı: «Yapmayın etmeyin! oldurduğunuz yerlerden bana tarla verecek misiniz? «Vermeyeceğiz!» dediler. Açık söz-. «Tepenin yerini, derelerin yerini hep ağaçlama yapmak istiyoruz» dediler. Bu sefer yanlarında Uluğ Paşa mı, Tuluğ Paşa mı, bir paşa getirmişler, emekli, Irafik böyle birez inleyince, ortaya dikelip bir nutuk okudu: «Başka düveller havalanıp aya yıldıza vardı arkadaşlar! Allah aşkına lütfen kendimize gelelim! Hem de resmen!...» 68 II Ol II\ l.a y nın parasını viririz.» dedi Amarikanlar. «Ne vereceksiniz ki?» «Ne istersen! Değeri neyse»... Tarlayı ölçtüler. İçi ekin ekili. Onu da hesaba alaraktan 1900 lire kestiler Irafik'e. «Valla eyi para!» dedi komşular o kötü tarlaya. Bir kâğıt koparıp verdiler eline, «Git Ankara'nın Merkez Pan-gasından al paranı.» dediler. Ardından başka mazarratlar çıktı: Karakız'-ın Oğlan'ın dikmeleri örtülecek. Harımı, bâçası örtülecek. 3000 lira hesapladılar. Bir kâğıt da ona verdiler, gidip Merkez Pangasından al sen de paranı. Tamam mı? Var mı başka mazarrat? Yok! «İster sen dikmelerini, söğütlerini de sök!... dediler. O makineler koca söğütlere, sekiz on yaşındaki dikmelere bir giriştiler, amaaan!... Ben ömrümde öyle zulüm görmedim! Zencirini takıyor, tırnağını batırıyor, yüklenince, köküyle birlikte söküp getiriyor koca ağacı! Yani nasıl anlatsam? Soğan söker gibi bir şey canım! O kadar kolay! Söktüklerini de getirip danalığa yığıyor birer birer. Bütün bunlar olurken boyuna çıt çıt, iresim! Ben sandım yarım saatin içinde bitti bunlar. Yani o kadar erken bitti... İzzet bir toklu buldurdu. Köyün Hocası elinin bıçağıyle hazır. Hep beraber dua edip el kaldırdık. Tokluya bıçağı çaldı Hoca. «Masarifini köy sandığından alırız!» dedik İzzet'e. Bu kadar olacak! Suya düşen keçe ıslanmaz mı? Kurban kesilirken de, dua edilirken de habire iresim çektiler... Neyse Duadan sonra tepeye girişti bunlar. Biz de iki yana dikilip seyre başladık. Amanın, makineler toprağın yüzünü yarıyor, eşiyor. Sonra eştiği toprağı kuruyor. Onlar bir yandan, kepçeler bir yandan, kamyonlar bir yandan. Kamyonlar alıp toprağı götürüyorlar. Dereye varınca kıç dönüp deviriyorlar. Bir teccal işleri ki, ne görmüş, ne duymuşuz! Yumuşak toprak! Yani öyle yumuşak, pilav gibi. Ara sıra kocaman kayalar da çıkıyor içinden. 69 Karşıdan bakıp diyoruz ki, işte bunu kıpsrdatamaz. Kıpırtadıyor yavu! Valla billâ kıpırdatıyor! Foturaf-çılar da habire bizim iresmimizi alıyor. Makinelerin çalışmasını almıyorlar da hep

30


bizim iresmimizi alıyorlar. Kimbilir ne kadar büyük açtık gözlerimizi hayrattan ki... O gözlerinin önü mor soğana benzeyen Nen-si tam bir iresim delisi! Kırlardaki çiçeklerin bile iresimlerini çekiyor çıt çıt. Aktepe'nin başından bel-kim bir seet gezinip iresim çekti: Otun çöpün, çiçeğin... O en başlan Boger Bey, <:Wel...» dedi, lan-iun etti. Habire «l/l/e//» diyor bu adam. Canata Bey çevirdi ki, «Artık iş başladı. Artık iş yoluna girdi. Biz gidiyoruz!» Uluğ Paşa mı, Tuluğ Paşa mı, o eski general burda kalaoak. «Güle güle!» dedik. «Uğurlar olsun!» izzet koştu, Canata Beyi durdurdu: «Gayri Bir kere söz verdik. Biz bu işe şahap oluruz. Burada kalan şüferlerin, hemi de Tuluğ Paşanın yemesine yatmasına tasa çekmeyin. Makinesi moturu, yakıtı mazotu sizden olduktan keri, onların yemesini yatmasını da biz üstleriniz...» «Yoooook!» dedi Canata Bey. «Birazdan bir mutfak arabası geleoek. Her şeyleri getireoek. Size yük olmak yok. Akşamları da Ankara'ya dönecekler. Araba gelip alacak. Zaten kaç günlük iş...» «Amma olmaz, yakışmaz!» dedi İzzet. «Hiç olmazsa bir ucunu da biz tutsaydık. Köyümüzün üstüne gelmişsiniz...» «Yok!» dedi Canata Bey. Tuluğ Paşa da, «Yok!» dedi. «Yavu biz Ama-rika Amarika diyoruz da siz anlamıyorsunuz. Bizim dediklerimiz size şaka geliyor. Ulan siz Ama-rika'yı ne sanıyorsunuz?» «Yalan değil, valla bize şaka geliyor!.» Gitti bunlar. Uzmanlar iki üç gün sonra gene gsleceklermiş. Dere tepe düzlendikten sonra gözel bir plan vapacaklarmış. Tuluğ Paşa anlatıyor bunları. «Gözünüzü açın, «uyanın!» diyor. «Dilenciye bir hıyar vermişler, eğri deye almamış. Sizde de ona 70 benzemeyin!» diyor. «Ben Dır iki yııaır Dumana çalışırım. Para oluktan akar bunlarda. Bilgi dersen derya. Fen dersen, o da öyle. Bütün planını çıkaracaklar. Bu uyuz keçileri, eşekleri bırakacaksınız. Tâ Amarika'dan uçaklarla eins tavuk, cins inek gelecek. Köy medeniyete girecek.» izzet ağlamaklı oldu: «Bütün bunların parasını biz nerden bulacaz? Nasıl ödeyecez bunca borcu?» «Parayla değil ki! Parayla değil hiçbiri! Hibe bunlar! Yardım bunlar! Her şeyi yapacaklar. Çevre köyler kıskanacak. Gözünüzü açın...» İzzet dedi: «Eh, şimdiye kadar bakıyorduk da görmüyorduk. Bildiğim körlerden farkımız yoktu. Şimdi sayanızda uyandık. Sade şu makineleri görmemiz yeter. Sağolun, varolun...» Komşuların gözleri de faltaşı gibiydi. Kocaman kocaman açılmıştı. Açılmayacak gibi mi? Daha işin tırnağındayken Avdanlılar çıkıp geldiler on sekiz, yirmi kişi: «Ulan ulan ulan! Ulan ne bunlar? öyle alayınan, asker gibi manavra yaparaktan köyden geçiyorlardı, biz ne bilelim, Kalayeık'a, Kırıkkale'ye gidiyorlar sanıyorduk. Sonra bir de habar aldık Kizılöz'e gelmişler. Tepeleri silip tarla yapıyorlarmış. Bari bizim tepeleri de silseler. Borcumuz ne tutarsa öderiz...» Böyle salak salak konuşuyorlar. Tuluğ Paşa bir kızdı: «Görgüsüzlük etmeyin! İşte burası örnek köy oluyor. Sabredin bitsin, bakıp bakıp örnek alın...» «Bizim elimizde bu kadar guvat var mı? «İsterseniz guvatı da bulursunuz, hele bir örmeğe gavuşun!» dedi Tuluğ Paşa. Hep böyle örnek diyo bunlar. «Hele bir görün!...» diyorlar. Benim de kafam almıyor bunu. Durma bak, sorma bak! Bakmayla olsaydı, kasabanın köpekleri kasap olurdu şimdiye. Belkim biz cahalız, hele benim kafa eyice sulandı da., anlamıyorum... Avdanlılar, ellerini bellerine sokup bizimle birlikte dikildiler. Biz bakıyoruz, onlar bakıyor: Makineler gür gür gür çalışıyor. Mazot kokusu, duman. 71 ortalığı Ankara nın şubattaki navasına aonaurau. Şüferler birbirlerini zor görüyorlar Allah bilir. Neyse! Öğlen oldu. Mutfak kamyonu dedikleri şey geldi. Yimekleri, ekmekleri bişmiş, hazır! Şüferler işi durdurdular. Masalar kuruluverdi birden oraya. Saldalyeler atılıverdi. Oturup

31


yimeğe başladılar. Süt içiyorlar kâğıt bardaklardan. İçki içiyorlar teneke kutulardan. Tâ Amarika toprağından geliyormuş her şey. Bize bir iki buyur çektiler amma gitmedik tabiî. Ne gidelim? «Bilmeden yi-diğin aş, ya karın ağrıtır, ya baş!» Durup karşıdan baktık o kadar. Teneke kutuları içip içip attılar. Bizim bebeler de koşup kapıştı bunları. «Höst! Dürzü dölleri! Atın onları elinizden! Görgüsüzlük etmeyin!» dedim, attırdım. Amma sonra gene kapıştılar. Bir iki saatin içinde dünyanın işini görmüşlerdi. Hiç yorulup ırılmamışlardı. Makinelerin üstünde, oturdukları yerde... Öğleden sonra durmadan çalıştılar. Bizim Aktepe baya oyuldu bağrından. Dereyi dersen, o da doldu, doluyor. Hemi de bu gidişle bunlara çok dere nüzüm edecek. Bu dere Aktepe'nin toprağını yutamayacak. Cok dere nüzüm. Ne yapacağız bilmiyorum. Nerden dere bulacaz? Yarın gene dere isteyecekler... Neyse! Kollarındaki saate bakıp daha gün batmadan paydos ettiler. Makinelerini bir kıyıya çekip, kendileri otoposa dolaraktan Anka-ya yöneldiler. Tuluğ Paşa ep öyle diyordu giderken: «Aman evlâtlar, dikkatli olun! Başınıza konan kuşun değerini bilin. Aman gözünüzü açın...» Akşam oldu, biz hâlâ oralardayız. Kaybolup gitmeye yüz tutan Aktepe'ye, onu kaybetmeye girişen alâmet kıyamet makinelere bakıyoruz. İnsan gibi eğilip kalkıyorlar, boyunlarını döndürüyorlar, kaldırıyorlar. Homurdanıyorlar. Çoğumuz ekmek yimek için bile eve gitmedik öğleyin. Şimdi de gide-simiz yok hiç. Avdanlıları bile geçten geç uğurladık. Kendimiz de, sabah olsun, hayır olsun dedik, ayrıldık en sonu. 72 Zabah saat 8.00 dedi, bunlar gene gorundu-ler. Böcü gibi insanlar yavu! Zabahın köründe yola çıkıyorlar Ankara'dan! Biz yataktan kalkarken onlar gelip işbaşı yapmış oluyorlar. Gayri biz ellerimize birer dürüm alıp., geliyoruz tepenin önüne. Bebeleri okula zor sokuyor Camal Oca. Kırlara mal süren azaldı. Hep yakınlarda yakınlarda güdüyorlar. Bizim o ufacık bir şey sandığımız tepe ne bö-yükmüş aslında! Hemi de toprak işi, hiç başka işlere benzemiyormuş. Herifler kazıyorlar, çekiyorlar, amma bitmiyor. Yükseeek, dük, çok dik bir yar çıktı önümüze. Habire oyuyorlar. Taş, kaya gelirse diş söker gibi tutup alıveriyorlar. Derken dere doldu. Irafik'in ora, Karakız'ın Oğlan'ın ora hep doldu. Alt yanda Habaruş'un harıma yöneldiler. Dahası var, benim tarlanın da kulağı gidiyor. Tuluğ Paşa Habaruş'u sesletti. İzzet mizzet bir olup bir fiyat-biçtiler, 3000 lira da o alacak. İzzet bana sordu: «Sen ne istersin buraya?» Dedim, «İsterse tarlanın tümü gitsin, ben Amarikandan para ney almam! Allah göstermesin!...» Tuluğ Paşa kızdı: «Ulan ne aksi herifsin? Türkün en büyük dostu! Ondan böyük düvel yok dünyada. Urus'un karşısında bize arka çıkıyor. Sen de tutmuşun, ben Amarikandan para almam... Almazsan alma baba! Bu iş başladı, bitecek. Bu tepe silinecek. Bu arada birkaç dere dolacak birkaç tarla batacak.» Ben uzatmadım. Uzatsam o da uzatacak. Ne de olsa Türk ordusunun bir eski Paşası. Kendinin hatırı yoksa da ordunun hatırını sayıp sustum. Sular kaynamaya başladı tepeyi kazdıkça. Pınarlar, «göz»ler olacak belki yerinde. Belki köy gür bir suya kavuşacak, mezarlıktan aşağıdaki tarlalar hep sulanacak! Tuluğ Paşa'yla takışmayı filan unutup ben de sevindim komşularla birlikte. Biz böyle sevindikçe, komşu köylerden gelenler kıskançlıktan çatlıyordu. Geleni gideni mi sorarsın? Yani meselâ ki, 73 ner Koyüen atını süren geldi ikinci gün. Omarcık'-tan İsmail Ağa geldi. Kargın'dan Deli Âmat geldi. Yenice'den Dilkiburun Abdullah geldi. Sanarsm ki, Kszılöz'de havta bazarı kuruluyor artık! Kaymakam Beyimiz de cipine atlayıp vırt geliyor, zırt geliyor. Yeniceli Dilkiburun deli oluyor: «Gökten bin dene grafet yağsa bir teki bizim boynumuza geçmez. Yenice köyü Esenboğa yolunun üstünde. Bakımlı, gözel köy. Öyle olduğu halde, Yenice'yi seçmeyip burayı seçtiler. Çok canım sıkılıyor!.. Kaymakama, Valiye çok kızıyorum. Saklı gizli yaptılar, duymadık. Önceden habarım olaydı, kaçırır mıydım! Pardiden purtudan arka bulur bizim köye alırdım bu makineleri. Hemi de böyle tepe sildirmez, ders doldurmaz,

32


yarayışlı işler yaptırırdım! Ah!» diyordu. Ah derken oh derken kaymakam geldi. «Şu yaptığınız doğru mu?» deye Kaymakama da tebelleş oldu. O da dedi, «Kszılöz köyünün neyi eksik? Münasip görmedim mi? Bu köy öyle bir köy olacak ki, sizin Yenice sıfır kalacak...» Komşular dediler, «Pravo kaymakama!» Benim de göğsüm kabardı az çok. Ne de olsa kendi öz köyüm öğülüyor. Ben de «Pravo!» dedim içimden. Omarcıklı İsmail Ağa da dedi: «Eyi iş, gözel iş, hayırlı olsun! Kıskanmayalım, Allah bize de versin, isterse hiç vermesin, komşuda bişenden bize de düşer. Uğurlu olsun...» Ne de olsa Haydar Oca'nın bubası. İnsanlığı eyi biliyor. İnsanlığın özünü konuşuyor. İsmai' Ağaya «Sağol!» dedik. Amma Dilkiburun susar mı? «Bu iş burda çok çok bir yıl sürer! O zamanaca ne yapar eder, bu teşgiiâtı Yenice'ye kaldırırım...» «Kaldır kaldır, hemen şimdi kaldır!» dedim ben. Daha da deyecektim, komşular Dilkiburun'a çok hırslandılar, yörüdüler üstüne. Amarikanlar yüzünden bir komşu köylüyü eyice darıltacaklar deye korktum. Dediler ki: «Gözel gözel geldin, safa geldin, amma sus artık! Biz gidip dilekçe vermedik ya! Kendileri gelip bizim köye talip oldular. He de74 yin dediler, he dedik. Köyün insanlığı yüksek ki, he dedik. Yüksek olmasa, istemiyoruz, kabul etmiyoruz deyip savabilirdik Amarikanları...» Ben bu yüksek insanlığı da pek anlamadım nefsime. Amma komşular Diikiburun'a böyle dediler... Öğle oldu. Çevre köylerden gelenleri de alıp evlere yörüdük. Yimek ekmek yidik. Sonra da çekilip giderler diyorduk, gitmediler. Dilkiburun, Tu-luğ Paşa'ya sokuldu: «Paşam Hazretleri! Bak sana ne diyorum...» deye yanşanmaya başladı. O da dinledi dinledi. «Ümmet tarlasına değil, ümmeti Muhammet tarlasına!» dedi. Dünyada ne insanlar var bol Tepe kayboluyordu. ViraUah su çıkıyordu! Bir arık yapıp topladılar suyu. Ayağını da derenin bir yamacına verdiler. Öyle uslu uslu akıttılar. Tuluğ Paşa seviniyordu: «Geniş bir düzlük olacak. Bol sı1 çıkacak! Durma ek, sorma sula!...» Sonra da çıkan taşları, kayaları bir yere yığdırıyordu toplatıp. «Neden biliyor musunuz? Yarın modern şekilde çok yapılar gereğecek köye. Şimdi hazır elimize gelmişken... toprağa gömeceğimize, biriktirelim!» Komşulardan altı yedisini tutup gündelikle çalıştırdılar. Taşları yığdırdılar... Biz böyle bakarken ederken, kar yığını gibi erıyiverdi tepe. Lâkin orasından burasından kaymayan sular dinmedi. Amarikan müyendizier gelip tepenin tabanını yardırdılar. İnce, derin bir kanal açtırdılar. «Sular buradan toplanır gider...» dediler. Gerçekten öyle oldu. Başka yerdeki «göz»ler de göreliverdi. Ondan sonra makineler her yeri bir Sözel düzlediler son olarak. Taşını çakılını ayıkladılar. Sürgü çekilmiş gibi dümdüz oldu toprağın yüzü. Arkasından traktör makineleri geldi. Bir sürdü, bir sürdü oh... Ondan sonra... da demir kazıklar, pıUakh teller geldi. Başladılar çevresini germeye... Baya ciddî tuttu soykalar bu işi! Hiçbir şeyin darlığını çekmiyorlardı ki! «Lak deseler et, luk deseler süt!» ellerini attılar mı aradıklarını bulup getiri75 yorlardı. variiKiı nerıiıer, nemi varıiKiı, nemi u« variyetli... Yükseeeeek de bir kapı diktiler oraya. Kapının üstüne bir büyük levha astılar. İki dene el var levhada, toka ediyor. Hani o makinelerin kamyonların üstünde olandan. Bileklerin birinde bizim ayi-rıan yıldız, ötekinde bir sürü yıldız, bir sürü çizgi. Bu da onların sancağı olsa gerek. Altına yazı yazdırmışlar: «Dostluk Bacası» «Türk-Amarikan İşbirliğidir» deyi. Okula giden bebeler okudular. Bundan bir gün mü, iki gün mü sonra. Kaymakam Efendimiz çıktı geldi Dedi: «Kızılöz köyünün adı değişmiştir. İl Mencilisi karar aldı, köyün adı güzelöz oldu. Yakışanı da budur tabiî!» Muhtardan eski mühürü alıp yenisini verdi. Daha sonra Camal Oca okulun, Amarikanlar da Bacanın levhasını değiştirdiler. Bir levha da köyün ağzına diktiler. Böylece bizim «Kızılöz», oldu «Gözelöz!» Komşulardan birazı kabaracak oldular. İmam Nuri dedi, «Ses etmeyin! Ulülemre itaat!» Ses

33


etsen ne yapacaksın? Vali öyle istiyor, Kaymakam öyle istiyor. Hem artık kabarmak isteyen komşu sayısı da çok değildi. İki üç kişiydi. Tepe silinip gittikten soı ra, bizim komşular bir yayıldılar, bir yayıldılar... «Kara sabanın ucundaki el kadar demir ilen ekin ekeceğiz, ürün kaldıracağız deye boşuna uğraşmayalım bundan keri! İşte alâmet kıyamet makineler ki biz isteyelim sade, gelip gürül gürül sürecekler...» Komşu köylerden gelip de olanları görenler, «Sizin köy anasından Kadir Gecesinde doğmuş: Ne şans, ne şans!» diyorlardı. «Hazır âlâ Amarikan köyü oluyorsunuz Türkiye'nin ortasında!» İğneli iğneli lâflar konuşuyorlardı. Bâça ise, sürüldü, çevrildi, öyle bomboş yatıyordu. Tuluğ Paşa diyordu: «Burası ağaçlama olacak! Ne gibi deyi sormayın. Olunca görürsünüz. Fidanları uçaklarla Amarika'-dan gelecek...» «Bu yıl mı gelecek, yoğsam sonra mı?» «Bu yıl, bu yıl!» diyor Tuluğ Paşa. «Amma söğüt selvi patladı, dikim zamanı geçiyor?» 76 Mevsimi geçemez. Fidanlar Amarika'nın soğuk yerlerinden gelecek. Orda ağaçlar daha yeni uyanıyor...» Hacı Kadir filan da diyordu ki, «Neye Ama-rika'dan geliyormuş fidanlar? Burda fidan mı yok? Gözel selvi gavaklar diksek, elma erik diksek daha eyi olmaz mı?» «Acele etmeyin yavu!» diye bağırdı Tuluğ Paşa. «Buraya Amarikan ağaçları dikilecek ki, gözel yemişler versin! Yemişler öyle nezzetli, öyle tatlı; dünyanın başka bir yerinde yoktur, hemi de olmasın! Yemişinden gözel şurup yapılıyor. Yedikçe cansızlara can, hemi de kan geliyor. Deyeceksiniz ki, «Paşam sen bunu yedin, yada gördün mü?» «Hayır! Ne yedim, ne de gördüm. Öyle anlatıyorlar. Tabiî İslâmın şartı inanmak... Bu Amarikanlar bizim köye çok değer verdiklerinden bizim için her şeyi yapacaklar. Hiçbir eyiliği esirgemeyecekler.» Dudak şapırdatıyorduk hepimiz: «Nasıl bir ağaç imiş acabola? Nasıl bir yemiş imiş? Gelse de bir görsek!» Tuluğ Paşa, «Bilmem orasını!» diyor. «Ama diktikten iki yıl sonra meyvaları tamam. Her türlü ilim bilim fen onlarda. Öyle bakım, hem de ilâç biliyorlar ki, ağaçları vaktinden önoe böyütüp meyve verdirebilirler!» «Hepimiz «Pravo!» dedik. Tuluğ Paşa caminin önüne oturuyor bizimle. Zabahtan akşama kadar konuşuyor: «İlim bilim fen... dünya bunun üstünde duruyor. Bu da şimdi Amarikanın elinde. İşin esasında ilim bilim bizdey-miş eskiden. Sonra atalarımız harem deyi bir iş tutturup, yani nasıl biliyor musunuz, sarayları karılarla doldurmuşlar, hep onlarla uğraşmışlar. Millet sahipsiz kalmış. Biz gerilemişiz. İlim bilim gibisi var mı?» İmam Nuri: «İlimin bilimin kökü Kuran'da yazılı! Amma bizimkiler anlamını çözememiş! Amarikan cavırları alıp çözmüş. Kuran'da yazılan ilim bilimleri hep yapmışlar. Şimdi bütün makine motur 77 müzü açıp bunları kaptırmasaydık sırtımız yere mi gelirdi? Tuluğ Paşam doğru söylüyor, şimdi dünyanın cihangiri biz olacaktık.» Tuluğ Paşa: «İmam doğru söylüyor! Bizim Kitabullahımız her satırının arasında derin ve gizli anlam saklıyor. Bizim kalın kafa ulemamız far-ketmedi bunu. Ama durun bakalım, yakında bu da olacak işallah! Bizim de dağımızda tepemizde kalk-boruları çalıyor. Amarikan dövletiyle kardaşane dost olalı işimiz irelliyor. Evelallah, daha da irelli-yecektir.» Tuluğ Paşa böyle konuşa konuşa namaz vaktini getiriyordu. İmam kalkıp ezan okuyor, biz de eyi kötü birer abdest alıp içeri giriyorduk. Bizimle birlikte o da giriyordu. Ot aşı bulgur aşı ayran, yoğurt, öğün vakti gelince karnını bizimle birlikte doyuruyordu. Gönül kibir yoktu bunda. Paşanın bu kadar eyi adam olduğunu baştan anlamamıştık. Şimdi anladık yani... Bir tomafili, bir de şüferi varidi. Sabah gelip akşam gidiyordu. Yeni yeni habarları getirip anlatıyordu. «Bugün yarın fidanlar geliyor. Washington - Ankara arası vızır vızır telefonlar., iki üç gün sonra dikim başlayacak. Ankara'daki misyon gelecek. Törenle, kurbanla fidanları dikeceğiz. Öyle karar verildi. Hiç tasa çekmeyin: Pilot Proje tutacak! Güzelöz'den yepyeni bir

34


köy doğacak, Türkiye'ye nur saçacak!» Ağızlarımızı sulandırıyordu. «Bu dikilecek fidanların adı faynapıl! Fay-na-pıl!... Fine-aple deye yazılıyor da faynapıl de-ye okunuyor. Bunun yemişi köye çok para getirecek. Baksanıza, kaçyüz bâça oldu! Geniiüiş! Be\kim hökümetimiz bu yemişin şurubunu dışarıya satıp döviz bile kazanacak. Sözgelimi Urus'a! Neden? Çünküm Urus'un toprağı çok soğuk, hemi de baştan başa buz ile kaplı olduğuna, bu ağaçtan hiç yok! Türkiyemiz öyle mi! Türkiyemiz ne soğuk, ne sıcak. Gözel ılıman bir iklim, ne diksen olur. gen: sü-üîtnsyen tar'a 78 napıı şuruDunu urus a aa satacağız. Araoa aa satacağız...» diyordu. Hacı Kadir'in de ağzı sulanıyordu: «Amma Tuluğ Paşam, biz bu yemişten nasıl faydalanacaz? Üleşecez mi? Yoğsam bacanın geliratı köy sandığına mı girecek?» Tuluğ Paşa'dan önce İzzet atıldı bu soruya: «Geliratı Amarikanlarla yarı yarıya böleriz. Çünküm tepeyi duzieyen cnlar. Fidanları getirip diken onlar. Kalanı köy sandığına girer. Sandık da komşulara üleştirir.» «Ne üleştirmesi» diye güldü Tuluğ Paşa. «Bir kere Amarikan dosiarımız bizden bir şey matlup etmezler. Onlar bizim madenlerimizi işletip üç beş kuruş kâr ediyorlar. Daha fazla edemezler mi? Ederler. Amma etmiyorlar. Zırf bizi hoşnut etmek için... Tok gözlü insanlar bunlar. Seçimden sonra daha neler yapacaklar görün! Türkiye'ye yer altından benzin mazot, gazyağ çıkarma fabrikası kuracaklar! Çünküm, her türlü ilim bilim fen ellerinde..» Böyle böyle anlatıyordu. Her yeniliği, feni kafamıza sokuyordu. Kitap gibi bir adamdı. Ne de olsa ordu paşasıydı. Her sözünden ilim bilim fen akıyordu. I 79 KÖY RESİMLERİ Melih Dalyan Ankara'ya geldi gene. Bir ikindi vaktiydi. Ni, haberliydi. Kabak tatlısı yapmıştı. Silip süpürmüştü. İyice hazırlanmıştı... Sarılıp öpüştüler. Girdi hemen bir banyo aldı. Bornozu sırtına geçirip telefonun başına oturdu. Aid Mission to the Government of Turkey'öen Nancy'yi buldu. Güzel-öz Projesi hakkında bilgi aldı. Başarılar zincirleme gidiyordu. Nancy köyde çektiği resimlerin renkli s//c/e'larını bugün almıştı APO postadan. Amanın ne güzel resimlerdi! Köylüler ne tipik, ne fotojenikti! Mr. Boger, Amerikalı bazı «company» temsilcileriyle görüşüyordu. Kuzey lllinois'dan faynapıl fidanları bu akşam geliyordu uçakla. Yarın Güzel-öz'e gideceklerdi. Fidanları dikeceklerdi. Melih Dalyan, Nancy'dan bir dakika rica etti. Sonra sevgilisini çağırdı: «Ni bak! Yarın Mr. Boger'ler, Güzelöz'e gidiyorlar. Biz de gidelim mi hayatım? Ben çok istiyorum gitmek!» «Beraber olacağız, gidelim!» dedi Ni. «That is fine! Fine!» diye güldü Melih Dalyan. Telefona geçti. Nancy'ye yarınki yolculuğa katılacaklarını bildirdi. Güzel bir gün olacaktı. Sabah tam 7.30 da yola çıkacaklardı. Çok erkendi. Ama çok iş vardı yapılacak. Fidan dikimine başlayacaklardı. Ayrıca her dal için hazırlanmış olan planlar köylülere anlatılacak, tartışma konusu yapılacaktı. Nancy sordu: «Akşama ne yapıyorsunuz?» «Biz mi? Valla ben az önce geldim. Akşam evdeyiz.» dedi Melih Dalyan. Nancy, «Gelsenize bana! Size resimleri gös80 tereyim. Ne şeker resimler görseniz!..» dedi, üsteledi. Melih Dalyan bir dakika daha rica etti. «Ni, bak!» dedi. «Nancy diyor ki, akşam bana gelin. Resimleri göstereyim diyor.» Ni saatine baktı, «Akşama çok var daha! Gideriz istersen!» dedi. Yemeği yatağın yanına getirdi. Kuş üzümlü, çam fıstıklı pilav, pirzola... Kabak tatlısı da dolapta soğutulmuştu güzelce. «Şoföre gel demedim. Bir taksiye bineriz.»

35


«Öyle yaparız, ben hazırım.» «Işıkları söndürmeyim mi? Bir tanesi kalsın istersen ha?» «Kalsın... Köylüler ne diyormuş bu işlere?» «Ellerini dizlerine çarpıp 'Pravo! Pravo ki pravo!...' diyorlarmış. Bizim köylüye ilgi mi gösterilmiş şimdiye kadar? Ne yapsan hoşlanıyorlar. Eee Amerika tekniği de çok üstün tabiî. Üç günde koca dağ gitmiş! İki tane de dere doldurmuşlar!» «Tepeyi niçin kaldırdılar, anlamıyorum! Toprağa tamah ettiler desem, köyde topraktan bol ne var!» «Yok!» dedi Melih Dalyan. «İşin içyüzü başka! Bizim bunlar çarıklı kurmaylardır ki hiç çaktırmadan insanı işletirler.» Sokağa çıktılar. «Sekize on var.» dedi Melih Dalyan. «Biraz yürüyelim istersen ha?» Yürüyelim.» dedi Ni. «Az ilerden bineriz. Bizim Amerikalıları da işletmişler. Gücümüz var, kudretimiz var, demiş durmuş bunlar. Onlar da: İşte size bir dağ, madem gücünüz var, kaldırın görelim!' demişler. Görüyorsun ya!» «Hayret!» dedi Ni. Melih Dalyan'ın koluna girdi. Polis Koleji'nin oraya çıktılar. Bir taksi çevirdi Melih Dalyan. «Kuğulu Park'ın oradan sola sapacaksın... Dağın yerinde çok geniş bir düzlük meydana gelmiş şimdi. Baştan başa faynapıl fidanı 81 dikecekler. Fidanlar Du aKşam genyur sabah erkenden dikim başlayacak.» «Geçen gün Nancy telefon etti.» dedi Ni. «Köyün adını değiştirmişler ha?» «İşittim!» dedi Melih Dalyan. Rus ve Amerikan Elçiliklerini geçtiler. «Buradan sola!.. Şimdi de sola... Karşıki çıkma balkonlu apartmanın önünde duruver... Nancy'nin ışıkları yanıyor...» Atlayıp indiler. Çatı kata çıktılar. Merdivenler geniş ve rahattı. Nancy'nin ziline bastılar. Kapıyı Mr. Boger açtı. «Vay hellooo!..» dedi Mr. Boger. «İyi akşamlar...» İçeri girip kapıyı örttüler. Nancy, ayaklarına bir pantolon takmış, çıkıp geldi az sonra. «Harikulade resimler çekmişim! Siz bayılacaksınız. Ama önce bir şeyler getireyim içecek. Durun bakayım, ne istersiniz?» Mr. Boger ayaktaydı. «Sen otur Nancy, ben getireyim içkileri. Bana söyleyin ne istersiniz. Viski votka, rakı, bira... Burç şarap da var Mr. Dalyan için.» «Ben votka alacağm, lütfen hafif olsun!» dedi Ni. «Ben de votka alıyorum!» dedi Melih Dalyan Nancy «Very good!» dedi, kahkaka attı. «Bana da biraz votka, honey!» Mr. Boger, «Everybody is going to have vodka!» dedi. «Ben de votka alıyorum...» İçeri gitti. Nancy, pikaba plak koydu. «Kıs biraz Nancy!» dedi Melih Dalyan. «Şimdi iyi... Harikulade bir şarkı, çok severim...» «Benim favorimdir!» dedi Nancy. «Sterioda daha güzel oluyor!» dedi Melih Dalyan. «Evet, zannediyorum.» dedi Nancy. Benim Çorumlu maid güzel tavuk pişirmiş bugün. Yemeğe gelmediniz...» «Valla ben yorgundum. / took a shower.» dedi Melih Dalyan. «Birbirimizi öyle özlüyoruz ki! Ni pirzola, pilâv yapmıştı...» 82 gagırsayaınız!» aeaı Nancy. Melih Dalyan güldü: «Çağıramazdık. Bazı şirketler ancak iki kişilik olabilir.» «I surely know that!» dedi Nancy. Kalktı, iki küçük tabak kuru yemiş getirdi. «Şaka yapıyorum sadece... Bizim şef mutfakta limon sıkacağım diye uğraşıyor. Gelecek şimdi. Bugün Ohio'dan telegram aldı. Sayın eşi Cumaya geliyor uçakla.» Kara gözlerinin altındaki morluklar büyüdü. «I don't know what can I do for Bogy. I just don't know...»

36


Mr. Boger votkalarla geldi. «Dünyanın kurallarını koyanlar koymuş, uyabildiğin kadar uyarsın Nancy!» dedi Melih Dalyan. «Kaç bin yıllık kurallar Melih Bey! Mutlu musunuz bu kurallarla?» «Mutlu olduğumuzu söylemiyorum.» dedi Melih Dalyan. «Ama mutsuzluklar içinde gene de ufak tefek mutluluklar koparıyoruz. Bunu demek istiyorum.» «What is the problem?» dedi Mr. Boger. «Nikâh... evlilik...» dedi Ni. «Ve dünyanın her yerinde aynı dert!» diye ekledi Melih Dalyan, «Ben bu kadınla evlenmişim ama dizinin dibinde oturup durmak istediğim kadın başka. Buna daha iyi bir biçim veremezler mi dünyada?» «Biçim diyorsunuz, biçimin iyisi olur mu?» «Votkalarınızı alın votkalarınızı!» diye bağırdı Mr. Boger. «Her insan ayrı bir insandır. Her insana uyacak bir biçim bulmak zor. Bırakın insanlar kendi biçimlerini kendileri bulsunlar. Cuma günü karım geliyor. Esenboğa'ya gider karşılarım. Nancy bir iki gün yalnız oturur. Sonra İstanbul'a «malzeme devri» ne gideriz, tamam! Haydi şerefe...» Türkçe, «Şerefe!» dediler. Ve kaldırdılar. «Çok güzel olmuş!» dedi Ni ağzını silip. Mr. Boger gitti, elma, muz getirdi tabakta. Birkaç tane bıçak getirdi. «Bizim Güzelöz Projesi iyi gelişiyor.» «Aid Mission'm en büyük başarısı bu oiacak!» Votkasından yudumladı. «Yardımlar direkt olarak 83 halka ulaşıyor. Heıe o aagı Kaıuımicm: w ne au<.cı bir visual demonstration! Ne müthiş!...» «Gerçekten çok müthiş, çok güzel!» «Köylüler öyle istediler!» dedi Mr. Boger. «Güzelöz'de köylüler çok akıllı!» dedi Nancy. «Ama nasıl olmuş da o kadar geri kalmışlar, anlamıyorum!» «Because of the some historical reasons and the conditions...» dedi Melih Dalyan. «Evet, tarihsel nedenler ve koşullar...» «Sizinle aynı görüşteyim.» dedi Mr. Boger. «Ama insanlar bu koşulları değiştirebilir.» «Eee tabiî...» dedi Melih Dalyan. Nancy kalktı, «Resimleri göstereceğim!» dedi. «Çok sabırsızlanıyorum. Kendim de görmedim daha projeksiyonda...» Gezer bir perdeyi duvarın dibine açtı. Otomatik slayt projektörünü sehpaya yerleştirdi. Slaytları kasetlere dizmişti önceden. «Işıkları söndürür müsünüz Melih Bey?» dedi. Melih Dalyan ışıklan söndürdü. Nancy, solundaki kitaplıktan Moby Dick's aldı. Projektörün ayağını yükseltti onunla. Sonra otomatik düğmeye dokundu. Güneşli bir kırın ortasında, arka arkaya dizilip kalmış arabalar... bir yanda Dr. Larson ile Mr. Boger görünüyorlar. Arkada birkaç köy evi... «Yolda çamura saplandığımızın resmi...» «İlk gittiğimiz gün Ne köyüydü, ne köyüydü? Avdın? Avdın her halde. Öyle bir şey. Çok uğraştık arabaları geçireceğiz diye hepimiz...» «Ama geçirdik sonunda!» Nanoy slayt değiştirdi: «Güzelöz köyünün genel görünüşü. O kaldırılan tepenin yamacından. Evler böyle düz damlı. Müthiş resimsel bir görünüşleri var, öyle değil mi?» Gene değiştirdi slaytı. «Güzelöz köyünde tipik bir ev! Köyün eski adını söylemek çok zordu değil mi? Şimdi daha kolay. Güzelöz! Evin duvarlarında görülen bu... bu... neydi? Neydi Bogy? Bir şeydi. Hani yakıyorlar kışın? Melih Dalyan söyledi: «Tezek!» «Bir daha unutmam. Bu da tezek hazırlığının yakından görünüşü. Kalıpları varmış. Döküp döküp böyle diziyorlar... Resim olarak da çok iyi!» Ni soludu: «Renkleri çok iyi tutturmuşun Nancy!» dedi. Mr. Boger, sevgilisinin saçlarını okşadı: «Konuya nereden bakılacağını iyi biliyorsun! Yani çok iyi seçiyorsun demek istiyorum.»

37


Nanoy güldü: «Camera çekiyor canım, ben değil!» dedi. «Kameranın ardındaki göz çekiyor. O göz de herkeste yok!» dedi Melih Dalyan. «Thank you. Melih Bey!» Nancy, slayt değiştirdi. «This is the muhtar of the village: Mr, İzzet! Sağındaki de köy okulunun öğretmeni. Adını unuttum...» Slayt değiştirdi. «Bu da tarla bekçisi Mr. Temoloş!» Karşı perdede Temeloş mavi mavi gülüyordu. Şapkasını biraz yana eğmişti. Slayt değiştirdi Nancy. «Bu da onun başka bir pozu. Biraz daha yakından aldım. Güzel bir portre değil mi?» «Çok güzel!» dedi Ni. «Çok akıllı bir adam bu!» dedi Mr. Boger. Çok tecrübeli. Epeyce de yaşlı... Belki seksen var...» Nancy slayt değiştirdi. «Bu da a group of villagers... yüzleri ve tavırları çok değişik. Çoğunun böyle güzel sakalları var..» Slayt değiştirdi: «Kadınlar... uzaktan bir yerden bize bakıyorlar. Giyimleri pek orijinal...» «Sahiden de...» diye onayladı Ni. Nanoy: «Çok resim çekeceğim daha bu köyden!» dedi: «Çok çok çok...» Slayt değiştirdi. «Bu da bir yaşlı hanımın portresi. Bize pekmez, ekmek ikram etti.» Slayt değiştirdi. Perdede bir küme kadın göründü. Nanoy var ortalarında. Lora ve Mrs. Taylor var... Slayt değiştirdi. «Bu da kaymakamı o bölgenin, dört ay kadar USA'de kalmış. İngilizce biliyor. Yanındakiler de köyün ileri gelenleri. Arkada Dr. Larson görünüyor.» Gene slayt değiştirdi. «Bunlar da bir grup çocuklar...» «Çok cici şeyler, ah şekerim!..» dedi Ni. 84 85 eşekle! Eşeğe binmiş, tarladan geliyor. Çok temiz hava! Çok güzel bir köy...» Slayt değiştirdi. «This is Mr. Canata. He is giving his speech köy okulunda...» Kara bıyığı, kelebek kıravatı besbelli oluyordu. «Evet biraz tuhaf!» dedi Mr. Boger. «Bu da bazı görünüşler köy sokaklarından.» diye slayt değiştirdi Nancy. «Look at the oxencar at the back! İki tane tekerleği var. Etilerden beri kullanılıyor. Kağnı diyorlar...» Slayt değiştirdi, köyde bir evin damına konmuş helayı gösteriyordu. «Her şeyi çekmişsin sen de Nancy!» «İki makara doldurdum!..» dedi Nancy. Slayt değiştirdi. «Bu da caminin bir görünüşü. İt has wooden minaret. Köyün tam ortasında.» Slayt değiştirdi. «Bu da İmam Nuri Bey...» «Evet, sessiz bir adam.» dedi Mr. Boger. «Çok muska yapar bunlar, Ni!» dedi Melih Dalyan. Nancy slayt değiştirdi: «Bu da okulun önünde bir grup öğrenci. Sağlıklarının bu kadar iyi olabileceğini tahmin etmezdim!» Slayt değiştirdi: «Bu da bir tarlayı sürmek, öküzlerle ve ağaç sabanla! Öküzler için en zor iş! Çok zayıf zavallılar...» Slayt değiştirdi. «Bu da bir kilim. O köyde dokunmuş...» «Harika bir şey!» dedi Melih Dalyan. «Ben de çok sevdim, ısmarladım birkaç tane, Mrs. Habaruş bulacak...» Slayt değiştirdi: «Başka bir kilim... Çok güzel değil mi?» «Ay çok güzel!» dedi Ni. «Ben de ısmarlarım yani...» «Bizim Indian elsanatlarına çok benziyor!» dedi Nancy. Slayt değiştirdi. «Bu da bir kır çiçeği, o kaldırılan tepeden. Güzel bir... adını bilemedim!» «Menekşe!» dedi Ni. «Evet menekşe!» Slayt değiştirdi. «Bu da başka bir çiçek.» Slayt değiştirdi. «Bu da bizim ayrılışımız. Hepsi teker teker el sıkıyorlar. Hemen fırlayıp bir damdan çektim bunu.» Slayt değiştirdi. «Bu da Tuluğ Paşa! He is very popular in Güzelöz 86 kaldırılmadan önceki resmi...» «Çok büyüktü!» dedi Mr. Boger. Nancy slayt değiştirdi: «Bu da tepenin kaldırılması işi. Buldozer çalışıyor. Kamyonlar toprak taşıyor.» Slayt değiştirdi. «Bu, Ankara Valisi. İlk gidişimizde çekmiştim.» Slayt değiştirdi. «Bu

38


da bir grup köylü, kadın erkek karışık. Bize el sallıyorlar..» Kaset bitti. Mr. Boger kalkıp ışığı açtı. «Ay, vallahi çok güzel, tebrik ederim!» dedi Ni. Mr. Boger «Ben senin bu kadar iyi photographer olduğunu bilmiyordum, Nancy!» dedi. «İki sömestre kurs aldım at the university...» dedi Nancy. Mr. Boger kalktı: Votka isteyenler söylesin, getireyim.» dedi. «Ben!» dedi Melih Dalyan. «Ni, sen?» diye sordu Mr. Boger. «Ben de isterim biraz.» «Hep isteriz hep...» diye ekledi Nancy. İkinci kaseti taktı. Onu da seyrettiler. Onun da yarısı köy resimleriydi. Yarısı da Ankara'dan resimlerdi. Çorumlu maid'in resmi vardı birkaç tane. Hem seyrettiler, hem içtiler. Ni'ye bir baş dönmesi geldi. «Gitsek yavaş yavaş!» dedi. «Uyku çöktü üstüme.» Melih Dalyan'a baktı. Alnının ortası cam gibi parlıyordu ışıkta. Saçları belli belirsiz seyreliyordu tepeden. «Evet, gitsek!» dedi Melih Dalyan. Mr. Boger kalktı ayağa: «Well... Thank you very Much for coming.» dedi. Nancy de kalktı, «Sabahleyin ofisin önüne gelirsiniz Melih Bey! Oradan hareket edeceğiz...» «Onu hiç konuşmadık!» dedi Melih Dalyan. «Benim şoför gitti akrabasının yanına, yerini de bilmiyorum. Erken yola çıkacağımıza göre, biz sizin arabalara yerleşiriz!» «Kolay yahu!» dedi Mr. Boger. Nancy: «Şimdi taksiyle mi geldiniz?» 87 «Durun, sizi ben bırakayım.» Melih Dalyan, Nancy'yi itti göğsünden: «Lüzumu yok Nancy! Çağırırız bir taksi...» «Darılırım!» dedi Nancy. «Bak Nancy, biz yürümek istiyoruz hem! Ne olur bırak gidelim.» «Peki madem!» dedi Nancy. «Yarın görüşürüz, 7.30'da ofisin önünde... İyi geceler!» «Size de iyi geceler!» dedi Ni. Kol kola çıktılar sokağa... 88 FAYNAPIL AĞAÇLARI «Her şey ne kadar durgun!» diye geçirdi Ni içinden. «Kıpırtı yok! Ses yok! Bulutlar oynarnıyor..» Avdan köyüne gidiyorlardı. Çankırı'ya doğru uzayan yoldan sapmışlardı. Çift sürenler vardı. Kilden heykelleri andıran adamlar, bazen yakınlarda, bazen uzaklarda, sarı kahverengi kara öküzlere koşulu sabanları itip bakıyorlardı. Ne çok sabır istiyordu! Bazı tarlaların buğdayları serpilip toprağı örtmüştü. Yol kıyılarının otları gürlemişti. Kelebekler hiç ağırlıkları yok gibi uçuyorlardı. «Arabayı durdurup yürümeli!» dedi Ni içinden. Çamı biraz indirdi. Dosdoğru insanın ciğerlerine koşan bir hava doluverdi içeri. Direksiyonda Mr. Boger vardı. Habire piposunu savuruyordu. Bozuyordu Ni'nin çok sevdiği havayı. Kırların güzel kokusunu bulandırıyordu. Pipo kokusunu Ni de sevmiyordu. Avdan köyüne daldılar. Dolana dolana bir sokaktan geçtiler. Ortalık bir sessizdi ki! Köşebaşına levhasız bir «dükkân» koymuşlardı. Var gibi, yok gibi dükkândı. O alçacık kapıdan başlarını eğmeden girip çıkamazlardı. Kimbilir ne az fiatlı mallar satılıyordu içinde! Tozu hiç alınmamış camlarda küçük zeytinyağı kutuları, küçük üzüm sandıkları, tuz paketleri, iğneler, düğmeler, lâmba camı, lâmba fitili... Bir yan sokağın ağzındaki küllüğe, tüyleri keçeye dönmüş bir sıpa yatmıştı. Gözleri yumuktu. Isıtan güneşe bırakmıştı kendini. Yırtık entarili dört kız bebe toprağa çömelmiş, taş oynuyordu. Gürültüyü duyunca kalktılar. Bir iki adım koşup kaldılar... Başka bir köşebaşında, sırtlarında ot çuval-lariyle iki kadın göründü. Terlemişlerdi. Birer ikişer 89 UlŞmri cı\qıımı ^..,^....«___ .________

39


Göğüsleri dökülüyordu yere yere. «Her halde hiç sutyen kullanmazlar!» dedi Ni. Ayrı bir iklimin insanlarına benziyorlardı. Çok eskinin okullarında okutulan bir coğrafya kitabını karıştırıyordu sanki Ni. Bu çamurdan bu topraktan damların altında doğuruyorlar, bakıp büyütüyorlardı. Karanlık karanlık odalardı. Pencereye benzer delikler camlı mı, camsız mı, seçilmiyordu. Kapıları da kara birer dörtgendi. Kapıların pencerelerin dolayını ak sıvayla çevirmişler, sıvayı bitirdikten sonra ellerini basmışlardı. Ellerinin izi resim gibi çıkmıştı... Çocukların geceden ıslattığı döşekleri yorganları merdiven başlarına sermişlerdi. Çul çuval eskileri, testiler, sepetler görünüyordu duvar diplerinde. Eli bastonlu birkaç adam, kapı önlerinde dikiliyorlardı kıpırdamadan. İnsanı, sanıldığı kadar gocundurmayan, toz karışık bir koku, bir köy kokuşuydu ortalık. Evler bitince serenli bir kuyu göründü. Bir taş yalak uzanıyordu. Serenin ağaçları eskimişti. Su kovası serene bir zincirle bağlanmıştı... Sonra gene ekinler, gene yol kıyılarının otları, ağırlıksız kelebekler sabanlarını itip kakan dermansız çiftçiler... «Ah, inip yürümeli, solumalı biraz...» On kadar arabaydılar. Mırığın oradan geçtiler. Çamur, uçmuş kurumuştu. Solda, budanmış söğütleriyle belli belirsiz bir dere başlıyordu. Ekili tarlalar arasında yeşil çayır parçaları kısılıp kalmışa benziyordu. Bir yerlerden süzülüp gelen sular, söğütlerin dibinden dibinden akıyordu. Yamaçlarda ot yolan başka kadınlar... Sonra çitlenmiş küçük bahçeler başlıyordu. «Kaldırılan tepeyi görüyorsun Ni!» «Bir düzlük...» «Şimdi bir düzlük! Bir tepedi o!..» «Buraya gelince köy görünmezdi!» «Geçtiğimiz köyün tıpkısı...» «Oh yes, çok benziyor...» 90 I ı ucıcıcı... v^K. ciytfÇ SOKUIOU. Her yer düz oldu.» «Çevresine tel çekmişler ha?» «Elbet... Aa!.. Kamyonlar gelmiş!» Danalığın ortasında dört kamyon duruyordu. Birikmiş köylüler, çuval bezlerine sarılı fidanları indiriyorlardı. İnsan boyundan uzun, bilek kalınlığında fidanlardı. Kirli kırmızıya çalıyordu kabukları. Topraktan dün sökülmüş gibi de canlıydılar. Yaban yaban duruyorlardı. Tellerin içindeki düzlükte bir uyku sessizliği... Sessizlik yayılıp gidiyordu: Toprak kabarmış, kabarmış, kurumuştu. Ufalanmıştı. Mr. Boger, arabayı kamyonların kıyısına durdurdu. Ötekiler de yanaşıp durdular. Oradan bir evin çit avlusu başlıyordu. Daracık bir avluydu. Çitin bir yerinde, sırığın ucunda, çenesiz bir öküz başı asılıydı. Öküz başının kemikleri eskimişti. Nancy, fidanların indirilişini çekti. Çocuklar ivedi bir konuşmanın içindeydiler. Arabalara bakıyorlar, kamyonlara sokuluyorlar, dalıp çıkıyorlardı. Gözleri daha daha büyüyordu. Kimisi de, ikide bir resim çekip duran o «cavır karı-sısna bakıyordu. Yürekli biri, birden karının önüne dikiliyor, «Beni çek, beni beni!» diye gülüyor, güldürüyordu.... İzzet'le Temeloş ortalıkta geziniyorlardı. Tu-luğ Paşa fidanların indirilmesine gözcülük ediyor, zedelenmeden, usulca, yere konulmasını sağlıyordu. Köyden tutulan adamlar steş gibi çalışıyorlardı. İndirme işi tez bitti. Kamyonlar dönüp yola çıktılar. Esenboğa'ya bir sefer daha yapacaklardı. Yüklemenin çabuk olması için köyden adam götürdüler. Tu-luğ Paşa en öndekinin şoför yerine oturdu. Patırda-yarak gittiler. Toprak yolda bir gürültüydü kamyonlar... Köyden un ekmek kokuları geliyordu. Öğretmen Oemal, okulda, işinin başındaydı. İmam, konukların arasında dikiliyordu. Ni, konuşmadan, olup bitenlere bakıyordu. Melih Dalyan, silinen tepenin yerinde meydâ91 na geıen uu^ıuyc uann yıunıyn yordu. Bir süre baktı. Sonra İmam Nuri'nin yanına

40


vardı: «Ne diyorsun bu işlere Hocaefendi?» «Hangi işlere?» dedi İmam Nuri. «Yani bu tepenin kaldırılması işine?» «Ha, o mu? Kaldırdılar be! Yani üç dört günün içinde tozu dumana kattılar.» «Yerine fidan dikilecek şimdi.» «Aha getirdiler ya...» «Bu ağaçtan yok buralarda.» «Yok! Hiç görmedik. Askerlikte İzmir Ödemiş dolaşdım, hiçbir yerde görmedim...» «Amerika dışında olmuyor bundan.» «Öyle diyorlar... olmazmış...» «Daha başka işlere de başlanacak köyde.» «Öyle diyorlar.» «Çok kalkınma örnekleri gösterecekler. » «Ne kalkınması?» «Baya kalkınma, yani... köy zengin olacak.» «İşallah! İsteriz...» «Yeraltmın madenleri işletilecek.» «Ne madenleri?» «Alüminyum, krom, bakır, boksit...» «Ne olacak bunlar?» «İşletilecek! Güzelöz bambaşka olacak...» «Adını değiştirdiler!» dedi İmam Nuri. «Kendisi de değişecek...» «Nasıl?» «Baya... Yani zengin bir köy olacak...» «Amma durduk yerde adını değiştirdiler...» «İyi ad değildi. Anlamı kötüydü: Kızıl!» «Eskiden beri öyle bilinirdi.» «Bundan sonra böyle bilinecek.» «Eh... ne yapalım...» «Memnun değil misiniz yani?» «Yooo, neye memnun olmayalım?» «Her şeyi yapacaklar...» «İşallah...» Mr. Boger, Dr. Larson, Mrs. Taylor, Mr. Buckley, Jerry Goodman, Agricultural Branch'tan 92 Vdiiy, tayın vc IcJIIIllllcJ UZIIIdfll LOTa, HaiTICM Uanata; İzzet'le Temeloş'u aralarına almışlar, konuşuyorlardı. Hamdi Canata çeviri yapıyordu. «Bugün fidanların dikimine başlanacak.» diyordu Mr. Boger. «Eee helbet!» diyordu İzzet. «Bir an önce dikip bırakmalı.» «Bir yandan da öteki işler ele alınacak.» «Helbet!.. Nasıl olsa alacak değil miyiz?» «Çalışmalarımız çeşitli kollarda başlayacak. First of ali, köyde bitki türlerinin ıslahı. Sellektör kullanma, cins tohumluk elde etme...» «Helbet, minasip, çok eyi...» «Second, hayvan türlerinin ıslahı.» «Hayvanlarımız eyidir. Bir salgın ney görülmez. Amma gene de siz bilirsiniz...» Dr. Larson söze karışıyordu: «Uzman arkadaşlarımız yeri gelince daha geniş açıklama yapacaklar. Ekonomik olmayan hayvanları terk etmek gerek. Keçi, eşek... bunları bırakacaksınız...» «Siz daha eyi bilirsiniz ya, keçi nüzümlü bize. Yani ne gibi? Sütü vardır, eti vardır. Derisi, kılı vardır. Eşşeği dersen, valla bizim belimizi doğrultan eşşektir. O gitti mi hapı yuttuk. Un odun,

41


bâça, bazar, hep ona bağlı.» Hamdi Canata çeviriyordu. «Neyse, şimdi tartışmayalım. Elinizdeki inekler, tavuklar hep ıslaha muhtaç. Bütün bunların daha iyi cinsleri mevcut bizde. Bunları değiştirebiliriz...» «Yes!..» diye konuşmasını sürdürdü Mr. Boger. «Third, evlerin ve ortak kullanılan yerlerin geliştirilmesi. Sağlık için gerekli tedbirlerin alınması...» «Evieri, aman evleri bırakın. Yani beton ev bize zor gelir. Sakın onu yapmayın...» «Demek istiyorum ki daha iyi evler.» «Gene de siz bilirsiniz ya...» «Fourth, Ev Ekonomisiyle ilgili çalışmalar, yemek pişirme, çamaşır, temizlik vb...» «Eh, hele bir görürüz de...» Temeloş yutkundu: «Tabiî bir görmek gere93 gır. Yanı «manikan Duya ucymı, ohl uu nup ...v gelişinizde Pilot Puruca deyi laflar konuştunuz ya, valla, Esenboğadaki Amerikan pilotlarını getirip köye oturtacaksınız deye korktuyduk. Amma şimdi anladık, mesele bambaşka! Şimdi ayna gibi ayan her şey!» Konuklar güldüler. «Yani sizin bu konuştuklarınıza eytaçlığımız yok bizim. Amma Kızılöz, şey, yani Güzelöz ortalı bir köy olduğuna, öteki köylerin de görenekleri kısa olmasından, siz bütün bunları buraya cem ediyorsunuz ki, bir gösteriş olsun deye kabul ediyoruz. Yani hatırınız için kabul ediyoruz.» Mr. Boger, Temeloş'a teşekkür etti. «Tabiî, Vali Beyimiz de öyle konuşunca...» «Fifth, üretim araçlarının ıslahı.» «Hayvanları çok üretmek için mi Beyim?» «Tarımsal üretimi demek istiyorum! Motor, traktör...» «Bahalı işler bunlar Efendim!» dedi İzzet. «Ama siz borçlanmayacaksınız!» Temeloş atıldı: «Biz borçlanmasak bile, hö-kümetimiz borçlanacak! Biz eyi kötü bu sabanlarla idare ediyoruz. O dediklerin bek nüzümlü şeyler değil yani...» «Bazı şeyleri görmeden anlamanız zor. Devam ediyorum. Altıncısı, Eğitimin geliştirilmesi. Okulun desteklenmesi. Beslenme eğitiminin desteklenmesi...» «Bütün bunların hepsi eyi Beyim. Amma keçi bir, eşşek iki, evler üç! Dokunmayın...» «Well, tartışacağız bunları. Uzmanlar daha geniş açıklama yapacaklar. Burada her branş için uzmanımız var. Sizler gruplar halinde bu işlerle meşgul olacaksınız.» Ni, konuşmalara önce öteden kulak vermiş, sonra daha yakına gelmişti. Nancy grup resimleri çekiyordu. Karşısına dikilip gülen çocukların «close-up» portrelerini yapıyordu. Az sonra İmam Nuri'yi bırakıp Melih Dalyan da sokuldu kalabalığa. Temeloş: 94 IIOCMIMI CM boş olmalı Amarikan Beyim! Halbuysam komşularımızın hep işi kaydı var. Yarın ekin orak kızışır. Size baya yövmiyeli adam ilâzım...» Hacı Kadir, Temeloş'u onayladı: «Kendi işlerimizin aksaması eyi olmaz...» Melih Dalyan söze karıştı: «Sizin asıl işleriniz bunlar be! Bütün bunlar sizin için yapılıyor.» Mr. Boger, Dr. Larson'la bıdırdaştı. Sonra, «Yapacağınız işler için size günlük ücret vermeyi düşünebiliriz. Bunlar işin ayrıntıları...» «Eyi bir şey demek, evet...» «And the last, sizlerin yetiştirilmeniz! Bunun için gerekirse, küçük yada büyük geziler tertipleyeceğiz. Çünkü gezip görmek ve bizzat incelemek, yetişmenin en iyi yoludur. Yurt içinde, hatta yurt dışında, Amerika'da geziler yapmanız sizi hemen değiştirebilir. Kolay bunlar... Atladınız mı uçağa, üç ayda bütün görülecek şeyleri görüp gelebilirsiniz...» Köylüler birbirlerine baktılar. «Eyi bir şey demek!» dedi İzzet. İzzet'le birlikte köylüler de öyle dediler. «Şimdi ağaç dikimini başlatmamız gerekiyor. Eğer gene yapılacak törenleriniz varsa, yapın da hemen başlayalım.» O sıra kamyonlar göründü.

42


Canata Bey, Mr. Boger'in sözlerini çevirdikten sonra ekledi: «Yani ayran, kurban filan demek istiyor.» Muhtar, çevresine baktı: «Ne yapalım?» Haçı Kadir başını salladı: «Keseriz bir kurban canım! Ayran derseniz, onu da yaparız.» Tuluğ Paşa indi en öndeki kamyonlardan: «Ayran da, kurban da iyidir. Böyle kıymetli fidanların kurbansız dikilmesi olmaz! Bahusus, ulusal geleneklerimizi yaşamamız da gereğin» Kamyonlar, arka arkaya yanaşıp durdular. Adamlar indirme işine giriştiler. İzzet, Temeloş'u biraz çekip ayran işini, kurban işini görüşmeğe başladı. Az sonra Temeloş değneğini koltuğuna yerleştirip köy içine doğru yürüdü. 95 ye gidiyor?» «Benim eve gidiyor.» dedi İzzet. «Ben de gidebilir miyim? Bir göreyim.» İzzet baktı: «istiyorsan git!» dedi. Sonra sesleyip Temeloş'u durdurdu. «Bu hanımı da götür yanında. Görmek istiyormuş.» dedi. Ni, Nancy'yi çağırdı yanına. Birlikte yürüdüler. Daha üç adım gitmeden Temeloş Ni'nin Türkçe bilir bir «Amarikan avradı» olduğunu «kevşetti» içinden. Konuşmasını buna göre ayarladı. Sorularını cevaplarken, köy hakkında bilgi verirken, konuşurken dikkatli oldu. Doğruca İzzet'in evine gidiyorlardı. Camiyi geçtiler. Ni'nin de, Nancy'nin de ayakkabıları topuksuzdu. Rahat yürüyorlardı. Ama Nancy resim çekmek için ikide bir arkada kalıyordu. Ni, Teme-loş'a uymak için zorluk çekiyordu. «Cok taiihli köylülersiniz! Amerika'ya gideceksiniz!» dedi Ni. «Ne bileyim?» dedi Temeloş. «Habire resmimizi çekip duruyorsunuz...» «Şu fotoğrafları mı diyorsun?» «Bunları çekip çekip Ankara'daki Amarika'-daki sinemaya mı göndereceksiniz?,..» «Kendiniz gideceksiniz Amerika'ya! » Temeloş, «Ne Amarikası!» dedi. «Sizi Amerika'ya götürecekler!» Temeloş, Ni'ye hayretle baktı: «Boşaltacaklar mı köyü? Hökümet değişiyor mu bizi, sizinkilerle?» Ni güldü: «Gezmeye gideceksiniz. Üç ay gezip geleceksiniz...» «Üç ay! Köy ne olacak burda?» «Durur yerinde! Çalışmalar devam eder.» «Eyi ya, işlerimiz ne olacak?» «Kalanlar devam ettirir işleri.» «Olmaz öyle şey!» dedi Temeloş. «Valla şaşırdım!» dedi Ni. «Başkası olsa sevinir uçar. Siz olmaz diyorsunuz!...» «Ne varmış Amarika'da?» 96 «Göreceksiniz, görgünüz bilginiz artacak.» Temeloş bozuldu. Başını yere eğdi. Karşılık j vermedi «Amarikan avradı»na. ğişik yerler, sizler için!..» «Gidip görmek gibi var mı? Kimbilir ne de-Temeloş sordu: «Bizim görgümüzü eksik mi görüyorlar?» «Ee tabi!» dedi Ni. «Amerika bugün dünyanın başı... görmek gerek!» Temeloş karşılık vermedi. İzzet'in avlu kapısını açıp girdi. Merdiven başında yatan köpek kalktı, ahıra doğru gitti. Nanoy koşup yetişti arkadan. «Ni...» dedi Nancy. «Bir dakika! Merdivenlerden çıkarken biz poz verin Temeloş'la, lütfen...» Ni, Temeloş'a anlattı: «Merdivenleri ikimiz çıkacağız, o da bizim resmimizi çekecek.» «Seninle benim mi?» dedi Temeloş. «Evet!» dedi Ni. «Tam çıkarken...» «Eyi ya, çeksin. İşte çıkıyoruz.» Nancy iki poz çekti. Sonra, «Bir dakika!» dedi gene. «Bir de benimki çekilsin. Sen çekiver Ni.» Temeloş çıkıp gidiyordu. «Biraz dur Bekçi Bey!» dedi Ni. «Bir resim daha çekilecek.» Ni indi, Nancy geldi. Nancy gülerek poz verdi. Tam çıkarken Ni çıt etti.

43


«İş acele, durmayalım!» dedi Temeloş. izzet ayran, kurban bekliyor...» Ni: «Kurban mı ?Ah ne iyi, ne iyi!» diye bağırdı. Dönüp Nancy'ye anlattı. Muhtar İzzet'in karısı Şerife,, hayata çıkmış, bakıyordum «Camal Oca'ya bir kese yoğurt yollayacaksın, ayran yapı!acak!» dedi Temeloş. «Ali nerde? Onu da kıra salacaksın çabuk! Bir kuzu tutup gelecek. Bacanın orda bekliyorlar.» İzzet'in karısı bir uzun «Oooooof!...» çekti: «De şimdi, oldu mu bu? Camal Oca'ya yoğurt gönder diyorsun. Pekey göndereyim. Amma kuzuyu nerde bulayım? Ali'yi nerde bulayım?» Nancy ile Ni bakıyorlardı. 97 «De şimdi Temel emmi!» aıyor, çırpınıyoruu Şerfe. «Git Temel emmi git! Camal Oca iki üç bebe yollasın. İzzet'e de habar ver, Ali'yi rni bulacak, kimi bulacak, kuzuyu kendi aldırsın...» «Temeloş: «Ben ne yapacam şimdi Şerfe gelin?» diye sordu anlamadan. «Sen şimdi koş!» dedi Şerfe. Temeloş koştu. Şerfe de içeri girip yoğurt derdine baktı. Nancy ile Ni kaldılar. Muhtarın karısı girip çıkıyor, tahtaları güpürdetiyordu: «İnsan bunu önceden habar verir! Böyle benim iki ayağımı bir pabuca sokmak doğru mu?» Girip çıkıyor, soruyordu: «Doğru mu?» Nancy bıdırdıyordu Ni de başını sallıyordu: «Bir acelenin içine düşünce değişti!» Şerfe iki üç dakika içinde ayranlık yoğurdu çıkarıp hazır etti. Üstüne ıslak bir bez örttü bakracın. «Daha buna tuz ister!» Koştu, tuz getirdi. Tuz çıkısını bakracın yanına koydu. Karşıdan üç okul bebesi geliyordu. «Koşun koşun!...» diye el etti Şerfe. «Koşu-verin çabuk!» Üç kız çıkıp geldiler. Biri bakracı aldı. «Sen koş!» dedi Şerfe ona. «Hemen... Yetiştir!., götür okula. «Size de billur bardak vereyim!» dedi ötekilere. «Kazan vereyim!» İçeri koştu, kazanı getirdi. Verdi kıza. «Giderken çeşmede çalkayıver bir! He-mi de çabuk!» Dönüp bir daha girdi içeri. Bir tepsinin içine bardakları dizip getirdi. «Sen de bunu al kız bakma! Na bakıyorsun? Doğru okula!» Koşturdu kızı. Nancy, kızların üçünün de resimlerini çekti yukardan, kamerasında filim bitti. Yenisini taktı. Muhtarın karısı «telâşesnin birazını savınca, derin bir nefes aldı. Ni ile gözlerinin önü mor soğan yapılı cavır karısını ondan sonra «gördü». «Amanın bunlar Temel emmiyle geldilerdi! Şimdi dillerini de anlamam, nere gideyim!» dedi. Konuşmadan baktı bir 98 sure. sonra: «Buyurun içeri deyim amma dilinizi anlamam, ne yapayım a konuklar?» dedi. Ni güldü: «Ben senin dilini anlıyorum Şerfe hanım!...» dedi. «A!.. Kız sen onlardan değil misin?» «Yoooo...» dedi Ni, güldü. «Müslüman mısın?» «Öyfe gibi...» «Türk?» «Evet.» «Anını!.. Onlar gibi geyinmişin, ne bileyim!» «Öyle mi?» dedi Ni güldü. «Amma ötekisi cavır! Onu bilmiyorum. Durma çıt, sorma çıt onunki!» «Resim çekiyor...» dedi Ni. «Çekip çekip köyü sinemaya verecekmiş. Oy-natacakmış bizi Ankara'da, Amarika'da... Öyle diyorlar.» Ni güldü: «Bunlar oynamaz Şerfe bacı! Yalan söylemişler!» «Bilir miyim? Öyle konuşuyorlar. Eee, söyle ona da, girin içeri, oturun! Birer bardak çalkama yapayım, içiverin! Evime geldiniz.» Nancy'ye dönüp anlattı Ni. Bıdırdaştılar. «işine engel olmayalım.» «Ne engel olacaksınız? Birezden kalkıp ahır küreyecem. Akşama kadar oturacak değilsiniz ya.» dedi, güldü.

44


Ni de güldü: «Girelim.» dedi Nancy'ye. «Girin!» dedi Şerfe. «Girin, içerde kimse yok korkmayın...» Ni ile Nancy girdiler. ¦. Arkalarından baktı: «Olsa bile size ne etkisi var?» İçerisi zor seçiliyordu. Yerde hasır çul vardı. Bir köşede küçük bir masa, yanında bir sandalye duruyordu. Duvarın dibine bir sedir yapılmış, üstüne halı örtülmüştü. Yastıklar düzgün dizilmişti. Ocakta ateş yanmıyordu. Yüklük tahta'arı kirlenmiş, eskimişti. Kurt oyukları belli oluyordu. Duvarda asker fotoğrafları, bir av tüfeği, bir ayna asılıydı. Bir iki de gömlek vardı. Tavan, merteklerle, meşe dal-larıyle örtülmüştü. Meşe da'ları işlenmişti. 99 Ni ile Nancy sedire oturdular. Şerfe, çırpınıp duruyordu: «Öte evde aş var ocakta. Altına bakıp gelivereyim!» dedi. «Ayranları da yapar gelirim. Kusura bakmayın, olur mu?» «Olur olur!» dedi Ni. «Biz otururuz.» Şerfe gitti. Tahtaları güpürdetiyordu hep. «Tepkilerini anlamıyorum.» dedi Nancy. «Ne gibi?» diye sordu Ni. «Hoşlanıp hoşlanmadıklarını...» Ni ayaklarını uzattı yana doğru: «Bizim köylüler çok sakin insanlar Nancy! İçinde yaşadıkları koşullardan mı geliyor, ne? O ağır ağır giden öküzlerin ardında... ite kaka... o ot çuvallarının altında., iki büklüm...» Şerfe girdi geldi. Elinde tepsi. Gene güpür güpür: «N'olur kusura bakmayın! Yalnız koydum sizi! Bardakları da bacanın oraya yolladım! Taştan içiverin!» Tepside bir cam sürahi, bir bakır tas duruyordu. Tasın kalayı eskimişti. «Zararı yok.» dedi Ni. Tepsiyi öylece aldı Şerfe'nin elinden. «Otur biraz Şerfe hanım! Otur da konuşalım iki..» «Ya ya, oturayım!» dedi Şerfe. Ni, tasa ayran doldurdu, Nancy'ye uzattı. «Bardakları yolladım bâçaya! Kusura bakmayın...» dedi Şerfe, Naney'yi süzdü. «Yok zararı!» dedi Ni. «Önce o içer. » Nancy, dudaklarını tasa değdirip ayranı bitirene kadar, Şerfe hep izledi onu. Hoşlanmış mıydı acaba? «Good!..» diye bağırdı Nancy. Şerfe dudaklarını oynattı: «Hiç bizim dili bilmez mi?» «Bir iki kelime.» «Ha bir konuşsun kız!» Ni, Nancy'ye döndü: «Türkçe bir şey söyle Şerfe hanıma.» dedi. Nancy, tası tepsinin üstüne koydu: «Teşkür teşkür!» dedi. Şerfe güldü: «Dolduruver bir daha içsin.» Ni, tası doldurup uzattı. Nancy aldı, «Teşkür!» 100 __,„, 3~.,v.. vjuma ayranı yuaumiadı. Birkaç yudum alıp bıraktı. Bir süre geçti, bir iki yudum daha aldı: «Very good!» dedi. «Şok iyidir...» «Ankaraya gelir misin ara sıra, Şerfe hanım?» «Ben mi?» dedi Şerfe. «Kız kardaşım orda, Cmçın'da oturur. Bilir misin oraları?» «Bilmem.» dedi Ni. «Uçta bir yerdir. Bizimkiler oraya giderler. 'Gondu' yaptırırlar. Hasköy'de, Keçören'de oturan da çok var...» «Onlara gittin öyle mi?» «Çok oluyor canım !Üç yıldan fazla oluyor. Çubuk yolundan tomafile bindik de yarım saatin içinde iniverdik!» «Çok kaldın mı Ankara'da?» «Bir gece canım! Gece yattık, sonra kalkıp geldik...» «Gezmedin mi Ankara'yı?» «Gezdim. Hısımların gondularına gittim.» «Başka?»

45


«Başkası yok. Koca Ankara baş olur mu gezmeyle? Çok böyük dediler...» «Tutardınız bir taksi dolaşırdınız!» «Dünya para istermiş taksiler!» Nancy ayranı bitirdi. «Bir daha ister misin Nancy?» diye sordu Ni. «Hayır!» dedi Nancy. «I had enough...» Ni, tası doldurup kendi içti. Nançy bakıyordu. Bıdırdaştılar. «Ayran çok güzel Şerfe hanım?» dedi Ni. «Eyidir bizim ayranlarımız. Otumuz eyi olduğuna mallarımızın südü yoğurdu da nezzetli olur. Koyunlarımız müdem kuzular...» «Kaç çoouk doğurdun Şerfe hanım?» «Kim, ben mi? Doğurdum, çok doğurdum! Beş dene doğurdum, üç dene de düştü.» «Düştü mü? «Ne bileyim, düştüler işte...» «Ama sekiz çocuk çok Şerfe hanım!» «Çok mok! Allah bu, veriyor!» 101 fL HALK KÛTÜPH----şimdi?» «Doğanların sade biri yaşıyor, Ali. Ötekiler öldüler.» Ni, Şerfe'nin sözlerini çevirdi Nancy'ye. Nancy, «Olamaz!» diye bağırdı. «Ne diyorsun?» «Olmuş!» dedi Ni. Eliyle yüreğini bastırdı. «Ya insan bu kadar gebe kalmaz, yada kalkıp doktora gider, bakar çaresine, Şerfe hanım!» Boynunu büktü Şerfe: «Tatilde bazarda hanımlar gelir bizim söğütlerin altına. Hep böyle gözel akıllar verirler. Toktur derler, korunma, şu bu... hava! Allahın elinde hepsi!..» «Hayret!» dedi Ni. «Yani nasıl olur?» «Oluyor!» dedi Şerfe, Ni'ye dokundu: «Senin kaç dene?» «Benim bir tane Bir kızım var...» «Başka olmadı mı?» «Yapmadım.» «Kocan direkleşmedi mi oğlan doğur deyi!» «Ona ne?» «AmanınnnnnnL Amanın!.. Bizimkiler olsa bizi keserler valla!..» Şerfe gene dokundu Ni'ye. «Bunun kaç dene?» «Onun yok.» dedi Ni fısıltıyle. «Olmuyor mu?» «Ne bileyim, belki olmuyor.» «Bir marazı mı var?» «Bilmem., belki.» «Ayran kat kendine!» dedi Şerfe. «Eğer ki bir marazı var da çocuğu olmuyorsa, bundan sonra olur. Neden dersen, bizim köyün suyundan içti. Biraz de otundan yirse, tamam!» «Nikâhlı değil o! Dost yaşıyor şimdi» dedi Ni: «Belki ondan istemiyor.» «Eee nikâhlanıversin. Zor mu?» «Adam evli.» «Bir daha nikâhlar, iki olur.» «Bunlarda öyle şey olmaz.» «Neden?» ____ u.,uyıııı, Will İdi IŞltİ!» «Eh!» dedi Şerfe. «Olmazsa dolaşsın böyle çocuksuz! Elinde bir iresim şeyi, çıt çıt çıt!.. Burda mı bunun dostu?» «Burda.» dedi Ni fısıltıyle. «Hangisi?» «Başları olan.» «Amanın!..» Nancy, konuşmanın konusunu sordu. «I'll tell you later.» dedi Ni. «Anlatırım.» «Gözlerinin önü ne olmuş bunun?» «Doğuştan her halde.» «Çıt çıt çıt... Hey gidi yalancı dünya!» «Bunların keyfi yerinde Şerfe hanım, sen bakma bunlara!» «Öyle!» dedi Şerfe, «Çıt çıt çıt...» «Ya, çıt çıt çıt...»

46


«Durun, ocaktaki aşı endirip geleyim.» Kalkıp koştu Şerfe. Nancy sorguyla bakıyordu. Kısaca anlattı Ni. Nancy bir kahkaha attı. Tam o sıra Temeloş elinde kanlı bir bıçak, çıktı geldi. Ni ürperdi. Nancy de ürperdi. «Kurbanı kestik!» dedi Temeloş. «Çok üzüldüm!» dedi Nancy «Ne güze' resimler çekerdik...» «Yüzerken çek, yüzerken!» dedi Temeloş. Ni'ye döndü: «Anlat ona, yüzerken çeksin! Çıt çıt çıt; derdi günü iresim!» Ni anlattı Nancy'ye. Nancy «Çok üzüldüm!» dedi gene. Şerfe girdi geldi: «Sen misin Teme! emmi? Buldun mu Ali'yi? Kuzuyu getirdiniz mi?» «Buldum ya! Bir delikanlıyla gidip getirdiler kuzuyu. Yüzecek şimdi. Öğleye bişecek. Muhtar diyor, haşlama yapsın.» «Amanın bakın gene! Amma öğlene yetişir mi Temel emmi? Daha yüzülecek!» «Yetişir yetişmez... Sen ırbıkta su kızdır. Bana da bir zini ver! Aşşada Irafik'le Sarı Musa var. Yüzüp paklayıversinler...» 102 103 nC'p ocağa bir ırbık da su koydu. Nancy kalktı. «Beyendin mi bizim muhtarın avradı?» diye sordu Temeloş. Ni, soruyu çevirdi. «Oh yes! Oh yes!» dedi Nancy. Yürüdü kapıya «Gidip bakacağım.» dedi. «Dostluk Bahçesi'ne gideceğim.» «Nesine bakacaksın?» dedi Temeloş. «Fidanları dikiyorlar. Ankara'dan bir kamyon da torba geldi. İçinde gürbe varmış. Her fidanın dibine birer avuç döküyorlar.» Ni kalktı: «Gidip bir görelim.» dedi. Temeloş, elinde sini, bıçak, indi onlarla: «Av-dan'dan, Yenice'den, Omarcık'tan Kargın'dan bir sürü adam. Toplanmışlar. Kaş kaş bakışıyorlar.» dedi Temeloş. «Bu iş çok heyecan uyandırıyor.» dedi Ni. Irafik'le Sarı Musa, kuzuyu merdiven ağacına asmışlar, yüzüyorlardı. Nancy hemen, «Ne renkler, ne renkler!» dedi, iki üç poz çekti. Elinde siniyle Temeloş'u da çekti. Sonra Ni ile yürüyüp gideceklerdi. Temeloş sordu: «Yalnız gidebilir misiniz? Kedi köpek dalamasın?» «Köpekten korkarım.» dedi Ni. «Sizi götüreyim. Sokaklar köpek dolu.» Nancy, «Öğle yemeğine burda olacağız bugün, öyle mi?» dedi. «Burdasınız.» dedi. Temeloş. «Et bişiyor. Söyleriz, Şerfe gelin pilâv yapar yanına. Ayran da oldu mu, oh!..» «Köy ekmekleriyle ha?» dedi. «Ne hoş olur değil mi?» Köy içinden yürüdüler. Arabalardan birazını caminin yanındaki boşluğa çekmişler. «Bahçe»nin te! kazıklarına bir sürü eşek bağlamışlar. Oralar pazar yerine dönmüştü. Amerikalılar uzun, iplerle, şerit metrelerle yerlere işaret koyup kazık çakıyorlardı. Köylüler, bel kürek gelip çukur eşiyorlardı. Fidanlar nereden bakarsan bir hizada görülsün is104 ..,_____ . u.uy ı aoa diaıarua Koşuyor, işaret veriyor, bağırıp çağırıyordu. Dinmez durmaz bir çalışma başlamıştı. Tuiuğ Paşa tam bir «telâşe ma-ni i ri» yd i. Nancy hemen gübre kamyonlarının üstüne çıkmak istedi. «Oradan resim çekeceğim, çok enteresan!.» dedi. Temeloş, «Aha sizi getirdim, ben dönerim!» dedi. «Kamyona da başkası çıkarsın, haydi!..» Ni, Melih Dalyan'ı sesledi: «Nancy'ye yardım et biraz! Kamyona çıkıp resim çekecek...» Melih Dalyan arabaya atladı. Elini Nancy'ye uzattı. Yukarı çekti onu. İkisi birlikte bir süre resim çektiler konuşa konuşa. Sonra indiler. Nancy «bah-çe»ye girdi. Oradan resimler çekti. İzzet okula adam gönderdi: «Paydosu verince Camal Oca bura gelsin. Bunlar ayrı ayrı kaplardan yirler. Biraz tabak toplatalım. Namusumuzu paklayalım birlik olup. Bir sürü de çatal kaşık nüzüm şimdi!..»

47


Karakızın Hasan koştu. Kapıyı tıklatıp sınıfa girdi. Camal Oca ders veriyordu. Bir «Amerikan beyi» duvarın dibinde dikiliyordu içerde. Aid Missi-on'\n Eğitim Bölümünden Mr. Buckley, ilerde yapılacak geliştirmeler için gerekli gözlemleri yapıyordu şimdiden. En büyük eksiği «dil» di. Hiçbir şey anlamıyordu. Elinde defter kalem, önemli saydığı noktaları not ediyordu, ama karanlığa... görerek, bilerek değil gibi... Karakızın Hasan önce biraz gocundu. Ders yapılan yere çat kapı girilmezdi. Gerçi Camal Oca geniş adamdı. İnsanı dinlerdi. Ama Amarikan Beyi duvarın dibini tutmuştu. «Her türlü lâyübali halimizi bunlara gösterip durmasak eyi olur...» dedi içinden. «Amma Muhtar yolladı. Öğleye yemek çıkacak...» Şapkasını eline aldı. Camal öğretmene göz etti. Öğretmen dersi bırakıp Hasan'ın yanına geldi. Fısıldaştılar. Her şeyi bir bir aktardı Hasan. Öğretmen saatine baktı: «Olur Hasan, yaparım!» dedi. «Git söyle muhtara...» Köyün bir işiydi. Elbet 105 gibi bir adamdı, sessiz. Hasan çıktı, şapkasını giydi. Aritmetik sorusunu tamamlattı öğretmen Saatine bir daha baktı: «Dörtler Beşler kalacak. Ötekiler evlerine gidecekler. Öğleden sonra gelmeyecekler.» dedi. Küçükleri gönderdi. İşleri Dörtlere Beşlere bölüştürdü. Mr. Buckley, «Dil büyük problem...» diye düşünüyordu. «Numan Çıragöz var. Michigan State University'de okumuş. Eğitim Metotları'nı biliyor, ingilizcesi iyi. Onu koordinatör almalı. Bu iş böyle hallolur...» Buluşuna sevindi. Mr. Boger'i, Dr. Lar-son'u bulup söyleyecekti hemen. «O zaman hiçbir aksama olmaz. Her şeyi anlarım. Gelir burada tezgâhı kurarız. Öyle bir eğitim geliştirmesi yaparız ki, Türkiye'ye model olur. Yaptığımız iş işe benzer...» Çıktı. Yürüdü. «Washington'a da rapor ederim durumu. Geliştirdiğimiz proje, üniversitelerin dikkatini çeker.» İçi hoşlantıyla dolu, «bahçe»ye yürüdü. «Dostluk Bahçesi'ne...» dedi. «Bu bahçe... iki ülkenin insanlarını daha iyi kaynaştıracak... ülkelerin insanlarına yeni ilhamlar getirecek. Bu bahçe...» Bahçeyi çok büyütüyordu gözünde. «Bu ağaç lar meyve verdiği zaman, ülkelerimiz arasındaki işbirliği de meyvesini vermiş olacak. Bu bahçe işbirliğimizin güzel bir sembolüdür. Bu sembol dünyaya çok şey anlatacak...» Bebeler kitap torbalarını omuzlarına vurup «ağaç dikilen yer»e gelmişlerdi. Çevre köylerden gelen kalabalık hâlâ duruyordu. Mr. Boger, Dr. Larson, Muhtarla konuşuyorlardı. Mr. Canata çeviri yapıyordu arada. Bu yemek işine Melih Dalyan'ın canı sıkılıyordu. «Niye çekip gitmiyoruz?» diyordu. Çok insanla maden işini tartışmış, konuşmuştu. Ne duruyorlardı daha? Mrs. Taylor, Nancy, Ni bir grup olmuşlardı. Lora, Jerry Goodman, Willy başka bir gruptu. Konuşuyorlardı. Mr. Buckley, Mr. Boger'in yanına sokuldu. «unuma un ocyıcı uıuyui ama, ne oıup Diiiıgını pek anlamadım.» dedi. «Mr. Numan Çıragöz'e ihtiyacım var, bir koordinatör olarak. Köy çocuğudur. Michigan State University'de okumuştur. İstediği ücreti verip alacağız kendini... Sıradan bir çevirmen istemiyorum...» Mr. Boger, «Possible!» dedi. «Mümkündür! ¦ Why not? Niçin olmasını Düşünürüz üstünde. Yarın bir karar veririz. Kendisiyle de görüşürüz.» Mr. Buckley sevindi. İşler düşündüğü gibi gelişiyordu. Bundan sonra daha iyi olacak. Böyle bir karşılık verdiğinden ötürü Mr. Boger'i daha çok sevdi. Teşekkür etti. Muhtara da bir şey söylemek geldi içinden: «Okulda çocuklar çok zeki! Hepsi parlak!.. Hayran oldum...» İzzet, «Terbiyelidirler!» dedi. «Cama! Oca dikkatli çalıştırır...» «Okul için iyi şeyler tasarlıyorum!» dedi. Mr. Buckley. «Okulumuz eyidir.» dedi. İzzet. «Yalnız, tek sınıf. Bebeler çoğaldı, Oamal Oca yoruluyor.» «Okula çok şeyler yapacağız.» «Helbet... okul gibisi var mı?» Mr. Buckley yürüdü, Melih Dalyan'la Tuluğ Paşa'nın yanına vardı. Nancy, Ni, Mrs. Taylor da Mr. Boger'in yanına geldiler.

48


Konuşmalar lanlun'a dönünce İzzet, oğlu Ali'yi çağırdı: «Git bak, anan ne yaptı? Biştiyse habar ver. Teme! emmi de biraz buraya uğrasın. Herifler açıktı...» Ali gitti koşarak. Bebekler çanak, bardak taşıyorlardı okula. Onlar da koşarak geliyorlar, koşarak gidiyorlardı. «Sade vacırlar değil!» dedi Âli, «Komşu köylerin adamları var. Onlara da yimek çıkacak. Bir başına anam ne yapabilir?» Eve varınca yanıldığını anladı. Temeloş köyün avradını toplamış. Avlunun üç yerine ateş yaktırmış. Kuzu pişiyordu. Etin, patetesin, bulgurun kokusu ortalığı dolduruyordu. Kediler, köpekler birikmiş, kapıyı sarmışlardı. «Ana!» dedi. «Babam soruyor, noldu?» 106 107 salacam bişenleri. Avratların da birazı oraya gidecek...» «Eyi!» dedi Ali. «Gidip habar vereyim. Acele cevap bekliyor.» Dudu'nun anası oradaydı. Terbiyeli terbiyeli yürüdü önünden. Avludan çıktı. Koşarak «bahçe»ye geldi gene. Çalışmalar ilk hızıyle sürüp gidiyordu. Ankara'dan erzak arabası gelmiş. Kutular, kâğıt keseler doluydu içi. Babasına haberi söyledikten sonra Karakızın Hasan'ı buldu: «Ne oğlum bu gene? Boyuna arabalar gelip duruyor?» «Yimekleriymiş!» dedi Hasan fısıltıyle. «Ulan dünya gadar yimek bişiyor evde!» «Bizimle birlik yiyeceklermiş.» «Git ulan! Cavırların yimeği mi yinir?» «Ne bileyim? Öyle imiş. Öy!e diyorlar...» Epey bir süre geçti. Öğretmen çıktı geldi. «Okul hazır.» dedi İzzet'e, «Yemekler de geliyor...» «Sahi mi diyorsun?» dedi İzzet. Öğretmen bakıp güldü: «Sahi diyorum.» dedi. 108 KÖYE BİN BİR YENİLİK Temeloş kırı miri bıraktı. «Amarikan cavır-lar»ı her gün geliyorlardı. Gelip türlü işler tuttuyorlardı. Posta oosta bölünüyorlardı. Temeloş, oraya koş, buraya koş, turşu gibi kalıyordu. Her gelişlerinde ayran veriliyordu. Her yeni işe bir kurban kesiliyordu. İzzet, «Nerden de çıkardık bu kurban işini!» diye pişman oluyordu. Amma n'ayet 6ün söyleyiverdim: «Yavu izzet, bırak kurbanı! Bırakmazsan bile horoz kestir yavu! O da kurbandır... Batacaksın!..» «Öyle yapalım bari.» dedi İzzet. Bundan sonra horoz kesilecek. Ben düşünüyordum ki, bu kabuklular da bizim Ankaralılar gibidir. Baştan gelirler giderler, sonra osanıveririer. Nerede? usanmadılar yavu! Bıkmadılar yavu! Habire gelip gidiyorlar. Uyku dünek yok bunlarda. Daha sığır hergele çıkmadan damlıyorlar. Yaa! Ona göre de telâşeleri oluyor. Bir onlar olsa... Dedikleri çıktı valla: Daha şimdiden örnek oldu bizim köy! Aktepe'nin yerinde sankım bazar kuruluyor her gün. Gelen gelene, bakan bakana... Neler oldu, neler neler neler!.. Fidanları dikip sıraladılar. Avuç avuç gürbe döktüler hepsinin dibine. Hemi de kara şişelerden ilâçları kireçle karıştırdılar, fidanların bellerine sürdüler fırçayla. Sonra-cığıma, tam o kapının yanına bir külube yapıyorlar. İki dene bekçi koyacaklar içine. Bâçayı bekleyecek bunlar. Diyorlar ki: «Türkünen Amarikanm Dosluk Bâçasıdır, dikkat etmeli...» Sonra daha neler neler!.. Neler oldu, neler!.. Okulun yanına bir baraka kurdular yeşil camlı. Oluklu tenekeden bir baraka. Yaz atasında cayır cayır 109 yelı idi fil 119. on ucııc uc uuiup tan Bey deyi. Okuldan yeni çıkasıymış. Kıçından bacaklı bir şey, ufacık, gök gözlü. Kaymakam Bey de habire gelir gider; «Öyle soğuk soğuk durmayın mal gibi! Acık yüzünüz gülsün!» deyi sokurdanır.

49


O Tuluğ Paşa'nın da her lafları bana dokunuyor. Öğlen ikindin habire namaz kılsın. Namazbaşı kesildi köyde, irakıyı da içer içer Amarikan cavır-larıynan! Viski ırakısı, votka ırakısı... sonra namaza! Ulan Efendi, bizim köy zaten sofu. Bir de senin gibi beyler öne düşünce temelli sofuiaşır. Ben de kestim camiden ilgimi inadına... Bu Tuluğ Paşa'nın her lafı bir kere ö'dürür beni: «İnsanlığın daniskası bunlarda! Bu Amarikan-lar karılarına karşı fazla medeniyettir! Hemi de kancıklarını kıskanmazlar! Dünyada bunlar gibi medeniyet millet yoktur! Ben kendi güccük kızımı yolladım Amarika'nın payitahtına ki, orda sitaj görsün! Seher deyi bir kızım var benim!..» Ulan zabah bu, akşam bu ağzımda. Bizi bir şey bilmez yerine koyuyor. Neden medeniyetmiş bunlar karılarına karşı? Neden kıskanmazlar? Çün-küm, domuz eti yiyorlar efendi! Domuz da kancığını kıskanmaz. Buna medeniyet diyor. Yavu, vaktiyle sen bir ordu paşasıydın. Ordu paşaları her vakit Türkü yüksek dutarlar. Bu kalkmış Amarikanı yüksek dutuyor! Hani yok mu, bu Amarikanların bazı nalları var, benim de hoşuma gidiyor. Zabah erken kalkıyorlar. Fazla açgözlü değiller. Ekmek aşlarını yanlarında getiriyorlar. Ayran çalkama sunarsak tiksinmeden içiyorlar. Disiplin dersen bitirmiş. Ben de takdir edeçem bunları. Amma ben takdir ettim mi içimden takdir ederim. Kızdığıma da içimden kızarım. Hiç insan tavuk gibi gider de açığa yumurtlar mı? Bir gün sinirimden bir laf söyleyip kalbini kıracam deye korkuyorum. Ne olsa konuk sayılır. Ötey gün ikindin geldi bunlar. Akşama kaldılar. Bir şenlik yapacağız. Rica ettiler bizden. Onlar çalgılarını getirmişler, çalıp çağırdılar, dans oyunlaUO rı man uynaaııar. aonra Dizim Karakızın Hasan sazını kucaklayıp çıktı ortaya. Çaldı söyledi. Delikanlılar oynadılar. Uslu uslu halay çektiler. Ne eyi, ne hoş değil mi? Amma Tuluğ Paşa kalktı, yerinde duramaz, bir nutuk: «Amarikan doslarımıza' köy namına., teşekkür ederim!... Çünküüü, onlar... bize yaşamanın ne demek olduğunu gösterecekler!.. Amarikan doslarımı-za teşekkür ederim! Çünküüü, bu köye medeniyet getirecekler!.. Bu köyün bütün dertlerine derman bulup... yaralarını da saracaklar!...» Tepemin tası atıvermiş. «Al ulan şu sazı!» dedim Karakızın Hasan'a. «Çal bir yanık ' hava, türkü söyleyecem!» Hasan, çaldı ben de karcımış sesimle söyledim söyledim, sonunu da, değneğimi havaya kaldırıp: Kendi yâremizi kendi saranlardanız. Bir namus yoluna ölenlerdeniz! deye bitiriverdim. Tabiî, karabıyık Hamdi Bey hepsini çeviri ediyor.söylediklerimin. Gayri, bilmem anladılar, bilmem anlamadılar. Amma Tuluğ Paşa olacak zevdalı anlamadı. Sebabına gelince, adam içmeden zerhoş yavu! Ben insanda azcık kibir isterim! Çok değil, azcık!... Bakıyorum olanlara da, «Ulan bizi uçuracak mısınız?» diyorum içimden. Kaymakamın, Valinin kılları kıpramıyor. Demiyorlar Amarikanlara ki, bırakın böyle kavuz kapçık işleri, nüzümlü şeyler yapın... Geliyorlar, gidiyorlar, Amarikanların yaptıklarını bir kontrol edelim demiyorlar. Sankim Amari-kanlar bizim Valinin Kaymakamın emrinde değil ler de, bizim Vali Kaymakam Amarikanların emrinde! Hiç insan kendi toprağında başkasının emrine girer mi? Tuttular bir fennî kümes yaptılar. Neymiş? Amarikan tavuğu getireeeklermiş. Yumurtlayıp, köylüye örnek olacakmış bunlar. Ondan sonra köylü kalkınacakmış. Ulan hiç tavukla cücükle köylü kalkınır mı? Daha tavuklar gelmeden kümesini yap111 tılar camlı, kiremitli! kış geımeaen içine zoba kurdular. Bunun aslı birer boklu tavuk ulan! Ne nüzümü var bu kadar külfetin? At olsa, öküz olsa anlarım. Yazık değil mi bu kadar paraya? İsterse Amarikan parası olsun, yazık günah valla... Ahırlar yaptı bunlar. Cins inekler danalar, bu-ğalar getireceklermiş Amarika'dan. Altlarına beton döşeme. Şuna bak! Ulan hiç malın altı beton olur mu? Beton döşemede mal buyar ulan? Yani bunların işi gücü gösteriş. Pekey, aldık kabul ettik. Amma gösterişin de bir yolu yöntemi olur, bu ne delilik böyle! Sonracığıma... Bizim tavuklardan otuz kadarını toplayıp tıktılar bu kümese. Karakızın Hasan'a aylık bağladılar. Bir tevter verdiler eline: «Yaz bunların durumunu zabah akşam!

50


Yumurtladılar, yaz. Gıdakladılar, yaz. Yem yidiler, yaz. Su içtiler, yaz...» Tavukların ayaklarına tenekeden pul taktılar. Suluklarına ilâç damlattılar. Ankara'dan bir tuhaf kokulu yemler getirdiler. Yani tavukları bir karantinaya aldılar ki tel örgülerin içinde, yazıya yabana çıkarmıyorlar. Bırakmıyorlar ki, çıkıp gürbeliklerde eşinsen zavallılar. Daha beteri de ne? Tavukların içinden horozları seçip aldılar! Ayrı bir yere kapadılar ki, her gün birbirlerini gördükleri halde ellerinden bir iş gelmiyor! Yavu ben tavuk olsam ölürüm! Soruyorum o Willy denen karın ağrısına ki, ne demek bu? «Çok yumurta almak için!» diyor. Büyük yumurta almak için!» diyor. «Soylarını yükseltmek için!» diyor. Sen heriflerin erkeğini dişisini ayır, bok yükseltirsin soylarını!.. Sığırları dersen, daha kötü ettiler. Sekiz inek, sekiz dana satın aldılar. Sarı Musa'ya aylık bağladılar. Verdiler onun de eline bir tevter: «Yaz. Öğürdüler mi, yaz! Böğürdüler mi, yaz! Ne zaman yidiler, ne zaman içtiler, ne zaman dışarı çıkardılar... yaz!» Dosluk Bacasına da Danacı Arif ile Kürt Se-lim'i bekçi tuttular. Bunlara aylık bağladılar. Zabah akşam kapıda duruyorlar. Kulübede her gece biri yatıyor. 112 1 Mgaçıan dersen, yeşerdiler! Birer ikişer karış süydüler. Geniş geniş yapraklı gözel ağaç'ar. Gözel yeşerdiler. Tuluğ Paşa diyor ki: «O kadar gürbeyi senin dibine dökseler, sen de yeşerirsin!» Okulda dönenlere ise hiç aklım ermiyor. Buckley Bey, yanına kıçından bacaklı bir yardımcı almış. Adı Numan Çıragöz. İkisi birlik Camal Oca'ya Ertan Beyi seyrediyorlar. Bir gün şöyle oturtuyorlar bizim bebeleri, bir gün böyle. Bir gün dışarı çska-rıyorlar, bir gün içeri alıyorlar. Kata çakara, zeyin-lerini dağıtıyorlar bebelerin. Sonra da elerine birer kâğıt verip salıyorlar köy içine ki, «Muhtara şunu sorun, İmama bunu sorun! Ananıza bubanıza şunu sorun. Çobana Bekçiye şunları şunları sorun...» Güya çocukların zeyni açılacakmış... açılır mı? Bebe dediğimiz, diz çöker hocasının önüne, verilen dersi dinler. Bu yeni yörüyüşler ö'dürecek bizi!... Ondan sonra, leblebi büyüklüğünde, gök boncuklar dağıttılar bebelere ki, sokaklara serilip oynuyorlar. Ütüyorlar birbirlerini. İşe kayda bakmaz oldu'ar. Hemi de birer tükenmez kalem, tırtıklı tevter dağıttılar ki, eyice gönüllerini çelsinler bebelerin. Sankim biz anlamıyormuşuz gibi! Dana kulübü, kuzu kulübü kurdular! Bebeler birer dana, birer kuzu çekip götürdü okula. Daha anaları baba'arı ölmeden, bacalardan ev içi kadar toprağı meres böler gibi böldüler, soğan sarmı-sak ekiyorlar. Süzekli tenekelerden sulama yapıyorlar. Güya bunlar eyi çiftçi olacaklarmış. Vay başımıza gelenler! Şimdiden dölleri başımıza çıkaracaklar. Bebelere diyorlar ki: «Babalarınızın göreneği bilgisi kıt, yaptıkları yanış!» Yavu hiç bu laflar denir mi bebelere? Ne düşünür onlar bizim için?... Bu «4 K Kulüp» de güldürüyor herkesi. Onlar 4 K, kafa, ka'p, kol, kuvat diyorlar. Bizimkiler de, öyle değil: «Köylünün kalkinması, kıyamete kaldı!» deyip diretiyorlar. Herkes gülüyor. Derken bahar gelip çattı. Seçim olacak dediler. Yani nasıl anlatayım, ciplerin biri gelip biri gidiyor. Biri gitmeden öteki bastırıyor. Kimi nama furuyor, kimi mıhına. 113 ncio uuyuu kün Amarikan dostlarını getirdik köyünüze ki, yenilik icat ettiler. Hemi de faynapıl ağacı diktiler. Hemi de daha çok yenilik göreceksiniz. Bütün öteki köyler sizi kıskanıyorlar, habarınız var mı? Hemi de çekemiyorlar! Pilot Puruca olduğunuzdan, herkes sizden örnek alacak.» Kimi de diyor ki, «Bakın, bunlar Amarikan cavırlarını içinize sa'dılar, sizin benliğinizi elinizden alıyorlar...» Hangısına inanacağımızı şaşırdık. Tuluğ Paşa denen zevdalı da seçim işi çıkınca aldı başını gitti. İzmir'den mi İzmit'ten mi vekil olmaya karar vermiş. Allahtan olsa da seçilse deye dua ettik. Gitsin de kurtulalım...... Kaymakam Beyimiz hiç ayağını eksik etmez. Sanırsın ki bizim köyde sevgilsi var. İki sefer uğradığı gün oluyor. Ulan köysek biz, eskiden de köydük. Neye o zaman hiç görünmüyordun? Amarikan doslar türeyince her şey nasıl da değişiverdi? Vali Beyimiz, bile binip lomafiline,

51


ayağımıza kadar geliyor ki bizi karşısına alıp Türkün Amarikan dosla-rını öğsün hiç durmadan... Hemi de seçimler oldu bitti. Türkün Amarikan dosları çoştu'ar. Her yerde seçimi kendileri kazanmış gibi şenlik ettiler. Hemi de şeker getirip okul bebelerine dağıttılar. O deliksiz boncuklardan, tükenmez kalemlerden, sonracığıma, düdüklü bebek gibi oyuncaklardan, uçaklardan tüfeklerden da-ğıttı'ar. Tuluğ Paşa da vekil seçilip mencilise gelmiş. Bakan olmaya havaslanmış. Amma demişler buna ki: «Gözünü fazla ireli dikme bakalım!..» Oh, bir sevindik! Bizim köyden biraz ekşimişler deye duyduk. Bu köye o kadar gayrat ettikleri halda, neden biz hökümeti desteklemeyip eski partiyi tutmuşuz? Neden oyumuzu Koca Baba'ya atmışız. Bunun sorusunu sordular bize! Biz ta ezeden beri ona atardık, gene ona attık. Köyümüze sekiz on Amarikan gelmeylen din mi değiştirelim? Bahusus ki, hökümetten yana da bissürü oy çıktı sandıktan. Gene 114 ,wııı9uıaıııiM,£ uesapıı davranıp biraz ona, biraz buna üleştiriverdi elindeki kâğıtları. Ulan babam, bizim de vardır bir düşündüğümüz. Yanış doğru, karışmayın bizim oyumuza. Biz sizinkine karışıyor muyuz? Yok, karışacaksanız, verelim size de siz atın, olur mu? Tuluğ Paşa seçilip gitti deye seviniyorduk ya! Yanılmışız! Adam gene çıkıp geldi: «Ben hiç sizi bırakır mıyım? Ben bu köyü kendi öz köyüm gibi sevdim. Onun ireli gitmesi için elimden geleni yapacağım. Şimdi bütün bir milletin vekili olduğumdan her yerde sözüm geçiyor. Amarikan dosları-mız da derdimizi biliyorlar. Bu köyü makine mo-tura boğacağım. Keçiden eşekten kurtarmak için size söz verdim. O sözümü de tutacağım...» Bir hafta sonra köyden iki yeni yetmeyi bir listeye yazdılar. «Sizi motur korsuna yazıp elinizs birer motur vereceğiz. Bundan kel'i toprağı motur-la sürüp ırât olacaksınız.» dediler. Delikanlılar sevindiler tabiî. Makine deyince bu yaşımda ben bfie havaslanıyorum. Onlar da sevine sevine hazırlandılar. Çamaşırları sarıp hazır etti'er. İki gün sonra bir tomafil geldi, binip gittiler. Duyduk ki Konya'nın bir köyünde kors görüyorlarmış. Dolana dolana güz çıktı geldi. Karakızm Hasan hâlâ tavukları, Sarı Musa hâlâ sığırları yazıyor. Aylık'arı da işliyor. Dört beş ayın içinde zengin oldu herifler. Karakızm Hasan ırakı içmeğe başladı. Sarı Musa da Yenice köye gidip iki bin üreye yeni bir karı aldı. Erik gibi, taze bir karı! Eskisini tarlaya çapaya saldı. Yenisini kapattı eve. Tüy biti gibi zabah akşam koynunda karının. Löbede kaldığı zaman bile ahırda birlik yatıyorlar! Köyümüz gözet yenilikler görmeye başladı. Hemi de o bekçiler. Danacı Arif ile Kürt Selim birer kat urba kesindiler. Haftada ikişer gün tatil alıp Ankara'nın Bendderesine geneleve gidiyorlar. Sazlardan barlardan karı getirip düğün değil, bayram değil, oynatıyor'ar. Gene en iyisi avratlarıymış bizim köyün. Amarikan avratları, örnek deye bir mutfak yaptırdılar. 115 \ Baya Dır rjpyuK yapı aa o oıuu. ıguıu z.uuci, inin, tencere tava, dolap kiler, masa sandalye, saat... Avratlarımız gidip geldiler, eferim onların tümüne ki, hiçbirisi görgüsünden şaşmadı. Hiçbirisi bulguru bulamacı, bazlamayı, ot aşını bırakmadı. Alıştığın yi-mek gibisi var mı hiç? Bir iki sefer birlikte yimek yidik bunlarla, yiyelim şunların getirdiği yimekler-den deye çok gayrat ettik, hani zırf sınamak için, yiyemedik valla! Sası sası. Bir hoş-bir hoş kokuyor. Amma onlar bizimkileri yiyorlar. Bunu anlamıyorum. Ya bizim yimekler nezzetli, yada zırf siyaset için yiyorlar... Öyle tabur tabur gelip gitmeleri yok artık. Şimdi parça bölük gelip gidiyorlar. Hemi de gelip işleri kontrol ediyorlar. Oturup konuşuyorlar. Bizim İreysicumuru alıp Amarika'ya götüre-ceklermiş. Mızıka bando çalıp karşfayacaklarmış. Yidirip içireceklermiş. Hemi gezip görgü bilgisini artırsm diyoriarmsş. Bunu ben kendi kulağımla duymadım. Hacı Kadirgil duymuşlar. «Türkün bu kadar geride kalması, bizim gücümüze gidiyor, tutalım elinden ki irellesin!» diyorarm;ş. işe ireysi-cumurumuzdan başlamışlar. Döne döne löbet bize gelecekmiş. Diyorlar ki: «Esenboğa'dan uçurup Amarika'ya konduracaz sizi. Zabah ekmeğini burda yiyip akşam oraya varacaksınız!» Tuiuğ Paşa da diyor

52


ki: «Bu iş doğrudur. Daha çok iş olacak...» Bir gün, bunların altısı yedisi birden geldi. Üçü dördü yeni herif'er, ilk görüyoruz. Bizim Muhtarı, Öğretmeni, hemi de İmamı topladılar: «Danalar gelecek Amarika'dan! İki gün sonra uçaktan ene-cek...» Herifler ne fen yavu! Danayı uçağa bindirip uçuruyor! Biz sanırdık ki, uçak dedin mi hep böyük adamlar biner! Demek dana bi'en biniyor-muş!.. Danalar, Esenboğa'dan buraya da kamyonla gelecekmiş. Sarı Musa'nın ahıra kapayacaklarmiş. Yerlerini filan hazır ettiler. Daha ne'er gelecek uçaklarla kimbilir! Ben diyorum ki, oradan kaldır, Esenboğa'ya indir, Esenboğa'dan kamyona bindir, köye indir, olmuyor. En 116 „,.„., ,c^,,, u.^.ıım Kuye ae Dir guccük alan, uçaklar Amarika'dan kalkıp buraya irisin doğruca. Arada Esenboğa'nm nüzümü yok. Tabiî bunu içimden söylüyorum, onlara söylemiyorum... O gözlerinin önü mor soğana benzeyen Nancy epeydir gelmiyordu. Bu sefer geldi. Gene öyle çıt çıt çıt, iresim! Baya gözel avrat bu. Kanım akmaya başladı soykaya. Bana da çok sürtünüyor ha! Eski gün'er olacak. O da zırf bizim çakmakta kav olmadığını bildiğinden sürtünüyor belkim... Ah! İki gün sonra danalar geldi, dedikleri gibi. Tam yirmi bir dana. Kısa kısa boyunlu. Gerdanları sarkıyor. Dördü erkek, üst yanı dişi. Damızlık olacakmış bunlar. Bizim köyde üredikleri kadar üreyip çevre köylerin muhtarlarına mı, imamlarına mı, ycğ-sam çobanlarına mı, birer dene verilecekmiş. Para pul istemeyeceklermiş. Bundan maksat, Amarikarışığın denen şey nedir, dünya görsün deyi... Zaîen para pul istemeye kalksalar biz bunların kuyruğunu bile satın alamayız. Tâ Amarika'dan uçakla geliyor, para mı yeter ona? Bizim yerlileri çektiler. Ahırı da sabunlu suyla yuyup pakladılar. Pompa yaptılar. İlâç püskürttüler. Torbalarla yem, varillerle su getirdiler ki, «Bir süre bunlardan yiyip içsinler, köyün havasına alışsınlar. Sonra çıksınlar çayıra...» Bu danalar eninde sonunda benim başıma belâ olacaklar. Daha kimse söylemeden ben kevşettim. «Ne gibi?» deye sordu'ar. Bilirim ben. Haz-reti Atatürk gününde, bizim köye bir boğa verdiler. Dediler: «Bu boğa beyliktir. İstediği yerde yayılacak. İstediği ekine, harıma girecek, seibes!» O yıl tüm ekinler mafoldu. Bütün köylü zar ağladı bir boğanın elinden. O zamanın kır bekçisi de Arif-çe'ydi. Verem oldu herif. Veremden öldü. Bunlar da bey'ik şimdi. Bunlar da istedikleri ekine, harıma girecek. Haydi çık işin içinden. Kır bekçiliği de bende. Şimdiden tasası çöktü valla içime. Günler uçar gibi gidiyor, uçar gibi koşup geliyor. Günlerin bir dakika durup eğlenmesi yok. Bizim İreysicumur, dedikleri gibi, Amarika'ya gitti. 117 zet'i çağırdılar. Pilot Puruca olalı bizi adamdan biliyorlar artık. Gitti bizim İzzet. «Amma sokulama-dık ki! Uzaktan kabak kafasını gördük, bir de merdivenden elini salladı, o kadar!» diyor. İreysicu-mur merdivenden el sallarken, uğurlamaeriar da el çırpmışlar. Çok kalabalıkmış. Valisi Kaymakamı, Amarikan Beyleri, Tuluğ Paşası, hepsi ordaymış. Bizim izzet hepsini uzaktan görmüş, amma onlar İz-zet'i görmemişler. İreysicumur karısını da götürmüş yanında. Çok da kâtip götürmüş. Ne kadar görgü bilgi varsa hepsini yazdıracakmış. Önce İngilize inecekmiş. Orada Gra'içanın elini toka edip deniz papırıyla Amarika'ya geçecekmiş. Eskiden böyle işler yoğidi. Deseler inanmazdık. Şimdi gözümüzle görüyoruz. Oluyor da öte bile geçiyor. Nefsime ben o hale geldim ki, biri kulağıma eğilse de «Temeloş Temeloş, yarın bir adam kanat manat takmadan göğe uçacak!» dese, inanırım. «Teme!oş Temeloş, Türk kızları kabuklu Amarikan delikanlılanyle evlenecek!» İnanırım. İnansam da inanmasam da, akla gelmedik yenilikler, hemi de ustalıklar oluveriyor zaten. İreysicumur gidince Tuluğ Paşa çıktı geldi. «Hazır o'un, yazda baharda löbet size dolanıyor. Bir seçim yaparaktan içinizden on sekiz kişiyi göndereceğiz. Üç ay süreli bir gezi yapacaksınız!» de-ye bir yayım yapınca köyün içi alt üst oldu. Hemi de kadın erkek gidecekmiş gidenler. «Ulan bu işe kadın meselesini karıştırmayın!» deyenlere karşılık, «Yooook, herif gidinoe üç ay süre karı burda ne yapacak?» deyenler de çıktı. Birazi de gezi mezi istemeyiz, deye tokgözlü göründü. Amma gezi günü gelince baka'ım kaçı dediğinde duracak?

53


Sonradan lâf üstüne lâf türedi. «Günde 100 lira harçlık verilecekmiş...» dediler. «O kadar para... üç ayda yere göğe sığmaz!» Bizim İreysicumu-run gezisi de üç ay sürecekmiş. Kimbilir onun günlüğü kaç lira? Karısını da alıp gitti yanında. Yani ben diyorum ki, vurdu parayı! Kendi kendime çok soruyorum: Türkün yük118 „„.. —«» nıuaıma uu naaar parayı nerden buluyor da saçıyor cihana? Çaylardan mı topluyor, ka-ya'ardan mı yonuyor? Akıl erdiremiyorum. Erdirebileceğime de umudum yok hiç. Şey oldu: Bu işler olurken bizim köyde, sade bizim köyde değil, tüm çevre köylerde, sade çevre köylerde değil, tüm umum köylerde, bir maden zevdası yayıldı! Ne desem, nasıl anlatsam? Millet işi gücü bırakıp koştu dağ'ara! Şöyle bir ışılak taş bulan Çubuk'a, Ankara'ya indi. Fırınlar, bakkallar maden aeantası olup çıkmış. Bizim okulun yeni öğretmeni Ertan Bey bile buna koşuyor zabah akşam. Ava gider gibi madene gidiyor bebeleri boş-layıp. Dersler, Buckley Beyler vız geliyor. Bebeler gene Cama' Oca'nın başına kalıyor. Herkesin her bulduğuna maden demiyormuş acantalar. Sorup araştırıyorlarmış uzun uzun. Yeri yatağı nere? Ne kadar yüksek, ne kadar derin? Çok mu çıkar, az mı çıkar? Alıp tahlile yolluyor-muş. Tahlilin ouvabı Amarika'dan gelince bir de hariteye bakıp konturol ediyorlarmış. Tutarsa olur, tutmazsa o'maz diyorlarmış. Her gün havadisin bini bir para köyün içinde, caminin önünde. Şabanözü yanlarından bir adam, hemi de bir çoban parçasıymış yani, bulmuş! İstanbullu bir beyle ortak işletmeye başlamışlar. Madeni sırf ocaktan islekeye taşımaya elli sekiz dene kamyon çalışıyormuş! Bilmem kaç yüz de işçi!.. Bunların tes'imi Amarikana yapılıyormuş ki, eritip motur yapıyormuş hiç durmadan. Artanını derelere doldurup üstünü örtüyormuş yarın eritip gene motur yaparım deyi! En çok hayretim, bu taşlardan nasıl motur döküldüğüne. Yani akıl sır erdiremiyorum taşlar eriyip motur oluyor?.. Türkünen Amarika, dünyada gardaş gibi birinci dost olduklarından en çok bizim madenlerimizi alıyormuş hatır için ki, göye kasabaya para girip yoksul'ar palazlansın... Dedikleri doğru. İşte Şabanözü'ndeki çoban. Kamyonlar çeke çeke biti-remiyormuş şimdi onun bulduğu madeni. Şans bu. 119 yakın Ertan Bey dağ taş yeliyor, İstanbul'a msktup-lar atıyor, kutulara koyup taşlar yolluyor, bir de bulamazsa zevda olacak! Bir de dediler ki, madenleri deniz yoluyla Amarika'ya taşıyan, bizim köye gelen Melih Dalyan Bey imiş. Amarikanların birinci adamı olup bunun sözünden çıkamaz'armış. Parmağının ucunda fıldır fıldır döndürürmüş Amarikanları. Çok anasının gözü bir adammış ki, deniz papurlanyla madeni Amarika'ya yıktıktan sonra boş getirmiyormuş geri. Orda ucuz, burda bahalı mallardan yüklüyor-muş. İki başlı tecaret. İlim bilim fen, dünyayı avuçlarına almış'ar habarımız yok! Ben onu görünce Amarikanların koltuğunda çırak yamak bir şey sandımdı. Çok, çooook zenginmiş. Öyle sandığımız halde böyle çıkan daha ne işler var dünyada, kimbilir! Zaten derler, bu anasını sattığımın zenginleri kendilerini hiç belli etmez'er! Meiih Dalyan'ı gören, çok çok üç yüz lira mayışlı bir kâtip sanır. Anasının gözüymüş. Yakışıklı! Sağlıklı! Taşları sıkıp sularını çıkaracak... İşin bu yanı, avradın en iyisini seçmesinden belliydi. Ni, Ni, Ni deye dolaşırdı. Bir geldi, bir daha ge'medi bizim köye. İşi kaydı başından aşkın tabiî. Köyde maden zevdalıları konuşuyor: «Bulursak doğrudan doğruya ona gönderelim. Biliş biliştir. Köyümüze kadar geldi. Bize bir öncelik gösterir...» Birazları de diyor ki: «O herif parça işle uğraşmaz, onun alıp sattığı bilumum Türkiye'nin madeni! Hepimizin aklını toplasak, gene içinden çıkamayız. Başlangıçta akıl dağıtımı yapılırken onların atası dedesi gözünü, bizim atamız dedemiz de ağzını açmış, bu işler bundan böyle!» Ben diyorum, bu maden zevdası, bu Amari-kan havas'ı, bizim köyü eyice avara edecek. Ekimi dikim boşlatacak. Halbuysam ki düşersen de toprağa sarıl, bir dönüm toprağın verdiğini beyler vermez adama! Amma bizim fikirler geçmiyor gayrı. Bizim kafa eski kafa sayılıyor. Hele bu Amarikan-lar Aktepe'nin yerine kazık çakalı, bizler daha çok

54


120 I birazları da «uyanık kafalı», «yeni...» Yani ben bu işleri hiç sevemedim. Adamın adamlığını belli eden eski ölçekler şimdikilere uymuyor. Şaşırdım kaldım. Acaba hep onlar doğru söylüyor da, ben mi yanlış hesap ediyorum? Eloğlu usta dümenci. O yana büküyor arabasını, olmazsa bu yana büküyor. Dosdoğru sürenler seyreidi. Türkünen Amarikanın Dostluk Bacasına dikilen fidanlar, bir süydü, bir süydü o kadar olur! Sulama gürbeleme hiç aksamıyor. Danacı Arif ile Kürt Selim her ne kadar şöyle böyle o'salar da, görevlerine dikkat ediyorlar. Ağaçları eyi gözetiyorlar. Amarikanların da bir dakika boşladığı yok zati. Ellerinden gelse her ağaca birer guvat iğnesi fura-caklar gün aşırı! Zaten onların yurdunda, insan'ara yapıldığı gibi, ağaçlara da iğne yapılırmış. Willy Bey anlatıyordu uzun uzun. Ona da kimse inanmadı ya... Ben diyorum, bunlar iki, bilemedin üç yılda meyve verecek. Faynapılları toplayıp satacaz içeri, dışarı! Köye para girecek. Hemi de her ev hıssasına düşeni alacak. Onlar diyorlar ki, iki yılda verir amma, siz esas üç yılı gözetin... Şimdiden Ankara'da İstanbul'da müşteri çıkmış bizim bâçanm meyvala-rına... öyle diyorlar. Bizim Hacı Kadirgil habire münakaşa çıkarıyorlar. Biz bu ağaçları hıssa hıssa ayırıp da bölüşecez mi, yoğsam toptan hepisini satıp da parasını mı bölüşecez? Ele güne karşı çingenelik etmesek o'ur mu? «Bölüşelim de herkes ağacını bilsin!» diyorlar. «Ortak malda hayır mı olur?» diyorlar. Çok acele ediyorsunuz komşulaaaar! deye bir bağırmak istedim. Durun bakalım Amarikanlar ne deyecek? Bu Amarikanlar bize bir de köy odası yaptılar. Altı, kulüp gazino, üstü kitaplık, kurul odası, konuk odası. Bir de radiyo a'dılar. Çeşit çüşüt süsleme koyup içerisini güzelleşirdiler. Masa sandalye takımı, dolabı zobası çok birinci. Tuluğ Paşa diyor ki, daha alettirik getirecem bu köye. Yapar mı yapar. Şimdi komşular akşam akşam o gazinoda birikiyorlar. Amarikanlar gelince de oraya oturuyo121 let. Ertan Bey radiyonun başına geçip karıştırıyor. Amarika, İngiliz, Urus, Bulgar... hep çıkartıyor. Ara-sıra Çin'e bile dokandırıyor amma tam alamıyor, silip gejiyor. Amarikanın Sesini duyabilmek, sade bizi değil, Amarikanları da memnun ediyor. Tabiî onların elindeki radiyo'ar zarplı olmaya daha zarplı. Onların yanında Ertan Bey Urus'u, Bulgar'ı ellemiyor. Hep Amarikanın Sesi'ni çeviriyor. Denizlerdeki dalgalara çarpa çarpa geliyor ses. Besbelli oluyor, alçalıp yükseliyor. Hışır hışır deyi duyuluyor. Bizim İreysicumur gittiydi ya, bir akşam or-dan konuşma yaptı, burdan dinledik. «Vatandaşlarım vatandaşlarım...» deyi çok şeyler konuştu. «Böyük dostumuz Amarika!...» diyor da başka demiyordu. Çok görgü bilgi toplamış. Çok menmun olmuş. Orda bizden çok Türk varımış. Varır varmaz sarmışlar dört yanını. Onlarla da konuşmuş. Akılda kalmıyor, çokçok lâf etti. Siyaset, tecaret, medeniyet... dedi durdu. Maden, tütün, pamuk, benzin, mazot dedi. Eyi gene. Yani ora'ara gidiyor ki hep hava cıvayla uğraşmıyor da, tecaret düşünüyor, millet işlerini döndürüyor., eferim! İreysicumurun sesini dinlediğimizde biz bize oturuyorduk. Ertan Beyi de bizden sayarsak eğer! Amarikan filan yoğudu içimizde. Derken bizim bu işler açıldı. Herkes aklına gelen bir şeyi söyledi. Bir lâf da Camal Oca söyledi: «Bu işler beni sarmıyor! Örnek diyorlar, böyle örnek olur mu? Kıyamet para döküyorlar. Haydi örneği buldunuz, yarın o kadar parayı nerden bulacaksınız.» Ertan Bey atıldı ordan: «Bacadan, bacanın gelirinden...» «Eyi ya,» dedi Camal Oea. «Bizim bacamız var, öteki köyler nerden bulacaklar?» «Birer bâça da onlar diksin.» «Fidanı nerden bulacaklar?» «Tâ Amarika'dan getirtebilirler mi uçakla?» «Bizden alıp üretsinler.» 122 Dön dayanamadım: «Ulan dur bakalım, daha üretecek kadar olmad. Meyve ney olmadı daha! Hem bu faynapıl daldan mı ürer, tohumdan mı ürer, bilmiyoruz ki!» dedim. Ertan Beye çok kızıyorum. Tuluğ Paşa gibi toz kondurmuyor Amarikanlara. Camal Oca da altı

55


okka, altmış direm maşşallah: Doğru doğru konuşuyor. O gün çok hazzettim kendisinden. Zaten hazzederim ya. İzzet ordaydı, o da hazzetti. Bir vakit sürdü tartışma. Bu olanlar ne etki yapar, ne fayda sağlar köylüye? Para çok mu gerek, az mı gerek? Bir ev yapacaksın. Önünde örnek var, amma para yok. Yapabilir misin?.. Buna bile cuvap buldu kıçından bacaklı Ertan. «Para bulurum!» dedi. «Nerden bulursun parayı? «Ödünç alırım.» dedi. «Nerden alırsın?» «Amarikandan alırım.» dedi. «Ödünç yiyen kesesinden yir. Borç yiğidin kamçısıdır.» dedi. «Pes!» dedim. Amma Camal Oca demedi. Ye-nişemediler. Tabiî onlar böyle karşı karşıya geçince, komşuların da kimi onu tuttu, kimi bunu. Hacı Kadirgil Ertan'ı tuttular. Biz de hep Camal Oca'-tı tuttuk. Partiler gibi bölünüverdik birden. Bakıyo-rumda derin boylu değişmeler oluyor köyümüzde. Bu tartışmanın sonuna doğru Ertan Bey gene atıldı: Kötü bir iş olsa hökümet yaptırmaz!» dedi. Hökümet konuşulurken Camal Oca çok dikkat eder. Daha olmadı susar. Gene sustu. Ben araya karışıp, «Ulan senin hökümet dediğin şu gördüklerimiz değil mi?» diyem dedim, amma ben de sustum. Şimdi bütün Çubuk ovasında, Aydos dağlarında, Kalaycık, Şabanözü yanlarında hep bizim köy konuşuluyor. Ağaçlar böyle süyüverince, ortaya bu kadar yapı kapı çıkıverince, bu danalar tosunlar geliverince, köyümüzün ünü böyüdü. Yeniceli Dil-kiburun Abdullah, Kargınlı Deli Amat, Omarcıklı İs123 r dan eksik olmazlardı, şimdi hiiiç eksik olmuyorlar. Öteki köylerden de geliyor, sökülen geliyor. Dilkiburun, Amarlkanlardan bir şeyler koparmak için çok uğraştı, Tuluğ Paşa'dan söz bie aldı amma sonuçlandıramadı. Boger Bey deyesiymiş ki, «Amarika'dan böyle emir aldık, öteki köylere sonra geçeceğiz!» Oh olsun! Çok sevindim bunu duyunca. Böyle sümdük dürzüleri sevmem ben. Ulan insan bu kadar dilencilik yapar mı? Ulan o kendiliğinden vereyim dese, sen nazlanacaksın, almayacaksın. Gene de böyleyken utanmıyor, arlanmıyor. Kuyruğunu apışarasına saklayaraktan çekilip gitmiyor köyden. Bazara giden 'komşular, sorandan kurtulamı-yoruz, diyorlar. Her şeyi soruyorlarmış. Depenin kazınmasından derelerin dolmasına, fidanların, da-na'arın uçakla getirilmesine, Nancy karının irasim çekmesine kadar her şeyi soruyorlarmış. Tuluğ Pa-şa'nın gayratlarını konuşuyorlarmış. Benim Anka-ra'daki oğlan geldi gitti bir sefer. O bile duymuş olup bitenleri Ankara'nın öteki gondu mahallelerinde.., Gonduların göbek'eri köye bağlı zaten. Köyde bir avrat, bir avrada «Kel!» dese, ertesi gün gondularda duyulur. Her şey duyulur. Bizim Pilot Puruca da her yerlere, köylere, gondulara duyuldu. Sorandan osanıyoruz. Konya'nın köyüne korsa gidenler dönüp geldiler. Uşaklar biraz zayıflamış. Bek sıkı çalıştırmışlar. Gece gündüz demeyip imtân etmişler. Şimdi ikisi de motur işletmeyi biliyormuş. Bakım, onarım yapıyormuş. Amma motur yok ellerinde. Bunlar şimdi diploma'arını aldılar ya, Willy Bey bunların aynılarını çıkarttı. Hemen Amarika'ya yolladı ki, ona göre birer motur yollasınlar. Tabiî biraz gecikir. Kış çıkar, baharı bulur diyorlar. Varsun bulsun adam! Çocuklar eyi kavramışlar. Unutacak deği'ler ya o zamana. Willy Beyin bir derdi var. Amarikada,. mallar doğar doğmaz kütüğe yazılırmış. Anası babası. 124 r yaaı, uışı uaşKoçanına geçirilirmiş. Amma bizim köye gelenlerin koçanları kaybolmuş. Geriye yazıp sormuş'ar, bir habar çıkmamış. Wi'liy Bey, «Bu olmadı!» diyor. «Bugüne bugün Türk dostumuza sığır damızlığı veriyoruz. Bu bir maya demektir. Danaların koçanları belli değil, yaşları dişleri beli değil, anaları baba'arı belli değil!...» Ellerini dizlerine çırpıyor bizim gibi, «Zavallı küçük danalar!» diyor. «Ananız kim? Babanız kim? Bilmiyorsunuz değil mi?» diyor.

56


Sarı Musa her gün bunların yatıp kalkmalarını, yeyip içmelerini yazıyor. Willy Bey her şeyi Musa'ya güvenemiyor da, ara sıra girip kendi bakıyor, konturol ediyor. Bu danalar bir gü'mece oldu köy için. Varillerin suyu bitti bitiyor. Yemleri de öyle. Ben diyorum ki, bırak Willy Beyim, Allahın malı, Allanın suyu., salıver içsinler. Yoook, bırakmıyor. Bırak yayılsınlar kıra çayıra. Bırakmıyor. Ara sıra ahırın önüne çıkarıp bir dolaştırıyorlar, sonra haydi haydiyle hemen gene dikiyorlar içeri. Doğru dürüs göremiyoruz bile. Nasıl örnek bu böyle? Bir sürü de civciv cücük geldi selelerin se-pet'erin içinde. Kaynaşıp oynaşıp duruyorlar. Hayret ettim, sesleri bülbüllerin sesi gibi! Uçaklar, maşallah, ne bindirirsen uçurup getiriyor Esenboğa'ya. Karakızın Hasan'ın işi sağlam artık. Ankara'ya gideceğim, Hasköy'de gondu yapacağım derdinden kurtuldu. Oturuyor kümesin yanındaki dayrasına, tevter kalem alıp tavukları cücükleri yazıyor. Yazıyı bitirince ırakısını açıp içiyor. Sazını a'ıp çalıyor. Willy Bey bile kadeh kaldırıyor Hasanla. Zaten ikisi de içkici. Birbirlerinin içkilerinden içiyorlar. Tavuktan cücükten ekmeklerini çıkarıyor herifler. Kümesi eyiee genişlettiler, AHah bilir daha çok civciv gelir sepetlerin içinde. Yerlileri Amarikaniarı gözelce ayırdılar. Yerlilere bir pis kokulu yem var, ondan geliyor. Hemi de Et -'Balık'tan kan getirip yemlerine karıştırıyorlar. Sularına ilâç damlatıyorlar. İmiklerinden iğne yapıyorlar. Bir acayip işler... 125 sı yaz kış kesilmez. Bu kadar bakım olunca kesilir mi? Bizim boklu yerliler bile bu kümeste bakıma kavuşunca patır patır yumurta dökmeğe başladılar! Çifte sarılı yumurtlayan bi'e var içlerinde! Şimdi komşulardan bu yolla tavukçuluğu yarsıyan-lar var amma, ille o ilâçları, iğneleri, hemi de yemleri bulamayız diyorlar. Et-Balık da bize kan vermez diyorlar. Amarikan cavırına verir de kendi insanına vermez.... Bizim yerli tavuklar yumurtayı çoğaltınca, yeni civcivler de gelince Hasan'ın aylığını artırdılar. «Baharla birlik davulu zurnayı furduracam!» diyor. Köyün içinde, dışında kız bakmıyor «Üç üç, beş beş, basıp parayı alaçam!» diyor. Sarı Musa'nın işleri eyi gitmedi ya'nız. Danalardan dördü beşi öksürük oldu kış ortasında. Dediler ki: «Bakmadın mı?» Dediler ki: «Kapılarını örtmedin mi?» Ankara'dan paytar tokturlar gelip baktılar. Hemi de Amarika'ya tel yıldırım furup iki dene paytar getirttiler. Herifler yı'dîrımı alınca bir günde Esenboğa'ya inivermişler. Bir hafta hep başlarını beklediler. Danaların düzeldiğine inanınca bırakıp gittiler. Ertan Bey, bir çantalı radiyo almış. Elinde gezdiriyor. Gittiği yerde çalıyor. Mad,en aradığı yerlerde... Öteygün okula müfettiş geldi. Kimse bir şey demedi karşısına dikilip. Kendi kendime, yavu Temeloş, sen bari söyle şuna, bu oğlanı verdiniz, bebe mebe okutmuyor, bir avcı gibi maden zevda-sina geziyor dağlarda... Sonra düşündüm ki vazgeç Temeloş! Senden bulmasın, allahtan bulsun! Daha açığı, müfettişi de gözüm tutmadı. Geldi bu, Buekley Beyle Numan Çıragöz'ün arasına girdi, ha-bire başını sa'lar: «Good good good!..» Onlara onların dilleriynen cuvap veriyor ki göze mi girecek ne! Bizim işler böyle yokardan mı bozuluyor hep acabola? Gazinonun radiyosu İreysicumurun gezintisini anlatıp duruyor. Her yerde bando mızıkayla karşılama yapıyorlarmış. Makine motur çıkaran dük126 yy p TdmnaaKi Katiplere diyor muş ki, «Yazın!» Amarikan ustaları, taşları eritip motur doküyorlarmış. «Bütün maden taşlarını yollayalım, Amarikan doslanmız motur yapsınlar!» diyormuş. «Bize de, karşılık olarak, yaptık'an-nın birezini versinler, yeter!» Amarikan ustaları, pe-key diyorlarmış. İreysicumur, Amarikan radiyosuynan bir konuşma daha konuştu, dinledik. Kalın sesi öyle kubat kubat geliyordu. Deniz dalgalarını aşa aşa. Çok şeyler anlattı. Oraları şöyle gözel, böyle gözel, çok övdü. Kafada akılda kalmıyor ki dedikleri. Biraz da kendimizi övdü. Hiç insan yabana gider de kendini över mi? Dedi ki, «Biz çok kahraman milletiz!» Hiçbir vakit savaşmaktan yılmayız!» Dedi ki: «Çok maden taşları vardır bizim toprağımızda!» Dedi ki: «Yedi iklim, incir, zeytin, pamuk, tütün, üzüm, fındık, fıstık... Hiç kimseye değil ucuz ba-halı,

57


hep size satarız. Dahi, alıcı olursanız, toprağımızın a'tında benzin mazot bulunur, onları da satarız!» Onlar da, «Hay hay!... Biz Türkün birinci dostuyuz, siz şöyle şöyle kanun yapın aranızda ki, öteki düveller bu işleri kıskanmasınlar. Biz de size kocaman böyük makinelerden veririz.» Çamal Oca diyor ki, «İreysicumur gitti, yurdun altını üstünü satlığa çıkardı.» Ertan Beyle gene takıştılar: «Yeraltında durup ne o'acak? Satıp para kazanalım, daha eyi değil mi?» «Yok eyi değil, kötü!» Radiyolardan dinliyoruz. Menciliste de kanun tartışması yapıyorlar habire. Sermaye onlardan, işçiliği de bizden, çıkarıp verelim; eyi olur... diyorlar. Ertan Beyin koltukları kabarıyor. Ertan, Bey, çantalı radiyodan sonra bir de gramofon aldı. Bir foturaf makinesi a'dı. Zeytin yağını, ireçeli, halvayı, peyniri kutularla, tenekelerle getirip basıyor evine. Diyorlar ki: «İstanbul'a yolladığı taşlardan birazı kabul oldu, hemi de peşin para aldı!» Bir yandan da Buekley Beyle lanlun ediyor. 127 <jyı ci ııyuı ı !<^c, /~\ı ııcn ı r\a y a goya.. Şirketler madenleri hariteye geçip geçip mü-hürlerimiş. Kimini şimdi işletecekmş, kimini de acelesi, yok, dursun, sonra işletiriz diyormuş... Sarı Musa'nın danaları eyileştiierdi ya. Soğuklar bastırınca gene hastalandılar. Gene paytarlar geldi. Bu sefer, ikisini kurtaramadılar. Geceleyin ölekalmışlar. Toprağı eştirip gömdüler. Derisini bile yüzdürmediler. Amarikan Beylerin keyifleri kaçtı eyice. Amma Musa'ya mahana bulalım filan demediler. Danalar buranın havasına a'ışamadı diyorlar. Bana kalırsa doğrudur birez. Dağ kuşu dağda, çöl kuşu çölde... Hemi de horoz dediğin kendi öz çöplüğünde eşinmelidir... 128 ÇUBUK OVASI ÇALKANJVOR Çubuk ovası zın zın ötüyor. Yollarda, taşıtlarda söylentiler kaynaşıyor. Anadolu Garajı'ndan kalkan köylü dolu bir otobüs, Çankırı'ya doğru açılınca, şoförü konuşmaya başlıyor. Tarlada sabanı, yada kırda koyunu bırakıp direksiyonun başına oturmuş; gözünde uyku, yüzünde dört beş günlük sakal: «Pederin peder olacağına, kaderin kader olsun!» Kolunu Avdan köyüne doğru uzatıyor: Şoordaki köyün yanında bir köy varmış....» Hastane kapısında bir hafta beklemiş, bir «mefat» anlayamadan dönüp g'den bir köylü: «Çok köy var! Hastane köylü dolu!..» dedi. «Amarikan cavırları, bu köyü adam edeceğiz deye tutturmuşlar!..» «Allah onlardan razı olsun valla!...» «Onlar da olmasa köylere kim bakar?» «Köylü dediğin hökümetin ayağında bir babuç...» «Bak bak, şu gidene bak, dingilli! Araba dedin mi dingilli olacak!.. Amarikan arabası...» «Bir babuç ki, aklına gelirse tabanına bir pençe furdurur...» «Aklına gelirse fırçalatır, boyatır...» «Köylünün babuç kadar da değeri yok!» «Nerde boya, nerde fırça?» «Nerde pençe?» «Dönem Gazi Paşa'nın dönemiydi...» «Öşürü aşan o kaldırdı...» 129 «İsmet geldi, kısmet gıui! öh naynm y^.,..~ dik...» «İsmet'e laf söyleyenin ağzı eğrilir, susun!» «Askerlerin, karakol onbaşılarının mayısını

58


yükseltti!» «Mâmirlere kumaş, şeker üleştirdi!» «Köylüyü unuttu... ki hiç hatırlamadı!» «Köylü koca öküze deh, tasıldara meh!..» «Bunca yıllık şoförüm, beş kuruşu beş kuruşun üstüne koyamadım! Bak bak dingilli arabalardan biri daha geçiyor! Amarikanların ele aldığı köyde, bir adam oturmuş tavukları yazıyormuş, aylığı 1000 lira! Bin lirayı bir arada görmedim ömrümde!...» «Tevatürdür, inanma! Uzaktan davulun sesi gümüler gelir!» «İki dene fidanlık bekçisi: Aylıkları biner lira! Karacalarlı İsak, birini sazda görmüş, saz kızlarını alıp ütelere götürüyormuş! Paralan saçıyormuş yani...» «Yalandır! Amarikanlar divane mi bu kadar parayı boşuna versin!» «Yalanı yanışı; duyduğumu söylüyorum!» Çankırı otobüsü tozların arasında koybolup gidiyordu... Ankara'da Tarım Donatım'ın önündeki köylüler, sergideki Massey Harrislere, Fergusonlara, Min-nepolis Molinlere bakıp bakıp dudaklarını şaplatıyorlar. «Bu kadar bahalı olur mu bu anasını sattıklarım canım? Hem çok, hem pahalı...» «Dokansan elin yanıyor! Ataş bahası!...» «Kızılöz köyüne Amarikanlar iki dene motoru cabadan vermişler!» «Delikanlıları götürüp Konya'nın bir köyünde kors göstermişler.» «İmtânı kanazıp motur şahabı olmuşlar.» 130 letinde!» «Şu fiyatlara bak! Zorluk dedin mi, bizimkinde!» «Bizimki almayı bilir ancak!» «Vermenin bismillâsını konuşmaz!» «Dövlet cabadan motur vermeye kalksa, öksüz oğlanlar da motura havaslanır be! Olmaz o!» «Çabadan vermesin, ucuz versin!» «Koymasın bu kadar kâr, bu kadar vergi!» «Koymasın da koca büççeyi havaylan mı doldursun oğlum?» . «Mâmirin aylığı, askerin tayını...» «Vekiller, bakanlar aybaşını gözlerler!» «Kırk bine, elli bine bir motur alınır mı?» «Parası olan alır, olmayan bakar geçer!» «Kara sabana guvat gene, kara sabanaaa!» «Koca öküzün topuna tımarına dikkat!» «Gene koca öküze deh, tasıldara meh!» «Köylünün yazgısı değişmez!» «Köylünün çilesi tükenmez!» «Belkim Amarika öteki köylere geçersee...» «Deee, ölme eşşeğim ölme, yoncalar bitsin.» «Tarım Donat, yonca tohumu da satıyor...» «Bir okkası 80 lira, 100 lira!» «Bir dönüme on okka tohum gitse...» «Anca yeter...» «Yeter diyelim amma hanı para?» «Evet hanı para?» «Yerini bilsem sorar mıyım oğlum?» Çubuk'un Perşembe pazarında yumurta satan köylüler, alıcı hanımlara yumurta beğendiremiyor... «Bayat, cılk...» «Bekle bekle, günde dört yumurta satama!» «Sanki biz dünyanın parasını furuyoruz!» «Sanki günde yüz yumurta veriyor bizim tavuklar!» 131 «KIZIIOZ UT! IclvUlMdlıııa ı9'"- •(ar gelip yumurtayı artırmışlar.» «Fenni kümes, fenni bakım kurmuşlar.» «Bizim hökümet bakıp ibrat alsın deyi.» «Bayat., cılk...» «O koca Aktepe'yi silip bir baca yapmışlar!» «Bre soykalar, o koca tepeyi nasıl şildiniz?» «Ellerinde o kadar manike âleti!» «Sallanıyor... bahalı!» «Âlet guvatıynan kolaylanır zorluklar!» «Bâçaya döşedikleri fidanlara ne dersin?» «Şimdiden birer metre sürmüşler!»

59


«Meyvaları kafam gibi olurmuş!» «Şurubundan ilâç yaparlarmış!» «Bayat, cılk...» «Köylüler, kimi karısıyla, kimi tek başına, Amarika'ya gitmişler...» «Ben gideceğim, ben gideceğim deyi birbirlerini kırmışlar!» «Sen olsan kırmaz mısın?» «Bekçi Temeloş'a demişler, sen de gel.» «O kır herife?» «O da demiş, ben gelmem!» «Neye gelmem demiş? Gitseymiş...» «Amarikanlara burun kıvırıyormuş!» «Ne dünya be! Akıl sır ermiyor.» «Bayat!... Sallanıyor... cılk!» Akkuzulu köyünden iki adam, kollarında çift kayışları, önlerinde öküzler, köye geliyorlar. Arkalarından ikindin güneşi vuruyor. Çarıklarının içi toprak. Cay taşına, çakıl taşına bastıkça ayaklan acıyor. «Bu sel taşları tarlaları batıracak.» «Taşlar asjl bizi batıracak...» «Köyü taş alacak gide gide...» «Seller de ne çoğalıyor!» «Seller bulanıp bulanıp geliyor!» «Kırmızı kırmızı topraklı!..» «vjuzeıoz un toprakları da kırmızı!» «Amarikanlar havadan o köyün iresmini alıyormuş.» «Bu Güzelöz de şan verdi ağzına tükürdüğüm!» «Uçakla yerin iresmini alıyor ki, harite yapacak...» «Harite, harp... bilirsin ya!» «Hemi de ekinlere ilâç saçıyormuş uçakla!» «Ulan, Amarikan köyü olup çıktılar bee!» «Amarikan köyü olalı bir gıymatlandılar!» «Kadılar kaymakamlar gibi devran sürüyor herifler!» «Bir köy odası yapmışlar, mâmir kulübü sanki!» «Askeriyedeki mahfellere benziyormuş.» «Ne çıkarı var Amarika'nın ki, bu kadar gıy-mat verir bu köye?» «Gösteriş yapıp Türkün gözünü yıldıracak.» «Türkün gözü yılmaz ki!» «Benliğini söndürecek.» «Sönmez!» «Uçağa bindirip götürdüğü herkese üç yüz lira veriyormuş günlük olaraktan!» «Bebelere oyuncak, şıngırdak, hemi de tükenmez kalem, tırtıklı tevter...» «Köyün yarısını aylığa bağlamış ki, ondan yana konuşsunlar.» «Yarın harp darp nüzüm ederse udlu olsunlar...» «Harpte onun bize müdânesi oimaz ki!» «Top tüfek, uçan bomba, atom bomba, hep onda!» «İreysicumuru götürdüler, getirdiler.» «Nerden bulurlar bu kadar parayı? Nasıl biriktirirler?» «Fenci millet... ilim bilim fen!» «Kuran'dan, İncil'den bulup yapıyormuş!» «Papazları kafalıymış! Bütün şifreli sözlerin anahtarını buluyorlarmış!» «İlim bilim fen olunca paraya ne?» 132 133 «Sattıkları makine motur, top tureKi...» «Sattıkları iğne, ilâç, hap...» «Dünya onlardan alıyor, onlara veriyor!» «Bizim köyün evleri veran ki veran...» «Bir fırtına gelse yıkılacak,» «Ulan bu bebeler de sokaklara pisler hep!»

60


«Kız geliiiin! Kenefe alıştırsan ya bunu!» «Çocuk bu, kenefi ne bilsin ay ağam?» «Eyi madem, hep köyün içine sıçsın!» Emirler köyünün öğretmeni Yusuf Alyanak, «Işık ve Ateş» konusunu işliyordu sınıfta. Çıradan lüks lâmbasına, ne bulmuşsa, araç diye getirmişti. Anlatmış, anlattırmış, sonra da «Haydi bunların resmini yapın, adlarını yazın!» demişti. Yorulmuştu. Kendi kendisiyle takışıyor, tartışıyordu şimdi. «Bekârlık da canıma tak etti bir yandan!» «Al bir köy kızı otur aşsa!» «Görgüsü bilgisi ne ki köy kızının?» «Onun da bir görgüsü vardır, sana yeter!» «Emirlerli köy kızıyla ömür mü geçer?» «Bekle madem, Güzelöz'den alırsın!» «Güzelöz'ün öteki köylerden farkı ne?» «Amerikan köyü oldu diyorlar.» «Olsun, ne fark eder?» «Görgüsü bilgisi değişiyor.» «Cemal benim sınıf arkadaşım. Kimbilir ne kahroluyor!» «Bir baraka ekletti, bir yardımcı aldı, ne var?» «Yardımcı değil, madenci almış...» «Madeni bulmuş amma herifçioğlu!» «Cemal'e ne bundan?» «Numan Çıragöz, Amerikan Eğitim Metodla-nnı denetiyormuş.» «Pilot Proje köyü bu, boru değil ki!» «Hiç olmazsa köy yerine konuyor Güzelöz! Vali geliyor, vekil geliyor..» «Aktepe'nin yerine dikilen fidanlar iyi sürüyormuş.» 134 , ^ ..... «Akıp giden zamanlar bir değerlense...» «Sade zamanlar mı? Sular, topraklar...» «En başta insan, onun emeği..» «Amarikalılar, dört başı bayındır bir köy yaratacaklar Güzelöz'de. Bundan sonra siz de böyle yapın diyecekler, fena mı? Herkes özenecek. Yaptığını bunlara benzetmeğe çalışacak.» «Köylü, kente inince asfalt görmüyor mu? Apartman görmüyor mu? Görmekle olsaydı köy yolları asfalt, köy evleri apartman olurdu şimdiye! Kağnılar cip olurdu. Örnekler insanları kıpırdatmıyor efendi ağa! Koşullar var!» «Koşullar her zaman var. Aferin, fenerin güzel olmuş. Sadece 'Fener' deme, 'Gemici Feneri' diye yaz. Yukarıya da 'Işık ve Ateş' yaz. Aferin...» Avdan köyünden on kadar erkek, akşam namazını kılıp çıktı. Namaz kılarken bile akılları «Ama-rikan Köyü»ne gidip geliyordu. Dışarı çıkıp dağılacakları sıra, Ankara'ya doğru üç otomobil geçti. Işıklarını yakmışlardı. Tozutarak gittiler. Arka ışıkları da yanıp sönüyordu kırmızı. «Allah bilir, bunlar bizim yolları eskitecekler.» «Eskitecekler de getirip beş kamyon kum dökmeyecek dürzüler!» «Yavu bu dünyada Amarikanın nimetinden yararlanmak için Güzelözlü mü olmak gerek?» «Burası da Güzelöz sayılır, ne var ikisinin arasında?» «Hiç değilse bu yol Güzelöz'ün yoludur, içinden gelip geçiyoruz deyi düşünmeli biraz!» «Amarikan cavın bu! Bir gün bunu da düşünür. Ali Osman dediydi dersiniz. Yarın bu köyün içi beton asfalt olacak!» «Bir yılın içinde Güzelöz'ün şeklini değiştirdiler!» «Diyorlardı da inanmıyorduk!» «Karısını kızını alıp dünyanın öte ucuna uçur135 aha Güzelöz, aha Avdan! Araları bir karış! Dört kişi de bizim köyden katsanız ya içlerine!» «Çürük dişli Irafik'le, karısı Satı'ya ouvap yetmiyor şimdi! 'Hecaz'a gidip gelmekten eyi! Kuş gibi varıp da geliverdik' diyor. Kuşakları da para do-luymuş!» «Para!.. Parayı görüyor musun sen?» «Nasıl konuşturuyor, nasıl dinden imandan sapıtıyor? Nasıl Heoaz'm üstüne kölge düşürtüyor?» «Para: Anayı kızdan ayırır!» «Para: Karıyı kooadan ayırır...»

61


«Güzelöz'de çeşmelerden Amarikan parası akıyor şimdi!» «Cavır parası akıyor...» «Bizde de akaydı da cavır parası olaydı1» «Olaydı da anayı kızdan ayıraydı.» «Biz onları birleştirirdik...» «Derdimizi belâmızı savardık.» «Bir maden işi dedik, dağı taşı taradık, ondan da elimiz boş çıktı!» «Maden piyangosu furanı furdu! Güzelöz'ün bacaksız öğretmeni milyoner oldu diyorlar. İstanbul'dan mektup gelmiş. Konturat imzasına çağırmışlar. Çok... çok para alacakmış! Paralan alınca Amarika'ya gidecekmiş!» «Maden deye allanın taşlarına para veriyor Amarika!» «Çaylardan devşiriyor bu kadar paralan ki getirip dağıtıyor!» «Denizde kum Amarikanda para...» «Bizde de maşşallah, çıra yak bakır beşlik ara!» «Amarika'nın bir milyon kolu var.» «Her koluyla milyonları kapıp getiriyor dünyanın her yerinden...» «Aldığından ayrı kazanıyor, sattığından ayrı..» «Çünkü ne.den? Şirketçilik var herifte!» «Şirket şirket çalışıyor...» «Sade kendi şirketlerini değil, bizim şirketleri de çalıştırıyor!» 136 ,.....„....„ w,»., vj^ aııyuı m, nem uız Kazana-lım, hem kendi kazansın.» «Daha çok kazansın.» «Bir insan niçin oynar kumarı?» «Ütmek için.» «O da oynuyor ki, ütecek.» «Irafik'in avrat diyormuş ki, dağ taş domuz onlarda!» «Evlerde ahırlarda domuz besliyorlarmış.» «Zabah, öğlen, akşam, hep domuz yiyorlarmış!» «Tabiî bunların da önüne koymuşlar varır varmaz...» «Ee alıp tâ buradan götürüyor, neye?» «Helbet domuz eti yidirmeye!» «Zaten bizim Güzelöz'ün insanı da...» «Dünden teşne desene!... kösnük!» «Amarikan gelip boynunu kulağını bir okşadı, mayışıverdi seninki...» «Kendi kendime ne diyorum bakın, eyi ki bizim köye bulaşmadılar... valla!» «Ben de diyorum ki, ağzı yüzü düzeliverdi Güzelöz'ün!» «Şunun şurasında aramız bir karış, ha acık da bizi görün!» «Hiç olmazsa gelip geçerken sıçrattığınız çamura değsin!» «Kaldırdığınız toza değsin!» «Tomafillerin çıkardığı dumana değsin!» «Camide namazlarımızı sakatlamanıza değsin!» «Bir yana akıtıp bir yana bakıtmayın!» Güzelöz'ün haberleriyle, yalanlarıyle, Çubuk ovası zın zın ötüyordu. Güzelöz'ün içinde derin bir sessizlik, bir kararsızlık... İçten içe, saklıdan saklıya, sessiz bir çekişme beliriyordu. Cemal öğretmenle Ertan Bey ciddî tartış137 sonra şiddetleniyordu. «Nato'ya girdik! Amerika'yla anlaşmalar imzaladık. Elbet madenlerimizi de vereceğiz, ne var?» «Cumhurbaşkanı Petrol Kanunu'nun da çıkacağını Amerikalılara müjdeledi gezisinde!» «Yabancı Sermaye Kanunu'nun da çıkacağını...» «Yüzde elli biri yerli, üstü yabancı...» «Yabancı sermaye niçin gelir? Kâr için!» «Kâr da dışarı gider!» «Gittiği kadar da içerde kalmaz mı?» «İçerdekini sıyırır gider. Paranın özünü alır gider...»

62


«Yabancı sermaye düşmanlığı ne kolay be!» «Ardından madenler gider, petrol gider, pamuk gider...» «Adamlar gelmiş, yardım ediyor...» «Amerika'nın yaptığı, yapacağı bu!» «Kanun Amerika için değil, yabancı sermaye için çıkıyor!» «O senin kafan!» «Bu benim kafam.» «Madenler yeraltında kalsa, petrol işienmese daha mı iyi?» «Kendimiz işletiriz!» «İşletemiyorsun!» «Ne demek işletmiyorum?» «Şimdiye kadar işletmedin!» «Şimdiden sonra işletirim...» «Senin kafan iskolastik!» «Öyle mi? Ben sana ne yakıştırayım?» «İstediğini yakıştır.» «Yoooook! Vazgeçtim. İstemez.» «İnsanoğluna iyilik beğendirmek zordur.» «iyilik, iyilik olsa herkes beğenir.» «Okulda yapıp çatıyorlar, araç gereç... beğeniyor musun?» «Beğenmiyorum!» «Neden beğenmiyorsun?» 138 «üuzelöz okulunu Amerika'daki bir çiftlik okuluna benzetmeğe uğraşıyorlar.» «Kötü mü?» «Güzelöz Türkiye'de bir köydür.» «Ne fark eder?» «Çok fark eder! Bütün koşullar ayrı!» «Eğitim ayrı koşullan düşünür.» «Ama toplumun kendi eğitimcileri düşünür bunu.» «Lâf! Yıllardır niçin düşünmedik?» «Düşündük: Köy okullarımız, köy enstitülerimiz iyi başladı.» «Aman ne oldu?» «Yabancıların içerdeki ortakları, ortakların uşakları...» «Haydi be sen de!..» «Haydi be sen de.. İşine gelmeyince!» «Ben işimi bilirim.» «Evet, Melih Dalyan mektubuna cevap verdi. Bulduğun madene ruhsat alacak. İngilizceni de ilerletiyorsun: Hello Nancy! Hello Ertan! Hello Mr. Buckley!.. Yarın çeker bir de Amerika'ya gidersin...» «Dünyaya ilerlemek için geldik.» «Halkının ilerlemesi, yurdunun ilerlemesi?» «Ben önce kendimi düşünürüm. Dünyaya bir daha gelecek değilim.» «Halkın iki sefer mi gelecek?» «Halk da kendini düşünsün. Ben peygamber miyim ümmet kayıracak?» «Halka yardım etmek için peygamber olmak şart değil ki!» «Tıpkı köylüler gibi düşünüyorsun!» «Gibi'si fazla, öyle düşünüyorum.» «Tebrik ederim.» «İstemem...» Temeloş cami önünde fazla eyleşmiyor işi olmazsa. Kalkıp muhtar İzzet'e gidiyor. Kalkıp evine 139 gidiyor. Yolda Hacı Kadir'i görürse seıam vemnyuı, Hacı Kadir selâm verirse yüz vermiyor. Kısa kesiyor. «Ulûemre itaat!» diyor Hacı Kadir.

63


«Eyi ya, itaat edin!» diyor Temeloş. «Biz bu işi kendimiz arayıp bulmadık.» «Doğru!» «Kendileri gelip bizi buldular.» «Doğru!» «Başımızdaki hökümet de müsâde etti.» «Etti!» «Hökümet benden eyi düşünür helbet!» «Öyle diyorlar.» «Öyle diyorlar'ı yok, öyledir.» «Düşüncemeli hökümet sakalını başka düvellere bu kadar kaptırmaz.» «Eşşek eşşeği ödünç kaşır.» «İnsan başka, eşşek başka.» «Bu bir sözün temsilidir.» «Öyle olsun! Komşular şimdiden avaralığa başladılar.» «Yok öyle şey! Herkes üstüne aldığı görevi yapıyor.» «Dalga dümen işler! Hazır yimeye alışıyorlar. Yarın da borç alacaklar.» «Borç yiğidin kamçısıdır. Ödünç yiyen de kesesinden yir.» «Yir amma, elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde gelmez.» «Geliyor ya, tam vakti değil mi? Herkesin eline ne kadar para geçti, görmedin mi?» «Ben kendimi bilirim. Ben beş kuruşlarını almadım.» «Alaydın!» «Almam, tavuk bile satmadım, paralarını alırım deye.» «Sataydın!» «Ben... sen beni eyi bilirsin!» «Bilirim, herkes bilir...» «Ben hacatımı keser yirim, kasaba minnet etmem «et» diye! Amarikanlara hiç etmem» 140 köyde!» «Öyle!» «Haydi be sen de! Haydi be sen de!..» «Haydi be sen deeeee!..» Çubuk ovası zın zın ötüyordu böyle... 141 I KARIN AĞRISI «Dur Paşam, Tuluğ Paşam! Dur altına minder goyum! Böyle kuru yere oturma! Sen kuru yere oturacak adam değilsin! Dur... haşşöyle! Şimdi daha gözel oldu. İrat oldu. Haşşöyle! Yani gönül alçaklığı edip benim , yıkığı şereflendirdiğine o kadar memnun oldum, dilim yetmez ki tarif edeyim! Hemi de senin zâtına karşı tâ ezelden saygım ve hörme-tim vardır. Allah ordu paşalarını başımızdan eğsik etmesin deyi günde kaç kere dua ettiğimi bütün köylü bilir. Eğer ki bizim başımızda ordu paşaları olmasın, bu sitiller biziiiiiiii, bu sefiller bizi doğrayıp kavururlar valla! Deyeceksin ki, gene sitiller var yo-karda. Sitiller var amma eteklerden, bayırlardan zâtın gibi paşalar destek veriyor da öyle duruyorlar yokarda...» «Bravo!..» dedi Tuluğ Paşa. «Bravo!» diye gürledi. «Bak bir dakika, bir dakika diyorum, sözünü balla kesiyorum, bunu... bu dediğin var ya, o kadar anlatıyorum bizim öküzlere, anlamıyorlar! Ama, çok mutluyum, halk anlıyor! Basit halk anlıyor...» «Helbet Tuluğ Paşam! Sen ne diyorsun, biz her şeyi anlarız! Her şeyi'anlarız da dile getiremeyiz. Bir de dile getirebilsek, yok mu, valla dünya zar ağlar!» Tuluğ Paşa raprahat yerleşti sedire. Sırtını yastıklara verdi, ayaklarını uzattı: «Ben senin akıllı, mantıklı, eyi bir insan olduğunu bilip dururdum zaten Bay... affedersin, adını getiremedim,

64


Bay., yani tâ köye geldiğim gün anladım Bay...» 142 Hacı Kadir!» «Bay Kadir, yani çok memnun oldum.» «Kadir değil. Hacı Kadir...» «Sağol Hacı Kadir...» Hacı Kadir «Sağol Paşam!» dedi. «Bir kaşık çorbamızı içmeni ne zamandır arzulayıp duruyordum. Yani senin bu köye ettiğin eyilik senin, bu köye ettiğin atalık... dünye bilip duruyor! Gazatala-ra geçti Paşam! Sokaklarda motor sesi. Millet, mâ-mir gibi zarıl zarıl aylık alıyor. Ertan Beyin madenleri de işlemeye başladı. Karnı almayanlara bakma sen Yabana gidiyor deye kurtlanıyorlar. Onlar varsın kurtlansınlar Paşam, yerin altında durmasının ne faydası var? Çok şükür allaha ki, sayanda yirmi dene kamyon zarıl zarıl maden taşır bizim Karabelen'den! Hemi de beş on komşumuz çalışarak-tan para kazanır. Bizim komşularımız kazandıkları gibi, sayanda Avdanlılar da kazanır. Valimiz vekilimiz yapmadı bize bu atalığı. Sen olmasan Türkün Amarikan dostları bilir miydi bu köyün adını şanını, hemi de yolunu? Allah senden katmer katmer razı olsun! Çoluk çocuğunun yüzünü güldürsün. Her tuttuğunu kolay getirsin. Hemi de Tuluğ Paşam, Türkün Amarikan doslarını çekemeyenler eksik değil köyümüzde. Bunu bak kendi muhtarımızın önünde söylüyorum, sen de bilip durursun, onlar Beyim... ayranları yok içmeye, atman giderler sıçmaya! Başta Temeloş! Bizim Bekçi Temeloş, evvel Onlar adam olsalar, bin yiyip bin şükrederekten, Amarikan-iarın köyümüze yaptığı eyilikleri öpüp öpüp başlarına koymaları gereğir!» «Tabiî eanım, tabiî yahu!» ¦ dedi Tuluğ Paşa. «Eyilikleri takdir edemiyorlar. Neden? Cahilliklerinden! Onların suçu değil bu!» «Yooo yooo!» dedi Hacı Kadir. «Bunu kabul edemiyorum! Neden deyecek olursan, cahil olmaya ben de bir cahilim. Amma bak ne gözel takdir ediyorum. Ediyor muyum, etmiyor muyum, dinin hakkı için söyle! Kıldığın namazların hakkı için söyle!» 143 «uooo eıoeti» aeaı ıuıug ş ediyorsun! Bunun için çok memnunum!» «Muhtarımızın yanında söylüyorum nankör olmak eyi değil! Elimiz doğru dürüs para mı görüyordu? Fenli tavuk, fenli kümes, nemi de ahır nedir, Dosluk Bâçası nedir, bilir miydik? Bu köy bunları inkâr ederse gözü kör olur! Diyeceksin ki, herkes Amarika'ya gitmedi. Gitmeyenler de madende çalışıyor. Paşam! Deyeceksin ki, madende çalışmak da bir iş mi? İş tabiî Bundan gözel iş mi olur! İş iş deye birbirini kemiriyor millet! Oryalarında, düşlerinde Hazratı Atatürk'ün önlerine geçip iş istiyorlar. Ertan Bey bir maden arayıp bulmuş, Amarikanların sayasında bu madenin gayıdını validesinin üstüne yaptırıp Melih beyin yardımıyla işletiyor, bu kadar komşu da çalışıp para kazanıyor; bu bir nimet değilmi?» İzzet'e döndü: «Kaynatıyorlar, altında atası ölçerip ölçerip kaynatıyorlar bu köyü İzzet! Göpgözel köy çivisinden çıkıp gidiyor, habarın olsun! En başta Camal Oca! Nifağın nadasını yapan o! Tohumunu eken o! Biçen o! O Camal Oca, o gök yılan, gök Temel! Bir hastir çekeceksin bunlara! Soluğunu zor bastırıp oturdu. Tuluğ Paşa güldü, Muhtara baktı. İzzet susuyordu. Konuşmak da istemiyordu. Bir tatsızlık çöktü evin içine. Hacı Kadir'in ortanca gelini elinde bir leğen, bir ibrik, girip geldi, el yıkatacaktı. Tuluğ Paşa, «Fazla izam etme bunları Hacı Kadir! Biz köyü birlik beraberlik içinde görüyoruz. O kadarı, ondan daha fazlası her köyde, her kentte bulunur. Güzelöz'ü çok beğeniyorum. Köylünün idrakinden memnunum. Amerikan işbirliğini profesörler anlamıyor memlekette köylüler anlıyorlar!..» Ayağa kalktı, ellerini yıkamak için leğenin başına çöktü. Su sıcaktı. Gelinin getirdiği sabunu aldı. Konuşma sini sürdürüyordu. «Onun için diyorum ki, gene de bizim köylümüz iyidir. Bravo!...» Kalktı, silkeledi. Gelinden havluyu alıp kuruladı. İzzet susuyordu. 144 «Biz bu boş lâflarla uğraşmayı bırakalım!» dedi Tuluğ Paşa. «Bırakalım amma herkes de haddini bilsin Paşam! Kır Temel'in tabanı bir bekçi! Hatta yaşı da geçmiştir amma Muhtar bir yıl daha uzattı gününü, biz de ses çıkarmadık.. Yani öyle bir şey

65


ki!» «Bunların ne nüzümü var da konuşuyorsun a dürzü!» dedi izzet içinden. Dışından bir şey söylemedi. Tuluğ Paşa bir tatsızlık olduğunu anladı: «Biz asıl önümüzdeki işlere bakalım!» dedi. «Eşşeğin kökünü kazımak lâzım, bir! Keçiye de paydos, iki! Amarika'dan eyi cins koyunlar getireceğiz, üç! Bakın bu kadar geür kaynağı açıldı köye Dostluk Bahçesi'ndeki ağaçlara gelince, ok gibi büyüyorlar maşallah! Bak Hacı Kadir, senden mahsu-sen rica ediyorum, bu bahçenin kapısına bir nazar boncuğu asacaksın! Atının göğsündekini sök, oraya tak! Bu köyden ummam ama, çevre köylerden gelip bakıyorlar. Çekemeyen çok olur. Bir baktılar mı, gitti bahçe! İkincisi, bu ölen danalar! Bunları da propaganda ettirmeyin orda burda. Allah yapısı bu! Kul yapısı değil ki, elbet ölecek. Yerli danalar ölmüyor mu? Karılarımız, çocuklarımız ölmüyor mu? Zatürre, zatülcenp, ne olmuşsa olmuş, bırakın. Gerçi söylentileri dostlarımız Amerikalılar üretiyor Onlar bizim halkın psikolojisini bilmezler. Yani ruhunu demek istiyorum..» Hacı Kadir kalktı: «Biliyorlar Paşam!» diye bağırdı. «Onlar bizim ruhumuzu biliyorlar! Kır Temel'in kökten muhalif, nemi de münafık bir kimse olduğunu çok iyi biliyorlar!» «Neyse! Kapatalım bunu Hacı Kadir!» Bu sırada ben ayağa kalktım: «Bana müsâde Tuluğ Paşam!» dedim. «Ben gideyim. Ben buraya gelirken, oturup komşu çekiştireceğimizi bilmiyordum. Gideyim...» Hacı Kadir direkteki bayrak gibi kıpkırmızı kesildi! Ondan sonra bana yalvarmaya başladı: «Yok be İzzet! Değil be İzzet! Ne çekiştirmesi? Otur yavu! Bak elini yudun gözelce! Bak konuk 145 vdr. Ddf^ yııııçıv yıutm. döı\ vana cıyı^* vyn-n . uluj y-'y" !e....» Oturmadım. Kalktım bir kere. Ben kalkınca Paşa da kalktı: «Sen sus bakalım Bay Kadir!» dedi. Bana döndü: «Bu işi burda kapatalım Bay İzzet! Komşulara sızmasın! Bir faydası olmadığı gibi, zararı olur!» dedi. «Aslında biz büyük bir hareketin, yani bir kalkınma gayretinin içindeyiz şimdi. Elbet birkaç muhalif çıkacak...» Hacı Kadir: «Bu kadar canım!» dedi. «Ben de aynan böyle dedim. Kır Temel tâ ezelden beri muhaliflik çıkarır. Hemi de münafıklık!.. Bunu da herkes bilir. Bunda kalkıp gidecek ne var?» Beni tutup oturtmaya çalıştı. «Otur otur, haydi otur!» «Otur muhtar!» dedi Tuluğ Paşa da. «Muhaliflere aldırmayın. Ne demişler, it ürür, kervan yürür...» Oturacaktım, baktım Tuluğ Paşa da saçmalamaya başladı it gurt deyi. «Oturmam gayri!» deyip kapıya yörüdüm. «İşin ucu ite gurda gadar geldi, oturmam!..» «Eyi ya, konuşacaklarımız vardı seninle!» dedi Tuluğ Paşa. «Bak işler koşa, koşa buraya geldi, ne eyi, ne hoş! Bundan sonra daha eyi olacak. Bir büyük toplantı yapalım, yeme içme, şenlik olsun. Komşuyu birleştirmek için çok eyidir. Yani çok ağıra kaçmadan, orta bir toplantı...» Tepemin tası eyice attı amma bir şey söylemedim. Nerden bulaştık bu Amarikanlara, bu adamlara? Yavu hiç bu elenir mi? Onu biz düşünelim, eğer gereği varsa! Sizin demenize nüzum yok! «Bunları gene konuşuruz Tuluğ Paşam!» dedim. «Tabiî ben kendimi bu köylü saydığımdan böyle söylüyorum.» «Sağol, varol!..» dedim, çıktım. «Olmadı bu, olmadı bu!» dedi kaldı Tuluğ Paşa, Haoı Kadir'in evde. Hiç böyle bir şey yapmak istemezdim ömrümde. Amma yaptım. Öfkemi yenemedim, yaptım. Eve geldim. Avradım Şerfe ota gitmiş. Oğlum Ali yok. İçerlerde durasım da yok. Döşeli oda,„ a.,~,.,,. v_,«5unc ulanıp enerimi Daşımın altına koydum. Nasıl nasıl bulaştık bu işlere? Nasıl nasıl f geldik bu hallara? Kalkıp Amarikalara gittik bir de! Eee, köyün başında muhtarsın bugüne bugün! Davet diyor, medeniyet diyor, bir utancın içine gömüyorlar insanı. Halbuysam ki, ne anladım ben bu gidip gelmeden? Komşular ne anladı? Domuz domuz domuz, bol bol domuz gördük ahırlarda. Tarlalarda misir gördük. Sonra efendime, gözel kasabalar, çiftçi birlikleri,

66


işçi birlikleri, makine, motur, fabrika... otobos, tiren uçak... Dillerini bilmezsin, dinlerin bilmezsin. Kiliselerini gezdirdiler. Dinlerini gösterdiler... Para da aldık. Harçlık deye verdiler. Şimdi herkesin ağzında bu. Yakıyor verdikleri para. Herkesin ağzında domuz eti yidiğimiz cavır kilisesine girdiğimiz... Ulan gel de girme. Herif, yede yede götürüyor, açıyor bir kapı, buyur diyor. Giriyorsun: Kilise! Hemen geri çekilmek olur mu? Kiliselerine girdikse, dinlerine girmedik ya! Domuz etini de yimedik. Yiyen komşu görmedim nefsime. Yalan söylüyorlar. Saklı yidirmişler. Yalan! Tavuk etinden başka et yimedik nere vardıksa. De şimdi bu belânın çaresini düşün İzzet! Demek yeni bir toplantı! Yeni bir yime içme, şenlik! Gene yere göğe sığmaz insan! Söğütlerin altına hasır haba serelim, bir tatil günü toplayalım bunları. Keselim iki koyun. Pilav yaptıralım. Ayran, yoğurt, bazlama ekmeği... Ne yapalım, Amarikan elmasından «pay» tatlısı verecek değiliz ya! Kendi yemeğimiz, kendi göreneğimiz. Onlar istiyorlar ki, kendi göreneklerimizi bırakıp onların göreneklerine dönelim. Hiç mümkünü var mı? Kim dönecek? Hacı Kadir bile dönmez. İstese de dönemez! Dürzü Hacı Kadir... Ellerim uyuştu başımın altında, düşüne düşüne! Çekip havada salladım biraz. Uyuşma geçti. Kalktım. Kapıları çarpıp köy içine çıktım. Okula filan uğramadım. Ahıra kümese girmedim. Temeloş Dosluk Bacasının önünde. Danacı ile Kürt Selim kulübede bekliyorlar. Ağaçlar baya toparlanmış. Gelecek yıl meyveye durur, gatü durur diyorlar. Dallar 146 147 Toprağın yuzurıu umu. dıı «uicı yeğnim im, yamçıdan baktın mı, tel örgülerin içinde, sıra sıra görünüyorlar. Bol gürbe, bol su, bol çapa... Ağaç olsam ben de böyürüm bu kadar. Toprak bellene bellene... bir tutam ot tutmuyor! Temeloş'a göz ettim: «Gel birez gezelim!» Yörüye yörüye köyden çıkıp dereye indik. Söğütlerin altına dikildik. İncecik bir su şır şır akıyor. Harımlar eyice göverdi. Ekinler, allahtan ki ekinler çok iyi. Otların içinde arılar inleyip durur. Hava bir ısıcak, bir ısıcak! «Paşa hani?» deye sordu Temeloş. «Hacı Kadir'le yemek yiyor.» dedim. «Neye oturmadın, yalnız bıraktın?» «Başıma bir ağrı girdi, duramadım.» dedim. «On ton dedikodu yapar, doldurur Paşayı!» «Yapsın!» dedim. «Kimin, neyin dedikodusunu yapacak?» «İçim çok sıkılıyor İzzet! Gönül diyor, bırak şu bekçiliği! Oğulların Ankara'da. Al avradını, çık git köyden. Gönlüm böyle diyor. Amma nasıl bırakıp gidersin? Hele sabret bakalım eliyorum kendi kendime...» İlerde, Karabelen'e doğru yeni bir yol ağıyor. Kamyonlar boş gidip dolu geliyorlar. Herifçoğlu yazı yaban çıkıp geldi, bizimkiler uyurken kapıverdi madeni. Hiçbirimiz böyle açıkgöz olamadık. Anasının adıynan, Melih Beyin adıynan ne işler çevirdi! Şu inip çıkan kamyonlara bakıyorum da yazık bize diyorum... «Yeni bir toplantı gerekiyor Temeloş!» «Ne toplantısıymış gene?» «Doslarımızla yime içme, şenlik olacak!» Temeloş bir kalkmdı bana: «Farz mı İzzet! Farz, sünnet mi? Nereden çıkarıyorsun bunları gene?» «Ben çıkarmıyorum! Tuluğ Paşa diyor.» Anlattım Paşanın dediklerini. «Sen olsan ne dersin, 'Biz toplantı filan istemeyiz!' mi dersin?» dedim. «Ben, ben olsam, ah ben bir «ben» olabilsem, ne muhtarlık yaparım, ne bekçilik! Yaparsam, defe,__ uifan: muma ubıı «uen» değilim. Kendimi anlamıyorum İzzet! Olup bitenleri f anlamıyorum. Seferberlikten beri böyle işler gelmedi başıma. Köyün yarı yeri çürüdü. Cavırın ekmeğini yiyip cavırın kılıcını çalmağa başladılar. Ne yapa-caz bilemiyorum...» Gözüm başım ağrıyor. Ağzımın içi bir acı, bir açı. Biraz tırnağım tutsa, o Kaymakam, o Vali elime bir geçse, şu Tuluğ Paşayı tehnelerde bir kıs-îırsam, parçalarım, çimçiy yirim! Şan ettiler bizi ovada! «Ne gün olaeak bu toplantı?» «Daha gününü konuşmadık.» «Konuşsaydınız... bilirdik de ona göre davranırdık.» Bir arı geldi, başımın çevresinde dönüyor. Yüzüme gözüme konup sokaoak. Şapkamı salladım. Üçüncü dördüncü sallayışta yere düşürdüm. Vızıldadı, kaldı cayırların arasında.

67


«Akşamüstü konuşuruz.» dedim. Temeloş, neden tam konuşmadığımızı. Paşayı Hacı Kadir'in evde niçin bıraktığımı üst üste sordu. Saptırdım sözü. Anlatmadım. Bir süre geçti. O, kırları dolaşayım diye gitti, ben köye geldim. Tam o sıra Tuluğ Paşa çıktı Hacı Kadir'in evinden. Haeı Kadir de çıktı, takıldı Paşanın ardına, geliyorlardı. Durup fısıldaştılar. Hacı Kadir kaldı. Basıp gitmedim. Ne gideyim? Paşa geldi. «Merhaba!» «Merhaba!» Eve buyurmasını söyledim. «Yok, bahçeye doğru gidelim, beş on dakikaya kadar araba gelecek. Ankara'da toplantı var, gideceğim.» dedi. Yörüye yörüye Dosluk Bacasına vardık. Danacı ile Kürt Selim, ellerinde birer çapa, ağaç dibi kabartıyorlar. Ot alıyorlar. Geziyorlar içerde. Kapıdaki levha sinirime dokunuyor. İki el var, toka yapıyor. Belki yörür içeri girer, biraz gezer dedim amma girmedi Paşa. Ellerini ardına koyup karşıdan baktı. 149 «ŞU toplantı işitil UII Naıcıici uayıaoaı\.« «Karar sizde!» dedim. «Ne zaman olsa yaparız biz.» «Bak şimdi!» dedi. «Amarikanların haftada iki gün tatili var. Desek onlara ki cumartesi buyurun, yani önümüzdeki cumartesi demek istiiyorum, meselâ, sen Ankara'ya gelsen, beraber ofislerine gitsek, Mr. Boger'i görsen. Köy namına sen buyur etsen. Sonra da Vali Beye varsak... Yani çok etkili olur...» Başımın içi uğuldadı. Birisi geçmiş karşıma, yüzüme çat çat furuyor gibi bir uğultu kulaklarımın içinde! «Sen söyleyiver... Kaymakama tilâ-fon açmayı da unutma. Nasıl olsa bu köylü sayılıyorsun! Cumartesi hepinizi davet ediyoruz!» «Yok ama!» dedi. «Bu başka! Evet, ben de bu köylüyüm, kendimi öyle farz ediyorum, ama daveti senin bizzat yapman çok uygun olur. Muhtarsın. Gelip gitmek için çekinme. İşte araba geliyor. Bin gidelim. Yarın dönersin. Otel parası da gerekmez, bizde yatarsın.» Hayır deye cuvap verdim bir kere. «Bizim yerimize sen habar et hepsine. Ben de köyün başında kalıp hazırlık gördüreyim. Öğlen yimeği için hazırlanacağız tabiî, değil mi?» «Evet, daha uygun olur.» dedi. «Kaç kişi kadar olur hepsi?» «Elliyi bulur.» dedi. «Eyi!» dedim. «Ben hazırlıkları göreyim, habar etme işini de sen hallet...» ' Baktı benim cevabım hep aynı, «Pekiy!» dedi. «Pekiy Bay İzzet! Bugün Hacı Kadir'in evden çıkıp gitmeni beğenmedim. Yapmayacaktın.» «Ben eyi ettim sanıyordum!» dedim. «Başladınız karşılıklı köyü çekiştirmeye! Çıkayım da daha selbes çekiştirin dedim!» «Çekiştirecek ne varmış? Olgun olacaksın. He hi deyeceksin. İçinde tutmasından söyleyip çıkarması iyi! Yarın da unutur gider. Önemli bir şey miydi hem?» «Valla sizin yaptıklarınız karşısında benim 150 Şimdi kapkara cahil oldum. Amarikanları ardınıza düşürüp geldiniz bu köye, her şey karmakarış oldu. Komşu iki bölük, üç bölük oldu. Millet paraya alıştı. Ki, yarın kesilince ne yaparlar, bilmiyorum. Te-meloş bizim kadim insanımız, köyünü sever, köyünü düşünür. Bekçisidir köyün. Başka hiç kusuru yoktur. Hacı Kadir de kadim komşumuzdur. O da kendini düşünür, çıkarını sever. Çıkarını sevmeyen insan olur mu deyeceksin. Olur. Öyle insan vardır ki, çıkarını daha az düşünür. Sen bu köye dışardan gelip, giden bir böyük adamsın. 'Bu köylü sayılırım.' diyorsun amma yabancısın. Bu köy eyidir. hoştur, su gibidir, ne yana akıtırsan o yana akar. Amma akar akar da bir gün akmayıverir! Bir pire için bir yorganı ataşa verir bu köy. Gelip bu köye iki çivi çaktınız, adını Gözelöz yaptınız, insanlarını uçurup Amarika'ya götürdünüz, hiç farketmez. Burası gene Kızılöz'dür. Eskisinden beter Kızılöz! Gelenler hökümetimizin büyükleridir, konuklarıdır, yabancıların yanında mâçup olmasınlar deye sustuğumuza bakmayın. Bir gün bu susku bozulur. Bunu gizlice sana söylüyorum. Sen de ister Amarikanla-ra söyle, ister Valiye Kaymakama, istersen karnında tut. Bu köye kolayca girdiğinize bakıp, eli değ-neksiz dolaşmayın, dolaşmasınlar demek istiyorum yani...»

68


Ses çıkarmadan dinledi dediklerimi. Gık demeden. En sonunda, ellerini birbirine furup, «Anlamıyorum!» dedi. Gene ellerini birbirine furdu: «Valla anlamıyorum! Öyle asap bozucu laflar konuşuyorsun ki, anlamıyorum...» Bütün bu lafları nasıl konuştuğumu ben kendim de anlamadım. Arabası göründü Avdan yolundan. Önümüzde durdu. Şüfer kapıyı açıp buyur etti bunu. Binerken elini uzattı bana: «Anlamıyorum!» dedi. «Anlarsınız işallah!» dedim, sıkıp bıraktım elini. Gitti bu. Heralda epey dokundu söylediklerim. Heralda biraz kalbi kırıldı. Burnu kırıldı. Eee biz de insanız. Koca ovanın dibine düştük, adımız «Ama151 Kiralamışız, rvomşuıarın çoğunun nat>an yok, Çubuk ovası şimdi de böyle çalkalanıyor. Ağzına tükürürüm böyle işin! Böyle dosluğun! Yarın komşu bir kızar, bir değişir, ondan keri zapteyle sen bunları!.. Kızlarımızı kiralamasak boş yere bu kadar para verir miymiş Amarikalılar? Dur sen, daha o Valiye, o Kaymakam olacak hayran ağaya; çok sözüm var onlara! Başındaki böyük «böyük» olmayınca, ne yapabilir bir köy, bir köylü?.. Dur sen!.. Paydosun vakti geliyor, dedim. Varayım okula da Camal Oca'yla konuşayım iki. Olup bitenleri anlatayım. Hemi de ondan yana ne var, ne yok, sorayım... Vardım, zmıfın kapısını tıkılattım. Bebeler oturuyor. Camal Oca yok. Hiç ses etmiyorlar. Dilleri yok gibi. Hemi de o ufacık bebelerin tüm gözleri büyümüş. Pekep, ders zamanı nere gider bu Camal Oca? Birden kalbim küt küt küt furma-ya başladı. Kendi kendime dedim, var bunda bir pislik! ' Geçtim Camal Oça'nın ev kısmına. Çağırdım Meryem gelini. Geldi kapıya. Dedim: «Hayrola Meryem gelin!» Dedi: «İzzet emmi, döyüştüler!» Dedi: «Sille tokat giriştiler! Hemi de bebelerin önünde oldu bu! Döyüştüler, yerlerin dibine geçtim...» Dedim: «Nerdeier şimdi?» Dedi: «Barakaya girip oturdular. Orda yumrukladılar birbirlerini. Ödlerim eridi, o delibozuğun yanında bıçak mıçak olur deye! Camal'da olmadığını biliyordum emme...» Dedim: «Eyi dövseydi! Eyi fursaydı Camal Oca!» Dedi: «İzzet emmi, irezil olduk köyün içinde. Öğretmen döğüşür mü bebelerin önünde?» Dedim: «Boşver, komşular Camal Ooa'yı ela bilir, onu da! Hiç üzülme!..» Bebelerin tümü Camal Oca'nın zınıfındaydı ne zamandır. Baraka boş duruyordu. Okutmuyordu ki verilen bebeleri. Bırakıp bırakıp gidiyordu. Ca152 çıkıyordu. Ne de olsa eski öz öğrencileri... Kapıyı kapamışlar. İttim, açıldı. Tozu toprağı yatışmış içerinin. Biri bir köşeye oturmuş, biri öbür köşeye. Ertan'ın yüzü gözü şişik. Üstü başı toz. Camal'ın da cebi yırtılmış. Onun da üstü başı toz. Üst dudağı şişik. Göyneğinin yakası açılmış Gıravatı kaymış. Oturmuşlar, hiç kıpırdamıyorlar. Ertan'ın radiyosu orta yerde bir sıranın üstünde. Cızırtılı cızırtılı çalıyor., kısık! Bir öksürdüm. Gene kıpırdamadılar. Selâm verdim, seslenmediler. Camal Oca eyice eydi başını... «İratsız olduysanız gideyim!» dedim. Ertan oralı olmadı. Camal Oca eliyle işaret etti: «Otur!» Oturdum bir sıraya. «Ne yaptınız, nasılsınız?» dedim. Gene ses yok bunlarda. Bir daha sordum.- «Nasılsın Ertan Bey, nasılsın Camal Oca?» «Nasıl olalım, eyiyiz!» dedi Camal Oca. «Sabır sabır, burama geldi gayri muhtar! Tâ burama geldi...» «Bizimki de buramıza geldi Camal Oca!» dedim. «Bizimki gelmedi mi?» dedi Ertan. «Size göre ne var?» dedi Camal Oca. «Salma deve gibi geziyorsunuz köyün içinde. Ders yok, iş yok. Maden buldunuz, maden işletiyorsunuz!» Yağlı çıra gibi parladı bu: «Madeni başıma kakıp durmayın!.. Saklı işletmiyorum! Açık açık arayıp buldum! Buldum, işletmesini anama devrettim. Yeximtas firmasıyle ortak işletiyoruz!»

69


Camal Oea da parladı: «Maden maden deyi dersleri kaynatıyorsun sen!» «Yazarsın yukarıya, olur biter!..» «Bugüne kadar hep sabrettim, ama artık sabretmeyeceğim..!» 153 yım!» «Yaz, vci: ücı ı ya«-, »-»v Dedim: «Bu mu kavganızın kökü?» «Bu!» dedi Camal Oca. «Bunun gibi bir şey!..» Ertan: «Hayır, öğrencilerimi vermiyor!» dedi. «Vermem!» dedi Camal Oca. «Vermeye mecbursun! Benim görevime engel oluyorsun! Ben pazar okuturum, gece okuturum, engel olamazsın! Yetiştireceğim ben onları!..» «Buranın bir programı var. Saatle girilir, saatle çıkılır. Saat de duvarda asılıdır. Dersine vaktinde gelmezsen ben sana bebe vermem! Kendim okuturum...» «Ama geldiğim zaman da vermiyorsun?» «Vermiyorum, gene bırakıp gidiyorsun! Ver geri al, ver geri al., bebeler usandılar. Oyuncak mı bu?» Dedim: «Oyuncak değil tabiî...» Sonra kalktım, furdum Camal Oca'nın sırtına: «Üzülme Camal Oca, ben gidip şikât edecem bu gavatın oğlunu! Bir gün; takvim yaprağıyla bir gün ders okutmadı! İnsan değilmiş! Sen üzülme, ben varıp şikât edecem...» Kabardı kalktı; «Attıracak mısın beni?» «Attıracam elimden gelirse!» «Elinden zor gelir!» dedi. «Hey yarabbim yavu!.. Yavu bu çocuk bir boklu örme be! İnsanı ganlı gatil edecek! Yavu nasıl konuşuyor be! Al bir tabanca, tak tak, tak, tamam!..» «Senden umulur,» deye karşılık vermez mü Başım bir dönüvermiş. Yanımdaki sandalyeyi kaptığım gibi savurmuşum. Başına mı değdi, beline mi değdi, bilmiyorum. Camal Oca atıldı üstüme. Tut: tu beni. Tuttu... «Kes ulan çeneni!» dedim buna. «Kes ulan, bana cevap verme! Bak vallaha, zaten zeynim karmakarış, onun için kes sesini! Ses kesini ulan!..» Camal Oca güldü, kıçı yere yakın Ertan da güldü. «Kes kesini!» deyeceğim yerde «Ses kesini!» 154 UC111191111. umcucıı 110 ucuıyıme diMiııı ermıyur ki! Baktım ikisi de gülüyor bana, kalktım, kapıyı kapadım üstlerine, yörüdüm. Camal Oca koşup geldi arkamdan: «Kusura bakma, hepimizin asabımız bozuk, akşam gel de konuşalım!» dedi. Baktım, yakasını filan düzeltmiş, amma cebi gene öyle yırtık. «Eve gir de üstünü başını düzelt, sonra bebelerin başına git... koyunlar gibi bekleşiyorlar! O deliye de uyma. Ben sabredemedim, sen bari sabret. Köyün önü sıra...» dedim. Kendimin yapamadığımı ona söyledim. Sonra giderken aklıma geldi: «Ben de seninle konuşacaktım aslında. Cumartesiye gene toplantımız var. Elli kişilik yime içme olacak. Onun purgurammi görüşelim, diyordum...» «Kim söyledi bunu?» dedi Camal Oca. «Kimse söylemedi.» dedim. «Az önce karakoldan candarma geldi, bana ilmâber mühürletti!..» Camal Oca'yı içeri yolladıktan sonra barakaya girdim geri. Radiyosunu almış eline bu, orası burası, ecinebi düvelleri kurcalıyor. «Beri bak Ertan Efendi!» dedim. Elimi de omuzuna koydum. «Sen biraz efesi görünüyorsun amma bu köyde efelik sökmez! Benim karşımda yılışık cevap konuşma bir daha! Ne de olsa seher uşağısın, köylük işine aklın ermez, onun için ağzını sükût tut! Burda olanları dışarıya anlatma! Menfâtın icabıdır!» Gene gülüp yılışacak oldu. Kaşlarımı çattım. Korktu, yılışmayı filan bırakıverdi. «Unutma!» dedim, çıktım. Baya akşam oluyordu. Hacı Kadir elinde ır-bık, ayakyolundan çıkmış, saçakta abdas alıyordu. Güne karşı çömelmiş, zarıl zarıl da dua okuyordu. İnsanların işine akıl ermiyor dünyada. O kadar abdas alıyor, namaz kılıyor, suyu üfleyip içiyor amma, vitneliğe gelince kimseden geri kalmıyor. Geçtim...

70


155 ŞENLİK İşbirliğinin gönüllü destekçisi Tuluğ Paşa düşündü düşündü: «Sonradan sıkmayla büzük daralmaaaz!» dedi. «Büzük baştan dar olacak...» Kendi kendine dört beş sefer böyle dedi. Bu o kadar doğru bir kuraldı ki, kafasında hangi olaya uygulasa tıpatıp geliyordu. «İnsanlık, uygarlık, sonradan öğretilmiyor. Bir çağı, mevsimi var. Mevsiminde öğreteceksin. Okulda okutacaksın. Kocaman kocaman heriflerin kafasına söz girmiyor sonradan...» Erken gelmişti. Hazırlıkları görmüş, her şeye «daha iyi» bir biçim vermişti. Bir de demişti ki: «Ulan durmayın böyle yoz yoz! Gelenler insan! Size zararları olmaz. Kapatmayın karılarınızı evlere. Alın, onları da getirin! Otursunlar söğütlerin dibine, lafa karışsınlar. Sorulara karşılık versinler ne güzel!...» Yok, bunun konuşulmasına bile dayanacakları yok. Hemen gâvur olacaklar. Gâvur olmayı çok «tevlike» bir şey sanıyorlar. Halbuki gâvurlukta, müslümanlıkta ne var? İş insanlıkta! Burayı kavramıyorlar. Sonradan kavratmak da çok zor. Baştan kavratmalı bunlara her şeyi... Sarı Musa razı oldu. Yenice'den aldığı karıyı giydirip kuşatıp getirdi söğütlerin altına. Tavuk yazıcısı Hasan da anası Karakız'ı giydirip getirdi iyi kötü. Irafik....avradı Satı'ya naylon entarilerden giydirip, üstüne yün hırka çektirip getirdi. İzzet dedi: «Haydi, gene insanlık bizde kalsın!» Karısı Şerfe'yi getirdi. Camal Oca Meyrem'i... Hacı Kadir, Tuluğ Paşa'nın sözünden çıkamadı, biraz da Temeloş'a inat, Hanife karıyı getirdi... 156 ş Kumşuıar geıaı, DaşKa Kadınlar geldi. Söğütlerin dibine hasırları, habaları yaydılar. Sedir yastıklarını koydular. Camiden kilim getirip serdiler. Ayran kazanını hazır ettiler. Yufkaları, bazlamaları hazır ettiler. Temeloş'un direncini yeneme-yip, koyun kuzu yerine, dört horoz kestiler. Haşladılar, didip dağıttılar. Bulgur pilavı yaptılar. Yoğurt kaplarını gölgeye dizdiler. «Ustamızın adı Hıdır, elimizden gelen budur!» deyip oturdular. Saat 11.00'e doğru Vali geldi. Arabasında iki polis, bir müdür. Ardından Kaymakam. Sonra Ankara'dan bazı daire müdürleri. Tuluğ Paşa karşıladı gelenleri bir bir. Va kahrola kahrdla! Muhtar; bu Muhtar anlamıyordu. Köy halkı da anlamıyordu bugün. İşte orada, kıyıda, bön bön duruyorlardı. Sanki bu köylü değiller. Sanki bu toplantıyı, bu yeme içmeyi hükümet zoruyla yapıyorlar! Ama okumamışlardı. «Terbiye» almamışlardı. Böyle böyle alışacaklardı geçten geç!.. Gelenleri «Güzelöz halkı»nın bulunduğu yere getiriyor, «Sizlere Muhtarımızı, bazı komşularımızı takdim edeyim efendim!» diyor, tokalaştırıyordu. «Daha önce görmüştünüz, ama zaman geçti, unutmuş olabilirsiniz efendim! Köyümüzün dirayetli Muhtarı İzzet! Öne gelir komşularımızdan Bay Kadir! Bay Kadir yenilikçidir. Bu köyde bütün komşular; bilinenlerin, duyulanların aksine, son derece yenilikçi kimselerdir. Değilse bu kadar yenilik, kısa sürede yerleşemezdi!» diyor, traşlıyordu. İzzet aklı sıra, Valiye Kaymakama da yüz vermiyordu. Ama Vali Kaymakam sorularla yakasını bırakmıyorlardı. Akraba sorar gribi, tavuk soruyor, cücük soruyorlardı. Danaları, düveleri, ağaçları, motorları, gazinoyu, mutfağı soruyorlardı. Amerika'ya gidip gelen «vatandaş»ları soruyorlardı. İzzet, «İşte, ahır burda, kümes burda! Bâça, gazino, mutfak, makine, motur, ne varsa hep burda, bakın görün, bana sormayın...» diyordu içinden. Ama yakasını kurtaramıyordu ellerinden. Çok geçmedi, ötekilerin arabaları sökün etti. Çoluk çocuklarıyle, karıları kızlarıyle şakıya şakıya 157 çûtOphanesI geliverdiler, aoguııemı tam un ç>^n...s j~..-------¦¦ den. Arabalarını arka arkaya günün altına dizdiler. Bagaj açıp öteberilerini çıkardılar. Teneke, yada mukavva kutularda bol bol yiyecek içecek, «Black Beer», «Hawaiian Punch». Neleri varsa getirmişlerdi.

71


Mr. Boger kısa pantolon giymişti. Karısını, kızlarını getirmişti bu sefer. Habire pipo içiyordu gene. Dr. Larson herkese «teşkür» ediyordu. Mr. Buckley de Türkçeyi biraz ilerletmişti. Elli kelime vardı belki öğrendiği. Numan Çıragöz'le yapışık ikizlere benziyorlardı, hiç ayrılmıyorlardı. Lora ile Mrs. Taylor kart kart gülüyorlardı. İnce giysilerin içindeydiler. Tenleri görünüyordu bakınca. Nancy'nin kamerası göğsündeydi, ama üzgündü bu sefer. Çıt çıt resim çekmiyordu eskisi gibi. Mr. Canata ortalarda dolaşmaya başladı hemen. Az sonra Melih Dalyan da geldi. Sevgilisi Ni ile beraberdi gene. Kerim arabayı ayrı bir yere, bir söğüdün altına çekti. Kendisi de oraya oturdu. Okul bebeleri... Camal Oca bu işten o işe koşturup duruyordu bebeleri. Her şeyi o kadar «tam» yaptıkları halde, gene de çok eksik çıkıyordu. O zaman «Koş Şükrü! Koş Satı! Koş Haydar» Koşturuyordu. Üç beş dakikanın içinde Ertan Bey, Melih Dalyan'a sokuldu. Yan yana oturup madenden konuşmaya başladılar. Ni'nin canı sıkıldı. İş, iş, maden, maden, her yerde maden mi olacaktı? Melih Dalyan da sıkılıyordu aslında, ama savamıyordu Öğretmen Beyi başından. En sonunda, «Esasına bakarsanız, bu işlerin ayrıntısını ben bilmem. Bunlarla İstanbul'daki arkadaşlar meşgul olurlar. Bana genel raporlar gelir, genel durumu, yani ana hatları bilirim. Ama şunu söyleyebilirim ki, bu yıl daha çok maden sevkedeceğiz Birleşik Amerika'ya. Bizim kromlarımızın evsafı, öteki kromların evsafından çok üstün! Ton başına biraz da prim alacağımızı sanıyorum. Türkiye madenlerinin istikbalini iyi gördüğümü de ilâve edebilirim! dedi. rine. Sigara tuttu, kibrit çaktı. Köy hakkında konuşmaya başladı. Okuldan çıkar çıkmaz buraya veri-mişti. Ni'ye «abla» diyordu. «Köylüler çok geri ab-lacığım! Tezeğin toprağın içindekiler ablacığım! Pişirdiklerini yemek mesele! Bir de kaba insanlar ki, insan gibi tartışmayı bilmezler ablacığım! Hemen kavgaya dökerler işi. Maden olmasa, bir hafta kalmam burada!» Ama, sabretmesi gerekiyordu. İngi-lizceye çalışıyordu. Lise bitirmelere hazırlanacaktı. Bırakacaktı köy öğretmenliğini. Bir fakülteye yazılacaktı. Sonra Birleşik Amerika'ya gidecekti. «Master» dan sonra «Ph. D.» yapacaktı. Bu maden, malî durumunu çok kuvvetlendirmişti-. Annesini de götürebilirdi isterse. Öyle yapacaktı. Hem canım, köyün geriliğinden ona neydi? O kendi planlarına bakardı. Dünyaya bir daha gelecek değildi ki! Melih Dalyan dinlemiyordu. Radyoyu da dinlemiyordu. Ni ise hiç anlamıyordu bu koca kafalı delikanlıyı. Bu sessiz, bu kıpırtısız Anadolu'yu kıpırdatacak okulların öğretmenleri hep böyle miydi? Ne kadar erken kopmuştu ülküsünden! Ne kadar apaçık bir kendimserliğin içindeydi! Tutmuş bir de madenciliğe kaptırmıştı kendini. Bir öğretmenin nesi-neydi madencilikle uğraşmak? Öğretmenlik bir sanattı. Hem de tanrı sanatı. Madencilikse ticaret. Ticaret sevdasının girdiği kapıdan sanat çıkar giderdi. Madencilik yapacak çok adam vardı ülkede.. Bütün bunları kafasından geçirdi Ni, ama Ertan Beye demedi. Deseydi, iki saat da karşılığını dinlemesi gerekecekti. Kalktı birden ayağa. O kalkınca Melih Dalyan da kalktı. Melih Dalyan dün geç vakit gelmişti İstanbul'dan. Uykusuzdu. Kalkıp gezinmek daha iyiydi. Amerikalılar baseball'a başladılar. Ni ile el ele tutuşup onları seyretmek daha iyiydi. Güneş de ısıtıyordu ne güzel! Hiçbir şey yapmasa gider köylülerle konuşurdu. Onlar daha iyimserdiler hiç değilse. Nancy'yle konuşurdu. Nancy çok üzgündü. 158 159 Ni bakındı Nancy'ye. Ötede bir yerdeydi. Yanında Kaymakam vardı. Pek ciddî idi Nancy. Mr. Diriöz'ün hiçbir espirisine gülmüyordu. Hem içinden gelmiyordu, hem de.. Mr. Boger'i deli gibi seviyordu hâlâ! Hâlâ dünya ondan ibaretti gözünde. Gecesini gündüzünü o dolduruyordu. «Benim de öyle değil mi?» diye düşündü Ni. «Telefon ettiği, yada kalkıp geldiği gün yaşamak güzelleşiyor. Ayrı geçen günler kömürden mi, ömürden mi, bilemiyorum!» Melih Dalyan'ın elini tuttu, liseli bir kız gibi derinden derinden sıktı. Şoför Kerim, söğüdün altında oturuyordu. «Ne kadar içine kapanık böyle!» diye geçirdi kafasından Ni. «Ankara'ya gelmiş, köye gelmiş, hiç kılı kıpırdamıyor! Sevgilisi de yok! Nasıl olur? İnsan nasıl böyle katı olur?» Baseball'-cüler gökleri çınlatıyorlardı. Bir gürültü, bir şamata, direk direk yükseliyordu

72


göğe... Mrs. Taylor da kızlardan ikisini yanına almış, kutulardaki öteberiyi çıkarıyordu. Bayan Boger geldi az sonra yanma. Bayan Boger iyi kadındı. Ama çok «formal»di. Mr. Boger'i açmıyordu. İkisini düdüklüye koyup yedi yıl kaynatsan kaynamazlardı. Ama geçiniyorlardı. Boşanmıyorlardı. Boşanmalarının oluru oiansğı yoktu. Mr. Boger yeraltı derelere doldurmuştu kendini. Oralardan akıyordu. Belki karısı da bulmuştu yolunu. Aylarca gidip Ohio'dan.. Kocası İstanbul'a malzeme devrine gittiğinde, günlerce... melek miydi bu? «Amaaaaan, yalnız bizde mesele bu!» dedi Ni. «Onların düşündüğü bile yok! Boy friend, girl friend, bulmuşlar dünyanın kolayını.. Böyle şeyler bizde dert! Onlar böyle göğe göğe oynuyorlar işte! Bizim valimiz oturur, köylümüz oturur, şoförümüz oturur. Oturan, oturaklı milletiz biz! Yaşamak, dünyadan alacağını almak, bizim değil. onların yolu! Melih'in en bittiğim yanı, hiçbir gün, bir saniye gamı yoldaş almaz yanına. Ben ağlasam inlesem, o bir gülüş yolu, bir çıkış yolu bulur kurtulur.» Temeloş bulundu geldi bir ara. Hiç gülmüyordu. Gevşemiyordu. Hoşbeşi filan da boşlamıştı 160 ı et o 11 o ı m : » Temeloş tanıyamamış gibi baktı: «Eyiyim!» dedi kısaoa. «Ne var, ne yok bakalım?» Gene baktı: «İş kayıt; zufra kurulacak!» «Tanıyamadın her halde beni, ha?» «Tanıdım tanıdım!» dedi Temeloş. «Sen şu Ni karı değil misin?» Güldü Ni. Melih Dalyan da güldü: «O, o! Tâ kendisi..» dedi kıs kıs... Eyleşmedi Temeloş, geçti, iki üç bebe aldı, köy içine gitti. Vali, Kaymakamı arattı bir ara. Kaymakam, Nancy'yi bırakıp koştu. Nancy yalnız kalınca Ni yürüdü. Melih Dalyan'ı da o yana sürükledi. Nancy'-nin dudakları titriyordu. Göz göze geldikleri anda, «Kuduruyorum Ni! Bu kadını böyle gardiyan gibi Bogy'nin başında gördükçe kuduruyorum inan!» dedi. Dişlerini sıktı. Altları mor incirlere benzeyen gözleri öfkeden kızarmıştı. Melih Dalyan iki kadını baş-başa bırakıp öaseöa/Z'cülere katıldı az sonra. Vali, ardına bir sürü adam takıp köy içine gitti. Müdürler arasında köye ilk gelenler vardı. Anlatıyordu onlara: «Böylece yeni köylerin modeli çıkıyor ortaya. Buraya derhal elektrik vermeli. Basınçlı su vermeli. Her şeyi tekmil yapmalı ki, yeni bir köy ne demekmiş, köylüler bakınca anlasınlar. Ben o kanaatteyim ki, bu tesislerin kalkınmamıza çok faydası olacak. Ülkemizin esası köy ve köylüdür Köylümüzün de aklı gözündedir.» Köyün giyinip gelmiş avratları öyle oturuyorlardı bir arada. Öyle bakıyordu uzak uzak. Satf nm sırtındaki naylon Amerikan entarisi bile Amerikan avratlarına bir şey söylemiyordu. Onlar tüm kendi dalgalarına düşmüşlerdi. Oynuyorlardı. Punch t hazırlıyorlardı. Mrs. Taylor, yakaladığı çocuğa birer bardak vermeye başlamıştı bile. Kâğıt bardak o kadar çok, punch o kadar boldu ki, Mrs. Taylor paylaşacak insan arıyordu sanki. 161 rikalılar baseball'ü bıraktılar. Valiyle ardındakiler de Dostluk Bahçesi'ni bıraktılar. Herkes, geniş bir pazar yerini andıran sofraya çokaştı. Mr. Canata, Mrs. Taylor ile Cemal öğretmenin arasına girdi hemen. Tuluğ Paşa da Amerikan yiyecekleriyle, Türk yemeklerini ayrı ayrı bir sıraya dizdirdi. Bir sürü sini, bir sürü tepsi vardı. Bahçelerden toplanmış taze tere, taze marul vardı. İsteyen istediğinden alacaktı. İsteyen oturacak, isteyen ayakta gezinecekti. Vali elindeki, "karton tabağa tavuklu pilavla yoğurt aldı. Yoğurt ne güzeldi! Yanına biraz da jeleli et koydu. Sonra bir bardak punch: «Ben oturacağım efendim!» dedi. «Kat'iyyen ayakta yapamam! Kaymakamlığım hemen hemen Doğu'da geçti. Doğu'nun pilavları yağdan yenmez. Orta Anadolu daha göreneklidir. Anadolu halkı iyidir. Tarihten gelme bin bir koşul yüzünden hiç gülmemiştir. Bunca yıldır Atatürk'ün Cumhuriyeti bile getire getire hicrî takvim yerine milâdî takvimi, bir de medenî nikâhı getirmiştir. Alalım, köylüyü. Köylü ne yapsın milâdi takvimi? Ne yapsın medenî nikâhı? O nikâhın bu nikâhtan ne farkı var? Nikâhlandığı kadının

73


statüsü değişiyor mu? Yeni yazı,, Lâtin alfabesi, hava! Eskiyi bilmiyordu, yeniyi de bilmiyor. Âlem ol âlem, devran ol devran! Ama Amerikalı dostlarımız sayesinde, giriştiğimiz bu projeden çok umutluyum. Bu yoğurt da ne güzel böyle, bayıldım! Oh, hayatımda böyle güzel yoğurt yemedim. Kekik kokuyor kekik! Vallahi hayret!..» Temeloş atıldı Valinin baş ucundan: «Yoğurdun nezzeti otumuzdan ireli gelir Vali Beyim!» dedi. «Yani sana nasıl arz edeyim, «kefe» deriz bir ot vardır, bu Karabelen'de olur. Koyunumuz davarımız orda yayılır. Koyunlar bu otu yir biliyor musun? Ondan keri südü yoğurdu böyle nezzetli olur. Bu nezzet, bu çevrede hiç yoktur. Türkiye'de yoktur. Karabelen, haziran temmuz, püfül püfül eser. Yüksektir. Ankara ayağın altına düşer. Aydos'tan esen yeller Karabelen'i tutar. Suları buz gibidir. Çok ot olur. Otlar dalgalanır öluzgerde biliyor musun?» 162 severim! Ama gidip okuduk, vali olduk! Bir protokol çemberinin içine düştük. Müthiş sıkılıyorum.. Peki ama köylüler niçin yemiyorlar yemek?» Tuluğ Paşa'ya sesjendi: «Paşa Hazretleri, affedersiniz ama, bizim köylümüz, malûm, her yerde kendini konuk hisseder. Ev sahipliği size düşüyor efendim. Lütfen kendilerini sofraya çağırın! Hanımlar da buyursunlar...» «Haklısınız Vaü Bey!» dedi Tuluğ Paşa. Koştu, Muhtar İzzet'in karısını kaldırdı. İzzet'i, Irafik'i hep çağırdı. Önlerine düştü, yiyeceklerin dizildiği yere götürdü hepsini. Kâğıt peçete, karton tabak verdi ellerine birer tane. Çatal kaşık gösterdi. «Buyrun alın, istediğiniz yemekten alın!» dedi. Nancy, Mrs. Taylor'a yardım ediyordu. O da punch dolu bardaklardan gösterdi herkese birer birer. Köylüler tabaklarına pilav, yoğut koydular. Birer de punch aldılar. Kıyıya oturup yemeğe başladılar. Punch'ın hoş bir şurup olduğunu biliyorlardı. Melih Dalyan'la Ni, Cemal öğretmenin eşini aldılar aralarına. Meryem gelin köyü öğüyordu. «İn-sanlıklı köydür, havası suyu iyidir!» diyordu. «Bizler şehirlere gidip ne yapacaz? Bizler yapamayız oralarda!» diyordu. «Şehir hem pislik, nemi de baha-lılık! Okkaya teraziye girenle karın mı doyar? Biz alışmışız bo! bolamat yimeye!» diyordu. Yıllardır bu köye alışıp gitmişlerdi. Çocukları köy çocukla-rıyle alt alta, üst üste büyüyordu. Ni, «Ne kadar zıt, ne kadar zıt şu madenci öğretmenle! İnsanoğlu çok garip!» dedi içinden. Melih Dalyan'a döndü: «Neydi o öğretmenin adı?» «Valla bilmiyorum, hatırlamıyorum!» dedi Melih Dalyan. Ni, Meryem'e sordu: «Bir öğretmen var, madenci olan?» «Evet!» dedi Meryem. «Ertan Bey!» «Ha, Ertan, Ertan!» «Onu sonradan verdiler buraya. Bu Amerikanlar yolladılar.» 163 «Onun kendi bilir.» dedi Meryem. «Biz ne bilelim?» «İnsan bilmez mi hic! Aynı köyde, aynı okulda?» «O bizi beğenmez. Okulda köyde eyleşmsz çokça. Elinde radiyo, dağlarda maden araştırır. Bebeleri kocam okutur her gün...» «Size hiç benzemiyor!» «Benzemez!» dedi Meryem. «O, Bursalıymış. Biz Çubuk'un köylüsüyüz. Bize göre köy iyi...» «Elbet, elbet!» dedi Ni. «Ne var şehirde? Yediğin kazık, içtiğin kazık! Oturun surda raprahat. Biraz daha punch alalım mı?» «Siz oturun, ben doldurtup geleyim!» dedi Meryem. Ni kalktı: «Beraber gideiim.» dedi. Melih Dalyan da kalktı onlarla birlikte. Yürüyüp Nancy'nin önüne vardılar. Nancy gelene punch dolduruyordu kepçeyle. Mr. Bogergü, Mr. Buckleygil, Numan Cıragözgil, biraz uzakta, bir aradaydılar. Bayan Boger bir dakika yalnız bırakmıyordu adamı. Hiç de kıskanç değildi haibuki. Nancy patlıyordu. Nasıl dayanacaktı? Nasıl katlanacaktı? İkisini aynı yatakta düşünüyordu. Cinleri başına çöküyordu sık sık... Meryemgilin bardaklarına punch doldurdu. Gene Bayan Boger'e ve kızlarına baktı, Arkalarından doğru elinde sazıyle «kümes bekçisi» yürüyüp geliyordu, Nancy kepçeyi bıraktı. Koştu arabaya. Pilli «tape recorder» mı aldı. Çabuk hazır

74


etti. Karakızm Hasan, Valinin oturduğu söğüdün altına geldi. Hasırın ucuna oturdu. Nancy mikrofonu Hasan'ın önüne koydu. Amerikalılar, «Sas sas sas!..» diyorlardı. Hasan tellere dokunmaya başladı usuldan. Bir süre, bir havaya geçmeden gezindi. Temeloş karşıdan bakıyordu. Belli bir türküye geçmiyor, aranıyordu sanki. «Canı istemiyor!» dedi Temeloş. Sonra bağırdı: «Dokan ulan dürzü Hasan! Dokan acık! Aşar isek karlı dağdan aşalım. I Geçer isek sarp yerlerden gecelim. / Çeker isek gözel kahrı çekelim. I 164 Çirkinin kahrı zordur çekilmez/ Hey çekilmez.. Has şöyle! Dokan hele! Kendine aylık bağlanalı saz çalmayı unutmuşun heralım!.. Dürzü!..» Vali hoşlandı Temeloş'un sözlerinden: «Bir dakika, bir dakika delikanlı!» diye bağırdı. Herkes sustu. Sadece Amerikalılar lanlun ediyorlardı. Sessizlik yayılınca onlar da sustular. Nancy, mikrofonu Vajiye yaklaştırdı. Vali: «Bu ihtiyarın söylediği türküyü çal, onu istiyorum!» dedi. «Köylüler de hep bir ağızdan söylesinler. Haydin bakalım...» İzzet komşularına bakındı. Komşuları da birbirlerine bakındılar. Sonra hepsi birden Temeloş'a baktı. «Ulaaan!..» dedi Temeloş. Sonra: «Söyleriz be!» diye bağırdı. «Yanışımızı mı bulacaklar?» İzzet, Valiye döndü: «Söyleriz Vali Beyim amma, bizim köyün ağzı pek bir yere gitmez! Hele bu Pilot Puruca çıkalı!.. Onun için seslerimiz biraz çatallı olursa kusura bakma! Haydin gençler! Hasan, sen de dokan bakalım...» Gerçekten çatallı bir koro başladı. Milleti toplamak için Temeloş var sesiyle bağırıyordu. Birinci dörtlük bozuk gitti. Seslerini bulamadılar. Sanki dünyaya geleli hiç türkü söylememişlerdi. Sanki başkaları söylerken duymamışlar, görmemişlerdi... İkinci dörtlükte düzelttiler. Vali duygulandı. Ritme uygun olarak başını sallamaya başladı. «Seferberlik türküleri Vali Beyim! Bizim kur-ranın dönüşünde çıktıydı. Haddim olmayarak, ben de Seferberlik askeriyim Vali Beyim! İngilizi Yunanı sürüp çıkardık kahraman gazilerle, amma bizimki de bize yetti ha! Eyice naldan hamurdan kesildik. Bir avuç insan kaldik. Az daha toprağın üstünden Türk karaltısı silinip gidiyordu!» «Türk silinmeeez. Türk slinmez!.. diye bağırda Vali. Elinde tuttuğu bardaktan punch aldı bir yudum: «Türk silinir mi hiç?» «Netekim silinmedi Vali Beyim! Dünyanın iti çakalı çöktü başına, yani başka düveller olsa, pes der çekilirdi. Biz çekilmedik. Amma ah! Vali Beyim!» Bağrını döğdü: «Şuram dolu, şuram! Şuram eyice doldu, taşacak!..» 165 Hasan'a döndü: «Çal ulan, çok acıklı havalardan çal! Vali Beyimiz dinlesin, çal anasını satayım! Amarikan Beylerimiz de dinlesinler...» Hasan çaldı. Temeloş, iyice eskimiş sesiyle başladı. Ötekiler yavaştan katıldılar: Amanın kara bulut oldum ağdım havaya Amanın yeşil yağmur oldum endim ovaya Amanın her yanımdan bağlasalar demire Sökerim demiri, bağlı duramam, Beyler Bağlı duramam... «Yaşa!» dedi Vali. Ankara'lılar, Amerika'lılar el çırptılar Temeloş coştu. Çok söyledi. Bildiklerini, unuttuklarını, yakıştırıp uydurduklarını söyledi. «Bana zeneir furulamaz! Ben kartalım, yükseklerde uçarım!» dedi. «Şahinin yuvasına karga giremez!» dedi. Çok söyledi. Mr. Boger'in karısı, «Wise man, wise man..!» diye diye bir kaldı Temeloş için. Kaymakam, İzzet'i sesledi işaretle. Usulca dolanıp vardı İzzet. «Gene ne eksiğimiz varsa?...» dedi içinden. Sinirden titriyordu Kaymakam: «Bu ihtiyar ileri gidiyor! Bu ihtiyar tepeden trnağa siyasî! Anlıyor musun? Bunu hemen çek ortadan! Yahu, Amerikan Türk demiyor, taşlama yapıyor!» İzzet bir şaşırdı: «Yok Beyim! Eski türkülerimizden söylüyor. Yani tâ Seferberlik türkülerinden... Ne ilgisi var

75


Amarikalıları taşlamakla?» «Sen benim gözüme baksana!» dedi Kaymakam. Sağ elinin işaret parmağını gözünün altına koydu: «Ben anlarım Muhtar!» dedi. «Valla ne desem? Dünya siyaset olmuş, ben anlamıyorum!» «Sen benim dediğimi yap!» dedi Kaymakam. «Gençlere söyle, bir halay çevirsinler, ihtiyar susmuş olur böylece!» «Pekey!» dedi İzzet. «Hay hay!..» 166 Koştu, «Halay çekilecek!» dedi Bağırdı: «Sıra halaya geldi!» Temeloş'un kulağına eğildi: «Gençleri ayarla, biraz da halay çeksinler!» Kendisi de Kaymakamın yanma döndü. «Havale ettim ha!ay işini ki, artık türkü söyleyemez!» «Kaymakam,'baktı: «Öyle mi?» dedi. «Öyledir Kaymakam Beyim.» dedi İzzet. Kaymakam elerinden derinden soludu. Temeloş, kadını kızı iterek, şaka yollu Ankaralılara, Amarikalılara çıkışarak, halkayı genişletti, halay için yer açtı. Karakızın Hasan'a, «Zın zın öten halaylardan fur ulan!» dedi. Hasan sazı döndürdü. Ağır aksak bir halay vurdu. Devineksiz bir Orta Anadolu ezgisiydi. Tat vermiyordu. Gençler dönmeye başladılar el ele tutuşup. Onlar döndükçe Temeloş coştu. «Haydah! Haydan!» diye bağırdı. Gençleri de bağırttı. Bu sıra Ertan Bey kalktı, halaya girdi. «Girsin!» dedi Temeloş içinden. Gözü Gemal Oca'ya takıldı. Başıyle işaret etti, «Haydi halk sen de!» dedi. Gemal Oca kalktı. Öğretmeni zorla halayın başına geçirdiler. Halay ağır gidiyordu. Ni, «Ne yavaş oyun! İçime sıkıntı doldu valla!» dedi. «Bayılacam!..» Nancy fotoğraf çekmek istedi, vazgeçti. Halay ikinci bölüme geçti. Sazdaki ezgi kıvradı. «Haydaaah!» diye bağırdı Temeloş. Tuluğ Paşa kalktı, halaya girdi. İlk figürü yapamadı. Bir daha denedi, olmadı. «Olmadı!.. Hoplatmaya geçin hoplatmaya!» diye bağırdı. «Hoplatması yok mu bu halayın?» Temeloş: «Otur Paşam! Hoplatmaya daha var!» dedi. Diliyle dişinin arasından sövdü: «Oyunumuzu da oynatmıyor ıpırât yavu!» dedi. Sonra «Hop!» etti, döndürdü gençleri. Orta kararda giden halay dürülüp açıldı. Ağır ağır açıldı. Açılma tamamlanırken Gemal Oca, mendilini çıkarıp baş tuttu. Gemal Oca, «Hooop!» dedi. Temeloş işaret verdi. Bütün gençler «Hop!» diye bağırdılar. Birden bir hız başladı. 167 nejjoı uu^>cıı ımıç uiıgi yay yıuıyutı^ı... Ni, iki dizinin üstüne geldi. Mr. Boger'in karısı bir çığlık attı: ».Wonderful!.. Bayıldım bu halk dansına!..» Nancy fotoğraf çekmek istedi, kamera elinde kaldı. «Ah ah ah!.. Ah eyvah!.. Bir motion picrute camera olacaktı!» dedi. Sonra üst üste belki yirmi poz çekti, film bitti. Cemal Oca halayı uçuruyordu. Karakızın Hasan sazı estiriyordu. Sazdan bir rüzgâr, bir fırtına geliyordu... Müthiş bir halay oluyordu. Halay bir gidiyordu, elli adım öteye! Bir geliyordu, elli adım öteden!. Bir Cemal Oca baş oluyordu, bir Temeloş. «OrtayaaahL» diye bağırdı Temeloş. Birden ortaya kümelendiler. Yumuldular yere. Birer dizlerini kırdılar. Dizieri ile yeri döğmeye başladılar. Döğdüler, döğdüler... Uzun uzun... çok döğ-düler. Sazın bağrına bir tokmakla vuruyordu sanki Hasan. Saz şimdi zın zın ötüyordu. Güm güm sesler geliyordu bir ufacık ağaçtan. «Okkala şimdi, okkala, okkala!..» Karakızın Hasan okkaladı. Halay açıldı, açıldı. Tâ baştaki gibi ağırlaştı. ¦ Aksadı, bir yerde «Zın!» durdu. Ankaralılar el çırptılar. Amerikalılar, «Wonderful! Wonderful!» diye bağırdılar. Nancy,

76


kamerasına yeni bir film takamadığına üzüldü. Ni, gidip Temeloş'un boynuna sarılacak kadar sevdi sonradan halayı. Hayreti büyüdü gözlerinde... Kaymakam sustu. İzzet gözucuyle baktı, «Eyi!» dedi. Usuica kalktı. Kaymakamın koluna dokundu. Kaymakam da kalktı. Birkaç adım açıldılar. «Gerçi bura yeri değil amma çok nüzümlü bir iş var, zatına deyecem.» dedi. «Anlamadım!» dedi Kaymakam. İzzet, «Anlatacağım Beyim!» dedi. «Yani bu Ertan Bey hususunda anlatacağım. Siz bu köyün 168 uçışma uır öğretmen aegil, bir işkence verdiniz, madde bir! Ankara'daki bakana kadar çıkmaya karar verdim bu iş için. Ders okuttuğu yok tek gün! Torla topla, yarım günü bulmaz, madde iki! Üçüncü maddeye gelince...» Kaymakam sordu: «Maddeler çok mu?» «Var biraz... Beyim! Elinde bir çanta bunun, yani çantalı radiyo, dağ taş yeliyor maden deyi! Maden bulup Amerikanlar sayasında, Melih Dalyan Bey ile şirket olması, hemi de anasının adını yazdırıp kendisinin çavuş gibi istetmesi hangi kanunda, hangi kitapta yazılı? Madde üç, bu! Dördüncüsü: Geldiği günden beri, bir tek lâf söylemediğimiz halde, 'Artık madenlerin işliyor, şu bebelerin başına dön!' deyip bir kere söylemeyle, Cemal Oca'ya da, bana da karşı gelip çemkirmiştir. Derakap bunu köyden almanızı, yoksa başına yanlış bir iş gelirse, hiçbir sorumluluk alamam üstüme Kaymakam Beyim! Upuslu Cemal Oca'yla döğüştüler, valla utandım! Zatin daha eyisini bilirsin, resmiyet başka, hususiyet başka, üste karşı gelmenin cezası büyüktür askerlikte! Bu da o demek... Zatinden rica ettim, Vali Beyimizden de rica etmek istiyorum!» Cayırda yeni bir halay başlamıştı. Saz gene güm güm ediyordu. «Bu iş burda konuşulmaz!» dedi Kaymakam. «Biliyorum!» dedi. İzzet. «Amma habarınız olsun, yani kulak dolgunluğu olsun deye söyledim. Hazır buraya gelmişken Vali Beyimize de habar vereceğim. Bu bir şikât değil. Çünkü aynan böyle oldu.» «Dilekçe getireceksin ilçeye. Biz de yazıp müfettiş isteyeceğiz.» «Müfettiş gene o Urfan Bey mi?» «Bilmem... yeri burası değil Muhtar!» «Biliyorum yeri değil, ben habar verdim!» «Eh, tamam öyleyse...» Cayırdaki halay hızlanmıştı. İzzet, «Sağol Kaymakam Beyim!» dedi. Temeloş deli gibi bağırıyor sıçrıyordu halayın kuyruğunda başında... Gene güzel bir halay 169 I oluyordu. Gene güzel bir dürülme... Kaymakamın yüzü kaya gibi serteliyordu. Cemal, bir yangın söndürüyor, bir masa! hayvanını boğuyordu. Çayır zın zın ötüyordu. Tuluğ Paşa, Valinin yanına dikildi: «Amerikan Indianla-rında var böyle!» dedi. «Birtakım samanlık sembolleri... İlkel toplumlarda çok görülüyor...» Ortalık bir uçtan bir uca dikkat kesildi. Amerikanlı çocuklar, öğreneceğiz öğreneceğiz diye tutturdular. Mr. Boger, «Bu takımı böylece götürüp Ankara'da biraz kurs yaptırsak nasıl olur?» diye sordu Mr. Canata'ya. Vali güldü, «Mümkün!» dedi. Vali. İzzet'i çağırdı: «Bu ekibi böylece Ankara'ya yolla! Dostlara halay dersi versinler, on-on beş gün...» «Haggaten gözel oynar bizim gençler Vali Beyim!» dedi İzzet. «Yani çok beğendiler!» dedi Vali. «On beş gün kadar ders versinler.» «Anlamadım!» dedi Muhtar, «asıl anlamadın?» diye bağırdı Vali. «Yani kimi göndereyim Ankara'ya?» «Bu saz çalan delikanlıyı, bu halay çekenleri!» «Ne yapacaklar orda?» «Diyorum ya, ders verecekler!» İzzet zorla güldü: «Yüz günde belleyemez-ler Vali Beyim! Hemi de köy ne olacak? Ankara'ya git, Amarika'ya git, çok affedersin amma, bu köyün tütününü kim tüttürecek Beyim?» '

77


Ankara Valisi bozuldu. Muhtarın verdiği bu «boyundan yukarı» karşılığı sanki bütün daire müdürleri dinlemiş, bütün Amerikanlılar anlamışlardı. Ama yeri değildi. Alttan aldı: «Bundan iyi nasıl tütecek köyün tütünü? Kurulan tesisler sizi gül gibi geçindirir! Bu ekibi gönder de, on beş gün kadar halay dersi versinler! Bunlar oriyantal danslara meraklıdırlar...» , Anlamadı İzzet. «Anlamadım Vali Beyim!» de diyemedi. Yalnız elinde olmadan güldü biraz. «Ner170 de yatıp kalkarlar, ne yir içerler? Biri köyün Bekçisi, biri Öğretmeni...» dedi. Tuluğ Paşa: «Onu biz ayarlarız Efendim!» dedi «Haftada iki üç gün bir servis arabası getirir götürür ekibi günde iki üç saat çalışsalar yeter. Onu biz ayarlarız...» Böylece kapattılar. Sonra Amerikalılar oyuna kalktılar. Nancy'-nin teype bant koydular. Kadınlı erkekli oynadılar. Güzelöz'ün insanları kaş kaş olup baktılar. Oynarken el ele tutuyorlardı. Birbirlerine gülüyorlardı. Kırmızı kırmızı, hem de sevinç içindeydi hepsi. Oynarken etekleri savruluyordu kadınların. Baldır bacakları ortaya çıkıyor, hiç sakınmıyorlardı. Bir ara oyunu bırakıp birlikte anlaşılmaz türküler söylediler. Temeloş'a kalırsa, «öküz gibi» bö-ğürüyorlardı. Kimbilir kendilerine ne güzel geliyordu söyledikleri! Habire gülüyorlardı söylerken. Avratların ağızlarında kırmızı güller açılıyordu gülerken. Dertsiz tasasız insanlardı. Körboğaz başlarına belâ değildi. Eremedim yetemedim sıkıntıları yoktu. Karı kız da dert değildi anlaşılan. İstediklerini tutuyorlar, stedikleriyle yatıyorlardı belki. Zorluk yoktu yaşamalarında. Durma gül, sorma gül böyle olunca. Bir sebep yoktu somurtmak için... Derken başka bir oyuna geçtiler. Bu sefer hem oynuyorlar, hem söylüyorlardı. İkiye ayrılıp karşı karşı geçiyorlar, birbirlerini yararak gelip gidiyorlardı. Uçarak, sekerek, durmadan aynı hareketi yapıyorlardı. Ankaralılar bunu hayranlıkla seyrettiler. Bitince el çırptılar. Gün böyle sürüp gidiyordu. Az sonra Amerikalı çocuklar kendi aralarında bir oyun çıkardılar. Güzelözlü çocuklar bakıyorlardı kıyıdan. Amerikalı avratlar Hasan'ı aralarına alıp saz çaldırıyorlardı. Daire müdürleri söğütlerin altında politika konuşuyorlardı. Mr. Boger, Hamdi Canata ile Amerikalı bayanlardan birazını alıp köy içine çıktı. Nancy ile Ni, yamaçlara çıktılar, ekin aralarında «close-up» çiçek resimleri çekmeğe başladılar. Mor ekinçiçekle171 rinin, kadındüğmelerinin, çobançantalarının, kuşeK-meklerinin, kuşdillerinin güzel resimlerini çekiyordu. Çektikçe üzüntüsünü unutuyordu. Sonra bir tümseğe oturup köyü seyrettiler. «Tıpkı bizim Indian köylerine benziyor Nü» dedi Nanoy. «Evler bir arada. Avluları ufak ufak. Kübiğe kaçan primitif bir mimari. Aynı kanıda değil misin ni?» «Indian köyleri hakkında bir fikrim yok Nancy!» dedi Ni. «Bilmiyorum onları. Ama bizimkilerin çok ilkel barınaklar olduklarını kabul ediyorum.» Sonra Ni köy sokaklarında dolaşan grubu gösterdi Nançy'ye. Bayan Boger arkadan arkadan grubu izliyordu. Mr. Boger kısa pantolonuyla en öndeydi. İki yanında Hamdi Canata ile Hacı Kadir yürüyorlardı. Nancy derinden bir iç çekti: «Zor günleri başladı aşkımızın! Bu kadını şu kadarcık sevse! Sevmiyor! Sevmediği halde böyle taşıyıp gidiyor. Boşanamıyor!..» dedi. «Belki din yüzünden!» dedi Ni. «Dindar değil hiç!» «Gene de bir baskı belki...» «Bilmiyorum!» «Şekerim, bir hayhuydur gidiyor insanın yaşamasında! Sen de fazla büyütme bunları nolur! İşte iki tane kız kuyruğunda. Kadın kızlarla uğraşır, adam seninle. Gevşet biraz kendini. Sıkıp durma böyle. Ömrünün güzel günleri şekerim, zehir etme kendine...» «Yapamıyorum!» dedi Nancy. «Canım bu akşam alıp evime götürmek istiyor Bogy'yi! Ayıp değil ya! Ama götürebilir miyim?» «Aaa, götürürsün, neye götürmeyesin?» «Gelmez! Binbir yalan söylemesi gerek! Bogy yalanı beceremez!»

78


«Yok canım! Zaten karısı bönün biri...» «Bönün biri dersin! Hiç bırakıyor mu peşini baksana?» «Onu bir görev gibi yapıyor o! Öyle ciddi, öyle hazır...» 172 i ruyorum, inan ki kuduruyorum ben!» Ni, hayretle baktı Nancy'nin gözlerine: «Ben Melih'e söylerim şimdi, bu akşam için Bogy'yi ayarlar sana. Birak, üzülme...» dedi. «Yok, istemiyorum! Gelirse kavga ederiz, korkuyorum. Bir yerini ısırır parçalarım...» «Canım sen de, Nancy!..» «Sinirlerim çok bozuldu!» Az sonra kalktılar. Gülmeden, şakalaşmadan çayırlığa geldiler. Güzelözlü çocuklar Amerikalı çocukların oyunlarına karışmıyorlardı. «Çocuklar arasında ortak bir dil yok mu dünyada? Neden böyle karışmıyorlar?» dedi Nancy. «Kimbilir?» dedi Ni. «Büyükler de karışmıyorlar. Büyükler çok etkindir Türkiye'de. Köylerde daha etkin olduklarını sanıyorum. Kapalıdır bizim insanımız... Bu yüzden iç dünyaları zengindir. Oyunları, türküleri, gelenekleri... Böyle dengelemişlerdir kendilerini.» Nancy, Ni'yi dinlemeden yürüdü. Dikilen çocukların yanına vardı. Elini birinin başına koydu, okşadı. Toz toprak içinde bir oğlan başıydı bu. Daha kendine gelmemiş bir oğlandı. Nançy'ye baktı, utandı oğlan. Başsnı yere eğdi hemen. Nancy yürüdü, kızların yanına vardı. Onların da saçlarını okşadı. Elini boyunlarında, kulaklarında gezdirdi. Amerikalı çocuklar köy çocuklarından habersiz gibiydiler. Bağırıyorlar, gökleri çınlatıyorlardı. Nancy halkanın içine daldı birden: «Hey Cim! Hey Ruth!» diye bağırdı. Çocuklar durdular. Nanc.y kolunu kaldırdı. «Yanıma gelin! /'// tell you what...» Çocuklar toplandılar. Ter içindeydiler. Bir suçları için azarlanacaklarını sanıyorlardı. Nancy'nin kaşları öyle çatıktı. «Niçin kendi kendinize oynadığınızı soruyorum size?» dedi Nancy. Kimse karşılık vermedi. «Bakın bana: Alın onları aranıza!» Güzelözlü çocuklar bakıyorlardı. «Haydi durmayın, haydi!» 173 arkadaşlarının önüne varıp durdular. Tuttular ellerinden. «Let's play together!» diye çektiler. Güzelözlü çocuklar anlamadan baktılar. «Come on!» diye bağırdı bir Amerikalı. Güzelözlü çocuk güldü: «Ne diyon lan?» Ötekiler de böyle anlamadan konuşuyorlar, birbirlerini çekiyorlardı. Nancy de birkaçını halkanın içine çekti. Çocuklar direnip kaçtılar. Sonra Nancy akıl edip Ni'yi çağırdı: «Gel çeviri yap bize, anlaşamıyoruz!» dedi. Ni geldi: «Oyuna siz de girin...» dedi. Çocuklar baktılar: «Biz ne bilelim?» «Öğrenirsiniz.» dedi Ni. Nancy, «Ben öğreteceğim, haydi!» dedi. Çok uğraştılar, çocukları karıştıramadılar. Nancy, dönüş vaktine kadar başka iş yapmadı. Çekildi, bir söğüdün dibine, oturdu. Ni ile de konuşmadı. Ve Ankara'ya kazan gibi bir baş ağrı-siyle döndü. 174 10 KİTAPLARIN YAZMADIĞI Alançayırı'nda otlar iyi idi.

79


Alançayırı'nda otlar yeşil idi. Tuluğ Paşa köy kurulunu «ikna» etti ki, Alan-çayın'na başka mal girmeyecek! «İkna» etti ki, Alançayırı'nda yalnız Amerikan danaları yayılacak. Tuluğ Paşa «ikna» etti ki, Alançayırı'nın bütün otları Amerikan danalarının kursağına gidecek. «İkna» etti ki, Amerikalı dostlar gibi, danaları düveleri de konuk sayılır. Bir «örnek» olma uğruna yerlerini yurtlarını bırakıp buralara gelmişler. «Nasıl, insanlara güler yüz, tatlı dil gösteriyorsak, danalarına, cücüklerine de güler yüzle davranmalıyız!» Alançayırı köye yakın. Sarı Musa şimdi de çoban oldu yirmi dananın başına. Amerikalılar onu ahırda oturup yazsın diye tuttular. Niye sonradan, «Çıkar bunları, çayırda güt!» diyorlar? Tuluğ Paşa «ikna» etti ki, konuğa saygı bizim «şiarımız»dır. «İkna» etti ki, büyük sözü tutmalıdır. Sarı Musa askerlik yaptı. Askerlikte, değil böyle paşaların, çavuşların, onbaşıların sözünü tuttu. Tuluğ Paşa «ikna» etti ki, bırak yazıcılığı. Bu sığır danalarından sen sorumlusun. Götürüp gideceksin. Güttüğün yerde gene yazarsın. Tuluğ Paşa «ikna» etti ki, hatır için insan çiğ tavuk yer. Amarikan dostlarımızın hiç mi hatırı yok yanımızda? «İkna» etti ki, danalar Alançayırı'nda güdülecek! Alançayırı geniş.... Alançayırı'na saldın mı danaları, sen de sırt 175 U\3 y, y gelemiyor. Kır Temel biraz kem küm ediyor, 'gelse no-lur1 diyor, amma İzzet eniştem daşşaklı! Yüz vermiyor kimseye. İzzet eniştem ne de olsa adam canım! Hatır için çiğ tavuk yiyor... Bu sarı danalara da noluyor, anlamıyorum? Ulan yidikleri önlerinde, yimedikleri arkalarında. O karnının altı alaca olan süzünüyor gene. Ne yiyor, ne yayılıyor. Ne kuyruğunu sallıyor, ne kendi kıpırdıyor. Dikiyor başını yere, akşama kadar süzün allan süzün! Ulan bu köyde bebeler hastalanır, anaları babalan hastalanır, ne toktur, ne iğne! Bunların ayağına paytar be! Her türlü bakım bunlara be! Öyle bakım ki! bunların ırâtı köyün ayanında imamında yok, noluyor bunlara be! Tırnak numarası 12 olarv attı atacak kendini yere. Ulan danalar, hayvanoğlu hayvanlar! İnsanın yüzünü kir çıkarmasanız olmaz mı? İşin bir ucu bana dokunuyor. Ne demezler yarın? Etek etek aylık aldı da bakımsız öldürdü. Yazın ortası. Dolanıp güz geliyor nerdeyse. Hâlâ su var çayırda. Değneği nere saplasan gömülüyor. Usul usul yörüdüm malların arasına. Tırnak numarası 12 olana yanaştım. Elimi koydum sırtına. Okşadım okşadım, okşadım, kılını kıpırdatmadı yavu! Öyle süzünüyor! Ya biri bir bokluk yapıyor bu mallara, ya başka bir şey! Ulan Sarı Musa, gözünü dört aç! Bunlar sana emanet edildi.. Çok dikkatli bak mallara. Şordan biri, dört çivi karıştır yemlerine, beş on parça cam kırığı karıştırır... ad senin olur! Derler ki: «Yenice'den yeni bir karı aldı, daldı karıya, malları ehmal etti. Onun için onlar da ölüyor!..» Şuna bak, haydi be sarı kız, eğ başını, eğ de yayıl iki! Haydi be gözelim! Haydi be gözlerini sevdiğim! Salla şu kuyruğunu!.. Tırnak numarası 14 olanı büğelek tuttu. Dörtnala koşuyor şimdi. Hasta değil o. Uçar gibi gidiyor. Bu 12 numara hasta. Keşke büğelek 12 numarayı tutsaydı, belki biraz kııprdardı. Şimdi hiç kıpırdamıyor. Kıpırdasana olan cavırm verdiği!. 176 kızdım. Birden elimi şaplak yapıp furdum sırtına. Tınmadı. Tekmeledim. Tınmadı!.. Ulan kalkıp cehennemin öte başından geldiniz, mal yerine geçtiniz be! Su beğenmiyorsunuz, çayır beğenmiyorsunuz!.. Karnının altı alaca olana geçtim. Tekmeledim, ittim, kaktım, faydasız! Büğelek tutan 14 numara hâlâ koşuyor. Kıçını kıpırdatıp azcık da sen koşsan olmaz mı? Bak otlar ne gözel! Bak şu filfil otlarına! Bak şu çobançantalarına, kuşekmek-lerine, kuşdillerine! Bak şu yavrazlara! Taptaze! Yemyeşil Ulan sizin hatırınıza köyün bir tek malı girmiyor buraya! Bütün köylü sizi sayıyor. Yese-nize kör olasıcalar! Bıraktığım yerden değneğimi aldım. Girdim aralarına yeniden. Yayılana bir şey yapmadım. Amma süzünenin başına beline furdum birer ikişer. «Yayılın soykalar!» dedim. Tekmeledim.

80


Gene tın-madılar. Hasta bunlar. Willy Bey gelsin de haber vereyim. Hemi de yazayım bu nallarını tevtere. Daha ne yapayım? Ağzımı kuyruklarının altına yapıştırıp üreyim mi? Yayılmıyorlar işte. Willy Bey gelmezse Tuluğ Paşa gelir, habar veririm. Kessinler, satsınlar, ne yaparlarsa yapsınlar. Benden ka-bât gitsin. Nazar da iler bu mallara biliyor musun San Musa? Daha ilk geldiklerine Yeniceli Dilkiburun, «Ulan ne danalar be! Valla pravo! Şunlara* bakın!» deye deye bir kaldı. Nazar da ilebilir yani, Tüh! Ulan hiç yayılmıyorlar be! Vay ananıza! Ol gör keyfimi bulamadım akşama kadar. Altı tanesi ölecek, ne bir şey. Başlarını uzatıp uzaklara, ovanın ötesindeki dağların ardına bakıyorlardı. Sanki dağların ardında kendi köyleri, kendi çayırları vardı... Sürdüm geldim akşam ahıra. Tevteri buldum. Hepsinin sayfasını, numarasını buldum. Hasta hasta hasta... yazdım önlerine. Tarih attım. Hasta hasta... geviş getirmiyor, yayılmıyor, yemiyor, içmiyor, hasta hasta... yazdım! Bıraktım tevteri çıktım. Kümesin kapısına 177 vardım. Karakızın t-ıasarı Kdiayı v=iMy ma saz çalmıyor. Oraya bir yere oturmuş mırıl mırıl mırıl ediyordu. Sövüyor, söyleniyordu. Dürttüm, «Noluyorsun Hasan?» dedim. «Gene çok mu kaçırdın ırakıyı?» Seslenmedi- Yokmuşum gibi, yanına varmamışım gibi sövüp söylenmesini sürdürdü. «Ben.. Ben böyle işin anasını satarım! Nedir bu uğursuzluk!» başını duvara sürüyordu. «Satarım anasını!» diyordu. «Eyi ya, sat!» dedim. «Seninle birlikte ben de satarım bu işin anasını Karakızın Hasan!» Başını çevirdi. Bir mor duman çökmüş gözlerine. Gözleri bulanık: «Cücükler büyüdü, palazlandı. Yemledim suladım Musa! Tavuk horoz oldular! Willy beyin dediklerini bir bir yaptım. Yemlerine ilâç... Güneşe çıkardım. Tavuk horoz karıştırdım. Yumurtladılar! Yumurtladılar Musa! Bak sana yu-murtladılar diyorum! Oooof!» Başını sürdü gene yere, duvara. «Sana söylemek istiyorum! Hem istiyorum, hem korkuyorum!» Elini kendi ağzının üstüne koydu, kapattı. «Söylemek istiyorum, istemiyorum!» dedi. inledi böyle. «Söyle madem Hasan!» dedim. «Korkuyorum, söylemek istemiyorum, istiyorum, çok korkuyorum!» dedi. Kıvrandı. «Öyleyse söyleme Hasan!» dedim. ««Oooooof!» diye inledi. «İstiyorum!...» Oturdum başuouna. «Bana bak ulan çakal!» dedim. «Söyleyeceksen söyle! İstemiyorsan söyleme! Kalk toparlan, yatma yerlerde kan gibi, kalk...» İnledi gene. «Yumurtladılar bugün! Bugün de yumurtladılar! Gıdakladılar! Gıdak gıd gıd gıd gı-daaaak! Koştum vardım. Ah, söylemek istemiyorum!..» «Söylüyorsun ulan, işte!» «Korkuyorum, korkuyorum!» «Söyleme madem, şuna bak be!» «Tırnaklıyor, bir tırnaklıyor içimi ki!» Tutup kaldırdım. «Benden korkma! Ben hiç bir kula anmam, anlatmam, korkma...» dedim. aK isliyorum, nerkes duysun istiyorum!» «Öyle ben de herkese anlatırım!» «Amma gelirler, yıkarlar bütün kümesi, bütün köyü!» «Ne diyorsun çakal, anlamıyorum!..» İnledi, gene: «Bu köye gülecekler, bu köye çok gülecekler! Çubuk bazarına inmek zor olaoak. Avdan köyünden geçmek, Ankara'ya, kondulara varmak zor olaoak. Çubuk ovası çalkanaçak, daha beter zınlayaoak!..» Tutup kaldırdım bunu yerden. «Sen...» dedim, «Sen insanı patlatırsın! Sen anan karı gibi lâfı uzatır uzatırsın! Kısaea söyleyiversene çakal!» Sırtını duvara dayadım: «Otur böyle, otur da söyle!» dedim. O sıra bir otomobil geldi köye. Düdük çala çala caminin önüne yürüdü. Hasan'ı kıpırdatmadım. «Söyle Hasan, böyle inleyip durma, söyle de kurtul arkadaşım!» dedim. Birden toparlandı. Kendine gelmiş gibi gözlerini açtı. Geğirdi: «Bana bak Musa, bu tavuklar yumurtluyor! Bugün gene yumurtladılar!» «Eyi!.. Ne var bunda!» «Amma ben öyle yumurta görmedim Musa! Kimse böyle yumurta görmedi! İlk yumurtayı yu murtladıkları gün koşup vardım, aldım elime biliyor musun? Aldım kaldırdım. Bir başka çeşit yumurta! Tüy gibi hafif!

81


Yok gibi bir yumurta biliyor musun? Hiç sıkleti, ağırlığı yok gibi! Oynarken düşürdüm elimden yere. Tık etti, kırıldı, biliyor musun? Baktım içi booş! Tıss deye bir şey çıktı sanki! Kaldırdım kabukları yerden, götürdüm attım. Sonra folluklarda kaç yumurta gördümse, kırıp baktım, hepsinin içi su, iki damlacık su... Sonra, Willy denen tüyü bozuğa habar verdim, çeviri yoluyla. İnanmadı önce. Sekiz on dene yumurta kırdı, hepsi boş! Sonra, 'Sus!' dedi bana. 'Söyleme kimseye!..' Ertesi gün erkenden geldi. Kaç yumurta varsa, topladı folluklardan, koydu bir kutuya, götürdü. Sonra gene gel: Telegraf çektik Amarika'ya!' dedi. 178 179 'Amarika'dan telegraf aldık!' aeaı. uuzeıeuen.: ucuı. 'Şu ilâç, bu ilâç...1 dedi. Hep geldi gitti. 'Kimseye söyleme!» dedi bana. Kimseye söylemedim. Anama söylemedim. İzzet emmiye söylemedim. Camal Oca'ya söylemedim. Tavuklar yumurtluyor mu? Yumurtluyor! Noluyor yumurtalar? Willy Bey toplayıp götürüyor. Bek eyi, bek gözel!.. Böyle gidiyor. Kimseye söylemeyecektim! Amma çatladım. Bari sen söyleme, kimseye söyleme, e mi Musa?» Kalktım ayağa, «Yalansın dürzü!» dedim. «Böyle şey olmaz, yalansın!» Elimi salladım havada: «Yalansııııın!..» dedim. Kızmadı. Acı acı güldü yalnız: «Ah, keşke yalan olaydı!» dedi. Oturduğu yerden kalktı. Sallana sallana yürüdü. «Keşke yalan olsaydı Sarı Musa! Gel benimlen...» dedi. Ardından gittim. Folluklara vardık. Orda bur-. da tavuklar dolaşıyor. Tüyleri yapışıp gitmiş derilerine.. Gerdanları sarkmış. Tavuk yakışığı yok duruşlarında. O kadar yem, o kadar ilâç, bakım!.. İleze Mezeydi hepsi... «Al, istediğin yumurtayı kır!» dedi. Baya yumurtaydı gördüklerim. Yuvarlaktı... Renkleri aktı. Bir yanları burunluydu. Aldım birini. Birini de Hasan aldı. «Haydi kır!» dedi. «Tut!» dedim Hasan'a. «Tut elindekini!» Vuruşturduk. Onunki de, benimki de, ikisi birden kırıldı. Eyice kırdım elimdekini, baktım içine: Bomboş! İki yumurta ikisi de bomboş! Sadece su, birer ikişer damla su... «Hepsi böyle!» dedi Hasan. «Hasan!» dedim, «Bu iş tevlike! Bizim tavukları sakın uğratma buraya! Tellerin içinden hiç çıkarma bunları! Bu anasını sattığım Amarikan ta-vuklarıyla bizim horozlar, yada bunlarm horozla-rıyla bizim tavuklar, anlıyor musun, çataşırlarsa... tavuk milleti karman karış olur valla! O zaman çık işin içinden!» «İşte teller!» dedi Hasan. «İşte tavuklar horozlar! Karantina gibi kapalı tutuyorum. Ben bu işi böyle idare ediyorum. Başkaca kimse bilmiyor...» 180 r-.ıx.ı..ıu ucıııaıoı yCIUI. \J\Gll . YaylIlTia yan, yemeyen hasta danalar. Bu işin içinde bir pislik var dedim. Yoksa bu tavuklar Amarika'da böyle bomboş yumurtlasa, uçurup buralara getirir mi adamlar? Okur yazar herifler; ilim bilim fen... Şu cahal akıllarımızla biz yapar mıyız? Bir pislik var bu işte, amma ne? Sakın bizde bir uğursuzluk olmasın, ha?» Gözlerini filcan gibi açtı Hasan: «Ne uğursuzluk olsun bizde? Her gün bismillâ deyip açıyoruz, bismillâ deyip kapıyoruz kapıları!..» «Öyleyse başka bir pislik var Hasan!» «Bir böyük giz! Bir böyük sır! Anlamak zor!» dedi Hasan. «Paytar tokturları geldi kaç sefer! Kaç sefer yumurtaları paket edip Amarika'ya yolladılar. Telegraf çektiler. Fayda etmedi, edeceği yok!» «Paytarlık tokturluk iş değil bu, Hasan!» dedim. «Danalar da ölüyor birer birer. Altı denesi gene hasta. Yimeden içmeden kesildiler. Geviş bile getirmiyorlar. Bir iş var bu işin içinde. Koca ovanın gözü bizim köyde şimdi. Kıskandı dürzüler. Göz ildi. Yada o Dilkiburun Abdulla'yı biliyor musun? Benim avrat diyor ki: Bunun karnı kurt doludur! Kalbur kalbur paklasan tükenmez. Kim bilir mıska filan mı yaptırdı? Köyün eşiğine okunmuş sabun filan mı gömdürdü?» Solfasol'a gidip Kitapçı Hoca'yı bulmalı, başka yolu yok!» Güldü Hasan: Muska, sabun! Müslüman malı mı bunlar? Bunun içinde ilim bilim fen var! Muska sabun kâr eder mi?» «Benim aklım böyle diyor Hasan!» dedim. Kapattık kapısını folluğun. Hasan tavukların yemini suyunu verdi. İlâçlarını damlattı,

82


karıştırdı. Tevtere bir şeyler yazdı. Sonra birlikte köy içine çıktık. İzzet enişte dilekçe vermiş Ertan Bey için, Müfettişmiş tomafille gelen. Elinde çantası. Tuluğ Paşa da gelmiş. Muhtarın eve oturmuşlar. İfade alıyormuş Beyler. «Haşşöyle!» dedim içimden. «Defedin şu deliyi köyden, öğretmen mi, madenci mi, belli değil!» 181 «Ne fayda, Mutettış muieuıs? ueyu:» u.y^ı Temeloş. «O lanlun maraklısı Urfan'ı yollamışlar. Yanında Tuluğ Paşa!.. Ertan bey maşşallah, Ama-rikanların kolunda. Hemi de Melih Dalyan'dan yüz buluyor. Almazlar bunu burdan, hiç umudum yok. Daha pekiştirirler ki, bir daha kıpırdatmak mümkünsüz olur...» Temeloş'un burnu it burnu gibidir. On günlük yerden neyin piştiğini bilir. «Delik demir çıktı mertlik bozuldu demiş Köroğlu aleyhüsselâm! Bu Ama-rikan işleri çıkalı bizim işlerin mantığı, kantarı da bozuldu yeğenim!» dedi. «Sütten çıkma ak kaşığa döner yarın o bacaksız Ertan! Kabât İzzet'in, Camal Oca'nın olur korkarım!» Müfettiş şimdi İzzet eniştenin ifadesini alıyormuş. Sonra da Camal Oca'yla Ertan'ı çağıracakmış. Temeloş okula, öğretmenlere habar vermeye gidiyormuş. Gitti. Az sonra Tuluğ Paşa çıktı Muhtarın evden. Geldi yanımıza. Hasan'ı görünce güldü uzaktan. «Bak Hasan!» dedi yakınına sokulup. «Haftada üç gün Ankara'ya gideceksin. Yanına beş altı delikanlı alacaksın. Amarikan dostlara halay belleteceksiniz. Haftada üç gün, ikişer saat... Araba gelip sizi alacak!» Hasan'ın canı sıkıldı: «Gidip gelmek mesele değil de, tavuklar cücükler nolacak?» dedi. «Biz muhtarla konuştuk!» dedi Tuluğ Paşa. Onlara Musa bakacak! Amarikalılara kültürümüzü aşılayacaz, fena mı evlâdım?» Hasan'ın canı daha çok sıkıldı: Küfür dediği ne ki? Neyi nerelerine aşılayacağız, anlamadı. Ben de anlamadım. Amma bir şey eyice ortaya çıktı: Bu Tuluğ Paşa, bizi her şeye «ikna» ediyor. Hemi de parmaklarının ucuna taktı bizi, fıldır fıldır oynatıyor! «Köyü yenilemeye çalıştığımız bir sırada öğretmenlerin birbirine girmesi çok ayıp! Köyün ahengini bozmak doğru değil...» dedi sonra. Pekey amma kim bozuyor köyün ahengini? Benim askere gittiğim yıl geldi Camal Oca bu kö182 ye, du yna r\audi ıııv ciııeıiK uuzmauıyau ı emeıoş -un kulağına fısıldadım: «Muhtara söyle, beni de tanık yazdırsın Ertan Bey hakkında, gelip ifade ve- reyim o Müfettişe... Dahi, köyün yarısını tanık yazdırsın!» dedim. Camal Oca ifadeye girince Muhtar çıktı dışarı. Onun da canı sıkkındı. Tuluğ Paşa'nın yanında bir şey konuşmadı tabiî. Amma ben anladım. Çekip bir kıyıya, «Ulan emmi ne var, ne oluyor? Eğer gereği varsa beni tanık göster!» diyeyim dedim, amma benden önce Tuluğ Paşa çekti aldı İzzet emmimi, deyemedim. Ankara'ya, halay belletmeye adam yollamak için biraz daha «ikna» etmeye başladı Muhtarı. Önemli bir iş olsa canım yanmaz! Çıkardı cebinden not devterini, Muhtarın söylediği delikanlıları yazdı bir bir... Kıçı yere yakın Ertan geldi. Traş olmuş kaş- la göz arasında. Haftalık sakallarını kazımış. Yürüyüp gidiyordu Müfettişin yanına. İzzet emmi durdurdu bunu: «İfadeleri tek tek alıyor, Camal Oca çıkınca sen gireceksin!» dedi. Ters ters baktı Muhtara. Biraz asabiyeti sinirliydi. Derinden derinden soludu. Belkim bir kavga daha çıkaracaktı amma, Tuluğ Paşa'nın yanında yapamadı. Tuluğ Paşa: «Böyle şeyleri bırakın, komşuların önü sıra eyi değil» dedi. «Eyi olmadığını biz de biliyoruz!» dedi Muhtar. «Amma okutmadı bebeleri! Dahi şimdi de doğru dürüst okutmuyor. Mecbur kaldık, şikât ettik. Gene de ediyoruz. Vereceklerse çalışkan bir öğretmen versinler, vermeyeceklerse bunu da alsınlar!» Ertan Efendi elini salladı: «Hiç!.. Senden yazdırmak, benden bozdurmak! Vali Muavini Sırrı Bey hemşerim. Gider bir görüm, tamam!» Tuluğ Paşa'nın yanında filan ayıp olur demedi, böyle söyledi! Camal Oca geç vakit çıktı. Cok sinirliydi. Camal Oca çıkar çıkmaz bu koştu. Belki iki saat kaldı içerde. Ben dedim içimden. «Bütün komşuları yazdırıyor! Değilse ne bekliyor uzun uzun

83


içerde?» Eyice yöşeni çöktü. Ekmek aş da hazırlan183 önüne. Biraz de lambayla ifade aldı bu. Sonra tamam etti. Tomofile binip gittiler Tuluğ Paşayla. Giderken sarı çantasını sallıyordu Müfettiş. «Sonuç ¦ bir aya kadar belli olur.» demiş Muhtara... Bak! Unuttum! Keşke Tuluğ Paşa'ya tembeh-leseydim! Söylerdi de Willy Bey zabaha çıkar gelirdi. Neyse! Hele bir zabah olsun, hayır olsun. Bel-kim adam kendiliğinden gelir. Willy Bey gelmedi ertesi gün. Hasta danalar da eyice kötülediler. Öldüler, ölecekler. Muhtar geldi. «Bak!» dedim. «Bana maharana bulurlarsa, söylersin!» dedim. Çayıra çıkar çıkarıyorum. Güneşe çıkar, çıkarıyorum. Su! Yem! İlâç! Koca zabahtan akşama kadar emirleri gibi koşturuyorum bunlar için. Bunlar kadar yidi-ğini inkâr eden mal görmedim. Bunca bakımı bizim mallara yapsak, bunca çayır çimeni bizim mallara yidirsek, birer aslan olurlardı şimdiye. Hasan'a diyeceğime kendim gideyim ben Solfasol köyüne! Varıp bir kitap açtırayım. Ne var ne yok, buldurayım. Buldurduktan sonra şifasını da sorayım. Para pul gereğirse, çıkarıp vereyim... Willy beyin göründüğü yoktu. Pekey, neye gelmiyor bu? Yoğsam ar mı basıyor adama? Utanıyor da ondan mı gelmiyor? Onun utanmasıyla danalara can mı gelecek? Hep aynı işte! Gelip bir çare düşünsün mallarına! Yada gözelce görsün durumlarını kendi gözüyle! Sonunda bana mahana bulmasm, buldurmasın!» Temeloş yürüyüp geliyor Alançaym'na... Bu danalar böyle süzündükçe kendimin asker ocağındaki günlerimi düşünüyorum. Anaları babaları kaldı kimbilir nerlerde? Kendi çayırları kaldı nerlerde? Çayırların içinde şir şir şir akan suları nerlerde?... Çayırlarda dipleri sulu ince otları nerlerde?.. Gurbetten kötü ne var dünyada? Gurbet canlıyı candan düşürür, tüketir! Bunlarınki de 184 nür mü mal için? Malın canı yok! Malın eriyen yüreği yok onlara göre... Öğleden sonra bir tomafil geldi. İçinden Willy Bey çıktı. Karakızın Hasan'la halaycı delikanlılar gelen tomofile dolup gittiler. Willy Bey kaldı. Onların dönüşüne kadar bekleyecek. «Üç saate kalmazlar!» dedi. Çeviri yapsın deye gözü boyalı bir kız getirmiş bu sefer. «Suna Hanım» dedi adını. Okulda da Buckley Bey var. Yanında Numan Çıragöz.. Şimdi bu Suna Hanım'ın çevirisiyle ne anlatayım ben Willy Beye? Hiç gözüm tutmadı kancığı. Gülüvere-cek gibi. «Nassın?» «Eyiyim!..» Hepsi bu kadar olacak heralda... Willy Bey lanlun ederek ahıra girdi. Zobalara, yemleçlere, malların altına baktı. İlâçlarına, su kaplarına baktı. Benim yazı yazdığım tevterlere baktı. Suna Hanımla okudular tevteri biraz. Ben hasta danaları alıkoyup ötekileri saldımdı çayıra. Hastaları ite kaka ahırdan çıkardık. Willy Bey birer birer gözlerine baktı. Ağızlarına baktı. Memelerine daş-şaklarına baktı. Sonra, «Ötekiler nasıl?» diye sordu. «Ötekiler Alançayın'nda! Onlar da hasta!» dedim. Aralarında lanlun ettiler. «Gidip görelim.» dedi Suna Hanım. Benim tevteri alıp yörüdük çayıra. Oradaki lere de baktılar birer birer. Tevteri okudular, konuştular. En son bana sordular: «Ne dersin? Senin bilgine göre, ne yapabiliriz bu danalara? Bir şeyler yapalım ki hastalanıp ölmesinler!» Gözleri boyalı Suna Hanım olmasa söylenecektim. Amma bunların diniyeleri gevşek, ben söyler söylemez gülecekler. Nasıl söylerim?» «Bir teklifin varsa öğrenmek istiyor Willy!» «Ne teklifim olsun, bilmeyiz ki biz!» dedim. «Bizim kendi mallarımız olsa belki bir şey yaparız, amma bunlar Amarikan!» Çeviri yaptı Suna Hanım. Lanlun ettiler. Bu sefer de bana çeviri yaptı. «Kendi mallanmız olsa ne yapardınız, onu söyle bize!» 185 UDUII I I. ma birazdan halaycılar gelsin, arabaya binip Solfa-sol'a kadar geleyim sizinle. Orada bildiğim

84


bir adam var, varıp onu bir göreyim!» Willy Bey merakla baktı gözüme: «Ne türlü bir adam, yani kim?» «Bir hoca! dedim. «Her şeyi bilir!» Akıllı adam, hoca, profesör deye çeviri yaptı Suna Hanım. En sonunda, «Geleceksin bizimle!» dedi. Ben sezdim ki, hoca meselesini eyi anlamadılar. Suna Hanım gülmedi pek. Karı milleti, hele böyle fingirdek kızlar bana güldüler mi çok bozulurum. Eyi ki Suna kız gülmedi. Yörüdük, kümese geldik, Tavuklara horozlara baktılar uzun uzun. Boş yumurtalara baktılar. Oturup iki saat lanlun konuştular orada. Dizleri dizlerine değiyordu otururken. Beş on dakika sonra dedim ki, danaları, tavukları unuttu bunlar! Suna Hanımın memeleri sert sertti. Öteki tüyü bozuk da kıpkırmızı et. Ataşla barut! Nelerine gerek danalar, tavuklar! Dedim kendi kendime ki,.,ulan Musa, malların derdini sen çekiyorsun, Karakızın Hasan çekiyor bunların umurunda değil ulan! Herif çeviri deye bu körpe kancığı alıp gelmiş fingirdeşiyor!.. Böyle dedim. ^kşama doğru halaycıları götüren tomofil geldi. Willy Beyle Suna Hanım bindiler. Bana da haydi bakalım dediler. Ne o? dedim. Hani bir yere gidecektin ya dediler. Haa Solfasol'a gidecektim, dedim, bindim arabalarına. Düt düt düt yörüdük bunlarla. Eve de bir şey demedim. Sade Hasan'a habar verdim ki Solfasol'a gidiyorum. Gece gele-mezsem, zabaha gelirim, dedim. Hasan giden arabanın ardından baktı. Bir de sövdü içinden: «Nasıl sıyrılıp çıkacağız, nasıl kurtulacağız? bilemiyorum...» dedi yeniden sövdü. 186 uıaıp Kümese bir daha baktı. Tavukları tüneğe aldı. Kapılarını kapattı. Çayırdakiler gelecekti daha. Yürüdü. Toparlayıp getirdi. Yemlerini ilâçlarını karıştırıp verdi. Onların da kapılarını kapattı. Yeniden kümese geldi. Sazını yatağının başucuna astı. Defteri açıp tavukları yazdı. Gün attı. «Köyü bir dolaşayım!» dedi sonra. «Anamın bişirdiği çorbayı içeyim!» Elinde çantalı radiyosu, Ertan Beyi gördü giderken. Barakanın ucundaki odasına gidiyordu. «Gel Hasan, iki lâf edelim!» dedi sokulup. «Ankara'dan geldim, eve gidecem, anam ma-rak eder!» dedim. Dinletemedim. Çeke çeke götürdü beni. Keyfi tam tekmildi Ertan Beyin. Gülüyordu. Ağzı kulaklarına varıyordu. «Bir oralet yapayım mı sana?» dedi. «Yap...» dedim, «Eğer istiyorsan...» Gitti yaptı. Ufacık, basıkcık odasının içinde her şeyi var. Billur bardakların içine koydu geldi oraleti. Birini bana verdi birini kendi aldı. Radiyo-da «Türkiye Yayın Postaları» habar okumaya başladı. İngiliz, Amarika, Çin, Mısır... Hep İngiliz, Ama-Çin... Yok burdan, bizim nallardan bir harika bar! «Kapatayım istersen!» dedi. Çiğnimi çektim: «Bana ne?» «Dur! Sofya'da türküler vardır belki...» dedi. Evirip çevirdi. «Sarı kızın saçları»nı söyleyen bir yer buldu. «Ne var, ne deyeceksin, beni çağırdın?» «Konuşalım deye çağırdım Hasan!» dedi. «Ne konuşuyoruz hani?» «Konuşuruz, sabret! İstersen plak çalarız.» Evinin içi radiyo gramofon, plak, teyp krem, kolonya, oricinal bavul çanta doluydu. Teypi pilliydi, gelip gidenin sesini alıyordu. «Teyp çalalım istersen! Sesini alıp dinleteyim sana!» dedi. «Ne nüzümü var!» dedim. «Canım muhabbet olsun!» dedi. «Bir nüzüm mü olur ille?» 187 «Hemi de karnım acıktı.» «Acıktysa yjriz burda. Gravyer peynir, helva var. Sana omlet de yaparım, domatesli, istersen

85


zeytinyağlı. İstersen rakı şarap içeriz...» «Anam bekler...» dedim. «Canım sen deee!.. Gene gidersin! Nolur iki saat geç gidince?» «Ertan Oca!» dedim. «Yani senin deyecek bir lafın varsa söyle, yoksa omlet ırakı konuşup durma...» «Yok valla! Vabalın boynuma, yok!..» dedi. «Öyleyse ben gideyim!» dedim, kalktım. Sofya'da gözel türküler başladı. İnce, şıkır şıkır sesleriyle oranın kızları... hoşuma gidiyordu. Kalktım, tuttu kolumdan. «Otur, otur yavu! Bugün sende bir tuhaflık var!» dedi. Dedim buna ki, «Ne tuhaflığı olsun? Ankara'dan geldim, yorgunum, eve varıp karnımı doyuracağım, sonra kümese dönüp yatacağım!» «Otur!» dedi. «Karnını burda doyur...» «Pekey Ertan Oca, pekey bakalım...» Hemen gazocağını yaktı bu. «Omleti zeytin-yağla mı yapayım, sade yağla mı, yoksa margarinle mi?» diye üst üste sordu. «Hangısıyla yaparsan yap!..» dedim. «Hangisini tercih ediyorsan söyle!» dedi. «Anlamam ben!» dedim. «Margarinle yapayım, gözel oluyor.» dedi. ,Biraz da zeytinyağı korum içine...» «Koy!» dedim. Sofya'nın türkülerine daldım. Şıkırdak türkülerine... Bu odadan, başka bir küçük odası daha var. Öteberisinin birazı orda. Girip çıkıp taşıyor. Bir beze sanlı ekmek getirdi. Yani fırancala. Yani bizim köyün gözel bazlamasını yimiyor. Carnal Oca neyi severse onun aksini yapıyor. O bazlamayı çok sever, bu yimez. Odayı bir yağ kokusu doldurdu ki, boğacak? «Aç şu camı biraz!» dedim. «Pekey açayım.» dedi. 188 \N yeıuı. Kapısını açıp evine girdi. Beni gördü, görmedi, bilmiyorum. «Müfettişiniz gelip gitti ha?» dedim. «İfadelerinizi almış!» «Haa, attıracaklar beni!» «Öyle mi? Habarım yoktu!» dedim. «Öyle!» dedi. «Amma dur! Hemi de gör, kim kimi attırıyor! Bak ben seni çok severim. Aramızda kalsın: Camal Oca sepet havası!» Güldüm: «Haydi canım, olacak iş söyle.» «Neyse, kapatalım!» dedi. Rakı mı içersin, şarap mı?» «Ben rakıyı severim amma...» dedim. «Ne oluyoruz böyle? Babanı mı gördün düşünde?» «Yooo...» dedi. «Sana ikram ediyorum...» Omlet birez soğudu. Rakıları da koydu. «Diyorlar diyorlar, bunu diyorlar! Bir kere, benim madenle ne ilgim var? Madenler anamın! Evet ben arayıp taradım. Bulduğumu anama verdim. Bir evlât anasına bu kadarcık eyiliği yapamaz mı? Hemi de memlekete, millete yarayışlı! Benim bulduğum ocaktan yurda ne kadar dövüz girdiğini biliyor musun?» «Bilmiyorum!» dedim. «Çok giriyor!» dedi. «Sen ne kazanıyorsun?» dedim. «Ne ben'i? Maden anamın be!» «Anan ne kazanıyor?» dedim. «Tabiî o da kazanıyor. Amma asıl Hazine'yi kazandırıyor.» Bir bunu konuştu. Bir de bebelerin cahal kalıp kalmadığını... «Ben istersem bütün bilgileri bir günde belletirim! Bilemedin beş günde!» dedi. Tabiî ben bu işlerden anlamam amma, Eğitmen Hüseyin Çavuş bize kırk gün anlatırdı, gene zor bel- lerdik. Ertan Bey bir günde nasıl belletiyor! Birer daha koyacak oldu ırakı. «İstemez!» dedim. İstemez dedim, çünkü bomboş

86


yumurtalarıyla aklıma tavuklar geldi. Biraz daha zerhoşlarsam söy189 I lan!» deyip kalktım hemen. Solfasol köyü bir cennet olmuş: Yeşillik!.. Kitapçı Hoca'nın evini buldum sora sora. Ağaçların arasında eski bir ev. Tahtalarını kurt yimiş. Nuh gününün kilimini keçesini sermişler yere. Bir sürü de kitap raflarda, dolaplarda. Kitapların yaprakları sararmış. Varıp elini öptüm gözelce. Karısı eline bir iş alıp çıktı. Kapıyı kapattı üstümüzden. Pencerenin dibine, koyun postuna oturdu Kitapçı Hoca. Bir dizini dikti, bir dizini büktü. Tesbiğini aldı eline. «Söyle bakalım evlât derdin hayır mı, şer mi?» Ak yapağı gibi sakalları vardı. Gözlerinin edi-rafını kırmızı bir halka çevrelemişti. Gün furuyordu yüzüne. Ciddîyetlen bakıyordu. «Tabiî söyleyecem Hocam!» dedim, diz çöküp oturdum. Kendimin Kızılöz köyünden geldiği mi, adımın Musa olduğunu, amacımın bu bu bu olduğunu, bunları hep söyledikten sonra, telâşemizi tâ başından anlattım. Yani uzun uzun anlattıktan sonra sözü hemen Amarikan danalarına getirdim. «Bunlar,» dedim, «hastalanıp ölüyorlar. Küt küt bir öksürük bulup süzünmeğe başlıyorlar. Bir sükût, bir sükût! Yimeğe içmeğe havas etmiyorlar. Tavuklarımızı soracak olursan gözel Hocam, böyük Hocam, yumurtaları bomboştur! İçlerinde bir iki damla su! Başka hiçbir şey yoktur. Bomboş...» Böyle anlattım. Sonra dedim buna ki, «Tabiî Amarikanlar bizim köyün üstüne böyle düşünce, nemi de çok para yağdırıp milletin elini bolladın-ca, ediraf köyler tabur tabur kıskanmaya geldiler Hocam! Yenice'de bir Dilkiburun Abdullah vardır, ün salmıştır, en baştan o geldi, valla kurdundan çatladı Hooam! Kendi köyüne de olsun deye çok yalvardı amma, Amarikalılardan yüz bulamadı. Yüz bulamayınca bize garez oldu Hocam. Kıskançlığm190 f bir kötülüğü yok Hocam! Herifler etek etek para döktüler. Amma sonu eyi gelmedi. Ben diyorum ki, tabiî gene cenaballah bilir, ben allaha deşşet inanıyorum Hocam, şimdi yalan yok, birez içki filan kullanırım amma itikadım kavidir, bu çekemeyenlerden biri, en başta Dilkiburun, bir muska filân yaptırdı hayvancazlara,- yada sabun okutup gömdürdü köyün eşiğine! Yoksa neçün böyle hayvanlar hastalanır, hemi de yumurtalar boş çıkar? Öyle ya?» Beni böyle uzun uzun dinledi bu. Koca tesbiğini çeke çeke dinledi. Ak yüzüne de güneşin nuru geliyor pencereden. Solfasol köyü göze! köy val-la! Tıpkı bizim köy gibi... Neyse, ben anlatıp bitirince, tesbiğ şakırdatmayı bıraktı bu. Sordu bana: «Amarika Amarika diyorsun, kim bu Amarika?» «Amarikanlar Hocam!» «Kim bu Amarikanlar? Ne millet? «Amarikanlar Hoeam çok uzak!» «Oğlum cavır mı müslüman mı?» «Haa onu soruyorsun! Cavır Hocam! Cavır amma hökümetimizin çok önemli dostu!» «Pekey şimdi ne diyorsun bana?» «Diyorum Hocama ki bir mazarrat büyü, bir mazarrat sihir varışa, bak elindeki gözel kitaplara, bize söyle. Zatından iricam budur...» Tesbiğini şakırdattı biraz. Bir kere de esnedi. Ossaat dedim, tamam!. Esnemesi var ya, esnedi mi iş olacak! İçime güvenç doldu. «Pekey evlâdım!» dedi. «Hay hay! Kitap açarım. Bulurum. Bulduğumu okurum. Yalnız, biraz mü-sâde et bana. Biraz kitaplara bakayım. İki saat sonra gel, olur mu?» «Olur Hocam, tabiî olur!» dedim, kalktım. Öptüm elini, çıktım. Sokakta biraz dolandım. Biraz de gayfada oturdum. İki saati geçirdim. Sonra yeniden furdum kapısını. Oturuyor gene orda, aynı yerde. Dört dene koea kitap önünde, üst üste. «Aman hocam, se191 nin ilimine bilimine kul kurban olayımı» aeaım içimden. Bütün Ankaralılar, hemi de kabuklu

87


Amarikan-lar hep kul kurban olsunlar!..» dedim. Saygılıca dikeldim bunun karşısına. «Otur!» dedi, işaretle. Diz çöküp oturdum. «Evlâdım Musa! Nerde bu Amarika?» «Ankara'da Hocam!» dedim. «Esas vetanları nere?» «Amarika!» dedim. «Evlâdım, mağripte mi, maşrikte mi?» Tutuldum kaldım böyle deyince. «Ook aradım evlâdım! Dört kitabın altını üstüne getirdim, Amarika deye bir kavime tesadüf edemedim! Edemeyince, sabun gömmüşler mi, muska yapmışlar mı, bulamadım evlâdım! Kitaplar almıyor evlâdım bu senin Amarika'yı!..» Ağzını açtı, baktı yüzüme... «Valla pes!» dedim içimden. «Gördün mü başımıza geleni!.. Kitapta bile yeri yok!..» Sonra, «Pekey Hocam, ne yapalım biz şimdi?» «Tevekkeltü Teallâllah! Gaibillâllah! Bu hususta asla bir cevaba kadir değilim evlâdım! Çok karanlık!.. Günaha girmekten korkarım. Hiçbir işaret yok ayan...» «Aman Hocam, zaman Hocam?» «Amanı zamanı bu evlâdım!» Hiç aklım ermedi, hiç kafam almadı şu işi. Kalktım, para çıkarıp verecek oldum. «Ne yaptım ki, para alayım, evlâdım!» dedi. «Hocam, okudun aradın!» dedim. «Amma bulamadım evlâdım!» dedi. Gene öyle ağzını açtı yüzüme baktı. Bir süre baktı yani... Birez umudum ondaydı, o da boş çıktı. Kederim böyüdü. Dedim ki kendi kendime: «Ulan Musa! Binin yarısı beş yüz, o da bizde yok, sat anasını!..» Geçiverdim Ankara'ya. Vardım Karadeniz Lo-kantası'na: «Getir oğlum ordan bir şişe. Yap bir ızgara... Kitapçı Hoca bile çıkamadıktan sonra içinden, benmi çıkacağım?» Çok derinlerden bir sin192 kaf ettim. Bir gözel çektim kafayı! O kadarmış!.. Ertesi gün ikindiye bulundu geldi Musa. Bulut! Bir bulut! Havaya sövüyor, toprağa sövüyor, içtiği suya sövüyor... Ben Musa'nın bu kadar zerhoş olduğunu bilmiyordum. Görmemiştim. «Kitapta yeri yok!...» diye konuşuyordu. Sövüp süpürüyor, böyle diyordu. «Kitapta yeri olmadıktan keri, daha laf etmek gereğir mi? Gerekmez!» Kendi soruyor, kendi karşılık veriyordu. Türkü söylüyor, sövüyor, sonra, «Kitapta yeri yok!» diyordu. «Neyin yeri yok kitapta Musa?» «Sö-söylemem!... Söylemem!» diyordu. Tuttu bir de kustu oraya, hey yarabbim!.. Hemen bunu evine, ikinci karısı Yeniceli Du-duş'un yanına yolladım. «Duduş onu ayıidır!» dedim içimden. Ağzına tükürdüğüm! Para insanı bozuyor bak. Ah bu AmarikalılarL. Amarikalıları bizim köye getirenler aaah!... Danaların birezi içerde, birezi Alançayın'nda. Alançayın'ndakileri getirdim. Doldurdum ahıra. Koydum hastaları, sağlamları bir araya. «İsterseniz hepiniz birden ölün ulan, ne bu be!» dedim. Kapattım kapılarını. Tam çekilip gideceğim, baktım bir araba düt düt düt ediyor. İçinden Suna Hanımla Willy Bey çıktı. Deral Musa'yı sordular, «Hasta!» dedim. «Ne hastası, nesi var?» «Şiddetli hasta!» dedim. «Evine gidip yattı!» Willy Beyin yüzü bomboz oldu. Lanlun etti Suna Hanımla. Suna Hanım ona lanlun etti. Epey bir lanlunlaştılar. Sonra kestiler. Lafın arasında Suna Hanım bana dedi ki: «Hayvanlardaki bu hastalık bulaşıcı mıdır?» «Valla orasını, kendi hayvanlarımız olsa bile bilemem ben! Amarikan hayvanlarını ise hiç bilemem!» dedim. «Neyse!» dedi Suna Hanım. «Yarın 10.00'da 193 buraya bir kamyon gelecek. Hasta danaları yükleyecek. Doğru Esenboğa! Danalar Amarika'ya gidecek. Eyileşip gelecekler geri...» Bindiler tomafile. Willy Bey kendi sürüyor. Suna Hanım da oturdu sağına. Düt düt düt, gittiler bunlar. Gerçekten kamyon geldi ertesi gün. Hastası uyuşuğu, on dana bindirdik. Uğurladık. Musa, hâlâ zerhoş gibiydi. Gelip gidiyor, dolanıyor, «Kitapta yeri yok!» diyordu. Kitapta neyin yeri yok, söylemiyordu, bilmiyorduk. * Danalar gitti, tavuklar ne olacak? Habarım yoktu. Hasan söyledi iki gün önce: Yumurtaları boş çıkıyormuş! Önce inanasim gelmedi. İki denesini kırıp gösterdi. Gözümle görünce inandım.

88


Şimdi ne oluyor böyle? Amarikanlar kızarıp bozarıp kalıyorlar. Hiç ses çıkarmadan, bir kula bir şey diyemeden, gülemeden... dönüp gidiyorlar! Ankara'da, Amarika'da ilâç komayıp taşıdılar köye. Gerçi duru- i mu herkes bilmiyor. Gene de tatsız bir hava. ¦ Ben işi ciddî olarak kovuşturuyorum. Zırt zırt • hangi Amarikalı gelirse, varıp kulak veriyorum. Za- i ten görevim değil mi gelene gidene bakarak olmak. Ne yaparlarsa gözlüyorum. Giriyorum ahıra kümese bakıyorum. Ediraf köylerden de gelip ba- i kıyorlar. Onlara da fazla yüz vermiyorum. j Neticede... bir gün bir genç oğlan geldi, bıyık- | lı! Şehirli amma, tam şehirliye benzemiyor. Gıravat ! ney takınmamış. Tengerlek şapkalardan yok başında. Dereden tepeden konuşup türlü sorular sorma-1 ya başladı bu. Ossaat bildim, bu adam ağız arıyor! j Bunda bir kasit var. Dedim buna ki: «Sen nesin, \ necisin arkadaş?» Ik mık etti bu. Sonradan dedi ki: '* »«Ben Kızılay'ın adamıyım, okul için geldim.» «Nasıl okul için? Ne yapacaksın okulu?» «Yoksul çocuklar varsa, onların listesini alacam. Pabuç, pantol yollayacaklar...» Allah allah! Yavu bunlara ne oluyor? Meğer ne çok yardımsever varmış dünyada? 194 «Neye okula gelmedin de, köy içine geldin? Hemi de başka şeyler soruyorsun, niçin?» «Evet, bu yaptığım saklı bir inceleme olduğuna, böyle kıyıdan kıyıdan sorarız biz! Tabiî, dolana dolana okula varacaktım!» «Acayip!» dedim «Pekey, bu foturaf makinesi ne oluyor bağrında?» «Bu mu? Bu da foturaf çekmek için. Hangi çocuk yoksulsa, foturafını alacağım.» «Ne yapacaksın foturafını alıp? » «Müdür istiyor...» «Müdür ne yapacak foturafı?» «Bakıp dosyasına koyacak.» «Acayip!...» Bir direkleşti bu: «Acayip! deyip durma arkadaş! Dünya değişiyor şimdi. Yol yöntem değişiyor...» Bir dik konuştu, bir sert... karşımdakinin kim olduğunu adamakıllı bilmiyorum ki, ben de sert konuşayım. Sustum. Biraz bakındı, okula doğru yö-rüdü sonra... Camal Oca'yla kısa bacak Ertan'la çok konuştu bu oğlan. Camal Oca'yla yimek ekmek yidi. Çıkıp köy içini gezdiler barabar. Tabiî işin içinde Camal Oca olduğuna, ben ağzımı yumdum, izzet de görünürlerde yoktu. Akşamüstü Buckley Beyle Numan Cıragöz geldiler. Okulda «4 K Dana Ku-lübü»nü toplayıp konuşma yaptılar. «Kizılaycı» oğlan konuşmaları dinledi, çıt çıt resimler çekti... Sonra da Buckley Beyin tomafiline bindi gitti Ankara'ya. Şimdi bunlar bizi kör yerine, budala yerine koyuyorlar. Değiliz halbuysam! Değiliz amma, elimizde bir çare yok. Ben o «Kızılaycı» oğlanın başka bir şey olduğunu ossaat bildim. Hatta biraz karşı da geldim. Amma elimde bir yetki yok ki fazla! Ne yapabilirim? iki gün sonra Tuluğ Paşa, Boger Bey, Willy Bey, Canata Bey düt düt düt geldiler. Bir öfke, bir hışım yüzlerinde. Tuluğ Paşa dedi bana: «Tellâl çağır! Komşular toplansın! Acele!» 195 «Pekey, başustuneı» (jiaıp leııaı yayımım. Komşular toplandılar. Tuluğ Paşa bir gazete çıkardı. «Bunu görüyor musunuz?» dedi. «Görüyoruz.» dedik «Bunun içinde Dosluk Bâçası hakkında, danaların öldüğü hakkında, yumurtaların boş çıktığı hakkında yayım var. Bu nasıl oluyor? Bu kadar bilgiyi veren kim?» Aklım suya eriverdi! O gün gelen Kızılaycı oğlan aslında gazeteciymiş! Amma sustum. Neme gerek? İşin bir ucu varıp Camal Oca'ya dokunacak. Hiç, amma hiç açmadım ağzımı. Biraz da Boger Beyle Canata Bey konuştular çeviri yaparaktan. Efendim, girişilen bu böyük denemenin sonucunu almak için çok sabır göstermeliymiş. Daha kaç yıl olmuş şurada? Bazı başarısızlıklar olabilirmiş. Amma onları da düzeltmek mümkünmüş. Bu işleri baltalamak ayıpmış. Bu gibi yayımlar, iki ülke arasındaki dosluğu bozabilirmiş, miş miş miş! Bu yayım işine ben de kızdım. Köyün gözel adı temelli pislendi. Yayım yapıp Mısır'ın sağır sultanına kadar duyurdular. Camal Oca böyle bir oyuna nasıl geldi? Anlayamadım. «Camal Oca daş-şaklıdir, bir bildiği vardır helbet!» dedim sustum. Birez de Willy Bey lanlun etti. Bizi

89


kınadı. Evet, tavuk ve sığır hususunda bazı zorluklar varmış, bunları yenemiyorlarmış. Amma gece gündüz uğraşıyorlarmış. Alınan tedbirleri küçümsemek doğru değilmiş. Tavuklar için Amarika'dan baytar gelecekmiş. Hasta danaları uçakla Amarika'ya yollayıp orada en böyük yüksek hayvan mevki hastanesine yatırmışlar. Eyileşince taburcu olup hemen ge-leceklermiş geri! Cok söyledi daha... İzzet çıktı karşılarına: «Babam, biz size sabun okuları mı yolladık? Kendiniz geldiniz. Yapıp çattınız. Köyün adını değiştirdiniz. Köyü değiştirdiniz. Size, bir şey dediğimiz yok. Gazeteleri da biz çıkarmayız. Dahi okumayız. Neye bunları bize soruyorsunuz? Yapan siz, çatan siz, kendinize sorun. Komşuyu toplayıp çıkışmanızın sebabını anlamıyorum!» dedi. 196 .._..av,ı uıum, nineye lesaua engel olun!» diye bağırdı Tuluğ Paşa. «Size şaka geliyor, bu işin ucunda koca bir milletin dosluğu var. Ona bir gölge düşerse kötü olur..» «Ne yapalım engel olup da?» dedi İzzet. «Köyün kapısına bir bekçi koyup, gelenlere, «Dönün geri!» mi diyelim? Bunu demeyiz biz. Bu köy köy olalı demedik, demeyiz de işallah? Siz düt düt düt geliyorsunuz, bir soran yok. Onlar da gelir. Kanun var, töre var...» Tuluğ Paşa, Boger Bey, ötekiler bıdırdaştı-lar. Sonra biraz yumuşayıp kapattılar. Karakızın Hasanı, Sarı Musa'yı. Danacı ile Kürt Selim'i alıp kümese girdiler. İki üç saat orda fiskos ettiler. Ahırı, Alançayırmı, Dosluk Bacasını gezdiler. İleri geri dolaştılar. Sonra düt düt düt gittiler. Onlar gider gitmez ahıra koştum. Musa'dan bir sorayım diyordum. Amma Musa beni kabul etmedi. «Yasak Temel emmi!» dedi. «Bundan keri köyden bir komşu ahıra giremez!» Tepem attı: «Nedenmiş ulan? Kim dedi?» «Emir böyle: Yassak!» «Hele hele?» «Evet, böyle!» Yörüdüm kümese. Hasan'dan sorayım dedim. Beni o da kabul etmedi. «Yasak Temel emmi! Bundan keri köyden hiçbir komşu, hiç bir yabancı, bu kümese giremez!» «Ne var ulan, noluyor böyle?» «Valla bilmem: Emir böyle!» «Kim verdi bu emri?» «Boger Bey verdi, kirtt verecek?» «Hay ben onun avradına!...» Bâçaya zaten sokmuyorlardı amma, hele bir sorayım. Belkim değişmiştir, dedim. Vardım. Kapıda Kürt Selim. Dedim: «Aç ulan!» Dedi: «Nolaeak?» Dedim: «Gezecem!» Dedi: «Yassaktir!» Dedim: «Neye?» 197 Dedim: «Bu emir nerden?» Dedi: «Tâ Amarika'dan!» Baktım kaldım. Bâçada ağaçlar boylanıp hoşlanmışlar. Bir gözel olmuşlar. Kolum gibi, bacağım gibi kalınlaşmışlar. Dallarını yaymışlar. Yaprakları güzel yeşermiş. Aktepe'nin bütün yüzünü, ayna kadar yerini bırakmadan kölgelemişler. Bu yıl meyve olur diyorlardı. Ama göremiyoruz artık. Eskiden de pek göremiyordum amma şimdi temelli göremiyoruz. «Yassak!» deyip kapıyorlar. Kürt Selim'e dedim ki, «Bana bak, sel gider kum kalır! Kendini Amarikanlara, nemi de Ankaraya fazla kaptırıp öz komşularını horlama! Bırak gireyim!» «Yüksekten emir almişim, yassak!» dedi. Geldim Muhtara. Dedim, böyle böyle böyle! Muhtar güldü. Canlı canlı güldü. Acı acı güldü. Sonra dedi ki: «Temeloş, sen bunun yeni mi farkındasın?» «Evet, yeni farkındayım!» Eğdim başımı bir süre. Sonra kaldırdım: «Pekey İzzet, koca köyün Muhtarı İzzet, bu böyle mi gidecek?» «Hayır» dedi İzzet. Bütün gövdesiyle bağırdı. «Amma ham meyvayı koparamam dalından. Ben bu Kızılöz'ün Muhtarıyım. Bir boka kaşık çalacak oldum mu, düşünür düşünür düşünür, ondan keri çalarım...» Ben İzzet'i çok ezelden severim. Sevmesem bekçisi mi olurum? Amma niçin severim? Yani

90


bunun için severim. «Pekey izzet! Akıllı yeğenim, ne yapacaksın şimdi?» «Ben şimdi kalkacam, ahıra gidecem! Sonra kümese, sonra bâçaya... İstersen sen de gel!» «Ne yapacaksın gidip?» «Kapıları zorlayacam.» «Hemen mi gidiyoruz.» «Hemen, on dakka sonra.» Önce ahıra vardık. 795 İzzet dedi: «Aç kapıyı!» «Açamam, yasak?» «Emir veren kim?» «Amarikan Boger...» Geçtik kümese. Dedik Karakizın Hasan'a: «Aç!» «Açamam, yasak?» «Emir veren kim?» «Amarikan Boger!» Geçtik bâçaya. Danacı Arif orda, Kürt Selim orda. İzzet dedi: «Açın kapıyı!» Dediler: «Yassak!» Dedi: «Ne zamandır?» Dediler: «Çok oluyor!» «Emri veren kim?» «Amarikan Boger!» Döndük. Yörüdük biz kös kös kös. Yörüdük beş kurşun yimiş gibi. Yaralı sanki... Okulun hizasına geldik. Camal Oca evindedir herhalde dedik. Kapısını furduk. Meryem açtı kapıyı. İzzet dedi: «Yassak mı?» Meryem güldü: «Yooo!» «Camal Oca evde mi?» «Evde evde!» Girdik içeri. «Meraba Camal Oca.» Camal Oca bir yıkık Camal Oca bir maf! Ben anladım. İzzet de anladı. Dedi: «Hayrola?» Cama! Oca «Hayır değil!» dedi. İzzet «Neyise deral söyle!» dedi. «Ne söyleyim?» dedi Camal Oca. «Hele söyle sen!» «Şimdi nâmertler elinde kaldık!» dedi Camal Oca. «Ankara'nın nâmertleri!..» Masanın üstünde bir zarf duruyordu. «İşte!» dedi. «Beni Bâlâ'nın Karali bucağına verdiler!» «Haydi canım, yok canım!» dedi izzet, küle kirece döndü birden. «Yok canım, haydi canım!...» 199 «Eyi!» dedi İzzet «DemeK Kısa Daca* enam bekileyip seni sürüyorlar, biz de kimseye davacı olamıyoruz?» «İstersen ol!» dedi Camal Oca «Ne etkisi var ki?» Bir sonuç alamazsın ki!» «Neden alamayız?» «Alamazsın Çünkü, bir ilde bir öğretmen! Üc bin beş bin öğretmende bir öğretmen...» «Ben İzzet'e baktım, izzet bana baktı. «Ne zaman geldi bu zarf?» «Bugün!» dedi Camal Oca, «Kaymakamın cipi, cipte iki candarma. Getirip imzalattılar.» «Çekil öğretmenlikten!» dedi İzzet. «Kızılöz'e komşu ol. Gece okulu aç. Arpa buğday, hak

91


toplayıp bakalım sana...» Sıkıldı Camal Oca. «Uuuuuff!...» etti acı acı. Ipıscak soluğu yüzüme geldi. «Uuuuufff!...» Herkesin sevmediği bir uf!... Ben de böyle uf uf derdim de, ağaçların altında sevdiğim avratlar, «Böyle uf deme Temel!» derlerdi. Uf dememi sevmezlerdi. Camal Oca «Uuff!» dedi. «Yaktılar seni Camal Oca!» dedim. «Evet yaktılar... Yaksınlar! Yana yana olacak! Yanmalarımız belleyecek onların anasını!...» İzzet ellerini çırptı, «Uuff!» dedi: «Kerem yandı da ne bok yidi? Neye yaradı yanması?» «Kerem'in yanmasına benzemez bu!» dedi Camal Oca. «Ben gidecem Karali'ye. Ordan da etkili olacağım Kızılöz'e! Ertan Beyle akı karayı daha iyi seçecek komşular...» Muhtar kalktı: «Kapatalım bunu burda!» dedi. «Her şeyi kapatalım. Ahırının kümesinin tâ içine tüküreyim! Bacasının tâ içine tüküreyim! Bunlar çıktı, köyün tadı kaçtı. Gül gibi bir öğretmenden olduk en sonu. Var mıydı bu gidende bir eşin benzerin? Öğretmen lafı geçti mi seni gösteriyorlardı. Ben bu dünyanın tâ içine sıçayım! Gelip giden bö-yük dosların, böyük yardımsevenlerin ağızlarına sı...» Kalktı İzzet. Ben kalktım. Camal Oca kalktı. 200 ya aogru yuruauK. Amma varmadık yakınına, silip geçtik. Kapısında o levha! Türkünen Amarikan bayrakları toka tokaya tutuşmuşlar. Ağaçlar bir gür, gümrah böyümüşler. Danacıyla Kürt Selim, ağaçlara gürbe döküyorlar. Hemi de ağaçlar böyüyor. Böyüdüğü, dalların uçundan görülüyor. Bir yandan da sular ince ince akıyor, diplerini dolanıyor. Toprakta cük kadar ot, çöp, taş yok. Paklanmış, tertemiz olmuş toprak. Hemi de yokarda güneş dökmüş atasını, ısıtıyordu. «Neye yarar, neye yarar?» dedi İzzet. «Ölüye faydası yok, diriye faydası yok! Bizi böyle kara yasa boğdular! Kapısından içeri de sokmuyorlar...» «Bir faydası olur!» dedi Camal Oca. «Elden gelenin öğün olmadığını anlarız. Yalnız biz değil, herkes! Duyan, gören tüm köyler, yoksullar...» «Anlasın!» dedim ben. «Köyler, yoksullar anlasa ne olacak! Köylerin, yoksulların elinde ne var?» «Yok sandığımız her şey, aslında onların elinde var! Yaparsa onlar yapar bir şey!» dedi Camal Oca. İzzet kahrından ölecekti. «Böyle!» dedi Camal Oca. «Daha burdayım! Yaz tatilim başlamıştır. İki üç ay hep burdayım. Okuldan çıkarırlarsa bir eve çekilir, iki üç ay kalırım. Zamanım dolunca, yükümü yükler, giderim Karali'ye. Çekeeer giderim!...» «Pekey yeğenim!» dedim. «Ben de sana, dilimle dudağımın arasından bir 'güle güle' derim. Haydi, güle güle Camal Ocam, güle güle, gözünün karasına kurban olduğum Ocam, güle gü| e!...» 201 5 O OD O YASAKLI KÖY Ben heralda, ahir ömrümde verem olup gide-cem. Yada aklımı çıvdıracam. - Düşünüyorum da, «Ulan Temel!» diyorum, «Bundan önce dünya ne tatlıymış! Ne hoş geçmiş ömrün yata kalka, gözel çirkin avratlarla sevişe sevişe! Kemal Paşa'nın ardında, Kurtuluş Savaşında, uyku dünek uyumadan, ekmek aş yimeden, cünüp olup da dökünecek su bulamadan, kirden pastan öldüğün, kaşına kaşına uyuz olduğun dönemler bile dünya ne tatlıymış! O zaman zabaha kadar kasındıysan, akşama kadar çakmak çaktım düşmana. Bir istekli, bir istekliydin! Zabahları hoplayıp kalkardın yataktan. Şimdi ne bezdin, ne bezdin! Arı canı kadar can kaldı karnında, o da sana yük geliyor, zor taşıyorsun. Komşudan ar etmesen, bu yaşa kadar bırakmadığın köyü bu yaşta bırakıp Ankara'nın yolunu tutacaksın...»

92


Gün oluyor, başımı kaldırıp el yüzüne bakacak cesaratı kendimde bulamıyorum. Bu utanç boğazımı sıkıyor. Avradım Asiye diyor ki, «Temeloş, sen sayıklıyorsun! Temeloş, sen uykuda birisiyle boğuşuyorsun! Temeloş sen ne oluyorsun?» Tabiî Asiye bilmez benim içimi. Hep, hep saklamışımdır. Ben öyle kurt, öyle anasının gözü bir herifim ki, avradım Asiye'den bile saklarım içimi. O böyle sorar sorar, ben de, «Bana anayın dini oluyor, Asiye!» diyemem. Hep içime ata, içime ata, içime kan ile irin dolduruyorum. Bir gün içim taşmaya başlayacak. Öksüre öksüre, kapının önünde kan tüküre tüküre, geberip gideceğim. Ya205 da aklım yayından fırlayıp gidecek. Çıldıracağım. İkisinden biri... Camal Oça'nın üç ayı, gözümüzü üç defa açıp kapamadan geçip gitti. Daha ne üç aylar geçti. Dolanıp dolanıp geçen aylar en başta beni ezip geçti. Sanki bu Amarikan dosları ardıma düşürüp getiren, getirip köyün başına saran benmişim gibi suçlu oldum, kendi kendimi suçlu yaptım. «Niçin daha ilk gün tüfeğini çekip ikisini yıkmadın yere, sen bu köyün bekçisi değil miydin, sen bu kadar yaş yaşamış. Yunan cepelerinde belki yüz düşmanın leşini yere sermiş bir adam, neden bu tevlikeyi sezmedin? Bu köyde bunu sen sezemezsen başka kim sezer, bu köy onurunu, gururunu nasıl yokarı kaldırır?» deye, kendimi yiyip tükettim. Kaç yıl oldu Amarikanlar geleli, kaç yıldır hep aynı dert, aynı aoı! Açı çekiyorsun ulan boyuna! Hem kendin çekiyorsun, hem at gibi, it gibi önüne geleni ısırıp, ardına geleni tepip komşularına da çektiriyorsun. Hasılı, köyün günü zamanı zehir olup gidiyor. Hâlâ gidiyor... Dört yıl bitti, beşe devrildi bunlar geleli bu bahar! Geçen yıl bacanın çevresinde fır döndük. Ulan meyvalar oldu, olacak diyorlardı, belki geçen yıl değil, daha önceki yıl oldu, biz görmedik deye deye döndük. O Kürt Selim, o Kürt Selim ile Danacı Arif! Öz köylülerini susuz koyunlar gibi gölün edirafında dolandırıp da, bir yudum su vermediler. Biten faynapıl meyvalarmdan versinler de, yiyelim mi diyorduk? Hayııır!... Sadece görelim diyorduk. Yani, ne cins bir meyvadır, nasıldır, neye benzer? Yani şöyle yakından bir görmek istiyorduk sade. «Ağaçlar meyvaya dönecek!» dediklerinden beri iki yıl geçti, bir türlü göstermediler. «Emir almişim, yassaktır!» Eh Kürt Selim, bir gün senin fırsatın da benim elime geçer!.. Bacaksız Ertan, o gök gözlü şeytan, köyün ortasına demir attı, kıpırdamadı bir daha. Madenciiiğe çalışıp bebeleri avara etti. Ben dedim ki: «Ulan İzzet, şunu bir daha şikât edelim!» 206 «Aman otur!» dedi İzzet. «Aman sesini çıkarma! Bir şikât ettik Camal Oca'yı sürdüler. Bir daha edersek, ya sen gidersin, ya ben...» Camal Oca'nın yerine bir öğretmen verdiler. Kadın bir öğretmen. Adı da ya Ayten'di, ya Nurten. Kara dudak, kalın bilek bir avrattı. O da kısa boylu idi. Göğsü afattı. İlk gelişinde yarım gün dürdü, okula bir girip çıktı, «Ben gidiyorum,» gitti. On gün sonra bulundu geldi. Yarım gün durdu, bir daha gitti beş gün sonra geldi. Yani toplam yapıp bütün geldiği günleri toplasan, bir ayı, bilemedin bir buçuk ayı zor bulur. Bunu her seferinde güleşçi gibi bir herif getirip götürüyordu tomafillen. Okula bırakıyor, üç saat sonra gelip alıyordu. Yani bizim köyün bebeleri ya çok talihli, ya çok talihsizmiş: Öğretmenlerin ders okutmayanına çattılar! Buckley Beyle Numan Çıragöz'ü üç sefer daha gördük, başka görmedik. Numan Çıragöz yeniden Amarika'ya gitmiş, sıtaş görmeğe. Karısını kızını da götürmüş. Gelirken hepsini bir tomafile doldurup getirecekmiş. Uçağa filân binmeyecekmiş. Amarika'dan Ankara'ya gelen yolu eyi biliyormuş. Buckley Beyi Hindistan'a yollamışlar. Oradaki okulları Pilot Puruca yapacakmış. Amarikanın Türk'ten sonra ikinci dostu Hindistan'ı kendilerine eyice bağlayaçaklarmış. Olanlar 4 K Dana Kulüplerine, Düve Kulüplerine oldu. Ekip diktikleri kurudu. Öğretmenler soru sual etmiyorlar. Babaları dersen hiç ilgilenmezler aslında. Boger Bey de seyrek gelir gider zaten... Ahırla kümesi dersen, onlar geçen yıl söndüler. Amarikan tavuklarını uçaklarla geri aldılar, Oraya iğnelenmeye giden danalar eyileşip geri geldiler. İki üç hafta ötekilerle birlikte

93


hastalanıp ölüverdiler. Tuluğ aşa, «Ahıra yerli dana, kümese yerli tavuk koyalım,» dedi, komşular dana tavuk vermediler. Hemi de Amerikanlar, Musa'yla Hasan'-m aylıklarını kestiler. Kümesin kapısı, ahırın kapısı, kafesleri duruyor amma tadı yok artık! Bu yüz207 den heralda, Boger Bey ahıra kümese, dahi köy içine uğramıyor. Şimdi Amarikanlar hep bâçaya, hep bâçaya gelip gidiyorlar. Uzaktan bakıp görüyoruz. Gövdeleri eyice kalınlaşan ağaçların dibine gürbe, ilâç, kireç döküp karıştırıyorlar. Suyunu filân eksik etmiyorlar. Sulama, çapalama, bakma... derken bacanın işleri çok böyüdü. Musa'yla Hasan'ı gene aylığa bağlayıp bâçaya aldılar. Şimdi bâçada çalışıyorlar. Otunu ayrığını yoluyorlar. Keseğini kırıyorlar. Akşamları da birer gün arayla gece löbe-dine kalıyorlar. Gezinip duruyorlar tellerin dibinde. Danacı Arif bir köpek besliyor. Gelene geçene ürdürüyor köpeği. Beline bir de tabanca asmış, millete gösteriş yapıyor. Elinde zaten bir tüfek vardı. Selim'de de bir tabanca. Sanırsın dürzüler hazine bekliyor. Ara sıra Hasan'ı yada Musa'yı durdurup soruyorum: «Ulan bu Kürt Selim'le Danacı Arif temelli Amarikan finişi oldular! Biz sormuyoruz, onlar söylemiyorlar, amma gene siz bizdensiniz, aldığınız üç kuruşu önemseyip susmayın! Söyleyin, ne olup bitiyor! Gelip gidiyorlar da neye hic köy içine girmiyorlar? Neye köyün resmî Bekçisi olduğum nalda ben, Muhtarı olduğu halda İzzet, hâlâ bâçaya giremiyoruz? Nedir bunun sebebi?..» Susuyorlar. Bok yemiş bülbül gibi ya susuyorlar, yada lâfı sapıtıyorlar. Hasan zaten zerhoşun biriydi, temelli zerhoşladı. Musa'ya da bir sinir geldi, karıyı kızı iki güne bir zopadan geçiriyor. Ne olacaz, bu belâdan nasıl çıkacaz, bilmiyorum? Eskiden olsa, Camal Oca'ya giderdik. Konuş derdik, konuşurdu. Şimdi kime gidelim? Ertan ile Nurten, bebelere bile bir şey söylemediler. Bize ne söylesinler? Haydi bu Ertan'ı at aşsa, sil hesaptan, şu Nurten bari has çıkaydı! Hiç olmazsa köyün avratlarına konuşaydı! Ne gezer? Bir gün İzzet'in Şerfe, bir tepsiye iki bazlama, bir tas yoğurt, bir tas bekmez koyup öğlen zamanı okula varmış. Yağlı kâatlara, naylonlara sarılmış azığını yiyormuş. İzzet'in Şerfe'ye, «Ne 208 istiyorsun Hanım?» deye sormuş. Şerfe'de «Hoş-geldine geldim, biraz da yoğurt getirdim sana.» de-$ miş- Yüz vermemiş hiç! «Götür götür götür! Yoğurt filân istemem, götür!» demiş. Tavuk kişe-ler gibi elini de sallamış şöyle.. Amma Şerfe, bu takar mı? «Dur hele bakalım, Nurten Hanım!» demiş, «Biz seni köyümüzün hocası biliyoruz, bebelerimizi yolluyoruz. Yapma bakalım böyle. Evlerimize buyur. Kadınımız kırımız gelirse tersleme, bu köylüyle geçin sen...» demiş«Yok!» demiş bu. «Zeki Bey beni buraya altı aylığına yolladı. Ankara'nın ortasına, Cumuri-yet okuluna alacaktı, bir yıl geçti, almadı. Tatilden sonra gelmeyecem. Durmayacam ki köyünüzde, ne karışayım içinize?» Öğretmen varmış, öğretmencik varmış, şimdi anladık! Ertan'ın, Hacı Kadirgille arası bek sıkı. Her gün bir habarları dolaşıyor köyün içinde. En son duyduk ki, Ertan Melih Beye mektup atmış, «Heralda bir gelmen eyi olur, köyde önemli işler oluyor!» deye. Melih Bey de, «Olur, bir fırsatını buiup geleyim.» demiş. Şimdi gasil gasil onu gözlüyorlar. Ertan, Hacı Kadir'in bir oğlunu madenin başına çavuş dikti. Maden harıl harıl işiiyor. Kamyonlar ocağa boş gidip dolu geliyor. Yol tozup duruyor. İşçilerin avuçları patlıyor kazma sallamaktan. Amma paralarını da alıyorlar. Günlükleri dokuz liraya çıktı. Vergi kesmeseler daha çok geçecek. Aydan aya birer sefer toktur gelip elden geçiriyor işçileri. Böyle bir iş tuttu Ertan Bey!.. Diyor- -lar ki, «çok zengin oldu.» Demeseier de ortada, görüyoruz! Çevre köyler bizi kıskanmayı hâlâ bırakmadılar. Bir lâf, bir lâf ovanın ağzında! Her gün bizi konuşuyorlar: «Gözelöz'ün insanı lort oldu! Paralar şıkır şıkır! Ekini dikini gevşettiler. Amar(1<an aylığı, maden günlüğü... bacaları da yetişti, oh oh oh!» deyip duruyorlar. Pireyi deve yapmada, ak 209

94


koyunu içi dolu yağ sanmada bizim milletin üstüno bir millet daha var mı, bilmiyorum? Tavuklardan cücüklerden ötürü çok dile düş- | tuk. Bir Dilkiburun yetti bize. Amma o yarenlikler tavsadı artık. Yumurtaların bomboş çıkmasına, danaların ölmesine sebep köyün havasını suyunu gösterdiler: «Amarika'nın havası başka, Gözelöz'ün havası başka! Zaten Gözelöz'ün havası çürüktür, insana bile dokanır...» dediler. İzzet kalkıp Kaymakama gitti. Bâçaya bizi sokmayışlarının asıl sebebini sordu. «Köyün kendi hüdütleri içinde bu nasıl iştir, bunu bize nasıl yaparlar? öğrenmek istiyorum!» dedi. «Onun orasını ben de bilmiyorum! Bildiğim, onlar bu bâçayı sade sizin köye değil, bütün Türkiye'ye örnek yapacaklar. Sizin bir zararınız yok bu işten. Farzedin ki orası gene tepedir. Sabredin. Bizi de sokmuyorlar. Pilot Purucanm çekemeyeni çok. Dedikodu yapılıyor. Hiç çaktırmadan gazeteciler gelip gidiyor...» demiş Kaymakam. Duyduğumuza göre Ankara'daki Amarikanla-rın kimisi değişmiş. Boger Bey epeydir gelip gitmez oldu. «Bunlar böyle gelip gitmeyi gevşettiklerine göre yarın temelli unuturlar Biz de Danacs Arif ile Kürt Selim'i paklarız Bâçasıydı, ahırıydı, gözel gözel girip çıkarız, hemi de bakarız ağaçlarda ne var, ne yok...» deye bir avuntu bulduk kendi kendimize. Böyle birkaç gün daha geçirdik. Sonra birden Boger Beyle karabıyık Canata Bey çıkıp geldi. Tomafili caminin önüne sürdüler. Boger Beyin yanında Nancy karı yok. Nancy karı çoktandır görünmüyor. Belki o da değişti. Göbeğinden aşsa pantolunu sarkmış Boger'in. Elini cebine sokmuş. Ağzında piposu. Kokuta kokuta bize yanaştı. Birkaç komşu vardık. İzzet'i de bulduk. Başladı lanluna. Ben İzzet'e göz ettim: «Ne dersin, biz de onların yaptığını mı yapalım, yoksa adam adam alalım mı eve?» İzzet çiğnini çekti Bir kızdım İzzet'e ki, «Ulan İzzet, ulan İzzet! Neye böyle çiğnini çekersin tam 210 ışın L/iv^ıvıcnuıyı öncir Dır işaret ver ae, ona gore davrantımız! yapalım!» Neyse, bir daha sordum ben buna gözümle. Gene çiğnini çekti. Eee, Muhtar dururken. Bekçi buyrun çeker mi konuklara? Çekmez! Ben de yumdum ağzımı. Boger Bey lanlunu sürdürdü: «Sevgili dosla-rım... Size konuşmak istiyorum. Buraya gelmekten amacım budur...» Barışmak istiyor heralda. Heral-da yaptığı yanlışlığı anladı sonunda. Haşşöyle, gel bakalım, gel de sahibini tanı biraz, haşşöyle!.. «Konuşmaktan maksadım da, kısaca, ben memlekete geri gidiyorum. Buradaki görevim sona erdi. Türkiye'de geçirdiğim zamandan çok memnunum. Sizlerin yardımlarınızı asla unutmayacağım...» Canata Bey çeviri yapıyordu. Biz de dinliyorduk. Birden İzzet kulaklarını dikti. Bakıştık. «Gidiyor!..» Bakıştık. «Heralda öyle söyledi... Heralda gidiyor...» Hemen aklıma bâça geldi. Dedim , içimden, «Aman çabuk git! Aman güle güle git! Aman tür daha gelme! Hemi de şu ahırı, kümesi, mutfağı, gazinoyu yüklen bir gün önce git...» Dedim amma, içimden dedim. Dışımdan sükût! «Burada bizim yaptığımız, Türkiye ölçüsünde bir denemedir. Deneme yapan insan çok sabırlı olmalıdır. Denemeler hiç başarı göstermez bazen. Bazen işler çok umut kırıcı olur. Üzülmenin faydası olmaz. Bizim bu Puruca da öyledir. Evet benim içten inancım şu ki, bu Puruca sonunda çok başarılı olacaktır. Bugünkü aksamalara bakmayın. Yarınki parlak sonuca bakın asıl. Ben şimdiden her şeyi çok berrak bir şekilde görüyorum. Başarı mutlaka sizinle ve bizimledir. İnancı zayıf olanlar denemelerden başarılı çıkamaz. İnanıyoruz, başaracağız!» İzzet'e bakıyorum hep: «Ne diyor bu dürzü, anlıyor musun?» İzzet de bana bakıyor: «Boşver, konuşsun bakalım...» Epeyce konuştu. Türk-Amarikan dosluğunu göklere çıkardı biraz. Biraz bizim köyün gelişmesini saydı döktü. Barış dedi, dosluk dedi, komünisler 211 var dedi, çok Kızanı uuymauıyımı^, aıııaıııau<ynuı<. çok şey dedi. Uzattı. Amma ne kadar uzatsa, bir yere getirip kes'Li. «Well...let's shake hands!» Tokalaşmaya başladı milletle. Demeyecektim, gene de demeyecektim amma, ağzımdan kaçıverdi: «Pekey, bâçayı da alıp gidecek misin Boger Bey?» Canata Bey çok kızardı. İkisi bakışıp lanlun ettiler. Sonra Boger Bey bana o(öndü: «Her halda şaka yapıyorsun Bay Temeloş!» dedi. «Bu bâçâ bizim değil, sizin!..»

95


«Neden kapısına bekçi koydunuz, kilit turdunuz? Bizi de içine sokmuyorsunuz?» «Haa, o bir denemedir. Deneme yapılan yere herkes giremez!» Yörüdü biraz. Ben gene o deyillikten sordum: «Heralda yakında gene geleceksin, kaç güne gelirsin?» «Ben artık gelmiyorum. Ben üç ay izin yapıp, sonra...» Bir yer dedi, anlayamadım. Anlayamadığımı görünce bir daha dedi: «Ben üç ay sonra Camayka'ya gideceğim. Orada çalışacağım...» Demek bu sefer de orayı dosiaştıracak! Dünya'nın tümünü doslaştıracaklar böyle böyle... «Münasip münasip!» dedim. «Hemen git!...» «Well... bizim her yerde görevlerimiz, sorum-¦ larımız var. Amarika, tecrübelerini doslarına dağıtmaktan zevk duyar!» Böyle deyip biraz kabardı. «Boger Beyim, sen gidince bu bâça söner valla! Tabiî gene sen bilirsin amma, buna bir çare düşünsen fena olmaz. Ne de olsa yabancı ağaç bunlar. Bakımını, çap,mini biz bilemeyiz. Willy Bey dersen, o da yok meydanda. Tabiî merak ediyoruz.. Sen gene bizim kusurumuza bakma...» dedim. Bu sefer bir şey demedi. Yörüdü. Tomafiiine bindi. Karabıyık Canata'yı da bindirdi. Ağır ağır sürdü. Tomafilin yanı sıra yürüdük. İzzet hiç konuşmuyordu. Sade ben konuşuyor, ben soruyordum: «Yolouluk ne zaman?» «Yakında... On gün içinde gideceğim.» 212 »Locııuuyauaıı yıuciünı Lauıı. uanaiarm geldiği yoldan! Gününü bilsek de uğurlasak...» Adamı böyle işlete işlete uğurladık. Bâçaya bir göz attı giderken. Ardından güldük. İki gün geçti, Tuluğ Paşa bulunup geldi. Yanında ince boyun, nohut burun bir kız. Cam gibi bir enterinin içinde. Tomafilini köy içinde durdurdu. Endikten sonra bir süre baktı bize. Kız baktı, biz baktık. Tuluğ Paşa hemen tanıttı sonra: «Kızım Seher!» dedi. «Amarika'dan yeni geldi. Gözel-öz'ü kendisine çok anlattım. Merak etti. Ben de alıp geldim.» Kızına döndü: «Bak cicim, bahsettiğim halk filozofu işte budur. Adı Temeloş!» Haydaaaaa!.. Köyün içinde bize bir ad daha armağan etti. Halkçı filozof... ne demekse! Seher Hanım hemen sokuldu bana. Elini uzattı. Toka ettik. Ipıscak, yumuşak eli var. Bir süre bırakmadım elini, hazır elime geçmişken. Kaymak gibi kız. Amma bizimki bizden geçmiş. Geçmeyecekti de... Tabiî, ne kadar tutarsın bir kızın elini babasının önünde? Birez tuttuktan sonra bıraktım. Tatlı kızdı. Gözel kokuyordu. Ben avrat milletinde böyle gözleri, böyle kokulan severim. Hemi de böyle eli yumuşak olanları... Neyse! «Gidip bir yere oturalım. Böyle dikilecek miyiz?» dedi Paşa. İzzet öne düştü ister istemez. «Babacım, hanımlarla tanışacak mıyız?» «Tanışacaksın cicim, sabret!» dedi Paşa. Yörüye yörüye İzzet'in eve vardık. Ali odun yarıyordu avluda. Dudu'yla evleneli süngüsü düşmüştü. Nacağı cansız cansız furuyordu söğüt kütüğüne. Yokarı çıktık. «İki gün sonra Boger Bey için bir ziyafet var Ankara'da. Köyden on komşu çağrılıyor. Böyük ziyafet olaoak. Aranızdan on kişi ayarlayıp gelin...» Hemen bildim bunun ne ziyafeti olduğunu. Ayrılıyor ya! Amma kim gider bizim köyden? Bu Paşada hiç kafa yok heralda! Ne yüzümüzden anlıyor ne gözümüzden. Ne de bizi oraya buraya 213 sürümekten geri Kaı;yor. usne yem ı^.c. av«v-~.x köyün başına deye ödüm sıdıyor. Dudu gelin girdi, hoşgeliş filân etti, el öptü. Dudu'nun yüzü gözelleşti gelin olalı. Gök gök de gözleri var. Bu gözellik durur bir iki yıl. Dahi, daha da gözel olur. Süzme bal gibi parlar yüzü. Sonra yavaş yavaş buruşur. Yani birden buruşmaz. Her gün birez birez buruşur. Dudu'nun ardı sıra İzzet'in avrat geldi. O da hoşgeliş etti. Sonra Dudu'yu ayran çalkatmaya yolladı konuklar için. Dudunun ardı sıra Seher Hanım da kalktı. «Gidip bakacağım!» dedi. Dudu'nun da elinden tuttu hemen. Sıcak kanlı bir kız. Hem gözel, nemi sıcak kanlı olunca kahrı çekilmez mi dünyada? «Bu işler neden böyle bozuk Paşam?» dedi izzet. «Evimizin üstünde canını sıkmamız doğru değil amma, kusura bakma, merak içindeyiz!» Şapkasını çıkarıp kafasını kaşıdı Paşa: «İşler bozuk değil Bay izzet, kim diyor bozuk diye?»

96


«Görüyoruz gözümüzle!» dedi İzzet. «Her şey ortada! Tavuklar cücükler bir hayır etmedi. Danalar düveler öldü. Bâçayı dersen, onun da kapısından içeri giremiyoruz kaç yıldır... » «Bunu size bin sefer anlattık Bay İzzet!» Bu Paşanın «Bay İzzet, Bay İzzet» demesine de sinir oluyorum. «Bekleyin bakalım! Umudunuzu birden yitir-meyin! Bir terslik var işin içinde, kimse bilmiyor. Mühendisler, uzmanlar gelip gitti. Raporlar, telgraflar yazıldı. Bir çare bulunamadı. Halbuki ben bu ağaçları bilirim. Meyvadan dalları kırılır bunların Amarika'da!.. Burda olmadı, çok hayret!..» Demek bacanın işleri tüm bozuk? Pekey düzgün yanı yok mu bu işin? Bir maden!.. Gözel çalışıyor! Bir de moturlar eyiydi. Onların da son zamanda orası burası kırıldı. Hemi de gençler osandılar mı, yoğsam utandılar mı, boşlayıverdiler. Gazinoyu dersen, varan yok, soran yok. Mutfak ke214 laycılar orda yatıp kalktılar guzun. ıu)ca ovaua mâçup olduğumuzla kaldık işte... İzzet başını dikti yere, koyu koyu düşünüyor. Paşa da sık sık başını kaşıyor: «Gene siz köyün öne gelir adamlarısınız. Gelip gidenlere söyleyip yaymayın. Bir çare bulunur işallah. Yani benim bu tersliğe aklım ermiyor. Boger Bey gidiyor Camayka'ya, yerine yenisi gelecek. Diyoruz ki, beş on uzman isteyelim, gelip eyice baksınlar...» izzet soludu: «Bunu uzatıp sürdürmeye nü-züm yok Paşam! Bizim neyimize Amarikan danası, tavuğu, hemi de meyvası? Köyümüzde olanla geçinip gidiyorduk şimdiye kadar Gene geçinip gedelim.» «Yok!» dedi Tuluğ Paşa. «Yılmak olmaz! Uğraşıp başarmak şart! Amarika'da olan burda neden olmasın? Ben diyorum ki, belki ağaçlar sizin toprağı sevmedi...» Öfkemden titremeğe başladım: «Hayır hayır, bin sefer hayır! Bu sözünü şiddetle reddederim! Bütün başımla, gövdemle reddederim. Asıl bizim toprak bu ağaçları sevmedi Tuluğ Paşa! Sen ettiğin lâfı biraz düşün...» dedim. Elimin ayağımın titremesinden konuşamadım. Amma çok yüksek bağırmışım. Münakaşayı kavgaya çevirmeyelim deye izzet lâfı değiştirdi: «Melih Bey nerelerde? Hiç habarını alamıyoruz?» «O, biliyorsunuz, İstanbul'da oturuyor. Ara sıra gelir gider amma, ben görmüyorum.» «Yakında bizim köye gelecekmiş deye duyuyoruz. Bizim Ertan Oca mektup yazmış da, geleyim deyesiymiş.» «Ertan akıllı çoouk, çok takdir ediyorum.» İzzet gene derin derin soludu. Sanki ondan Ertan'ı soran var nasıl çocuk deye! Tuluğ Paşa kaykıldı arkasına: «Efendim, ben bu işleri daha esaslı takip ederim amma, Mencilis-teki işler bırakmıyor. Sonra, bu yıl seçimleri de ye215 ma üzülmeyin. Bir çare bulacağız. Sizden istediğimiz sabır...» «Sabrediyoruz zaten.» dedi İzzet. Dudu gelinle Paşanın Seher, ayranları getirdiler. Güle güle bir kahyor Seher. Neye gülüyor, neden gülüyor, anlamıyorum. Ayranları içtik. Bir bardak da bana düştü. Tuzluca yapmışlar. Yudum-laya yudumlaya içtim. Üstüme bir sıkıntı geldi. Alnım boynum terlemeye başladı. İçimden dedim ki, şunlar kalkıp gitseler... Amma kalkıp gitmediler. Babası oturdu, kızı oturdu; Şerfe'yi, Duduyu da oturttu, başladı Amarika şöyle, Amarika böyle, anlatmaya. Bücür bücür konuşuyor. Amarikan dilini eyi biliyormuş. Babası kurula kurula bir kalıyor. Canım çok sıkıldı. Değneğimi alıp kalktım. «Nere gidiyorsun?» deye sordular. «Kıra bayıra bir bakacam» dedim. Ondan keri dediklerini dinlemedim. Çıktım dışarı. Koşar .gibi attım kendimi tarlalara. Tâ yokarlara, bayırlara çıktım. Ekinler eyi kötü böyüyor. Aralarda sevişen, eşinen keklikler. Uçuşup kalkıyorlar ben vardıkça. Kaplumbağalar habire

97


tokuşuyorlar. Canlıların durduğu yok yeryüzünde, habire sevişiyorlar!.. İnceden bir yel... Tarlalar dipli dipli dalgalanıyor. Çektim içime kırların kokusunu. Sonra oturdum bir tümseğin başına. Değneği çeneme dayadım. Düşünmeğe başladım: «Bırak istersen şu bekçiliği Temeloş!» dedim kendi kendime. «Amma bırakacak sıra değil. İzzet bile bırakmadı muhtarlığı. İşin civcivlendiği sıra, bırakmanın yakışığı yok. Eyisi mi, biraz daha sürü bakalım!» Orada öy!e kaldım. Sanki uyumuşum. Uyuyup korkulu bir düş görmüşüm. Epey vakit geçmiş. Baktım, caminin yanında bir kalabalık. Paşanın tomafili yörüdü. Gidiyorlar, dedim. Tozutarak gittiler. Ben de kalktım oturduğum yerden. Ağır ağır indim aşağı. Izzet'e baktım, gitmiş. Akşam oluyor. Ben de kendi evime gittim. Asiye bulgurlu madımak bişir216 ,u&)u,ı. iick.Ii laıııış. içicimin yoktu amma, yirim dedim gene de. İzzet bana dedi ki: «Sen de gel Boger Beyin İl ziyafetine. Hacı Kadir geliyor. Ertan Oca geliyor. Meydanı boş bırakmayalım...» «Gitmem!» dedim. «Gidip oturmam zufraları-na!» «Hele hele?» «Kesin gitmem!..» Irafık'le karısını ayarlamış İzzet. Şerfe'yi de alıyormuş. Altı yedi kişi gidecekler böyle. Ankara'dan tomafil gelecekmiş. İzzet saç traşı oldu. Karısı geysi yuyup yamadı. Herkes kendine bir düzen verdi. Caminin önüne toplanıp tomafil beklemeğe başladılar. Onlar beklerken, bir ufak tomafil çıkıp geldi. İçinde Melih Dalyan. Ni karı da yanında. Hiç eksik olmuyor zaten. Öylece geliverdiler. Göbeği, başka yerleri hep böyümüş Melih Beyimizin1. Avrat da eskisi gibi etli butlu maşallah! Yiyip yiyip yatıyorlar. Sarmaşıp alt üst oluyorlar. Sonra ısıcak suların altına durup gıcır gıcır yıkanıyorlar. Dert yok, tasa yok. Helbet her yanları böyüyecek. Dünya onların... Dünya bize çalışmıyor, onlara çalışıyor. Neyse!.. Atlayıp indiler hemen. «Selâm...» «Aleykümselam...» Şüfer arabayı tâ söğütlerin altına çekti. Tozunu sildi, yıkadı. Biz de, bir eve gidip oturalım diyorduk. Melih Bey, «Ertan'a habar verin, onunla konuşacam!» dedi. Köyde Ertan'dan başka-insan yok heralda! Okul kapalıydı. Ertan da madenin yanma gitmişti. Kamyonlardan biriyle habar saldık «Erian gelene kadar köyü dolaşalım. Tesisleri görmek istiyorum...» dedi. Ben, tesis ne ki? deye düşünürken, «Bâça, yani bâça noldu, ahınn kümesin durumu nedir?» deye açıklama yaptı. «Ahırı kümesi geç Beyim!» dedi İzzet. «Oralar vızılar sinek şimdi! Tuluğ Paşa 'yerlilerden dolduralım içine' dedi amma komşular mal vermediler. 217 görebilirsen gör...» «Ne demek görebilirsen gör?» «Bekçiler kimseyi sokmuyor...» «Bizi de mi sokmayacaklar?» «Yerüysen giremezsin!..» «Nasıl yerli, yani ne demek?» «Temsil, dilin yerli...» «Böyle saçma şey olamaz!..» «Gidelim de bir sına.» «Gidelim!» dedi. Kalktık. Melih Beyle Ni Hanım önden, biz de arkadan yürüdük. Orası burası, sonra bâçaya vardık. Danacı Arif ile Kürt Selim kulübede oturuyorlar. Hasanla Musa oralarda yok. Belki de bacanın içinde çalışıyorlar. Melih Bey kapıyı bir itti. Amma kitli arkadan. Selim'i çağırdı, «Gel aç kapıyı!* dedi. Selim geldi: «Nolacaktir açip?»

98


İzzet, «Melih Bey gezecek!» dedi. Selim: «Açmazem, yassaktir!» dedi. «Ulan Selim, Melih Bey gezecek...» «Boger Beyden emir almişim, açmazem!» İzzet, Melih Beyin yüzüne baktı: «Açmıyor işte!» «Bana bak, aç kapıyı!» dedi Melih Bey. «Açmazem, yassaktir dedim...» izzet, «Bizim Aktepe'nin yeri Dosluk Bâçası oldu diyorduk, meğerim sade Amarikan Bâçası olmuş, baştan bilemedik!» dedi. «Bildik amma, bizim bildiğimiz öneme alınmadı!» dedim ben de. Melih Bey düşündü: «Emir almış bekçiyle uğraşılmaz, emri verenlerle uğraşalım!» dedi, bıraktı. O sıra Ertan Bey geliverdi. Başına bir hasır şapka geçirmiş. Gözlerine kara gözlük takmış. Hemen Melih Bey, Ni Hanıma toka etti. «Bâçayı görecektik, yasakmış!» dedi Melih Bey. 218 L.uaıı yuıuu. uiaocmuı:» y dan başka kimse giremez!..» Melih Bey dönüp yörüdü. Ardından biz de yörüdük. Ertan Beyle okula gittiler. Okul tatil olalı bacasında olar bitmiş. Camal Oca'nın diktiği ağaçlar sulanmıyordu. Bir bakımsızlık, bir ehmal her yerinden besbelliydi. «Biz biraz konuşalım Ertan'la!» dedi Melih Bey. İçeri girdiler. Epey konuştular. Amma ağaçları mı konuştular, madenleri mi konuştular, bilemiyorum. Ni Hanım bizimle dikeldi dışarda. Sonra şü-ferin yanına gitti. Tomafilin kapısını açıp oturdu. Çok sonra Ertan'la konuşmayı bitirip çıktı Melih Bey. Bize el bile sallamadan tomafile binip düüüüüt, gitti. Bunların insanlığına bir daha sinkaf ettim. Sade ben değil, ordaki yekûn komşular sinkaf ettiler tüm... Sonra öteki tomafil geldi. Boger Beyin ziyafetine gidecekleri götürdü. Gitmedim. Gidenler gece yarısı dönmüşler. Tabiî ben uyumuşum. Ertesi gün İzzet'i gördüm. Olup bitenleri bana da İzzet anlattı. Ankara'ya varınca bizi azcık selbes bıraktılar Gezin tozun dediler. Dedim kendi kendime ki, ne anlarız biz gezip tozmadan? Bize aynı arabayı, Canata Beyi, hem,; de şüferini verdiler. Önce Çankaya tepesine çıktık. Oradan her yer ayağının altına geliyor. Koca Ankara bir gürültünün içindeydi. O tepeyi hep ağaçlamışlar. Yolları asvalt yapmışlar. Her yer tertemiz. İreysicumurun yattığı yeri dışardan gördük. Atatürk'ün nutuk hazırladığı masayı, kitap okuduğu koltuğu gördük. Sonra gidip Atatürk'ün şimdi yattığı tepeyi gezdik. Böyük yapı Anıtkabir! Bizim köyü, nemi de Avdan'ı, Yenice'yi yutar ırât ırât. Tâ o kadar büyük. Sonra İstasyondan geçip Ulus Alanı'na çıktık. Oe-beci'ye geldik. Sonra gene Amarikanların binasına vardık. Kâattan bardaklarda bize sütlü gayfe getirdiler, içtikten sonra, 'şimdi de sinema göstereoez' 219 UC7UII17I. l taliyi r\CtlClili^ ugoıaunuı sir tarlaları. Donuz enikleri. Donuzlara misir verip beslemeleri... Hemi de kocaman memeli inekler! Amarika'ya gittiğimizde de gördük bunları. Faynapıl ağaçlarını gösterdüer sonra. Ağaçların ayva gibi böyük meyvaları var. Evet, ağaçlar bizim bacadaki ağaçlar, tıpkısı! Tıpkısı amma bizimkilerde meyva yok! Demek bunların böyle böyük, hemi de lezzetli, hemi de çok kıymatlı meyva verdiği doğru. Amma bizimkilerin vermediği? O doğru değil mi? Sinemada, bir kadının makinede geysi yudu-ğunu bir adamın bazarda danaları sattığını gösterdiler. Sonra bir ormanın içinde avcıların geyik avlamasını, hemi de uçakların havadan yangın söndürmesini gördük. Irafik'in karısı, «Kız, bunlar bizim bindiğimiz uçaklara hiç benzemiyor!» deye bağırmasın mı sinemanın ortasında! «Bizim uçaklar koccamandı!..»

99


Lanlun edip gülüştüler... Sinema bitince bizi başka bir salona geçirdiler. Oraya başka beylerin arasında Boger Bey geldi. Bizimle toka ettiler. Hal hatır sordular. Cana-ta Beye eyi olduğumuzu söyledik. Onlar da «Fayn!» dediler. Akşam olmadan bmanın içini hep gezdirdiler bize. Ankara'nın göbeğinde böyük bir yapı: Gez gez gez bitmiyoor. Bir binadan ötekine geçiliyor. Her yer cam cam cam! Dünyanın camı! Hemi de gündüz bile alektrik yakıyorlar. Tabiî para bol adamlarda. Para bol olunca, idara iktisat bilmiyorlar... Akşam başka b«r binaya geçtik. Yimek salo-nuymuş. Uzun uzun masaların üstüne tabakları dizmişler. Böyük ziyafet hazır olmuş canım! Tam oturacağımız sıra benim avrat dedi: «İzzet ben sıkıştım, donuma kaçıraçam!» Aynı dert benim de basımdaydı. Kime dersin bu derdi? Hemen Tuluğ Paşaya koştum. Çekip bir köşeye, dedim böyle böyle.. Dedi: «Çok kolay! Hemen aldı beni, benim avradı, ayakyolunun bulunduğu yere götürdü. Bunların ayakyolları da bir mesele ya! Bereket, daha önce220 ra ben girdim. Su kolunu çekip temizledim. Derken bizim komşular löbete durdular kapıda. Sabunlarla ellerimizi yuduk. Kâatlara sildik. Bu noktaları fena değil. Temizlik cihetine dikkatleri eyi. Gelip masanın kıyısına iliştik. Gelen geldi, dolan doldu. Ankaralı, Amarikalı beyler hep... Kaymakam Vahit Beyden tut, bizim Valiye kadar, daire müdürleri, paşalar, hepsi... Şişeleri de açtılar. Tabiî biz içki kullanmadığımızı, domuz eti yimediği-mizi en baştan söyledik. Peynir, domates, patates şurup, şerbet, marul idare ettik eyi kötü.. Yime içme sırasında Melih Bey, Amarikan Boger Beyi bir köşeye çekti. Ertan Beyi de çağırdı bir ara. Yanlarında uzun boylu bir Amarikan bey daha vardı. Epeyce bıdırdaştılar. Tabiî, oturduğum yerden ne bıdırdaştıklarını duymadım. Hemi de duysam ne anlarım? Amma kalbimden dondurdum ki, bâça davasını konuşuyorlar. Bir ara Vali Beyle Kaymakam da varıp konuşmaya karıştılar. Yime içme geç vakte kadar sürdü. Millet baya zerhoş oldu. Nutuk söylediler. Türkü söylediler. Dans oyunu oynadılar. Hususi çalgıcı tutmuşlar. Bir ara ben dedim, «Bizi bırakın artık, gidelim!» «Hele gidersiniz, hele erken...» Genç vakit oldu. Ertan bir içkici, bir selbes onların yanında! Salıversen bir günün içinde tam Amarikan olup çıkacak! Geçten geç Boger Bey yanımıza geldi. Teker teker bizimlen toka yaptı. Bize birer dene foturafını hediye etti. Biz de kendisine, «Uğurola, güle güle!..» dedik. Bâça lafını, Pu-ruca lâfını hiç açmadık. Açsak ne faydası olacak? Adam gidiyor... Tomafili çektiler altımıza. Hastane arabası gibi düdük öttüre öttüre bir solukta Dışkapı'ya çıktık. Amarikan arabası geliyor deye öteki arabalar kıyılara çekiliyor korkularından. Sonra Esenboğa yoluna düştük. Bir cara içimi geçti geçmedi, yol ayrımına geliverdik. Derken köy! Bacanın bekçi kulübesinde lamba yanıyordu. Köy mışıl mışıl uyuyordu. Gelip seni uyaracaktım bunları anlatayım deye, 221 L/U9VCI, LOUCIII aiiid /AUcJccl 9, y be mi gidecez hemen?» dedim. Boger Beyin ziyafeti böyle oldu. İstersen bir de Ertan Beye sor, Bay Kadir'e sor... Ne sorayım? İzzet'in anlattığı yetti. Bizim işler böyle gidiyor. Hemi de böyie gideceğe benziyor. Bizim tasamız çok, amma Amarikanların tasası daha çok. Yani geliyorlar gidiyorlar, ağızlarını bıçak açmıyor. Boger Beyin yerine Vayt deye biri gelmiş. Çıktı geldi ardına dört beş adam düşürüp! Bâçayı, ahırı, kümesi gezdi. Sert adama benziyor. Ne gülüyor, ne sırıtıyor. Uzun boylu, incedalan. Gözlüklü. Tabiî bu da Türkçe bilmiyor. Gene karabıyık, boynu kelebek Canata Bey çeviri yapıyor. Sonra kâtibine söyleyip yazdırıyor. Böyle epey sorguya çektiler milleti. Herkese bir şey sordular, bekçilere, İz-zet'e komşulara, bana sormadılar. Tomafile binip gittüer.

100


Kürt Selim kapıyı sımsıkı kapattı onlar çekilip gidince. İki üç gün geçti. Üç mühendis geldi. Üçü de Amarikan. Yanlarında bir Türk. Çeviri yapıyor. Mühendisler kocaman çantalarını açıp akşama kadar çalıştılar bâçada. Ağaçlara baktılar, toprağa baktılar. Toprağı eşip köklerine, beş on tanesinin de kabuklarını yarıp damarlarına baktılar faynapılların. Tokturlar hasta bakar gibi, baktılar. O gün gidip ertesi gün gene geldiler. Onların böyle gelip gitmesi bir hafta sürdü. Bir gün de Tuluğ Paşa geldi onlarla. Sokuldu koltuklarına, bıdırdaştı biraz. Bizden köyün yağış durumunu, soğuk durumunu sordular. «Yağışımız yelimiz gayet eyidir, işte kendi ağaçlarımız meydanda! Eriklerimizi, armutlarımızı görüyorsunuz!» dedik. «Biz yağış irecimini soruyoruz.» dediler. Bizden gün, gün ay, ay, yıl yıl, yağış sorarlarmış, nasıl biliriz? Aklımız tevter mi? Tuluğ Paşa dedi, «Tarım Bakanlığı Meterosundan sorarız... «Sorun! dedik... 222 unlar böyle yerde çalışırken havada uçaklar döndü. Yerin karış karış foturafını aldılar. Bir denesi de eyice alçalıp bacanın üstüne ağaçlara ilaç püskürttü. Ne yapıp edip bu ağaçları meyvalandıra-caklar. Öyle diyorlar. Tabiî biz de istiyoruz. Ne de olsa bizim köy! Ad bizim... Ele güne karşı başımızı biraz dik tutarız heç olmazsa... Onlar gibi biz de tuz yumurtluyoruz... Hattâ bu hususta İzzet demiş bunlara ki: «yani bu işin düzelmesi için bizim elimizden bir şey gelecekse, söyleyin, yapalım! Köyün adı irezil oluyor. Bu irezilliği kaldıralım.» Onlar da «Şimdilik gerek yok,» demişler. Bu arada duyduk ki, Nurten öğretmen kendini bizim köyden aldırmış. Ankara'nın Cumhuriyet okuluna verdirmiş. İzzet'le konuştuk. «Varıp Ankara'ya deyelim, 'Nurten'i aldınız, allan razı olsun, Ertan'ı da alın, ikisinin yerine Camal Oca'yı verin, bu barakayı da kökieyip götürün! deyelim...» dedik. İzzet mühürleri alıp gitti bir gün. Varıp bir dilekçe yazdırmış. Dilekçeyle birlikte müdürün önüne dikilmiş. Yalvarıp yakarmış. «Bütün olup bitenlere razı olduk, Gamal Oca'yı geri verin!» demiş. Müdür, dilekçeyi almış. «Ben meseleyi incelerim, hemi de Müfettişe sorarım!» demiş. İzzet, «Aman Müfettişe sorma, o da onların kolu!» deye ne kadar söylediyse de etkisi olmamış. «Ne yapayım evlâdım? Ortalıkta kanun var. Kanun diyor ki 'Müfettişe sor'. Başka türlü yapamam...» Böyle olunca, İzzet çıkjp hemen bir arzuhalciye gitmiş. Okullar Bakanına bir dilekçe yazdırıp postaya atmış. Dönüp gelmiş. Bakalım sonuç ne olacak? Gamal Oca'yı geri alabilirsek, içimiz biraz serinleyecek. Bungunluktan kurtulacaz. Amma alamazsak, sırığa gerilmiş deri gibi kuruyup kalacaz. Yada patt deye patlayacaz Ankara'nın kulağı dibinde!.. 223 BOBY DİYE BİR OĞLAN Cok bekledik. Çok gözledik yolları'. Ankara'dan Müfettiş geldi. Muhtarın bakanlığa yolladığı dilekçenin ouvabı geldi. Güz geldi. Okullar açıldı, amma Camal Ocamız gelmedi. Ertan Bey demirbaş. Okuldan yeni çıkmış Tülây deye bir kız verdiler. İkisi okutuyorlar şimdi. Tülây Bursalıymış. Macır kızıymış. Sarı, kumaş gibi bir kız. Yüzünün derileri tüylü. Saçını örtmüyor. Gözel saçlı. Anasını da yanında getirdi. Camal Ooa'nın oturduğu eve oturdu. Tabiî biz gene insanlığımızı yaptık' Bu, böyle örtü döşek gelince, tamam, köklü geliyor dedik. İzzet kalktı, Ankara'ya gitti. Biraz kireç alıp geldi. Fırça filân. Karılar toplanıp oturacağı yeri badana ettiler. Silip süpürdüler. Somya karyola aldık. Dedik, «Hoş gelip safa geldiniz! Aha okul, aha bebeler! Aman kızım dikkatli okut. Okumadığımız için bak biz iki yakamızı bir araya toplayamtyoruz. Onun için de bizi adam yerine koymuyorlar. Ertan Beyin esası madencidir. Bebelerin tümü sana amanet. Zaten derle topla, seksen bebe hepsi. Gayri bak gör...» «Okuturum, bakarım, siz üzülmeyin!» dedi. Biz de inandık. Allah var, okutuyor şimdi. Yani oku-tuyora benziyor. Bakarsın, bu Camal Oca'dan da üstün çıkar. Çıkamaz ya, hani sözün gelişi diyorum. Amarikan Vayt Bey işleri yaman ele aldı. Bâ-çanın içinde mühendisleri çıkartmıyor. Gerçi biz 224 gene göremiyoruz, amma görmesek de anlıyoruz. Yaman çalıştırıyor. Diyor: «İlle bu ağaçlar

101


meyve verecek! Yoksa tırnaklarınızı sökerim!» Böyle dediğini karşıdan anlıyoruz. Habire ilâç, habire çapa. Habire budama... Baya bebe gibi baktırıyor ağaçlara. «İşallah gelecek bahar meyveye dönerler...» diyoruz. Ahırı kümesi yeni baştan silip süpürttü. Badana ettirdi, ilâç püskürttü. Balyalarla ot, çuvallarla yem getirtti. Yeni sığırlar, yeni tavuklar... Başlarına Amarika'dan gelme bakıcılar dikti. Bu sefer disiplin fazla: «Bakın, bunlar da öyle sonuç vermesin, sizi iydam ederim!» dedi. Bunlar olurken Tuluğ Paşa sık sık gelip gitti. Bir kere de Melih Dalyan'ı gördük. Vali Kaymakam, onlar da uğradılar. Yani çok gayrat ediyorlar. Çok sıkıştırıyorlar. Biz de umutla bekliyoruz. Güzün herkese ikişer çuval buğday dağıttılar. «Tohumluk yapın, hiç bitlenmez!» dediler. İşlerin bu sefer böyle ciddî tutuluşu bizi sardı Kraz. Bacalara domates biber, salatalık, kavun tohumu dağıttılar. «Bunlar hem nezzetü, hem bol verir! Ankara bazarında çok para eder!» deye öğretip dikilmesini gösterdiler. Alanlar ekip diktiler. Aradaki soğukluk kalksın deye her şeye razı komşular. Amma nefsime ben ekmedim. Uğraştılar, üstüme düştüler... «İnsan bir kere yanıiır, ben kafamın kabu! etmediği bir işi yapmam, toprağıma Amarikan tohumu bastırmam!» dedim. Verdiklerini almadım, aldıklarımı ekmedim. Asiye'ye de katı katı tembehle-dim ki ekmesin. «Ben «dikkafa»sı olup çıktım köyün! Diyorum ki. «Bu Amarikan işlerini daha anlamadık mı? NeL ye hâlâ gelene gir koynuma deyip duruyoruz? Bırakın artık bunları!» Amme komşuların hepsi aynı soluğu solumuyor. Hâlâ bunlardan medet uman var!.. Güz zamanı köy bir civcive girdi. Yeni sığırlar için türlü lâf çıktı. Ardahan'dan getirilmiş güya! Kimi de diyor, «Ne Ardahan, ne Amarika; bunlar İngiliz!» Böyle bir yarenlik. Amarikan sığırlarının hüner atmadığını görünce, yerli sığırları toplamışlar süt veriyor!» deyecekler. Biz bunu zaten kabul ediyoruz. O kadar bakım olunca helbet çok süt verir. Çok süt vermeyi bırak, kudurur. iki üç ay geçti. Buzağılı olanlar sağıldıkça kovaları şarıl şarıl doldurmaya başladılar. «Aman buna da şükür!» dedik. Ankaralıların, Amarikanların yüzü güldü baya! İstemeyenin gözü çıksın1. Biz Ama-rikanlar gelip burda mars olsunlar, demedik. Amma mars oldular, ne yapalım? Sonra buzağlayacak inekler de var, ne eyi! Süt bol olunca, Türk usulü yoğurt, Amarikan usulü peynir, birazını kutulayıp Ankara bazarında sattılar, birazını yidiler. Vayt Bey, ahırın başına Boby deye bir Ama-rikalı dikti bu işler için. Zabah gelip akşam gidiyor. Tüysüz bir delikanlı. Sarı Musa'yı da yeniden işe aldılar, bu Boby'ye yardımcı olarak ahıra verdiler. İkisi birlik çalışıyorlar. Boby güleç, eyi oğlan. Çat pat bizim dili anlıyor. Konuşuyor. Kendinin tomafili var. Tiksinme, iğrenme nedir bilmiyor. Geliyor benim eve, sacın üstünde bişen ekmeği alıp yiyor. Asiye yumurta sı-dırıyor, onu da yiyor. «Gözel oldu, ben çok sevdi!» diyor. Boby girgin oğlan! Nere olsa giriyor. Oyuna bile giriyor gayfede oturup. Evlere giriyor. Okula giriyor. Tülây Hanıma bile uğruyor. Tülây Hanımın anasına teyze diyor. Çay bişirirse, süt bişirirse alıp içiyor. Asıl eyi yanı, öteki Amarikanlar gibi zarıl za-rıl pipo tütünü içip edirafı iratsız etmiyor. Boby oğlanı komşular da sevdi. Hele bebeler.. Ankara'dan ekmek yimek getirmiyor. İki yumurta koy önüne, öğlen öğünü tamam. Bir çanak yoğurt, birez bekmez, akşam öğünü tamam. Karakavuk, yemlik otunu, madımak aşını yiyor! «İşte bu san oğlan bizim köyü fet eder!» dedim içimden. Bir gün sordum buna: «Ulan Boby, dinin hakkı için söyle: Bu sığırlar yerli mi, Amarikan mı, yoğ-sam İngiliz mi?» dedim. «Yerli!» ded; yavu! Valla doğruya söyledi! 226 y .aıım vuı\ Kar, çok tayda!» dedi. «Öteki zarar, öteki yanlış?» dedi Valla pravo!.. Yani görsen cavır demezsin. Oavır demeye dilin varmaz. Ben diyorum, bâça işine mutlaka bir anahtar uydurur bu oğlan! Huyumuza suyumuza da bir alıştı, o kadar olur. Kaç kere şuna bir sorayım, bir sorayım dedim:

102


«Ulan, Hiç ananda atanda Türk bulaşığı var mı?» Amma ne ben sorabildim, ne de o kendi söyledi. Sonradan buna haeat olmadığını kendim öğrendim. Ne Türk bulaşığı, ne Amarikan. Yani öyle hoş insan ki, Ertan Beylen bir sefer konuştu, ne mal olduğunu anladı, bir daha yüz vermedi. Amarikan dili belleyecem deye gördüğünü traşlıyor ya Ertan. Boby'yi de traşladı tabiî. Amma Boby yüzünü çeviriverdi daha bu karşıdan varırken. Hattâ birinde ben Boby'ye dedim ki yalandan, «Bu Ertan eyi çocuktur!» Kafasını kanırdı, bizim usulden bir «cık» etti: «Ben sevmedi Bu Ertan'ı hiç! dedi. «Neye sevmedin ulan?» gibisinden yüzüne baktım. «Yapmaz okula girip güzel vazife! Bundan başka, işletiyor büyük maden dağda!» «Eferim ulan Boby, sende göz var valla, kafa var!» dedim. «Vardır benim kafam ve gözüm...» dedi. «Senin kafan eyi çalışıyor, gözün eyi görüyor Boby!» dedim. «Baktım mı gürürüm ben.» dedi. «Ve ben düşünmek önce, bir iş yapmak için...» «Tülây nasıl Boby?» dedini. «O çok güzel bir kızdır, çalışır çok doğru...» «Pekey, Tuluğ Paşa'yı nasıl buluyorsun?» «Ben sevmez onu...» «Melih Dalyan'a ne dersin?» «Ben ona demez hiçbir şey. Çok hesapçı bir adam. Ve... ve... ve çok yapıyor para!» «Ulan Boby çok yaşa!» dedim belki elli sefer içimden. Dışımdan demedim. Gene de insan bu. Sığır değil. Bakarsın üç gün sonra dönüverir. Başka 227 Edenleri de sevmem... «Şimdi sizrn sığırcılık düzeldi ahırda. Ama çok zordur bunu köye aktarmak. Çünkü küsbe ve yemlen almak için köylünün elinde yoktur para. Nasıl ödeyecek parasız? Vermek lâzım kredi size hükümet. Fakat kredileri kapışır parti zenginleri... çok yanış!» Bu oğlan sade köyü değil, beni bile fet edecek, çok korktum. Bir gün çekip getirdim bunu benim eve. Öğle yimeğine deye getirdim. Baharın ağzıydı. Otlar cacıklar çıkmıştı. Avrada dedim, «Gözel pilav bişir, çalkama yap. Varsa karakavuk, yemlik koy zufra-ya...» Asiye hazırladı bir şeyler Sarı bir şey bu ya. Yufkanın arasına sardı otları, üstüne pilav koydu, ısırıp ısırıp yimeğe başladı. Ayrı bir kap istedi, ona ayran böldü ayranı da su gibi içti lokmasının üstüne. Ben bir adamı en iyi yime'k yirken ölçerim Camal Oca da böyle yirdi. Çalışması da acar idi bu sebepten. Adam eledin mi tastamam böyle olacak derim ben... «Beri bak Boby!» dedim. «Anlatsana işin doğrusunu: Neden bu bâça böyle oldu? Neden faynapıl ağaçları meyve vermedi şimdiye?» Ağzındakini yuttu: «Sen iSiersin benden doğruyu konuşmak sana. Ama çok zordur doğruyu konuşmak, bilmezsin...» «Neye zor olsun, biliyorsan konuş!» dedim. «Lâzımdır kendinizin gözünüzü açmanız!..» «Eh...» dedim, Sayenizde açıyoruz...» «Lâzımdır çok fazla açmanız!.. «Pekey...» dedim. «Bunları kabul ettim. Ser gene anlat doğruyu, Boby!» «Dedim sana, zordur anlatmak... «Korkuyormusun Boby?» diye sordum. «Evet, biraz ben korkuyorum!» dedi. «Neden korkuyorsun Boby?» dedim. Dedi: «Söylemem daha fazla! Ancak verebilirim sana küçük bir örnek. In my country, bir gazeteci doğruları yazdı kendi gazetesinde. Bilinme228 yen, yaKaıanamayan eller, gazeteciyi ne yaptılar bilmiyorsun sen. Yakalayıp kaçırdılar. Ve gözlerine ne derler ona... ne derler ona, kez., kezzap dö-küp yaktılar. Çok zordur doğruyu söylemek. Ama ben sever gene bunu.» Bu oğlan akıllı. Fazla üstüne varmadım.. Karnı doyduktan sonra, «Lâzım çalışmak!» diye kalkıp gitti. Ben de ardından köy içine çıktım. Ahırda biraz çalışıp çabaladı. Sonra elini yüzünü

103


yıkadı, saçlarını taradı, okula gitti. Okulda dersler yeni paydos oluyordu. Tülây öğretmenle okulun ev kısmına girdiler. Az sonra Tülây'ın kendisi, mâcır anası, Boby, üçü tomafile bindiler, sürüp Ankara'ya gittiler. Akşam karanlığı çökünce Boby gene okula getirip bıraktı bunları. Kendi de dönüp gitti. Tülây öğretmen bana dedi ki ertesi gün: «Anam hastaydı. Doktora götürdüm. Boby bizi gezdirdi hem de biraz!..» Eferim... Günler öyle, o eski düzende geçip gidiyordu. Güneş gittikçe büyüyor, buğday harmanı gibi kızarı-yordu gökyüzünde. Bahar daha belli, ılıyarak, besbelli geliyordu. Faynapıl ağaçları bu yıl da bomboş dikilecekler gibi görünüyordu. Çünkü hiçbirinde çiçek yoktu. Yoksam bunlar çiçek açmadan mı meyve veriyorlardı? Bir gün Boby'yi çevirip sordum: «Boby?» «Buyur Efendim! Ben dinliyorum seni.» «Boby! Ağaçlar... faynapıllar... bu yıl?..» Dedi: «Çok zordur konuşmak doğruyu...» «Pekey Boby, ne olaoak böyle böyle?» «Orasını bilmem. Lâzımdır sizin kendiniz gö- , zünüz açmak. Anlamak ne oiaoak...» Biraz sonra okul paydos oldu. Bu gitti Tülây Hanımın yanma. Tarlalarda onların verdiği tohomlardan ekilen ekinler böyüyordu. Çok eyi boylandılar. Gözel kelle çıkarıyorlar. Karşıdan bakınca eski bizim ekinler gibi dalgalanıyorlar. Verdikleri öteki tohomlar da böyle gözel olurlar işallah. İşallah bacanın duru229 mu da düzelir. Onlar da, Diz ae maçupıuıaan sunuluruz. Ters talih döner işallah. Ben zaien her zaman kabul ediyorum, bunlar buraya biraz da eyi amaca geldiler, amma amellerinin temeli bozuk, tutmadı. Danacı Arif ile Kürt Selim, birer kat daha yeni urba kesindiler. İkide bir löbede bindirip Ankara, Çankaya gezip geliyorlar. Bentderesi'nde, barlarda para ziyan ediyorlar. Kürt Selim bir de bıyık bıraktı, hiç hazzetmiyorum! Bacanın kapısında gördüm mü cinlerim tepeme çıkıyor. Yolum o yana doğruysa çeviriyorum bu yana. Çevirmesen ne yapacaksın? Başına böyük bir belâ bulacaksın. Uzaktan bakıyorum bakıyorum, dönüp geliyorum. Amarikan Vayt Bey uğruyor sık sık. Boby hiç eksik olmuyor. Mühendisleri dersen, iki güne bir burdalar. Geldikleri vakit de hiç çıkmıyorlar bâ-çadan. Bu yıl bir sonuç olur işallah. Haydin bakalım! Haydin bir gayrat edin Amarikan Beylerim! Gayrat edin ki yüzünüz ak ola... Boby de Tülây Hanımla sardırdı heralım işleri. Gidip onlarda çay içiyor. Hemi de tomafile bindirip Ankara'ya götürüyor. Köy içinde karılar konuşuyorlar ki, Tülây Hanım ellerini kokulu Amarikan sabunlarıyla yıkıyor. Amarikanın ince kâatlarıyle elini ağzını siliyor, hemi de tahratlanıyor. Töbe yarab-bim töbe! Yavu bu Amarika bole kızların tahrat yerlerine kadar girerse, valla işlerin öteki kısımlarını da çekiver bence!.. Yani bu işlere çok kızıyorum!.. Amarikan kolonya, Amarikan kokular sürünüyor Tülây Oca. Amarikan şekerleri tutuyor gelip gidene... Eh, okumuş kız bunun tabanı. Serde göçmenlik de var. Açık olur. Yırtık olur. Amarikan Boby'yle filân ehbaplık eder böyle! Başka ne diyelim?.. Zaten de hökümetmizin, hökümet höyüklerimizin gayratı ne? Türkünen Amarikanı, sıkı fıkı dcs-laştırmak, kaynaştırmak değil mi? Bir de kız alıp verdik mi, temelli içli dışlı oluruz! Tuluğ Paşanın kızı bir Amarikan delikanlısına zaten nişanlıymış. 230 l uıay ı ua ouuy ye verir, aavaya aana DoyuK, nemi de geniş hizmet ederiz. Sonradan bizim oraya giden oğlanlar da birer ikişer çarpar gelirler, ödeşiriz. Boby'ye sordum bir gün: «Tevellüt kaç?» Dedi: «Nedir tevellüt?» «Ne zaman doğdun?» «Haa, ben 28 yaş ihtiyarım.» «Yani 28 yaşında mısın?» «Evet, benim 28 yaşım var.» «Bibim Hacının emsal. Cok eyi. Sen bu Tü-lây'ı alacak mısın ulan?» Ne de olsa arlı çocuk. Birden kızardı. Amma açık konuştu gene: «Ben çok seviyor onu, ama çok

104


zor onunla evlenmek!» «Demek sen çok seviyor onu?» «Yes Temeloş, ben çok seviyor!» «Pekey, zorluk neresinde?» «Çok zor bunu anlatmak.» «Sen anlat, ben anlarım.» «Zor sana söylemek.» «Kız da seni seviyor mu bari?» «Yes Temeloş, seviyor kız da beni.» Köyün içi acans gibi çalkanıyor. Kız da yanıp tutuşuyormuş amma «zalim anası» Nuh diyor, peygamber demiyormuş. Eee helbet. Kızı her ne kadar okumuşsa da, anası eski kafa hemi de müs-lüman. Cavıra kız verir mi? Ertan istese müslüman deye Ertan'a verir de, cavır deye Boby'ye vermez! Biz hırlı mıyız?.. Gönül işidir bu ağzına tükürdüğümün! Cavın müslümani yoktur. Uçar, uçtuğu yere konar. Bunlarınki uçtu, bir ağaca kondu. İkisinin gönlü de bir dalda buluştu işte. Bu iş olsa bir yandan sevinecem, bir yandan da çok korkuyorum. Ne olsa dedikodulu iş. Ova çalkanıyor. İster yeni adıyla, ister eski adıyla olsun, köyün adı da birlikçe çalkanıyor. Bunun için korkuyorum. Kızın anası da öyle, Öteygün önümde ağladı: «Ya bizi alsalar burdan, ya bu oğlanı! Duyarlarsa gazetelere yazarlar...» Doğru söylüyordu, doğru ağlıyordu. 231 diğim nokta: Bu Tülây, bu kadar dalganın, bu kadar zevdanın içinde, dersini gevşetmiyor! Ciddî çalıştırıyor bebeleri. Her gün ders veriyor. Okuma yaptırıp hesap belletiyor. Akşamlan evlere girip çıkıyor. Bakıyor, verdiklerini yazıyorlar mı, yazmıyorlar mı? Ara sıra beni çağırtıyor, ben dolaştırıyorum. Komşular da onun bu huyundan bek hazzediyorlar. Hemi de sade kendi sınıflarını değil, Er-tan'm bebelere de gözkulak oluyor. Baya Camal Oca'nın yerini dolduruyor. Daha eyi doiduracak-mış amma bu zevda çıktı. Öyle diyorum ben... Böyle diyorum amma, belki yanış diyorum. Belki zevdanın daha faydası olmuştur. Şimdi onlar birbirleriyle yarış ederler. Boby sıkı değil mi, Boby de sıkı kendi işinde. Hepsinden dikkatli... Bu bâça işine çok eamm sıkılıyor. Yeni bir bahara devrildik, bizim elmalarda eriklerde çiçek var, faynapıllarda yok. Kırlarımız ottan kokudan tütüyor. Dosluk Bacasında bir tek arı, bir tek vızıltı yok. Çok gür, gümrah, yeşillik, amma vızıltı yok... Cansıkıntısmdan boğulacak gibi oluyorum. Vayt Bey gene gelip gitti, mühendisleri sıçıp sıvadı. Kendi dilleriyle sert sert kavga ettiler. Kayganın kavga olduğu anlaşılmaz mı? Takır takır kavga ettiler. Mühendisler de dikleştiler en sonu. Vayt Bey bunlara da bir hastir çekecek heralım. Geleli kaç denesini geri yolladı böyle birer hastir çekip! Tabiî bizi almıyorlar gene içeri. Amma Köy Bekçisi sıfatıyla dikildim kapının ağzına, seyrettim bir gün. Ankara'dan üç dene de işçi getirmişler. Ellerinde bizimkilere benzemeyen birer kürek, ağaçların diplerini eşip hamur bezesine benzer bir şeyler gömdüler. Boby de yanlarında. Başlarında duruyor. Bazı da küreklerden birini alıp kendi yapıyor. Süzekli tenekeler var, tenekelerden su gibi bir ilâç püskürtüyorlar. Ulan hiç böyle ilaçlan, hamır bezesi gibi şeyler gömmeylen ağaç adam olur mu oavıroğlu cavırlar? Cavır aklı bu kadar mı incelmiştir? Ağaca dokunmayın, kendi feyline böyüsün. Keyfini kaçıryın ağacın. Diktiniz dikeli sizin yaptığınız 232 l</n^,.~~ "«i •->•• y<J" 'ai vermediniz, her gün bir cavırlık iycat ettiniz. Siz ağaç olsanız ne halt ederdiniz? Bu iş böyle nere varaeak, nasıl bitecek, hiç bilmiyorum. Bizim kırda menevşeler açıldı bitti. Sümbüller bitti. Başka çiçekler güller açıldı. Fayna-pıllar öyle susar, öyle bakar. Vızıltı çok dedim ya, tam öyle... İkindin olunca Amarikanlar çekip çekip gidiyorlar. Bugün Kürt Selim de gitti onlarla. Danacı Arif kaldı beklemeye. Danacı sersem samıttır biraz. Tabiî Kürt Selim'e kıyasla demek istiyorum. Elemde çomağım, kırlara açılıp ekinleri dolaştım. Köye baktım yukarlardan. Bâçaya baktım. Aktepe'-nin yeri, onun eteğindeki dere, dolan yerler gömgök vede yeşil şimdi.

105


Bu bekçiliği bırakamayacağım ben. Hak zamanı bir iki komşunun, «Adam, yapıyorsun işte, devam et...» demesi yetiyor. «Pekey!» deyip kabul ediyorum hemen, izzet'in muhiarlığı da öyle. Kaymakam Beyfmiz biraz çabaladı İzzet değişsin deye, amma boşa! Onlar bir işi kafalarına takarlar takmaya, amma kovalamazlar. Kaymakam da gevşetti. Öyle bir sıra da biz de seçimi yapıverdik. Seçim olup bittikten sonra da ne deyebilir? Böyle gidiyoruz bakalım... Ertan'ın madenleri çeke çeke baş olmuyor. Kamyonların tekeri eskirse yenileyorlar. Şüferleri bıkarsa değiştiriyorlar. İşçiler bile değişip duruyor. Günlükleri eyi. Buramızda insanlar gün doğandan batana kadar üç üreye orak biçerler. Hazraîı Peygamberimiz, boş durmaktan boşa çalışmak eyi, buyurmuş. Onlar da böyle çalışırlar. Ekinler eyi. Amarikan tohumu ekincilikte iyi çıktı. Bu işte yüzleri ak oldu. Ah, ille faynapıllar! Anlamıyorum bunlar ne olacak? Sade ben değil, kimse anlamıyor. Hani mal olsa, insan gezmesine, yörümesine bakar da, bunda şu dert var der. Amma ağaç! Yere çakılı. Ne deyeceksin? Sığır s;pa dönüyor köye. Ben hâlâ kırlardayım. Boby'nin arabası okulun önünden yörüdü. Bil233 I mem Tülây'ı aldı, Dilmem aımaaan gıuı. önce başka bir arabanın gelip gittiğini gördüm. Heralda .Tuluğ Paşa'yla kızıydı. Yavaş yavaş el ayak çekiliyor ortalıktan. İki üç kır çiçeği topladım gezdiğim yerlerden. Bir çayır yaprağıyla bağlayıp şapkamın önüne soktum. Belimden bıçağımı çıkarıp biraz da çöp yon-dum. Ağzıma bir ot aldım gevip gevip tukurdum. Eyice el ayak çekildi. İmam ezen okuyup altı yedi kişi topladı camiye. Akşam'ı kılıp çıktılar. Köyün düz damlarındaki bacalardan gözel dumanlar çıkıyor. Avratlar yağ eritip bulgur bişirdiler. Bulgurun dost kokusu yayılıyor havaya. Bulgur kokusu yanıma kadar geliyor. Bıçağım çok algın. Eyi kesiyor. Elime aldığım çöplerden tavşan kulakları çıkartıyorum. Elim ikide bir değneğime gidiyor. Onu yonmak geliyor içimden. Amma değnek yonmak eyi sayılmaz, kendimi tutuyorum. Böyle canım sıkılıyor işte. Can sıkıntısından insan ölebilir. Gönül deyor, tâ Karabelen'in başına çık, ellerini ağzında boru yap, «Ulaaan An kara, ulaan Amarika!... Ulan deli kavatlar!..» bağır bağır. «Gelin, köyün kulağındaki pisliği temizleyin, dindirin bu sancıyı!.» Diyorum amma, sonra da, belki sebep olanlar böyle bir yânışık yaptıklarını çoktaaaan unuttular, onların dertleri başka başkadır şimdi, fayna-pıl ağaçları sade bizim derdimizdir, diyorum. Bir de, başkasının yaptığı pisliği paklayacam deye uğraşan Vayt Beyin derdidir... Uğraşıyor uğraşıyor, elinden bir ilâç gelmiyor onun da! Ortalık eyice karardı. Destur çekip kalktım yerimden. Bıçağı belime soktum. Değneği koltuğuma aldım. Ağır ağır yörüdüm. Ekin aralarından geç-t'm. Söğütlerin altına geldim. Bacanın kulağına yanaştım. Çöktüm oraya. Ses soluk çıkarmadan bekledim. Sonra en alttaki teli usul usul kaldırmaya başladım. Değneği sokup kanırıyorum. Tel çıtırdı-yor. Sessizce teli aralamaya çalışıyorum. Amma çok korkuyorum, kopaoak! Fazla da aralanmıyor. 234 Toprağı oyup sürünerek gireyim deye düşündüm. Amma toprak çim tutmuş. Oyulacak gibi değil. Araladım biraz. Yattım yere. Yüz aşağı. Önce başımı geçirdim içeri. Durup biraz dinlendim. Gövdemi geçirmenin mümkünü yok. Başımı geri çektim. Gidip iki söğüt dalı kestim. Kazık yaptım. Kazıkları yarımşar adım arayla diktim. Tel kalktı biraz Şimdi girmek kolay. Yattım yüzaşağı. Sürünü-verdim. Oh! İşte Dosluk Bacasının içindeyim! To-porlanıp kalktım. Biraz gezindim. Ağaçların dibindeki toprak helva gibi! Bastıkça ayaklarım gömülüyor. Ağaçların diplerini, bellerini elliyorum. Düzgün düzgün ne gözel böyümüş-ler! Her vakit ben bunların süymesine hayran oldum. Hiç böyle gözel süyen ağaç görmedim. Böyle de bomboş tembel ağaç görmedim ya! Durup birez ortalığı dinledim. İn cin yok. Gecenin sesleri geliyor uzaklardan. Köyden bir köpek durup durup ürüyor. Çok uzaklardan bir köpek de ölü var gibi uluyor. Epey bekledikten sonra fay-napıllardan birine yüklendim, ağaç eğildi. Amma kırılmadı. Hele ki kırılmadı. Bir cayırtı

106


kopacaktı kırılsa. Bıçağımı çıkardım. Ne olsa kalın ağaç. Zoba borusu kadar kalın baya. Çaldım bıçağı. Yani bunu bıçakla kesip devireceğimi umduğumdan değil, ne yaptığımı bilmiyorum. Bilmediğimden... Önce bir kabuk soyulup çıktı. Öyle suyu aktı ki, çok acırım ağaç kısmına, garibim benim, dedim. Etine daldırdım bıçağı. Daldırdım daldırdım. Epeyce bir kertik oldu. Kesip götürecem bu ağacı! İsterse zabaha kadar sürsün kesmesi. Yılmayacam. Sabırla, inatla kesecem... Biraz uğraşdım. Birden «Aaaaa!...» deye ba-ğırıvermiştim! Eyvah, keşke bağırmasaydım! Sesim duyulursa yandım. Bağırmamın sebebi, bıçak gömüldü! Sanki bir ağaca değil, bir hiyara, bir kabağa gömüldü. Öyle kolay gömüldü. Anladım ki faynap.l denilen ağacın içi kovandır! Hiç yalanım, hilafım yok: Bu ağaçlar başka türlü bir ağaçtır. Özleri yoktur. Bunu kesmek kolaylaştı öyleyse. Yarım saate 235 rum. Birden, az arkamda bir kıpırtı oldu. Belki bir kaplumbağa dedim. Belki bir gece tavuğu idi. Bir ses kıpırdadı, durdu. Gökyüzünde ay da yok. Zivt gibi bir gece. Olduğum yere basıldım. «Acalesi yok, bekleyip şu korkuyu savuşturayım!» dedim. Soluk bile almadan bekledim. Bir yandan da karanlığın içine, en içine bakıyorum. Bakarken içime bir korku çöktü. Uian bu Danacı Arif eşşeği olmasın? Bir kıpırtı daha duydum. Sanki bir geysi, bir geysiye sürünüverdi. Amma hemen kesildi. Benim de karnımda bir öksürük kabardı. Kabarıp boğazıma yükseldi. Ağzımı tuttum. Boğazımı bastırdım. Uğraşa didine öksürüğü boğdum boğazımda. Kolay olmadı. Çok terledim boğana kadar. Kendime çıkıştım o terin telâşenin içinde: «Ulan Temeloş!» dedim. «Bak, âlem ne gözel uyuyor şimdi! Nene gerek senin geceleyin faynapıl ağacı kesmek! Dürzü Temeloş!..» Daha belirgin bir kıpırtı oldu. Gözüm eyi kötü seçiyor önümü. Top gibi bir karaltı oynadı az ötemde. Biz bir faka bastık heralım! Gene o uzaktaki köpeğin ulumasını duydum. Köydeki de durup durup ürüyor zaten. Birden «Gümmm!» deye bir ses. Havaya doğru bir yalım! Evet «güm!» dedi, eyi duydum. Yoksa «Bum! mu dedi? Danacı bu. Odur. Başka kim olacak? Yattım yere. Göğsüm körük gibi enip kalkıyor. Ya tutar bir de yere sıkarsa? Tam üstüme doğrultursa tüfeği? Ben yere yatınca eyi bir ses çıkarmış olacağım ki, kartal gibi hışırdayarak üstüme atıldı bu. Kalktım hemen: «Ulan dürzü Danacı, ulan eşşek sıpası!» dedim. «Ulan eşşek sıpası! Tüfekle oynama... Tüfekle şaka olmaz!..» Benim de elimde bıçak var. Üzerime çullanırsa saplarım bıçağı... dememe kalmadı, çullandı bu! Üstüme. «Sakın kıpırdama! Kapalısın!..» dedi. Dedim, «Çüşşş!.. Çüş eşşeğin sıpası!» «Eşşeği görürsün şimdi, kır domuz!..» 236 «uıaıı, uauasının Kemiğini...» Boğuşmaya başladık bununla biz «Bak, bıçak var elimde, valla yakarım!» «Tüfeğin dipçiğini başında parçalarım!» «Bu köy senin ağzına sıçar o zaman!» «Yasak deye ilânatı duymadın mı?» «Babayın mülkü mü dürzü başı?» «Bizim görevimiz burayı beklemek!» İt gibi döğüşüyoruz ha! Bereket o tüfeği kullanmıyor, ben de bıçağı! Amma kullanmak zorunda kalırsam, karışmam... «Eyice Amarikan finişi olup çıktınız ulan!» Başımı tutup yere furdu. Dünya bir döndü böyle furunca. Bıçağı savurdum buduna bacağına bunun. Kollarımı tuttu. Bıçağı savuramaz oldum. Sonra sol kulumun üzerine dizini bastı. Sağ elimdeki bıçağı aldı. Ağaçların arasına fıriattı. Bıçaksız kaldım. Doğuldum ondan keri. Yani çok zopa yidim Köydeki o köpek hâlâ ürüyor. Ben bu döğüşte alta düştüm bir kere. Bir kere gelip üstüme çullandı. Hiç olmazsa İzzet'in habarı olaydı. Hic olmazsa bir allanın kulu göreydi. Boby görse gene olurdu... «Sana yemin ettirecem, bir daha bu bacaya girmeyeceksin!» «Ben sana yemin ettirecem, bir daha böyle köpek olmayacaksın!» Hiç insafsız furuyordu. «Furma eşşeğin sıpası!» dedim. «Ağacı kestin, öldürecem seni!» dedi. «Öldür de gör başına neler geliyor!» dedim.

107


«Bu yidiğin zopaları anlatma kimseye!» «Anlatacam! Ataşlayacaklar bu bâçayı!» «Hepinizi kurşuna dizerler... kanun var!» «Seni de, Selim'i de yakarız içerde!> Başımı sallayıp bileğinden ısırdım. Bileğinden ısınnca delirdi. Bırakıp kalktı beni. Ben de kalktım o zaman. Yeniden üstüme geldi. Dizlerimi 237 oluyordum. «Yeter, ayının dölü!., baban yaşındaki adam!» «Haşşöyle! sahibini tanı bundan keri!» Ağzıma topraklar dolmuş. Tuzlu tuzlu da bir şeyler geliyor dilime. «Köpek gibi ısırdın bileğimi ısırıp kanattın!» diye bağırdı. «Köpek senin baban!» dedim Yeniden üstüme çöktü. «Bak, çökme!» dedim. «Sonra pişman olursun. Bunu sana komam!» «Bâçaya girdiğini, benden zopa yidiğini kimseye deme!» «Demezsem adam değilim!» dedim içimden. «Dersen, evine bomba atarım, bir akşam baoadan uçarsın!» «Ben senin hesabını daha önce görüm!» «Elli dene bomba var elimde. Bir denesi sana yeter... Bâçayı korumak için verdiler. İçleri TNT dolu. Tırtıklı tırtıklı...» «Öteki bombalar da senin başında patlar!» «Sakın ağzını açma!» dedi. «Herkese anlatacağım!» dedim. «Faynapılların içinin kovan olduğunu...» «Halt etmişsin! Kovan senin kendin. Ne gö-zel ağaçlar...» «Belli...» dedim. «Yeni sene gör sen onları!» «Kaç yeni sene geçti? «Seni alâkadar etmez!» «Eder mi, etmez mi, göreceksin!» Har har soluyorduk ikimiz de. «Kes artık!» dedim. «Ben gideyim!» «Defol!» dedi. «Durduğun fazla!» Köydeki köpek ürüyordu habire. Uzaktakinin ulumasını da duyuyordum. Yıldızlar yüksek, çok yüksekti. Ç'l çil olmuştu gökyüzünün kapağı. Yaz olduğu halde ayaz çıkmıştı. Üşüdüm, titredim biraz. 238 ___ _____v...... t vıu uılUllHOlff Çok uzattık kavgayı. Bu dediğine karşılık vermedim. Kapıya doğru yörüdüm. Kolumdan tuttu-«Ordan değil, geldiğin yerden!» dedi. Elinde tüfek... tam ben tellerin altından sürünürken bir halt eder deye korktum. «Haydi, sen de git yerine! Ben Oikar giderim!» dedim. «Benim yerim bura!» dedi. «İstersen zabaha kadar burda dururum...» «Eyi halt edersin!» dedim. Birden bir ışık parladı ağzının orda. Çakmak çaktı. Sigara yaktı. «Doğru konuş da yeniden tutuşmayalım!» dedi. «Sigara vereyim mi?» «Başına çarp sigaranı!» dedim. «Amarikan sigarası!» dedi. «Onu senin gibi finiler içer!» dedim. «Hey yarabbim, valla öldürecem seni!» «Benim kanım bahalıdır, ödeyemezsin.» «Haydi haydi!» dedi. «Haydi be!» «Gidiyorum, kişeleme!» dedim.

108


Dikildiği yerde kaldı. Ben de telin aralık yerine doğru yörüdüm. «Pekey, bıçak ne olaeak?» dedim durup. «Bulursam kapıya korum, zabah alırsın.» «Bir de bıçaktan olmayalım bu kadar bo-ğuştan keri!» «Bıçağına eyi sahip ol bundan keri!» «Ben olup bitirdim, sen sahip ol!» dedim. Ardımdan çok konuştu. Terbiye, ar, haya kalmamış domuzda. Para, iliğini, insanlığını emip bitirmiş. Köyün öteki insaniarı, öteki insanlarının eyileri, benim yamacıma geçip, «Sen!» bile demezler. Çavır parası böyle bozdu, bok etti bunu-bun-ları! Tekine dememişler, «Çavırın ekmeğini yiyen, cavırın kılıcını çalar...» Yattım yere. Sürünüp çıkacağım1. Bir yandan da kuşku içindeyim. Ulan bir kurşun sıkar! Bir dipçik atar ardımdan! Yan yana bakarken boynumu telin dikenine çizdirdim. Elimi sürdüm: Kanamış! 239 i ajjııiauı un r\ciLiı 11 r\. Çırptım, üstümü başımı. Sağ dizim ağrıyor. Araya araya çomağımı buldum. «Hoşça kal, ayıoğlu ayı!» dedim. «Diş ağrısı gibi herifsin, hâlâ sokurdanıyor-sun ulan!» dedi. «Hoşça kal dedim, ne var?» «Sen ölümüne eşiniyorsun, amma git haydi benden bulma...» Yörüye yörüye caminin yanma geldim. Yedi sekiz kişi yatsı kılıyor. Yatıp kalkıp dua ediyorlar. «Edin bakalım!» dedim. «Dosluk Bacasına da dua edin biraz!» Geçtim, eve yörüdüm. Merdivana doğruldum, evin köpeği hırladı. Bana hiç hırlamayan köpek, bugün hırladı. Yediğimiz zopanm farkında mı yoğsam? «Yat aşsa! Var bir de sen sına bakalım!» dedim. Beni görünce Asiye'nin benzi attı: «Qabuk söyle, sana bir şey olmuş, çabuk söyle...» «Beri bak avrat!» dedim, «Doğruyu mu soru yon, eğriyi mi?» Üstümü başımı, yüzümü ellemeğe başladı. «Hangisini soruyorsun, doğruyu, yalanı?» O uzaktaki köpeğin uluması kesilmedi. Bizim evde insanı korkutan bir sessizlik... Asiye'nin eli ayağı titriyor. «Bırak beni de oturayım!» dedim. Omuzlarımdan bastı, deve gibi ıhtırdı beni «Amarikan bacasına girdim Asiye!» dedim «Neden girdin, neye girdin?» Sarstı beni. «Sarsma, bak hiç sarsma! Bekçi değil miyim, girdim!» dedim. «Ayanı var, imamı var! Senden başka girecek yok muydu?» «Asiye bak, bir de seninle boğuşmayalım! Gücüm guvatim kesvldi zaten.. » Dizlerini döğmeye başladı: «Vay başıma ge lenler vaaaaay!» «Haşşöyle, sen sade dizini döv! Bacadaki ağaçların içi kovan!» dedim. «Eeeee?» dedi. «cyısi!» aedim. «Ondan mı dövdüler seni?» «Birini saklıea kestim. Danacı Arif üstüme geldi, adamakıllı doğuştuk. Tüfek patlattı. Döğdü beni...» «Vay başıma geleeeeeen!.. Sen ne yaptın?» «Ben de bıçak çektim, elini ısırdım!» «Vay başıma geleeeeeen!» «Dört saat boğuştuk ağaçların içinde!» «Pekey, o sütsüze ne oluyormuş öyle?» «Cavırlardan aylık alıyor ya!» Koştu, iliyan ırbık getirdi. Su döktü. Elimi yüzümü yıkadım. Sonra zufrayı serdi. Un çorbası bişirmiş. Ağzımın içi kuru. İsteğim tıkalı. Tıkalı mıkalı, çorbayı içtim. Başımda ince bir ağrı geziniyor. «Başım ağrıyor avrat!» dedim. Çırpındı gene: «Başına mı furdu?» «Başımı tutup yere yere furdu...» dedim. «Elleri kırılsın işallah!» dedi. «Bir ince ağrı, gelip gelip gidiyor...» «Neye yalnız gidersin? Neye İzzet'e habar vermezsin? Bari şimdi gidip

109


habar vereyim!» «Sakın!» dedim. «Sesini çıkarmaf Ben onun cevabını bfr gün gözel yapıştırırım alnına. O zaman sen de görürsün. Şimdi sus!» «Çok mu ağrıyor başın?» «Çok ağrıyor.» dedim. Çok ağrıyordu gerçekten. «Başka ağrıyan yerin var mı?» «Dizim ağrıyor biraz...» Kalktı, lâmbayı indirdi kaştan. Dizimi sıyırdı: Mosmordu! «Tepti!» dedim. «Ayağındaki Amarikan potin-leriyle tepti!» «Ayaklarına çomak çıksın!» dedi. «Kendi öz toprağımıza sokmuyorlar bizi, Asiye!» dedim. «Hökümet var işin içinde! Onlarınkıyla bizimki bağlantı yapmış diyordun. Ondan sokmuyorlar!» 240 241 «Ben girerim o bacaya, bir gün elimi kolumu sallaya sallaya girerim! Hemi de bütün komşuları sokarım!» dedim. Biraz sövüp süpürüp yattım. Yattım amma, ben mi uykuyu uyudum, uyku mu beni uyudu, bilemedim. Dönüp durdum zabaha kadar. Zabaha yakın biraz canım geçmiş, onu da bir sürü düşler... terleyip uyanmışım zabah olunca! Uyanır uyanmaz başımda bir ağrı gene! Ulan bir bokluk mu var yoğsam başımda! Böyle kötü kötü ağrıyıp durur hiç kesilmeden? Dizimi oynattım, o da ağrıyor maşallah! «Ben biraz yatacam Asiye!» dedim. «İzzet sorarsa söylersin. Azcık daha yatıp dinleneyim bakalım. Değilse uzar bu ağrı.» Çektim yorganı. Öğleyi ettim yata yata. Ağrı kesilmiyor. Öyle ince ince yokluyor. Dizim de ağrıyor namussuz! Öğleyin kalktım. Elimi yüzümü yudum. Avradımın bişirip beklettiği çorbayı içtim. Çomağımı alıp çıktım köy içine. Okulun önünden bâçaya doğru yörüdüm. Ertan Bey Tülây Hanımla konuşuyordu. Boby ahırın önünde. Tomafilini yolun kıyısına çekmiş. Uzaktan el sallayıp geçtim. Kürt Selim, elinde kürek, ağaçların dibine su dolandırıyor Da-naçı Arif görünürlerde yok. Selim beni görünoe koşup geldi uzaktan. Kapıyı tuttu. Sanki baskın yapıp girecem gündüz gözüyle. Ben eyice yaklaşınca da: «Duuur!» dedi kolunu kaldırıp. «Durduk bakalım, Selim Bey!» dedim. «Bey deme, sülâlemde Bey yokdir!» dedi. «Pekey Selim Efe!» «Söyle ne istersin? Bilirsin yassaktir!» «Danacı Arifi görecem...» dedim. «Aşahtadır, ilâç verir ağaçlara... sen bekle burda, ben gidip göndereyim!» Ciddî ciddî gftti, Danacıyı yolladı gerçekten. Sırıta sırıta çıkıp geldi bu: «Elimi ısırdın akşam! Çok acıyor!» dedi. «Bıçağı ver, gidecem!» dedim. 242 Zabahtan bulup saklamış. Aldı getirdf. «Haydi hoşça kal! Bundan keri kendini tanı!» dedim. «Amarikan finişi!..» dedim. «Sen tanı Temel emmi!» dedi o da bana. Başım, kopası başım çok ağrıyor. Habire de ağzımın içi kuruyor. Geçip gidiyordum. Boby çağırdı. Vardım. «Anlat Temeloş, yeni ne var?» dedi. «Çok iş var Boby yeğenim!» dedim. Güneşin altındaki sandalyeye oturdum. Olanları anlatmaya başladım Boby'ye. Başımın ağrısı arttı, arttı anlattıkça. Tuttum, başımın ağrısını da anlattım. Hiç sesini çıkarmadan dinledK Boby. En sonunda: «Çok kötü! Keşke bunların hiçbiri olmasaydı!» dedi. 243 IŞIKLI BİR GÜN «Cok kötü!» diyordu Boby. «Koca adam bahçeye giriyor, öteki de koca adamı doğuyor, bu cok kötü! Koca adam Temeleş'tur. Kötü olan Te-meloş'un döğülmesidir...» diyordu. Giriyor çıkıyor, böyle diyordu. ¦İkindiye kadar böyle dolaştı. Ahırda kümeste çalıştı. İkindi

110


olunca sırtındaki mavi gömleği çıkarıp dolabın içine astı. Elini yüzünü sabunladı. Kareli yeşil gömlek giydi. Pabuç değiştirdi. Dolabı kitledi. Anahtarlığı cebine attı. Bahçeye vardı. Danacı Arif açtı kapıyı. Boby biraz gezindi ağaçların arasında. Gene sulanmış, çapıJmıştı dipleri. Ama bir değişiklik yoktu. Bir değişiklik olmuyordu. Gür yeşillikler, kocaman, geniş yapraklar... böyle gidiyordu. «Köylüler bıktılar iyice!» dedim kendi kendime. Peşim sıra dolaşan Danacı Arifin yüzüne baktım. Onun yüzünde bir bıkkınlık yoktu. İlgisizdi hatta. «Bana ne? Yapıyorsunuz, biz de bakıyoruz, bekliyoruz...» Sanki böyle diyordu: Köylülerin çoğu böyle diyordu. İzzet bile bu tavırda... bekliyor! Temeloş böyle değil. Temeloş patlayan yanı köyün! Çok sabretti, çok bekledi, Mr. Wayt biraz akıllı davranmalı bence. Alay eder bir halimiz var bu insanlarla. Biz ne sanıyoruz geri kalmış toplumları? Tâ baştan beri mi geriydi bunlar? Sürüne sürüne mi geldiler bugüne? Cok belge, çok işaret var ki, dün böyle değillerdi. Bugün böyle oluşlarının da bin bir nedeni var kendi içlerinde ve dışlarında! __ ________. v^yuııu ivcnuııeiı ae Diımıyorlar. Bizim bilmemiz de olanaksız. Bir kere biz gerektiği gibi eğilmiyoruz. Bizim Officer Club'\m\z, ayrı semtimiz var. Teneke kutularda biramız, punch'-ımız, çayımız var. Yerli halkla ilgilenmeye vaktimiz kalmıyor. Dillerini bilmiyoruz. Dilini bilmediğin bir toplumu nasıl anlarsın? Hem dilini, bilinç dilini, bilinçaltı dilini... Burada, yada benzer ülkelerde görev alanlarımızın çoğu it! Böyle toplumların sokaklarına kız için, kadın için gireriz. Tatlı tatlı tatlı yattığımız kızları, sonra sokağın başına getirip bırakırız. Bizim bu toplumların en genç, en güzel kızlarıyla ilgimiz, sevip sevip iki yıl sonra bırakmak içindir. Bizim, gebeliği önleyici beş yüz bin çaremiz vardır! En severek yaptığımız işte bile, iz bırakmak istemeyiz. En aptalımız binde bir hata yapar. Onu da doğurtmayız. Bizim geldiğimiz her yerde ana olacak kızların karnını boşaltan uzmanlar belirir. Uzmanlar yerli ve ucuzdur. Sonra sevdiğimiz kızların gönlünü almak hiç zor değildir. Ama toplum yutmaz. Kızlar yusalar bile toplumun bilinçaltı yutmaz. Tutar bunları bir bir... biriktirir! Birden, «Belki benim sıkıntım da bundan geliyor Tülây'la!» dedim kendi kendime. Gidiyorum geliyorum, bir büyük parçası susuyor kızın. Alıp gezdiriyorum, bir büyük yanı kaskatf. Bildiğim kızların hiçbirine benzemiyor. Akıllı ve ciddî. Ve müthiş sabırlı. En tatlı ve coşkun anlarda bile tutabiliyor kendini. Belki en çok bunun için ona deli oluyorum. Onun için böyle gece gündüz dizinin dibinde olmak istiyorum. Bunlar, kendileri sanırlar ki, böyle sanan kaç tanesini gördüm, «coni»lerde para var.. ve parayı duyan hepsi kuyruk sallar. Al bunları arabana, bir iki lokma yedir, bir iki bardak içir, bir iki paket bir şey tutuştur ellerine, tamam! Bütün kapılarını aç, bütün kuytularına gir... çık! Tülây öyle değil. Sarhoş olduğu zaman bile ayık bin yanı var. Evet bin yanı. Gülerken, dans ederken bin yanı f 244 245 Kizıarına gırmeK Kauar Dasit aegııaır... Temeloş'un bıçakla kestiği ağacı gördüm dolaşırken. Aynı köyden, belki uzak yakın akraba olan iki adamın boğuştuğu yeri gördüm. Başka çok şey olmalıyd;, bu döğüş olmamalıydı. «Başım ağrıyor, dizim ağrıyor!» diyor şimdi. Başının ağrısı gün geçtikçe artıyor. Bütün duyguları değişmiş, hınç olmuş. Gözü görmez, kulağı duymaz bir hınç hem. Önce Danacı'yı vuracak, Ertan'ı vuracak, Tu-luğ Paşa'yı vuracak. Bütün bu hünerlerin Paşa'-dan geldiğini «biliyor!» En çok ona diş gacırdatıyor. Belki sonra «Dört kitabın hiçbirinde yeri olmayan» bizlere yönelecek. Vurup kıracak, vurup kırarken kendini parçalayacak. Temeloş'un başına gelenler, geleoek olanlar hoş değil. Temeloş'un ba-şındakilerden korkuyorum... Bahçeden çıkıp okula gittim. Sınıftan sesi geliyor hâlâ. Lojmanın kapısını vurdum. Annesinin elinde tespih. Namaz kılmış, kilim seccadeyi yeni kaldırmış. «Hoşgeldin!» dedi bana. «Nasılsın, iyi misin.? sordu. Hiç ipucu vermeyen bir sesle soruyordu. Annesi bana kızıyor. Genel olarak hep susar o. Bursa'nın yeşil selvileri gibidir. Yeşil selvi-ler

111


gibi suskuya benzer. Birleşik Devletler topraklarında, az ana, onun gibidir. Az ananın onun kadar «hakkı» vardır kızı üstünde. Tülây büyümüş akıllanmış, hâlâ anasına bağlıdır, korkar ondan. Bunu az insan anlar bizde, çok insan anlamaz. «Bir kahve yapayım!» dedi kalktı. Ufacık bir ispirto ocağı yaktı. Ufacık bir cezve içinde pişirdi gahveyi, mor çiçekli bir fincana koyup uzattı. Köpüklü tüten bir kahve oldu. Yudum yudum içtim, yarıya indirdim, cezvede kalanı da döktü fincana. «Temeloş'un başı çok ağrıyormuş, duydun mu?» diye sordu. Temeloşun başağrısını bu da duymuş! Neden ağrıdığını biliyor mu? diye merak ettim. «Neymiş nedeni?» dedim. Benim başım da ağrır sık sık. Aspirin yutarım, geçer. Onunki geçmiyormuş...» Yaza giriyoruz, ayaklarında hâlâ yün çorap. Evin içinde bile başı örtüyle kapalı. Yerlerde ufacık bir kıl görse, çöp görse alıp sobaya atıyor. Onun titizliği ağırbaşlı, sessiz hali Tülây'a da geçmiş. Beni sıkmıyor bu sessizliği. Üçümüz, bir gün Gençlik Parkı'na gittik. Salkım söğütlü bir bahçeye oturup çay içtik. Orada ikimizi de güldüren hikâyeler anlattı. Sonra haşlanmış mısır satan adam geçti. Biz alıp birer tane yedik, o istemedi. Eskiden, onun çocukluğunda, Bursa'da gâvurlar varmışı. Ben hiç o gâvurlara ben-zemiyormuşum. Bugün bu halimle ben Bursa'ya gitsem, beni dükkânda havlu satan kalfalardan birine benzetirlermiş. Gâvur demezlermiş. Cok hoşuma gitti bu sözü. Ama bir yorum yapmaktan çekindim. Beni benimsediğini mi söylemek istiyordu, yoksa bir teklif mi vardı: Dinimi, ad'mı değiştirmem için? Kalkıp luna parka girdik. Dönen tekerleğe, salıncaklara, uçaklara bindik Tü-lây'la. O hep aşağıda bekledi bizi. Parktan çıktık, bir uğrakta börek yedik. Dönüşte: «Boby!... Ne biçim ad bu Boby? Değiştir, bizim adlardan birini al gendine!» dedi. Az önceki sözünü mü açıklıyordu böylece? Gene anlamadım. Tülây güldü. «Aman anne sen deeee!» dedi. «Sana ne çocuğun adından!» Bana döndü: «Aldırma Boby!» dedi... Yok, hiç aldırmıyordum. Yani kızmıyordum. Ondan istediğim, sadece o bana kızmasın. Rahat rahat gelip gidebileyim. Arada bir alıp Tülây'ı, isterse annesini, gezdirebileyim... «Bu kız kendine hiç acımıyor! Geç vakitlere kadar uğraşıyor bebelerle. Sesi kısılıyor.» Kızının işini ciddîye almasından şikâyeti olamazdı böyle. Gecikmesinin nedenini açıklıyordu bana. «Çocuklar da çok zayıf bre evlâdım! Pek ihmal edilmişler epeydir. Yetiştireyim diye çırpınıyor durmadan!» 246 247 rip fincanı verdim. «Cok sever, çok sever!» dedi. «Çocukları da sever, çalışmayı da!» Az sonra koltuğunda defter, cetvel, Tülây geldi. Hemen gömleğini çıkardı. «Hoşgeldin!» dedi bana. Elimi sıktı. Annesinin hatırını sordu. «Acıktım anne, neden acıktım bilmiyorum!» dedi. «Karnım zil çalıyor...» «Genç insansın, elbet acıkırsın!» dedi annesi. «Peynir ekmek çıkarayım, yiyiverin...» Tülây baktı: «Yer miyiz?» dedi işaretle. «That is up to you!» dedim ben de işaretle. «Getir anne, getir yiyelim!» dedi o zaman. Annesi kalktı, bir tepsiyle bazlama, peynir getirdi. «Keşke birer bardak çay bişirseydim!» dedi. «İsterseniz süt ısıtayım!» diye de ekledi. «Yok yok, süt çay istemez!» dedi Tülây. Gidip ellerinin tebeşir tozunu yıkadı. Peynir ekmek yedik biraz. «Senin işler nasıl?» dedi bana. Hiç sesimi çıkarmadım. «Bir değişiklik var mı?» «Eskisi gibi!» dedim. «Çalışıp duruyoruz.» «Benim öğrenciler iyileşiyor. Biraz da Ertan gayret etse...» Başımı salladım! «Tâ baştan sevmedim onu.» dedim. «Boby!» dedi Tülây. «Yemeğe kalır mısın bur-da? Yoksa başka plânın var mı akşama?»

112


Tülâyın bizimkilerden kaptığı tek söz budur: «Plânın var mı?» diye sorar. Buralılar, «İşin var mı?» diye sorarlar. Bir plânım olmadığını söyledim. «Ama, çıkıp biraz dolaşsak, biraz temiz hava alsak, yemeği dışarda yesek olmaz mı?» Annesi atıldı hemen: «Akşama daha vakit var. Siz gidip gezin, ben de kalıp bir şeyler hazır edeyim!» dedi. 248 u^ıuı mu oyıe?» dedim. «Beraber gidelim. Yemeği dışarda yeriz, yada dışardan bir şeyler alırız...» «Tabiî» dedi Tülây. «Beraber çıkalım...» «Yok!» dedi annesi, «Başım ağrıyor...» Bizimle gelmek istemiyor, bir neden uyduruyordu. Ben de, gelsin demiyordum zaten. Ama «Gelsen iyi olur!» dedim gene de. «Madem, biz çabuk döneriz!» dedi Tülây. «Siz gezin tozun, ama geç kalmayın. Merak ederim. Otomobille gidiyorsunuz...» Güldüm ben: «Esenboğa yolunda deli şoför yok pek!» dedim. «Çok şey hazırlama!» dedi Tülây kalkarken. «Biz getireceğiz.» Ben de kalktım, «Bulgur pilavı yap, biraz da ayran, mümkünse!» dedim «Tabiî mümkün, yaparım.» dedi annesi. Tüy gibi hafiftim. Tülây sağ yanıma oturdu. Avdan'ın içinden hızla geçtik. Esenboğa yoluna girince, deli gibi sürdüm arabayı. İsterse ucaydım, devirip arabayı! Buralarda bir yerlerde Tülây'la birlikte toz olaydım!.. Sarhoş gibiydim, mutluydum... Ağaçsız tepelerdi her yanımız. Arabanın camını indirdim. Göz açıp kapayana kadar Solfasol deresine geldik. Dışkapfdan Ulus'a, Kızılay'a, oradan Kü-çükesat'a çıktık. «Ben eve uğrayacağım!» dedim Tülây'a. «İstersen bekle, istersen gel...» dedim. Gözüme baktı «Geleyim!» dedi. Arabayı kitledim, Merdivenleri çıkarken elinden tutmak geldi içimden. Ama tutamadım. Sırtıma alıp çıkarabilirdim o anda Tülây'ı! Onunla çatı kattaki daireme değil, Idaho'daki dağların doruğuna çıkabilirdim. Kollarımda uçurabilirdim. Uçurup çok yükseklere kondurabilirdim onu. Ama, dokunamı-yordum. Yüzünün her yanı güzeldi. Gözlerinin iki-side sıcaktı. Soluğu bile okşayıcıydı. Ama, bir yanı vardı, «Dokunma!» diyordu. «Dokunma, dur!» Ben de dokunmuyordum, duruyordum.. Evim bomboştu. Korkuteli pazarından aldığım kilim gülüyordu yerde. Duvarda çalmasını bilmedi249 lanamayacağım, hiç dolduramayacağım renkli bir heybe asılıydı. Ve kaşıklar vardı boyalı. Kapıyı Tülây kapattı. Ceketini çıkarıp fırlattı içeri girince. Sedire oturdu. Ne yapacağımı bilemiyordum. «Otur sen biraz.» dedim. Tuvalete gittim. Sıkışmıştım da onun için mi gelmiştim.? Asıl amacım bu muydu? Hemen işimi bitirip çıktım. Elimi yüzümü, kulaklarımı yıkadım, kuruladım. Çıkıp baktım ki, pikaba plâk koymuş. Odet-ta, zenci ezgileri söylüyor: «Gel benim gamlı meleğim...» Benim de çok dinlqdigim plâk. Teşekkürle bakım gözlerine. «Otur!» dedi bana. Oturdum. O kalktı, «Ben de gideceğim senin gittiğin yere!» dedi. «Göstereyim!» dedim, önü sıra yürüdüm. Kapısını da açtım. Girdi, kapattı. Evin içinde oradan oraya koşuyordum. Perdeleri iyice araladım. Pineaple suyu içine biraz cin kattım. Buz gibi soğuktu hazırladıklarım. Bardakları Tülây'ın oturduğu sedirin önündeki sehpaya koydum. Geldi. «Ne güzel ev, bayıldım!» dedi. «Sıcak suyu da var!» «Çok seviyorum ben de!» dedirrr. «Gir yıkan, çık yıkan...» dedi. Başımı eğdim: «Evet!» dedim. İçkileri gördü. «Ne bunlar Boby?» dedi. «Biraz cin var içinde.» dedim. «Tutar mı?» diye sordu. «Çok hafif.» dedim. «Çok az koydum.» «Sana inanırım!» dedi sertçe.

113


Şaşırdım. Sonra toparladım. «Sağol!» dedim. Alıp içti: «Ayy, çok güzel!» dedi. Karşısına bir koltuğa oturdum. «Gelsene böyle, Boby!» dedi. Gittim. Yanıbaşma oturdum. Odetta, «Gül benim gamlı meleğim!» diyordu. «Ne diyor?» diye sordu. Çevirdim, «'Gül benim gamlı meleğim,' diyor.» dedim. 250 ____ . , t ljıı çıdlMtl mlY» «Ben çok severim.» dedim. «Neden hüzünlü şeyleri seviyorsun Boby?» - «Candan şeyleri seviyorum.» dedim. «Orada başka plâklar da var...» «Bunu sevdim Boby!» dedi. Birkaç yudum içti. Birden neşelendi. Yanında oturmak, neşesini görmek bambaşka duyguların içine atıyordu beni. Nasıl davranacağımı bilemiyordum. Ben de içtim biraz. Benimle birlikte o da içip bitirdi. «Çok güzel!» • dedi yeniden. Ayaklarını sehpanın üstüne uzattı. Başını geriye yasladı. Kollarını kaldırdı, ellerini başının altında kenetledi. «Ohhh, dinlendim biraz!» dedi. «Çıkalım mı?» diye sordum. «Yooo hayır, dinlendim,» dedi... «Boby, ne isterdim biliyor musun?» «Biliyorum Tülây!» dedim. «Girer girmez yıkanabilmek sıcak suyla!» «Yıkanmak mı istiyorsun Tülây?» dedim. «Evet, hem istiyorum, hem istemiyorum...» «Serbest ol Tülây!» dedim. «Sıkılma...» «Çok zor!» dedi. Bardağını uzattı bana: «Koyar mısın biraz daha? Bardağı alıp gittim, pineaple suyu ve sodayla doldurdum. Çin koymadım. Kendiminkine de koymadım cin. Getirip verdim. Mutfağa geri girdim. Kuruyemiş getirdim ne varsa. Gene yanına oturdum. iki fıstık aldı. Birini kendi ağzına attı, birini bana verdi. O sıra plâk bitti. «Gene aynı plâğı mı istersin Tülây?» dedim. «Arkasını koy.» dedi. Plâğın arkasını koydum: «Ooooh yeşil çayırları!... Atını sürüp gelen sevgilim!...» Gelip yanına oturdum. Türkünün sözlerini çevirdim. «Çok güzel...» dedi. Sonra uzanıp bardağını aldı, içti. Yüzüme baktı, başıma vurdu elini «Ah Boby!...» dedi. Bir daha vurdu, elini başımda bıraktı, çekmedi. «Çin koymamışsın...» «Koymadım Tülây!» dedim. 251 aldı, «Kendine de koymamışsın!» dedi. Elini gene başıma koydu. «İstiyor muydun?» dedim. Elini elime indirdi, okşadı, sıktı: «Hem istiyorum, hem istemiyorum. Senin yaptığın gibi olsun Boby!» dedi. Beni yanına çekti, «Biliyor musun, biliyor musun, seni belki bunun için çok seviyorum!» dedi. «İnsan olarak çok, çok güveniyorum sana...» Bir şey diyemedim. Yüzüne bile bakamadım. Ben kızlara daha on üç yaşındayken alıştım. İlk gençliğim özgürlük içinde geçti. Tülây'ın yanında düştüğüm hale hiç düşmedim. Buralı delikanlıların da benim düştüğüm hale düştüklerini sanmıyorum. Bu hal Tülây'dan, Tülây'ın etkisinden geliyor. Şimdi tuttu sıkıyor, okşuyor, ben bir şey yapamıyorum. Yapmak istemediğimden, kuzu kuzu-ouk biri olduğumdan değil, başka türlü davranır-sam Tülây hoşlanmaz sandığımdan... «Boby!» dedi Tülây. «Tülây!» dedim. «Ne olacağız Boby?» «Sen bileceksin Tülây!» «Annem var Boby?» dedi. «Annenden korkuyorum» dedim. İyice sokuldu, başını göğsüme koydu. Ellerini dizlerime uzattı. «Annem beğeniyor seni, Boby!» dedi.

114


Kolumu omzuna koydum. Okşadım sırtını. Kıvranarak daha çok sokuldu. «Ondan korkuyorum Tülây!» dedim. «O da bizden, ikimizden korkuyor, Boby!» Elim göğsüne gitti alışkanlıkla. Hemen tuttu elimi. Tutup sıktı sıktı, bir de öptü, itti sonra. Deli oldum. Göğüslerini kapadı gövdesiyle. Başına koydu elimi. Başını okşadım. Boynunu, kulaklarını okşadım. Fırladı kalktı. Boynuma sarıldı birden: «Boby! Boby!» dedi. 252 Öpüştük ağızlarımızla. Sıktık birbirimizi, sarılıp- Ne kadar tatlı kokuyordu!.. «Boby Boby Boby!..» dedi. «Tülây Tülây Tülây!..» dedim. «Boby!.. Boby'm!.. Boby'ciğim!..» «Tülây, seninle dopdoluyum! Derin bir dindar değilim ben. Anam babam Mormon'dur memlekette, öyle bir eğitim içinden geçip geldim. Hiç yalan söyleyemem! Dopdoluyum...» Tülây'la dopdoluydum! Çok seviyordum. Birbirimizin boynunda bir süre kaldık. İkimiz de düşünceye daldık o sıra. «Seni tam seviyorum Tülây! Eksiksiz!» Kendini ayırdı benden: «Ben galiba tam sevemiyorum, biraz fazla seviyorum Boby! Ve korkuyorum...» dedi. Kalktı. Odetta'nın ikinci yüzünü yeniden koydu. «Atını sürüp gelen sevgilim! Karşı dağlara gidelim beraber...» «Ne olur şunların içine cin koy!» dedi. Gidip şişeyi getirdim. Birer parça koydum. «Geri götür şişeyi, burda bırakma!» dedi. «Peki!» dedim, geri götürdüm1. Birer yudum içip gene yan yana oturduk. Az sonra bana doğru döndü. Ben de ona doğru döndüm. Birbirimizin gözlerine bakmağa çalıştık. Ateşler içindeydik... «Ne güzel yüzün var Boby! Bir bebeninki gibi... okuttuğum sınıflardaki! Bakmağa doyamıyorum...» «Ben senin yüzüne her zaman bakamıyorum bile Tülây!» dedim. «Çok istiyorum halbuki!..» «Bak, hep bak!» «Yok, bakamıyorum!» «Bak, ne olur!» «Bakamıyorum.» «Tutsak gibiyiz Boby!» «Niçin tutsak gibiyiz, niçin öylesin?» «Bilmiyorum, ama öyleyim. Canım diyor, gir banyoya, yıkan! Ama yıkanamam. Canım diyor, bırak göğüslerini Boby okşasın! Ama bırakamam. 253 Canım diyor, gitme bugün köye kal Boby'yle... kalamam!.. Yerleşik yargıların tutsağı...» «Köye gideceğiz Tülây!» dedim. «Böyle ufak ufak zorunluklar... bunların tutsağıyız! Bunlardan önce annemin çevremizin kendimizin...» Ne çok şey söyledi iki saniyenin içinde!.. «Gir istersen yıkan Tülây!» dedim. «Eğer çok istiyorsan...» «Hayır!..» dedi. «İstiyorum ama hayır...» Saçlarını yüzüne yüzüne bastırdım, okşadım okşadım yüzünü. Öptüm. «Bu kadarı bile mutluluk Tülây!» dedim. «Az değil! Ben sana dokunamayacağımı sanırdım!..» «Gene dokunamayacaksın, çok zor!» dedi. «Köyün hallerini biliyorsun.» «Her şey ters gidiyor. İyi gitmesi gerekenler bile ters gidiyor...» dedim. «Seni niçin bu kadar çok seviyorum Boby?» «Ben kendi halimi bilmiyorum, seninkini nasıl bilirim?»

115


«Gelip giden Amerikalıların hiçbirine benze-miyorsun.» «Yoooo!'..» dedim. «Amerikalıyım ben.» «Dilimizi bizim kadar rahat konuşuyorsun.» «Mahcup oluyorum Tülây, yeter!» dedim. «Sana istediğimi konuşamayacak mıyım Boby?» «Bilmiyorum Tülây... istersen kalkalım!» «Yok!» dedi, bardağını alıp içti. Ben de içtim. Ellerini boynuma koydu: «Bana kendi dilinle bir şey söyle Boby!» dedi. «Aklına ilk geleni söyle!» «I am crazy about you, Tülây!» dedim. «Deli oluyorum senin için!..» «Canım!» dedi, boynuma sarıldı. Saçımı, gözümü öptü. «Ah... Deli oluyorum... Söyle, daha söyle!» Ben de sarıldım, öptüm: «Honey, my honey!..» dedim. «Balım benim!..» dedim. Deliler gibi sarıldık birbirimize. Sonra kucağıma düşürdü başını, yüzünü bana döndürdü: «Bo-bicik!» dedi. «Darılmadın ya bana?» «Neden dardayım Tülây?» dedim. Elimi tuttu, göğsünün üstüne koydu: «Darılmadın ya demin?» «Nasıl darılırım sana, sevgilim?» dedim. Elimi göğsünün üstüne bastırdı: «Sevgilim!..» diye bağırdı. «Sevgilimimimimimimi!.. Sevgilim! Darılma bana sevgilim!» «I can never do that, honey!» dedim, okşadım göğüslerini. Birden yakasını açtı: «Burdan okşa!» dedi. Eğilip öptüm önce. Bıraktı kendini: «Okşa, güzelce okşa...» Yanıbaşına uzanıp güzelce okşadım. Pikaptaki plâk sustu gene. «Odetta sustu!» «Yeniden koyayım!» dedim. «Sussun sussun!» dedi. «Yalnız senin sesin olsun, başka bir şey istemiyorum!» «Çok zor Tülây!» dedim. «Geceleri hep seni düşünüyorum, bazen sabah olmuyor Boby!» «Benim de öyle Tülây! Seninle doluyum!» «Seninle ben Boby, ikimiz, iki çocuk!» «Galiba tam öyleyiz.» dedim. «Alsana şu içkileri Boby!» dedi. içkileri aldım, içtik. Usulca kalkıp göğsünü kapattı. «Sen otur bir dakika!» dedi. Tuvalete gitti çantasını alıp. Birkaç dakika bekledim. Pikapa başka bir plâk koydum. Sesini iyice kıstım. Geçip yerime oturdum. Biraz sonra saçını başını düzeltmiş, geldi. Oturmadan içkisini aldı, «Bitirip çıkalım Boby!» dedi. İçkileri bitirdik. Bardakları mutfağa koydum. Ardımdan geldi: «Yıkayalım bardakları, kalmasın öyle1.» dedi. Çantasını bıraktı, aldı bardakları elimden. Yıkadı kauçuk silginin üstüne kapattı. Ellerini kuruladı sonra. Sularını sildi oraların. «Çok şirin mutfağın var, bayıldım!» «Hiç yemek yapmıyorum, ne fayda!» «Aaaa, yap deli! Niçin yapmıyorsun?» «Kal, niçin kalamıyorsun?» «Kalamıyorum. Çekip çekip köye geliyorum. Köyde akşamı ediyorum.» Güldü: «Gelip bir gün ben yapayım sana yemek. Sevdiğin yemeklerden yapayım.» «Bir gün gel, yemeği ben yapayım sana Tü-lâycığım!» dedim. «İkimiz yaparız.» dedi, çantasını aldı. Ceketini tuttum, giydi. Giydikten sonra sokulup kulağının altından öptüm bir daha. «Ahh, yeter!» dedi. «Yeter, öldüreceksin!..» Pikabı susturdum. Merdivenleri inerken elinden tuttum. Tutup sıktım. «Korkutma e mi?» dedi usuloa. Sadece baktı yüzüme, güldü. Alt dudağını ısırdı. «Peki Tülây!» dedim. Sokağa çıktık, elini çekti. Bıraktım ben de. Yavaş yavaş akşam oluyordu. Bizim sokak tenha idi. Ama anacadde dolmuştu. Akşam oluyordu. «Gidip bir şeyler alalım şimdi.» dedim. Kolundaki saate baktı: «Biraz geç kaldık

116


galiba!» dedi. «Yok! Çok sürmez, hemen orda oluruz istersen... İstersen biraz da dolaşırız!» dedim. «Bugün dolaşma kalsın, gidip alacaklarımızı alalım.» dedi. Ulus'a yukarı sürdüm arabayı. Belediye'nin ardındaki aralığa park ettim. Daldrk Hal'in kapısından içeri. Bağırıp çağırıyorlardı. Hal büyük bir gürültüydü. Tülây çantasından bir file çıkardı. Balık gördük. «Balık alalım mı Tülây?» dedim. «Yetişmez, temizlemesi var, et alalım balık yerine.» dedi. Bir kasaba girdik. «Biftek, pirzola bir şey mi olsun?» dedim. «Öyle olsun, daha tez pişer.» dedi. Biftek yaptrdık1. Çıkıp biraz da sebze meyve aldık. Marullar, salatalıklar gelmişti. Onlardan aldık «Limon alalım, limon!» dedi Tülây. Limon aldık. Ekmek aldık. Attık arabanın içine. Öne geçip oturduk. «Haa, dur Boby, dur biraz da tatlı alalım.» dedi, çıktı arabadan. «Sen bekle, ben alıp 256 gelivereyim...» Koştu. Az sonra, elinde paket, geldi. Sürdük arabayı. Pursaklar köyünün hizasındaki tepelere geldik. «Ayh!.. Ne bu telâşımız Boby?» dedi Tülây «Durdur arabayı! Bak surda çeşme var, inip birer su içelim!» Arabayı durdurdum. İndik ikimiz de- Gidip çeşmeden ağızlarımızı yıkadık, su içtik. «Ayıp olur mu şuraya taşın başına biraz otursak?» «Yoooo, zannetmiyorum.» dedim. Elimden tuttu, «Gel!» dedi. Yürüdük bayıra yukarı. Yol vızır vızırdı. Yamaca, çok yıllar önce asmalar dikmişler, sonra unutmuşlardı. Bademler körelmişlerdi. Kayanın başına çıktı Tülây. Kollarını açtı havaya, «Oh oh oh Bobyicik!..» dedi. Ben de oraya dikilip onu seyrettim. Kollarını geriyor, oh çekiyordu. Başını yukarı yukarı kaldırıyor, kokluyordu Sonra, «Oh oh oh!» diye bağırıyordu. «Gelsene Boby! Gelip sen de bağırsana!» Kayanın başına çıktım. Açtım ben de kollarımı. Başımı da kaldırdım. Derinden, çok derinden, «Tülââââyyy...» diye fısıldadım. «Tülâycığım!..» Güldü: «Bak, ne güzel gün batımı!» dedi. Giden gün kocaman bir şeftali idi. Elimi omzuna koydum: «Bursalı bir şeftali!» dedim «Ne güzel gidiyor!» «Yarın gene geleeek!» dedi. «Durup gidişini seyredelim, no/ur!» «Durup güle güle diyelim.» dedim Esenboğa asfaltı aşağıda kalmıştı. Ağır bir trafik vardı üstünde. Yüklü kamyonlar toprağı tif-rete titrete gidiyorlardı. Melih Dalyan'ın madenleriydi çoğundaki.. Külüstür taşra otobüsleri geçiyordu. Römorkları köylü dolu traktörler ışıklarını yakmışlardı. Havaalanının servis arabaları, başka başka birçok "arabalar, otobüsler... Binek otomobilleri balık gibi oynayarak geçiyordu aralarından US Air Force'un arabaları geçiyordu. Keçiören'in 257 tepeıerınae uayım* yco» tüyordu. Daha ötelerde Ankara dumanlar içindeydi. Hasköy'ün, Altındağ'ın, Bostanlar'ın ışıkları yanmıştı. Görünen görünmeyen köylerde «ışık» yoktu! «Otur Boby!» dedi Tülây. «Yanıma otur!» Oturdum, «Gitti şeftalinin yarısı!» dedim. «Yarısı da gidiyor işte!» dedi Tülây. Elini elime verdi: «Oturup burda sabaha kadar beklesek, batışı gibi, doğuşunu da seyretsek... ikimiz, böyle el ele!» Güldüm: «Üşürsün birazdan!» dedim. • «Üşüdükçe sana sokulurdum.» dedi. Bir cesaret bulup, «Korkarsın!» dedim. «Neden, kimden?» «Bilmem, benden..» dedim. Elini çekip yüzüme vurdu: «Pis çocuk, pis çocuk! Sevdiğimden korkmam, senden korkmam!..» diye bağırdı.

117


«Ben seni korkuturum.» dedim. «Pis çocuk sus, bak bak... gidiyor, gibi., git... tiiii!» «Gitti!» dedim. «It has gone!..» Giden güne doğru el salladı: «Güle güle güle güle!...» Ben de salladım, ikimiz birden, «Güle güle!» dedik. Kalktık sonra usulca. Bayır aşağı yürüdük. Tülây yerden bir taş alıp attı, yolun öte yakasına düşürdü. «Sen de at bakalım.» dedi. «Ben atamam, atıp seni geçemem.» dedim. «At at...» dedi. «At nolursun?» «Yok!» dedim. «Onu yap, bunu yap! Yapmıyorum! Öğrencin miyim senin?» Kızdı: «Aaaa, aaa, şımarık!» Yürüdü: «Konuşma benimle: Tüm-küs! Tüm-küs sana!» «Küs küs!» dedinr. İstersen hiç konuşma!' dedim. «Öğretmen Hanım!..» Yola indik. Arabayı geçti, yürüdü. «Arabaya buyurmaz mısınız Öğretmen Hanım!..» 258 ses vermedi. Binip sürdüm biraz. Yanına varıp düt ciüt ettim, «Buyurmaz mısınız?» «Param yok efendim, maalesef!» dedi. ^ «Önemi yok efendim, güzelleri parasız taşırız!» dedim. Güldü: «Binmiyorum arabana ulan!» dedi. «Beni mahcup etmeyin efendim, rica ederini buyrun!» dedim, kapıyı açtım. Atladı içeri, «Seni!.» dedi. Kapıyı çekti. «Evet, beni?» dedim. Hızla sürdüm arabayı: «Beni?» Kulağımı yakalayıp çekti: «Seni!..» Başımı çevirmeden sordum: «Beni?» «Seni bir gün tenhada yakalarım!» İniş aşağı sallandık. «Ne yaparsın yakalayıp beni?» dedim. «Görürsün o zaman!» dedi. «Söz dinlemeyen çocuğu pataklarım!» «Ne demek pataklamak?» «Bilirsin sen.» dedi. «inan ki bilmiyorum.» «Döverim.» «Oooo! O cok kolay!» dedı'm. «Ben de başka şey yapacaksın sandım...» Gülüp kulağımı çekti gene: «Terbiyesiz! Terbiyesizsin, nolacak?» «Bak Tülây Hanım, araba kulllanıyorum, ku-fağımı çekip durma!» «Kulağınla kullanmıyorsun, ya arabayı!» «İyi öyleyse!» dedim. Bir süre sustum. «Demeyeceğim...» dedim. «Utanma söyle!» dedi. «Gene terbiyesiz bir şey söyleyeceksin değil mi?» «Sustum Efendim, vazgeçtim!» dedim. Esenboğa yolu bitti. Avdan'a doğrulduk. «Ah Boby, Bobicik... bitti! Geliyoruz köye!» <Jedi Tülây. «Geliyoruz Tülây!» dedim. Avdan'da bazı adamlar kapı önlerine dikil259 mislerdi. Bazıları camının onurıe Bırakılmış sakallarıyle anlamsız anlamsız bakıyorlardı. Çocuklar, bağırışarak arabanın ardından koş tular. Adamlar Tülây'a ve bana baktılar. Kadınlar bekliyorlardı. Köpekler eskisi gibi havlamıyorlardı Köyü geçtik. Önümüzden maden kamyonlar: geliyordu. Bir toz bulutunun içinde, gürley.erek geliyorlardı. Camı kapattım Avdan'ı geçince. Tülây da iyice sağa çekildi. Çantasını koluna aldı. «Seni gene deli gibi bekleyeceğim yarın!» dedi. «Seni getirecek ikindiyi iple çekeceğim... Belki »annemi de alıp çıkarız yarın... Belki çıkmayız, belki oturur can sıkıntısı yaşarız... Kavga ederiz... Yok yok, kavga bile edemeyiz annemin yanında... Ama bek leyeceğim!» «Asıl ben bekleyeceğim Tülây!» dedim Köye girdik. Bahçe öyle, köy öyle. «Temeloş'un başına gelenleri duydum, bebe ler söyledi.» dedi. «Öyle mi? Bebeler duyduysa, herkes duymuştur. O işe çok üzülüyorum.» dedim. «Bizimki ler üst üste yanlışlık yapıyorlar. Temeloş sopa ye-mese, çok iyi olacaktı...» «Başı ağrıyormuş şimdi hep...» «Başını yere yere vurmuş Danacı!» dedim. ' «Niçin yasak ederler bu bahçeyi âleme?»

118


«Aleyhte propagandayı önleyecekler güya!» «Daha artırmasalar...» «Nitekim öyle oluyor...» Arabayı okula yakın bir yere çektim: «Yemeğe kalaeak mıyım?» diye sordum. «Aaa tabiî!» dedi Tülây. San Musa geldi sallanarak: «Merhaba, hoş-geldiniz!» dedi. «Merhaba, hoş bulduk. Ne var, ne yok?» «İkindin ahira gelip Temeloş seni sordu Ben de, gitti, dedim.» «İyi demişsin. Başka gelip giden oldu mu?» Cık etti, «Olmadı.» dedi. «Temeloş'un başı nasıl?» «Başını tutup dolaşıyor, 'Ağrıyor!' diyor. 260 ı emeıu? un sav, oır çaKmak şimdi. Kimseye şaka yaptırmıyor...» Tülây, «Buyrun, içerde konuşun.» dedi. «Ben eve gidiyorum, size eyi akşamlar.» dedi Musa. Fileyi, paketi ben aldım, Tülây'ın ardı sıra yürüdüm. Kapıyı uslu uslu vurdu: «AnneeeL» dedi. Ben de kollarımı indirdim, saygılıca girdim ardından. Pabuçlarımı çıkarıp oturdum. «İyi gezdiniz mi?» dedi annesi elimdeki fileyi alırken. «Bir tepeye dikilip güneşi uğurladık.» «Güzel bir gün batımı oldu anne!» dedi. «Güneşi mi uğurladmız?» dedi annesi. «Evet, gün batımını seyrettik gelirken.» «Çocuklar gibi!» diye güldü annesi. «Ben de yemek yapıp sizi bekledim. Taze yoğurt buldurdum. Pilâvın içine nohut koydum...» «Aman ne iyi, ne iyi!» dedim. Tülây filedekileri çıkardı birer ikişer: «Yetişirse şunları pişirelim.» dedi. «Gazocağının üstünde olur. Sen otur, ben yapayım...» Biraz sürdü yemeğin hazırlanması. Tülây, içeceğimiz suyun içine limon sıktı... Bir hayli uzadı yemek. Kadın, fıkralar, hikâyeler anlattı, usul usul konuşarak güldürdü bizi. Saat on filândı sofradan kalktığımızda. Tülây'ın gözleri kirmizilanmaya başladı.. Bir yandan da esniyordu. «Daha plân yapacağım yarınki dersler için!» dedi, kalktı. O kalkınca, ben de kalktım. Tülây'la el sıkıştık. Annesinin elini öptüm. İkisi de dişarı, bahçe kapısına kadar çıktılar. Arabayı sürerken düt düt ettirdim. Ana-Kız, «Uğurlar olsun!» deyip el salladılar. Dosdoğru eve geldim. Odetta'yı koydum pikaba. Biraz içki yaptırm Tülây'ın oturduğu yere oturdum. Ağır ağır yudumladım. Ellerimi sürdüm sedirin orasına burasına. Odanm içi bomboştu. İçim bomboştu. «En gerektiğin anda yoksun Tü261 lay:// uuuıııı ııııııiLiyıu. wL^uyuiuniiuyuwuiv ı\uuuı y i_.m yorsun içimi!» dedim. «Ne olacak halimiz Tü-lâââââyyy!..» dedim. İçkiyi bitirmeden kalktım, bir banyo aldım. Sıcak sular onun nefesi gibi dökülüyordu üstüme. Hep onun yıkanmak isteyip de yıkanamayışını düşüne düşüne, onu düşüne düşüne yıkandım. Onu düşünmek hem tat veriyordu, hem acı. Kurulanıp geldim. Gene içkimi aldım. Odetta'nın ikinci yüzünü koydum. «Oh yeşil çayırlar! Atını sürüp gelen sevgilimi...» Gözlerimden uyku akıncaya kadar orada öyle oturdum. Ellerimi onun oturduğu yerlere sürdüm, boş odanın içinde bakındım. O anda onun ne yaptığını, uyuyup uyumadığını, benim onu düşündüğüm gibi, onun da beni düşünüp düşünmediğini... elbet onun da beni düşündüğünü... düşündüm! Sonra kalkıp ışığı söndürdüm, yatağa girdim. «Yat ulan Boby!» dedim, «iyi kötü sık dişini!» dedim. Söndürdüm ışığı... 262 HASTANE KAPILARI

119


Temeloş'un başının ağrıları arttı. Dizindeki morluk yaraya çevirdi, şişti. Birkaç sefer bana geldi. Birkaç sefer de İz-zet'i yollamış. Nasıl bir yardım istediğini bilemedim. Amerikalı dedin mi, cin ifrit oluyor. Yardımın sözünü bile sevmiyor. Nas.l gidip, ne yardım istediğini sorayım? Çok düşündüm, çok bocaladım Sonra kalkıp gittim iyi kötü. Yalnızdı, Sedire uzanmıştı. «Aşkolsun Boby!» dedi. «Öldüğüm zaman mı geleceksin?» «Ne ölümü bu, erken erken?» dedim. «Bundan sonra biz, ırât döşekte bile zor yaşarız üç beş sene. Bir de böyle tekmelenir, yumruklanırsak, tez gideriz gayri... Ölüm bize uzak köy değil artık...» «Nasılsın şimdi? Biraz geçti mi ağrısı?» Elini salladı: «Geçmesini bırak, şiddetlendi!» dedi. «Dizin nasıl?» «Şişti, yara oldu.» «Bir şey yapmıyor musun, bir çare?» «Bilmiyorum ki Boby! Bir çare varsa, sen bileceksin. Bir umudum sende. Sende dememin sebebi, yavu, şimdi kime varıp akıl danışayım? Tu-luğ Paşa'yı desen, kökten nefret olmuşum! Canata Bey'i desen, yıldızım barışık değil! Amarikanları desen, öleceğimi bilsem varıp bir şey sormam! Er-tan'ın da yüzünü şeytan görsün! Tülây öğretmenin de elinden bir şey gelmez. Bütün umudumu sana 263 ben de Amarikanım! Evet sen de Amarikansın. Amma Amarikan var, Amarikancık var. İlk gördüğüm gün gözüm tuttu seni. Sen başkasın!» «Peki, ne yapalım Temeloş? Ne diyorsun?» «Bilsem kalkar kendim yaparım. Başımın ağrısı azdı eyice. Dizimi dersen, o da çıban oldu.» «Doktora gitmek en iyisi Temeloş, çare bu!» «Helbet toktur! Amma hangi toktur? Nerde? Nasıl gidilir?» «Kolay be Temeloş, sen gitmeye karar ver.» «Dünden verilmiş benim kararım Boby!» «Öyleyse yarın gelip alayım seni, erkenden.» «Zabahı ne bekliyoruz, hemen gidelim?» «Şimdi sizin hastanede doktor yoktur.» «Pekey zabah gidelim, amma sen de burda yat istersen. Ne gidip geleceksin? Zabah erkenden varıveririz.» «Ben gelir seni alırım merak etme!» dedim. Böyle kararlaştırdık. Kararlaştırdığımız gibi de yaptık. Sabah erkenden geldim, aldım Temeloş'u. Yolda bana, «Bindiğim ilk Amarikan tomafili budur!» diyordu ikide bir. «Budur! Seninki...» Dünden Mr. Wayt'a haber verdim ki, Teme-loş'la meşgul olacağım. Ahırı kümesi merak etmeyeceğim. Rahat rahat baktıracağım onu. Doğruca Numune Hastanesi'ne gittik. Arabayı dışarda bir yere park ettim. Önce Danışma'ya vardık. «Kafası için Asabiye, dizi için Hariciye!» dediler. «Ama önce hangisi?» diye sordum. «Asabiye'ye gidin, ötekine de sıra alırsınız.» dediler. Asabiye Servisine vardık. Bir merdiven; altı üstü insan dolu. Önden gelenler, arkadan gelenler öfkeli öfkeli bakıyorlar. Beyaz gömleği çok kirlenmiş biri de gelenlerin adını yazıp, herkese 150 kuruşluk bilet veriyor. Kolumdaki saate baktım. Dokuz. Her halde gelirler artık diye düşündüm. Ama 264 ÜU rvauaı uaoıayıa rıasıı oaş edecekler?... Bilet veren görevli dedi ki, «Ohooo!..» Sordum: «Ne demek ohoooo?» Elini salladı: «Doktorlarımız yel gibidir, dört dakikada beş hasta bakarlar!» Bu sözleri Temeloş da duydu. Kirli gömlekliye sövdü diliyle dişi arasından. Ben fazla durmadım üstünde. Ama içime bir kuşku oturdu.- «Teme-loş'a gerekli ilgiyi göstermeyecekler burada! Çünkü Temeloş gibi, hatta ondan beter, iki yüz hasta var... Saat dokuzu geçti, doktorlar yok. Boyuna da hastalar geliyor. Bekleşen kalabalık büyüyor. Ben herkesin sıraya duracağını sanıyordum. Hacet yokmuş. Elimizdeki biletlerde numara varmış, ona göre çağiracaklarmış. «Öyleyse ağaçların altına gidip oturalım.» dedim. Banklarda boş yer

120


kalmamıştı. Bir kişilik yer bulup Temeloş'u oturttum. «Başımın ağrısı arttı Boby!» dedi. «Bir burgu saplanıyor beynime, oyuyor...» Çok önemli bir sarsıntı geçirmiş her halde. «Bu iş uzayacak.» dedi Temeloş. «Yorulacaksın biraz.» «Aldırma!» dedim. «Benim başımda ağrı yok, dizlerim sağlam!» Epey bekledik öyle. Temeloş bazı hastalarla konuştu. Rize'den Kars'tan gelmişlerdi. Çoğunun başında «bir ağrı» vardı. Çoğuna inme inmişti, eli ayağı titriyor, suları akıyordu. Saat on. Gelmeye başladı doktorlar. Alman. Amarikan yapısı arabalarını sağa sola park edip ağır ağır içeri giriyorlardı. Hastabakıcılar, hemşireler koştular. On dakika sonra bakım başladı. Ve gerçekten bir hasta bir dakikada çıkıyordu. Ellerine birer kâğıt veriliyordu. Bu kâğıtları ne yapacaklarını o kirli gömlekli söylüyordu. Hastalar bu açıklamayı dinledikten sonra yüzlerini asıp gi diyorlardı. Temeloş'un sırası on birden sonra geldi. Dörder dörder alıyorlardı içeri. Tam kapının ağ265 ' /.IllUd UCMiyUIU'JI\, «ICIIIUI lanızı vjijv, Vus..u. lar. Kapıdaki adam Temeioş'u itti içeri. Ben de daldım. «Sen ne giriyorsun?» diye sordu adam. «Benim girmem gerek, düşer, yıkılır,» dedim. İzin verdi girmeme. Bir bayan doktora düştü Temeloş. Buna canı sıkıldı. Önce inanmak istemedi bayanın doktor olduğuna. Ama inanmasına kadar uzamadı iş. «Ne-dir derdin?» diye sordu bayan. «Benim mi?» dedi Temeloş. «Evet, senin!» «Benim derdim, kızım, başımın içinde bir ağrı... Bizim köyde Danacı derler bir it var, dö-yüş yaptık onunla biliyor musun? Bu Danacı Arif, ssna nasıl tarif edeyim, allanın bir ayışıdır. Geceleyin doyuştuk bununla. Önce bir tüfek patlattı bana. Tabiî ben hemen yere attım, biliyor musun?» «Üffff!...» dedi doktor «Kısa kes baba!» «Kısa mı keseyim kızım? Pekey kısa keseyim. Bu Danacı Arif, geldi benim üstüme çöktü, tabiî ben yere yatınca, biliyor musun, bir süre boğuştuk bununla. Boğuşurken kafamı yere furdu bu: Tabii ben de onun bileğini ısırdım. Sen olsan ısırmaz mısın? Hemi de elimde bıçak vardı kaba etine doğru savurdum amma isabet ettiremedim. Sonra ne oldu, deye sorarsan, sonra»... «Kes kes, anlaşıldı. Yat şuraya! «Yatayım kızım, yatayım hemen...» Doktor hanım bana döndü: «Çıkar şunun ayaklarını!» Sokulup, Temeloş'un lâstiklerini çıkardım. «Çoraplarını da çıkarayım mı?» diye sordum. Baktı, «Yok! Onlar kalsın!» dedi. Eline iğne alıp tabanlarına batırdı. Temeloş'un çorapları tabansız gibiydi. Ama derisi çok kalındı galiba, iğne batmı-yordu. «Kalk otur!» dedi doktor, Temeioş'u kaldırdı. Bir çekiçle dizine vurdu birkaç sefer. Sonra masaya geçip bir şeyler yazdı. Yazdığını bana verdi: «Haydi!» dedi. Kendi kendime, bu işin gene 266 uzun suraugunu düşündüm. Daha tez bitecek sanıyordum. Temeloş oturuyordu. Lâstiklerini giydirdim, «Haydi!» dedim. «Gidiyor muyuz?» dedi. «Gidiyoruz.» dedim. «Nereye?» dedi. «Dışarıya.» dedim. «Pekey, ameliyat?» «Ne ameliyatı? Ameliyat yok!» dedim. Elim-oeki kâğıdı gösterdim. «Amaliyet filân yok Terneloş...? Doktor hanım önüne başka hasta almıştı. «Çabuk olun canım, meşgul ediyorsunuz!» diye de bir çıkıştı bize. Kapıdaki adama sordu: «Ne yapacağız bu kâğıdı?» Alıp baktı: «Lötgen lötgen!» dedi. «Lötgen çı-ıkaracaksınız.»

121


«Nerde peki Röntgen Servisi?» «Eczaneden filim alıp istediğiniz lötgenciye gideceksiniz!» Temeloş «lötgen»e sevindi biraz. Değilse hastalığına önem verilmediğini sanıp sinirleniyordu. «Gel!» dedim. Yenişehir'de bir eczaneye, oradan da tenha bir röntgenciye götürdüm Temeloş'u. Kafasının iki filmini aldılar. Temeloş bir de dizinin filmini aldırmak istedi, ama dizi için henüz bir başlangıcımız yoktu. Kafasının filmleri yıkanıp ku-rutulacaktı. İkindiye doğru alabilecektik. «Gidip yemek yiyelim.» dedim. Kızılırmak Çaddesi'nde bir kebapçıya gittik. «Çok masraf oluyor Boby! Bunları hep öderim sana!» dedi. «Hasta olmadan ölmek eyi bu devirde!» «Köyde ben senin çok yemeğini yedim Temeloş! dedim. Canı sıkılıyordu. Başının ağrısı da gidip gidip geliyordu. «Tek başıma olsam ben bunları döndüıemezdim! Allah razı olsun, çok eyiliğin doka-nıyor!» diyor, üst üste teşekkür ediyordu. ikindiye kadar hiç işimiz yoktu. «Benim eve 267 tik. Oturduk. Evimin içini büyüyen gözleriyle taradı, taradı... Ona içecek çıkardım. «İstersen bir de kahve yapayım!» dedim. «Plâk çalayım!» dedim. Kahve de plâk da istemedi. Sedire bir yastık koydum, «Uzan istersen biraz...» dedim. O uzandı, ben dergi okudum. İkindiye kadar vakti böyle geçirdik. İkindin çay yaptım, içip çıktık. Filmler kurumuştu, alıp hastaneye sürdük. Yollardaki taşıtlara, itişip kakışan insanlara bakıyordu habire. «Cok kalabalık olmuş Ankara! Bizim köylerden, sizin Amarika'dan çok millet gelip ead-daları doldurmuş!» diyordu durmadan. Asabiye'de kimse kalmamıştı. Sabahki kalabalık erimişti. Doktorlar gitmişlerdi. Kapıdaki görevli, «Bunlar öğleden sonra bakmazlar, öğleden sonra kendi muayenehanelerinde bakarlar, yarın gelin siz.» dedi. Buna benim de çanım sıkıldı. «Köye dönelim bari!» dedim. «Ankara'ya gelmişken benim oğulları bir görsek! Kondularda otururlar. Evlerinin yerini bilirim: Cinçin'de kireç ocağının yanındadır! Ne dersin Boby?» dedi. «İstiyorsan gidelim.» dedim. «Torunları bir göreyim, biliyor musun?» Konduları, Çinçin'i bilmiyordum . «Sür hele sen! Dışkapı'ya doğru varalım, ötesini ben tarif ederim. Dışkapı'da bizim Çubuk arabaları durur, biliyor musun?» Bilmiyordum, ama «Evet» dedim. Sürdüm. Dışkapı'ya vardık, sağa saptık. Altındağ Kay-makamlığı'nın, Doğumevi'nin yanından yukarı çıktık. Bir okul vardı. «Sola sap, sola!» diye bağır-d Temeloş. Geçmişim. Arabayı geri alıp sola saptım. Bir felâket yollara düştük. Kimi yerleri iniş, kimi yerleri yokuş, kimi yerleri birden daralan, köşe yapan kıvrıntılardan geçtik. Bakkala yük indiren bir kamyon, yolu kapamış. Yükün boşalıp kamyonun çekilmesini bekledik. Temeloş'un sinirleri bozuluyordu. Benim sinirlenmeden beklediğimi görünce de, «Ne geniş adamsın yavu Boby!» diyordu. 268 ^ok «Deoe» vardı gecekonduların sokaklarında. Taşlarla, teneke kutularla oynuyorlardı. Oradan oraya geçen kadınların da kucakları bebe, yada karınları gebe idi. Evlerin üstünü tenekelerle, eski kiremitlerle örtmüşlerdi. Duvarlarını, kapılarını, eski sandık tahtalarından, kontrplâk parçalarından, kutu mukavvalardan, uydurmuşlardı. Ortalıkta ağır bir hela kokusu vardı. Her evin önü ağaçtı- Ağaçların çiçeklerinde arılar uçuşuyordu. Bir çukurluktaki evlerin arasına daldık. Te-meloş'a, şu mu, bu mu, diye sorarak ilerliyordum. O da dura dura söylüyordu. «Bir karakol gelecek biliyor musun? Karakolu geçince, bir firm gelecek. Fırından beş ev sonrası İbrahim'in evi. Durmuş'un-l<i de ondan üç ev öte»... Gide gide karakolu bulduk. Fırını da geçtik. «Durdur gayri Boby!» dedi. «Bulduk sonunda...» Arabayı durdurdum. Sokaktaki bebelerden birini kucakladı. Başka biri koşup geldi, onu da kucakladı. Başka biri, başka biri... bebelerin arasında kaldı! Bir kapının önünde bebelerin anası bekliyordu. Elinde su kovası vardı. Koltuğunda bir kalbur tutuyordu. Temeloş bebeleri sevip okşadı. Sonra kapıdaki kadına yöneldi. «Nassın Sabriye?» Kadın kovayı kalburu bırakıp Temeloş'un elini öptü. Te-meîoş beni hatırladı: «İnsene Boby! Ne duruyorsun yabancı gibi?» dedi. Birden değişmiş, bir başka adam olmuştu.

122


indim arabadan. Temeloş'un gelini karşı-L'ao'ı, İçeri aldı beni. Biraz karanlıkça idi. Ama gczüm alışınca gördüm ki, köy evlerinden- farksız döşenmişti. Sandığım kadar dağınık ve pis değildi. Oturduk. «Hoşgeldin kardaş, nassın, eyi misin?» dedi Sabriye hanım. Torunlar hâlâ Temeloş'un boynunu kulağını elliyorlar, başına çıkıyorlardr. Evin içi bT süre yatışmadı. Epey sonra, «Sen nassm buba, evi misin?» dedi Sabriye. «Ben eyiyim, atom gibiyim!» dedi Temeloş. «Sen nassın, eyi misin İbi-ram nasıl? Durmuş nasıl? Karısı Fatma nasıl? Bebelerde bir sakatlık yok ya?» 269 ms. bana baktı: «Bu kardaşım kimlerden olur?» «Bu kardasın Amarikan! Bizim köydeki Pilot Purucalardan bu. Adı Boby.» Temeloş adımı söyleyince bebeler bir gülüştüler: «Bobyi Boby!» diye bağırdılar orda kaldığımız sürece. Sabriye benim Amerikalı olduğuma zor inandı. «Tıpkı bizim insanımız! Başkası dese dünyada inanmam!...» diyerek çok şaştı. «İbrahim'in, Durmuş'ıın işleri nasıl? «Eyiler eyiler... zabah gidip akşam geliyorlar. Bazı da löbete kalıyorlar...» Sonra, «Durb dedi Sabriye, «Bebeyi salıp Fatma'yı çağırtayım!» Az sonra Fatma geldi. Hayret ettim, Fatma, Tüiây'a çok benziyordu. O da önce Temeloş-un elini öptü, «Hoşgeldin baba!» dedi, sonra benimle tokalaştı, «Nassın kardaş?» dedi. Temeloş onun da halini hatırını sordu. Sabriye kalkıp gazoeağını yaktı. «Cay kaynatacağım!» diye koşturmağa başladı. Bardakları, tabakları koydu ortaya. Temeloş, başının dizinin ağrısını anlattı1. «Lötgen» çektirdiğini, doktorlara kızdığını söyledi. Sabriye ile Fatma da uzun uzun köyden sordular. «Köyün allan belâsını versin!» dedi Temeloş. «Eyice tadı kaçtı biliyor musun? Gümüş gibi köy, Amarikanlar geleli bombok oldu! Tabiî, Boby bunlardan hariç! Hiçbiri Boby'nin dimağı olamaz...» Olup bitenleri böyle kendine göre, kaba kelimeleriyle anlattı. Kadınlar ve bebeler, onun bu kaba kelimelerini hiç yadırgamıyorlardı. Sabriye bize, bebelere, hepimize çay verdi. îçtik. Bir ara Temeloşun başağrısı gelip yokladı. Bana dedi ki, «Sık başımı Boby! İki elinin arasına al, s:k!» Başını iki elimin arasına alıp sıktım. Sıkınca biraz rahatlıyordu galiba. Ağrısı geçince kalktık. Bebeler tutturdular, ille arabaya bindireyim onları. Temeloş, «Kırma bebeleri Boby!» dedi. Bebeleri kırmak ister miyim? 270 Ama yuna' y»-" ucynuı. uırıp çıktığım yerleri aklımda tutup eve dönebileceğime güvenim yoktu. Gene de doldurdum hepsini arabaya. Kapıları kar pattım güzelce. «Oynamayın orayla burayia!» dedim. Kuşkumu yenemeyip indim: «Temeloş, kapı pencere açılır, bir kaza yaparız, anaları da bin-sinier!» dedim. «Binip göz kulak olsunlar, eyi düşündün!» dedi Temeloş. Sabriye arkaya, Fatma öne oturdu. Kapıları yeniden kitledim. Çalkalana çalkalana Babür Caddesine çıktık. Dışkap>, Ulus, İstasyon, Tandoğan, Anıtkabir yaptık. Bebelerle birlikte anaları da şaşıyordu. «Yıllardır Ankara'dayız, buraları ilk görüyoruz!.» Anıtkabir'in içini dolaşmak zaman a!dı. Aslanların önünden geçerken bebeler korkmuyoriardı. Sabriye de «Üstümüzü başımızı değişmeden geliverdik hiç yakışıyor muyuz buralara?» diye üzülüyordu. Törenlikte bebeler askerlere söz attılar. Cok serbesttiler. Bir saat geçirdik oralarda. Güç-belâ ayrılabildik. Oradan yeni yapılan Mecüs yoluyla Çankaya tepesine çıktık. Tepeye varınca indirip salıverdim bunları. Ankara'yı hayran hayran seyrettiler. Fatma «Kız eltim!» diyordu Sabriye'ye. «Koca şehir ayağının altında baksana!...» Fırsat olsa onları biraz daha dolaştırırdım. Temeioş'un başağrısı tutmuştur diye hemen geri getirdim. Oradan Temeloş'u alıp yola çıktık. Doğru köye geldik. Temeloş'u evine bıraktığımda iyice akşam oiuycrdu. Canım lülây'ı görmek istiyordu hemen... Yemek zamanıydı da. Uğramasam yapabilir miyim?

123


diye kendi kendimle çok boğuştum. Sonunda kendimi yenemedim arabayı okulun önüne çektim. Kapıyı Tülây açtı. Sıcak soluğu içime doluverdi hemen. Kendimizi tutmasak birbirimizi kucaklayacaktık. Fatma'nın yüzüne benzeyen yüzü onunkin-den ne kadar taze, bakışları onunkinden ne kadar canlıydı! Güzel yüzünü öpmek, öpe öpe daha da 271 wm durdurdum. Anası belirdi, «Hoşgeldin evlâdım!» dedi «Bugün görünmedin!» Elini öptüm. Pabuçlarımı çıkardım. Geçip oturdum içeri. Onlar da oturdular. Tülây'a, Temeloş'la geçen günümüzü anlattım. Hastanenin haline o da çok üzüldü. Kızdı. Annesi, «Allah kullarının emanetini oralara düşünmeden alsın!» diye dua etti. Sonra, «Yemek yedin mi evlâdım, karnın aç mı?» diye sordu. «Yemedim,» dedim. Kendileri de yememişlerdi. Tülây kalkmak istedi. Annesi, «Sen otur, ben getireyim!» dedi, mutfağa geçti. Bir süre, çanak tabak, uğraştı orada. «Tülây!...» dedim, annesi mutfağa geçince O da, «Boby!...» dedi fısıltıyla. «Tülây, honey!...» Ellerimizi bile tutamadan, bakıştık. «Tülây, ne olaoağız oanım böyle?» «Dayanamıyorum Boby! Keşke seni görmeseydim! Ook zor böyle!» «Seni gördüğüme memnunum Tülây!» Birden kalkıp uzağa oturdu. Çok üzüldüm. Annesi sofra altını, kalburu, siniyi getirdi Kıymalı ıspanak pişirmişlerdi. Kuru fasulye ile yoğurdu da vardı. Temeloş'un torunlarını anlattım yemek boyunca. Yemekten sonra üstüme bir ağırlık çöküyor. Gözlerim düşüyor. Tüiây'a bakamıyorum. Annesi bulaşık yıkamağa gitti. Biraz daha ikimiz kaldık. Çaresiz çaresiz bakıştık. Yüzünü... bir sefercik okşamak istedim yüzünü! «Kaçıp durma Tülây!» dedim. Kalktı, elime kolonya döktü. Dökerken okşadım. Kulaklarına doğru sarı tüyleri dikleşti. Yüzü-ateş gibi yanıyordu. Biraz da yorgun görünüyordu gece yarısına doğru. «Bu sevgi bize haram olacak Boby!» dedi «Zor olacak, göreceksin! Benim korkularım, çev272 remizin ufacık mecburiyetlerim bizi mahvedecek, göreceksin...» Dediklerini hem anladım, hem anlamadım. Ama yüzünü okşadım diye, elimi o san tüylerinin parladığı yere sürebildim diye mutluydum. Oturdu. Elini tutup sıktım. O anda içimin her yerleri uyandı. Kendi kendime çok kızdım, «Neden bu kadar teenager oluyorsun be Boby!» dedim. Fark ediyordum ki, Tülây'ın durumu benimkinden kötüydü. Ayakta dikilirken titriyordu. «Sana, bana... annene biraz cesaret!» dedim «Birazoık cesaret bizi mutlu yapabilir, çok inanıyorum, Tülây!» «Bende o cesaret hiç yok, zayıfım Boby!» «Belki ben de zayıfım, gayret edelim!» «Mahvolurum!» diye başını eğdi yere. Sonra kalktı, radyoyu karıştırmaya başladı. Annesi de kahveleri tepsiye koymuş, getirdi. Kahveleri paylaştık. «Lojman deyi yapmışlar a evlâdım, iyi hoş, lâkin içinde akan suyu olmayınca köy evinden farkı kalmıyor. Musluğu açıp bol bol kullanmanın tadı başka! Kovadan kullandığı su arıtmıyor be evlâdım!..» «Aman anne! Geleoek yıl şehre gideriz. Orda suyumuz bol olur, bu da dert mi?» diye annesini susturdu Tülây. Havadan sudan bir konuşma başladı. Kahveleri içtikten sonra bir de fal kapattı annesi, oh! Elime tespih alıp köşeye otursam, tespihi çeksem, tam buralılara benzeyecektim ben de. «Boby, evlâdım, sana yol var!» «Birazdan gidecek!» dedi, somurttu Tülây. Saat on bire kadar böyle oturduk. On birde kalktım. Tülây, «Yarın uğrayabilirmisin?» diye sordu fısıltıyla.

124


«Yarın Temeloş'u götüreceğim. Uğrarım» Annesi kapıda kaldı Tülây arabaya geldi. 273 tim. «Uğrarım my honey...» Ertesi gün filmleri alıp erkenden kapıya var dik.Gene bilet kestiler. Bu sefer sırada beşinciydik. Doktorlar onda geldiler. Biz gene o bayana gittik. Filmleri alıp bir aşağı tuttu bir yukarı, sonra ikisini bir zarfa koyup verdi elimize. Temeloş'a bir şey sormadı. Oturdu, çabuk çabuk bir reçete yazdı. «Bunları kullanın!» dedi. Temeioş'un kolundan çektim. Çıktık. «Ameliyat yok!» dedi Temeloş. «Yok!» dedim. Yüzüne bir ümitsizlik çöktü. «Niçin ameliyat istiyorsun Temeloş?» dedim. «Ne keramet var ameliyatta?» «Ameliyatsız bu ağrı gitmez başımdan!» «Çocuk gibisin, başından ameliyat olmayı kolay sanıyorsun!» «Tokturlar yaparlar...» «Zor iştir o! Hem bak, bu ilâçları kullanalım bakalım bir!» «Pekey Boby, bu dizimin ağrısı nolacak yeğenim? Yumruk gibi şişti! Gittikçe azıyor!..» «Onun için Hariciye Servisi'ne gideceğiz. Akıl edemedik, keşke önceden sıra alsaydık! Şimdi hemen oraya gidelim!» dedim. Elinden tuttum, koşturur gibi Hariciye Servisi'ne götürdüm onu. Elektrikle çalışan araçlar gibi hızlı bakıyorlardı doktorlar hastalara. Hemen yüz elli kuruş verip bir sıra bileti aldık. Bu sefer sıramız en sondaydı. Bereket önümüzdekiler çabuk çabuk girip çıkıyorlardı! Sıranın bize gelmesi öğleyi buldu gene de. Başında saç kalmamış ince bir doktor Temeioş'un paçasını kaldırttı. Yarayı elledi, sıktı. Başka bir şey sormadan, bir şey yapmadan o da birtakım ilâçlar yazdı, verdi reçeteyi elimize. Böyieleri bizde de vardır biraz. 274 Temeloş, «Ameliyat?» diye sordu gine. Doktor kızıp bağırdı: «Ameliyat!... Her gelen ameliyat istiyor.. Yok ameliyat, haydi!» Çıktık biz. «Niçin bağırıyor?» diye sordu Temeloş. «Bıkmış...» dedim. «Amma niçin bağırıyor?» «Sinir/eniyor!» dedim. «Babasının hastanesi gibi bağırıyor!» «Cok hasta geliyor... bıkmış!» eledim. «Bizim işler... bizim işler yavu Boby! Bizim işlerin boku çıkmış yeğenim! Zaten bir yanı nasılsa, her yanı öyledir! Sizde nasıldır bu toktur milleti?» «Bizde biraz zor bağırırlar!» dedim. «Hem onlar çok hasta bakmazlar. Yedi hasta... çok çok on hasta günde! Hem de onların yardımcıları vardır!» «Bu bizimkiler nasıl da üzüyorlar insanı!» «Üzülme sen!» dedim. «Bu ağrılar seninledoğmadı, geçer...» «Geçer belki amma yıpratacak beni Boby!» Ankara'da bizim bir hastanemiz var. Hiç gidip görmedim. Görenler iyi işlediğini söyler. Service Clup'a gittiğim zaman hastanede görevli arkadaşlar görüyorum ara sıra. Tâ baştan Teme-loş'u oraya götürmek geçmişti içimden. Huyunu bildiğim için söyleyemedim bile. Söylesem o dakika reddederdi. Gene de aklımın ucundan bu geçiyor. «Yazılan ilâçları bir kullanalım bakalım Dip-li köklü hastalıklar değil ki bunlar... belki geçip giderler!» diyorum. Anafartalar Caddesi'ne çıktık. Bir eczaneden ilâçları aldık. Çoğu iğne. Damla var, hap, pomat var. Karmakarışık ilâçlar. İçimden dedim ki: «Temeloş bilemez bunların kullanılmasını!» «Borçlarımı kuruş kuruş öderim sana Boby!» dedi giderken. «Dahi lötgenlerin, filim/erin... Hepsini aklımda tutuyorum, hiç tasalanma yeğenim!» Güldüm, «Sen tasalanma asıl!» dedim. «Ben bekâr adamım, ne yapacağım parayı?» 275 «Asıl bekar adama nuzumaur o soy^aı t\u-ye varır varmaz bir çare düşünecem. Hemi

125


bekârlığın için de tasalanma! Bu güz seni kendi x elimle everecem ulan! Ya seni müslüman yapacam, '/ ya Tülâyı cavır! Kır anası başka türlü ırazı gelmez , İ bu işe! Bursa'ya mâcır gelmiş bunlar. Mâcırların '.<'] sofusu çoktur. Keşiş'in avrat gibi, seninle Tülây arasında kavi bir engel o! Daha olmadı, bizim köy- •: den buluruz ulan birini! Yani sen paralarını telef etme yeğenim, biriktir...» Ankara'dan köye karlar bana Keşiş'in av- , radı anlattı. Yani çok uzun... çok can sıkıcı bir | hikâye. Dini ayrı diye Kerem'e kızını vermemiş. Din ' ayrılığını bir şey sanan kafalar hâlâ var tabi yeryüzünde! Amma ben Tülây için deli oluyorum. Ölü- i yorum. O da beni çok sevdi giderek. Sevdirdim , kendimi. İkimiz kalınca, ayrı dinlerden oluşumuz ne onun aklına geliyor, ne benim! Annesi olmasa, çevresi olmasa, onunla başbaşa kalıp sevişsek, ; aramıza kimseler girmese sonradan bir teyzesi ."'; çıkmasa arkadaşları burunlarını sokmasalar, ikimizi kıskanmasalar, işimizi bozmasalar, onunla ben, sadece o, sadece ben, ikimiz, biz, dünyanın güneşi batana kadar... sarılır yatarız... sevişiriz! Din aklımıza gelmez!.. Hem çok mu dindar Tülây? Hiç açmadı benim yanımda. Dine uyanlar, dinden korkanlar dindar mıdır hep? Çoğunun dindarlığı dümendir. Benim gördüğüm bu olmuştur. Burda da böyledir. Tuluğ Paşa öyledir. Güzelöz'de çoğunun niçin namaz kıldığını iyi bilirim. Temeloş da söyler bunları sık sık. Yani ben, Tülây'la evlenmek için mormonluğu bırakıp müslüman mı olacağım? Olamam! Zor değil, ayıp! Zaten mormon muyum gerçekten? Hayır Gerçekten müslüman olabilecek miyim? Hay.r. Nasıl yaparım bu yalan din değiştirmeyi? Tülây böyle bir şey ister mi benden? Şimdiye kadar demedi, sezdirmedi bile. Köye geldik, öğle geçti. Temeloş, Karnımızı doyuralım ille!» dedi Yumurta haşlattı, yoğurt getirtti yeşil soğan bri276 UV11MM. _____ ^.,...w.» «amıı?. Duruya Denzer sandviçler yapıp yedik. Asiye Hanım çok hoşnut benden. «Allah ırazı olsun!» deyip duruyor ikide bir. «Her gün gel, her gün sana böyle yumurta kaynatayım, yoğurt çıkarayım. Gelmezsen hatır korum...» Temeloş'a ilk ilâçları yutturdum yemekten sonra. Yalnız iğneler kaldı. İğneler ne olacak, bH-miyordum. Köyde bir doktor yardımcısı, bir hemşire yok ki! Asiye Hanım, «Avdanlı Kırığın Osman furuyor, onu çağıralım!» dedi. Osman'ı anlattı bana. Askerliğini bir hastanede geçirmiş. Olmuş hastabakıcı. Şimdi köyde bu gibi işleri özel olarak yapıyormuş. «Alır gelirim onu, vurur senin iğne-;eri!» dedim. Temeloş elini dizimin üstüne koydu: «Ulan Boby, bak ciddî söylüyorum, gel, müslüman ol! Türk'e dön! Seni üstüme evlât yazdırayım valla! Bak, yazdırmazsam adam değilim inan! Asiye de ister bunu...» «İsterim, hazır aslan gibi delikanlısın!» dedi Asiye Hanım da. «Müslüman olmana da nüzüm yok ulan Boby! Yeter ki Türk'e dön! Hani nüfusa gaytın için biliyor musun?» Güldüm. Hep birlikte gülüştük, «Yani... bütün o gelip giden Amarikan takımı Ankara takımı bir yana tek başına sen bir yana! Gönlüm senden hoşlanır Boby!» Dizinin pomatını sürüp sargısını sardık sedire uzattık Temeloş'u. «Sen biraz dinlen, ben Osman'ı alıp geleyim.» dedim. Okula gittim. Tülây'ın annesi üç komşuyla oturuyordu. Kendisi hâlâ dersteymiş. Ne yapacağımı şaşırdım. Girecek miyim, dönecek miyim? «Gir-evlâdım gir otur!» dedi annesi, Papuçlarımı çıkarıp girdim. Kadınlar düzenlerini hiç bozmadılar ben girince. Hepsinin elinde iş vardı: Örgü, yamalık, dikiş... Tülây'ın kırk elli kitabından birini çekip aldım. Sedire oturdum. Kitabı karıştırmağa başladım. Dördüncü Milli Eğitim Şûrası çalışmaları.. Hiç 277 masından değil, kitabın kötü olmasından. Ben zaten dil işinde böyleyim. Konuşmaları anlarım iyi, kötü, okuduğumu anlayamam. «Nasıl oldu Temeloş'un işleri?» diye sordu Tülây'm annesi. «Birçok ilâçlar yazdılar, alıp geldik.» dedim. «Ama iğneleri vuracak adam yoktur. Avdânlı Osman'ı getireceğiz.»

126


Kadınlardan piri, «Kırığın Osman'ı mı diyor gııı?» diye sordu. «Valla şordan gören cavır demez! Çubuk ovasını, kaşıklığına kadar öğrendi, görüyor musun?» «Çok girgendir maşallah!» dedi annesi. «Temeloş'u toktura bu mu götürdü gııı?» «He ya! Bu götürdü valla...» «Boby getirdi götürdü, maşallah!» dedi Tülây'm annesi de. «İki gündür getirip götürüyor. Şimdi de gidip iğneci getirecek bak! Kimbilir kaç iğnedir, her gün getirip götürecek!» Bana döndü: «Her gün getirip götürecek misin Boby?» «Bilmiyorum ki!» dedim. «Eğer Osman buraya gelmek istemezse, Temeloş'u oraya götürmek gerekir.» Kadınların biri birden soruverdi: «Pekey, aldım kabul ettim kardaşım o bacadaki ağaçlar neye meyve vermiyor, ha bire süyüyor yokarı yokarı da?» Elini çenesine dayadı, karşılık bekledi benden. «Ağaç işlerini iyi bilmiyorum.» dedim. «Ama het halde bir neden var. O nedeni araştırıyorlar. Bir gün mutlaka meyve verecek. Çünkü onlar bizde çok meyve verir. O meyveler çok para eder...» Ben faynapıllar üzerine konferans çekerken Tülây geldi. Ayağa kalktım. Tokalaştık. Konferansı da kestim. «Bu kitabı hiç anlamadım Tülây!» dedim. «Haa o mu, çok saçmalıklar vardır içinde, ben de anlamam... Gazeteye baksaydın...» dedi. «Komşu hanımlarla konuştuk biraz.» «Temeloş'u ne yaptın Boby?» «ııaç aıaiK.» dedim. «Yatırmadılar mı hastaneye?» «ilâç verdiler, yatırmadılar.» dedim. «İğneleri de var. Avdanlı Osman'ı getireceğiz.» Annesi kalkı, «Kahve yapacağım, sütlü yapayım mı?» dedi. «Yap anne, yap!» dedi Tülây. Kadınlar kalktılar birden. Tülây'la kaldık baş başa. Ama o oturuyor bir başında sedirin, ben oturuyorum bir başında. Aramızda bitip tükenmez bir ova. «Oanım sıkılıyor gene! Canım her gün sıkılıyor!» dedi. «Senden uzakta duramıyorum.» dedim. «İğneciyi sen mi getireceksin?» «Ben getireceğim.» «İş çıktı sana.» «Vakit geçiyor iş olunca» dedim. «Baksana Boby, bugün çıkmıyor muyuz biraz?» «İstersen hemen çıkarız.» dedim. «Annem?» diye sordu. «Onu da alırız istersen.» Yüzünü ekşitti, «Üffff!..» etti hemen. «Başka türlüsü de zor! Yani onsuz çıkmayı kastediyorum.» dedi. «Aldırma nolursun!» dedim. «Temeloş yardım edecek bize.» Güldü. «Ona mı açtın meseleyi?» «O bana açtı.» dedim. «Keşiş'in kızını anlattı uzun uzun.» Baktı: «Kimmiş bu Keşiş?» dedi. «Çok karışık bir hikâyedir. Bir oğlan varmış müslüman. Babası şeydir, kraldır. Yani öyle bir şeydir. Bir kız vardır, başka dinden. Kızı vermezler oğlana. Kaçırırlar. Ama oğlan da hep gider onların arkasından. Temeloş bu kızla oğlanın hikâyesini çok iyi biliyor.» «Bizimki de böyle miymiş?» «Öyle diyor Temeloş.» dedim. Annesi geldi kahveler elinde. ¦ Kahve almak «Cin kalktım. 278 279 «Ben seviyorum.» dedim kahveyi alırken. Annesi «Bir garip adam her halde, bekçi durmuş, kimsesi yok!» Tülây da aldı kahvesini. Oturduk. «Anne çok canım sıkılıyor!» dedi Tülây.

127


«Sıkı can iyidir, çıkıp gitmez...» «Yani bu Ertan'ın halleri!:. Patlıyorum...» «O patlasın, sen sabret. Okut kendi bebelerini. Zamanın artarsa öyle git onunkilere, Artmazsa gitme. Ana babalan düşünsün....» «Bir çare yok ki ana babalarının elinde!» «Olmaz olur mu? Gözlerini açsınlar. «Ohoooo!» dedi Tülây. «Bir zaman kalkıp dilekçe vermişler. Hükümet iyi öğretmeni atmış, onu bırakmış burda!» Güldü annesi: «Ah bir dilekçe verseler, bizi de attırsalar!» dedi. «Bir kere yaparlar o yanlışlığı, bir daha yapmazlar. Şimdi bu yüzden yeni dilekçe vermiyorlar. O da kolunu sallaya sallaya geziyor ortalarda. Canı isterse uğruyor sınıfa!» «Bu dünyanın bir de öte yanı yok mu kızım? Yarın onun da sorgusu sorulur.» «Canım çok sıkılıyor anne!» «Şımarma Tülây!» diye bağırdı annesi. «Otur oturduğun yerde! Kim sana bir şey diyor köyde? Rahat rahat çalışıyorsun işte...» «Boby, canım sıkılıyor!» «Kahveleri içelim, kalkıp dolaşalım üçümüz.» dedim. «Belki bir yerde biraz oturma yaparız. Dönüşte Osman'ı alır geliriz.» Annesi ses çıkarmadı. «Üçümüz...» diye bir daha ekledim. «Gideriz, değil mi anne?» «Ben ne anlayacağım bundan sonra gezmeden, Tülây?» «Aman anne!» dedi Tülây. «Uyuver bize!»; «Sizinle ben bir miyim?» «Gideriz üçümüz.» dedim. ; «Siz gidin dolaşın, çok istiyorsanız.» * 280 liriz.» âlr h »J""wn işiyoruz anne.» «Beraber g.del.m, dönüşte Osman', al.r geAnnesi bizim yalnız çıkmak istediğimizi iyi biliyordu. Tülây'ın onsuz çıkmaktan utandığını da biliyordu. Belki kendisi de hem bizi yalnız göndermekten, hem peşimize takılmaktan utanıyordu. Onun için böyle uzatıyordu, kesip atamıyordu. «Bak Boby ne diyeceğim? Sen şimdi git, Osman'ı getir.» «Evet?» «Temeloş'un iğnesini yaptır. Sonra dolalım arabaya, gidelim. Bu akşam bir yerde oturalım. Annemi de zorla götürelim. Çok canım sıkılıyor benim...» «Hemen gider Osman"ı bulurum.» dedim, kalktım. «Arabayı sürüyordum, merdivenden bağ;rdı: «Bekle Boby, geliyorum!..» «Tülây müthiş değişiyordu. Galiba daha az takıyordu annesini. Ve aralarında bir boğuşma vardı alttan alta. Geldi, yanıma oturdu. Sürdüm arba-yı yavaş yavaş. «Çok bozuluyorum anneme, Boby!» «Sabırlı olacaksın...» dedim. «'Köyün içi dedikodudan kaynıyor Tülây!' diyor bana. Dedikodu biter mi Boby?» «Dedikodu bitmez Tülây!» dedim. «Çok eanım sıkılıyor artık bu anneme!» «Yumuşak ol biraz, sen akıllı kızsın, honey!» «Peki deyiverse, daha iyi değil mi?» «Ama Tülây, sen onunla takışırsan ben rahat gelemem » dedim. «Çanım!» dedi, elimi tuttu, sıktı. «Dönüşte gönlünü alacağız bak.» dedim. Avdan'da Kırığın Osman'ı aradık biraz. Hangi Osman'ı aradığımızı biliyorlardı ama beni matrağa alıyorlardı Tülây'ın yanında; anladım. Sonra da «Kırığın Osman deme yüzüne, döğüşürsünüz!» dediler evini gösterirken. 28i K>

128


3 O. 2; q j- n 2? c I „ >, - 5, Si cr İ3^§ S ¦ ~ ~ 3 0» rn CO 03 _•< Q. 03 — ?T 03 S" =?' 03 < a °> Q. & D" O- CD û) Û3 Q3 —— — "T— 3 3' O. 3 «» S-2 3 •^ (D ^ S^ 3 •- -_: CD CO • co 03 3 •< N 03 3 3; 1 Q. CD O O. < H C: 0» ı "" ^ -^ İZ CD —* 3 Ş 2.' ? J- N' (D CD m 3" > cr o; =; , 03 a- p N S. " -* S -ı •* ¦ 03 3. 03 C O: CD _, CD — Q. _. g: o £ -ço 5 o. o. 9- = ¦< CD CQ S33 S- O: S 3 03 C: ~« 3 CL CT CD -- -c çp_ ¦ of 5' ço QNl' CQ CD O s-i

129


•Ö' Q- r- _ £¦< nS => 3 03 3 f s^ a 3 SJ T 03 II : O. 03 C «-+ 0} cr CD N 5' S 3 cr 5 cd CD 03 03 0> _. O. 2 ¦< 9- c 3c 3 CD cr 03 "5 CQ £ I' 03 Cr 03 ¦< a> cr CD N 3 TEMELOŞ'UN BURGULARI Temeloş'un başağrıları öyle sürüp gidiyordu. Dizinin yarası açılıyor, ama kapanmıyordu. İğneleri vurup tamam etti Kırığın Osman. Hapları, damlaları hâlâ alıyor, pomatı hâlâ sürüyordu. Ama ağrılar «cu-vap» anlamıyorlardı. «Boby'ye o kadar borç ettik, getir götür o kadar yorgunluğa soktuk oğlanı. Amma bir boka yaramadı, oük kadar faydası olmadı.» diyordu. Böyle tasalanıyor, tasalandıkça başağrıları artıyordu. Boby sorarsa böyle demiyordu yalnız. «Eyi-yim eyiyim! Bugün daha eyiyim, atom gibiyim, demir çelik gibiyim!» diyordu. O kadar emekten sonra hâlâ ağrılı olmaktan utanıyordu. Acılarını içinde tutuyor, ağrıları fırtına gibi gelip bütün beynini sardığında, gözlerini yumup, dişlerini sıkıp katlanıyordu. Bir yandan da Boby'ye yaptığı borçları düşünüyordu. Tülây'a bütün iğneleri hesaplatmış. 130 liraya yakın borç bulmuştu. Kahroluyordu. «Mal davar satmak en iyisi! Başka türlü ödenmez. Bu kadar borca eyi olaydım bari... Ben diyorum, daha da kötü oldum! Eskiden bu kadar ağrımıyordu çomak çıkası başım! İlâçların etgisi tersine mi oldu yoğsam?» Kafası bozuluyordu. Diyordu ki:. «Al bir tabanca ulan Temeloş, var o Numune Hastanesi'nin oraya, çık o kadın tokturun karşısına, de ki: 'Ya-zacaksan adam gibi ilâç yaz, yazmayacaksan milleti dostun düşmanın önünde böyle irezil etme! 284 DoKanı utmanıver navaya uoyru teııge, aKiı tepesinden çıvdırıp gitsin! »

130


Boby'nin gözüne görünmek istemiyordu mahcupluğundan. «Eyi oğlan, ,çok has oğlan, amma ne olsa Amarikan! Ottur kokar, cinstir çeker. Bütün irezilliğimizi gördü hastanelerde. Eyi olamadığımızı gördü. Ne demez şimdi bizim hakkımızda? Der ki, 'Türk ölmüştür! Türkü bacaklarından sürüyüver dereye!..' Ulan, siz ne biçim tokturlarsınız ki ca-vırlara bu sözü söyletiyorsunuz? Türkün yüksek namını düşürüyorsunuz? Sizin yaşadığınız yaş, soluduğunuz soluk haram ulan!..» Böyle deli oluyordu Bir gün etti edemedi, kalkıp dosdoğru İz-zet'e gitti: «Muhtar, dinle beni! Bu Boby'den çok utanıyorum! Boby'ye benim 130 lira kadar borcum var. İğnelere ilâçlara verdi, biliyor musun? Şimdi sana ne diyorum bak: Evde iki çürük düve var. Birini yolla, Çubuk'un çarşamba bazarında sattır. Eksik tutarsa üstünü tamamla. Hemen verelim Boby'ye. Yani bu borçtan çok utanıyorum İzzet!» İzzet dedi: «Amma ince fikirli adamsın! Yavu bu senin düşüneceğin iş mi? Ben öderim onu Boby'ye...» «Yooook! Borcunu Muhtara ödetti dedirte-mem! Düveyi sattır, parasını getir bana. Ben kendim öderim borcumu. Ödemekten ödemeğe fark var anladın mi? Borç insanın üstünde bir karanlık dağ, ezer durur adamı biliyor musun?» «Pekey pekey!» dedi İzzet. Cebinden cüzdanı çıkardı. Beşlik, onluk, ellilik... 130 lirayı uzattı. «Haşşöyle!..» dedi Temeloş. «Yalnız, bir beş daha koy sen bunun üstüne. Belkim eksik hesaplattım, beş daha koy nene gerek!..» İzzet güldü: «Dedim ya, senin başsn eyi olmaz böyle! Boby'nin parasından kurtulsan başka derdin çıkar. Sen böyle bir adamsın. Köyde senin gibisi yok...» «Ne yapayım İzzet? Huy bu! Huyum elimde değil! Koca köy kaygısız! Sade ben kaygıoı başı285 şıyım, kaygıcı beKcısıyım rviiiıutuu! ı_,oı, ~v, _. masam kimse borcunu alacağını düşünmeyecek yeğenim!» İzzet'ten parayı aldı, koştu kümese. Koştu Boby'yi buldu. Karakızın Hasan'ı filân dinlemedi, itti kolundan. «Boby'ye borcum var ulan, onu getirdim!» dedi. Boby bir tavuğun burnuna damla akıtıyordu. Daldı girdi: «Boby!» dedi. Boby ne sandı, Temeloş'un başındaki ağrı çıkıp gitti. «Boby, al yeğenim! Hani o ilâçların parası vardı ya! Hani sana borcum vardı ya! Al, al yeğenim! Al da borcum kapansın! Yapmış olduğun yüksek eyiliğe çok 'teş-kür' ederim! Tenkû yeğenim, tenkû!..» Boby parayı aldı. Almasa olmayacaktı. «Beni ezmek istiyor parayla bak!» diyecekti, almasa. Alıp saydı, «Çok bu!» dedi. «Çok çok!. » «Yooo, çok değil hesap ettirdim. Tülây Oca'-ya hesap ettirdim. Dikkatli dikkatli hesapladı kız. "Ai da koy cebine. Bir daha da para pul anma. Para pul konuşma...» Boby parayı cebine koydu. «Ohhh!...» dedi Temeloş. «Oh, o karanlık dağ kalktı şimdi sırtımdan!» dedi. «Ayıp ettin Temeloş! Ama alıyorum!» «Al al... Alacaksın...» «Yalnız başın nasıl? İyi misin?» «Ha bak, sana onun da gerçeğini habar vereyim Boby! Bu ilâçlar var ya, hiç fayda vermedi yeğenim! Yani sana demedim amma, o namussuz burgu gittikçe derine iniyor şimdi! Dizimi sorarsan, yarası eyice açıldı ki kapanmak bilmiyor! Ne yapacağımı bilmiyorum Boby! Bak, seni sevdiğim için konuşuyorum, yani o toktur var ya, o ilâçları yazan, ona şimdi çok kızıyor bu arkadaşın! Yani gönül diyor, takın bir tabanca, git fur onu!» «Bak, sizin hastaneler var çok kalabalık!» «Evet...» dedim. «Sinek gibi savruluyor...» «Doktorlar yetişmiyor, çünkü kalabalık!» «Biraz da gönülleri yok yetişmeye!» «Her neyse Temeloş, yani işler bozuk!» «Evet evet...» dedim, başımı salladım. «Doğru dürüst bakmadılar sana be!» 286 «Şimdi bak ne diyorum? Gidelim seninle.» «Evet, alalım birer tabanca, ha? Bunu mu diyorsun?» «Yok! Gidelim burdan seninle. Ankara'ya varalım. Orda...» «Evet orda?..» dedim. «Hio kızma Temeloş, bak kızma sakın!»

131


«Kızmıyorum, söyle!» dedim. «Orda bizim bir hastane var!» «Evet?» dedim yüzünü gözünü arayıp. «Ben gidip Mr. Wayt ile konuşayım. Emir çıkartayım. Sonra birlikte gidip çalalım kapısını bizim hastanenin!..» Böyle dedi, baktı yüzüme. «Böy-19 yapalım.» dedi. «Tenkû yeğenim!» dedim. «Yani çok tenkû Boby! Gidemem yeğenim!» «Bak Temeloş, bu iş can işi, sağlık işi...» «Can işi, sağlık işi Boby! Amma gidemem yeğenim! Amarikan hastanesini benim kapının önüne getirsen gene ırazı olamam, kusura bakma yeğenim!» «Yanlış düşünüyorsun Temeloş!» dedi bana. «Yanlış düşünüyorum Boby!» dedim. «Amma huyum böyle. Huyum elimde değil yeğenim. Çok mâçup oldu Boby. Onun için biraz daha üsteledi. «Kusura bakma yeğenim, gidemem!» dedim. Hemen ısmarladık'ı çektim. Kırları dolaştım, soluk alıp soluk verdim. Eve geldim. Attım kendimi sedirin üstüne. Uzanıp yattım. Öğleye kadar yatttm. Öğleyin Boby çıkıp geldi. «Beni kırmayacaksın Temeloş!» dedi. «Ben bunu çok düşündüm, çok önceden düşündüm, amma kabul etmezsin deye söylemedim. Okadar ilâç boşa gibi bir şey oldu. İşte şimdi söylüyorum. Kabul edeceksin. Beni kırmaya-caks n. Hiç kötü düşüncem yok, inan. Hastalık işi başka, inat başka. İnadı bırakacaksın. Birlikte gideceğiz. Yatacaksın. Ameliyat gerekse ameliyat, filektrik gerekse elektrik...» 287 Asiyeyı sesıeaım: getir yiyelim, acıktık!» dedim. «Ben de çok acıktım, yiyelim:.» dedi Boby. Acı soğan, kuru yavan, bulunandan yimeğe başladık... İlk lokmayı yutacağım, o anasını sattı ğımın burgusu dönmeye başlamasın mı kafamın içinde! Gözümü yumdum, olmadı. Başımı sıktım, olmadı. Ulan tam da Boby'nin önünde! Tam da 'olmaz olmaz'! deye dayattığım bir sıra!.. Bütün gücümü, bütün cayanoamı topladım, ağzımdaki lokmayı yuttum. Gözlerimden yaşlar geldi. Boby anladı dalgayı Elimde gök soğan vardı, düştü. Ziniyi tırnakladım. «Hay ağrı gibi senin sülâlene sinkaf edeyim! Bu kocalıkta, Boby'nin önünde olacak iş mi şu?» dedim. «Gece tutsan, tenhada tutsan ne var!..» dedim. Boby cam bardağa su koydu, «İç!» dedi. Aldım içtim. Ulan bu benimki akıl değil be! Kendi zuframın suyunu Boby'nin elinden içerken bile saklıma içsem mi, içmesem mi? geldi. «Yoook! Yok Temeloş!» dedim kendime. «Seninki ossuruktan nem kapmak arkadaş! Bu kadarı fazla bunun! Boby'nin sana verdiği senin kendi suyun! Al, ıpırât iç yani!» dedim. İki saat sürdü ağrı. Zufra hem bana zehir oldu, hem Boby'ye. Asiye çevremde fır döndü. Amma dönse ne olacak! Burgu beynimin içinde! «Boby, sen kusura bakma, karnını doyur!» dedim. «Ben biraz uzanayım şuraya!» dedim. Kalktım zufradan. Sekiye kıvrıldım. Bir süre, uzun bir süre kaldım, öyle. Boby de iki üç lokma alıp çekildi. Oturdu başuçuma. Elini alnıma koydu, oğuşturdu. Biraz da sıktı başımı. Azıcık hafifler gibi oldu. Gözümü yumdum. Yumarken yumarken... uyumuşum! Boby kalkıp gitmiş. Asiye tavuğu köpeği susturmuş, sinek uçurtmuyor. Uyanmışım ki, dünya durmuş gibi. Ohhhh, dedim. Ağrı dinmiş. Sen şu hastalığın guvatine bak, insanın itibarı yükseliyor, dedim. Kıpırdamadan durdum öyle. Kıpırdasam soyka ağrı geri gelecek sanıyorum. Evin öte gözünden bıdırtılar duydu kulağım. Dinledim: Ulan taze bir 288 _._..........- .*..¦¦; mm Mm Kimv deye düşünürken, elinde kısık bir lâmba. Asiye belirdi Ayaklarının ucuna basa basa yörüyüp duvardaki çiviye astı lâmbayı. Baktı ben uyanığım fitili açtı. «Ödüm sıddı bu sefer Temeloş, bu sefer çok korktum!» dedi. Kıyıma oturdu. «Kim var gı orda?» dedim. «Bir bıdırtı duyuyorum?» «Yat!» dedi. «Yat, bırak bıdırtılar,1!» Elini alnı-ma koyup tuttu birez. «Ulan kim var, söylesene!» «Canım söyleyip de... Tülây'ınan Boby! Demin geldiler, uyuyordun, öte eve geçtiler!»

132


«Söyle de buraya gelsinler! El ele tutuşup gelsinler...» dedim. «Olur söyleyim!» dedi Asiye, kalktı. «El ele tutuşup gelsinler, utanmasınlar! Bizim aşka da, âşıklara da saygımız tamdır, öyle gelsinler!» Asiye gitti, gözümü kapıya çevirip beklemeye başladım. Öte gözde gülüşmeler oldu. Kuş cıvıltısı gibi seslerdi. Gönlümün içini doldurdular. Az sonra girip geldiler. Tutuşmuşlar elele. Gülüşerek geldiler. Tülây Oca dizlerini kıvırdı, palanın üstüne oturdu. Boby de benim ayak ucuma. «El ele tutuşup geldik!» dedi Tülây Oca. «Hatırını kırmadık!» «Var olun, bir olun!» dedim. «Cenaballah sizi birbirinizden ayırmasın!» dedim. «Birbirinizden hoşlaşır giderseniz, iki cihanda birliğiniz daim olsun!» dedim. «Ölmeden size böyük bir eyilik ede-cem, sizi birleştirecem.» dedim. «Bütün dağları yıkıp bu işi yapacam!» dedim. Tülây Oca ellerini çırptı. Hopladı hopladı -kalktı. Boby de, «Tenkû!» dedi bana. Sesi birez alaycıydı amma, anlamamış göründüm. «Sen bizi ayıplamıyorsun bu işte, değil mi Temeloş?» dedi Tülây Oca. «Ayıp ne kelime kızım?» dedim. «Bu işin içinde ayıp deye bir nokta olamaz!» 289 u/vyy y t,u,,v----tan sonra kimse ayıplayamaz...» «İnsan...» dedim, «Gönlüyle sever! Kendi öz gönlüyle! İnsan kendi öz gönlüyle sevdikten sonra başkasına bok yimek düşer sözüm mencilisten dışarı!» Bu sözüm biraz kaba kaçtı amma, kaçsın varsın! «Ayyy ayyy!» Atıldı üzerime, alnımı, yanağımı öptü Tülây Ooa. Boby de elimi tuttu, parmaklarımı sıktı. «Dahi...» dedim Tülây Oca'ya, «Anacığına varıp onunla da konuşacam! Aklı ermiyorsa erdirecem. Gönüllerin dili dini olmaz. Din işi hocaların elinde bir tutamaktır ki, milleti camiye toplamak, bayrama kadar küs tutup bayramda barıştırmak içindir»...» «Sen bizi ayıplamadın ya, bu yeter Teme-loş!» dedi Tülây Oca. «Öyle yılıyordum ki, köyden en çok senden yılıyordum Temeloş!» ; «insan olan aşkı ayıp görmez, göremez!» de-: dim. «Gençlikte hep geçti başımızdan. Kocalıkta ise, bazar bazar araşan bulunmuyor. Eyi bilin gençlikte kıymatını. Hemi de birbirinizin kıymatmı.» «Sağol Temeloş!» dedi Tülây Oça. Boby bir «Tenkû!» daha çekti. «Amma...» dedi, «Senden bir isteğimiz daha var: Hastaneye gitmek!» Elimi tuttu gene. «Burdan kalktım, doğru Ankara'ya gittim. Mr. Wayt'a anlattım. 'Deral de-ral!' dedi, hastane müdürüne telefon etti. Yarın kalkıp gideceğiz. Bu ağrılardan kurtulacaksın hemen. Çekip durmayacaksın.» Tülây Oca da Boby'yi destekledi: «Başının ağrıları durmazsa, bize bu iyiliği nasıl yapabilirsin9 'Olur' de sen bu işe. Hastanenin de dini dili olmaz Temeloş! İnsan hastaneye inatiaşmaz...» «Eferim Tülây Oca kızım!» dedim. «Şimdiden gözel destekliyorsun Boby'yi! Sonuna kadar böyle destekle! Sonuna kadar böyle kolunu, gücünü ver ona! O da seni desteklesin. Amma bu hastane işinde beni zorlamayın, gönlüm çekmiyor!» «Çekecek, peki diyeceksin...» «Gönlüm çekmeyince nasıl peki derim? Za290 ___ _.„,>,,in amauyorum size..» «Böyle çekip durmak oimaz! Seni zorla götüreceğim!» dedi Boby. «Yarın gelip götüreceğim!» «Zabah oldu, bilki Boby geldi! Ona göre kendini hazır tut! Hastanede yatacaksın. Para pul hacet değil, onu da bil...» Daha fazla konuşmadık bu uzun kuyruklu meselenin üstünde. Başka şeyler konuştuk. Tülây Oca'yla Boby şakaîaştılar. Bana takıldılar. Gülüştük. Sonra da kalkıp gittiler. «Köy içinden geçerken de el ele tutuşmayın sakın!» deye bağırdım arkalarından: Tülây Oca, «Sen de zabaha kadar köyü bırakıp gideyim deme sakın!» dedi. «Yarın Boby'yle hastaneye gideceksin, hazır ol...» Asiye'yte çok konuştuk bu meseleyi. Galiba avrat kısmınm aklı hep kısa. O da Tülây Oca gibi tutturdu, git git git... «Git! Her gün üç dört sefer geliyor. Kıvıl kıvıl kıvranıyorsun. Çekip

133


duracağına git hastaneye, eyi ol. İnadın ne nüzümü var? Amarikan yardımını kabul etmiyor! Şuna bak, hökü-met ediyor be! Sen hökümetten zengin misin? Hö-kiimetten akıllı mssın?» «Bir hastane mahanasına öz avradının hatırını kırma Temeloş!» dedim kendime. Yoksam, bin dene cevabım vardı bu söze, bu yüksek hakarete! Ne de olsa Asiye senin avradındır, emektardır... Kendi kendime çok eğirip büktüm bu işi. Zabaha kadar doluya boşa aktardım durdum. Zabah oldu, düt düt Boby geldi. Gene yan;nda Tülây Oca. Hemi de Muhtar, bu sefer. Apar topar ettiler, tuttular kolumdan. En başta Muhtar: «Ne inatçı domuzdur buuu! Bu yaşa geldiği ha!de Hacı Kadir'e inat sakal bile bırakmadı daha! Kendi keyfine kalırsa hastaneye mi gider bu? Bunu böy-lü zorla götüreceksin...» Baktım çekip götürecekler. «Ulan yiğitlik tsnde kalsın gönlümle gideyim!» cfedim. Bağırdım ^unlara.- «Bırakın beni! Çekmeyin beni! Bir don 9öm(ek değiştireyim! Zaten hazırlanacaktım amma 291 Beş dakika izin verin bana!» dedim. Öte göze geçtim. Asiye seleyi sepeti deşti Temiz don gömlek çıkardı. Soyundum geyindim. Uçkurumu kuşağımı kavi kavi bağladım. Elimi yü-2ümü yıkadım. «Haydin bakalım hazırım!» dedim. Asiye, içine kötü şeyler doğuyormuş gibi ağladı kaldı. Boby'ye de uzun uzun yalvardı: «Önce aiiaha, sonra sana amanat, eyi bak, eyi bak!..» dedi durdu. Bindik Boby'nin tomafiline, düt düt düt, Ankara! İçimden sanki bir daha geri dönmeyecekmişim gibi bir ses. Ürperiverdim. Yolların kıyısındaki ekinlere baktım. Eyice boylandılar. Renkleri ağa-rıyor yavaş yavaş. Boby de arabayı yel gibi sürüyor. Oğlan bizim sıhhiye neferimiz oldu anasını satayım! Zabah akşam benimle uğraşıyor. Kendi belimden inme okumuş oğlum olsa, bu kadar hız-mat, bu kadar gayrat eder miydi bilmem? Girip çık.yor, bütün kapıları açıyor önüm sıra. Bir böyük yapının önüne getirip eyledi arabayı. İndirdi beni. Koltuğuma girdi. Amarikan hastanesinin kapısını çaldık. Bir cam var. Camın ar-dmda bir ak kafa. Ak kafanın cam gözleri parlıyor. Onunla laniun ettiler. Bu ak kafa, erkek değil, avrat. Kulaklarında kulaklık. Önünde tepsi gibi bir şey. Bir tel var. Onu soktu çıkardı, bunu soktu çıkardı, kendi kendine ianiun konuştu. Sonra Boby'-y!e gene bir şeyler konuştu. Biz yörüdük yokarı. Hastane dedin mi böyle olacak. Böyle buz gibi, kız gibi olacak! Gözel gözel kokacak. Sinek vınlamayacak Çıt olmayacak. Bizimkiler bilmez mi bunu, hiç gelip görmezler mi? insanoğlu gördüğünü ha deyince kapamıyor işte! Bizim köydeki gösterişlerin de kıymatı yok. Neden yok? Bundan dolayı yok. Merdivaniarı çıktık biz. İki üç kişi önümüzden yörüyüp geçtiler. Ak gömlekliydiler. Hiç bakmıyorlardı. Bir odaya girdik. Gene laniun ettiler Boby'yle. Boby bana, «otur» dedi. Bir sandalyeye oturdum. O da başka sandalyeye oturdu. Bir kâat 292 gidi masadaki avrattan. Kalemini çıkarıp yazdı yazdı. Benim tevellüdü sordu. Masadaki avrada •: verdi yazdığını. Avrat telefonu alıp laniun etti. Biraz sonra bir kız geldi. İnce kamışa benzer bir kızdı. Masadaki avrat kâadı bu kıza verdi. «u kâadı aldı, «Timil?» dedi. «Timil Yeanik?» Bunlar da benim adımı neye böyle yanlış okuyorlar yavu? «Temel Yanık!» dedi Boby. Temeloş'u da söyledi. Sarı kız birkaç sefer adımı talim etti kendi kendins. Sonra, «Haydi Temeloş, gel benimle!» dedi. Aa, baktım bizim dili konuşuyor. Biraz ferahlık geldi içime. Kalktım. Boby de kalktı. Boby, «Bu kız hemşire Dorothy!» dedi. «Sana hep bu kız bakacak.» Salona çıktık. «Boby!» dedim. «Gözünü seveyim ihmal etme, ara sıra yokla beni!..» «Yoklarım yoklarım, sık sık gelirim!» dedi. Boby ayrıldı. Dorothy'y'en bir kat daha çıktık biz. O benim kofumdan tutuyor, ben de elimi onun omzuna koydum. Yokarı salondan yörüdük. Bir odaya girdik. Yerler duvarlar yeşil boya. Bir masa var. İki karyola var. İkisi de boş. Duvarda bir ayna var Pencere var, dolap var. İki karyolanın ikisi de beyaz örtü, temiz çarşaf. Dedim: «Heralda bunun birinde ben yatacam, birinde bu kız! Heralda bu kız akşam zabah benimle kalacak! Şu safaya bak Temeloş ahir ömrün son ucunda! Açılır da insanda kav çakmak tükendiği zaman açılır kör talih! Ulan biraz erken açılsan ya!»

134


«Budur senin odanız!» dedi kız. «Tenkû kızım, sarı kızım!» dedim. Camın dibindeki karyolayı gösterdi: «Bu yatak var, içinde sen yatacaksın!» «Tenkû!» dedim. Duvann dibino'ekini kendice ayırdı heralda! «Şimdi lâzımdır senin soyunmak! Picaması-nı giymek...» Dolap açtı, bir çift şıpıdık terlik, geysi çıkar-d|. Karyolanın ayakucuna koydu. 293 1 «Hemen mi soyunacağım kızım?» dedim. «Oh, evet! Bunları alıp koyacağım bunun içine!» dedi, benim eskileri gösterdi. Kâattan bir torba buldu. «Yok fazla durmak siz! Lâzımdır hemen sizin soyunmak!» dedi. «Pekey pekey..» dedim. Önce şapkamı çıkardım. Sonra ceketimi. Papuçlarımı çıkardım. Bak-J tim kapı baca açık. «Kapat kızım şu kapıyı!» dedim. «Yoktur bir zararı olmak kapı açık! İyidir kapı açık!..» Baktım, eyidir diyor. «Kapat kızım, hiç eyi mi olur insan soyunurken kapı açık?» Baktım kıpırdamıyor, «Kızım, kapat allahı seversen şunu!» dedim. «Soyunacaz kızım!» İstemeye istemeye kapatt! kapıyı: «Siz lâzımdır çabuk soyunmak, sonra ben açmak kapıyı!» dedi. Neyse, kapı kapanmışken soyunup bitireyim dedim. Altımı üstümü çıkardım, don gömlek kaldım. «Lâzımdır onları da çıkarmak!» dedi bu. Gömleği çıkardım, onun verdiği gömleği giydim. Tumanımı çıkarmaya gelince durup yüzüne baktım. O da bana baktı. «Siz çok yavaş yapıyor soyunmak!» dedi. «Lâzımdır biraz çabuk!» Amma bakıyordu, gözünü ayırmıyordu üstümden. «Dorani!» dedim. «Dorani miydi senin adın?» Güldü, «Dorani değil!» dedi. «Dorothy!» «Doroti, kızım! Madem tumanı da çıkara-cam, beş dakika ardına dön!» İçimden ekledim: «Sonra korkar ney edersin!..» «Aa, aa! Siz çok bekliyor sadece bir soyunmak!» «Kızım!» dedim. «Bak, deden yerinde herifim, dön ardına!» «Hiç bir anlamıyor ben sizi! dedi. Sonra ardına döndü. Ben de hemen o ara çıkanverdim tumanımı. Tumanımı çıkarıverdim amma, yerine geyeceğim onun elinde. Ne yapmalı, nasıl yapmalı? 294 Kızım, dönme!» dedim, çıkardığım tumanla önümü kapattım, «Elindeki tumanı ver bana, amma dönmeden ver!» dedim. Cok sinirlendi. Verdi elindeki tumanı bana. Baktım gözel gözel de bakıyor bana. «Bakmasana ulan!» dedim. «Haydi bakma, beş dakka daha dönüver ardına! Dönüver de giyeyim şunu!» Döndü de zor zahmet geçirdim tumanı bacağıma. «Tamam!» Cok şükür tamam Doroti!» dedim. Kısa bir şeydi bu giydiğim. Leylek gibi kaldım odanın ortalık yerinde. Sonra bana o picama-ları giydirdi. Çıkardıklarımı da katlayıp kâat torbanın içine bastı. Ortalığı derleyip topladı. «Siz çok temiz bir ihtiyar, ben çok sevdi sizi!» dedi. «Şimdi lâzım sizin biraz yatmak...» Yatağı açtı. Girdim ben içine. O da elindeki kâatla çıktı gitti. Kendi kendime kalınca, «Haydi bakalım Te-meloş! Türk'ün eline geçemedin, cavırın elinden kurtulabilirsen kurtul!» dedim. Yüz yokari, yattığım yerde dua ettim: «Göze! allahım, senden zenginlik, mal mülk istemem. Beni burdan sağ salim çıkar, köyüme gönder!» dedim. Yalnız başıma epey yattım, epey dua ettim orda. Artık burda işim sade yatmak, dua etmek! Epey vakit geçti. Sarı kız göründü. Bir tepsi yiyecek getirdi. Sapsarı, buz gibi bir su, peynir ekmek. Dedim, burası çok neşe! Amma bunların parasını da tüm yazarlarsa üstümüze... O zaman cayır cayır yandık tabiî. Sarı suyu hemen içtim. Çok hoş, çok nezzetli bir suydu. Dedim içimden ki, bizim bâçaya dikilen ağaçlar meyve verseydi beyle suları mı olacaktı acaba? Yani çok tatlı bir sıydu bu. İçtikçe kırlardaki gözel kekiklerin, sümbüllerin kokusu kalıyordu ağzımda. Suyu içtim, ötekileri yidim. Yiyeceklerin bir kıymığını koyma-d.m anasını satayım. Südü de içtim üstüne. Nasıl olsa parasını kalem kalem yazacaklar yarın. Lokmasını bırakmak

135


doğru değil. Dorothy geldi, tepsiyi boşalmış görünce çok sevindi. «Çok eyi senin yemek yemek!» dedi. Ya295 gelip alacaklar kan! Alacaklar başka şey! Ben soracak sana sorular. Yazacak sizin soygeçmiş...» Tepsiyi alıp gitti. «Eh...» dedim. «Bulduk, yitirmezsek! Ellerine düştük ya, bütün sırlarımızı derecekier..» O gün öğleye kadar kanımı, sidiğimi, yani bir de böyük abdasımı alıp gittiler. Dorothy de bir kitap açtı, kitaptan uzun uzun ahret soruları sordu. «Çocukluğunda hiç hasta oldun mu? Anan bi'ban belsoğukluğu geçirdi mi?...»-«Ben onların belsoğukluğu hastalıklarını bilemem. Sen soracak-san, benden, benim kendimden sor. Elhamdülüllâh, bi" desteden ziyade avradman işim kaydım oldu, hiçbirinden serçe gözü kadar bir leke kalmadı. Ne onlardan bana, ne benden onlara. Seçtim seçtim, ei attım. Hepsi de temiz pak, gümüş gibi avratlardı. Bunu böyle yaz kızım!» dedim. Kaç çocuğum olduğunu sordu. Ölüleri bir ayrı, dirileri bir ayrı yazdı. Ölülerin neden öldüğünü sordu. Onları d& söyledim. «Hastalıktan değil, ihmalden, irezü-likten gitti bebeler!» dedim. «Kimi merdivandan düşüp öldü, kiminin başına orak tarlasında ısıcak geçti Başkaca sebep yok. Bizim soyumuzda kan hastalığı, firenk hastalığı, firengi hastalığı yoktur kızım. Asker hastalığı, sifil hastalığı da yoktur!» dedim. Bütün soyumun ifadesini verdim. O gün toktur gelmedi. Akşamüstü de san kız çekip gitti. Yalnız bir kâat getirip karyolamın ayak ucuna astı. Tek başıma kaldım. Ben sanıyordum ki bu kız burda yatacak. Amma gitti. Yalnızlığın ne kötü olduğunu bir sefer daha anladım. «Yat baba yat, dön baba dön...» dedim, «Dorothy bile olsa, yanında bir can bulunması eyiydi! Bir dahs Dorothy'nin kıymatını bil Temeloş!» dedim. Akşam yimeğini bir başka cavır getirdi. O da kadın. O da gök gözlü, sarı saçlı. Bir direm bizim dilden bilmiyor. Laniun vanvun! Bıraktı yimek-ieri masaya, çekti gitti. Dedim, olaydı şimdi Boby burda. Hiç olmazsa yarın bari geleydi. Tek başıma canım çok sıkılıyor.,. 296 Canım sıkılırken sıkılırken, Sik!..lır..ken, ba-smır ağrısı tutuverdi! Attım kendimi yatağa. Karvola demirini sıktım. Alnımın ortasına şap:r şapır ter doldu. İnlemeyim diye dişimi sıktım. Gözümü yumup bekledim. Yimek getiren avrat tabakları toplamaya gelmiş, habanm yok. Bakmış ben kıvanıyorum, bir adam alıp getirmiş. Adamm gözünde gözlük var. Sırtında o ak gömleklerden. Dorothy'nin astığı kâadı okudu, gitti geldi, işaretle döndürdü beni, kıçımın kaba yerine bir iğne yaptı. Yatıp uzanmıştım. Uzandığim gibi kalmışım. Uyumuş, uyumuşum. İreziliiğimi, basımdaki burguları unutmuşum. Dişarlarda akşam olmuş. Direk-leıden alektrik ışıklan geliyor. İçerisi bu yüzden hafif aydınlık. Karnımın içi de guruldayıp duruyor. Ikınıp sıkındım, bir de yellendim. «Good, good!...» diye Dorothy parlayıverdi. İçerdeymiş görmemişim!. «Aslanım sarı kız, ben öldüm öldüm dirildim, sen nerlerdesin?» dedim. «Bak, alnımın ortası terden göl oldu...» «Çağırdılar beni telefon edip!» dedi Dorothy. Kâğıt gibi bir mendille terimi sildi. Sonra gitti, ıslak bez getirdi. Daha dikkatli sildi. Arkasından bir daha gitti, o zabahki san sudan getirdi. İçerinin ışığını da açtı. Masanın önündeki sandalyeye oturdu. Bakıp bakıp gülüyordu bana1. Dişleri çapa gibi sivriydi, böyüktü. Hemi de beyazdı. Gülmesinden cok hazzediyordum. «Allah senden irazı olsun sarı kızım!» dedim. «Nolur beni bir daha bırakıp gitme! Başımın ağrısı çok sıkıştırıyor!» «Olur, gitmem!» dedi. «Bir daha gitmem! Nöbetçi doktor bilmemiş anlamak senin derdini. Yapmış bir iğne rahat ettirmek için seni...» «Tenkû sarı kızım!» dedim. Orada öyle oturdu geç vakte kadar. Dedim: «Çıkar kızım çorabını, geysini, gir yatağına yat, kapat kapıyı!» «Burda yoktur lüzum kapatmak kapı!» «Hay edetiniz batsın!» dedim birden. «Ulan h'C kapı kapanmaz mı? Kapı açık mı yatılır? Eyi ya. madem yat yatağına! Oturma böyle zabaha ka-dar..- Yatağa baktım. 297 oa^ıııı bdiiduı. «oı^ırı uuyıu ueyıı ucııı uu-şünmek. Benim doğru sizi düşünmek. Hemşire yatmaz hastanın yatak!» «Pekey pekey kızım! Nasıl istersen öyle yap!» Çevirdim başımı duvardan yana. Uyumağa

136


çalıştım. Amma epey bir süre uyuyamadım. Baktım uyu-yamayacağım, «uyur gibi yapayım da, şu kız kalkıp gitsin yatağına,» dedim1. Ne yapayım, sinmedi içime. Uyur gibi yaptım. Işığı söndürdü hemen. Kalktı dışarı gitti, geri geldi, gene gitti. Belki biraz uyudum o ara, amma her uyanışımda onu ya girip çıkarken gördüm, ya sandalyede otururken. Zabah oldu, sokağın gürültüsü başladı. Salonda çıt yok. Gelip geçenler ayaklarının ucunda yoruyorlar. Ses yok. Tüte tüte bir süt geldi arabayla. Çay geldi. Dorothy dedi: «Alacaksın sen bunların birinden!» Çay aldım. Sonra gayfaltı ettim Dorothy'ylen konuşarak. Kıza canım acıdı. Esniyordu. Gözleri kırmızıydı. Az sonra hastanenin içinde konuşmalar başladı. Sarı saç, gök göz, uzunca uzunca kızların biri geliyor, biri gidiyor salonda. Tüy gibi savruluyorlar, iki tane toktur geldi birden. Biri sandalyeyi çekip oturdu. «Hello, good morning!» dedi. Ben de, «Morning, morning!» dedim. «Good!» dedi, güldü. Elinde tevter kalem. Öteki başladı beni sorguya çekmeye. Dorothy kız da çeviri yapıyor aklı sıra. İlle sebep... sebebi soruyorlar. Sebebin gözü kör olsun! Dosluk Bacasında Danacıyla olan döğüşümüzü anlattım. Deral dizimi de gösterdim. Bizim hastaneye gidişimizi, filim ney aldırışımızı, yuttuğum ilâçları, Kırığın Osman'ın furduğu iğneleri, Boby'nin, hemi de Tülây Oca'nın ısrar etmesiyle buraya geldiğimi bir bir anlattım. Oturan toktur habire yazıyor, öteki de benim bileğimi, göğsümü, göz kapaklarımı elden geçiriyor. Bu işin kaç gün önce olduğunu da sordular. Filimleri, reçeteleri sordular. «Boby bulabilir mi?» dediler. Dizime baktılar. Ayağa kaldırıp diz çöktürdüler. Elhasıl epey mâkeme ettiler beni. En çok neye şaştm? «Yeter yeter, kısa kes!» deyip lâfı boğazıma tıkmadılar. 298 Sevgili sevgili, saygılı saygılı dinlediler beni. «Val-' la aşkolsun şu dürzülere!» dedim içimden. Sorgu bitince kalkıp gittiler. Dorothy dedi, «Şimdi E.G. test var!» «Ne demek kızım o?» dedim. «Göreceksin, elektrikli makine, E.G;. test diyoruz!» dedi. Az durduk, kalktık bununla biz. Salondan sessiz sessiz yörüdük. İki üç kat aşağıya endik. Dorothy'nin elinde bir kâat. Köşede bir odaya girdik. Onun da içinden geçip başka bir odaya vardık. Kocaman makineler. Kırmızı ışıkları düğme gibi, yanıp sönüyor. Deminki tokturlar burda. Sarı kız kapıları kapattı. Beni bir yatağa yatırdılar. Yatağın ayakları tekerlekli. Kalktın mı gidiyor, çektin mi geliyor. ite kaka, makinelerden birinin altına soktular beni. Tavanda bir fırıldak, fır fır fır dönüyor. Odanın içinde tatlı bir ölüzger. Makinenin bir yerinden teller, tenekeler çıkardılar. Tenekeleri başıma beynime taktılar. Bileğime, göğsümün üstüne taktılar. Sonra da bana tembih ettiler ki, hiç konuşma. Makineyi çalıştırdılar. Ben deyim iki saat, siz deyin beş saat. Acıktım! Karnım gurlamaya başladı. Sandım ki ikindi geçti, akşam oldu! «Kalk, tamam!» dedikleri zaman, derin, çok derin bir nefes aldım. Makine, kâada bir sürü işaret yazmış. Alıp baktılar, okudular. Biz çıktık sarı kızlan. Dorothy ayakyolunun yerini dünden bellet-tiydi. Gidip kendi elimle çarpa çarpa yüzümü yıkacf.m bir. Burnumu boğazımı pakladım. Dönüp geldim ki, masanın üstüne yimekleri dizmişler. Bekliyor. Boby de Dorothy'yle konuşuyor ayaküstü Eoby'yi görünce derecesiz memnun oldum. Nerdey-se kucaklayıp öpeceğim. Reçeteleri filimleri de Dorothy'ye vermiş. Köyden bir sürü de selâm getirmiş. Tülây Oca'nın filân selâmı varmış hep... «Gel karnımızı doyuralım!» dedim. O da güldü, sarı kız ...... da güldü. 299 «Ne gülersiniz ulan?» dedim. «Yi sen yimeğini!» dedi Boby. «Yimek çok ulan, buyur barabar yiyelim! Bu kız da koca zabahtır ayakta! Açlıktan inceldi!» Gene güldüler. Dorothy, «Çok tatlı ihtiyardır bu!» dedi. Baktım matrağa alıyorlar beni. Oturdum, karnımı doyurdum. Hiç hasta gibi değildim. Yimeğin başında at gibi iştahlıydım. Basımdaki ağrının iştahıma bir dokancası yoktu. Bir yandan da içimden dua ediyordum, «Boby hurdayken basımdaki burgu dönmeye başlamasın, aman başlamasın!..»

137


Dorothy kalktı gitti. Biz Boby'yle kaldık. Konuşmayı sürdürdük. Boby'nin gelişine çok sevindim. İçim ferahladı gitti. O hurdayken başımın ağrısı tutmadığına da sevindim. Haplar, iğneler, şuruplar başladı. Dizimin yarasını da yuyup pakladılar. Sonra pudra tozlan, melhemler. Hepsinin üstüne de bir sargı. Sargıyı sarmak bir mesele oldu. Uzun, upuzun bir sargıydı! Tekerlenip gidiyordu elden düşünce. Beni oturttu Dorothy. Kendisi de oturdu önüme. Yaranın üstüne bol bol pamuk koydu. Ondan sonra başladı sargıyı alttan üstten dolaştırmaya. Dolaştırırken düşürdü. Teker gene yuvarlandı. Tuttu getirdi, gene dolaştırdı. Bu nu yaparken durmadan konuşuyordu. «Ben güzel sardı bak bu sargı! Ben sarar her zaman çok güzel! Saramaz kimse güzel benim kadar bu sargı! Yoktur bu hastane benim gibi bir tane! Ankara! Türkiye!.. Yoktur!..» Bu öğünmeleri, sargı bitince anca bitecek haralda, dedim. Dizimin yaralı yerine de bir ırât-lık geldi. Sürdüğü melhem çok serindi. Tatlı karıncalanmalar oluyordu. Dorothy de dalmış, kendinden eyice geçmişti. Öğünmesinin arasında türkü de söylüyordu: Nım nım, hım hım... Birden sargı bitti. Dizim bacağım, yamalı boru gibi oldu. «Look Temel Bey! Bak ne güzel sardım!» diye çocuk gibi bağırdı. Sargının ucunu üstüne getirip yapıştırdı. Eğilip baktım bunun sardığı sargı300 ____av »aıuı uuııu sarmasının? Alttan geçir, üstten geçir, bir iki dolandır, tamam! Niçin öğünüyordu? Dikkatlice bakınca sargının ucunda bir ire-sim gördüm. Resim en üste gelmiş. Aa! Aa! İki tane kol var iresimde! Bileklerde bayraklar var! Bayraklar el sıkışıyor! Biliyordum ben bu iresmi! Saçanın kapısında vardı! Gelip giden tomafillerde vardı! Bebelere içirdikleri süt tozunda vardı! Biliyordum bu iresmi! «Nedir, nasıl şeydir bu sargı Dorothy?» dedim. «Dorothy, Dorothy!..» deye bağırdım. «Nerden çıktı bu? Gene mi geldi bu? Her yerde, her şeyde mi bu?» Çok bağırdım. Dorothy korktu. Bana bir şey oldu, yeni bir şey oldu sandı. Kendim de korktum. Kendi kendime bir şey oldu sandım. Kendim de bana bir şey oldu sandım. Kendime, kendi kafama sormadan, «Dorothy!..» deye bağırdım. Toparlanıp kalktı ayakuoumdan. Gidip kapının önüne dikildi. Titriyordu. «Oh oh ohhh, siz, siz sakin olun lütfen, sakin olun pilis, pilis...» Göğsümün körük gibi inip kalkması yavaşladı. Geçer gibi oldu. «Dorothy!» dedim. «Nerden buldun bu cenabet sargıyı?» «Olsun sakin Temeloş! Yok bunda hiçbir şey pilis! Sardım çok güzel! Çok iyi gelecek bu size! Yok bunda kötü...» Titriyordu. «Bu cenabet sargıyı nerden buldun?» dedim. Elini alnıma koydu .kâattan gibi mendille terimi sildi: «Ben anlamıyor ne mânâdır cenabet! Ben bilmiyor bu söz!» Baktım anlamıyor. Baktım benim anladığımı anlamıyor. Baktım sargının ucundaki iresim duruyor. Baktım Dorothy korkuyor. Baktım korkudan ; titriyor. «Ört!» dedim. «Yorganı ört üstüme! Dizimin üstüne!.. Dizimin üstüne.. Dorothy!., iiiii!» dedim. Yorganı örttü dizimin üstüne. Dizimin üstü301 İL HALK rimi... Gözlerimi... İnleye inleye üç saatte savuşturdum ağrıyı! Zabah olunoa gözlerim açıyordu uykusuzluktan. Dorothy geç vakit çıkıp geldi. «Ben öğrendi cenabet sözü ne demek!» dedi. «Siz yapıyorsunuz haksızlık çok büyük! Haksızlık çok büyük Mr. Te-meloş!» Dinledim. Dinleyecek halim yoktu hiç. Dünden beri, dün öğle sonundan beri, bu hastanede her şeye, herkese zıddolmağa başladım. Toktorlar gelip gittiler. Sorgular, ilâçlar... Yimek-ler... Ondan keri bekle bekle bekle yatakta! Can sıkıntısı. Ben bu başağrısını ne yapaoağım? Nasıl bundan kurtulacağım? Dizimin yarası da kapanayım demiyor bir türlü! Ne biçim yara, ne biçim çıban? Etimin derinlerine kök saldı! Sanki karnımın tâ içine kadar uzadı çıbanın kökü! Burda zabah olmuyor. Zabah olsa akşam

138


olmuyor. Dorothy bir makine bulup geldi, yüzümü traş ediyor. Vızırtılı bir makine. Duvara sokuyor, yüzümde gezdiriyor. Gıdıklanıyorum. Dizimdeki sargı geriyor dizimi. Tahtabacak adamlar gibi oluyorum. Yörümem zorlaşıyor. «Hey! Heeeeeyy!..» deye deli gibi çığlık atmak, camlan, pencereleri kırmak istiyorum hastanede. içerdeki karyolaya bir adam yatırdılar! Uzun, sırık bir adam! Patates burunlu. Gerdanı sarkıyor. Boynundaki kelebeği çıkarıp soyundu. Bir de pipo doldurup içiyor. Zabah akşam içiyor. Dorothy'yle lanlun, vanvun ediyor, koşturup duruyor kızı. Ga- j zete dergi, uzanıp okuma yapıyor. Sonra da pipo j doldurup içiyor. Uyurken horluyor. Uyanırken yelleniyor. Benim yanımda, Dorothy'nin yanında, istediği gibi yelleniyor. Yellenmek bunların edetinde ayıp değilmiş. «Neci bu?» dedim Dorothy'ye. «Hasta!» 302 «Evet!» dedi. «Ne iş yapar bu?» «Verir birçok cezalar askerlere. Bazen affeder. Şeydir...» «Nedir?» dedim. «Bu adam giyer siyah şey... bir şey...» «Abukat mı?» dedim. «Başka bir şey... o gibi yani!» Gitti, kitap bulup getirdi. Açıp okudu. Bu adamın ne olduğu yazılıymış kitapta: «Hâkim!» Bir hâkimi yatırmışlar yanıma! Korktum. Boby gelince biraz ferahladım. Biraz ılık ölüzger esti içime. Askerlerin hâkimi imiş. Adı da bir şey, bir şey.. Walker! Türlü çeşit adları var, bizimkilere benzemiyor. Yonan adlarına da benzemiyor... Sinirleri bir şey olmuş bunun. Ceryana tutuyorlarmış. ilim bilim fen ile adam edeceklermiş. «Hiç durmadan pipo doldurup içiyor bu adam Boby! Kusacağım geliyor! Beni burdan çıkarmanın yoluna bak yeğenim!» dedim. Kızdı Boby. «Olmaz Temeloş! Hemen çıkmak çok yanış! Yat, işin tamam olsun!» dedi. «Patlıyorum!» dedim. «Patlama yat!» dedi. «Boğulacağım ulan; bu adam pipo içiyor!» Dorothy atıldı: «Temeloş olmuyor hiçbir şeyden memnun! Etmiyor hiçbir teşkür bir şeye...» «Teşkür teşkür, çok tenkû sarı kızım!» dedim. «Amma boğuluyorum, ne yapayım?» «Güldü: «Ben bulacak bir çare bu işe!» dedi. Boby'ye göz etti. «Sabret biraz!» dedi Boby. «Değiştirecek odanı! Tek yataklı bir yere alacak seni!» «Boğuluyorum, sıkılıyorum!» dedim. Çıkarıp atayım şu sargıyı dizimden, gideyim köye, diyordum. Kırlara doğru çıkarken Habaruş'-un karısı ekmek ediyor olsun. Uğrayıp bir düremeç yaptırayım. Yiye yiye gideyim. Söğütlerin altından, cayırlardan geçeyim. Ekin aralarından dolaşıp Ka-rabelen'e çıkayım. Bakayım dört yöne. Ekinler sa303 gevrek kokar tarlalar. Otların arasında çekirgeler sıçraşır. Keklikler palazlanmıştır. Tosbağalar ta-kırdaşır. Güneş insanın sırtını kızdırır. Atayım kendimi bir kayanın dibine. Kayada sarı, turuncu, nemi de yeşil kınalar. Yatayım yüzüm yokarı. Bulutlar yüksek, çok yükseklerde ak pamuklar gibi Gökyüzünün kapağı mavi mavi açılmış. Doğrulup oturayım. Çubuk ovası, Avdan yolundan öteye tit-reye titreye uzanır. Kızılöz'ün evleri kesme şekerler gibi üst üste. Damlarında yuvak taşları. Damların ardında gürbelikler. Tavukları cücükleri oralarda eşinirler. Amma yumurtaları dolu çıkar. Bebeleri çöne çöne toz oynarlar. Orta yerde camisi. Camal Ocasız okulu. Ertan'ın çirkin barakası. Ama-rikan gazino gayfesi, girip çıkansız. Amarikan ahırı, kümesi; tatsız. Yeşil ağaçlarıyla Dosluk Bâçası, meyvasız. Kürt Selim gene kapıyı tutmuş mudur?] Danacı Arif gene tüfek elde dolaşır mı geceleri?! Gene tel örgüler dikenli, gene dikenleri sık mıdır? Gene geceleri havlayan köpekler, uzaklarda uluyan köpekler midir? Tuluğ Paşa gelip gider mi ikide bir? Kızı Seher gene öyle bir içim su mudur etiyle kabuğuyla? Gene Muhtar İzzet'in boynu bükük müdür? Gene komşuların çoğunluğu kaygusuz, madende çalışanlar hallerinden memnun mudur? Avradım Asiye gene marakta mıdır hep? Aaah, kim bilir sarı tüylü Boby' nin yollarını nasıl gözlü-yordur gelip iki habar versin deyi!

139


Nasıl akşamüstleri çeşmeden su dolduranlar soruyor, avradım sıkılıyor, üzülüyor! «Irât ola Hâkim Bey!» Düşüncemin ortasında boğulacağım sıra hâkim Walker yellendi. Kendisine lâf attığımı anladı, lanlun etti bana. Kimbilir ne dedi, ne söyledi? Sövdü mü anama avradıma? Ağzında piposu, başının üstü bir mavi duman. Ben de ona sövdüm. O söğer de ben durur muyum? Karısından kitabından, hepsini bir tespiğe dizerekten, dizip hızlı hızlı sallayarak-tan sövdüm. Güldü! «Gülersin!» dedim. «Hoşuna 304 ylıu ı«"— ¦¦«?""«« yıuen bizde sinir, övke deye bir sey yok ki! Sizde ar namus tertemis! Sizin avradınıza söverler, gülersiniz! Siz kalın gön'lü, geniş karınlı insanlarsınız. Siz domuz eti yiyorsunuz. Siz hazımlı oluyorsunuz. Size pravo! Size maşallah!» Katıla katıla güldü. Fırlayıp kalktı yatağından. Yanıma geldi. Yüzümü başımı okşadı. «Tenkû tenkû!» dedim, elini ittim yüzümden. «Git, uzak tut şu zıkkım piponu, kokuyor!» dedim. «Boğulacağım!» dedim. Başını havaya kaldırıp katıla katıla güldü. «Gülersin tabiî!» dedim. «Senin başında burgu, dizinde sargı yok ki!» dedim. Dorothy girdi geldi. «Çok yazıktır Temeloş!» dedi. «Vardı bir tane, yatırmışlar içine bir kadın, doğuruyor bir çocuk şimdi!» «Dorothy, bak kızım! Söyle bu adama. Hâkim midir nedir, piposunu içip içip yüzüme yüzüme savurmasın! Bir daha da gelip benim ¦ yüzümü gözümü ellemesin!» «Anlamadım, ben hiç anlamadım!» «işine gelmeyen lâfı anlamıyorsun Dorothy!» dedim. «Biraz Temeloş yavaş yavaş söyle, istiyorum anlamak!» «Bak - Dorothy!» dedim. «Pilis! Bu - Hâkime -söyle!» Elimle işaret edip gösterdim. «Piposunu -içip içip - suratıma üf-le-me-sin!» «Ne demek üflemesin? Ne demek içip içip? Suratıma?» «Anayın dini demek!.. Yüzüme yüzüme...» dedim. «Üflemesin! Duman Var ya, duman! Duman yani! Şimdi anladın mı?» «Çok affet beni, ben anlamadım!» «Evi öyleyse!» dedim. «Elimi -yüzümü - kulağımı - ellemesin, anladın mı?» «Anlamadım! Kim? Ben mi?» «Sen! Yok deve!» «Ben! Ben! Ben yapmadı bir yanlış sana, Temeloş! Ne yapacak sen deve?...» «Eyi kız, haydi kız, haydi! Sen insanı çatla305 Ii ilisin: v>cıı uu^.u.....___ döndüm arkama. Yorganı, çarşafı başıma çektim. Yattım. Ben böyle yatınca Hâkim gülmeğe başladı. Dorothy lanlun etti ona. Bilmiyorum ne dedi? Sonra daha çok güldü. «Aa aa ha ha ha!» deye güldü. Dorothy'nin kalktığını, «Pilis pilisi» deye yalvardığını, sonra kalkıp salonda tap tup yörüdüğünü, odanın bir süre sessiz kaldığını, bir süre sonra Hâkim Walker'in altı kere yellendiğini, sonra gazeteleri hışırdatmağa başladığını, piposunu yanındaki kül tabağına tak tak furduğunu duydum. Ardından başımın ağrıları başladı. Burgu! O namussuz burgu derine, daha derine dönüyordu. Cok dönüyordu. Dünyam kararıp kalmıştı. Hiç ışık yoktu'. Işığın imi timi yoktu... 306 AMERİKAN SARGISI Cezaevine düşsem bu kadar sıkılır mıydım? Orda günler bu kadar burnumdan gelir miydi? Adamakıllı zoraldı vakit geçirmek! Ayı günü de şaşırdım. Bu işkenceyi kaç gündür çektiğimi, kaç gündür bu iğneli beşikte yattığımı bilmiyorum. Kafamın İçine bir kertenkele girdi, tırmalıyor. Burgudan beter tırmalıyor. Dizimdeki yara eyice azdı. Ağrılar sık sık tutuyor. Uzun süre kıvrandırı-yor beni. Gün aşırı o uyutma iğnelerinden furuyor-lar. Zızlıyor kemiklerim.

140


Hâkim Walker'in piposuna alıştım heralda. Gene içip içip savuruyor. Dorothy de benim bağırmalarıma alıştı. Eskisi kadar üzülmüyor halime. Bir gün ağlattım onu. Üç gün küstü benimle. Ne o bana lâf konuştu, ne ben ona. Geldi gitti, birbirimize somurttuk. Yimekleri o benim önüme sürdü, ben onun. O sargıyı, o cenabet sargıyı sararken bile konuşmadık. Kendi kendine türkü söyledi. Sargıyı elinden kaçırdı, eğilip aldı, gene sardı, sonra ucunu yapıştırdı, tokalaşan o bayrakları, Dosluk Bâça-sındaki işareti en üste getirdi... konuşmadık! O iresmi hep üste getirdi. O iresmi üste getirdikçe kızdım, öfkelendim, öfkelenince bağırdım, cok bağırdım, yeter yeter yeter, soyka Dorothy yeter istemiyorum, yeter gideyim, bırak gideyim, gitmek istiyorum, ver gömleğimi, ver tumanımı, gitmek istiyorum, gidip Alançayırı'na bakmak istiyorum, söğütlerin altına yatmak istiyorum, ekinler erdi mi, ekinler biçiliyor mu bakmak istiyorum. 307 UıU...u ^^v...___ KaraDeıen aew mayanın UıU...u , istiyorum, yeter yeter yeter!...» dedim, bağırdım. Terledim, Dorothy terimi sildi. Terimi silerken elini alnımda, kulaklarımda gezdirdi. Alnımda, titreyen ellerini duydum. Kapıda ayak sesleri duydum. Sokakta gürültüler duydum. Boby girip geldi Boby'yie birlikte İzzet geldi! İzzet'-in geldiğini gördüm. Camal Oca'nın geldiğini gördüm. «Başımın ağrısı tutarsa... Tutmasın allahım tutmasın anacım!» deye çok yalvardım, hep yalvardım, «O burgu başlamasın dönmeğe, dönerse yanarım, kıvranırım, demirleri tutar tırnaklarım, ire-zil sefil olurum, irezilliğimi, sefilliğimi Camal Oca görmesin!» dedim, yalvardım. Onlar otururken, onlar soru sorarken, onlar konuşurken, onlar bana üzülürken, îzzet köyü konuşurken, Cama! Oca Karali'yi konuşurken, Camal Oca Meryem'in selâmını söylerken, müdürü müfettişi anlatırken, Ertan'ın madenleri sorarken, ekinle- j ri dikinleri ahırı kümesi sorarken, içimden içimden j hep yalvardım. Başıma, basımdaki kertenkeleye, i burguya yalvardım. Aman başım, dedim, amanı burgu dedim, burgu gibi senin ananını dinini sinkaf edeyim dedim, itoğlu iiiiiiiit, itoğlu it burgu dedim, Hit dediim, iiiiiiiit! Burgu dönmeğe başladı. Dorothy'nin eli, kâat gibi mendili alnımda gezindi. Hem ağrıdan, hem utançtan, İzzetgil kalkıp gidene kadar gözümü açamadım. Gözümü açtığımda akşam oluyordu. Sokağın lâmbaları yanıyordu. Ağzımın içi yanıyordu. Walker' m cenabet piposu yanıyordu. Ağzımın içi kurumuştu. Küslüğümüzü filân unutup, «Dorothy!» dedim, «Bana biraz bu! Yani ağzım çok kurudu. Su! Su! Evet su, suuuuuuuu, anlamadın mı hâlâ?» dedim. «Dilini bilmezsiniz, yolunu bilmezsiniz, ne işiniz var elin melmeketinde kurbağa gözlü cavırlar!?» dedim. «Bir su'yu bile anlamıyorsunuz, bu nasıl iş?» dedim. Güçbelâ anlattım da su getirdi. İçtim. So-ğukmuş, eyi, dedim. Bu gibiymiş, çok eyi, dedim. İçtikten sonra dişlerim zızladı. Beynimdeki burgunun yanları zızladı. Gene burgu bok edeeek deye 308 KorKtum, KorKaiKen korkarken Hâkim Walker cart yellendi. «Çatla çatlayası!» dedim. Yavan yanşak güldü ben çatla deyine©. Suyu içip bardağı geri verdim. Dorothy masaya oturdu. «Sen iyi olup burdan çıkacak!» «Evet, işallah sarı kız!» dedim. «O zaman gidecek köyüne. Olmuş çok sağlam bir adam!» Gene güldüm: «Evet, işallah san kız!» «O zaman gelecek ben senin köyüne, olacak misafir senin evinin içinde.» «Evet san kız, olacak misafir...» «Olacak hasta, çok hafif, evinin içinde!» «Ne hastası? Neye hasta olacak benim evimin içinde?» «Olacak hasta, diyecek sana, sen tut nöbet bir gün benim başımda gece, yirmi gün, otuz gün değil...» «Ne zaman yapacak bunu sen?» dedim. «Sen iyi olup çıkacak burdan, ben yapacak!» «Ne sebap kız, ne sebap yapacak?» «Ben görecek, sende var mıdır bende vardan tahamül!...»

141


«Şimdi anladım sarı kız!» dedim. «Ben görecek o zaman seni!» «Sen beni köyümde gör sarı kız!» dedim. «Ben senin gibi sardığım sargılarla öğünmem! Ben senin gibi ettiği iki paralık eyiliği başa kakmam, ben senin gibi zabaha kadar löbet de tutmam, anladın mı sarı kız?» dedim. «Ya ya, sen tutmaz nöbet...» dedi. «Amma bu Dorothy oldu her gece nöbet!..» «Olmasaydın, ben geldim de, ille benim başımda löbet ol mu dedim sana? Kendin oldun. Ben ille, beni hastanenize alın da demedim. Kendiniz aldınız. Boby beni sürüye sürüye getirdi. Onun hatırına geldim. Ben gelip sizin köylerinize Dosluk Bacaları, faynapıl ağaçları mı diktim, içine bekçiler koyup gündüz gelenleri kovdurup gece gelenleri dövdürüp dünyaya yeni icatlar mı çıkardım? 309 ¦w dom uuıaya, uu ııaııaıa ycııc oii.im )utuı.ui.u^ı uu^ıtüm...» «Ben anlamıyor anlamıyor! Konuş çok yavaş P/7/s...» «istediğim gibi konuşurum, anlamıyorsam anlama! Ben eskiden demir çelik gibi, atom gibi bir heriftim! Ne başımda burgu vardı, ne dizimde sargı! Sizin yüzünüzden burgulu, sargılı oldum. Hastanenize düştüm. Akşama kadar Walker Beyin piposunu, zabaha kadar yellenmesini kokluyorum. Amma bak, bir eyi olup çıkayım...» «P/7/s, çok yavaş konuş, çünkü istiyorum anlamak!» «İyi olup çıkayım, geleyim senin Amarika melmeketine, bir köyünü bozup dağıtayım, payitahtına bir hastane açayım, başında burgu, dizinde sargı ile sen o hastaneye yat benim! Köyüme gelip de ne anlayacaksın? Yani bir şey anlamazsın demek istiyorum!» «Ama anlamak istiyorum, p/7/s, yavaş...» «Yavaşı mavaşı bu! söylieyeceğimi söyledim, tamam!» Hâkim Walker'a döndü, bir şeyler konuştular. Sırıta sırıta güldüler. Sonra Walker Bey başını salladı aşağı yokarı. Piposundan daha çok duman çıkardı. Cok kötü bir koku, çok zıddıma gidiyor. Dorothy neye kızmıyor, yasak etmiyor, şaşıyorum! «Sen...» dedim, «Çok mu seviyor bu piponun duman?» «Mr. Walker'm pipo soruyor sen bana?» «Evet, onu soruyor ben sana!» dedim. «Seviyor ben onu? soruyorsun?» «Evet, seviyor sevmiyor? onu soruyor ben!» «Sevmiyor ben onu, sigarayı, kibriti.» «Neye içirtiyorsun fosur fosur?» «Mr. Walker hastadır. Yanlıştır sinirler onun. Piposunu içer, olur biraz rahat!..» «Pek gözel maşallah!» dedim. «Tenkû!» dedi, hey yarabbim! 310 boraum: «Fekey sarı kız, biz neye eyi olmuyoruz günlerdir yata yata?» , «Ben anlamadı sen ne sordu bana?» ^ «Gün-ler-dir yata yata! biz! yani ben! neyeniçin! eyi! ol-mu-yo-ruz?» «Yata yata sen iyi olmuyor?» «Neden eyi olmuyorum? Başım, dizim?» «Oooo! Oooo! Sen çok zor bir hasta eyi olmak için! İki tane doktorlar çok çalışıyor senin iyi olmak için!» «Maşşallah maşşallah! Daha ne kadar çalışacaklar benim iyi olmak için?» «Çok zordur söylemek. Çünkü senin şimdi durum benzemiyor biraz sonra durum.» «Evet ben bazardan aldım bu durumu seçip seçip!» dedim. «Oooo! Sen gittin bazar?» Lâfı bir ters anlıyor ki! «Evet evet, gittim bazar, aldım burgu, şimdi başımda! dedim. «Evet evet, gittim bazar, aldım burgu, şimdi başımda!» dedim Çektim yorganı, gömüldüm yatağın içine. Çıkardım başımı, «Ben istiyor uyumak, pills konuşma, sus artık!» dedim, soktum başımı içeri. Günler, gündüzler, geeeler, hemi de gecelerin tadı boğazına dizilip dizilip kalıyordu. Boğazıma dizilenleri yutamıyordum. Yutmak için su içiyordum. Başımın burgusu dönmesin diye

142


sabrediyordum. Dizime sarılan sargıdan nefret ediyordum. O sargıyı sardıkça Dorothy'ye zıddoluyordum. Ettiği eyilikler, tuttuğu löbetler gözümden silinip gidiyordu. Sordum buna: «Niçin sarıyor sen benim dizime böyle sargı?» «En güzel bu sargıdır, pahalı!» - Al işte! «Neye gözel, neye bahalı gııı? Adam gibi bir sargı sarsan olmuyor mu?» «Bu sargı geldi senin için... şey... Şey, yani nasıl denir? Mr. Wayt gönderdi bu sargı içinde bir . kutu bu hastane!» 311 dedim. «Mr. Wayt yolladı bu sargı içinde bir kutu! Senin için!» «Yani bu sargıyı Mister Vayt mı yolladı benim için?» «Yes!» dedi. «Sen anladı şimdi!» «Evet ben anladı Dorothy Hanım, demek o yolladı, demek o? » «O!» dedi Dorothy. Doktorlar geliverdiler. Bir şişenin içine işettiler Dorothy'nin önün-; de. Sonra, «Pekey!» dedim. «Pekey!» deye bağır-.; dim. «Kaç gün oldu, her dediğinizi yapıyoruz, neye! eyi olmuyorum?» j Tokturlar çeviri yoluyla dediler ki, «Anlaşıl-] ması çok zor. Durumun çok karışık. Uğraşıyoruz.] Seni kurtaracağız, merak etme!» f Buna da pekey dedim. Olur dedim. Ellerini göğsüme koyup, «Good good!» dediler, piyazladılar. Sonra alıp beni aşağıya indirdiler. Gine. E.G. test'in altına soktular. Lâmbaları kırmızı yanıp sönüyordu. Telini tenekesini başıma geçirdiler. Bir uğultu başladı. Beynimin içine karıncalar doldu. Burgudan daha beter bir acı, bir sancı!., taş olmalı ki insan, dayanabilsin. Amma insan her taştan daha sağlam ki dayanıyor. Ben de dayandım. Çıkardılar yokarı. Dorothy, melhemini, gene o sargı tekerini alıp geldi. Oturdu ayak ucuma. Önemli sargıyı söküp çikardı. irinli pamukları söktü, bir kutunun içine attı. Köpürte köpürte yıkadı dizimin yarasını. Kırmızı biber gibi bir melhem sürdü. Kına gibi bir toz ekti üstüne. Pamuk koydu. Başladı sarmaya. Başladı sarı saçları, kurbağa gözleriyle sargıyı dizime dolamaya. Başladı hım kim, mim mim türkü söylemeye Başladı elleri kertenkele gibi, sarı bir soyulcan gibi, başladı barmakları teze bebe pisliğine batıp çıkmış gibi, başladı çiy yumurta sarısı gibi, başladı Walker Bey piposunu üfürür, ikide bir yellenir, başladı o sargı tekeri dönmeye, baş312 laaı Dutun cinlerim ayaklanmaya, başladı elim ayağım titremeye, başladı sargı tekeri küçülmeye, başladı tavan yere, yer tavana, gökler gürlemeye, başladı sarı telli yağmurlar yağmaya, pis kokulu ölüz-gerler esmeye, başladı yüreğimin ak yağları erimeye, başladı başım, başımın kemikleri zızlamaya, başladı o anasını, dinini, ah! ah darıdan ufağını.. ah.. ah., o itoğlu it burgu., ah! dön-me-ye!.. Dorothy'nin hım hım, mim mim türküsü... Başladı sargının ucunu okşamaya. Okşaya okşaya yapıştırmaya. Başladı o iresmi, o bacadaki iresmi, kapıdaki iresmi, Danacı'nm tekmesini...Ah Kürt Selim neredeydi o gece? O gece Kürt Selim paraları cebine katıp Bentderesi'nde orosbulara, barlara, köçeklere, o gece karanlık basarkan, sokaklardan el ayak çekilirken, o gece uzakta bir köpek ulurken, bir köpek durup durup yakınlarda havlarken, bu sarı Dorothy başladı sarı bir sığır gibi benim dizimi yalamaya. Kaldırıp kafasını düşman düşman güldü bana, güldü Dorothy! Gülünce ben de ellerimi uzattım, geçirdim sarı kafasındaki saclara parmaklarımı emme çok dikkatli geçirdim, eyi-ce dikkat ettim, gözelce geçirdim, geçirdikten sonra, sen dedim, bu benim başıma burguları neye sokuyorsun? dedim, neye bu bayraklar, bayraklı bilekler, bir tane ay var dedim, bir sürü yıldız dedim, böyle dedim... Pilıs pilis piüs dedi. Bağırdı kuyulara. Walker Bey havanın yüzündeydi. Yapışıp duruyordu. Üstüme düşecek diye korkuyordum. Elinde gazetesi yoktu. Ağzında piposu yok,tu. Kapının dibinde Boby duruyordu. Boby'nin halini beğenmiyordum. Boby'ye bir şey olmuştu. Boby Tülây Ocaya bir şey yapmıştı. Walker Bey üstüme düştü. Göğsümün üstüne düştü. Alaburus

143


kafası kafama çarptı. Kafamın içindeki burgu kırıldı. Boby koştu geldi, kafamı tuttu. Kafam beş on bölük oldu. Kafamın dumanları çıkmaya başladı . Dorothy'yî bayılttılar. Sonra ayılsın deye Walker Beyin yatağına yatırdılar. Benim ağzım dilim kurudu. Ben aklımdan beş yüz kere su geçirdim, su deyemedim. Dilim yoktu. 313 içime yeçmışu. Daşııııı yaoııya anını, uuıyu kırılmıştı. Artık dönmüyordu. Artık başım beynim zızlamıyordu. Başımın içinde burgu iki parça olmuştu!.. Başımı sağa yıktım. Başımı yıktım. Pencereden bir bulut geçiyordu. Turnalar geliyordu. Turnalar üçer üçer geliyordu. Turnaların gözel üçleri geliyordu. Turnalar gelmiyor, geçiyordu. Dilim boğazıma, boğazımın bir yerine yapışmıştı, kopmu-yordu. Alt dudağım, üst dudağım açıktı, kapatamı-yordum. «Su!» diyemiyordum. «Boby!» diyemiyor-dum. Boby yanı başımda oturuyordu. Walker, Do-rothy'nin saçlarını oynuyordu. Gök gözleri bulanıktı. Sarı yüzüne sular iniyordu. Alnımda ter suları birikmişti. Elimi kaldıramıyordum. Elime bir kurşun sarmışlardı. Sıkılıyordum. Kırmızı ışıkları yanıp sönen makine başımı yiyordu. Boğazımı sıkıyordu. Boğuluyordum. Başımı salladım. Başımı bir daha salladım. «Boooo...» dedim. Dudağım biraz kımıldadı. Kocaman bir kayayı, kaya kadar bir demiri çok aşağılardan tutup kaldırdım, «Booooo...» dedim. Dorothy ağlıyordu. Dorothy'nin gözlerinden sular iniyordu. «Boooo...» dedim. Boby mendilini çıkardı. Alnımda-ki suları sildi. Boby'nin elleri yüzümde gezindi. «Booooob!» dedim. Ağzım iyioe kurudu. «Boby!» dedim. «İtoğlu it Boby!» dedim. Dorothy kalktı, lanlun etti. Walker kalktı lan-lun etti. Boby de lanlun etti. Üçü birden lanlun ettiler. Dorothy pilis dedi. Walker pllis dedi. Boby de pilis dedi. Boby sarı kızın ellerini tuttu San kızın elleri Boby'nin ellerine bulaştı. Sarı kız ağladı. Sarı kız ağlarken bana baktı. Ben «Su!» demek istedim, diyemedim. Kollarım kalkmadı. Başımı kaldırdım, başım kalktı. Gövdem kalkmadı. Başım yastığa düştü. Burgunun kırık yeri başımın içini açıttı, inledim. «Booo!..» dedim. «Boby! » Boby kalktı, «Boğaoak miydin kızı, ne yaptın?» dedi. Başımı kaldırıp salladım. Sallarken gökyüzü314 nu goraum. ı urnaların üçleri geçiyordu .Üçer üçer geçiyordu gozelleri. Gözel turnalar! Tuluğ Paşa'nın gözel kızı geçiyordu kafamdan. Seherde uyuyan gözeldi. Nanoy diye biri vardı, o geçiyordu Bir Bo-ger Bey vardı, o geçiyordu Melih Dalyan geçiyordu. Ni diye bir avrat geçiyordu. Pembe tenleriyle al kırmızı yanaklarıyla bir alay avrat geçiyordu ' Bizim söğütlerin altında sular inoe ince akar Sular upuslu akar. Bizim söğütlerin altında ince çayırlar biter. İnce çayırlar biçilir. Aktepe'yi devirdiklerinde, tepenin yerinde sular kaynadı Suları arıklara aldılar. Duru sular oldu. Akıyorlar hâlâ duru duru. Bizim sularımız gümüş gibi parlar gün vurunca. Köyümüzde pınarlar vardır bizim susayana. Pınarlar kurumadılar çok şükür! Pınarlarını bizim koyun kurutamadılar şükür! Kurutamazlar çok «Boby!» dedim, sol elimi kımıldattım. Boby, kımıldayan elimi tutup kaldırdı. Elimi avucunun içinde sıktı. «Oh!..» dedim içimden. «Sık Boby!» dedim. «Sık, o Tülây kız sana helâl olsun! Al onu, al götür evine, plâk çal, zurna çal, istersen davul çal. Bizim köy gene ocasız kalsın. Öğretmensiz kalsın. Bizim kadersiz bebeler dura dura kararsınlar. Bakışları kararsın benimki gibi, benim komşuların-ki gibi. Al götür Tülây Oca'yı Boby!..» dedim. Boby elini anlıma koydu. «Boby, su!» dedim. Dilim kımıldadı. Dilim kurtuldu. Gözlerimden sel gibi bir yaş geldi Ben ağlamaya başladım. Ben koca adam, ben Seferberlik askeri, bunca yaşın, yokluğun, çilenin, ölüz-gerin, atasın adamı, başladım ağlamaya! Benim gözyaşlarımın içinde kan irin! Gözyaşlarını yastığa yorgana dökülüyordu. Gözyaşlarımın içinde kırmızı biber vardı, tuz vardı, gözlerim yanıyordu, «Boby su!» dedim. «Suuuu.L Cavır mısınız ulan? Cok mu cavırsınız?» Dorothy koştu salonda upuzun! Pat pat, pat koştu Geldi, sarı! Ah, çok kötü sarı! O sarı sudan vardı tepsideki bardağın içinde. Gözel kokulu sudan! Arkamdan tutup kaldırdı beni birez

144


Boby. Eli315 m sırııma uayauı. oay c...... ulunan .^..^...., U,MII kalkmadı. Biraz kalktı, düştü aşağı. Dorothy gelip oturdu önüme. Bardağı tuttu ağzıma. İçtim sarı, çok tatlı, ah saçları sarı kızın, derisi çok yağlı, krem sürülmüş, Dorothy'nin sarısını hiç sevmeden içtim o sarı suyu. «Lâzım sana rahat olmak!» dedi. «Ben ırât olamam bu burgu başımda, sargı dizimde!» dedim. «Sen diyorsun burgu, sen diyorsun sargı!» «Evet diyorum!» dedim. «Ama yoktur burgu hiçbir tane başının içinde, j imkânsız! | «Benim basımdaki burguyu sen benden eyij bilmezsin, Dorothy Hanım!..» dedim. ¦ «Böyle düşünmek veriyor sana zarar!» «Evet, veriyor bana büyük zarar!» «En iyi bir sargıdır, ben sardım yok bir yanlış!» «Piliş Dorothy, don't say anything about that!» dedi Boby telâşla. «But, Boby...» dedi Dorothy, «En güzel sargısı hastanenin...» «Give it up, Dorothy, please!» dedi Boby. Temeloş bakıyordu tavana, penceredeki maviliğe. Turnalar hâlâ üçerli geçiyorlardı. «I have tried to do my best!» Boby «Üfff» etti: «But can't you see his reaction?» «He doesn't understand my purpose! Ben istiyor onu yapmak çok iyi burada. Ben oluyor geoeleri nöbet onun yatağının yanında...» Gömleğinin cebinden kâğıt gibi mendil çıkardı. Temeloş'un alnını, ağzının kıyılarını sildi. «Ben...» dedi, «Çok sever Temeloş! Temeloş çok sever Sarı Kız! Ben yapar o~n çok iyi sargı, çok sağlam!» «Stop Doorothy, stop, please!» dedi Boby. «You stop, Boby!» Öfkeyle bağırdı Dorothy. «And shut up, Boby! Kapa çeneni yahu!...» «Okey, Dorothy, Okey! Now, go on, Dorothy!» dedi Boby. Oturdu. Walker'a baktı: «Gördünüz de316 n'jç göremiyor bayan!» dedi. Walker, «Bu odada iki hasta var, ikisi de büyük dert!» dedi homurdanarak. Dorothy, Temeloş'un alnını parlattı sile sile, hâlâ da siliyordu. «Ben sardım çok güzel o sargı, Temeloş! Yaptım her zaman en iyi. Sen oldun çok öfke. İki tane doktorlar gelince göster, diyecekler mi var bir tane yanlış? Yok! Çünkü sardım ben! Kimse saramaz o sargı benim gibi bu hastane, bu Ankara bu Türkiye içinde bile Temeloş!» Güldü, okşadı. «Yoktur böyle sargı ve yoktur saracak benim gibi...» Gülerken, gülmesi ağlamaya döndü: «Temeloş, Temeloş, pilis, Temeloş p/7/s...» dedi. Temeloş, kolunu kaldırıp salladı havada. Yorganı, yastığı toplayıp attı pencerenin dibine. Yatağın üstünde doğruldu. Belini duvara dayadı. Dorothy bakıyordu. Sargılı dizini büktü Temeloş. İyice büktü. Sonra durdu biraz. Dorothy gözyaşlarını siliyordu. Boby, Walker'la konuşuyordu. Kalkıp gidecekti. Çanı sıkılıyordu. Dışarda, bir uçağın gürültüleri dolanıyordu havada. Temeloş usulca açtı sargının ucunu. Tokalaşan bayrakları çevirdi. «What are you doing, man?» diye bağırdı Dorothy. Temeloş elini kaldırdı, «Sus» işareti yaptı. «Şimdi kapa bakalım senin ağız!» dedi. Göğsü körük gibi inip kalkıyordu. Dorothy, Temeloş'un dizine kapandı: «Jesus Christ!» diye bağırdı. «Tanrım*..» «Gel Boby!» dedi Temeloş «Tut şunu biraz!» Boby kalkıp Dorothy'yi tuttu Karyolanın ayak ucuna oturttu1. Kendisi de yanına oturdu. «Hiç kıpırdama Dorothy!..» «Zaptet onu Boby!»

145


Temeloş sargıyı sökmeğe başladı Yoruldukça dinleniyordu. Söküp söküp yatağın içinde biriktiriyordu. Dorothy hıçkırıyordu. «Sen onu eyi tut Boby!» dedi Temeloş. Söktü sargıyı. Biraz dinlendi. 577 daha söktü, dinlendi. Sonra kalan kısmı da söktü, dinlendi. Yaralı dizini uzattı ileri. Pamuklar sıyrılıp düştü aldırmadı. Yerdeki karışık sargı yığınını çekti önüne. Ucunu bulup teker yapmaya başladı. Şimdi köyünün çayırındaydı. Söğütlerin altına oturmuş sepet örüyordu. Öyle sarıyordu sargıyı. Bir teker yapıyordu. Dorothy. «God! My God!..» diye ağlıyor, dolu gibi dökülüyordu. «Sen Temeloş, Temeloş... ben yapmak istedi hep sana iyilik. Fakat sen olmadı memnun hiç, hiç, hiç!...» Temeloş duymadı. Duydu aldırmadı. Habire büyüttü tekerini. Büyütüp bitirdi. Gene o resmi, bayraklı iki bileği üste getirdi. Gene o Dostluk Bahçesi'ndeki İşareti... Gene Danacı'yı. Gene o gece uzaktaki köpeğin ulumaları. Gene gecenin ıssızlığı. Parlayıp çıkan alevler tüfekten. Gene sırtında yumruklar, dizinde tekmeler. Gene başında burgu. Gene dönen gökyüzü pencerede. Titreyen «viran dağlar» çok yukarda. Turnaların gittiği yollarda. Gene sararan yüzü, sarı saçları, bol krem sürülmüş yanakları Dorothy'nin. Gene bitip tükenmez haplar, acıtan iğneler, kırmızı ışıkları aşağıdaki makinenin. Köyün zelzele geçirmiş hali gözlerinde. Asiye'yi yıkıkların arasından çekip çıkarmışlar. Asiye'den önce ekin aralarına götürüp geçeler boyu yattığı, Asiye'den sonra da sayısız seferler gene ekin aralarında yatıp tadına doyamadığı, adını da bugünlere kadar kimsenin yanında anmadığı, gelip geçen ömrünün en ateşli kancığı Duduş'u, belki şimdi Ankara'nın kondularında yaşayan dört oğuldan ikisi kendinden, kendi öz belinden olan, kadınların kadını, insanların insanı, kara kaşlı, kara gözlü, karaca boyunlu Duduş'u çıkarıyorlardı yıkıkların arasından. İşte bu Dorothy, bu Dorothy de gelmiş, «Çıkarmayın Duduş Hanımı! Çıkarmayın artık! Ölmüştür o! O diri sandığınız Dudus yok mu, boşuna çıkarmayın, ölmüştür o!» diyordu. «Niçin çıkarmayın diyorsun, o benim en ataşlı kadınım, o saran, en derinlerden kaldıran kancığım, niçin çıkarmayın diyorsun, soyka Dorothy! Gelmişsin benim köyüme, çıkarmayın diyorsun! Hayır, hayır, haaayır!» Kaldırdı elindeki tekeri, birden fırlattı Dorothy pin başına! «Çekil gı sen!» dedi. «Nasıl dilin varıyor da çıkarmayın diyorsun Duduş'u? Sen kırık tırnağı olabilir misin Duduş'un? Sen Duduş'un verdiği tadın bir diremini verebilir misin? Onun aldığı tadın bir diremini alabilir misin? Sen Duduş kadar candan sevebilir misin? Duduş kadar sıcak sarıla-bilir misin? Öptüğün yerleri gül yaprakları gibi yakıp dağlayabilir misin? Sen severken insanın soluğunu kesebilir misin? Sen... dokunma bana, tutma beni Boby! Tutma beni Booby! Yatırma Boby! Boby gibi senin de ananı, dinini ulan! Bak Boby, tutma diyorum! tutma Boby, tut..ma..Bo..Bo...» Boby, arka üstü yatırıp başını sıktı Teme-loş'un. «Biraz kâğıt mendil ver!» dedi Dorothy'ye, Dorothy'den kâğıt mendil aldı. Alnının terlerini sildi. Temeloş'un. Sonra sıktı başını. Temeloş gözlerini açtı. Dudaklarını kımıldatmaya çalıştı, ama kımıldatamadı. «Su!» demek istedi, diyemedi. Boby'nin yüzüne, baktı yana yana. Gözüyle anlatmaya çalıştı. Anlatamadı. Başını devirdi, masadaki bardağa baktı. Anladı Boby. Nelerden sonra anladı! «Bir bardak su getir!» dedi Dorothy'ye. Dorothy kalktı, kapıdan çıkarken Dr. Fry ile yüz yüze geldi. Dr. Fry daldı girdi içeri. «What are you cooking here?» diye sordu ortalığa. Dorothy su getirmeye gitmişti. Walker toparlandı yatağında, parmağını çatlattı: «Let me tell you, Doc!» dedi. Dr. Fry, Walker'm önüne dikildi. O sıra Dorothy bir bardak sarı su getirdi. Boby suyu Temeloş'a içirdi. Temeloş göğsündeki körüğü dinlemeden, üstündeki halsizliğe aldırmadan, bir çaba gösterdi. Ayağa kalktı. Yıkılacak gibiydi. 318 319 yapılacaksa ben yapayım!» dedi.

146


Anlamadı. Yürüdü, karyolanın ayak ucuna vardı. Demir borusundan tuttu karyolayı. Beş on saniye kadar dinledi. Dolaba doğru bir çaba gösterdi. Boby tuttu yıkılmasın diye. Temeloş arayıp taradı, gözüyle Dorothy'yi buldu. Gözüyle dolabı işaret etti: «Çıkar benim gömleğimi tumanımı!» dedi. Dr. Fry yürüdü, elini Temeloş'un omzuna koydu: «Ne yapacaksın?» «Verin gömleğimi tumanımı, diyorum!» diye bağırdı Temeloş. Elleri kolları yana düştü. Dudakları kurudu gine. «Gitmek istiyor!» dedi Boby. «Delirsin mi burda?» «İzinsiz gidebilir mi?» dedi Dr. Fry. «Dinleyin lütfen Doc!» dedi Boby. «Bu basit bir adamdır, doğru söyler, doğru ister! Güzelöz köyünün bekçisidir. Ne söylerse yapar. Çok iyi bilirim...» «Ona anlat öyleyse, biz de bu hastanenin kurallarını korumak zorundayız! Anlat böyle!» «Eğer anlatabilecekseniz siz anlatın Doc!» dedi Boby. «Ben size diyorum ki, bu adam dediğini yapar, durduramazsınız. Lütfen siz bunu anlayın! Bu adamın çok basit ve dürüst bir adam olduğunu söylüyorum size, anlayın!... Temeloş dolaba doğru bir çaba daha gösterdi. Açtı dolabın kapağını. Kâğıt keseyi gördü. Bir çaba daha gösterecekti, Dr. Fry kolunu uzattı, kesti çabasını. Temeloş geri çekildi. Karyolaya dayandı: «Yapmayın gayri be! Üzmeyin insanı!» dedi. Boby'-ye döndü: «Boby, söyle bunlara, versinler benim tumanımı yavu! Bıktım valla yavu!..» «Çok söyledim Temeloş!» dedi Boby. «Doktor diyor ki, izinsiz çıkamaz! Hastanenin usullerini çiğnetmem diyor!» Temeloş inledi: «Söyle bana yapmasınlar bunu Boby! Halım hal değil, söyle yapmasınlar. f _unu aıııaı uıllctra...» Gene dudakları kurudu. . Boby bir daha anlattı, ama Dr. Fry, «Sorumlu düşeriz!» dedi, diretti. «Onun da kendi sorumluluğu var Doc!» dedi Boby. Sonra Walker'a döndü: «Mr. Walker, siz bir hâkimsiniz, sizin görüşünüz ne?» «Doktor doğru söylüyor!» -dedi Walker. Boby'nin elleri titremeye başladı: «Allright, gentlemen, allright, you tell him that he Is wrong but you are right, tell him now!..» Kızdı Boby. Temeloş dolaba doğru şimşek gibi bir çaba daha gösterip kâğıt keseyi yakaladı. Çekti çıkardı. «Boby! Söyle bu domuzlara, benimle uğraşmasınlar!» dedi. «Benim halım yok! Söyle onlara, hiç halım olmadığını! Gömleğimi tumanımı alıp gitmek istediğimi. Söyle onlara, beni zorla tutamazlar. Ben buraya zırf senin hatırın, insanlığın için geldim. Zırf seni kıramayıp geldim, anlat onlara Boby! Kendi hastanemizin ilâçları, iğneleri bir boka yaramadı dedim, bir de varıp onlarınkini sınayalım, dedim. Aylar geçti Boby, sınadık. Gene bir bok anlamadık.. Söyle de ağzımı bozdurmasınlar!...» «Neyse, ben müdüre telefon edeceğim!» dedi Dr. Fry, gitti. O gitti, bu sefer Dorothy başladı: «Sen yapamaz bu iş Temeloş! Sen ister çok ayıp bir iş yapmak! Sevmezler bu doktorlar böyle ayıp İş...» «Sarı kızım!» dedi Temeloş. «Bak, sana kızım diyorum. Yani bak, yorma benf. Bak, başımın burcusu kırıldı. Başımın burgusu iki parça oldu. Bak şimdi gene dönmeye başlayacak. Bak sen şu sizin tokturlara, şu kendieeğzine eyi anlat, eğer bu kırık burgu bir daha dönmeye başlarsa benim başımda, o zaman siz durmayın buralarda! Bak o zaman, allah ya size verir, ya bana! Bak Dorothy, lâf anla kızım!..» Dr. Davis çıkıp geldi Dr. Fry'la. Yani ben böyle alttan alıp yalvardıkça, benim ne demek istediğimi anlamadılar. Toktum sıh320 321 pıya. Hepsi bir oldular. Benim kolda sade Boby. Ne dediysem anlamadılar. Gözellikle anlamadılar. Ben de tir tir titriyorum: Başımın burgusu dönmeye başlayacak, o zaman temelli

147


kapanıp kalacağım. O zaman, belki ancak ölüm çıkacak bu hastaneden. Gene eferim şu Boby'ye, Boby dikildi karşılarına, onlar lanlun etti, Boby lanlun etti. Her laflarına karşılık verdi. Boby onlarla lanlunlaşırken ben sırtımdakileri onların usul üzere çıkardım, kendiminküeri geydim. Bir babuçlarımla çoraplarım kaldı ayaklarıma geçirmeye. İşi o hale getirmiştim ki, tam bitecek; birden bir çullandılar üstüme. Aklım başımdan gitti. Çorapsız filân olsun dedim, hemen babuçları geçirdim ayaklarıma, hemen çoraplarımı elime aldım. Yörüdüm hemen kapıya. Tuttular, amma kara zorla yörüdüm. Çetin kavga ettiler. Ağız kavgası ettiler Boby'yle. Boby onlara, onlar Boby'ye. Bir tekini anlamıyorum söylediklerinin. Ah bir anlasam! Yalnız o kadarcığını anladım ki, Baş-tokturla Dorothy kolumu tuttular ben salona çıkınca, «Çok ceza vardır izinsiz çıkmak hastaneden! Hem de lâzım hesap kitap alâka kesmek!» Çok kızdım: «Türkiye'den de çıkıp gitmiyorum ya gııı!» dedim. «Adresim Çubuk'un Kızılöz köyü!» Çoraplarım elimde, yörüdüm merdivana. Boby de yanım sıra geliyor. Kolumdan tutuyor. Basımdaki itoğluit burgu dönmeden, dönmeden sokağa çıktım! Yani nasıl oldum, nasıl oldum sokağa çıkınca! «Oh!...» dedim. O, turnaların üçer üçer gelip geçtiği gökyüzünün en yokarlarına, en tepelerine kaldırdım kafamı, baktım .«Oh, ulan, dünya, dünya! Sen varımışsın valla!» dedim. Hemen Boby'nin arabasına bindik. «Boby!» dedim. «Bak, bu son yaptığın eyilik var ya, yaptığın bütün kötülükleri sildi yeğenim! Yani çok yiğit adamsın! Bir başına, hepsine karşı koydun. Pançalı adamsın! Yani sana nasıl anlatayım, deş-şet gözüme girdin!» Kolunu arabanın direksiyonuna koydu, hic J ıi_.._T . .-,----------—«¦¦ ouıuu. uıuı aerın Dir tasanın içindeydi. Söylediklerime karşılık vermiyordu. «Acaba ben anlamadan gönlünü yıkacak bir lâf mı söyledi o ayılar?» deye çok marak ettim. «Eğer öyle bir şey varsa, Esenboğa yolunu geçtikten sonra açıklar!» dedim. Netekim öyle yaptı: «Ben dahil, sizi anlamıyoruz Temeloş! Yani anlamıyoruz!» dedi. «Seni sürüyüp bizim hastaneye götürdüğüme pişman oldum. Şimdi anladım. Amma ötekiler anlamıyorlar, iki saat dil döktüm, anlamadılar, gördün...» Avdan'ı geçtik. Kendi tarlalarımız göründü. Aktepe silinip gittiği için, eskiden buralardan görünmeyen köyümüz de göründü. Tütüyordu gözümde namussuz! Boby yel gibi sürüyordu. Dosluk Bâçası gene öyle gömgök! Okulun locmanında Tülây Oca. Merdivanlara çıkmış, el ediyor. Arabayı görünce duramamış içerde. «Boby, kurban olayım doğru benim eve sür!» dedim. «Yada bırak, ben kendim gideyim yörüyüp...» Çoraplarım hâlâ elimdeydi. Usulca çoraplarımı geydim. Tülây Oca koşup yola geldi. Boby arabayı eyledi. Ben de indim hemen. 322 323 GECELER GARİBİN Eve varıp tak tak ettim. Yukarı çıkmadan.! aşağıdan değneğimi istedim. «Yahu ne yaptın, nel oldun, gelde bir anlat...» İşitmedim. «Öyleyim, eskisi gibiyim, bildiğin gibiyim...» dedim. Kolumu sallayıp yörüdüm. Söğütlerin altına, Alançayın'na, cayırdan Karabelen'e doğru açıldım. Karabelen'in bayırında durdum. Oradan Kızılöz'ü, nemi de bütün bir cihanı seyrettim. Sonra dolanıp geldim. Bütün bunlar, bir saat ancak sürdü. Dizlerim titriyordu bir yandan. Yıkılacak gibi oluyordum. Ama durmuyor, dinlenmiyordum. Durursam, biraz oturursam, zabaha kadar oturup kalacağımdan korkuyordum. Ekinler biçiliyordu. Ama çok azı biçiliyordu. Çoğu biçilmiyordu. Niye biçilmiyordu? Cok boylu ekinler olmuş! Cok boylu arpalar buğdaylar! Niçin biçilmiyorlardı? «Temeloş hastanede! deye benim marağıma mı daldılar yoksa? Acayip, acayip! Bir iş var bunun içinde, amma bakalım?» Söylene söylene geri geliyordum. Okulun önünde Boby'nin otomobili hâlâ duruyordu. Lojmanın pencerelerinde pembe perdeler parlıyordu. Tü-lây'ın anası da, çekip mutfağa

148


gittiyse, Tülây'la Boby vermişlerdir şimdi diz dize. Dudaklarındakl muhabbete bak sen şimdi! Ellerindeki keyfe baki Sekiz on kişi ikindi namazından çıkıyordu. Ulan ekinleri biçsenize! Ulan ekmek be! İbadetten önce fırın yapmışlar be!... Sildim geçtim. Uzak324 tan selâm bile vermedim. Yalnız gözümün kuyru-âuyla bir baktım, aralarında İzzet yok, hemen geç-tjm. Eve giderken izzet'in Şerfe'yi gördüm. Ona seslendim: «Eğer izzet evdeyse habar ver, 'Temeloş gel-ıtıiş seni bekliyor', deyiver. Evde değil de dışardaysa, gene habar ver. Bekliyorum.» Dosdoğru evime gittim. Kendi evime gittim. Gezip tozup geldim kırlarını köyün. Gözüm gönlüm açıldı. Temelli açılmadıysa da gene eyi oldu. Gene biraz açıldı. «işte böyle avradım Asiye!» dedim. «Dön dolaş, dünyanın orta yeri bura! Aha bu yıkık evin olduğu yer! Dünyanın orta yerini bir eyice kevşedip geldim! Bundan keri hiç kımıldamıyorum! Köyden dışarda soluk alıp vermiyorum. Bir buçuk aydır anamdan emdiğim ak süt, kara zift olup burnumdan aktı! Yeter! Hastalığı filân irezil ettim oralarda. Sen sorma, ben de anlatmayım. Böylece kapatalım bu işi avradım Asiye!» Kıçımı yere koydum koymadım, izzet göründü. Yanında camiden çıkanlardan üç dört komşu. Asiye'ye göz ettim: «Evin içini derle topla gözel-ce!» Kendim de davrandım, gelenleri karşıladım. Ayakta hoşbeş ettik. Sonra içeri, giriyorken bir de baktım, bizim komşular karınca katarı gibi dizilerekten hep geliyorlar. Dedim kendi kendime ki: «Cok eferim sana Temeloş! Cok yüksek itibar sahibisin komşuların yanında ki, senin ayrılığın nasıl etgilemiş bak, su gibi akıp geliyorlar!..» Careli çaresiz, merdivan başına durup onları da karşıladım. Nasırlı gözel ellerini toka ettim. Hepsini içeri aldım. Hemi de bir zaman gelenlerin ardı tesilmedi. Dedim: «Haydi göster kendini avradım Asiye! Gayfe çay, çay yoksa ayran, ayran yoksa su! Yalnız ne ki, yüzün gülsün, dilin şakısın, gözlerin ısısın biraz! Haydi göster kendini, göreyim seni!..» İğne sığacak kadar bir yer bulup iliştim İz-zet'in yanına. «Merhaba, geçmiş olsun! Merhaba, Seçmiş olsun! Merhaba, geçmiş olsun! Merhaba, 325 ^a^ın vo iMyıııaııı Mjmşuiarım..» Böyle deyip sustum. Ne onlar konuştu, ne ben. Ortalık sükût oldu. Dedim onlar konuşmuyorlar, sen bari konuş Temeloş! Başından geçeni şöyle münasip kısmıyla, daha önce anlatmam deye her ne kadar azmi cezmi kastettiysen de, kısaca özetleyiver! Ne de olsa bunlar senin komşuların, içlerinde eskiden sana diş bilemekte olup hastalığından bu yana, kırları bekçiden yoksun kıldığına, senin kıymatını anlayıp, eşiğinden girip gelenler de var amma anlat gene senL Haydi bakalım! «Siz siz olun, bundan keri susadığınız, suyu kendi pınarlarınızdan için komşular! Ellerin pınarından içtiğiniz ak sular, aşsa yanınızdan kan ile irin olup çıkıyor! Yani zor bir mesele komşular! Bakın, size kısadan bir darbımesel anlatayım. Duyan duymayan hepiciğiniz dinleyin: Çok eskiden, yani bugünlerle bir ilgisi yok,,, saka kuşu deye bir kuş varmış. Bu kuş aşık kemiği yutarmış. Gıdası bu kemikleri yutmakmış. Günde bir kemik, iki kemik... Öğünleri böyle savar gidermiş. Yalnız bu saka kuşu, bulduğu aşık kemiklerini yutmadan önce, aşsa yanına birer kere sokar çıkarır, ondan keri yutar imiş. Komşusu olan sığırcık serçe bilumum kuşlar da şaşıp kalaraktan sorar-larmış saka kuşuna: 'Kemikleri neye sokup çıkarıyorsun da ondan keri yutuyorsun hep?...' Saka kuşu ki, başından çok tercübe geçirmiş, şunu dermiş o sorgu soranlara ki, 'Yuttuğum kemikleri yarın çıkarmak gerekecek. Sokup çıkarıp bir sınama yapıyorum ki, çıkabilmesi için tam mı gelecek, yoksam kalın mı?' Onun hesap komşular, bundan keri, yutacağınız kemikleri hepiniz birer kere sınayın! Hemi de bu kıymatlı öğüdü, en nezik, en kibar lâflar ile bebelerimize anlatıp belletelim ki, onların da zeyinlerinde yer etsin!..

149


Bunu neden söylüyorum, bunu size söylememden murat, ölçmeden, sınamadan ben bir ke326 miK yunum, hsooy'nin İsrar etmesiyle kalkıp Ama-rikan hastanesine gittim, amma az daha yuttuğum kemiği çıkaramayıp ölüyordum komşular! Yani size böyük bir zahmet çıkarıyordum ki, cenazemi Ankara'dan buraya taşımak zorunda kalıyordunuz. Hal-buysam ki, anamız atamız Amarikan hastanelerinde mi bakılıyordu? Tabiî ,it gibi pişman oldum amma, pişmanlığın okkası kaça? Neyse ki, ıkına sıkına, o anasını sattığımın kemiğini, evvel allah sonra bizim Boby'nin yardımıyla çıkardım, kurtulup gelebildim köyümüze! Kısaca benim serencamın özeti böyledir komşularım...» İzzet kafasını yere dikti. Ben böyle anlatıp bitirdikten keri, sanki keserle çivi çakar gibi, on sekiz yirmi sefer salladı kafasını: «Kısaca, bizim köyün serencammm özeti de budur Temeloş!» dedi. «Evet, düşünürsek, aynı kapıya çıkar!» dedim. «Çıkıp geldiler, biz de, buyrun dedik, baş köşeyi gösterdik. Bir kemik koydular önümüze, yutun dediler, yuttuk. Şimdi çikaraçaz deye uğraşıyoruz. Hemi de çıkaramıyoruz...» «Senin derdini tasanı doğru dürüs çekemedik Temelos! Yeni belâlar açıldı köyün başına. Akıllanmayan kula allah ne yapsın, peygamber ne yap-S'n? Biz de ol gör akıllanmadık gitti. Şimdiye kadar olanlar bize pek dokanmadıydı. Danaları düveleri, tavukları cücükleri kendileri deneyip sınadılar. Dos-luk Bacasının faynapıl ağaçları meyva vermiyordu, onun da bize bir zararı yoktu. Geçen yıl dağıttıkları tohomlar, bizi mahfetti Temeloş! Domates biberler, hemi de hiyarlar, dünyada hiç bir yenir âlete benzemediği gibi, tarladaki ekinler, baştan aşsa «karalık» oldu! Yani sana nasıl söylesek? Evinleşmedi ekinler! Evinleşir gibi oluyorken yanıverdi. Barma-ğın arasına alıp sürtüyorsun, kurum gibi sıvanaka-lıyor!..» «Dur dur, dur izzet, bîrem birem konuş, anlamadım!» dedim. «Domates biberler ne oldu?» «Anlamayacak ne var bunda Temeloş? Domates biberler ufacık ufacık, leblebi kadar böyüdü, 327 Mil lar. Domates değil, nohut sankim. Hiyarlar da yamri yumru. Burunlarının çiçeğiyle sararıp kaldılar...» «Demek böyle?» dedim. «Demek böyle acayip?» «Ekinler de söylediğim gibi! Bütün tarla, bütün ekenekler uçtan uca karalık! Komşular bozum bok oldular! Neye uğradıklarını, hangi kuyuya düştüklerini bilemediler. Elleri orağa tarağa varmaz oldu. Sözün özeti, bu yıl sandık üstünde sandık, baştan ayağa yandık! Bu yıl dipten direğe maffolduk... Yanıma üye Kadir'i de alaraktan Kaymakama gittim, 'Efendim, durum böyle böyle oldu, Amarikan tohomları bizi maffettü' deyecek oldum, çıkışıverdi bana, 'Her şeyi Amarika'dan biliyorsunuz? Bakın bakalım donlarınızda yaşlık var mı? Nasıl insanlarsınız! Ne istiyorsunuz bu Amarika'dan, anlamıyorum! Haydi haydi, basın dışarı!..' dedi. Kişiledi çıkardı bizi. Ulan biz ne isteyelim Amarika'dan? Biz di-lencimiyiz? Asıl Amarika bizden ne istiyor da düşmüyor yakamızdan?.. Ben de ne yaptım? Kalkıp Valiye gittim. Valiye de anlattım durumu. Dinledi dinledi: «Bu sizin işlerde nasıl bir uğursuzluk var, anlamıyorum!» dedi o da. «Sakın bunu da yayım yaptırmayın. Türkünen Amarika'nın arasında, hökü-metlerimizin böyük bağlantıları var. Bağlantılara kölge düşmesin. Ne de olsa koskocaman Pilot Pu-ruca köyü!» Ben de dedim ki, «Komşunun bir yıllık arpa- i sı buğdayı ne olacak Vali Beyim? Başka şeye benzer mi, geçim meselesi. Böyüğün güccüğün ekmek davası! Haydi domates biberden vazgeçelim. Amma ekinleri ne yapalım?» «Üzülmeyin! Vilâyetin deposundan süttozu, paket peyniri, hemi de yardım unu ayırtır, üleştiririm size! Bunun için Kaymakama emir yollarım!» Şuna bak, yardım unu diyor Temeloş! Bu köy hic bugüne kadar yardım unuyla karın doyurdu mu? Amma ne yapayım, karşımdaki başımızın Valisidir. Boğazına sarılamam. Tek başıma hic sarı-lamam... Dönüp geldim!» 328 İzzet bunları anlatırken komşular da başlarını eyice yere, tâ yere eğmişlerdi. «Ulan vay anaeınal Vay anasına avradına!» dedim, susakaldım. Amma Izzet'in konuşması bitmemiş daha:

150


«Dün de, Çubuk'tan iki candarma geldi ki, Kaymakam Bey seni istiyor. Kalkıp gittim. «Amarikan Tarım Bakanı Türkiye'ye geliyor, yarın sizin köye uğrayıp Pilot Purucaları görecek, köyü silip güpürün! Ayran cacık hazırlayın! Ağızlarınızı da yumun ki, faynapıl ağaçları meyve vermedi, yumurtalar boş çıkıp inekler öldü, hemi de domates biber, arpa buğday ekinleri böyle böyle oldu! deyi herifin önüne bir ton şikât yığmayın!» «Eeee?» dedim .«Eeee, yani şimdi ne olacak? Bir hazırlık yaptınız mı?» İzzet, başını dizinin üstüne koyup yere dikti bütün komşular gibi. Derin bir süküte daldı. Benim geniş odanın içine bir bunaltı çöktü. Koca dünya dapdar oldu. Millet susar ha susar. Düşünür ha düşünür. Kimsede ses soluk yok. Tüy kadar kıpırtı yok. İçlerindeki acının çöreği böyüdükce bö-yüyor. Bir yutulmaz zehir, boğazlarında düğümlenip kalıyor. Bir kötü hal ki!.. Yeniden sordum: «Temizlik yapılmadı mı, hazırlık yapılmadı mı? Konukları karşılamaya bir davrantı yok mu?» İzzet susuyor, imam susuyordu. Bir kulda kıpırtı yoktu. Hacı Kadir bile susuyordu Kimsenin kimseden farkı kalmamıştı. Hepsinin ibiği sararmıştı. İğne ilâç kâr etmeyecek, öleceklerdi. Oturdukları yere yapışıp kalmışlardı. Komşularımı hiçbir zaman böyle düzülmüş 6ipa gibi görmemiştim... Dışarda kölgeler uzamış. Yavaş yavaş gün çekilip gidiyor. Yüreğimin başına kıpkırmızı bir demir gelip saplandı, yüreğim casıl casıl yanıyor. Altımdan üstümden dumanlar c'kıyor. Kusacağım geliyordu. Dünya gözümden gönlümden düşmüş, yaşamak güccülmüştü. Zaten yaşım yetmiş, işim bitmişti. Zaten yimekten, yeni avratlarla yatmaktan, fleyinmekten, gezinmekten bir umduğum kalma329 cıu ixitiai i dağlara :apan ge- I i işlere *w? miŞtl. tSU yaşlan, DU Utfsiclll suma i\aıa au"" ı\ıi.ıaı bana gönül verip de, gönlümü başı karlı dğ mı çıkaracaklardı yaz günü? Yoğsam tarla tapan nişletip, gençliğin de hiç havaslanmadığım işlere kocalığımda havaslanıp mal mülk, selvet babası mı olacaktım? Avradım Asiye ise benden daha çürüktü. Belki benden önce ölecekti. Yarım buçuk canımız kalmıştı ikimizin de. Bugün isterse bugün, hemen isterse hemen buyur deyecektik Hazreti Azrail'e! Amma komşuların hali dokaniyordu. Onuruma, insanlığıma dokanıyordu. Bu belâyı onların başına ben sarmışım gibi, köye Amarikanlan ben getirmişim gibi eziliyordum. Bir söz bulup konuşa-mıyordum. Benim tasam hiç kendi tasam değildi. Ben üç parça tarlama kendi gözel tohumlarımızı saçtırdım. «Bu yıl ekinler karalık oldu Temel emmi, sana bekçi hakkı vermeyeceğiz!» derlerse, ona da eyvallah «Benim için eyer de bir semer de bir!» diyordum. «Benim ağzıma sıçan onların hali! Dizimdeki yam kaoanmamış, basımdaki burgu defolmamış, şu anda onlar bile umurumda değil. Simden keri benim başım ağrısa ne kıymatı var, ağrımasa ne kıymatı? Köyümdeyim, evimdeyim, evimin içindeyim! Sen de çıkıp gideceksen çık git, irezil canım! İşte ağzımı açıyorum, haydi güle güle, haydi uğurlar olsun!... Amma komşular, komşuların bu yası, bu sükütü yüreğimi casıl casıl dağlıyor. Başımı hafiften kaldırdım: «Sükût etmen komşular! Sükût edip köyde can yok, insan yoğa döndürmen durumu!» dedim. «Bu seferki fırtına essah! Bu seferki fırtına tam özümüze işlemiş. Kabukta kalmamış. Köyü ekininden, ekmeğinden furmuş. Seni şunu ayırmamış. Süküt etmen! Katarlanıp benim yıkık eve geldiniz, hoş-gelip safa geldiniz, amma sakın benden bir medet, bir imdat ummayın! Benim bir kısımlık canın ya kaldı, ya kalmadı. Başımın içinde o itoğlu >' 330 burgu, döne döne oyup bitirdi beynim?., öteygün de çat deye ortasından kırıldı, iki parça oldu. Şimdi dördü mü, çift dönüyor. Ben size meder olamam. Dökün düşünün, ille kendiniz düşünün, ister «bin» deyin, ister «binin yarısı beş yüz, o da bizde yok, satarız anasını!» deyin, silin süpürün sokakları, ayran cacık, onları da hazırlayıp Avdan yoluna dikilin. Amarikan Bakanı gür kısmetlerle gelir. Vali Beyimiz de süttozu, paket peyniri, yardım unu verici

151


olduktan keri ne korkuyorsunuz? Faynapıl ağaçları meyve vermezse vermesin, dağıttıkları tohomlar, biber domates böyümesin, ekinler evinle-çeceği sıra «karalık» olursa olsun, olsun varsın komşularım! Gözel hükümetimizin Amarikan dosla-rı var, onunla yüksek bağlantıları var, nasıl allah deidiği deliği aç komaz, onlar da sizi bu belânın ortasında unutmaz işallah! Şimdi gele gele, yolun çatalına geldiniz. Ya o, ya bu! Köy sizin, oy sizin komşularım!...» dedim. Duvarın dibindeki tuz taşından ses geldi, bunlardan gelmedi! Hep o sükût, o acı sükût! Onların da içi benimki gibi yanıyordu. Onların da altından üstünden dumanlar, çıkıyordu. Koyun gibi birbirlerine sokulmuşlardı. Bir utancın içinde boğuluyorlardı. Başlarını kaldıramıyorlardı. Başlarını ellerinden düşürmüşlerdi. Eğilip alamıyorlardı. Bunların haline bakıp bakıp bozuluyordum Benim de başım düşüverdi birden! Düştü, kaldıramadım. Başım boynumun ortasından koptu, o bir yana gitti, bedenim bir yana gitti. Başımı kaldıramıyordum. Belimi doğrultamıyordum. Beynim ezilmiş, dağılmıştı. O anasını sattığımın burgusu da, hiç haddim habanm yokken, ulanıp eklenip dikel-mişti. Şimdi dönecekti. Bir dünya komşunun içinde beni gene itten İrezil edecekti. Burgu dönme-seydi! Şimdi dönmeseydi! Tam komşuların içinde, onların gözü önünde, onların şevklerini, onların ku-vayi manevlyelerinl, bir konuk Bakan önünde ku-vayi milliyelerini, onların önünde beni yerlere, benim ellerimi kollarımı, ben ölümden korktuğum için değil, yarın İçin, sadece yarın için, yarın gün ba331 tana kadar, benim Hazratı Azrail'leri aramda senet olup bu senedi nere koyduğumu bilemediğimden, yarın akşama kadarcık yaşamaya ruhsat f alıp, of of of of of başım! of başımın içindeki burgul of anasını avradını, kökenini, dökenini, darıdan ufağını, sade sinkaf değil, sinkafkaf ettiğimin burgusu, of!.. Burgu dönüyordu. Gözümü yummadım bu sefer. Sade dişimi sıktım. Sade yumruklarımı sıktım. Amma bir İşe yaramadı. Başımın üstüne, sedirden aşşaya, eski palanın üstüne yıkıldım. Kopası başımın üstüne yıkıldım, izzet'in eli ensemden yapıştı. Bir eli de göğsüme destek oldu. Oturağımın üstüne doğrulttu beni. Yerdeki komşular açıldılar. Dişimi sıktım. Dişim kitlendi öyle. Dilim, damağıma, boğazımın bir yerine yapıştı. Kımıldatıp konuşamadım. Konuşup kimseye bir şey deyemedim. Hiç kimse bana gülmüyordu. Yazıklanmıyordu. Ben de kimseye, «İşte komşular, ben iki buçuk aydır böyleyim, ben böyle dünyanın anasını satayım!» deyemiyordum. Ah, bir el olsa! Yeni doğmuş bir bebenin eli olsa! Bir kız bebenin eli olsa! Ben uyurken başımın bir yerini açsalar. Bu cenabet burguyu çekip çıkar-salar o bebenin eliylen... Alsam o burguyu. Bir kör kuyuya fırlatıp atsam. Köyümün bütün bebeleri cem olsa. Kör kuyuyu taş toprakla doldursak Sonra o bebenin eli başımın açık yerini usulca kapatıverse! Bir ırât olsam. Oh desem, dinlensem. Deliksiz iki gececik uyusam. Uzanıp söğütlerimizin altına, ince telii çayırlarımızın üstüne yatsam. Göklerin yokarı-sından geçen üçlü turnalara baksam. Hey benim öz köyümün turnaları desem... turnaların uzun, gözel türkülerini söylesem. Ondan sonra ölüm bana çıkıp gelirse, hoş geldin, safa geldin, şöyle baş köşeye buyur, çayını suyunu iç, sonra el ele tutuşup gidelim seninle, desem! Tutuşup gitsem el ele! El ele ~\ komşularım, şimdi hep beraber el ele! Cümle kurtlar kuşlar, cümle yoksul kardaşlar, el ele! El ele deyebilmek için dilim dönmüyordu. _. ,,M,ııMWuutıuyu ICIUI f S Dilim yapışmıştı. Dudaklarım kıpırdamıyordu. Kolum kalkmıyordu. Kıpırdayıp «su» işareti bile yapamıyordu. Amma İzzet, sahan gibi, anladı. «Su yetiştirin çabuk!» dedi. Sözü bile içimi canlandırdı suyun. Dört bir yanımdan yeller esti. Bana bir can geldi. Tas içinde su geldi. Besmelesini İzzet çekti, ben de içtim. Başımı boynumu İzzet doğrulttu. Barmakla-nyle dişimi dudağımı İzzet açtı, ben de lıkır lıkır içtim. Dilim kurtuldu. «Oh!» dedim. «Oh, yüce dağlar! isle kadar ağırsınız, kimse sizi kıpratamıyor! Oh, suları dumlu, dorukları dumanlı dağlar! Gelip geçen herkes size kurban olsun! Ben de en erken sizin başınıza vuran güne kurban olayım! Başları her daim yokarda yiğit dağlar!..» «Biraz kıpramadan yat Temeloş!» «Olur İzzet, olur erkek yeğen! Yalnız beni doğrult!» dedim. «Kaldır beni yokarı!»

152


İzzet koltuklarımdan kavradı, sedirin üstüne oturttu beni. Baktım, dışarda gün akşam oluyor. Baktım hayvan oruz dönüyor. Baktım gelinler, baktım avratlar ekmeğin aşın derdinde. Kızlar tavukları kümeslere alıyor. Baktım akşamın bir ılık yeli esiyor. Söğüt yaprakları usul usul sallanıyor. Baktım kapıdan, gökyüzü mavi değil. Üçer üçer turnalar yok. Baktım komşuların gözlerindeki bir şenlik türküsü değil ortaklaşa söylenen. Birden baktım, Karabe-len'in oralarda bir çıra yanıyor. Baktım tüllerin tellerin içinde bir kız, ah o kız, o ne Tülây, ne Tülây, ne Tülây!.. Baktım o çıra Tülây'ın pamuk ellerinde. Baktım koşturup gelir. Baktım okula indi. Baktım bacanın yanına vardı. Baktım köye girdi. Baktım savurdu. Baktım, taze, dupduru yüzü. Baktım saçlarını Çözmüş. Baktım boyu ceylân boyu. Baktım içerde.. «Gel kızım gel, hoşgeldin, beri buyur!» Baktım İzzet toparlanmış. Baktım komşular insanlıklı, ince... Baktım yanıbaşıma oturmuş. Bak-Nm anası. Baktım avradım Asiye. Avradım Asiye anasını alıp öte göze götürmüş Baktım Boby yok. 332 333 dudakları, kulakları öpülmüş... «Bize Camal Oca'yı aratmadın!» dedim. «Erkekten erkek çıktın!» Sevincimden ağladım! Bana bir de, «geçmiş olsun!» dedi. «Geçti gitti yiğit kızım! Daha da gelmez işal-lah! Benimle barabar doğmuş değil ya!» dedim ben de ona. Başka türlü deyip tasalandırmak istemedim. Bir de Numan Çıragöz'ü söyledi. Amarika dan dönüp gelmiş. Yanında üç Amarikan! Demişler gene, dana kulüp, kuzu kulüp. İndir iresimleri, Ka!d,r iresimleri. Getir çocukları, götür çocukları. Tülây1-ım da demiş, «Beyler dışarı!» Üç Amarikan, bir Çıragöz'ü kapı dışarı çıkarmış! Koca bir köyün yapamadığını tek başına yapmış. «İstemem, bu akıllar sizin olsun, yetti gayrik!» dediş. «Dedim ya, erkekten erkek çıktın, eterim!» Akşam oluyordu ne hızlı! Olup geçiyordu yel gibi. Tülây bir oturdu, oturuyordu. Bizden biri gibi oturuyordu. Aramızda el yok gibiydi. Gibi değil, öyleydi. Durup oturmanın gereği kaldı mıydı? Daha ne kadar durup oturacaktık? İzzet öksürdü: «Mehmet! Sen bir!» dedi. Mehmet doğruldu. Irafik'in oğluydu. «Ülfet! Sen iki!» dedi. Ülfet doğruldu. Habaruş'un oğluydu. «Ali! Sen üç!» dedi. Ali doğruldu. İzzet'in oğluydu. «Üç oldunuz. Üçünüz bir oldunuz. Üçünüz bir orduya yetersiniz!» dedi. İzzet'e bakmadılar. Babalarına bakmadılar. Tülây Oca'ya baktılar - hey yarabbim! Üçü de evliydi, üçünün de başı bağlıydı, üçünün de gözü Tülây kıza kaydı. Hey dünya! «Yetersiz!» dediler. «Başınız Mehmet!» dedi İzzet. Üç dene de yedek çıkardı. «Elinize bir ip alın!» dedi. «Havadan girin, yerin altından girin. Danacı Arif ile Kürt Se-lim'i bağlayın! Biri varsa birini, ikisi varsa ikisini! Yatırıp bağlayın! Bağladıktan sonra gelip bana ha-bar verin...» 334 tsas duruş alıp, «Deral!...» dediler, dönüş yaptılar. Fırtına gibi gittiler. «Karakızın Hasan'la Sarı Musa ne olacak?» -; dedi Habaruş. «Hesabali! Kalk, onları da buraya çığır! Önce evlerine, sonra ahıra, kümese bak! Beş dakikada burda olacaklar!» «Hesabali, Tülây Oca'ya bakmadan fırladı'. «Baltaysa balta, çapaysa çapa, keser, bıçkı, tahra! Her komşuya habar verin! Beş dakika sonra caminin önünde cem olacaklar!...» Ev boşaldı. Tülây kaldı, İzzet kaldı. «Haydi izzet!» dedim, «Sen de git! Biz ikimiz kalalım!» İzzet sordu: «Bir yanlışımız var mı Tülây Oca?» Tülây düşündü: «Dosdoğrudur!» dedi. Tam sırtını

153


yepecektim, saçını sıvazlayacaktım konuştu: «Eksiği var!» dedi. «Ne eksiği?» dedik. «Bu iş sabaha tamam olmayacak mı?» «Olacak!» dedi izzet. «Hiçbir taşın üstünde izleri kalmayasıya değil mi?» «Öyle!» dedi İzzet. «Kadınları çağır işe! Koea bahçe, ahır, kümes, gazino, mutfak...» «Erkekler yetmez mi?» dedi İzzet. Atılıp, «Hem nüzüm var, hem fayda var İzzet!» dedim ben de! «Dahi, beşikteki bebeler gelip görsünler!» dedim. «Pekey!» dedi İzzet. Çıkıp gitti köy içine. Tülây'la baş başa kaldık geride. «Biz de gidiyoruz tabii!» dedi Tülây\ «Gidiyor muyuz? Hey benim Tülây kızım!» Kalktık ayağa. Usul usul yörüdüm. Tülây kolumdan destek oldu. Hayata kadar çıktım. «Bundan sonrası kolay!» dedim. Öte göze gittim. Baltayı al-d'm. Tahrayı Tülây'a verdim. Anasıyla avradıma de-dwi: «Siz de varıp caminin önüne cem olun!» 335 i.i I her yerde! İzzet demiş, sükût olun! Bebeler ... yor, sükut olun! Sükût olun! Ankara'dan duymasınlar! Ben de dedim: «Bu gece zabaha kadar sükût olmaya dikkat!...» Mehmet, izzet'in Ali'yi yollamış. «İkisini de bağladık, ne yapacaz?« «Davranıp tartınma bir şey yaptılar mı?» «Arkalarından avladık!» dedi Ali. «Sazlıyer'deki tarlalara götürüp ekinlerin arasına bırakacaksınız. Ayaklarını çözüp yörütün oraya kadar. Götleri, göbekleri erisin biraz! Oraya varınca bağlarsınız yeniden...» «İzzet!» dedim İzzet'e. «Ne var Temeloş?» Baktım, Ali gitmiş. «Haydi neyse!» dedim. «Ne vardı, bir şey mi diyordun?» «O iti Sazlıyer'e yollamadan, bir tüküreyim suratına deyecektim, amma neyse!» «Boşver!» dedi İzzet. «Nüzümü yok!» «Yok olsun!» dedim. Karakızın Hasan'la Sarı Musa gelip komşulara katıldılar. Onlar da baltalarını almışlar. Evlerden sokaklardan dökülüyordu komşular hâlâ. Hemi de sükût içinde. Okul bebelerinin sabırları tükeniyordu. Okul bebeleri deyince aklım başıma geldi, İzzet'e dürttüm: «Yavu, o bacaksız için bir tedbir almadık?» «Ertan için mi?» dedi. «Gereğir mi?» «Bilmem!» dedim. «Tedbir tedbirdir. Zararı ziyanı olmaz.» İzzet düşündü: «Hasan gelsin!» dedi. Hasan gelip karşımıza dikildi. «(rakın var mı kümeste, evde?» «Var!» dedi Hasan. «Ver baltayı birine. Sazını al. Bir şişe ırakı al. Doğru Ertan Beyin yanına. Meze ne alma. O hazırlasın. Gözel içir, zerhoş et. Zızsın zabaha kadar. Sen de işin biter bitmez komşunun yanına dön. . istediğiniz kadar bağırıp çağırın1. Sizin sükût etmenize nüzüm yok!» 336 un- { Hasan gitti. İçimizden dışımızdan besmele çekip-cekme-yjp yörüdük bâçâya! Böyük, alâmet kıyamet bir cö-maatiz. Mezerliğe ölü gömmeğe gidiyoruz anasın.1 sattığım! Kapıya varıp dayandık. Bir gözel durduk, toplandık. «Sükût! Sükût olmayı unutmayın!» dedi Jzzet. «Ondan keri de sıkı çalışın! Haydin bakalım...» Önden beş on kişi kapıya yüklendi. Kapalıydı. Habaruş'un oğlu Ülfet, elinde Kürt Selim'in tüfeği, «Yasaktır! Boger Beyden emir almişimdir!» deve bağırdı.

154


«Senin emrini de, yassagıni de!...» dedi beş on komşu. Kah kah kah! Bir gülüşmedir gitti. «Hanı sükût duruyordunuz?» dedi izzet. Kapı açıldı. Cümle âlem dolduk içeri. «İstersen ilk faynapılı devirme şerefini sana verelim Temeloş, ister misin?» dedi İzzet «Şerefi batsın!» dedim. «Eyice dalıp içine, hep barabar başlayalım!» «Hep barabar, hep barabar!» diye bir fısıltı gitti ortalıkta. Tak tuk... bir gürültü! Tak tuk, tak tuk!.. Korktum. Biz diyorduk, sükût. Amma sükût filân kalmadı bir anda... «Yavu bu ağaçları gürültüsüz kesmenin yolu yok mu?» Tak tuk, tak tuk!.. «Var!» dedi İzzet. «Amarika yeni bir makine ircat ediyormuş. Ceyranlı atom kuvatiyle dönüyormuş. Dokanmasıyla devirmesi bir oluyormuş ağaçları. Ne tak, ne tuk...» «Bu gürültü kötü!» dedim. Tak tuk, tak tuk!.. Bebeler güldüler, «Duyup düt düt düt gelecekler Ankara'dan!» Tak tuk, tak tuk!.. «Aldırma!» dedi İzzet. «Duysa duysa Ertan Bey duyar. O da şimdi ya oturdu, ya oturacak ırakınm başına. Başına ki, babası gelse bırakmaz.'» Tak tuk, tak tuk!.. «Eyi madem!» dedim. Daha güçlü furun balaları anasını satayım! Tak desin, tuk desin...» Ağaçların içi kovandı ya. Özleri yoktu ya1. 337 Bir sağdan, bir soldan furdun mu, hemen yıkılıyorlardı. Biri yıkılırken, bunun etkisinden öteki yıkılıyordu. Amma koca bacaydı. Aktepe'nin yeri, dolan derelerin yüzü, bütün tel çevriğin içi... genişti! Tak tuk, tak tuk!.. İzzet'e dedim, «Bu iş eyi gidiyor, benim gönlümü kabartıyor!» Tak tuk, tak iuk!.. «Gönül kabarmaz mı buna? Benim de kabarıyor. Amma zabah olunca düt düt düt, yüz elli-iki yüz arabanın gelip dayanması var?» ¦ «Eh!» dedim. «Biz de varız! Hele bir zabah olsun! Çaresini buluruz. Hepsinin çaresini buluruz İzzet!» Tak tuk, tak tuk!.. Baba gibi bir ay göründü Karabelen'in ardından. Tostoparlak... Tak tuk, tak tuk!.. Tülây Oca çıkıp yanımıza geldi: «Ahır, kümes, gazino, mutfak için ne tedbir alıyoruz?» dedi. Tak tuk, tak tuk!.. «Hele ne gözel doğdu şu ay!» dedi İzzet. Tarlaların üstüne şavkı furmaya başladı. Gecenin içinden bir uçak geçti yüksekten. Her ne sebepse, Avdan'ın köpekleri bir ağızdan ürdüler. Tak tuk, tak tuk!.. O kıyamet gürültünün içinde çalışırken her yanım tere battı. Tak tuk, tak tuk!.. «Ahıra kümese üçer adam yeter mi?» dedi İzzet. Tak tuk, tak tuk!.. «Yetmezse ekleriz.» dedim. «İki adam gazinoya!» dedi. «Yanlarına kibrit almayı unutmasınlar.» «İki adam mutfağa!» Tak tuk, tak tuk!.. «Ahırda kümeste bizimkilerin bir şeyleri varsa alsınlar!» Tak tuk, tak tuk!.. İzzet, Musa'yı çağırttı: «Yanına iki kişi vereceğim. Bir şeyiniz varsa alın. Amma başka şeye dokanmak yok. Tavukların, ineklerin ne olacağını Ha-baruş biliyor. Benzin, mazot, gaz... ne gerekse Ha-baruş biliyor. Orayı bitirince gazinoya gideceksiniz. Edirafını eyi çevirin, evlere ataş sıçramasın!» Tak tuk, tak tuk!.. 338 tuk!.. «Onîar o işi bitirene kadar biz de bunu başaralım!» dedim. Tak tuk, tak tuk!.. «Ha gayrat!» diye bağırdı beş on kişi. Sazlıyer'e gidenler geri geldiler. «Yatırdık upuzun!» dedi Mehmet. «Ayaklarını bağladınız mı?» «Bağladık.» dedi Ülfet. «Ağızlarını?» «Bağladık.» Tak tuk, tak tuk!.. «Eyi!» dedi izzet. «Yatsınlar yarın akşama kadar... upuzun!» Tak tuk, tak tuk!.. «İsterse açlıktan ölsünler!» Tak tuk, tak tuk!.. «Şimdiye kadar yedikleriyle idara etsinler!» Heralda izzet'le biz konuşuyorduk sade. Avratlar, hiç ummadığın avratlar dillerini tutuyorlardı. Bir terbiye, bir telâşe; sırtlarından ter fışkıra fışkıra çalışıyorlardı. Ay ışığında gelinler, gelinlik kızlar bükülüyorlardı. Gelinlerle gelinlik kızlar, ay ışığında çalışırken daha da gözelleşiyoriardı. Tak tuk, tak tuk!.. Gecenin içini ter kokusu aldı ekşi ekşi. Ter kokusu çok hoşuma gidiyordu. Ay ışığının altında,

155


evden ahırdan dışarda, açık havalı yerlerde, avratların çıkardığı ter kokusu bana gençliğimin safalı gecelerini ansıtıyordu. Oh diyor, kokluyordum. İz-zet'e dedim ki, «Şöyle biraz avratların arasına dolanayım ben!» Tak tuk, tak tuk!.. «Dolan!» dedi. «Azcık hatırlarını al!» Gittim, hızlandırdım avratları. Gözümün gönlümün şenliği yerini buldu. Ağaçları kapışıyorlardı. Diyordum kendi kendime ki, nasıl oldu bu iş bu kadar? Bu avratlar nasıl kösnüdü! Herifler nasıl bu arkın içine girip akmağa başladı! Tak tuk, tak tuk!.. Eşşeğin canı yandığında... diyordum aklım sıra, atı da, Ankara'yı, Amarika'yı kor geçer! Tak tuk, tak tuk! Ah Ankara, ah eski gözel Ankara! Tak 339 ıur, ıcm tun: ocu öeııın ıçınaen Yonan dönüşü geçtim. Tak tuk, tak tuk! Tiren İstasyonu'ndan Men-cilis'e kadar sazlık samanlıktın! Oradan buraya kadar yörüdük. Ne asfaltın vardı, ne Esenboğan. Tak tuk, tak tuk! Bir gözel, bir kendine «bek» Ankara idin. Ah Ankara! Tak tuk, tak tuk! Elimizi kolumuzu tutuverdin de, bizi gülünç eltin ovaya âleme... Tak tuk, tak tuk! Tülây'in yanına sokuldum. «Ömrümüz olur da Cumuriyet Bayramına ulaşırsak, gözel bir şenlik yaptıralım bebelere! Köyün ortasına bir masala yaktıralım! Böyük güççük ayırmadan umum öğrenciye birer «ezber» ver ki çıkıp çıkıp okusunlar: Unutma! Bir avuçtan fazla insan değildik! Bize dünya düşman oldu! yenildik! Sandılar ki can verirdi eski Türk! Bilirdiler şan verirdi eski Türk!» Tak tuk, tak tuk! Böyle günlerde gönlümün yeleleri kabarıyor! Yani sen şimdi benim içimi, içimdeki derelerin nasıl çağlayıp aktığını bilemezsin! Çok coşkun oluyorum, sen benim içimi bilemezsin!...» Tak tuk, tak tuk!... «Kendi içimi biliyor muyum Temeloş?» «Tülây kızım, bu İzzet nasıl kösnüttü milleti ben burda yokken?» Tak tuk, tak tuk!.. «Burda her gün bir lâf çıkıyordu. Boby bir yandan, Muhtar bir yandan, ben bir yandan, köylüye söz anlatamıyorduk. Boby seni bir hileylen götürmüş Amarikan hastanesine. Alıp gidince Ama-rikanlar sana demişler: 'Ne halt etmeye faynapıl ağaçlarına tecavüz ettin? Pilot Puruea bozuk gidiyor, bütün domuzluk sende!..' Makineye tutup senin her yanını yakıyorlarmış. Başına da burgu sokmuşlar... Görsen nasıl inliyorlardı! Boby'ye nasıl v kızıyorlardı! Boby yemin billâh ediyor, inandıramıyor-du. Bütün bunlar söylenirken köye de bir şeyler cidu. Asıl olanlar. Kaymakamdan haber gelince oidu. izzet gelip anlattı. 'Boby'nin de haberi var 340 amma onun burda durması hayır getirmez', dediler. Onların niyeti bunu sen gelmeden yapıp paklamaktı. Demek ki, sana da kısmetmiş olanları görmek! Hisse almak!..» Tak tuk, tak tuk!.. Ertan'ın barakasından da tak tak tabanca jsesleri gelmeğe başladı. Tabanca seslerini duyunca, «Deli!» dedi Tülây Oca. «Deli nolacak?» O sıra ahırla kümesin ordan bir patlama duyuldu. Kıpkırmızı alevler havalara yükseldi. Tahtalar tenekeler çatladı. Burnuma mis gibi yanık kokuları geldi. Coştum! Dedim avratlara ki: «Dayanın analar, dayanın sunalar! Bu işi vucutlandıra-lım hemen!,.» Sevinçten dilim tutuldu. Daha fazla konuşamadım. Elhasıl, doğan o gözel ay, adamakıllı yükseldi. Adamakıllı terledik. Ağaç kesme işi sona erdi. Bir dakika bile mola vermeden kestiklerimizi toplamaya, yüksek, kocaman bir yığın yapmağa başladık. İzzet dedi, «Varilleri getirin!» Variller geldi. «Dökün ağaç yığınlarına!..» Döktüler. «Levhayı indirip getirin!» Levha geldi. «Ayrılıp uzaklasın!» Uzaklaştılar. «İmamın dua okuması gereğir mi?» Kah kah kah bir gülüşme! Hiç kimseler de-miyordu ki, «yorulduk.» Halbuysam yorulmuşlardı. Hep yorulmuştuk. «Edecekse etsin duasını İmam!» dedim. «Pat-layacam İzzet!» Bir yandan da başımın burgusu bir hali: edecek diye korkuyordum. Onun için herkesi evdiriyordum.

156


Gençlerin her biri birer kibrit çaktılar. Haydi orda durabilirsen dur, dayanabilirsen dayan artık! Nasıl bir alaf, bir yalım? Nasıl şavkartıyor yeri göğü! Dedim: «Köy elden gidiyor komşular!..» Amma şenlik şamata zamanı değildf. Köy içindeki gazino ile mutfak da yanıyordu. Dedik komşulara ki: «Gidip bakarak olun, ataş çsngı sıçramasın! İş yapalım derken çiş olmasın işler!..» Ön kadar komşu koştu köy içine. İzzet'le ben gene bâçanm başında kaldık. 341 yıldızın ışığı silindi, hemi de duyulmadık patlamalar, çatlamalar oluyordu. Habaruş sordu: «Zabahaca sürer mi bu?» «Anoa biter!» dedi İzzet. Üye Kadir: «Bekleyecek miyiz böyle?» İzzet: «Yok!» dedi. «Seni löbeiçi koyup gi-deçez!» «Olur!» dedi Üye Kadir. «Beni koyun, beni koyun löbetçi!» dedim. Avratlar, baltaları, tahraları kollarında, dikiliyorlardı. Dilleri de bir açılmıştı: «Güz gelince çimenler yeşerir yerinde!» «Suları akar durulur...» «Bir masala, bir masala, bundan yükseği görülmemiştir!» «Boşuna bir masala! Bir öksüz oğlan bile ev-lendiremedik düğününü edip ayol!..» Yörüdüm, fırdolayını konturol ettim yanan ağaçların. Yahmlar tellerin d:şına dışına taşıyordu. Tellerin kazıkları yanıyordu. Ook yüksek bir yangın oluyordu. Kimi yerlerden zor geçiyordum baya. Bekçi kulübesi de yalımların arasındaydı. Harlı harlı yanıyordu tahtaları tokmaklan. Sağlam yeri kalmıyordu bacanın. Tam tekmil yanıyordu. Birden bir çökme oldu, o koskoca yığın basıldı kaldı. «İşte faynapıl ağaçlarının meyvesi yemişi, şurubu şerbeti komşular!» dedim yanımdakilere... Gülüştüler... «Beni gazinonun yanına götürün!» dedim. izzet koşup geldi, tuttu kolumdan: «Bir şey mi oldun gene Temeloş?» dedi. «Götürün beni, göreyim!» dedim. Koluma girip, «Haydi!» dedi İzzet. «Seni ben götüreyim!» Gazinonun orası bebe becik! Adamlarda kazma kürek, yanmayan yerlerini kırıp yıkıp yakıyorlardı. Yangında yüzleri gözleri parlıyordu. Ahırla kümes on dakikada yanıp bitmişti. Bu da çok sürmeyecekti. Kömürü külü kocaman bir yığın olacaktı. Onları da düzlemek gereğecekti. Çok iş vardı 342 .... — ,-....... v>«tlerime de uykunun harmanları gelip yığılmıştı. «İzzet!» dedim. «Sen kal burda!» «Kalacağım!» dedi İzzet. «Kömür, kül... çok iş var daha İzzet!..» . «Çok iş var, sen git yat!» «Beni yolla, istersen avratları da yolla İzzet!» dedim. «Ben tamam oldum!» Oğlu Ali'yi verdi yanıma. Avradım Asiye'yi de çağırdı: «Siz gidin haydi!» dedi. «Öteki avratları da kolay ederim Temeloş!» dedi. «Tülây Oca'ya söyle, o da gidip yatsın!» «Yatsın!» dedi İzzet. Yörüdük biz. Köyün içi bir ana baba günü hâlâ. Eve geldik, çıktık yokarı. Baktım, Asiye ardımızda yok! «Kocalığın gözü kör olsun Ali!..» dedim. «Yengeni yangın yerinde unutup geldik, gördün mü? Alâkamız dikkatimiz ne hale gelmiş, var anla!» Anla da gülme emmine! Ömün varsa, yarın sen de böyle olacakstn!» Ali koşup gitti. Onlar çıkıp gelene kadar mer-divanın başında oturdum. Ali, Asiye'yi bana teslim ettikten sonra, «Tamam mı Temel emmi? Ben dönüyorum!» dedi. «Tamam yeğenim, sen dön!» dedim. Göğe baktım, silik Ülker yıldızı eyice sallan-- mış. Akyıldız kıvılcımlanıp durur. Yedi Kardeşler çatallanıp dururlar. Kalkıp içeri gireceğim sıra Hacı Kadir'in evden bir horoz kanrıldı öttü. Sonra öteki evlerden ilk horozolar öpüşmeğe başladılar. Köy zabaha çıkıyordu usul usul. Köyün içinden gelen sesler artıyor, eksilmiyordu.

157


Köyün ortasına Çubuk'un Çarşamba bazarı kurulmuştu. Bazar kızışmıştı. «Yap benim yatağımı da... istersen sen de git!» dedim avrada. «Git seyret anasını satayım!» «Ne gideyim, ne kaldı gayri?» dedi. «Ne kaldı deye değil de, marağ edersin de-ye söyledim. Tarihe geçecek bir gün gııı!..» «Gayri marağ etmiyorum!» dedi Asiye. Yatağımı serdi sedirin üstüne. Soyunmama, 343 Ken ae Daş ucuma oturdu. «Çok şükür, bin şükür, sağ salim bulunup geldin! Adaklar adadıydım...» dedi. «Adadıysan ödersin!» dedim. »Öderiz...» «Seni öldü deyi çıkardılar. Amarikanlar makineye tutup öldürdü deyi...» «Ölmedim! Öldüremediler!» dedim. «Helbet öldüremediler, görüyorum!» dedi. «Sen istersen sus da... Asiye!» dedim. «Bir tatlı bütün uyuyayım, ha? Cok uyku var gözlerimde, her yanımda...» «Uyu Temel, uyu!» dedi. «Kimbilir ne kadar uykusuzsun! O cavırlar insana uyku mu uyuturlar? Cavırlar insana soluk mu soluturlar? Akşama kadar uyu istersen...» Uyku bir tatlıydı. Gözlerim bir tatlı kapanıyordu. Havadan bir kocaman kazan iniyordu. Kazandan duman çıkıyordu. Kazandan pilav tütüyordu. Pilavda nohut tütüyordu. Tavuk suyu tütüyordu. Heyy, tavuklu, nohutlu, ısıcak dumanlı pilav, ne gözelsin! Kızlar bir kargı sepet getirdiler. Saçları dört örgü, döllüce döşlüce, kızlar. Kargı sepet ne geniş! Kargı sepet ne sarı! Islanmış yufkalar kargı sepetin içinde... «Oturun kızlar, oturun!» dedi Asiye. «Oturun kütür kütür şeftali kızlar!» dedim. «Oturun benim mayalarım!» dedi Asiye. Oturdu mayalı kızlar. Mayalı bir ölüzger doldu evin içine. İçimde harmanlar savruluyor... «Oturun kızlar! Bu pilavı, bu yufkalara dürün! Dolu dolu koyun her yufkaya! Bir dolusu bir yiğidi doyursun! Bol olsun! Oh ne gözel, ne gözel, ne gözel! Hep böyle bol olsun! Bolluk olsun!» dedim. «Bir kız on dene kız doğursun!» dedim .«Dünya kız dolsun!» dedim. Bir gülüştüler. «Kızlar gençlere yetsin, daha çaptan düşmemiş aksakallara da artsın biraz!» dedim. Daha çok gülüştüler. Asiye kalktı: «Doyma e mi!» dedi. «Doymadın gitti kızlara! Ah bu sen, ah bu sen! Sen yok musun!.. Hâlâ kız diyorsun...» dedi. 344 r ___ „>,,,=, yu şu aaagı üleştir!» dedim. «Kızlar pilavı yufkalara dürdüler! Kargı sepet dürüm doldu. Ziniler doldu!.. Git!..» dedim. Kızlar kargı sepeti aldılar. Asiye de kalktı gö-zelce. Yürüdüler... «Götür köyün içine: 'Adak adak adak adak adak..' Böyle ünle... İnil inil inil inil inil inilesin köyün içi! Adaktan alanlar maşşallah desin! Kimin var böyle köyü! Yiyenler bir daha gelsin! Bir daha istesin! Amma bak Asiye, tepemin tasını attırma benim! Cennet cehennem deyi bebeleri korkutup durma! Sıçarım canına sonra senin! Tırnak kadar şeyler ne bilsinler cenneti cehennemi! «Dede bizi ataşta yakacaklarmış!» deye ağlayıp duruyorlar. Bak, kes bunu. Bak bir daha duyarsam, üçten dokuza şart olsun ki boşarım! Bak bir kelime: Bo-şarım! Yok bir daha böyle lâf! Böyle korku! Ne cennet, ne cehennem! Bebeler ırât böyüsün! Ne tosun kız olacak onlar yarın! Ne mayalı kız olacaklar! Bileklerinden tutunca «Ana» deye bağırma-yacak onlar! Öyle kız olacaklar, öyle oğlan olacak-!af!.. Hem mayalı, hem havalı! Mayalı dedim., ha-vaiı dedim.. Mayalı!., havalı... Hava, hava, maya, maya... hamavaya yamava mavahayalı...» Ben ömrümde böyle gözel uyku uyudum mu acaba? Böyle gözel uyuyup zabah olunca kuş gibi kalktım mı? Çok uyudum, çok kalktım amma bu kadar tatlısı, bu kadar cana deyeni; yok canım, yok yok, hiç görmedim! Hiç! Ömrümde hiç böyle uyku uyumadım!.. «Kuş gibiyim avraaat! Kuş gibiyim avrat!» dedim evin içinde1. Evin içinde o duvardan bu duvara koştum. Açık bir kapı, açık bir pencere bulsam pıııınr deye uçup gideceğim! Kollarımı kanat gibi çırptım. Bacaklarımı havaya havaya kaldırdım. Amanın Asiye görmesin, «delirdi,»

158


der! Amanın avrat görmesin... Kuş gibi çırpındım. Kuş gibi uçtum evin için-345 nından bir odun yarması alıp tak tuk furdum. Duysun da, gelsin dedim. Gelsin de görsün, İzzet'e de habar versin dedim. Kafamın içinde o anasını sattığımın burgusu yok! Koşup İzzet'e habar versin! O burgu yok şimdi! Koşsun İzzet'e, millete, böyük Kızılözlü komşularıma habar versin! O burgu yok, burgu yok, onun için kuş gibiyim!.. Gene duvardan duvara koştum, sıçradım, çır-pındım, uçtum. Kuş gibiyim bu zabah! Amanun amanın amanın... Asiye girdi: «Amanın!..» «Amanın avrat amanın!..» Asiye şaşırdı: «Amanın!..» i «Amanın avrat, bu zabah kuş gibiyim« Kuş gibi pıradak uçup gideceğim, habarın osun! Uçup dağlara varacağım! Dağlardan aşıp giden karlı yollara konacağım! Yörüklere konuk olacağım...» Başımı tutcUm: «Yok!» dedim. «O, var sandığım burgu var ya, o yok! Dizimi sorarsan, orda da bir bok yok! Bak, nasıl oynatıyorum! Bak nasıl kıvratıyorum! Oh ne tatlı dünya! Koş İzzet'e habar ver!..» dedim. «Koş kurban olduğum!..» dedim. «İzzet şimdi uyuyor!» dedi. «Millete habar ver!» dedim. «Millete de uyuyor! Yeni yattılar.» Asiye omuzlarından iuttu: «Otur oturduğun ma, git birine habar ver! Hasan Berber'e habar ver, gelip benim yüzümü kazısın. Bak şimdi Ankara Amarika, Türkün yüksek dosları, yüksek mamirenler gelecekler, köyün içine dolacaklar. Git habar ver...» Asiye omuzlarından tUıtu: «Otur oturduğun yerde, birer kanım uyusunlar!» dedi. Bastırdı beni. Basılmadım. Kalkıp çatalından daldım avradın! Kaldırdım havaya, başının üstüne diktim. «Bir daha beni üstümden kitleyip gidecek misin? Bir daha, 'git habar ver!' dediğim zaman gidip habar verecek misin? Bir daha benim sözümü şirp diye tutacak mısın?» Boynunu tuttuğum yerden o kadar kuvatli 346 sıkmışım ki, çırpındı: «Amanın ölüyorum!» dedi. salıverdim. «Vallaha adam delirmiş!» dedf. «Zaten bir adamın karısı, böyle adamın bir lâfını anlamazsa!» dedim. «Böyle delirmiş der çıkar!» dedim. «Amma deli akıllı! Beğenmiyorsan bırak! Bırak atıver şoraya! Kim olsa alır! Kapar!.. G7t habar ver, uyku yetsin!» «Zabah oldu, onlar da oldu, bilmiyor musun? Gözlerini yummadılar!» «Pekey Asiye, git sen de yat, haydi!..» dedim .Geydim çoraplarımı, geysilerimi. Çomağımı aldım ambarın kıyısından. Çıktım sokağa. Baktım daha gün doğmamış. Doğru dürüs zabah olmamış. Baktım hiçbir bacanın dumanı tütmüyor! Baktım bütün evlerin kapıları örtük. Bütün köy mışıl mışıl!.. Mışıl mışıl uyuyor. Bunca yıldır en haklı uykusunu uyuyor. Hemi de her yanları ter kokuyor. «Koksun!» dedim. «Uyusun, koksun!» dedim, «Uyusun, koksun gözelce!» dedim. «Şimdi kalkarlar, kapıları açarlar, bebeleri dışarlara salarlar, malı davarı boşandırırlar!» dedim. Yörüdüm camiye yokarı. Amanın! Surda bir gazino yok muydu? Şimdi o gazino yok! Gitmiş! Kazımışlar! Yörüdüm, kümese baktım: Yok Ahıra baktım, yok! Ahır vardı ya hani, kümes vardı ya, ne o, ne bu, ikisi de yok! Silmişler! Pekey amma İzzet, nasıl yaptınız bunu? Bir gecenin içinde, hangi ilim bilim fen ile, hangi makine motur gücüyle yaptınız bunu? Valla aklım çıvdıracak! Düzlemişler her yeri. Yarın çimler bitecek, gözel çimler çiçekler olacak. Pekey amma, tavuklar cücükler nere gitti? İnekler nere gitti? Uçurdular heralda onları! Geceler! Geceler garibin! Geceler kimsesizlerin! Gece işi, böcü işi! Tâ babamdan duyardım. Gecelerde böcüler gibi akıllı olur insanlar! Böcüler gibi çok iş yaparlar. Siler, dümdüz ederler dünyayı! Dünyanın mazarratını... Uçmak var ya, kanatlı kuş olup uçmak; ben şimdi çift kanatlı bir kuşum! Uçacağım havaya! Aktepe'nin yerinde bir tümsek. Baya tümsek, kaba-nyor. O ağaçların bir yaprağı, kabuğu, kıymığı kal347 I levha? Yok! Basımdaki burgu? Yok! Dizimdeki sargı? Yok! Kürt Selim? Yok! Danacı Arif? Yok! Kaylankayıp hepsi! Hiçbiri yok!.. Benim gözel komşularım, uyanın gayri! Gelin bu tümseği böyütün, haydi! Analarım,

159


sunalarım! Mayalı kızlarım, gözel havalı oğlanlarım, gelin dos-lu duşmanlı, acılı ağrılı, uykulu! Sökülüp gelin gayri ikişer üçer! Alın çapaları kürekleri! Alın tekneleri, sepetleri! Torbayı çuvalı alın, sökülüp gelin haydi! Böyütelim bu kabartıyı. Aktepe'yi yeniden dikelim. Bundan keri de ölelim düşelim, bir ufak tepeyi yıktırmayalım. Kimse tepelerimize dokanamasın!.. Günün doğacağı yerler sırmalandı gözel komşularım, haydin! Uyku değil mi uyuduğunuz? Birazını da yarın uyuyun. Ekmek aşa bile nüzüm yok. Ne nü-zümü var, insanın gönlü tok olduktan keri? Bakın ben burda sizi bekliyorum haydin!.. «Haydin haydin...» deyip dururken Izzed: çıkıver di ardımdan: «Temel emmi, heey Temeloş!..» dedi. «Oh!» dedim. Ellerini tuttum, iki ellerini. İki nasırlı, gözel ellerini tutup tâ başımın üstüne kaldırdım. O da benimkileri tutup kaldırdı. «Düşümde görsem inanmazdım İzzet!» dedim. «Dolanıp her yakayı kevşettim! Pek gözel olmuş! Pek temiz olmuş. Dua ediyorum allaha ki, şöyle yanm saatin içinde iki bulut türetsin, bir cara içimi sallayıversin köyün üstünde. Daha bir temiz olsun yerler!» «Zabahı zabah ettik Temeloş! Komşuların kemiklerinden ter boşandı. Süpürge sepet; gazinoyu, ahırı, kümesi süpürüp taşıdılar. Teli demiri, külü kömürü, taşıdılar, bu tümseği yaptılar. Şimdi de yatıp uykularını alıyorlar.» «Bu tümseği böyütüp Aktepe'yi diriltelim!» «Helbet diriltelim, amma biraz uyusunlar. Bugünün yarını var Temeloş!» Durdum, kollarımı kaldırıp açtım. Göğün tepesine doğru: «Ohhh!» deye bağırdım. Kaldırıp indirdim kollarımı. Karabelen'in ardından günün ucu 348 gorunau. naoaruşun karısı ilk atası yaktı. İlk unu da eler, hamuru yoğurur şimdi. Hemen koşup bir dürüm isterim. Ben senin dürümlerine kurban ola-ynı Habaruş'un avradı Züra. derim. Züracık, derim... Gün kendini kurtarıp çıktı Karabelen'den. Bebeler çıktılar. Saçaklardan aşağı işediler. Gördüğüm evlerde bir kıpırtı. Biz de durduk bakıyoruz İzzet'le. Yönümüzü döndük kıpırtılardan yana. Kıpırtılar, ellerinde ekmek dürümü, sele, sepet, tekne, torba, çuval... bizden yana yöneldiler. Gelenler, derenin, eski derenin toprağına yumuldular. Ne selâm, ne zabah! Eşiyorlar, kaplarını doldurup tümseğe getiriyorlar. Buyuran bağıran yok başlarında. Kendileri eşiyor, kendileri taşıyorlar... Bebelerden birini yanıma sesledim. «Habaruş'un avradına git, bize iki dürüm yapıp yollasın!» dedim. İzzet'le ben de daldım komşuların arasına. işin gürültüsüne karıştım. Biraz sonra yolladığım bebe dürümleri kapıp getirmiş, aramış taramış bizi, zor bulmuş. Çünkü kalabalığımız gittikçe büyüyor-du. Avratlar hep geliyordu. Tülây Oca da geliyordu1. 349 ELDE KALAN Önce pat pat pat bir adam geldi moturlu. Valinin polisiymiş. Biz orda Aktepe'yi böyütüyorduk. Muhtarı sordu, gösterdiler. Eline kara eldiven geymiş yaz günü. Sırtında meşin ceket, gözünde kara gözlükler... Yollardaki böcek gibi bir adamdı. «Konuklar yarım saate kadar burdalar. Vali Bey dedi, habarları olsun...» Seslenmedi İzzet. Polis, çalışan komşulara baktı uzun uzun. «Çok çalışkan bir köye benziyor, çok gayretli...» dedi. Gene kimse seslenmedi. Moturunun yanına çekildi gitti sonra. Elime bir torba geçirdim, ben de gidip geldim, toprak taşıdım. Polise bakındım. Orda öyle yalnız dikiliyor, dişiyle dudağının arasından «cik» diye ikide bir yere tükürüyordu. «Sizin burda güzel ahır, güzel kümes, gazino, bahçe varmış, onu görmeğe geliyorlarmış, öyle mi?» dedi ben yanından geçerken. İzzet konuşmadı diye ben de konuşmadım. Sonra bebelere lâf attı, dikkat ettim, bebeler de seslenmediler. Polis kara gözlüklerinin altında bozum oldu heral-da. Gene o tükrüğünü «cik» etti. «Neyine geliyor konuklar bu köyün?» dedi öfkeyle. Bu sözüne çok kızdım, seslenmedim.

160


Bir gözüm hep Avdan yolunda. Bakınıp duruyorum. Pulisin yarım saati uzadıkça uzuyordu. Amma biz işimizle uğraşıyorduk. İzzet'in yanına varınca durdum biraz: «Bu tarlalardaki ekinler no-lacak izzet?» dedim. 350 I «Onları biçmeyip yakacağız!» dedi. «Mallar ne yiyecek saman?» «Samanlıkların kıyısını köşesini süpüreceğiz. Yetmezse malları satacağız!» «Keşke akşamdan yakıvereydik madem!» «Şunlar bir gelip gitsinler, ondan keri yaka-r.'z! Belkim göstermek nüzüm eder, gösteririz....» «Bu aklı kim düşündü İzzet?» «Komşular düşündü. Yani Ankara'dan, Ama-rika'dan almadık...» Valinin polisi tek başına bekliyordu. Avdan yolundan patpatlar, sonra tomafiller göründü. Bir kıyamet katar idi. Şimdiye kadar gördüklerimizin en uzunuydu. Yeşili karası, moru mavisi, alı, kızılı, türlüsü... Önde pat pat moturlar geliyordu. Yolların eğrisine uyaraktan geliyorlardı. Gelip durdular. Kapılarında, camlarında o tokalaşan bayraklı bilekler. İçindekiler çıkmaya başladılar. Göğüslerinde «Kodak» fotoğraf makineleri. Işıldaklar. Koşanlar, düşenler... Düt düt dut!.. Bir kıyamet katar idi... Vali Beyimiz, Kaymakam Beyimiz, Ankara'nın, Amarika'nın mâmirleri, hep indiler. İnce uzun boylu, göbeği gerdanı sarkan, boynu kelebek kı-ravat, gök göz bir adam, elini havada sallaya sallaya yörüdü önden. Gülüyordu. Üstümüze üstümüze geliyordu. Geldi: «Haaay!» dedi. Durup birbirimize bakıştık. «Hay! Hello, friends!,.» Kıpırdamadan durduk yerlerimizde. Hiç ses çıkarmadık. Tepeden tırnağa susuyorduk... Kalabalık öylece bakmıyordu. Tarım Bakanı Mr. Grant, devletinin büyükelçisine, bu küçük köy halkını selâmlama işinde, bir yanlışlık yapıp yapmadığını sordu. Çevirmen Mr. Canata, sesini çıkarmadan bekliyordu. Büyükelçi, bir işaretle «Aid Mission to the Goverment of Turkey»\n direktörü Mr. Wayt'i yanma çağırdı. Sordu: What is going on here, Mr. Wayt?» 351 Mr. Canata'yı aralarına alıp küçük bir halka oldular orada. Bir fısıltı başladı. Fotoğrafçılar, TV röportaj yapıcıları makinelerini çalıştırıyorlardı. Bir cırıltı gidiyordu. Objektifler hayretten büyük büyük açılmış gözleriyle köylüleri tarayıp duruyorlardı. Sonra gelip fısılda-şan halkaları fotoğrafa alıyorlardı. Birden Tuluğ Paşa yürüyüp çıktı halkalardan. Kızı Seher de üç adım ardındaydı. Yürüdü, Teme-loş'un önünde durdu. Sinirli, uçuk bir hali vardı. Paşalığın, askerliğin tozu kalmamıştı üzerinde. Si- j villeşmişti artık. Temeloş'un gözlerinin tâ içine baktı: «Ne b.. yediniz böyle ulan?» dedi. TV makineleri ikisinin üstündeydi. Radio of free Europe'un adamları. Voice of America'nın adamları bataryalı tape recörder"\annı çalıştırıyorlardı. «Ne yapıyorsunuz böyle? Ha?..» Temeloş, İzzet'e doğru baktı. Tuluğ Paşa İzzet'in üstüne yürüdü: «Ne yapıyorsunuz böyle?» İzzet taş gibi durdu. Komşularının önündeydi. Karşısındaki bir saldırıya hazırlanıyormuş gibi, o da kendini savunmaya hazırlanmıştı. Önündeki kalabalığa, kalabalığın koyu renk giysilerine, tıraşlı, parlak yüzlerine bakıyordu. «Konuşsana Muhtar, ne yapıyorsunuz?..» izzet kollarını yana sallandırdı. Toprak taşıdığı tekne sağ elindeydi. Sapından tutuyordu. Ayaklarını biraz açıp yutkundu: «Tepe yapıyoruz!» dedi. «Tepe yapıyoruz yani!» TV makineleri durmadan... durmadan radyo teypleri durmadan... durmadan çalışıyordu. Gazeteciler fotoğraf çekiyorlar, noi alıyorlardı. Tuluğ Paşa, anlamsız gözlerle bir yarım adım kadar yaklaştı İzzet'e:

161


«Nasıl tepe, ne tepesi yapıyorsunuz?» «Tepe yapıyoruz!» dedi İzzet. «Baya tepe...» Temeloş yürüyüp İzzet'in yanına geldi: 352 I I «Kendi tepemizi yapıyoruz... biz!» dedi. «Ak-tepemiz vardı ya burda, onu yapıyoruz!» «Demek tepe yapıyorsunuz? dedi Kaymakam Diriöz. Dişlerini gıcırdattı. «Tepe yapıyoruz!» dedi İzzet. Temeloş gene araya girdi. «Eskiden bir tepemiz vardı burda. 'Aktepe' derdik. Onu yapıyoruz. Yerine koyuyoruz.» Ankara Valisi yürüdü, köylülerin arasına girdi: «Peki ama neden yaptı'nız bunu?» Köylüler birer adım geri çekildiler. «Nasıl eliniz vardı da yaptınız?» Kadınlar kıpırdamadan durdular. «Temeloş, sen söyle!» dedi Vali. Temeloş hiç duymadı. Bakmadı. «Sen Temeloş değil misin be?» Temeloş sıçradı: «Kim? Ben mi?» «Sen tabiî Görüyorsun, sana söylüyorum!» «Değilim!» dedi Temeloş. «Yani ben Teme-. i,: ş'um amma, o Temeloş değilim, başka Teme-i sum! Bambaşka bir Temeioş'um beyim ben!..» «Ne demek bambaşka Temeioş'um?» «Eski Temeloş değilim yani!..» Vali kızdı: «Küstahlık ediyorsun!» Hemen topladı kendini, bir başkasına geçti: «Sen Muhtardın, İzzet! Sana yardım unu ayırttım. Süttozu, paket peyniri ayırttım. Nasıl yaptınız bu işi? Nasıl eliniz vardı da yaptınız? Duymamış gibi durdu îzzet. Kılını kıpırdatmadı. Tekne de elindeydi. «Bana bak! Sorduğuma cevâp ver!» İzzet baktı Valinin yüzüne, yutkundu: «Ben... İzzet değilim! Yani eski İzzet değilim!» dedi. Teknesini sıktı iyice. Valinin işaret parmağı inip kalktı havada: «Hepinizi karakola dökeceğim! Hepinizi sorguya çekeceğim! Mahvolacaksınız!» ' Daha çok bağırdı: «Mahvolacaksınız!..» İçişleri Bakanlığı Müsteşarı sokulup Valiyi çekti kolundan: «Konukların önünde ayıp oluyor! Gerekli tahkikat yapılır, müsebbibler, müşevvikler 353 _„„...«,a looiiui cum», şımaı DiraKin! Ve biraz da sakin olun, çok rica ederim!» dedi. Köylüler oldukları yerlerde dikiliyorlardı. İyice birbirlerine sokulmuşlardı. Gazeteciler boyuna fotoğraflarını çekiyorlardı. Yüzlerinden hiçbir anlam okunmuyordu köylülerin. Konuk Bakan, köylülerle konuşmak, bir köy evi görmek istediğini söyledi. Mr. Canata, Bakanın istediğini Ankara Valisine çevirdi. Vali, «Çağırın Muhtarı!» dedi Kaymakama. Bir saniye içinde İzzet'i getirdiler. Konuk Bakan İzzet'e doğru bir adım attı, elini uzattı «Sizi ve komşularınızı gördüğüme memnun oldum!» dedi. Bütün dişleriyle gülüyordu. Mr. Canata çevirdi. İzzet anlamadan baktı. Konuğun uzanan eli öylece kalıyordu havada. Mr. Grant, düştüğü durumdan kurtulmayı iyi başardı. Elini biraz daha kaldırıp İzzet'in omzuna koydu: «Bu dostluğu devam evireceğimizi umuyorum!» dedi. «Fotoğrafçılar durmadan çekiyorlardı. İzzet konuşmuyordu. Vali kahroluyordu: «Derhal işine son vereceksin!» diyordu Kaymakama. «Bizi rezil etti!..» dedi Kaymakam usulca. «Hükümeti rezil etti, hükümeti rezil ettiler!» dedi Vali. «Ufacık bir köy hükümeti rezil etti!» Temeloş duydu. «Hökümet bizi irezil etti asıl!» diye bağırdı. «Koca ovada onun yüzünden iki paralık olduk! Ah, söylenecek söz çok, ceremeye verecek para yok!» Konuk Bakan köyü gezerek bir aile ziyaret etmek istediğini bir daha söyledi. İstek çeviri yoluyla kendisine anlatılınca İzzet: «Bizi bırakın gayri!» dedi. «Salın gayriyakamızı. Bu iş bitsin artık, nolursunuz?..» Vali: «Şuna bak, hâlâ ne konuşuyor! Şuna bak!» diye söylendi. Dişlerini gıcırdattı yeniden. Tuluğ Paşa konukların arasına sokuldu iyice, ellerini açarak: ., «Buyurun!» dedi. «Köyü ben dolaştırayım size! , Arzu ettiğiniz aileyi de başka köyde ziyaret ederiz!» Mr. Canata, teklifi çevirirken, Tuluğ Paşa'-nın fahrî komşuluğunu da ekledi. 1 Birden köy içine yöneldiler. Ahırın, kümesin yeri boştu. Gazinonun yeri boştu. Boşlukları görünce Valiyle Kaymakam daha çok bozuldular. Kadın erkek, konuklar, dümensiz bir taşıt gibi, o sokak, bu sokak, dolanıp caminin önüne, oradan da arabalarının bulunduğu yere geldiler. Boby, kalabalığın ardı sıra isteksiz yürüyordu.

162


Bu sabah, Amerikan polisi, kendisini geri çağıran bir yazı getirip imzalattı. Kimseye bir şey söylemeden, kalabalığın ardı sıra yalpalayarak dolaşıyordu şimdi... Köylüler kıpırdadılar. Tekneleri sepetleri, çuvalları torbaları doldurup tepe yapma işine geçtiler. Yeryüzünde biricik işleri tepe yapmakmış gibi çalışıyorlardı. Akılları fikirleri tepedeydi. Arabasına doğru giderken Vali: «Bunu size bırakmayacağım!» dedi izzet'e. «Akşama jandarmaları göndereceğim! Akşama kadar yapıp tamam edin tepenizi!..» İzzet sabırla baktı ilin Valisine: «Olup bitenleri yargıçlara anlatırız!» dedi. Elinin iki parmağıyla bir işaret yaptı: «Eğer ki cük kadarcık adaletleri varışa anlarlar helbet!» dedi. Yutkundu: «Anlamazlarsa... girer mapusaneye yatarız! Yatmadığımız mapusaneler mi Vali Bey?» Temeloş, İzzet'in yanı başında dikiliyordu. O* da yutkundu; iki üç çatal bir sesle: «Bizi mapusa arttırırsan, o zaman tepeyi bebelerimiz tamamlar! Bu köy asla tepesiz kalmaz, kalamaz Vali Bey!..» dedi. İçişleri Müsteşarı Valiyi çekti içeri. Öndeki araba yürüdü, ötekiler onu izledi. Köylüler baktılar. Bir alâmet kıyamet kervandı. Arka arkaya çekilip gittiler. Kızılözlüler, bu alâmet kıyamet kervan Avdan köyünü geçip uzaklaşana kadar baktılar. Bir hafiflediler. İçlerinden, «Ohhh!..» dediler. Sanki kurtulmuşlardı. Ankara, 1966 354

SON

163


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.