qwertyuiopgüasdfghjklsizxcvbnm öçqwertyuiopgüasdfghjklsizxcvb nmöçqwertyuiopgüasdfghjklsizxc vbnmöçqwertyuiopgüasdfghjklsiz YAZILAR xcvbnmöçqwertyuiopgüasdfghjkl Ayşe Bengisu Akdağ sizxcvbnmöçqwertyuiopgüasdfg hjklsizxcvbnmöçqwertyuiopgüasd fghjklsizxcvbnmöçqwertyuiopgüa sdfghjklsizxcvbnmöçqwertyuiopg üasdfghjklsizxcvbnmöçqwertyuio pgüasdfghjklsizxcvbnmöçqwerty uiopgüasdfghjklsizxcvbnmöçqwe rtyuiopgüasdfghjklsizxcvbnmöçq wertyuiopgüasdfghjklsizxcvbnmö çqwertyuiopgüasdfghjklsizxcvbn möçqwertyuiopgüasdfghjklsizxcv
AŞİYAN’IN YALNIZLIĞI On ikisinde annesini kaybeden, ardından babası sürgün edilen bir öksüz; Galatasaray Lisesi’ni birincilikle bitirmiş zeki bir öğrenci; inanç buhranlarıyla çırpınan bir kul; hayatının merkezine oğlunu koyup ona şiirler yazan, şiirlerinde ondan inancı ve imanı yok etmesini isteyen ve sonunda tahsili için gönderdiği İskoçya’dan Protestan olarak dönen ardından da Amerika’da bir Hristiyan papazı olan evladının, yokluğuyla acısıyla yalnız yaşamış bir baba ve inzivaya çekildiği “Aşiyan”ında 19 Ağustos 1915 sabahında hayata tek başına veda etmiş, yazmak için yaşamış bir şair: Mehmed Tevfik Fikret.
Şiir denemeleri, yarışmalarla aldığı birincilikleri ile adını duyuran Fikret kısa zaman sonra 1895’te arkadaşları Mehmet Rauf ve Halit Ziya ile birlikte Beyoğlu’nun arka sokaklarında küçücük bir matbaanın kepenklerini açacaktı. Anlaşmazlıklar, kırılmalar, sansürlemeler ve kapatılmalarla kısa sürecek olan Servet-i Fünun döneminde Fikret şairliğinin zirvesine ulaşacaktı. Süslü, sanatlı, hayatın gerçeklerinden uzak şiirlerinin yerini zamanla ülkesine, milletinin acılarına duyarlı, gençliğe seslenen mısralar alacaktı. Ne var ki bu tavır onu gitgide hırçınlığa, karamsarlığa düşürecek, iç buhranlarını sükûnete kavuşturamadan inancını kaybedecekti. Bu kin ve öfke yeri gelecek “Bir Anlık Gecikme” şiirinde: “…Dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman, Ya da o durmasaydı o tâlihsiz taç, Kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş Bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş...”
2
diyerek Padişaha yapılan suikast bir anlık gecikmeyle gerçekleşemediği için Fikret’i üzecek, bunu düzenleyen Ermeni çetelerine ise “Ey şanlı avcı” diye seslenerek alkış tutacaktı.. Yeri gelecek ruhuna çöken sis çok sevdiği İstanbul’una en ağır küfürleri söyletecek, ıstırap ve tahammülsüzlük içindeki nidaları mısralardan taşacaktı: “…Ey işitilmek korkusuyla kilitlenmiş ağızlar. Ey nefret edilen, hakîr görülen milli gayret! Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasi mahkûm ..Örtün, evet, ey felaket sahnesi... Örtün artık ey şehir; Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!” Git gide yükselen her bir “ey” Fikret tarafından şiddetle çarpılır adeta insanın yüzüne. Padişahı devirip yerine geçen İttihatçılar ise Fikret’in umutlarını iyice söndürecek, bir istibdadı indirip kendi istibdadını getiren İttihatçılara şairin tepkisi gecikmeyecekti: “Hala tarafiyyet, hasabiyyet, nesebiyyet; Hala: ‘Bu senindir, bu benim!’ kavgası; Hala gazap altında hakikatle hamiyyet... Hep dünkü terennüm, sayıdan, saygıdan yoksun; Son nağmesi yalnız: Yaşasın sevgili millet!” Fikret bu karamsarlığın yanında umudu Haluk’un nezdinde gençlikte, akılda, bilimde görecek öğütler verecekti: “Ferda”da, “Promete”de, “Haluk’un Amentüsü”nde… Sivrilen görüşleriyle yalnızlaşan Fikret’in en büyük edebi ve fikri düşmanı ise Mehmed Akif olacaktı. “Şimdi Allah’a söver, Sonra biraz pul para ver Hiç utanmaz Protestanlara zangoçluk eder.” Diyen Akif’e Fikret “ Buyuruluyor ki” diyerek Akif’in mısralarını söyledikten sonra devam eder: “Ben utanmam, yüzüm ak, alnım açıktır Sen utan yaptığın işten be alık Değil Allah’a ama doğrusu Sana sövmek hoş olurdu azıcık Edebim mani olur yoksa
3
Sövemem, gelmez elimden kabalık.” Diyerek cevap verecek, iki büyük şairin bitmeyecek olan bu mücadelesi Osmanlı gazetelerini uzun süre meşgul edecekti. Yaşama, ülkesine, yönetime, dostlarına küskün bir şekilde hayata veda eden Fikret son zamanlarında: “…Bütün boşluk; zemin boş, asuman boş, kalp ve vicdan boş, Tutunmak isterim, bir nokta yok hasarlı hayatımda İnanmak, işte nûrâni bir ulu yol o kabir gurbetinde…” Mısralarıyla “İnanmak İhtiyacı” şiirini yazacaktı. Arkasından onu yerenler cenaze namazının bile kılınmamasını isteyecekler ama cenazesi Eyüp’ten kalkacaktı. Buna rağmen ancak 30-40 kişinin katıldığı törende tabutunu sırtlayansa tanıdık bir isim olacaktı: Mehmed Akif Ersoy… Fikret kendi tanımıyla “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir şair” olarak gelmiş; Aşiyan’ın yalnızlığında sessizce veda etmiştir.
4
“BURSA’DA ZAMAN” Serin hafif rüzgarlı bir Ekim sabahına uyandı Bursa bugün. Her ihtimale karşı şemsiyemi alıp ceketimin yakalarını kaldırıp ellerimi ceplerime sokarak yürümeye başladım, dökülen çınar yaprakları arasında, eski Bursa’nın sokaklarında. Gün boyu şehrin içinde dolaştım. Derken inişli çıkışlı Arnavut kaldırımlı yolların üzerimde bıraktığı yorgunluğu hissettim. Gökyüzüne bakınca ikindi vaktinin yaklaşmakta olduğunu fark ettim. Hem bedenimi hem ruhumu dinlendirmek üzere I. Murat Hüdavendigar Camii’ne doğru yürüdüm. Şehrin bu tarafına doğru rüzgar daha sert esmeye başlıyordu. Bursa’yı korurcasına yükselen dağlar buradan daha yakın görünüyordu. Cami avlusundaki banklardan birine oturdum. Dört bir yana kollarını açmış tarihi çınarların altında heybetini I. Murat’ın adından alan büyük ama sade camiinin gölgesinde, kuş cıvıltılarının bir ahenk içerisinde duyulduğu mütevazi bir çay bahçesi burası. Kimsecikler yoktu o sırada. Yalnız biraz uzakta çaprazdaki bankta kahverengi takım elbisesiyle, bacak bacak üstüne atmış, gayet saygın görünen, iri yapılı bir adam vardı. Bir elinde kalemi, önünde zor zapt ettiği anlaşılan kağıtları, dudaklarının ucuyla tuttuğu sigarasıyla bir uzaklara bir kağıtlarına bakıyordu. Yanına gitmeye karar verdim. Yavaşça yaklaştım. Gördüklerim gerçek miydi? Biraz daha yaklaştım. Bu doğru olamaz derken ciddiyetle eğildiği kağıtlarından başını kaldırdı. Sigarasını sol elinin işaret ve orta parmağı arasına alarak yavaşça bana döndü. Geniş alnı, hafif seyrek kırlaşmış saçları, küçük gözlerinde barındırdığı derin bakışlarıyla, çizgi halindeki küçücük dudaklarından büyük mısralar dökülen o adamdı. Tanpınar’dı o. Yanına gelişimi onaylarcasına başını hafifçe eğip kaldırdı. Hala sol elinin iki parmağı arasında duran özenle sardığı sigarasıyla sandalyeyi gösterdi. Yavaşça, sessizce, hayranlıkla, korkuyla, şüpheyle oturdum sandalyeye. Bu havada burada kendinden başka bir beni görünce benim de Hüdavendigar’ın müdavimlerinden biri olduğumu anlamış gibiydi. Şöyle bir etrafa baktı ve “Çocukluğumun güzel anıları, geçmiş günlerim var bu avluda”* dedi. O sırada sessizliği şadırvandan gelen bir damla suyun yere vuruşundaki şıp sesi bozdu. Şadırvana döndü, arkamızdaki Hüdavendigar Camiine baktı. Sonra tekrar uzaklara dalarak başladı: “Bursa’da bir eski cami avlusu, Küçük şadırvanda şakırdayan su… Orhan zamanından kalma - ” derken tutamadım kendimi. Ben devam ettim, o dinledi. “ … kalma bir çınar, Eliyor dört yana sakin bir günü.” Tanpınar kalın kaşlarının çerçevelediği gözleriyle bana bakarak: “Zihnimi mi okudun küçük hanım?” dedi. “ Bu mısraları hemen not etmeliyim.”
5
“Ama nasıl? Ben zaten, yani bu şiirinizi biliyorum kaç defa okudum ezberledim sonuna kadar” deyince o ciddi duruşundan hiç beklemediğim bir tavırla gülüverdi. “ Bu mısralar şimdi bu şadırvandan gelen şıp sesiyle zihnimde bir anda tahayyül etti” dedi. Sigarasını kül tablasına bıraktı. Yavaşça kalemini kağıtlarını toparladı. Kahverengi ciltli dosyasının arasına sıkıştırarak “Müsaadenizle” dedi tebessüm ederek. Arkasını döndü, ağır ağır çıktı avludan. Camiinin yanından geçerek, git gide gölgelenerek kayboldu gözden.
Bir kedinin yanıma sokulmasıyla birden kendime geldim. Etrafta tek tük insanlar vardı. Geldiğim bankta hala oturuyor olduğumu fark ettim. Kalktım, yavaşça biraz uzakta çaprazdaki banka doğru ilerledim. Masadaki kül tablasında henüz bırakılmış, özenle sarılmış eski bir sigara tütüyordu.
6
O’na Doğru Ağaçların kuru dalları tomurcuklanmaya başladı. Kuşlar yuva yapma telaşında. Güneşin sevimli yüzü sanki bana gülümsüyordu. Penceremi açıp neşeli bahar havasını doya doya içime çektim. Ancak bu güzel anı yarıda bırakmak zorunda kaldım. Geç kalmamak için hemen çantamı, kitabımı, kalemimi alıp çıktım evden. Her semtin birbirine bağlandığı yaşlı caddelerden geçerek kısa zamanda vardım Fabrika-i Hümayun’a.* Bu küçük, mütevazi mahallenin ortasına nasıl da vakarla oturmuş seyreyliyordu semti. Asırlık , ihtişamlı külliyeden sadece iki binasının hayatta kalma mücadelesini kazanmış olması ise hüzünlendirdi beni. Tuğla döşeli, buram buram ahşap kokan müzenin içine girer girmez yüz elli yıl öncesinin iplik, dokuma tezgahlarının sesleri kulağımda yankılandı. Kim bilir kimler girdi bu kapıdan, kim oturdu bu tezgahın başına, hangi sultana kıyafetler gitti, neredeler şimdi… “ Bu dünya hod , baki değil , mülke Süleyman neyimiş”**
Servilerin, çınarların gölgelediği avlusu ise bu gün çok başka bir nedenle heyecanlı, kalabalık, cıvıl cıvıldı. İnsanların arasından zar zor geçerek kendime önlerden yer bulup beklemeye başladım konferansı. Biraz sonra lacivert takım elbisesinin içinde kırmızı kravatıyla fark edildi İskender Pala. Omzuna değmeye
7
çalışan gri saçları hafif rüzgarda uçuşuyordu. Herkesi selamlayarak yavaşça oturdu. Baharın “Fabrika-i Hümayun”a, bu semte ne kadar yakıştığını düşünürcesine etrafa baktı ve sonra herkesi alıp yüzyıllar öncesine götüren o konuşmasına başladı: “ ‘Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm’…der Bizim Yunus . O huyu güzel, işi güzel, bilgisi güzel ve sözü güzel olandı. Sanki Kaf Dağı’ndan Anadolu bozkırlarına tenezzül etmiş bir Simurg, Allah’ın bir zaman için yeryüzüne koyduğu bir aynaydı. O bu yurtların göz bebeğiydi…”*** Pala, “Bizim Yunus”la herkesin gönlünde bugünden geçmişe, maddiden maneviye bir yolculuk başlatmıştı. Yılları boyutları aşmış, Yunus’la bir olmuştuk adeta. O sırada gözüm birden yosun tutmuş eski kaldırım taşlarının arasından başını hafifçe yukarı kaldırmış, masum ve mütevazi küçük sarı çiçeğe takıldı. Tek başına nasıl da güvenle çıkmış, güzelce duruyordu orada. Konferans bittikten sonra “OD” kitabını imzalatmış olmanın da mutluluğuyla sarı çiçeğin yanına gittim. Yavaşça eğildim, gülen gözleriyle bana baktı. Sordum çiçeğe: “Boynun neden eğridir Çiçek eydür… Boynum Hakk’a doğrudur.” Sarı çiçek beni kendine hayran bırakmıştı. Onu orda bırakmak istemedim. Nazikçe elimi uzattım, sordum çiçeğe: “Bahçene girsem nola Çiçek eydür… kokla beni geri dur.”**** Utandım bir an. Hemen çektim elimi. O bana az önce “Kalbim Hakk’a doğrudur” derken ben ne cüretle onu almaya yeltenmiştim? Değil miydi bu kainatta her şey O’na doğru, O’nun için? Benim küçük dediğim sarı çiçek ne kadar da büyükmüş oysa. Yavaşça kalktım çömeldiğim yerden. Arkamda Fabrika-i Hümayun’u, ahşap kokusunu, el açmış çenarlarını ve sarı çiçeği bırakarak ağır ağır uzaklaştım oradan. Yalnız ardımda kalmayan tek şey vardı: Bizim Yunus…
8
KIRGIZ GÜNEŞİ Büyük bir heyecan ve merakla o günü bekliyordum. 3 Mayıs 2013. Üniversitemizde ( Uludağ Üniversitesi) gerçekleşecek olan I.Uluslararası Geçmişten Günümüze Kırgız- Türk İlişkileri Sempozyumu’nun tarihiydi. Günler öncesinden kongrenin gerçekleşeceği kültür merkezinin önüne “Kırgız Çadırı” kurulmuştu. Nihayet 3 Mayıs günü Türkiye’den ve Kırgızistan’dan gelen akademisyenlerin, konukların katılımıyla çok büyük ve güzel bir tören gerçekleşti.
Açılış konuşmaları ve sergilerin ardından kültür merkezinin önüne kurulu Kırgız çadırına doğru gittim. Otağdan dışarılara kadar yayılan bir ses geliyordu. Büyük çadırdan içeri girdiğimde anladım ki bu ses ünlü Manasçılardan* Risbay Sıdıkov’un dilinden dökülen Manas’ın dizeleriydi. Bir Türk’ün içinde heyecan uyandıran, gurur veren destan okunurken bir yandan da etrafı inceliyordum. İçeri girdiğim anda her köşesi kırmızının hâkim olduğu el dokuması halıları, kurt postu, yay-ok asılı duvarları ve geleneksel kıyafetleriyle başında kalpaklarıyla bizleri karşılayan Kırgızlarla Atayurt’a, Orta Asya’ya götürmüştü çadır beni. Kırgız bayrağındaki güneşin aydınlattığı otağda, kulağımda Manas, burnumda bozkırın kokusu tüterken sanki bizleri uzun süredir izliyor gibi çerçevesinden
9
sessizce bakan Cengiz Aytmatov’la göz göze geldim. Aytmatov… Bozkırın bilgesi… Manas’ın 21. Yüzyıldaki kahramanı… “Çingiz Aga”… Kırgız güneşinden aldığı ışığı, kartalından aldığı özgürlüğü kalemiyle tüm dünyaya yayan Aytmatov da o anda bizimle otağdaydı, Manas’ın dizelerindeydi, Orta Asya’nın acı dolu topraklarındaydı. Yıllardır sürüp gelen azaplar, sürgünler, soykırımlar, mücadeleler okunuyordu gözlerinden. Sanki bakışlarının ardında “Gün Olur Asra Bedel” romanının Nayman Ana’sı mankurtlaştırılan** oğluna, bizlere, tüm Türklere sesleniyordu: “Adını hatırla! Kim olduğunu, nereden geldiğini hatırla…”. Beynimde yankılanmaya devam etti bu satırlar, “Hatırla… Kim olduğunu…” Ölümünün beşinci yılındayız şimdi Aytmatov’un. Her yıl 10 Haziran’da anıyoruz. Peki, anmaktan öteye geçiyor muyuz, anlıyor muyuz onu gerçekten? Okuyor muyuz, tanıyor muyuz? Neydi Aytmatov’a bu ölümsüz eserleri yazdıran? Neydi onu diğerlerinden ayıran, acıları neydi? II. Dünya Savaşıydı, Sovyet rejimiydi… Henüz dokuz yaşındayken babası Törekul Aytmatov tutuklanmıştı ve 1937 yılında kurşuna dizilerek katledilen 137 kişinin arasında ismi yer alıyordu. Babasından gelen son mektupta söylenenlere uyarak ailesiyle Talas’a giden Aytmatov’u orada daha acı günler bekliyordu. Okulda her gün kalkıp şunu söylemek zorunda bırakılıyordu: “ Benim babam devrim düşmanıydı, cezası verildi, ondan nefret ediyorum!” Eve gelip ağladığında Karakız Apası( Annesi) ona “Evladım senin baban hain değildi. Tarih elbet bir gün bizi aklayacaktır…” diyordu. Babasının mezarını bile bulamayan Aytmatov, yıllar sonra 1991’de 137 kişinin toprak altından çıkarılan kemiklerinin tespitlerinin ardından Törekul Aytmatov’un kemiklerinin toplandığı sandığın başında “Baba! 53 yıldır seni arıyordum, neredeydin!” diyerek hıçkırarak ağlayacaktı. Bu acılardı Nayman Ana’ya “Kim olduğunu, nereden geldiğini hatırla” dedirten. Bu azimdi Toprak Ana’ya “Hayır, ben değil, onlarla sen konuşmalısın, bir insansın sen. Onlara sen anlat!” cevabını verdirten. O sürülüp götürenler, o işkence edilenler, onları yok etmek Türk milletini yoksun bırakmak demekti. Onlar sadece bir can değil, bir MİLLET demekti. Manas bitmişti… Hepimiz uzun süre üstümüzden atamayacağımız bir ruh hâliyle ayrıldık otağdan. Baktım gökyüzüne, Güneşe… Aytmatov babasıyla ve bütün kahramanlarıyla kavuşalı beş yıl oldu. “Beyaz Gemi”ye binerek ayrıldı aramızdan. Artık o Kırgız bozkırlarında yankılanan yankısı tüm Türk ellerinde ve dünyada duyulan bir kahraman. Tıpkı romanlarında yer verdiği diğer kahramanlar gibi… Sonsuza kadar yaşayacak olan bir kahraman.
10
SİRÂCEDDİN MAHALLESİNDE BİR EV Orta Anadolu’nun bozkırlarına kurulmuş; eteklerinde tarihlerin yazıldığı, gölgesinde yüzlerce yıllık medeniyetlerin hüküm sürdüğü, Anadolu’nun milli mücadele kokan şehri… Cumhuriyet Caddesinden geçerken mütevâzi bir o kadar gururlu bir şekilde göründü Eski Meclis. Şehre bakarken penceremden giren rüzgâr beni Ankara’yı Ankara yapan; o kandil ışığında, harita başında geçen uykusuz gecelere, kâh omzunda süngüyle kâh elinde mürekkeple mücadele edilen o yıllara götürdü. Şehrin hürriyet, milliyet kokan caddelerinde gezmeye devam ettim.
Eski Anadolu evlerinin olduğu küçük mahalleye geldiğimde beni, günlük hayatın telaşını kenardan seyreden ancak göğe doğru uzanan uzun gövdesinin oluşturduğu gölgeyle varlığını hatırlatan saat kulesi karşıladı. Etrafını güvercinlerin sardığı kulenin yanında aradan geçilen küçük bir sokak fark ettim. Ayaklarım kendiliğinden girdi bu yola. Caddenin sonunda yükselen çam ağaçlarının çevrelediği, tek katlı, şirince, ahşap pervazlı eski bir konak göründü. Önünde “İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’un Evi” yazılıydı. Tahta kapısını yavaşça açışımla etrafımdaki insanlar kayboldu aniden. Basamakları çıktım bir bir. Mehmet Akif duvarlara sıra sıra asılmış çerçevelerden çıkmış;
11
“Âsım”a*, bana, gözlerimin içine bakıyordu adeta. Yemek odasında cemiyetten arkadaşlarıyla harbin son durumunu konuşuyorlar, boğazlarından bir lokma geçmiyordu. Oturma odasında, başından fesini çıkarmış, elleriyle alnını ovuşturarak hüzün ve endişeyle pencereden Sirâceddin Mahallesinin sokaklarına bakıyordu. Bir diğer tarafta gözlerinden dökülen yaşların ıslattığı samur kağıtlara: “…Asırlar var ki aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım Tesellîden nasibim yok, hazân ağlar baharımda; Bugün bir hânümânsız(evsiz) serseriyim öz diyarımda…”** dizelerini yazıyordu. Öbür yanda kurumadan kullanmaya çalıştığı mürekkebiyle kâğıt yoksunluğundan duvarlara ince ince işliyordu: “…Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı. Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı…” mısralarını. Gelen öksürük sesleri üzerine biraz ilerleyip yatak odasına gelince; yorganın altında, hastalıktan sararmış solmuş benzi, zayıf düşmüş bedeni, yarı kapalı gözleri, ellerini başının arkasına almış, dayanmış bir şekilde görünce “İstiklal Marşı Şairi”ni, tutamadım gözyaşlarımı. Yanaklarımdan süzülürken yaşlar: “Hudâ bilir ki dayanmaz, taş olsa bir sîne, O gözlerinde dönen sağnağın dökülmesine. Hayır! Yakar beni derdimle âşina çıkman, Bırak; ben ağlayayım sen çekil de karşımdan. Bela mı kaldı dünya evinde görmediğim? Bırak, şu yaşları, hiç yoksa görmeden gideyim.” *** Beyitleri okundu, Mehmet Akif’in gözlerinden. Güçlükle çıktım odadan. Trabzanlara tutunarak indim tahta basamaklardan. Titreyen ellerimle kapıyı yavaşça açarak çıktım. Saat beşi vuruyordu. Dönüş yolunda Eski Meclisten yükselen ay yıldızlı bayrağın arkasında gökyüzü kızıla bürünmüştü. Bir hilal uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyordu.
12
13