NBeyin Dergi

Page 1

OCAK 2016 SAYI

[n]Beyin DERGİSİ YAYINLARI

01 DOSYA

OTIZM OTİZM NASIL OLUŞUR SY12

PARANORMAL

OLAYLAR HAYALETLERLE İLGİLİ 10 BİLİMSEL GERÇEK SY46

İNSAN OLMA MÜCADELESİ BEYNİN EVRİMİ SY6

BAGIMLILIK BAĞIMLILIKLAR ÜZERİNE SY22


DERGİSİ YAYINLARI OCAK 2016 SAYI

01 BVV Yönetim Danışmanlığı Eğitim Araştırma Ajans Bilişim Ticaret Ltd. Şti. Adına İMTİYAZ SAHİBİ Nihat Çevik SORUMLU GENEL YAYIN YÖNETMENİ Dr. Sinan Canan KREATİF DİREKTÖR

22

BAGIMLILIK Dopamin (DA), vücutta doğal olarak üretilen bir kimyasaldır. Beyinde, dopamin reseptörlerini aktive ederek nörotransmiter olarak görev yapar. Dopamin, ayrıca, hipotalamustan da salgılanır ve kana karışarak nörohormon görevi yapar. Nörohormon olarak görevi hipofizin ön lobundan prolaktin salgılanmasını baskılamaktır.

DOSYA

Ozan Akdur SANAT YÖNETMENİ Eren Berktaş SORUMLU EDİTÖR Atlas Özlü YAYIN DANIŞMAN KURULU Dr. Oytun Erbaş Dr. Sultan Tarlacı Dr. Cem Mumcu Murat Menteş MALİ YÖNETMEN Süleyman Çevik İLETİŞİM KOORDİNATÖRÜ Gülçin Eke HUKUK DANIŞMANI Av. Serdar Seratlı SESLENDİREN Bahar Tuğba YÖNETİM ADRESİ Uğur Mumcu’nun Sokağı no 21/4 06700 G.O.P., Çankaya| Ankara TELEFON +90 312 428 08 67 info@brandway.com.tr www.brandway.com.tr

6

44

İNSAN OLMA MÜCADELESİ BEYNİN EVRİMİ

BAĞIMLILIK TEDAVİSİNDE HİPNOZ

Beynimiz, evrendeki en karmaşık aynı zamanda en hayranlık verici nesnedir. Henüz anne karnındayken beynimizdeki 100 milyar civarında sinir hücresinin görevlerini tek...

Sigara, alkol, alışveriş, seks ve madde bağımlıkları… Bugünümüzdeki birçok bağımlılığın, bilinçaltımızdaki köklerine inerek, bağımlılığa dayalı inançlarımızla mücadele eden, yaratıcı, kalıcı...

12

18

OYTUN ERBAŞ SÖYLEŞİSİ OTİZM

İstanbul Bilim Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi, Florence Nightingale Hastanesi Deneysel Cerrahi Araştırma ve Uygulama Merkezi sorumlusu ve [n]Beyin Projesi eğitmenlerinden Yrd....

VEDAT OZAN SÖYLEŞİSİ KOKU VE BELLEK

Kokunun yeryüzündeki varlığını araştırmak üzere çıktığı yolda yaptığı araştırmalar ve çalışmalar sonucu Kokular Kitabı ve Kokular Kitabı 2Parfümler isimli iki kitap yazan...


60 46 PARANORMAL OLAYLARA DAİR 10 BİLİMSEL AÇIKLAMA ABD merkezli kamuoyu araştırma şirketi Gallup’un 2005’te gerçekleştirdiği bir kamuoyu araştırmasına göre Amerikalıların %37’si perili evlere inanıyor.

[n] Beyin NEDİR? BUGÜNE KADAR NELER YAPTI? 2013’te kurulan [n]Beyin, bilim ile insan arasındaki mesafeyi kaldırarak beynimizi keşfetmek ve onu kalıcı olarak dönüştürmek üzerine ortaya atılmış bir fikir. Sinirbilimcilerden ve sanatçılardan oluşan [n]Beyin ekibi, verdiği bireysel ve kurumsal hizmetlerle şirketler, devlet kurumları, eğitim kurumları, sivil toplum örgütleri, kobiler, eğitmenler, öğrenciler ve çocuklar için beynin olanaklarını etkili bir şekilde kullanmayı vaat ediyor. Bunu da sahne gösterileri, seminerler...

66 80 CİNSİYET VE BEYİN

SOKRATES VE BİLİM

Cinsiyet kimi kaynaklarda hem biyolojik cinsiyeti hem cinsiyet rollerini veya cinsiyet kimliğini içine alan geniş bir kavram olarak kullanılsa da farklılıklarından bahsedeceğimiz...

Atina halkının Sokrates’e yönelttiği suçlama Savunma’da şöyle dile getirilir: “Sokrates suçludur: Yer altında, gökyüzünde olup bitenleri araştırıyor açıkça; eğriyi doğru diye gösteriyor...

86

96

GÖRME, GÖRSEL ALGILAMA ve FOTOĞRAF

Algı, daha önce bahsettiğimiz gibi nesnelerin bireyin duyu organları ile elde ettiği verilerdir. Algılanan ise gerçekliğin önemli bir bölümünü oluşturan nesnelerdir. Bir resme veya fotoğrafa...

ÇOCUKLARIMIZ VE TELEVİZYON

Bilindiği üzere günümüzde televizyonun olumsuz etkileri birçok platformda tartışılmaktadır. Olumsuz etkilerine değinmeden önce “Acaba televizyon olumlu bir etkiye sahip midir?”...

04 10 23 30 40 52 56 58 70 72 76 78 91 96 100 104 106 108 112

HADİ BAŞLAYALIM DANDİNİ DANDİNİ DASTANA MUSA GÖÇMEN ÖDÜL VE CEZA NİL GÜN BAĞIMLILIK NEDİR ÇOCUKLARDA TEKNOLOJİ VE İNTERNET BAĞIMLILIĞI BİLİMİ DEĞİL İNSANI ANLATMAK MESELE HİPNOZ ODAKLANMAKTIR N HABERLER RESMİN BÜTÜNÜNÜ GÖRMEK BEYNİNİZE AYNA TUTMAK EĞİTİMCİLER NEUROFEEDBACK’İ ONAYLIYOR TİYATRO SAHNESİNDE BİLİM 9 BİLİM KURGU FİLMİ SİNİRBİLİMİN TUHAF VAKASI: PHINEAS GAGE LİMBİK SİSTEMİN YAPISI SAĞLIKLI BİR ZİHİN İÇİN ÖNERİLER BEYNİMİZE İYİ GELENİ YİYELİM KİTAP RAFLARINDAN SEÇTİKLERİMİZ BU “İŞ”TE Bİ’ [N]ÖRO’LUK VAR!


EDİTÖR’ DEN

HADİ BAŞLAYALIM ATLAS ÖZLÜ EDİTÖR

2013’ten itibaren beyni insanlara anlatan [n]Beyin’ler, eğlenceli ve farklı eğitimleri, sahne gösterileri ve projeleriyle sizlerle bir araya geliyor. [n]Beyin projesi dahilinde okurla buluşan [n]Beyin Dergi’nin ilk sayısından herkese selam. İki aylık bir bilim dergisi olan [n]Beyin Dergi’de, [n]Beyin eğitimlerinde olduğu gibi herkes için anlaşılır olmayı ve beynimizin en karmaşık, bilinmez yanlarını ve farklı alanlardan yazı ve konuları keyifli bir dille sizinle paylaşmayı amaçlıyoruz. İlk sayımızda ele aldığımız dosya konumuz ‘Bağımlılık’. “Bağımlılık” dediğimizde herkesin aklına ilk gelen ‘madde bağımlılığı’ olsa da dosyamızın içinde de okuyacağınız ve bizim de hazırlarken bağımlılık üzerine bilmediğimiz pek çok şey olduğunu öğrendiğimiz bağımlılık çeşitleri ve nedenleri var. Bunlardan en ilgi çekecek olanının ‘ilişki bağımlılığı’ olacağı şüphesiz, çünkü sevdiklerimizle kurduğumuz bağların bir süre sonra bir sevgi bağı olmaktan çıkıp bağımlılık haline dönüştüğünü çoğu kez fark etmiyoruz.

[ 4 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

Bu konuyu dergimizde bizimle yazılarını paylaşan uzmanlara bırakarak dosya konumuz dışında neleri ele aldığımıza bir göz atalım: Beynimizin evriminden başlayan yolculukta beynin bölgeleri, yapısı, cinsiyet ve beyin, beynimize iyi gelecek önerilerle [n]Beyin’in temel aldığı konulara değindiğimiz sayımızda pek çok farklı başlıklara temas ettik. Sinemadan fotoğrafa, tiyatrodan felsefeye farklı disiplinlerin buluştuğu fikir ve düşüncelere yer verdik. Koku ve bellek üzerine hiç düşündünüz mü? Koku duyumuzun algılarımızı nasıl etkilediğini ya da kokuların hafızamızda nasıl bir yer oluşturduğunu... İşte Vedat Ozan bize koku duyumuzu ve kokuları anlatıyor. Ve hipnoz… [n]Beyin etkinliğine konuk olan hipnoz eğitmeni Barış Yıldırım bize hipnoz ile ilgili merak ettiğimiz konuları anlatırken, kendi kendimizi hipnoz etme yöntemlerine de değindi. “Hipnoterapi ile bağımlılıklarımızdan ve geçmişimizden bugünümüze taşıdığımız sancılarımızdan kurtulabilir miyiz?” sorusunun


altını çizerken, hipnoz ile ilgili bilinen yanlışları da konu aldık. TED Konuşmalarından tanıdığımız Jill Bolte Taylor’ın 2008 yılında yaptığı Taylor’a inen müthiş içgörü darbesi isimli TED konuşmasına kulak verdik. Taylor, bir bilim insanı olarak beyin üzerine araştırmalar yaptığı sırada geçirdiği beyin kanamasıyla kendi içgörgüsüne dönüyor. Ve beyin kanaması sırasında yaşadıkları Taylor için bir felaket, hastalık olmanın ötesinde bir deneyim ve beyin üzerine yaptığı çalışmaların bir parçası oluyor. Bu deneyimi anlatan Taylor, kendisini büyülenerek dinleyenleri, sağ beyni hissetmeye davet ediyor. Ve varoluşun en temel sorusu olan soruyu soruyor tüm içtenliğiyle: “Biz Kimiz?”… Jill Bolte Taylor’ın bu içten sorusuna verdiği yanıta gelmeden önce, [n]Beyin Dergimizin ilk sayısının siz okurlarıyla buluşmasının heyecanıyla ve umutla atılan her çalışma öncesi yükselen bir sesle [n]Beyin projesinde yer alan hocalarımız ve tüm çalışma arkadaşlarım adına yeniden kocaman bir merhaba tüm okurlarımıza.

“Biz kimiz?” İşte Jill Bolte Taylor’ın yanıtı: “Biz evrenin kudreti, yaşam gücüyüz. El becerilerimiz ve iki bilişsel zekâmız var. Ve anbean, bu dünyada kim olmak, nasıl bir insan olmak istediğimizi seçebilme gücümüz var. Tam burada, hemen şimdi, sağ yarıküremin bilincine geçebilirim; bizim olduğumuz yere. Ben evrenin yaşam gücü, kudretiyim. Ben, diğer her şey ile bir ve tek olan ve cismimi oluşturan 50 trilyon güzel moleküler dehanın yaşam gücü ve kudretiyim. Ya da; sol yarıküremin bilincine geçmeyi seçebilirim: Tek başına bir birey olduğum, bir cisim olduğum duruma. Akıştan ayrı, sizlerden ayrı… Ben Dr. Jill Bolte Taylor: entelektüel, nöroanatomist. Bunlar benim içimdeki “biz”ler. Siz hangisini seçerdiniz? Hangisini seçiyorsunuz? Ve ne zaman? İnanıyorum ki, sağ yarıküremizin o içsel huzur devrelerini çalıştırmayı ne kadar çok seçersek, dış dünyaya da o kadar çok huzur ve barış yansıtacağız ve gezegenimiz çok daha huzurlu bir yer olacak.”

Kış mevsiminin, soğuk havanın bizi iyice hareketsizleştirdiği, gündelik yaşamın zorunlu koşuşturmalarının içinde sıkıştığımız kısacık günlerde; kendimizi, beynimizi tanıyıp ve yalnız olmadığımızı hissettiren ortaklıklarımızda buluşalım. Ve hadi başlayalım…

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 5 ]


İNSAN OLMA MÜCADELESİ SİNAN CANAN

INSAN OLMA MÜCADELESI SİNAN CANAN DOÇ. DR.

B

Beynimiz, evrendeki en karmaşık aynı zamanda en hayranlık verici nesnedir. Henüz anne karnındayken beynimizdeki 100 milyar civarında sinir hücresinin görevlerini tek tek bilerek ve hatasız yapması,

birbirleriyle olan bağlantılarını en iyi şekilde kurup onlarca farklı tip hücreden hangisine dönüşeceklerini biliyor olması gerçekten hayret verici. Bilim ilerledikçe beynin nasıl çalıştığına dair birçok mekanizmayı aydınlatmayı başardı.

HOMO ERECTUS

HOMO ERECTUS [ 6 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ


Buna rağmen beynin çalışmasıyla ilgili bazı konular karanlıkta kalmaya devam ediyor. Çözmeye çalıştığımız yapbozun birçok önemli parçası hala eksik. Özellikle de insanlık tarihi boyunca bütün bu gelişmelerin nasıl ortaya çıktığı hakkında bilgimiz çok az. Beynimiz neden bu kadar karmaşık ve nasıl bir değişim gösterdi? Neden dengeyi korumaya özen gösteriyoruz? Neden yürüyor, konuşuyor ve hatta akşam yemek için ne pişireceğimizi düşünüyoruz? Neden gülüyor, neden ağlıyor ve neden tatil için belirli yerleri seçiyoruz? Ve en önemlisi, bizim beynimizle diğer memeli hayvanların beyinleri arasındaki fark ne?

BEYNIN EVRIMI İnsan türünün kökenine ve yüzyıllar boyunca uğradığı değişime dair çok sayıda teori bulunuyor ve bunlara her geçen gün yenileri ekleniyor. Darwin’in “evrim kuramı” bunların en önemlisidir. Bu kurama göre yaşayan tüm canlılar bir şekilde akrabadır ve hepsi tek bir ortak

HOMO SAPIENS

HOMO SAPIENS

kökenden gelişerek bugünkü çeşitliliğine ulaşmıştır. Darwin’in genel teorisi yaşamın cansız nesnelerden türediği yönündedir. Ana vurgusu tamamen natüralist (tabiat kanunları dışında yönlendirme olmadan) bir yaklaşım olan “uyarlanmayla türeme”dir. Fakat yaşamın evriminden bahsettiğimizde sadece fiziksel görünüşümüzdeki değişimden bahsetmiyoruz. Bedenimizle ilgili her şey değişim

gösteriyor; düşünce, bilincimizin niteliği ve daha birçok şey... Farklı türlerin beyinleri incelendiğinde insan beynindeki hücreler, moleküller, nörotransmitterler ve sinapslar neredeyse tamamen diğer türlerinkiyle aynı. Yani böcek, sürüngen, balık ve memelilerin tamamı aynı yapıtaşlarından oluşuyor. İnsanla diğer hayvanları karşılaştırdığımızda bazı özelliklerin yalnızca insana özgü olduğunu görüyoruz. Mesela diğer canlılardan hangisi mizahtan ya da güzellikten anlıyor olabilir? En azından şimdiye kadar ziyaret etme şansına erişmiş olanlarımız, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin güzelliğini deneyimlemiştir. Burayı ziyaret eden herkes zamanda donmuş nice mucizeye şahitlik edebiliyor. Bir de müzeye giden bir köpeği düşünün. Acaba zihinsel tepkileri aynı mı olurdu? Elbette hayır! Öylesine ortalıkta gezinir ve ancak arkeoloji hayranlarından oluşan kalabalığı gördüğünde belki biraz heyecanlanırdı. Beynimizin bir başka yeteneği de doğru ve yanlışı ayırt edebiliyor olmasıdır. Hayvanlar içgüdüleriyle davranır ve en az dirençle karşılaşacakları yolu tercih eder. İnsan ise toplumun tüm baskı ve direncine karşı koyarak kendisi için doğru olduğunu düşündüğü hedeflere doğru ilerleme ve düşüncelerini farklı derecelerde kontrol edebilme yeteneğine sahiptir. [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 7 ]


İNSAN OLMA MÜCADELESİ SİNAN CANAN

BEYNİN BOYUTU ZEKA İLE DOĞRU ORANTILI MI? Beyin eski dönemlerde nispeten çok daha sade bir yapıya sahipti. Günümüzde daha basit yapılı beyin örneklerini kurtçuklar, böcekler ve sümüklüböcekler gibi en alt canlılık düzeylerinde görebiliyoruz. Bu ilk beyinler, çoğunlukla yüzlerce sinir hücresinin bir araya gelmesinden oluşan ganglionlar biçimindedir. Daha gelişmiş organizmalardan olan balık ve iki yaşamlıların belirgin olan beyinleri, beden büyüklükleriyle kıyaslandığında oldukça küçüktür.

Sürüngenler ve kuşlar, görme ve koku alma gibi özel duyulara ayrılmış uzman alanlara sahiptir. Memelilerde ise çok farklı biçim ve boyutlarda beyinler görebiliyoruz. Yeryüzündeki en büyük memeli beyni mavi balinaya aittir ve 1.4 kg ağırlığındaki insan beynine karşılık yaklaşık 6 kg ağırlığa sahiptir. Yapılan araştırmaların sonucunda beynin boyutunun düşünüldüğü kadar önemli olmadığının görülmesiyle beraber zekâ ve insan bilişine dair anlayışımızda köklü değişiklikler gerçekleşti. Kuzey Amerika’da yaşayan bir tür sinek kuşunun beyni, bir gramın altındaki ağırlığıyla belki de en küçük beyinlerden biri. Fakat 6 kg ağırlığındaki mavi balinanın

SIÇAN VÜCUT AĞIRLIĞI 200 G

BEYİN AĞIRLIĞI 3G

HAYVANIN YÜZDE KAÇINI BEYİN OLUŞTURUYOR?

%1.5 İNSAN VÜCUT AĞIRLIĞI 70 KG

BEYİN AĞIRLIĞI 1.3 KG

İNSANIN YÜZDE KAÇINI BEYİN OLUŞTURUYOR?

%1.9 ASLAN

VÜCUT AĞIRLIĞI 200 KG

BEYİN AĞIRLIĞI 200 G

HAYVANIN YÜZDE KAÇINI BEYİN OLUŞTURUYOR?

%0.1

MAVİ BALİNA VÜCUT AĞIRLIĞI 60000 KG

BEYİN AĞIRLIĞI 6 KG

HAYVANIN YÜZDE KAÇINI BEYİN OLUŞTURUYOR?

%0.01 [ 8 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

beynini düşündüğümüzde bu iki beynin muhteşem çeşitlilikteki davranışları üretebildiğini görüyoruz. Her iki canlı da sesle iletişim kuruyor, erkekleri cezbediyor, yavrularına bakıyor ve mevsimlere bağlı olarak uzak yerlere göç ediyor. Ayrıca, minicik beyne sahip olan sinek kuşu çok karmaşık çiftleşme dansları ve yuvalar yapıyor, çiçekleri bulmaya yönelik ilginç örüntü-tanıma problemlerini rahatlıkla çözebiliyor. Bu noktada, beynin boyutlarından ayrı olarak beyin büyüklüğü ile vücut büyüklüğü oranından da bahsetmemiz gerekir. Bu oran, insan veya başka bir canlının zekâ düzeyini yansıtan önemli bir değer olarak karşımıza çıkıyor.

Buradan da anlaşılacağı üzere yanlızca beynin ağırlığına bakarak o canlının zihinsel kapasitesi hakkında doğru bir yargıya varmamız pek mümkün değil.


İNSAN BEYNİNİN EVRİMİ SENARYOLARINA ÖZET BİR BAKIŞ Hominid (insansı) beyinleri 3-4 milyon yıl içinde, 400 gramdan, insandaki ağırlığıyla bugün 1400 grama kadar büyümüş görünüyor. 1.7 milyon yıl öncesinde yaşadığı tahmin edilen ve Homo erectus olarak isimlendirilen insansı canlının beden olarak aslında günümüz insanından çok da küçük olmadığını fakat beyin hacminin neredeyse insan beyninin yarısı olduğunu biliyoruz. Beynin evrimi ve gelişimi hakkında bilim insanlarının üzerinde çalıştığı birçok soru var; fakat evrim açısından bakıldığında, beyin büyüklüğü ve zekânın çok avantajlı olduğuna dair birçok kanıt birikmiş durumda. Daha zeki olan yunuslar, şempanzeler ve insanlar gibi memelilerin beyinleri, küçük kafatasına daha fazla yüzey sığdırabilmek amacıyla çok daha kıvrımlı iken daha az zekâ gösteren hayvanların beyin yüzeyleri genellikle daha düzdür. Bununla birlikte zekâyla en doğrudan ilişkili olan parametrelerin başında, beynin bedene göre büyüklük oranı gelir. İlginç bir şekilde biz annelerimizin karnında gelişirken altıncı aya kadar beyinlerimiz oldukça düzgündür ve kıvrımlar doğumdan birkaç hafta önce şekillenir.

BEYİN NEDEN SÜREKLİ BÜYÜDÜ VE NEDEN ZEKÂ GİTTİKÇE ARTTI? Evrimsel bakış açısıyla açıklamaya çalışırsak aslında senaryolar oldukça mantıklı. Milyonlarca yıl önce neler olduğunu elbette kesin olarak bilme şansımız yok. Fakat elimizdeki kanıtlardan yola çıkarsak büyüyen beyinlerimizin ve artan zekâmızın bize tabiatta hayatta kalmamız için avantaj

sağladığını söyleyebiliriz. Nesiller boyunca beyni daha büyük olan, daha karmaşık stratejiler üretebilen, bireyler arası iletişim ve işbirliğinde en yetenekli olan atalarımızın bu sayede hayatta kalmayı başardığını düşünebiliriz. Zira bugün insanı diğer memeli türlerinden ayıran en önemli özelliklerden biri çok sayıda bireyin ortak bir amaç uğruna işbirliği yapabileceği bir zihinsel donanıma sahip olmasıdır. Milyonlarca insan farklı inanç, ideoloji veya amaç etrafında toplanarak farklı stratejilerle hem çok büyük medeniyetlerin kurulmasına hem de büyük yıkım ve acılara neden olabiliyor. Başka hiçbir canlının beyni bu kadar büyük bir sosyal işbirliğine izin verecek yetenekte değil.

Enerji oburu olan beynimiz günlük şeker tüketimi ve kan dolaşımımızın beşte birine ihtiyaç duyar. Hâlbuki beyin vücudumuzun hacim ve ağırlık olarak sadece yüzde beşini kaplar. Böyle büyük ve açgözlü bir sistemi beslemek için de ciddi miktarlarda enerji alımı gerekir. Beyninizi sadece ot veya çiğ et yiyerek besleyemezsiniz; çünkü sindirimi çok zahmetli olan bu besinleri tükettiğinizde gününüzü sadece yemek yemekle geçirmek zorunda kalırdınız. İnsanın büyük bir beyni besleyebilmesi için en önemli avantajı yemekleri ateşte pişirmeyi öğrenmesidir. Çünkü pişen besinler çok daha hızlı sindirilir ve böylece bol miktarda kalori kısa zamanda vücuda alınmış olur. Belki bir kaza eseri keşfedilen pişirme süreci, beynin gelişiminin önündeki en büyük engellerden birisi olan enerji engelini de aşmamızı sağlamış olabilir.

ANLAMASAK NE OLUR?

Araştırmacılar özellikle 2 milyon yıl kadar önce insansılarda ortaya çıkmış gibi görünen ayakta dik durma özelliğinin beyinleri çok daha hızlı geliştirdiğini düşünüyor. Bunun en önemli nedeni ise, artık serbest kalan ellerin, ilave birtakım işler için kullanılabiliyor olması. Beynimizin çok önemli bir kısmının ellerimizin hareketlerini kontrol etmek için ayrılması da bu önemli bedensel değişikliği takiben ortaya çıkmış gibi görünüyor. Ellerini kullanmak için daha büyük beyin alanına sahip olanlar, daha marifetli oldular, daha fazla hayatta kalmayı başardılar.

Hayatın nasıl çeşitlendiğini anlamak insanlığın en temel konularından biridir. Eğer canlılık geçmişimizi bilir ve diğer milyonlarca türle birlikte nasıl gelişip dünyaya yayıldığımızı anlayabilirsek beyinlerimizin o güzelim öyküsünü de anlayabilecek ve böylece bilimde yeni ve büyük bir devrimi daha yaşayabileceğiz. Dünyanın güneş etrafında dönen gezegenlerden biri olduğunu anlamamızı sağlayan Kopernik’in çalışmaları gibi Darwin’in fikirleri de böyle bir devrimdir. Beynin evrimini anlamak yaşamın tarihinde yeni bir bölümün başlangıcı olacak ve bu büyük değişiklik hayatımız boyunca cevabını aradığımız birçok soruya cevap bulmak için yepyeni yollar keşfetmemizi de sağlayacaktır. O zamana kadar beklemek ve elimizdeki teoriler üzerinde bolca düşünmek zorundayız gibi görünüyor. [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 9 ]


DANDİNİ DANDİNİ DASTANA MUSA GÖÇMEN

i d da n i n MUSA GÖÇMEN MÜZİSYEN

BELKİ DE DANDİNİ DANDİNİ DASTANA’YLA BAŞLAMALIYIZ Hayatımızın büyük bölümü dinlemekle geçiyor. Etrafımızda olan her şeyi dinleyerek ve bizim için gerekli olanları ayıklayıp dikkate alarak bir ömür geçip gidiyor.

[ 1 0 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

Peki, bu ayıklama işlemini kim gerçekleştiriyor? Elbette beyin! Her işittiğini “dikkate almayan” bir beynimiz var. Sanırım bunun için hepimiz müteşekkiriz; zira bunca gürültünün arasında zihinsel sağlığımızı kaybetmemiz çok da zor olmazdı. Bizim için gerekli olanı seçen beyin, bunu rastgele yapmıyor, yıllar içinde beynimize öğrettiğimiz müzikal ve ses örüntüsü deneyimleri sayesinde yapabiliyor. Dinlediğimiz her şey algımızı değiştiriyor, müziği daha farklı algılamamıza ve kendine özgü duygusal etiketleme sistemleri geliştirmemize yol açıyor. 1960’lı yıllardan beri Nörobiyoloji ve Nöropsikoloji alanlarında müziğin beyin ve çocuk gelişimi üzerindeki etkisiyle ilgili araştırmalar yapılıyor. Anne karnındaki bebeğin ilk işitsel


a t a a n s d i dn faaliyetlerinin gelişimiyle beraber başlayan doğru bir müzik eğitimi, zekâyı, dil eğitimini, sosyal gelişimi, beraber çalışma kültürünü ve belleği olumlu etkiliyor. Anne karnında ilk dinlediğimiz annemizin iç seslerinden sonra ne dinleyeceğimize, ne yiyeceğimize ilk olarak ebeveynlerimiz karar veriyor. Yediğimize, içtiğimize dikkat ettikleri kadar ne dinlediğimize dikkat ettiklerini söyleyemeyiz. Hâlbuki yenileniçilen şeyler birkaç saat içinde büyük oranda vücuttan atılırken araştırmacılar dinlenen müzik ve seslerin çoğu zaman bir ömür boyu beyin devrelerimize adeta kazındığını söylüyor. Mesela 80 yaşına gelmiş, hayatı boyunca birçok müzik dinlemiş bir insan, annesinin ona söylediği bir ninniyi duyunca birden çocuk oluyor, annesinin sımsıcak göğsündeki huzuru hissediyor.

Dandini Dandini Dastana

Mircan Kaya’nın sesinden, “Dandini Dandini Dastana”yla başlamalıyız belki de. Her şeye yeniden başlamalıyız. O ninniden öyle bir keyif almalıyız ki geçmişte beynimize müzik diye kazınmış olan o “gürültüler” silinsin gitsin. Yerine ne olmasını istiyorsak o gelsin. Müziği dinleyelim. Ama öyle basitçe değil; düşünerek, hissederek ve yaşayarak... Bence o zaman bulacağız ruhumuz için gerekli olanı. [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 1 1 ]


OYTUN ERBAŞ SÖYLEŞİSİ OTİZM

ÖZGE KARABULUT

İstanbul Bilim Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi, Florence Nightingale Hastanesi Deneysel Cerrahi Araştırma ve Uygulama Merkezi sorumlusu ve [n]Beyin Projesi eğitmenlerinden Yrd. Doç. Oytun Erbaş ile otizm üzerine konuştuk. Beyin üzerine yaptığı çalışmalarda fare deneyleri yapan Erbaş, gebe dişi farelerle yaptığı deneysel çalışmalarda anne karnında yalnızca şekerli su ile beslenen hayvanlarda sinirsel göçün bozulduğunu ve bunun otizm olasılığını arttırdığını dile getirdi.

[ 1 2 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

O T I Z M

OTİZM NEDİR, NASIL OLUŞUR?

O

Otizm, anne karnında başlayan gelişimsel bir bozukluktur. Bir bebeğin beyni, gebelik sürecinde oluşmaya başlar. Bu süreçte, beynin her bölgesinde farklı olmak üzere, anne karnındaki sinir hücrelerinin bazıları aşağıdan yukarıya bazıları da sağdan sola göç eder ve sinir hücreleri birbirleriyle bağlantılar kurar. Bu bağlantıların sağlıklı bir şekilde kurulamayışı birçok olumsuz sonuçlara neden olabilir. Otizm de bu sonuçlardan biridir. Sinir hücrelerindeki hatalı göç sonucu oluşan otizmli beyindeki bağlantıların, sağlıklı bir beyindeki bağlantılara oranla sayıları daha az ve bu bağlantılar niteliksel açıdan hatalıdır. Tamamen yanlış bağlanan sinir hücreleri yukarı doğru uzaması gereken bir ağacın yerin altına doğru uzanması misali bambaşka bir örüntüde kendini gösterir. Kişilerin beyinlerindeki bağlantıların farklılığı kişinin duyusal ve motor işlemlerinde bozukluklar, denge problemleri ve daha birçok fonksiyonel bozukluğu beraberinde getirir.

OTİZME NE SEBEP OLUR?

G

Genlerin etkisinden büyük ölçüde söz edebiliyoruz. Tek yumurta ikizlerinde %77, çift yumurta ikizlerinde ise %31 oranında bir uyum söz konusudur. Yani bebeklerden biri otizmli ise diğerinin olma olasılığı, tek ya da çift yumurta ikizi olmasına göre bu yüzdelere sahiptir. Ailede bir kişide otizm varsa o ailede başka bir bireyde otizm görülme olasılığı hiç otizm görülmemiş bir aileye göre daha yüksektir. Ancak günümüzde hangi genin yahut gen bileşenlerinin etkisi olduğu noktasında bir bulgumuz yok. Genetik oranlarının %100 olmadığına dikkat çekecek olursak çevresel bir takım etkilerden söz etmeliyiz. Otizm anne karnında başlayan bir süreç olduğu için, bir kadının gebelik süreci otizme etki


eden en önemli çevresel faktörlerin başında gelir. Gebe bir kadının yaşadığı hastalıklar, geçirdiği enfeksiyonlar, beslenme şekli ya da yoğun stres gibi birçok etken otizme yatkınlıkta belirleyici rol oynayabilmekte. Gebe dişi sıçanlarla yaptığım deneysel çalışmalarda anne karnında yalnızca şekerli su ile beslenen hayvanlarda nöronal (sinirsel) göçün bozulduğunu ve bunun otizm olasılığını arttırdığını gözlemledim. Tek tip beslenme bir stres kaynağıdır ve bu stres bizi otizm sonucuna bir adım daha yakınlaştırır. Bu noktada gebelik süreci sağlıklı, dengeli ve dikkatli geçirilmesi gereken çok önemli bir süreçtir. Ayrıca ABD’de Yale, Harvard ve Washington üniversitelerinde yapılan araştırmalara göre otizm olasılığı anne-babanın yaşı ilerledikçe artar ve 35 yaş üstü babalarda bu olasılık daha fazladır.

kuramama; nadiren dikkatinizi çekme; ellerde, ayaklarda, bacaklarda sertleşme veya el bileklerini çevirme gibi olağan dışı vücut hareketleri, olağan dışı duruş ve diğer tekrarlayıcı davranışlar; onu kaldırmak istediğinizde size doğru uzanmaması; yuvarlanma, emekleme gibi hareketler açısından motor gelişim geriliğidir.

OTİZMİN BELİRTİLERİ NELERDİR?

O

Otizm 3 yaşına kadar tespit edilebilir ve bazı belirtilerle kendini gösterir. Bu belirtiler BKKI (Baltimore Kennedy Krieger Institute) Direktörü Dr. Rebecca Landa tarafından 10 madde şeklinde tanımlanmıştır. Bunlar, kendisine bakan kimselere nadiren gülümseme; başkalarının çıkardığı sesleri veya gülücük gibi hareketleri nadiren taklit etme; ses çıkarmada gecikme veya nadiren ses çıkarma; 6-12 aylıkken ismine tepki vermeme; 10. aydan itibaren el işaretleri ile iletişim ve göz teması

OTİZMLİ BİREYDEKİ FARKLILIKLAR NELERDİR?

Y

Yeniliğe direnç, otizmde fazlasıyla belirgin bir niteliktir. Birey yeni olanı istemez, alışkanlıklarına düşkündür. Stereotipik olanı, yani tekrarlananı tercih etme de otizmde görülen başka bir niteliktir. Her gün aynı sokaktan geçmek ve aynı yemeği

yemek gibi tipik davranışlar sergileyen otizmli bireyler, kendi davranışlarında olduğu gibi çevrelerinde de tekrarlananı görmeyi severler. Mesela bir kapı onlar için açık ya da kapalı değil sürekli açılıp kapanır halde olmalıdır. Dönen pervaneler gibi 2 fonksiyonlu hareket sergileyen nesneleri seven otizmli bireyler saatlerce bu nesnelerle vakit geçirebilirler. Çoğunlukla kafa sallama hareketini de severler ve iki bardak arasındaki döngüsel su alışverişini saatlerce zevkle sürdürebilirler. Farelerde üzerinde yaptığım bir deneyde, bir farenin her iki yanına birer fare yerleştirdim. Bunlardan biri farenin geçmişte tanıdığı, diğeri ise daha önce tanımadığı bir fareydi. Otizmli farelerin tanıdıkları fareyle daha fazla vakit geçirdiği ve yeni fareyle ilgilenmediği, sağlıklı farenin ise yeni olanla daha çok ilgilendiğini gözlemledim. İlgi alanını tek bir konuya odaklama ve bu konuda tekrar eden davranışlar sergileme, yani otizm spektrum sendorumu çeşitlerinden biri olan Asperger, bu sendromların %10’unu oluşturur. Otizmli bireylerin iletişim istekleri olur, sözel konuşma yetenekleri vardır; ancak empati kuramadıkları için çevreyle iletişim konusunda sıkıntı yaşarlar. Bu bireyler ilgilendikleri konuyla ilgili her türlü detaylı bilgiye sahip olacak kadar zamanın çok büyük bir kısmını o konuya adarlar. Bilişsel ve akademik yetenekleri daha fazladır. Tarihte birçok bilim insanı ve sanatçıya Asperger tanısı konulmuştur.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 1 3 ]


OYTUN ERBAŞ SÖYLEŞİSİ OTİZM

Albert Einstein

Bilinen Otizmli Kişiler

O

L. Van Beethoven

Carl Jung

W. Amadeus Mozart Isaac Newton

[ 1 4 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

Thomas Edison

Franz Kafka

Friedrich Nietzsche

Gustav Mahler

Otizmde çok temel bir tanıma fonksiyon bozukluğu söz konusudur. Yaptığım çalışmalarından birinde, farelerin her iki yanına birer kutu yerleştirdim. Bu kutulardan birinin içinde bir fare vardı, diğeri ise boştu. Böyle bir koşulda otizmli bir farenin boş kabı, sağlıklı bir farenin ise içinde fare olan dolu kabı seçtiğini gözlemledim. Otizmli farelerin burada içi dolu kaptaki fareyi tanıyamadığı için boş kutuyu tercih ettiğini, sağlıklı farenin ise arkadaşının yanında olma arzusuyla dolu kabı tercih ettiğini söyleyebilirim. Yani otizmli fare kendi türünü tanımamış, onunla birlikte olma ihtiyacını hissetmemiştir. Otizmde görülen belirgin niteliklerden biri bireylerin kendilerinden üçüncü şahıs olarak bahsetmeleridir. Mesela Ahmet ismindeki otizmli bir çocuk “Ben çok acıktım.” demek yerine “Ahmet bugün çok acıktı.” demeyi tercih eder. Otizmliler, kendi eliyle göstermesi ya da yapması gerekeni başkasının eliyle yapmayı severler.


OTİZMLİ BİREYLERDE İLETİŞİM NASIL SAĞLANIYOR BİRAZ BAHSEDEBİLİR MİSİNİZ?

O

Otizmdeki en temel iletişim problemi otistik bireylerin göz teması kuramamasıdır. Sağlıklı bir bebek henüz 3-4 aylıkken göz teması kurmaya başlarken otistik bireyler hayatının hiçbir aşamasında göz teması kuramazlar. Ayrıca dil gelişimleri de bozuk olan otistik bireyler yüzleri tanıyamadıkları için iletişim halinde oldukları insanların yüzleriyle ilgilenmez ve onlara garip garip bakarlar. Bu yüzdendir ki halk arasında ‘garip’ olarak nitelendirilen bireyler, çevresiyle sağlıklı ve etkili bir iletişim kuramamaktadırlar.

BU KİŞİLERDE İLETİŞİM KURMA YETİSİNİ GELİŞTİRMEK MÜMKÜN MÜ?

B

Birliktelik algısını ve sosyal iletişimlerini arttırabilecekleri oksitosin hormonu takviyesi önemlidir. Sevgi hormonu olarak da bilinen oksitosin sayesinde en yakınındakileri daha çok tanıma olanağına kavuşan otizmli bireyler, böylece minimal sosyal interaksiyona sahip olabilirler. Ayrıca düzenlenen birçok proje kapsamında otistik bireylerin iletişim yollarını iyileştirme

ve başka iletişim yollarını kullandırmayla ilgili çalışmalar yürütülmektedir.

OTİZMLİLERDE ÖĞRENME SORUNLARI YAŞANDIĞINI BİLİYORUZ. BUNUN SEBEBİ NEDİR?

O

Otizmli bireyde, temelde öğrenmeyi sağlayan aynalama işlemi sekteye uğramıştır. Aynalama işlemi ödül-ceza usulüyle algı sistemi üzerinden davranışlara nüfuz ederek çalışan sistematik bir modeldir. Bu modele göre çocuk, davranışları ve bu davranışların sonuçlarını gözleyerek onları değerlendirir ve öğrenir. Mesela çocukken yemek masasının üzerine çıktığımızda alacağımız olumsuz bir tepki üzerine bu davranışı bir daha tekrarlamayışımız aynalama işlemini anlatır bize. Bu işlem, beynin inferior frontal girus kısımında ayna nöronlar tarafından gerçekleşir. Otizmli bireyde görevini sağlıklı bir biçimde gerçekleştiremeyen ayna nöronlar, bireyleri hayatlarındaki en temel ögelerin başında gelen öğrenme yetisinden ve öğrenemedikleri için de dolayısıyla öğretme yetisinden mahrum bırakır. İnsanlar, öğrendikleri doğrultusunda davranır. Çocukken annemizin kızgın bir yüz ifadesi takınıp ardından kulağımızı çekmesi, bize o yüz ifadesinin kötü olduğunu öğretir ve annemizi kızdırmamayı öğreniriz. Oysa

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 1 5 ]


OYTUN ERBAŞ SÖYLEŞİSİ OTİZM

otizmliler için böyle bir öğrenme söz konusu değildir. Onlar için yüz ifadesinin ve davranışın hiçbir anlamı yoktur. Annesi öfke krizi geçirse dahi o bunun farkında olmayacaktır ve dolayısıyla da öğrenemeyecektir. Ayrıca hatalı bağlanan nöronlarından ötürü otistik bireyler konuşma ve öğrenme problemleri de yaşamaktadır. Sağlıklı çocuklar gibi okula gidemeyen otistik bireylerin %80’i zekâ testlerinde düşük puanlar almış ve zekâları geri olarak nitelendirilmiştir. Oysa normatif zekâ testlerinden yola çıkarak otistik bireylerin zekâlarının geri olduğunu iddia etmek de yanlıştır. Belki de keşfedemediğimiz bambaşka bir öğrenme stilleri vardır ve bunun sonucunda gelişen başka türden bir zekâya sahiptirler.

OTİZMİN GÖRÜLME OLASILIĞI CİNSİYET BAZINDA FARKLILIK GÖSTERİR Mİ?

O

Otizm, erkeklerde kadınlara oranla 3 kat daha fazla görülür. Kadınlardaki dişilik hormonu olan östrojen, nöronların göçmesi sırasında çevresel faktörlerin bertaraf edilmesini sağlar ve bir nevi tampon gibi nöronun verdiği cevabı daha küçük hale getirebilir. Ancak erkeklerde fazlaca bulunan testesteron çevresel etkilere duyarlıdır ve nöronlara ani cevaplar vermeyi öğretir. Ani hareketlerle hata olasılığını arttıran nöron yanlış büyüme kararı alabilir; bu da kişiyi hatalara daha yatkın hale getirir. Kadınlarda

[ 1 6 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

yanlış bağlanan nöronun gelişimi bu tedbir ve fren mekanizmasıyla engellenebilirken erkeklerde ani kararlar neticesinde düzeltme daha az olur. Yani erkekler testesteronlarının mağduru oluyor diyebiliriz.

PEKİ, OTİZM TIPTA HANGİ KATEGORİDE ELE ALINIYOR?

T

Tıpta analiz etme kolaylığı açısından aslında birçok ortak noktası olan hastalık, küçük farklılıklarından ötürü sınıflandırılır. Otizm geçmişte “çocukluk çağı şizofrenisi” diye isimlendiriliyordu. “Şizofreni” ifadesi, otizmli bireylerin standart bir insana göre farklı davranışlar sergilemesinden ve otizmli bir beynin şizofrenik bir beyne benzetilmesinden dolayı kullanılıyordu. Yapılan deneylerde otizmli bir hayvanın büyüdüğü zaman şizofrenik davranışlar

sergilediği görülmüştür. Şizofreni otizme göre daha geç ortaya çıktığı için bir farklılıktan söz edilebilir; ancak belki de şizofreni ve otizm aynı hastalığın farklı kollarıdır. Günümüzde ayrı ayrı ele alsak da otizm, obsesyon, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu gibi psikolojik semptomlar benzer birçok yönünden ötürü eskiden otizm başlığı altında toplanan hastalıklardı. Kim bilir bu hastalıklar belki de aynı grup hastalığın alt gruplarıdır. Belki de gelecekte bu hastalıkları sınıflandırmayı bırakıp hepsine birden “fronto-temporal göç anormalleri” diyeceğiz.


[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 1 7 ]


VEDAT OZAN SÖYLEŞİSİ KOKU VE BELLEK

BUSE KAYNARKAYA

Kokunun yeryüzündeki varlığını araştırmak üzere çıktığı yolda yaptığı araştırmalar ve çalışmalar sonucu Kokular Kitabı ve Kokular Kitabı 2- Parfümler isimli iki kitap yazan Vedat Ozan’la bellek ve koku ilişkisi üzerine konuştuk. Uzun yıllar Açık Radyo’da “Koku” isimli bir program yapan Ozan, aynı zamanda Bilgi Üniversitesi’nde “Duyuların Kültürel Tarihi” isimli bir ders veriyor ve “Kokucuk” isimli atölyesinde uygulamalı koku atölyeleri düzenliyor.

[ 1 8 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

LİMBİK SİSTEME DOLAYSIZ OLARAK ERİŞİMİ OLAN TEK DUYU:

KOKU DUYUSUNUN TARİHSEL EVRİMİNDEN BİRAZ BAHSEDER MİSİNİZ?

K

Koku duyusu, bugünkü beyin yapımıza geçmeden önceki evrede ortaya çıkan bir duyudur. Yani bilişsel ve soyut düşünebilmeye veya lisan kullanabilme yeteneğine kavuşmadan çok önceleri insan kokuyla tanışmış. Koku bir haz veya keyif olsun diye değil, insanın biyolojik çekirdeği içindeki bazı unsurları karşılayabilmek için var olmuş. Yani kısaca, kokunun

varlık sebebi bir uyaran olması. Bu sayede tehlike veya riskin yön ve yoğunluğu hakkında bilgi sahibi olabilmiş, av olmaktan kurtulabilmiş, beslenebilmiş ve doğru üreyerek türü bugünlere kadar getirebilmişiz. Elbette süreç içinde çevreye uyum sağlama çabası ve onunla beraber o biyolojik çekirdeğin üzerine örülen sosyal kabuk pek çok değişimi beraberinde getirmiş, değişen parametrelerle beraber öne çıkan duyuların sıralaması değişmiş gibi görünüyor. Yani artık görsellik hâkim bir dünyada yaşıyormuşuz gibi gelebilir pek


çok kişiye; ancak unutmamak lazım ki her deneyim aslında bir çoklu duyu deneyimi ve her deneyimde o duruma has olmak kaydıyla başrole çıkan duyu değişebiliyor. Dolayısıyla genel bir duyular hiyerarşisinden söz etmek bu ilişkiler ve geçişkenlikler bağlamında pek doğru değil. Bu anlamda koku duyusunun evriminin hala devam ettiğini söyleyebiliriz; bu eksi ve artısıyla böyle. Misal, kokuyla beraber çalışan feromon algımız, yani vomeronazal organımız zaman içinde işlevsizleşmiş. Neden? Çünkü artık hayatımızda başka kavramlar var ve hayvanların kullandığı o kimyasal iletişim formu bizim için yaşamsal önemde değil.

aşikârdır; bu da gidilecek daha çok yol olduğunu gösteriyor. Sadece bellek değil koku algısına ilişkin her alanda önceden bilmediğimiz pek çok yeni bilgiye vakıf oluyoruz gün geçtikçe. Bu anlamda akademik kariyer bağlamında en bereketli alanlardan biri diyebilirim. Kokunun lezzetle olan bağını da düşünürsek endüstri için de desteklenmesi cazip bir alan koku algısıyla ilgili çalışmalar.

iradi olmayan bir yolculuğun bileti haline geliyor. Küçük bir çocukken astım krizlerinden kurtulsun diye gönderildiği halasının yanında geçirdiği günlerde ona ikram edilen aynı çay ve kek, birbiri ardına dökülmeye başlayan anılarla beraber 3000 sayfalık Kayıp Zamanın İzinde isimli esere dönüşüyor. Bu olaya da Proust Fenomeni deniliyor. Yani çocuklukta maruz

KOKU VE HAFIZA İLİŞKİSİNDE SİZİN DE KULLANDIĞINIZ BİR TERİM VAR, “PROUST FENOMENİ” NEDİR?

kaldığımız bir kokunun ileride tekrar duyumsanması halinde aynı günlere doğru bir bellek yolculuğunun başlaması, epizodik hafıza dâhil pek çok bellek unsurunun devreye girmesi ve peşinde duygu durumların da simüle edilmesi hali. Bunda koku duyusunun işlendiği merkez olan limbik sistemin aynı zamanda hafıza ve duygudurum işleme merkezi olmasının ve kokunun diğer duyusal uyarılardan farklı olarak bu bölgeye herhangi bir bilişsel süzgeçten geçmeden ulaşmasının büyük önemi var.

KOKU VE BELLEK ÜZERİNE İLK NE ZAMAN ÇALIŞILMAYA BAŞLANDI, GÜNÜMÜZDE NE NOKTAYA GELİNDİ?

A

Antik çağdan beri bilim insanları, ki o zamanlarda bilimde dallanmanın bugünkü gibi olmadığını ve pek çok şapkayı tek kişinin giydiğini unutmayalım, koku üzerine kelam etmişler. Daha da yakınlara gelirsek Proust bize sözünü söylemese de bu ilişkinin nasıl çalıştığına dair fikir vermiş. Ama bunları bir yana bırakırsak esas olarak 50’ler, hatta akademik anlamda kabul edilebilir ilk ciddi verilerin 80’ler ve Prof. Tyrgg Engen’le beraber oluşmaya başladığını söyleyebiliriz. Tarihe bakarsanız çok yeni olduğu

P

Proust, soğuk bir günde burnunu çekerek eve döndüğünde annesinin ona ikram ettiği çaya bir parça madeleine keki batırıyor. Kekin çay içine girmesiyle beraber ortama salınan koku da artık çay + tereyağ, un, şeker kokusu olmaktan çıkıp yazarın çocukluk anılarına doğru

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 1 9 ]


VEDAT OZAN SÖYLEŞİSİ KOKU

BEYNİN KOKU İLE KURDUĞU İLİŞKİDE KOKUYLA İLGİLİ YAŞAMSAL DENEYİMLERİMİZİN (TECRÜBELERİMİZİN) ÖN PLANDA OLDUĞUNU GÖRÜYORUZ. BUNU NASIL DEĞERLENDİRMEK GEREKİYOR?

H

Her uyarıda olduğu gibi burada da öncelikle güvenlik kontrolü söz konusudur. Yani geçmiş deneyimlerimizde kokunun, dolayısıyla koku kaynağının risk taşımadığına kanaat getirmişsek bu beynimizi tekrar oraya yormamak, başka alanlarda çalıştırmak için de bir fırsat aynı zamanda. Güvenli olduğuna kanaat getirdiğimiz kokuya da sıkça ve sürekli maruz kalırsak onu değerlendirmeyi veya bilinç seviyesinde değerlendirmeyi- bir yana bırakıp adaptasyon geliştiriyoruz. Misal, evinizdeki sürekli beraber olup beslediğiniz hayvan size artık kokmuyor; ama eve yeni gelen bir misafir için hemen fark edilebilir bir sinyal o hayvanın kokusu.

YENİ BİR KOKU ALDIĞIMIZDA BEYNİMİZDE BİR HAFIZA KAYDI TUTULUYOR. YAŞANTIMIZDAKİ FARKLI DENEYİMLERLE HAFIZALARIMIZDAKİ KOKULARA İLİŞKİN

[ 2 0 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

OLUMLU VEYA OLUMSUZ ALGIYI DEĞİŞTİRMEK MÜMKÜN MÜ?

H

Her ilk koku, bir kayıtla beraber geliyor. Daha doğrusu biz onun için bir kayıt oluşturuyoruz. İleride aynı kokuya maruz kalmamız halinde öncelik o kaydı geri çağırıp değerlendirmeyi onu baz alarak yapmak. Elbette sabit durumlar değil bunlar; çevre bileşenler ve diğer duyularla beraber hatta geçişken bir değerlendirme söz konusu. Ancak dediğim gibi baz alınan, ilk duyulduğu andaki durum. Bunun ötesine geçebilmek, o kokuyu başka bir şeyle etiketlemek veya etiketini değiştirmek için aynı kokunun tekrarında yaşanan deneyimin çok güçlü olması gerek ki bu da oldukça nadir bir durum. Olumlu veya olumsuz, yaşanan sonraki deneyimin öyle böyle değil, bayağı güçlü olması gerek. Mesela aşk, çok güçlü bir duygudur. Buradan örnekle devam edelim: Bir şişe parfüm, diyelim ki X-Parfümü olsun, bizim için satıcı tarafından sunulan bağlamın dışında çok şey ifade etmeyebilir. Ama biz o parfümü bir gün gelip de ilk aşkımızın üzerinde duyarsak o andan itibaren X-Parfümü olmaktan çıkıp “ilk aşkın kokusu” haline dönüşür.

VE TABİİ EN MERAK EDİLEN, KOKU DUYUSUNUN İLİŞKİLER ÜZERİNDEKİ ETKİSİ NEDİR? SİNİRBİLİMCİLER,


KADININ GÖZYAŞI KOKUSUNUN ERKEĞE OLUMSUZ DUYGULAR HİSSETTİRDİĞİ YA DA KİŞİLERİN KENDİ KOKUSUNDAN ÇOK FARKLI KOKULARA KARŞI OLUMLU BİR ÇEKİM HİSSETTİĞİNİ SÖYLÜYORLAR. KOKULARIN İLİŞKİLERE NASIL BİR ETKİSİ VARDIR?

Z

Zamanında çok varmış. Zamanında derken çok çok eski tarihlerden söz ediyorum, yani evlilik kurumu veya uzun süreli ilişki gibi kavramlardan bihaber olduğumuz dönemlerden. O zaman birliktelikler üreme temelli olduğundan partner seçimi de biyolojik uygunluk esasına dayanıyor. Tabi ki bu bilinç düzeyinde bir seçim değil; ama unutmayalım ki vücut kokusu aynı zamanda bağışıklık sistemimizi düzenleyen genlerimizin (MHC/ HLA) gözlenebilir özelliği aynı zamanda. Dolayısıyla seçilecek eş ne kadar uzak bir bağışıklık sistemine sahipse çocuğun da o kadar farklı iki gen yapısından beslenerek daha dirençli bir canlı olarak hayat bulması, devamında da türün hayatını devam ettirmesi mümkün. Bu olmadığı zaman, yani iki farklı değil de iki çok yakın gen grubuna sahip birey birleşip de çocuk üretirse ne oluyor? O zaman da yakın akraba evliliklerinde tanık olduğumuz sorunlar ortaya çıkıyor.

Sosyal kabuğumuzun kalınlaşması ve o kabuğun içine yeni ögelerin girmesiyle beraber, yani artık kadın-erkek beraberliklerinin sadece üreme temelinde olmaktan çıkıp uzun süreli beraberliklere dönüşmesiyle birlikte bu değerlendirmenin de önemi azalıyor, yerine yeni değişkenler geçiyor. Artık evlilik gibi başlangıcında yaşam boyu olması beklenen beraberlikler var. Bu nedenle çiftlerin neler üzerinde anlaşabilecekleri, ortak paydaları, bilinçli veya çoğu kez bilinçsiz olarak birbirlerinin hangi eksikliklerini tamamlayabileceklerine inandıkları vs. daha önemli hale geliyor. Ama gene de olumlu anlamda “seçmek” değil, olumsuz anlamda “seçmemek” üzerinde (ki seçmemek de bir seçimdir aslında) kokunun etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Sebebini bilmeden vücut kokusu bize itici gelen birisiyle ömür tüketmemiz imkânsız. Hatta değil koca bir ömür, çok daha kısa süreli beraberliği bile imkânsız kılacak bir durum bu. Bütün bunlardan sebep yapılan deneylerde deneklere -özellikle doğal seçici olan kadın deneklere- farklı erkek tişörtleri koklatıldığında ve en çekici gelen kokuya sahip olanı belirtmeleri istendiğinde seçilen, kendisine en uzak bağışıklık sistemine sahip erkeğin kokusunun sinmiş olduğu tişört oluyor.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 2 1 ]


DOSYA BAĞIMLILIK

BAGIMLILIK Dopamin (DA), vücutta doğal olarak üretilen bir kimyasaldır. Beyinde, dopamin reseptörlerini aktive ederek nörotransmiter olarak görev yapar. Dopamin, ayrıca, hipotalamustan da salgılanır ve kana karışarak nörohormon görevi yapar. Nörohormon olarak görevi hipofizin ön lobundan prolaktin salgılanmasını baskılamaktır.

[ 2 2 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ


BAĞIMLILIKLAR NASIL OLUŞUYOR?

NİL GÜN YAZAR

ÖDÜL

VE CEZA

Beyinde deneyimlerle ilgili “bellek” oluşumunun en önemli öğesi ödül ve ceza temelli olan duygusal bağlantıdır. Beyinde bir deneyimle ilgili veri depolanmasının beynin hangi bölgesinde olacağı ve ne kadar iyi hatırlanacağı, “duygusal” bağlantısının gücü ile ilgilidir. Beyin o olayla ilgili gelen verileri nasıl değerlendiriyor? Zevk olarak mı acı olarak mı, iyi hissettiren olarak mı, kötü hissettiren olarak mı?

Özetle, ödül olarak mı ceza olarak mı? Bir deneyimin anı olarak depolanması ve hatırlanması limbik sistemin kararına dayanıyor; özellikle hipotalamus, amigdala, hipokampus ve ön beynin bazı bölgelerinde ödül ve ceza için primer ve ikincil merkezler yer alıyor.

BU MERKEZLER NE İŞE YARIYOR? Üç sene önce California’da oğlum, gelinim ve minik torunumla çıktığımız bir orman yürüyüşünde, dalları leziz böğürtlenlerle dolu çalılıkların olduğu bir bölgeye rast gelmiştik. Hep birlikte böğürtlenlere dalmış ve bir taraftan midemizi, diğer taraftan

elimizdeki torbaları doldurarak şen şakrak, keyifli bir gün geçirmiştik. Dallara uzanabilmesi için kucağımızda taşıdığımız torunum da hayatında ilk kez yiyeceğini kendisinin toplamasının hazzını yaşıyordu. Çok keyif aldığı, attığı mutlu çığlıklardan ve minik elleriyle topladıklarını anında mideye indirmesinden belli oluyordu. Daha sonra orada olduğum zamanlarda pazar günleri öğleden sonra ne yapacağımızın programı belli olmuştu. Beynimiz için böğürtlen, “ödül”ü temsil ediyordu; açlığı gideren lezzetli bir gıda. Oğlum ve ailesi iki sene önce Seattle’a taşındı. Ama torunum her sabah kahvaltıda böğürtlen, çilek, ahududu, gibi meyveler olmasını istiyor ve bol miktarda tüketiyor. (O dönemde henüz dünyaya gelmemiş kardeşinin böyle bir talebi yok.) Bu tür meyveleri sevmesinin, sadece bu meyvelerin lezzetinden değil, aynı zamanda orman keyfinin anılarında “ödül” olarak yer almış olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Ne de olsa kendini besleyebilmek için ilk yiyeceğini orada topladı. Büyük başarı! Büyük keyif! Duygularla bağlantılı ve olumlu sonuç yaratan bir şey yaptığımızda, beynimiz sonucu “ödül” olarak algılar. Biz yetişkinler, California’ya yıllar sonra dönsek bile o ormanın yolunu hatırlarız. Belki torunum bile hatırlar; kim bilir. Yetişkin olduğunda bir gün tesadüfen bile yolu o ormana düşse anılar kendiliğinden canlanır.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 2 3 ]


DOSYA BAĞIMLILIK

ÖDÜL BEYNİN “ÖDÜL” MERKEZLERİ Bilim insanları ilk kez afyon reseptörlerinin beynin her tarafında bulunduğunu keşfettiklerinde çok şaşırmıştı. Bu reseptörler, beynin “ödül” ve “ceza” bölgelerinde çok daha sıklıkla bulunuyordu. Peki, beyinde neden afyon reseptörleri vardı? Afyon ve türevleri olan morfin ve eroinin ağrıyı engellediğini ve kendini iyi hissetme hali yarattığını biliyoruz. Demek ki beyin de afyona benzer bir maddeyi üretiyor olmalı ki afyon reseptörleri yaratmaya ihtiyaç duyuyordu. Nitekim 1973 yılında memeli hayvanların beyinlerinin ağrıyı ve anksiyeteyi azaltan morfin benzeri bir madde ürettiği keşfedildi. Bu ilk keşfedilen doğal beyin afyonuna “enkefalin” adı verildi. Enkefalin Yunan dilinde

[ 2 4 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

“kafada olan” anlamına geliyor. Enkefalin sadece ağrıyla bağlantılı olan bölgelerde değil, haz ve iyilik halinin hissedildiği bölgelerde de bulunuyordu. O tarihten sonra çok sayıda doğal beyin afyon çeşitleri keşfedildi. Bu opiat çeşitlerinin tümüne “bedenin içinde üretilen morfin” anlamına gelen “endorfin” adı verildi.

Endorfinler beynin ödül sisteminde büyük rol oynuyor Endorfinler salgılandığında dopamin reseptörlerine bağlanıyor. Dopamin ön beyine ulaşarak endişenin azalmasına ve o andaki konumuza odaklanmamıza yol açıyor. Bu da genel olarak kendimizi iyi hissetmemizi sağlıyor. Bu ödül sisteminin evrim sürecinin başlangıcında ortaya çıktığı düşünülüyor. Çünkü ödül sistemi, varlığımızı sürdürebilmek için gerekli olan davranışları güçlendirmeyi amaçlıyor. Evrim ağacının üstlerinde yer alan memeli hayvanların çevreleriyle ilişkilerinde, varlıklarını sürdürebilmek için gerekli bilgilerin hatırlanması önemlidir. Buna, o lezzetli böğürtlenlerin ormanın hangi bölgesinde olduğunun bilgisinin hatırlanması da dâhil. Endorfin - dopamin ödül sistemi daima varlığı sürdürme temelli seçimler yapar. Bu nedenle beynin ödül sistemini, öğrenme ve bellek geliştirme üzerinde olağanüstü motive edici güçlere sahip olan bir “havuç” olarak da betimleyebiliriz.


Bize haz veren bir seçimi her tekrarlayışımızda beyin opiat reseptörlerini uyaran endorfin salgılar. Nikotin, alkol, ağrı kesiciler, anti-depresanlar, eroin, kokain, içi kimyasal katkı maddeleriyle dolu abur cubur yiyecekler, şeker, vb... bağımlılık yaratan yasal veya yasadışı tüm uyuşturucu/ uyarıcı maddeler, bu ödül sisteminin kısa devre yapmasına neden olur. Çünkü bu maddeler endorfinleri taklit ederek, dopamin üretimini arttırır ve bu da güçlü ödül merkezlerini harekete geçirir. Bedende yapay olarak yaratılan bu kimyasal ödül banyoları, artık varlığı sürdürmeyi teşvik etmek yerine kendini yok etmeye yönelik davranışların tekrarını “ödüllendirmeye” başlar. Tüm bağımlılıkların temelinde bu vardır. Beden dışarıdan endorfin taklidi yaparak gelen “ödül merkezi uyarıcıları” olduğu için, kendi doğal üretimini adım adım azaltarak keser ve adım adım bağımlılık oluşur. Yani bir süre sonra beden artık dopamin, endorfin üretmez. Neden? Çünkü hem kendisi üretse, hem dışarıdan gelse, bu kadar çok miktarda endorfin, dopamin insanı mutluluktan delirtebilir, kafayı iyice uçurabilir. Bu durumu önlemek için beden kendi üretimini keser. Yani kötünün iyisini seçerek kendi varlığını korumaya alır. Doğal endorfin üretimi kesildikçe, kişi kendisini iyi hissedebilmek için bağımlı olduğu maddenin alım miktarını daha da arttırır. Dışarıdan gelen bu maddeye daha da bağımlı hale gelir. Çünkü artık

morfin/ endorfin, iç üretime değil, dış üretime dayanmaktadır. Bir bağımlılık maddesi bırakılmak istendiğinde yani madde kullanımına son verildiğinde, kişi bir süre fiziksel olarak “yoksunluk krizi” yaşar. Bu süre bağımlı olunan maddenin yapay endorfin gücüne bağlı olarak, 3 gün ile 7 gün arasında değişir. Neden? Bu sürede dışarıdan haz maddesi gelmemekte, beden de kendisini korumaya aldığı için endorfin üretimi yapmamaktadır. Yani bu dönemde beden hem acı çekmekte hem de endorfin açlığı çekmektedir. Dışarıdan gelen destek yok... Kendinde yok... Eee? Bir süre sonra, dışarıdan haz maddesinin gelmediğini görünce yeniden kendi doğal üretimini yapmaya başlar. Yoksunluk krizinden sonra gelen bu iyileşme süreci, bedenin yeniden kendi doğal ritmine ve üretimine dönme sürecidir. Bu adaptasyon sürecine saygı duyulmalı ve bedenin bilgeliğine güvenilmelidir.

arayışı ile oluşan adrenalin bağımlılığı, aşk sanılan kişi bağımlılığı, görünüm bağımlılığı, din bağımlılığı, seks bağımlılığı...

BAĞIMLILIKLARIN GENELLİKLE BİRKAÇI BİR ARADA BULUNUR Bağımlılıkların hepsinin altında haz arayışı, içteki o kocaman boşluğu doldurma arzusu yatar. Tüm bağımlılıkların oluşum dinamiği aynıdır. Bağımlılık nesnemiz ya da aktivitemiz kendimizi geçici olarak daha iyi hissetmemizi (ya da sorunlarımızı bir süre unutarak kendimizi avutmamızı) sağlar. Ne zamana kadar? Artık bu kadarını bile sağlayamayana kadar.

Tabii 3-7 gün arası derken fiziksel yoksunluğun yarattığı fiziksel kriz süresinden bahsediyorum; duygusal yoksunluk krizi süresinden değil. O daha uzun sürer ve aşması daha zor olan bölümüdür. Ama bağımlılığın önce “kafada başlayan” ve yine “kafada biten” ve tekrarlarla oluşan bir “kötü ödül alışkanlığı” olduğunu da hatırlayalım.

Gerçek haz ve doyum sadece içsel kaynaklıdır ve bu iç özgürlük kaynağına ancak kendi özümüze yapacağımız derin yolculukla ulaşabiliriz. Bağımlılıklar kolay yolla, yani dışsal kaynaklarla ulaşılmaya çalışılan haz arzusunun bedelidir. Bağımlılıklar esarettir; fiziksel, duygusal, zihinsel ve ruhsal... Her boyutta esaret… Öz doğamız ise daima özgürlükten yana! Çünkü ancak özgürlük içinde var olmayı, yaşamayı ve kendi özgünlüğünü, biricikliğini, yaratıcılığını ifade etmeyi seçiyor. Esaret altında varlığını tüm renkleriyle göstermesi mümkün değil ki.

Dışsal kaynaklı eğlence, lay lay lom hazlar geçicidir. Onlar da sıkça tekrar edilirse bağımlılık oluşturur. Kumar, internet, telefon gibi aktivite bağımlılığı, heyecan

Esaret ya da cesaret! Yaşam cesurları seviyor. [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 2 5 ]


DOSYA BAĞIMLILIK

C E Z A [ 2 6 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

BEYNİN “CEZA” MERKEZLERİ Beynimizde haz merkezleri olduğunu biliyoruz. Çoğumuz haz merkezlerini uyaran endorfin, serotonin gibi beynimizin salgıladığı doğal mutluluk hormonlarının adlarını da biliyoruz. Günümüz dünyasında kullanımı üç yaşa kadar inen antidepresan ilaçlar, beyindeki endorfin/ serotonin üretimini arttırarak kişiyi mutsuzluğundan, depresif ruh halinden uzaklaştırmayı vaat ediyor. Elektrotlarla beynin değişik merkezlerini uyararak yapılan deneyler, beyinde aynı zamanda güçlü “ceza merkezleri “ olduğunu da gösteriyor. Bu merkezlerin en güçlüsünün adı periventriküler gri madde. Bu bölge, duyusal bir deneyim, elektrik şok ya da amigdala gibi beynin diğer merkezlerinin geribildirimi ile uyarıldığında bazı kimyasallar salgılar ve beynin diğer bölgelerine nöral mesaj yollar. Bu nöral aktivite, korku ve hoş olmayan fiziksel duyumlar yaratır. Bu güçlü sinyaller, yapılan aktivitenin tekrarlanmaması gerektiğinin mesajını verir. Hayvanların beyinlerinin diğer merkezlerinin elektrikle uyarılmasıyla yapılan deneyler ikincil ceza merkezlerinin amigdala ve hipokampusta yer aldığını gösteriyor. Son deneyler, amigdalanın duyguların primer kaynak merkezi olduğunu gösteriyor. Duygusal boyutumuz, bir deneyimi iyi ya da kötü olarak tanımlıyor. Duygusal fon rengimiz bir deneyimin iyi mi kötü mü olduğunu tanımlamanın yanı sıra yoğunluğunu da belirliyor.


Amigdala, “Dikkat dikkat! “ ikaz mesajını sisteme duygu yoğunluğunu arttırma şeklinde gönderiyor ve bu ikaz mesajı, öncelikli ceza merkezi olan periventriküler gri maddeyi aktive ediyor. Bu bölge de, zincirleme olarak hipotalamusta yer alan ikincil ceza merkezini aktive ediyor. Olası tehlikeye (cezaya) verilen fizyolojik tepki, hızla çarpan kalp, terleyen avuç içleri, büyüyen gözbebekleri ve acı çekme korkusu oluyor. Hipokampustaki ikincil ceza bölgelerinde de benzer aktivasyonlar oluyor. Bu bölge, negatif duygular yaratan olayın bağlantılarıyla birlikte bellekte kaydedilmesi için gerekli altyapıyı sunuyor.

Bir olayı nasıl hatırladığımız, tamamen o olayın ödülle mi cezayla mı bağlantılı olarak kayda geçtiğine bağlı. Ödül yoksa... Ceza yoksa... Anı da yoktur... O anları hatırlamayız. Hatırlamaya değer bulmayız.

Bu işleyiş, beynimizde depolanan anıların, duygusal bağlantısının önemini ve büyüklüğünü ortaya koyuyor. Nötr deneyimler bellekte hiçbir iz bırakmadan sönümleniyor. Çocukluk anılarımıza geri döndüğümüzde gözümüzde ya ödüllendirildiğimiz ya da cezalandırıldığımız anılar canlanıyor, değil mi? Belki okul müsameresinde bir ödül kazandınız, belki babanız karnenizin başarısını sizi kucağına alarak, başınızı okşayarak ödüllendirdi. Kendinizi babanızın gözünde çok önemli ve değerli hissettiniz. Sevildiğinizi, onaylandığınızı hissettiniz, bu harika bir duyguydu. Ya ilk bisikletinize kavuştuğunuz gün ne kadar heyecan duydunuz? İlk bisikletinizi size kim verdi? Peki, ya ilkokul öğretmeninizin sizi arkadaşlarınızın önünde azarlaması, vurması ya da tek ayak üzerinde durdurması... Kardeşiniz yüzünden anneniz tarafından haksız yere cezalandırılmanız... Mahalledeki o kabadayı çocuğun, dininizden, milliyetinizden, cinsiyetinizden dolayı sizi aşağılaması, hırpalaması, alay etmesi... Bu anları sadece hatırlamakla kalmaz, o anda hissettiklerinizi yeniden hissedersiniz. Haksız yere suçlanmanın öfkesi... Başınızın okşanmasının mutluluğu... Bisikletinizin sevinci... Başkalarının önünde küçük düşürülmenin utancı... Bellekte negatif uyarılma, daima pozitif uyarılmadan güçlüdür. Kötü olayları daha kolay hatırlarız.

Kötü olaylar daha çok iz bırakır. Çünkü amigdala programları negatife yönelik faaliyet gösterir. Negatif olayları hatırlamak varlığı sürdürmek için tehlikelere karşı korunmak açısından daha önemlidir. Bu olayların duygusunu net olarak hatırlamak bizi gelecekte olabilecek benzer tehlikelerden kaçınmamızı sağlar. Bu içgüdüsel alt yapımız, eğer kendimizi geliştirerek bilinçli seçimler yapmazsak hem duygu dünyamızda hem insan ilişkilerinde sorunlar yaratır. Bizi hem karamsar hem de nankör bir insana dönüştürür. Örneğin; arkadaşınız size belki yüzlerce kez iyilik yapmıştır, size yarar sağlamıştır (ödül). Ama bu insanın sizi sadece bir kez hayal kırıklığına uğratması (ceza), bu arkadaşınızı negatif bakış açısıyla değerlendirmeniz için yeterli olur. Bu tür insanlara “nankör” deriz. Tabii bu durum temelde güdülerinin ve duygularının yönetiminde yaşayan bilinçsiz insanlar için geçerli bir yaklaşımdır. Bu kişiler yaşadığı gibi düşünür. İnsan denilen varlık duygusal, zihinsel ve ruhsal boyutta evrimleştikçe yani bilinçlendikçe, fiziksel varlığını sürdürmek için (tüm canlılar gibi) hala güdülerinin yönetiminde olsa da, duygusal boyutta bilinçli zihnin de desteğini alarak seçimlerini yapar. Bilinç geliştikçe vefa, erdem, sevgi, merhamet, empati, hakkaniyet, adalet gibi duygular da gelişir. İşte bu duyguların gelişimi bizi insan kılar. Kişi bilinç boyutunda geliştikçe birey olur. Birey, düşündüğü gibi yaşayan insandır.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 2 7 ]


DOSYA BAĞIMLILIK

GÜNLÜK HAYAT DİLİYLE BU DURUMU ÖZETLEYEN ÖZLÜ SÖZLER DE VAR:

Nankör insan; ona bir tek hata yapsanız, bütün iyiliklerinizi unutur. Vefalı insan; ona birçok hata yapsanız da, bir iyiliğinizi unutmaz. İnsan denilen varlık beyin ve kalp işbirliğiyle yaşamını sürdürdüğünde İNSAN olmanın hakkını vererek yaşıyor ve yaşatıyor.

[ 2 8 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

YAŞAYIN VE YAŞATIN!

B

Bir önemli nokta daha; beynin salgıladığı hormonlar duygu durumumuzu belirliyor gibi görünse de gerçek bunun tam tersi. Beyin rastgele hormon salgılamıyor. Sıkça düşündüğümüz düşüncelerimiz, sıkça hissettiklerimiz, hayata ve kendimize bakış açımızın oluşturduğu olumlu ya da olumsuz duygular, nefes, beslenme tarzımız, egzersiz, yaşadığımız fiziksel ve duygusal çevre, beyin ve vücut kimyamızı etkiliyor. Dış müdahalelerle, laboratuvar ürünü kimyasal desteklerle ne cezadan kaçabiliriz ne ödülleri kazanabiliriz. Sadece kök sorunlarla yüzleşmeyi geçici olarak hasıraltı ederek, erteleyerek onları daha da büyütürüz. Biz öz doğamız olarak edilgen varlıklar değiliz. İstesek de istemesek de, dış etkenleri suçlasak da suçlamasak da, kabul etsek de etmesek de nihayetinde kendi seçimlerimizin sonuçlarını yaşayan, hatalarımızın bedellerini ödeyen, ödüllerin zevkini çıkaran etkin varlıklarız.


[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 2 9 ]


DOSYA BAĞIMLILIK

BAĞIMLILIK NEDİR?

[ 3 0 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

B

“Bağımlılık, beyni olan bütün canlılarla ortak olduğumuz bir ödül-ceza sisteminin yan ürünüdür. İnsan beyni, hoşa giden ve tekrarlanması organizmaya hoşluk hissi veren davranışları kodlamak için dopamin adlı kimyasal maddeyi salgılayarak bu tip davranışları pekiştirme eğilimine sahiptir. Hoşumuza giden birçok şey, beyindeki dopamin miktarını arttırır. Bunu yapmasının temel mekanizması ise beynin derinliklerinde bulunan akkumbens çekirdeği denen bir bölgeyi uyarmasıdır. Bu bölge, beynimizdeki ödül sisteminin temel merkezini oluşturur. Kısacası, burayı uyaran ne varsa, beynimizin her tarafında dopamin salgılamasına ve böylece kendimizi daha iyi, mutlu ve tatmin olmuş hissetmemizi sağlar.”


Dopamin: Dopamin beyinde salgılanan bir hormondur. Nörotransmitter olarak görev yapar, yani sinir hücreleri arasında iletişimi sağlar. Dopamin genellikle serotonin gibi “mutluluk hormonu” olarak anılır, birçok beyin fonsiyonunu direkt olarak etkiler. Bu yüzden dopaminin belli seviyelerde olması çok önemlidir.

Dopamin seviyesi düştüğünde zihinsel fonksiyonlarda sorunlar oluşur. Yine dopamin seviyesi çok yükseldiğinde de birtakım anormallikler ortaya çıkabilir. Sigara, kokain ve amfetaminler dopaminin sinir hücreleri tarafından tekrar emilmesini engeller. Böylece sinir uçları arasında dopamin birikir. Dopamin fazlalığını haz olarak hisseden beyin bu maddelerden yine ister. Bu da kişide bağımlılık hâlini alır.

YAYGIN BAĞIMLILIK ÇEŞİTLERİ

MADDE BAGIMLILIGI Bağımlılığa yol açan maddeler, genel olarak yaşamı sürdürmek için gerekli olmadığı halde keyif verici özellikleri nedeniyle tüketilir ve kullanıcılarda bedensel, ruhsal, davranışsal ve bilişsel değişikliklere yol açar. Madde bağımlılığı denildiğinde insanın duygu, düşünce ve davranışı üzerinde doğrudan etkili, özgüllüğü olan bir süreç anlaşılmalıdır.

DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ’NE GÖRE MADDE BAĞIMLILIĞI TİPLERİ OPYAT TİPİ (DOĞAL OLUŞAN MORFİN VE KODEİN) ALKOL, BARBİTÜRAT, BENZODİAZEPİN TİPİ ESRAR TİPİ KOKAİN TİPİ UYARICI TİPİ HALÜSİNOJEN TİP SOLUNAN ÇÖZÜCÜ TİPİTÜTÜN TİPİ

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 3 1 ]


DOSYA BAĞIMLILIK

DSM IV’e (Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı) göre aşağıda sıralanan eylem veya belirtilerin en az bir tanesini 12 aylık bir süreç içinde yineleyerek sergileyen kişinin bu maddeyi kötüye kullandığı kabul edilir:

1 2 3

Madde temini için uğraş yüzünden önemli sosyal ve sorumluluk gerektiren aktivitelerden vazgeçmek veya bunları oldukça azaltmak. Fiziksel bir zarar görme veya başka birine zarar verme riskine rağmen(örneğin, trafikte araç kullanırken) madde almak. Maddenin kullanılması veya taşınmasına bağlı yasal problemler yaşamak (örneğin alkollü ilaç kullandığı için ceza alma veya illegal bir maddeyi taşıdığı için tutuklanma) gibi. DSM IV’ e göre aşağıda sıralanan belirtilerin tamamını veya bazılarını en az bir yıllık süreçte yineleyerek sergileyen kişi “madde bağımlısı” olarak kabul edilir.

1

Maddenin keyif verici etkisini duyumsayabilmek için dozun belirgin bir şekilde arttırılması veya aynı dozun yinelenerek alınması sırasında başlangıçtaki keyif verici etkinin duyumsanamaması (tolerans).

2 3

Maddeyi alış sıklığının ve alınan madde miktarının abartılı ölçüde artması. Madde alınmadığı zaman yoksunluk krizinin ortaya çıkması. Krizin madde alımı ile hafiflemesi veya tamamen geçmesi.

[ 3 2 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

4 5 6 7

Madde kullanımını kontrol etmeye veya tamamen bırakmaya yönelik başarısız girişimlerin olması. Kişinin zamanını büyük ölçüde madde bulmaya ve stoklamaya yönelik faaliyetlere harcaması. Madde kullanımına bağlı olarak sosyal ve iş aktivitelerinin giderek azalması. Kullanılan maddeye bağlı olarak fiziksel ve psikolojik arazların ortaya çıkması ve bunların kullanılan maddeden kaynaklandığını bile bile madde kullanımının sürdürülmesi.

MADDE BAĞIMLILIĞINDA GENETİK YATKINLIK Madde bağımlılığında genetik yatkınlık bilimsel olarak tartışmalıdır. Dopamin D2 reseptörlerinin özellikle madde bağımlılığını ilgilendiren ödüllendirmenin genetik zemininde de önemli bir katkıya sahip olduğu yolunda araştırmalar mevcuttur. Bu araştırmaların çoğunda yapılan ortak vurgu, dopamin D2 reseptör eksikliği ile ödüllendirmeye duyarlılıkta azalma olduğudur. Yine son zamanlarda madde bağımlılığının bir “ödül eksikliği sendromu” olabileceği şeklinde görüş bildiren verilerde artış gözlenmektedir. (Bowirrat & Oscar-Berman, 2005; Uzbay 2006)

INTERNET BAGIMLILIGI

i

İnternet bağımlığı interneti ihtiyaçtan fazla kullanma olarak tanımlanabilir. “Dürtü kontrol bozuklukları” kategorisi altında incelenen internet bağımlılığı, kumar oynama, pornografi, coşkun ve mantık dışı oyun tutkusu, sosyal iletişim siteleri ya da web güncelerinde aşırı zaman tüketimi ve internet üzerinden alışveriş takıntısı şeklindedir.

İNTERNET BAĞIMLILIĞI TANISI ŞU TANILARLA SAPTANABİLİR: 1. İnternet ile ilgili aşırı zihinsel uğraş (sürekli olarak interneti düşünme, internette yapılan aktivitelerin hayalini kurma vb.) 2. İstenilen keyfi almak için giderek daha fazla oranda internet kullanma ihtiyacı duyma 3. İnternet kullanımını kontrol etme, azaltma ya da tamamen bırakmaya yönelik başarısız girişimlerin olması 4. İnternet kullanımının azaltılması ya da tamamen kesilmesi durumunda huzursuzluk, çökkünlük ya da kızgınlık hissedilmesi


5. Başlangıçta planlanandan daha uzun süre internette kalma 6. Aşırı internet kullanımı nedeniyle aile, okul, iş ve arkadaş çevresiyle sorunlar yaşama, eğitim veya kariyer ile ilgili bir fırsatı tehlikeye atma ya da kaybetme 7. Başkalarına internette kalma süresi ile ilgili yalan söyleme 8. İnterneti problemlerden kaçmak veya olumsuz duygulardan (çaresizlik, suçluluk, çökkünlük, kaygı) uzaklaşmak için kullanma

İNTERNET BAĞIMLILIĞININ SONUÇLARI

i

İnternet kullanımında kişi, kimliğini saklayıp olduğundan daha farklı davranabilir. Bu da kişide sanal bir gerçeklik duygusu yaratır ve onu gerçeklik

İnternet bağımlılığı sosyal izolasyon, kişide arkadaşlarıyla yüz yüze görüşmek yerine sanal ortamda görüşmeyi tercih etme, dışarı çıkmama, yemeğini bilgisayar başında yeme, ailesiyle paylaşımda bulunmama gibi davranışsal sorunlara da yol açabilir. Aynı zamanda başarısızlık, aile ve arkadaş ilişkilerinde bozulma gibi sosyal sorunlar da ortaya çıkabilir.

İnternet bağımlılığında en büyük risk grubu 12-18 yaş aralığındaki ergenlerdir ve erkeklerde görülme oranı 2 veya 3 kat daha fazladır.

İNTERNET BAĞIMLILIĞININ NEDENLERİ

i

İnternet bağımlılarının %30’u olumsuz duygulardan uzaklaşmak için bu davranışı geliştiriyor. Saplantılı bir şekilde internet kullanımı depresyon, öfke ve özgüven eksikliği gibi başka sorunların belirtisi olabiliyor. İnternet bağımlılarının %50’sinde başka psikiyatrik bozukluklar, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, sosyal fobi, ailede bağımlılığa yatkınlık görülebiliyor. Biyolojik açıdan ele alındığında internet bağımlılığının serotonin ve dopamin eksiliğinden kaynaklandığı saptanmıştır.

duygusundan uzaklaştırabilir. Kimlik oluşumunu olumsuz etkilemesinin yanı sıra internet bağımlılığı, kişilerde sebep olduğu düşünme hataları sebebiyle yaşadıkları zorlukları abartma ve çözüm yollarını küçümseme eğilimine yol açar. Aynı zamanda yalnızlık ve içe dönüklük görülür. Fiziksel aktivitenin giderek azalması obezite, sırt, boyun ve baş ağrısına sebep olabilir. Uzun süre internet başında kalma uyku sorunları, yeme sorunları, kişisel bakımda azalma ve epileptik nöbetler açısından risk altında olmakla sonuçlanabilir.

YOKSUNLUK BULGULARI İnternet kullanımının azalması veya tamamen kesilmesi durumunda kişi huzursuzluk, çökkünlük ya da kızgınlık hisseder. • Psikomotor ajitasyon (fiziksel ve bedensel olarak yavaşlama) • İnternette neler olduğu hakkında takıntılı düşünceler • İnternet hakkında hayal kurma • İsteyerek ya da istemeyerek tuşlara basma hareketi

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 3 3 ]


DOSYA BAĞIMLILIK

AKILLI TELEFON BAĞIMLILIĞI Nomofobi, cep telefonu yoluyla iletişimden kopmaktan aşırı korkmaktır. Bu durum panik atak, nefes darlığı, baş dönmesi, titreme, terleme, kalp hızının artması, göğüs ağrısı ve bulantı gibi fiziksel yan etkilere bile neden olabilmek- tedir.

[ 3 4 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ


İngilizce “no mobile phobia”dan türetilen nomofobi ya da cep telefonundan mahrum kalma korkusu, akıllı telefonların çoğalmasıyla artış gösterdi. Kapalı yerlerde kalma, açık alanda durma, yüksekten korkma derken modern zamanların yeni bir fobisi ise nomofobi, yani “cep telefonsuz ne yaparım?” korkusu. Bu yeni hastalık cep telefonsuz kalanları sarıyor. Cep telefonuna bu kadar bağımlılığın sebebinin, insanların aileleri ve arkadaşlarıyla sürekli temas halinde olma arzusu olduğu belirtildi. Bu insanlar cep telefonlarına o kadar bağımlı oluyorlar ki telefonun şarjının bitmesi veya telefonu nereye koyduğunu bulamamak streslerini hayli artırıyor. 2100 cep telefonu kullanıcısı üzerinde yapılan araştırmada, katılan her iki kişiden biri telefonlarını asla kapatmadığını söyledi. Her 10 kişiden biri de işleri dolayısıyla her zaman ulaşılabilir olmak istediğini belirtti. Uzmanlar, nomofobinin cep telefonu kullanıcılarının yüzde 53’ünü etkileyebildiğini, erkeklerin yüzde 58, kadınlarınsa yüzde 48’inin şarjları bittiğinde, kontörleri tükendiğinde, telefonlarını kaybettiklerinde

veya kapsama alanı dışına düştüklerinde endişelerinin arttığını söylediler. 13 milyon İngiliz’in “21. yüzyıl’ın bu yeni bağımlılığından” muzdarip olduğu da ortaya çıktı.

NOMOFOBİ BELİRTİLERİ • Cep telefonunu veya sinyalini kaybetmek olumsuz fiziksel belirtilere yol açıyorsa veya kişi telefonunu asla kapatmıyorsa, • Kişi panik atağın sinyal çekmemesi veya şarjın bitmesine karşı aşırı bir tepki olduğunun farkındaysa, • Obsesif biçimde cep telefonunun veya mobil cihazının yanında olup olmadığını kontrol ediyorsa, • Cep telefonu güvenli bir yerde olsa bile onu kaybetme endişesi sürekli mevcutsa, • Fobi oldukça uzun bir süredir devam ediyorsa ve kişinin sağlığını veya günlük yaşamını etkiliyorsa,

İLK BAĞLANMA BİÇİMİMİZ İLİŞKİLERİMİZİ ETKİLİYOR Bağlanmanın temeli erken dönem anne-çocuk ilişkisine dayanır. Bağlanma, çocuk ile onun ihtiyacını gideren ya da ona ilgi gösteren kişi arasındaki duygusal durumdur. Bebeklikten başlayan bağlanma karşılıklı özelliktedir, yani anne ve bebek karşılıklı olarak birbirine bağlanır. Çocuğun anneye karşı olan bağının sağlıklı olması onun gelecekteki ruhsal sağlığı için de temel teşkil etmektedir. Birçok psikolojik rahatsızlığın özellikle de ilişkilerdeki sorunların temelinde bebeklik döneminden gelen bağlanma sorunları gözlemlenmektedir. Burada babanın etkisi dramatik bir etki yapmaz, anne etkisiyse ilişkileri yönlendiren etkidir. Bağımlılık ve bağlanma birbirinden farklıdır. İlişkilerde bağlılık, bir kişiye özgürce sevgi ve saygı ile yakınlık duymak ve yakınlık göstermek demektir; bağımlılık ise patolojik bir durumdur. İlişkiye olan bağımlılık ilk başlarda haz verici olsa da daha sonrasında saplantılı düşüncelere, tekrarlayan davranış kalıplarına dönüşebilir. Evlilik ya da duygusal ilişkilerde bireyler eşlerini, sevdiklerini hayatlarının merkezine koyarak bağımlılığa giden bir ilişki biçimine dönüştürürler. İlişkilerinde kaybetme korkusu yaşayan kişilerde bağımlı

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 3 5 ]


DOSYA BAĞIMLILIK

ilişkilere daha sık rastlanır çünkü bu kişilerin çocukluğu incelendiğinde; annelerinin baskıcı, mesafeli, öfkeli, ihmal edici ya da reddedici olduğu görülebiliyor. Yani ihtiyaçları uygun biçimlerde karşılanmadığında bu çocuklar yetişkinliklerinde bağımlı ilişkiler geliştirilebiliyor. Bu nedenle bağımlı kişi eşini kendi gölgesine almak, burada tutmak ister. İlişkilerinde bağımlı olanlar, genelde bir noktadan sonra, eşlerini aşırı derecede eleştirmeye, onları “ilgisiz, kalpsiz, duyarsız” olarak suçlamaya başlarlar.

BAĞLANMA ÜÇ ANA BAŞLIKTA İNCELENEBİLİR; 1) Güvenli Bağlanma 2) Kaygılı Bağlanma 3) Kaçınıcı Bağlanma İlk başlarda kişiye haz veren duygular belirli bir kişiyle bağdaştırılır ve bunun sonucunda bu duyguların ancak o kişiyle var olacağı duygusundan hareketle o kişiye bağımlılık gerçekleşir. Tıpkı alkol bağımlılığına benzemektedir. Kişiler alkol aldığında daha iyi hissettiklerini, daha rahat olduklarını, sorunlarından uzaklaştıklarını düşünmekte ve deneyimledikleri bu hoşa giden duygular karşısında onlara bu duyguyu yaşattığını düşündükleri alkole bağımlılık geliştirmektedirler. İlişkilerde de o kişi olmazsa o duyguların yaşanamayacağı düşünülür.

[ 3 6 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

ALIŞVERİŞ BAĞIMLILIĞI


D

Dürtü kontrol bozuklukları içinde ele alınan alışveriş bağımlılığı, yani oniomani, kompulsif satın alma olarak da tanımlanır. Bu bağımlılık türünü obsesif kompulsif bozukluk çerçevesinde değerlendirenler olduğu gibi depresyonla ilişkilendirenler de vardır.

ALIŞVERİŞ BAĞIMLILIĞININ ÖZELLİKLERİ • Kişinin kendisini iyi hissetmediği zamanlarda para harcamak için güçlü bir istek duyması, • Yaşam sorunlarını kaldırmak çok güç olduğu zamanlarda para harcamak için güçlü bir istek duyma, • Yukarıdaki eylemlerin kişinin ruh halini değiştirmesi, • Harcanan para miktarının son bir iki yılda artması, • Harcamaları, kişinin ailesinde veya eşinde hayal kırıklığı yaratması, • Başkalarının, kişinin para harcamasını bir sorun olarak görmesi veya kişinin kontrolü dışında olduğunu söylemesi, • Planladığından daha fazla satın alma, • Harcamaya başladıktan sonra kişinin kendini durdurmakta zorlanmadır.

ALIŞVERİŞ BAĞIMLILIĞININ NEDENLERİ

ALIŞVERİŞ BAĞIMLILIĞININ SONUÇLARI

Bipolar kişilik bozukluğu olan kişilerde manik dönemde alışveriş yapma oranı artar. Ancak bu, kişinin alışveriş bağımlısı olduğu anlamına gelmiyor. Depresyonda olan kişilerdeki depresif duygu durumları onları satın almaya yönlendirir. Ebeveynler ve çocuklar arasındaki sorunlar da çocuktaki içsel boşluğu satın almayla doldurması ve böylece çocuklarda kompülsif satın alma bozukluğu görülebiliyor. Eşler arasındaki sorunların da yine alışveriş ve satın alma isteğini arttırdığı görülüyor. Aynı zamanda geçmiş döneme ait travmatik olaylar kişilerde satın alma isteği uyandırabiliyor.

Başlangıçta alışverişin verdiği hazzın yerini suçluluk aldığında kişilerde depresyon görülebilir. Ödenemeyen borçlar kişileri ciddi durumlara sokabilir ve bunun sonucunda kişi sahte isimlerle sahte kimlikler oluşturabilir ve yasal olmayan yollara başvurabilir. Borçların kapanamaması durumunda kişi sosyal çevresinden borç alabilir ve bunun sonucunda yakınları ve arkadaşları ile arası bozulabilir. Aynı zamanda internet üzerinden sürekli alışveriş yapma eğiliminde olduğu için mesleki hayatında sıkıntılar yaşayabilir.

Kültürün dinamik yapısı, toplumun tüketime verdiği değer, reklam ve tanıtım faaliyetleri alışveriş şekillerini değiştirebilir. İnternet alışverişi, kredi kartı kullanımı, kredi çekme gibi alternatiflerin bulunması da alışverişe yönlendiren sebeplerdir. Alışveriş ödül sistemini aktive ederek kişiyi mutlu ve etkin hissettirir. Bu hissi yoğun olarak yaşayan kişi tekrar yaşamak istediğinde alışverişe yönelir. Alınan şey değil alışveriş süreci ve verdiği doyum kişi üzerinde etkilidir. Ödül sisteminin aktive olmasıyla dopamin salınımının yanı sıra serotonin işlev bozukluğu da etken olabilmektedir.

Alışveriş bağımlılığının tedavisinde duygu durum düzenleyici ilaçlara başvurulabileceği gibi bilişsel davranışçı terapi de uygulanabilir.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 3 7 ]


DOSYA BAĞIMLILIK

DİĞER BAĞIMLILIKLAR

ISKOLIZM Çok çalışmaktan ziyade çalışmayı durduramamak işkolizm olarak adlandırıyor ve davranışsal bağımlılıklar kategorisinde ele alınıyor. İşkolizmde pozitif veya negatif hazdan söz edilebilir. Pozitif haz kişinin işi yaptıkça haz almasıyken negatif haz işin eksik kaldığı düşüncesiyle bu rahatsızlıktan kurtulmak için işi bitirmeye çalışmasıyla ortaya çıkan hazdır. İşkoliklerin en temel özelliği mükemmeliyetçi olmalarıdır. Sürekli bir işi yetiştirememekten, hep yapılacak daha çok iş olduğundan ve hep bir eksiklik olduğundan şikayet ederler. Yani, ayrıntılara çok fazla odaklanırlar. İş, kendilerince en iyi şekilde

olmadan rahat edemezler. “Mükemmeliyetçi işkolikleri ikiye ayırmak gerekir. Birinci grup titiz ve detaycıdırlar. Takıntılı olurlar. Bunlara obsesif diyoruz. Diğer tip ise narsisitik mükemmeliyetçilerdir. Onlar kendilerini beğenir ve severler. İşi aksatmayı, eksik yapmayı kendilerine yakıştıramazlar, yediremezler. Bir şey tam olmadıkça tatmin olmazlar.” İşkoliklerde iş performansında düşme görülebileceği gibi fiziksek rahatsızlıklar da görülebiliyor. Aynı zamanda tatminsizlik, huzursuzluk, çalışma isteğini kontrol etmekte güçlük, yoksunluk hali, aile ve sosyal hayatta birtakım sıkıntılar ortaya çıkar.

[ 3 8 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

yeme bağımlılığı Yeme bağımlılığı, kişinin beden imajını beğenmemesine ve yemek yedikten sonra pişman olup rahatsızlık duymasına rağmen yemek yemenin önüne geçememesidir. Yemek yemeyi mutluyken, üzgünken veya stresliyken her durumda sürdürmesidir. Patolojik yeme bozukluğu adı verilir.

SPOR BAĞIMLILIĞI

SEKS BAĞIMLILIĞI

Haftada beş günden fazla, vücuda zarar verecek kadar aşırı spor yapmak kişiyi spora bağımlı hale getirebiliyor. Kişi, spor yapmadığı zaman kendini suçlu hissedebiliyor, yaptığı sporu hiçbir zaman yeterli bulmuyor hatta agresyon, depresyon ve uyku bozuklukları gibi sorunlar ortaya çıkabiliyor. Kişi, spora bağımlı olduğu için ailesini, işini hatta kişisel ihtiyaçlarını göz ardı edebiliyor.

“Cinsel duygu ve isteklerin kişiyi köleleştirmesi olan seks bağımlılığı, aynı zamanda doyumsuzluğa varan aşırı seks düşkünlüğüdür.” Kişi, seks bağımlısı olduğunu 6-7 yıl sonra fark edebiliyor ve bu bağımlılıktan dolayı duyduğu suçluluk intihar vakalarına bile sebep olabiliyor. Tedavisi zor olan seks bağımlığı için öncelikle kişide dengeli bir ruh hali yaratmak ve bunu desteklemek için de psikoterapi ve ilaçla tedavi gerekiyor.


BAĞIMLILIKLARDAN KURTULMANIN YOLLARI Öncelikle bağımlıkları fark etmek, onların bilincinde olmak ve onları tanımak gerekiyor. Sonraki adımsa bağımlılıkların kişinin yaşantısı ve sağlığı üzerindeki etkilerini görmesidir. Bu farkındalıktan sonra yaşamı sadeleştirmek ve doğal sınırlar içinde bir yaşam çizgisi oturtmaya çalışmak, modern zamanın sebep olduğu bağımlılıklardan uzak kalabilmek için izlenebilecek yöntemler olarak sıralanabilir. Dopamin salınımının eskiden olduğu gibi normal koşullarda sağlamak gerekiyor. Yani insanın kendini mutlu edecek şeyler bulması, belki de yeni ilgi alanları edinmesi bağımlılıklardan kurtulmak için oldukça önem taşıyor.

Ö

İlişkilerinde bağımlılık yaşadıklarını düşünen kişiler psikolojik destek almak konusunda çekinmemelidirler. Ayrıca kişilerin kendi uğraşları olması, yaşamının odak noktasında yalnızca ilişkilerinin değil başka insanların da bulunması, sosyal çevresinin, iş hayatının tatmin edici olması faydalıdır. Ancak kişi bağımlı olduğunun farkında değilse ve bunu kabul etmiyorsa tedavi gerekebilir.

Bunun için bilişsel davranışçı terapi yöntemleri izlenmelidir. Bilişsel davranışçı terapi, insan davranışını ve duygulanımını inceleyen psikolojik modellerden yararlanılarak geliştirilmiş bir psikoterapi türüdür. İnternet ve akıllı telefon bağımlılığında, • kişinin internetten veya akıllı telefondan uzakta kalıp kalamadığının tespiti, • bunları kullanırken kişinin hissettiklerinin not edilmesi, • bilgisayarın kişinin kendi odasından ortak yaşam alanına nakli, • internete bağlanma veya akıllı telefonu kullanma zamanının değiştirilmesi, • dijital detoks da denilen her türlü teknolojik ve dijital ortamdan uzak durma, • spor aktivitesi ve yeni sosyal becerilerin, uğraşların kazandırılması gibi yöntemler izlenir.

Aynı zamanda kişide internet veya akıllı telefon bağımlılığı tespitinin yanı sıra psikolojik bir rahatsızlık da tespit edilmişse ilaçla tedavi yöntemi de ek olarak uygulanabilir.

i Ege

Üniversitesi Madde Bağımlılığı Toksikoloji ve İlaç Bilimleri Enstitüsü ii

Ege Üniversitesi Madde Bağımlığı ve Toksikoloji İlaç Bilimleri Enstitüsü

iii

http://www.ogelk.net/makale/43herkes-icin-yasamla-dans-iskolizm.html

iv

Cinsel Sağlık Enstitüsü Derneği Başkanı Cem Keçe

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 3 9 ]


DOSYA BAĞIMLILIK

İREM ÖZCAN PSİKOLOG

[ 4 0 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

ÇOCUKLARDA TEKNOLOJİ VE İNTERNET BAĞIMLILIĞI


BAĞIMLILIK

NEDİR? B Bağımlılık, bir şeyin

zarar verici

sonuçlarına

karşı kullanmaya devam eden ve buna karşı koyamayan bir dürtüdür. DSM (Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı) ölçütlerine göre bir kişiye psikiyatrik olarak bağımlı denilebilmesi için yedi durumdan üçünün görülüyor olması gerekir. Bunlar: tolerans geliştirmek

Bağımlılık programlarında, son yıllara kadar alkol, tütün ve sigara, madde, kumar bağımlılıkları ön plandayken; son yıllarda alışveriş, yeme-içme ve teknoloji bağımlılığı gibi davranışsal bağımlılıklar da yavaş yavaş tanı kriterleri içinde yer almaya başlamıştır.

(her seferinde dozun arttırılması), yoksunluk belirtileri, bırakmaya yönelik başarısız girişimler, temin etme ve kullanma için büyük zaman harcama, daha uzun ve yüksek miktarda alma, sosyal ve kişisel etkinliklerin olumsuz etkilenmesi ve son olarak da bütün fiziksel, psikolojik, sosyal sorunlara karşı kullanmayı sürdürme durumudur.

Özellikle teknoloji bağımlılığı ile mücadeleye verilen önem son yıllarda artmakta, Türkiye’de ve Dünya’da bağımlılık merkezlerinde teknoloji ve internet bağımlılığı programları yapılıp, teknoloji bağımlılığı kongreleri düzenleniyor.

ÇOCUKLARDA TEKNOLOJİ BAĞIMLILIĞI Teknoloji günlük hayatta öyle yer etmiştir ki, çocuklar doğdukları

andan itibaren teknolojik ürünlerle haşır neşir olurlar.

Televizyon, bilgisayar, akıllı telefon ve tabletler ev içinde yetişkinlerin sıklıkla kullandıkları ürünler haline geldiği için, küçük yaştan beri bunlarla büyüyen çocuklar da teknoloji bağımlılığına yatkın hale geliyor. Bebeklikten itibaren belki de annesinin babasının sesinden çok televizyonun sesini duyan, yaklaşık bir yaşından sonra televizyonun karşısında transa geçmiş şekilde oturan, çok değil birazcık daha büyüyünce elindeki akıllı telefon ve tabletten oyun oynayan bir neslin teknoloji bağımlılığına ne kadar yatkın olduğu reddedilemez bir gerçektir. Araştırmalara göre, teknoloji bağımlılığının çocuklar üzerinde fiziksel, psikolojik ve sosyal birçok olumsuz etkisi vardır ve maalesef teknoloji bağımlılığı yaşı gün geçtikçe daha çok düşüyor.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 4 1 ]


DOSYA BAĞIMLILIK

TEKNOLOJİ BAĞIMLILIĞININ ÇOCUKLAR ÜZERİNDEKİ FİZİKSEL, PSİKOLOJİK VE SOSYAL ETKİLERİ • Görme problemleri ve göz bozuklukları • Beden duruşunda bozukluk ve iskelet sorunları • Hareketsizlikten kaynaklanan diğer problemler (obezite vb) • Kaslarda ağrı ve sertleşme • Uyku düzeninin değişmesi, uyku bozuklukları • Konsantrasyon eksikliği • Okul başarısında düşüklük

[ 4 2 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

• Yeme problemleri • Sosyal izolasyon ve sosyalleşme problemleri • Sinirlilik • İletişim problemleri • Davranış problemleri Bunların yanı sıra araştırmalar göstermiştir ki, küçük yaştan itibaren teknolojik ürünlere maruz kalmak çocuklarda beynin Frontal Lob gelişimini etkiliyor.

Televizyon izleme sırasında beynimizin karar verme, eleştirel düşünme, nedensonuç ilişkisi kurma, öz denetim ve dikkat ile ilgili olan Frontal Lob bölgesi aktive

olmamaktadır ve bu bölgenin gelişimi de yavaşlıyor. Bu da çocuklarda Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) ve anti sosyal kişilik bozukluğu riskini önemli ölçüde arttırmaktadır. Başka bir araştırmada, teknoloji bağımlısı olan ve olmayan gençlerde kısa süreli hafızaya bakılmış ve iki grubun kısa süreli hafızalarında anlamlı bir fark bulunmuştur. Bu da teknoloji bağımlılığının kısa süreli hafızaya da zarar verdiğini gösterir.

ÇOCUKLARI TEKNOLOJİ BAĞIMLILIĞINDAN KORUMAK İÇİN


ALINABİLECEK ÖNLEMLER • Öncelikle çocukların yetişkinlerden görerek öğrendiği unutulmamalıdır. Yetişkinlerin kendi televizyon izleme, bilgisayar ve cep telefonu ile uğraşma sürelerini azaltmaları, tavsiye vermenin ötesine geçip, örnek olmaları çocuklara da olumlu yansıyacaktır. • Özellikle çocukların zeka, kişilik ve yetenek gelişimleri açısından en kritik yaş olan 0-6 yaş arasında, çocukların teknolojik ürünlerden uzak kalmalarına dikkat edilmelidir. Son yıllarda yapılan araştırmalara göre, bebekler dünyaya yaklaşık 100 milyar nöral bağlantıyla gelmektedirler ve bu bağlantılar kullanılmadığında zayıflamaktadır. Televizyon, tablet gibi ürünler bu bağlantıların zayıflamasına yol açmaktadır. 0-6 yaş aralığındaki çocuklar, televizyonun karşısında zaman geçirmek yerine, aileleriyle ya da akranlarıyla yaşlarına uygun interaktif oyunlar oynamalı, fiziksel aktiviteler ve beyin gelişimlerini destekleyici etkinlikler yapmalıdır. Teknolojik araçlar çocukları susturmak, oyalamak için kullanılmamalıdır. • Çocukların kontrolsüz ve uzun süre internet kullanmasına, televizyon izlemesine izin verilmemelidir. 0-2 yaş aralığı çocukların televizyon, bilgisayar vb teknolojik aletlere maruz

kalması uygun değildir. Çocukların internette ve bilgisayarda geçirdiği zaman günde okul öncesinde 30 dakika, ilkokulda 45 dakika, ortaokulda 60 dakika ve lisede 2 saati geçmemelidir. • Evde bütün teknolojik aletlerin kapatıldığı, aile paylaşım günleri yapmak hem çocuğunuzu bağımlılıktan uzak tutacak hem de aile içi iletişiminizi ve etkileşiminizi güçlendirecektir. • Çocuğunuzla boş zamanlarınızı eğlenceli şekilde değerlendirebilecek kutu oyunları, doğa gezileri, piknikler, spor aktiviteleri, tiyatro ve sinema gibi etkinlikler planlamak onun enerjisini doğru şekilde kullanmasını sağlayacaktır. Sanal dünyada değil gerçek dünyada deneyimler kazanmasına, yaşayarak öğrenmesine, sosyal ve fiziksel gelişimine olanak sağlayacaktır. • Çocuğunuzu sosyalleşebileceği, sanal değil gerçek arkadaşlarla vakit geçirebileceği, enerjisini doğru kullanabileceği, yeteneğini keşfedebileceği sanat ve spor alanlarında kurslara göndermek, onu teknolojik bağımlılıktan uzak tutmaya yardımcı olacaktır. • Çocuğunuzun bağımlı olduğunu düşünüyorsanız ve ona yardım konusunda yetersiz hissediyorsanız, bir uzmana başvurmak yarar sağlayacaktır.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 4 3 ]


DOSYA BAĞIMLILIK

ÖZGE KARABULUT

Sigara, alkol, alışveriş, seks ve madde bağımlıkları… Bu, günümüzdeki birçok bağımlılığın, bilinçaltımızdaki köklerine inerek, bağımlılığa dayalı inançlarımızla mücadele eden, yaratıcı, kalıcı, güncel ve etkili bir yöntem:

Hipnoz. [ 4 4 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

H

Hipnozla bağımlılıkların tedavisi, temelde bağımlılığın bireyin bilinçaltında henüz kendisinin bile farkında olmadığı süreçlerden kaynaklandığı inancına dayanır. Bilinçaltı süreçlerindeki deneyimlerimiz ve bu deneyimlere dayalı olarak oluşan inançlarımız bugünkü yaşantılarımızı, ihtiyaçlarımızı ve alışkanlıklarımızı önemli ölçüde etkiler. Bugünkü bağımlılıklarımızın kökleri de çoğunlukla geçmişimize dair bilinç dışı kayıtlarda saklıdır.Freudçu bakış açısına göre, psikoseksüel gelişim evrelerinden oral dönem (0-18 ay)’de anne memesiyle kurulan bağdaki eksiklikler gelecekte sigara, alkol gibi ağızla ilintili bağımlılıkların oluşmasına neden oluyor.

Özellikle erken gelişim evrelerinde görülen bağlanma sorunları, ihtiyaçların karşılanmaması gibi aksaklıklar kişilik

bileşenlerimizi oluşturarak bağımlılığa yatkınlığımızı da önemli ölçüde etkiliyor. Öyleyse bugünkü bağımlılığımızı yok edebilmek için bilinçaltı dünyamıza yapacağımız yolculuk iyi bir fikir olabilir.


PEKİ AMA NASIL? Hipnozla bağımlılık tedavisi, kişinin bilinçaltına inerek bağımlılığa sebep olan yaşantıları ortaya çıkarmakla başlar. Bu yaşantılar ortaya çıkartılır, tanımlanır ve kişinin yüzleşmesi sağlanır. Bu yüzleşmede acı verici bir deneyimle yüzleşen birey, geçmişteki “yoksunluk” duygusunu tekrar ve çok daha güçlü bir şekilde yaşar. İkinci aşama ise bu yaşantılara karşı kişinin bakış açısını değiştirebilmek için sağaltıcı telkinlerin verilmesidir. Bu telkinler önceki bakış açısının tersine kişide yaşanan olumsuz deneyime karşı olumlu duyguların oluşmasını sağlayacak niteliklere sahip olmalı ve ona işlevsel bir çözüm yolu sunmalıdır. Çoğu zaman da bağımlı olunan nesne ya da duruma ilişkin tiksinti gibi olumsuz duyguların gelişmesini sağlayacak telkinlerde bulunulur. “O ağzında kötü bir tat bırakıyor. Bir daha onu kullanmak istemeyeceksin ve herhangi bir durumda yanlışlıkla kullanmak zorunda kalırsan hemen onu bırakacaksın“ … Böylece bağımlı olunana karşı bakış açımız ve hissi dünyamız evrimsel bir sürece tabii oluyor ve bizleri bağımlılıklarımızdan kalıcı ve etkili bir şekilde kurtarıyor.

HİPNOZ VE SİGARA BAĞIMLILIĞI

DİĞER BAĞIMLILIK ÇEŞİTLERİNDE HİPNOZ

Hipnozun sigara bağımlılığının tedavisinde kullanımının %70-80 oranında başarılı düzeyde gerçekleştiği biliniyor.

Alkol, madde kullanımı, alışveriş ve aşk gibi pek çok bağımlılık türünde hipnoz tedavisi yaklaşımlarının bağımlılık seviyelerinin düşüşünde yahut tamamen yok edilmesinde sağaltıcı etkisi olduğu biliniyor. Araştırmalara göre ABD’nin Maryland eyaletinde bulunan Ulusal Biyoteknoloji Bilgi Merkezi (Natioanal Center for Biotechnology Information- NCBI)’nde yapılan “Uyuşturucu bağımlıların tedavisinde grup hipnozu” konulu araştırmada, hipnozun sokak uyuşturucularının kullanımını düşürdüğü kanıtlandı. Ayrıca günümüzde hipnozdan hareketle geliştirilen bilinçaltı telkin CD’lerinin alışveriş bağımlılığı tedavisinde 3 aylık bir sürede çözüme götürdüğü bilinmekte. Belirli aralıklarla ve sık tekrarla uygulandığında bilinçaltımızdaki alışveriş tutku ve heyecanının azalmasını sağlıyor. Aşk ve ilişki bağımlılığının tedavisinde ise bilinçaltındaki olumsuz düşünce ve takıntılı düşünceleri kişilerin geçmişlerini affederek özgürleşmelerine yardımcı oluyor.

Bu anlamda tarihe geçmiş bir vaka 40 yıl boyunca günde en az 1 paket sigara kullanan Jochen Gerhard’ın geçirdiği bypass operasyonu sonrası sigarayı sadece 1 günde bırakmak mecburiyetinde kalmasına dayanıyor. Hızlı bir çözüm için doktorunun önerisi üzerine hipnoterapi gören Gerhard, sadece 1 günde 40 yıllık bağımlılığından kurtulmuştu. Ve bu deneyimini şöyle ifade ediyordu: “Hipnoterapist, kiliselerdeki şu vaizler gibiydi. Bağırıyor ve şu sözleri tekrar ediyordu: Artık sigara içmek istemiyorsun! Bırakabilirsin! Güçlüsün! Biz de aynı şekilde bağırarak karşılık veriyorduk: Evet, yapabiliriz! Güçlüyüz! Adamın deli olduğunu düşündüm. Biz de deliydik.”. Ayrıca TÜBİTAK’ın gerçekleştirdiği bir araştırmaya göre hipnoz, sigarayı bırakma yöntemlerinden en başarılı olanı olarak bulgulanmıştır. Çalışmaya katılanların %30’u hipnozla tedavi sonucu sigarayı bırakmıştır.

Kaynakça www.gazetevatan.com/hipnozlasigarayi-birakma-710001-saglik/

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 4 5 ]


HAYALETLERLE İLGİLİ 10 BİLİMSEL AÇIKLAMA EDİTÖR’ DEN QOSE LIVIA

A

ABD merkezli kamuoyu araştırma şirketi Gallup’un 2005’te gerçekleştirdiği bir kamuoyu araştırmasına göre Amerikalıların %37’si perili evlere inanıyor. HuffPost/ YouGov tarafından 2013’te yapılan bir araştırma ise Amerikalıların %45’inin hayaletlere inandığını gösteriyor. Bunlar oldukça beklenmedik rakamlar. Hayaletler

olup olmadığını bilmiyoruz; fakat bundan sonra evde tuhaf bir ses duyduğunuzda, önce hayalet avcılarını değil, bilim insanlarını göreve çağırın. Zira

birçok gizemli gölge, perili ev veya bedensiz ses durumlarının aslında son derece akla yakın açıklamaları olabiliyor.

[ 4 6 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ


10 9 BEYNİN ELEKTRİKSEL UYARIMI Dünyanın birçok yerinde insanlar, gölge varlıklara korku içinde şahit oluyor. Bu karanlık varlıklar, bir köşeden çıkıveriyor ve karşı karşıya gelindiğinde aniden kayboluyor. Birçok insan bunların şeytan olduğunu düşünürken, bazıları bunların astral beden, bazıları da bir anda görünüp kaybolan zaman yolcuları olduklarına inanıyor. Fakat bazı araştırmacıların çok daha şaşırtıcı teorileri var. İsveçli bilim insanları bir epilepsi hastasının beynine elektrik uyaranları verdiklerinde, ürkütücü bir deneyimle karşılaştılar. Hasta, hemen arkasında gölge biçimli bir varlığın oturduğunu ve her hareketini kopya ettiğini söylüyordu. Ayağa kalktığında o da ayağa kalkıyor, öne doğru eğilip dizlerine tutunduğunda, o gölge varlık da arkadan bedenini sarıp onu tutuyordu. Ardından doktorlar bir kartı okumasını istediklerinde, gölge varlık kartı elinden almaya çalışıyordu. Aslında bu garip olay, araştırmacıların beyindeki benlik algısını kontrol eden temporoparietal bileşkeyi uyarmasından kaynaklanıyordu. Bizimle diğerleri arasındaki farkı algılamamızı sağlayan beyin bölgesini elektriksel olarak kurcalayınca, doktorlar beynin kendi bedenini anlama sistemini bozup, kopya bir gölge kişi yaratmasına neden olmuşlardı. Araştırmacılara göre bu durum, şizofreni hastası olsun olmasın birçok insanın gölge varlıklar veya yaratıklarla karşılaşma tecrübesini açıklayabilecek bir ipucu olabilir.

IDEOMOTOR ETKİ Ruhçu hareket, 1840 ve 1850’lerde oldukça moda olmuştu. Bu akım, insanların ölmüş olan sevdikleriyle konuşabilmeleri için bir yol sağlıyordu. Kullanılan iletişim yöntemlerinden birisi “Ouija Tahtası”ydı. Bugün hala gözde olan bu tahta, harfler, sayılar ve (evet ve hayır gibi) basit kelimeler yazılı bir yüzeye sahiptir. İnsanlar “planşet” denilen delikli bir tahta parçasına ellerini koyup ruhlara sorular sorarlar. Ve genellikle bir ruh, planşeti harften harfe hareket ettirerek, heceleme yöntemiyle soruya cevap verir veya Şeytan filmindeki gibi, Kaptan Howdy serbest kalıverir.

bir seans düzenledikleri zaman da görüldü. Deneklerin yarısına gizli bir şekilde masanın sağa kayacağını, diğer yarısına ise sola kayacağını söylediler ve sonuçta masa yerinden kımıldamadı. Fakat hepsine masanın aynı yönde hareket edeceği söylendiğinde, ideomotor etki yine etkisini gösterdi! Aynı prensip Ouija tahtası için de geçerlidir: çoğunlukla harf harf cevap veren ruhlar değil, bizzat kendi kaslarımızdır.

Ruhlarla iletişime geçmenin bir başka garip yolu da masa sallama yöntemiydi. Tipik bir seansta insanlar yuvarlak bir masanın etrafına oturup ellerini masanın üzerine koyar, herkesi şaşırtacak şekilde masa, bir süre sonra kendi kendine hareket etmeye başlardı. Bir ayağı üzerine dikilebilir, yerden havalanabilir veya odanın içinde gezinmeye başlayabilirdi. Bu olaylardan bazılarının sahtelikler oyunu olduğunu biliyoruz; fakat acaba bu tip olayların tümü de sahtelik miydi? Bu gizemi çözmeye niyetlenenlerden birisi de Fizikçi Michale Faraday’di. Zekice tasarladığı deneylerle Faraday, masaların ideomotor etki sayesinde hareket ettirilebildiğini gösterdi. Böyle durumlarda, telkinin gücü, kasların istem dışı kasılmalar göstermesine neden oluyordu. İnsanlar masanın hareket etmesini beklediklerinden bilinçsiz olarak masayı kendileri hareket ettiriyorlardı. Benzer bir olay 1853’te dört doktorun deneysel [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 4 7 ]


HAYALETLERLE İLGİLİ 10 BİLİMSEL AÇIKLAMA LIVIA QOSE

8 SES-ALTI DALGALAR

Çalışma masasının hemen yanı başında gri renkli bir hayalet gören araştırmacı Vic Tandy, laboratuvarının lanetlendiği korkusuna kapılmıştı. Fakat bir sonraki gün Tandy ilginç bir keşif yapacaktı. Bir kılıç müsabakası için hazırlanırken Tandy kılıcını bir mengeneye yerleştirdi. Hemen ardından kılıcın kesici kısmının kendi kendine titreştiğini fark etti. Birden her şey aydınlanıvermişti. Sesaltı dalgalarla uğraşan Vic Tandy, kılıcının titreşmesine neden olan şeyle laboratuvarı lanetleyen şeyin aynı olduğunu fark etti. İnsan kulağı 20.000 Hz (saniyede 20 bin tekrar yapan) frekanslara kadar olan sesleri işitebilir; fakat 20 Hz’den daha düşük sesleri duyamaz. Bu sessiz titreşimler ses-altı olarak bilinir ve biz onları duyamasak da etkilerini titreşim olarak hissederiz. Dr. Richard Wiseman’a göre, bizler bu dalgaları karın bölgemizde hissedebiliyoruz. Hissettiğimiz bu titreşimler, bizde bazen (hayret gibi) olumlu, bazen de (rahatsızlık gibi) olumsuz hislere yol açabiliyor. Çevre koşulları uygun olduğunda, mesela tekinsiz görünümlü bir evde, bu etkiler bir panik hissi dahi yaratabiliyor. [ 4 8 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

7

OTOMATİZM

Ses-altı dalgaların, fırtınalar, rüzgârlar, hava olayları ve günlük kullanılan birçok cihaz tarafından oluşması mümkün. Vic Tandy’ye dönersek, sallanan kılıcını gördükten sonra, laboratuvarına yeni bir havalandırma cihazı takıldığını ve yaklaşık 19 Hz civarında titreşimler yaydığını fark etmişti. Göz yuvarlaklarımızın doğal salınım frekansı yaklaşık 20 Hz civarında olduğundan, ses-altı dalgalar Tandy’nin göz kürelerinin anormal şekilde titreşmesine neden olup, aslında orada olmayan biçimler gördüğünü sanmasına neden olmuştu. Tandy havalandırmayı kapatınca her şey halloldu. Artık hayalet falan kalmamıştı. Benzer şekilde, Dr. Wiseman da bu tip titreşimlerin perili olduğu söylenen yerlerdeki paranormal olayların açıklaması olabileceğine inanıyor. Yer altında bulunan iki mekânı incelediğinde içeride yukarıdaki trafikten kaynaklanan ses-altı dalgaların olduğunu keşfeden Wiseman, bu tip yerlerdeki hayaletimsi şekiller ve tedirgin edici ayak seslerinin ses altı dalgalarından daha iyi bir açıklaması olmadığını düşünüyor.

Büyücü doktorlarla Shirley MacLaine’in ortak noktaları ne olabilir? Hepsi de kanallaşmayla yakından ilgilidir. Kanallaşma, insanlığın ruhlar dünyasıyla bağlantı kurmak için kullandığı en eski yöntemlerden biri. Ana fikir, zihni temizlemek, bir çeşit kozmik bilinçle bağlantı kurmak, ardından kulağa hiç de tedirgin edici gelmeyecek şekilde, yüzlerce yaşında bir ruhun bedeninizi ele geçirmesine izin vermektir. Antik dinlerdeki Şamanların ölülerle kanallaşma aracılığıyla bağlantı kurduklarına inanılırken, televizyon medyumu John Edward öte tarafa geçmiş olanlarla konuşabildiğini iddia etmekte ve medyum J. Z. Knight da Ramtha adlı 35.000 yıl yaşında Atlantisli bir ruhla kanal teması olduğunu öne sürmektedir. Elbette bu kanallaşma işinde de bazı sahtekârlıklar var; fakat gerçekten de bunu yaptıklarına inanan insanların durumları nedir acaba? Bu durumun olası cevabı, insanların farkında olmadıkları şeyleri düşünüp söyleyebildikleri değişik bir bilinç hali olan “otomatizm” olabilir. Bir medyum zihnini arındırdığında, dostça bir ruhsal rehber arayışına girer. Ruhsal rehber bedenine girmeli ve neticede evrenle ilgili gizemli bilgiler vermelidir. Medyum bu zihin temizliği işini başardığında, zihninde rastlantısal düşünce ve görüntüler oluşmaya başlar, o da bunların bir başka varlıktan geldiğine ikna olur. Fakat genellikle bu tip düşünceler aslında kendi zihninin ürünleridir. Beyinlerimiz, bizim hiçbir bilinçli katkımız olmadan her türlü garip düşünce ve fikri üretme yeteneğine sahip. Hayatınızda kaç kere görünürde hiç neden yokken bir anda ilham geldiğine şahit olduğunuzu bir düşünün. Hayatınızda kaç kez garip kâbuslar veya gündüz düşleri gördünüz? Bunlar öte dünyalardan gelen ruhsal rehberlerin marifeti değil. Bunların kaynağı aslında sürekli fazla mesai yapan beyniniz.


6 5 HAVA CEREYANLARI

Gecenin bir yarısı tedirgin edici, terkedilmiş bir evi inceliyorsunuz ve aniden hava soğuyuveriyor. Fakat birkaç adım sağa yahut sola hareket ettiğinizde sıcaklık bir anda normale dönüyor. Bu olay parapsikologların “soğuk nokta” dedikleri şeydir. Hayalet avcılarına göre bu soğuk noktalar, normal olmayan faaliyetlerin önemli bir işaretidir. Hiç yoktan ortaya çıkıp insanların ödünü patlatmaktan başka yapacak daha iyi işi olmayan bir hayalet, bunun için elbette enerjiye ihtiyaç duyacaktır. Dolayısıyla gösterisini yapabilmek için gereken enerjiyi çevresinden ve etraftaki insanlardan alıyor olmalıdır. Fakat bilim insanlarının konuya ilişkin daha basit ve çok daha sıkıcı bir açıklaması da var. Şüpheci araştırmacılar böyle “lanetli” evleri araştırırlarken, soğuk hava dalgalarının genellikle şömine veya pencere gibi yerlerden sızdığını fark ederler; yani sorun, aslında bildiğimiz cereyan yapma hadisesidir. İçinde bulundukları oda tamamen kapalı ve yalıtılmış olsa dahi durumun tamamen akılcı bir açıklaması vardır. Her nesne kendine özgü bir sıcaklığa sahiptir ve bazı nesneler diğerlerinden daha sıcaktır. Oda sıcaklığını eşitlemeye yönelik bir çabada sıcak nesneler konveksiyon denilen bir süreçle sıcaklıklarını kaybetmeye çalışırlar. Bu gibi durumlarda sıcak hava yükselir ve soğuk hava aşağı doğru iner. Benzer şekilde, kuru hava nemli bir odaya dolduğunda kuru olan yere doğru akarken, nemli hava tavana doğru yükselir. Bu hava dalgalanması, kişinin derisinde bir soğukluk hissi oluşturur ve bu da elbette ki soğuk nokta olarak değerlendirilen şeydir. Bir dahaki sefer bir hayaletin varlığını hissedecek olursanız, paniğe kapılmadan önce ısıtıcınızı açıverin.

KAMERA MESELELERİ Hayalet avcılarının parlak ışık noktalarıyla adeta bir aşk-nefret ilişkisi vardır. Bu parlak ışıklar, ölmüş fakat henüz tam öte tarafa geçememiş insanların ruhları olarak değerlendirilir. Göze görünmeyen bu ışık topakları sadece fotoğraflarda görünür ve bu da işlerin karıştığı yerdir. Şüpheci araştırmacılardan Brian Dunning, bir toz tanesi veya ufak bir böceğin kameraya çok yakın olması durumunda, fotoğrafta büyük ve odak dışı bir ışık noktası gibi görüneceğine dikkat çekiyor. Ve kamera flaşları sağ olsun, bu noktacıklar oldukça parlak

olarak kaydedilip hayalet olarak değerlendirilebiliyor. Tamamen akla yatkın bir yanılsama değil mi? Parapsikolog Pamela Heath, her ne kadar bazı fotoğrafların gerçek olduğunu düşünse de ince kıllar, kirli yahut ıslak mercekler ve çekim sırasında hareket edilmesi gibi birçok nedene bağlı olarak ışık noktacıklarının görüntülenebileceğine dikkat çekiyor. Birçok paranormal olay yayınlayan site, çok sayıda hatalı ve hileli fotoğrafla karşılaştıkları için artık bu tip fotoğrafları kabul etmiyorlar. Teknolojinin nasıl çalıştığını temel düzeyde anladıkça, parlak ışıkçıklar ruhunu teslim edecek gibi görünüyor. [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 4 9 ]


HAYALETLERLE İLGİLİ 10 BİLİMSEL AÇIKLAMA LIVIA QOSE

4

KİTLE HİSTERİSİ

gerekirken, gaz eve sızmaktaydı. Sonuçta ailenin karbonmonoksit zehirlenmesi geçirdiği anlaşıldı.

1921’de Göz Hekimi William Wilmer, Amerikan Journal of Ophthalmology dergisinde ilginç bir makale yayımladı. Makale, H ailesi ve oturdukları lanetli evleriyle ilgiliydi. Evleri, çarparak kapanan kapı sesleri, hareket eden mobilyalar ve boş odalarda yankılanan ayak sesleri ile cehenneme dönüşmüştü. Çocuklarından birisi üzerine oturan bir şey hissetmiş ve diğeri de gizemli bir yabancının saldırısına uğramıştı. Bir gece evin hanımı uyanmış ve yataklarının ayakucunda ayakta kendisini izleyen bir kadınla erkek görmüş, az sonra da yok olmalarını izlemişti. Bu lanet devam ettikçe aile yorgun bir hale gelmiş, ardından evdeki bitkiler de ölmeye başlamıştı. Ancak bundan sonra, evdeki bozuk sobayı fark ettiler. Soba, çıkardığı dumanı borularla bacaya vermesi

Karbonmonoksit (CO) kokusuz, renksiz bir gazdır ve dolayısıyla saptanması oldukça zordur. Bu gaz çok da tehlikelidir; çünkü kırmızı kan hücrelerimiz CO gazını oksijeni bağladığından çok daha kolay bağlayabilir ve bu oksijen yetmezliği güçsüzlük, akıl karışması ve neticede ölüme neden olur. Fakat son nefesi vermeden önce, aynen H ailesi gibi sanrılar görmeniz yüksek ihtimaldir. Örneğin 2005’te bir kadın, banyosunda hayaletler gördükten sonra polisi aramıştı. Olay yeri incelemesinden sonra bu olağanüstü olayın aslında evi karbonmonoksit ile dolduran bozuk su ısıtıcısından kaynaklandığı anlaşılmıştı. Neticede, siz siz olun, karbonmonoksitten uzak durun; çünkü şu ya da bu şekilde hayalet görmenize sebep olacaktır.

[ 5 0 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

2013 yılının Haziran ayında Bangladeş’in Gaizpur kentinde üç bini aşkın tekstil işçisi bir grev başlattı. Protestoları uzun çalışma saatleri veya daha yüksek ücretbir istemeleri ile ilgili Gecenin yarısı tedirgin edici, değildi; birilerinin hayaletle terkedilmiş birtuvaletteki evi inceliyorsunuz ve aniden hava soğuyuveriyor. Fakat birkaç ilgili bir şeyler yapmasını istiyorlardı. adımtuvaletinde sağa yahut sola hareket ettiğinizde Kadınlar kadın bir işçiye sıcaklık bir hayalet, anda normale dönüyor. Bu saldıran kızgın herkesin olay parapsikologların “soğuk nokta” paniğe kapılmasına neden olmuştu. dedikleri şeydir. Hayalet avcılarına göre Bir isyan başladı ve polis olayları bu soğuk noktalar, normal olmayan güçlükle yatıştırabildi. bir Hiç faaliyetlerin önemli Benzer bir işaretidir. olay, Phuket Patong bölgesindeki bir yoktan ortaya çıkıp insanların ödünü okulda 22 öğrencinin yaşlı bir kadın patlatmaktan başka yapacak daha iyi işi olmayan bir hayalet, için hayaleti görmesinden sonrabunun müşahede enerjiyepatlak ihtiyaç vermişti. duyacaktır. altınaelbette alınmasıyla Dolayısıyla gösterisini yapabilmek Bangladeş’teki fabrika sahibi bir için gereken enerjiyi çevresinden ve etraftaki şeytan çıkartma ayini organize etmişti; insanlardan alıyor olmalıdır. fakat aslında bir psikolojik danışman Fakat daha bilim insanlarının konuya ilişkin çağırması yerinde olabilirdi. daha basit (ve çok daha sıkıcı) bir Bu örneklerdeki ve öğrenciler, açıklaması daişçiler var. Şüpheci araştırmacılar böyle “lanetli” evleri araştırırlarken, kitle histerisi dediğimiz bir durumdan soğuk hava dalgalarının genellikle mustariptir. Bu ortak sanrılar özellikle veya pencere gibiişyerlerden içindeşömine bulundukları yoğun koşulları ve sızdığını fark ederler; yani sorun, aslında disiplinli bir okul gibi olumsuz koşullara bildiğimiz cereyan yapma hadisesidir. bağlı İçinde olarakbulundukları ileri dereceoda stres altında tamamen kapalı olan insanlarda ortaya ve yalıtılmış olsa dahiçıkabilmektedir. durumun tamamen Bu görünmez gerginlik,vardır. dahaHer sonra akılcı bir açıklaması nesne genellikle başözgü ağrıları, mide bulantıları kendine bir sıcaklığa sahiptir ve bazı nesneler sıcaktır. Oda ve şiddetli kasdiğerlerinden kasılmalarıdaha şeklinde sıcaklığını yönelik bir çabada belirtiler olarakeşitlemeye ortaya çıkabilir. Dini ve sıcak nesneler konveksiyon denilen kültürel inançlarla, içe kapanık, diğer bir süreçle sıcaklıklarını insanlardan uzak bir ortamkaybetmeye ve sürekli çalışırlar. Bu gibi durumlarda sıcak hava işleyen dedikodu çarkları felakete giden yükselir ve soğuk hava aşağı doğru yoluniner. köşe taşlarını oluşturur. Diğer Benzer şekilde, kuru hava nemli insanlar da kısa sürede aynı bir odaya dolduğunda kurugarip olan yere belirtilere bunemli bir hastalık gibidoğru doğrukapılır, akarken, hava tavana Buherkesi hava dalgalanması, kişinin yayılıryükselir. ve panik sarar. derisinde bir soğukluk hissi oluşturur Söz konusu üç bin fabrika işçisinden ve bu da elbette ki soğuk nokta olarak ancakdeğerlendirilen birkaç tanesinin gerçekten şeydir. Bir dahaki sefer bir hayaletle karşılaşmış olduğu bilgisi hayaletin varlığını hissedecek olursanız, ilginçtir. Çılgınlığı başlatan paniğe kapılmadan öncekadının ısıtıcınızıbizzat açıverin. kendisi aslında hiçbir şey görmemişti. Hastalanmış ve bunun kötü ruhların işi olduğunu varsaymıştı; fakat telkin o kadar güçlüydü ve ortam o kadar uygundu ki herkes keçileri kaçırdı. Neyse ki olay insan veya kedi-köpek kurban etmeye varmadan sonlandı.

Hava cereyanları

KARBONMONOKSİT

ZEHİRLENMESİ

3


2 1 İYONLAR

Hava cereyanları

Maalesef gerçek hayalet avcıları Gecenin bir yarısı tedirgin edici, proton torbaları taşımaz, fakat iyon terkedilmiş bir evi inceliyorsunuz ve sayacı gibi aletler kullandıkları aniden soğuyuveriyor. Fakat birkaç vakidir. İyonhava sayacı, adı üstünde, adım sağa yahut sola hareket ettiğinizde iyonları sayan bir aletken, İyon, sıcaklık bir anda normale dönüyor. Bu malumunuz olduğu üzere, proton olay parapsikologların “soğuk nokta” ve elektronları eşitHayalet sayıda olmayan dedikleri şeydir. avcılarına göre atomlara verdiğimiz isimdir. Eğer bu soğuk noktalar, normal olmayan bir atom elektron kazanırsa negatif faaliyetlerin önemli bir işaretidir. Hiç yoktankaybederse, ortaya çıkıp insanların bir iyona, pozitifödünü iyona patlatmaktan başka yapacak daha dönüşür. iyi işi olmayan bir hayalet, bunun için

elbette enerjiye ihtiyaç duyacaktır. Hayalet avcıları iyonlara deli olur, Dolayısıyla gösterisini çünkü bunların olağanyapabilmek dışı bir için gereken enerjiyi çevresinden ve etraftaki varlığa işaret ettiğine inanılır. insanlardan alıyor olmalıdır. Bazıları, bir hayaletin varlığının Fakat bilimnormal insanlarının konuya ilişkin atmosferdeki iyon oranını daha basit (ve çok daha sıkıcı) bir değiştirdiğine inanırken, diğerleri açıklaması da var. Şüpheci araştırmacılar hayaletlerin ortaya çıkıp insanları böyle “lanetli” evleri araştırırlarken, ölümüne içingenellikle gereksinim soğukkorkutmak hava dalgalarının duydukları iyonlardan şömine enerjiyi veya pencere gibi yerlerden aldıklarını Fakat sızdığınıöne farksürerler. ederler; yani sorun,iyon aslında bildiğimiz cereyan yapma hadisesidir. sayaçları, konu hayaletleri tespit İçinde bulundukları oda tamamen kapalı etmek olunca resmen çuvallarlar. ve yalıtılmış olsa dahi durumun tamamen İyonlar, hava değişimleri, güneş akılcı bir açıklaması vardır. Her nesne ışınları ve radon gazı gibi birçok kendine özgü bir sıcaklığa sahiptir ve bazı doğalnesneler olaya bağlı olarakdaha oluşabilir. diğerlerinden sıcaktır. Oda Dolayısıyla, mesele eldeki sıcaklığınıbütün eşitlemeye yönelik bir çabada kanıtları değerlendirdiğinize sıcaknasıl nesneler konveksiyon denilen bir süreçle bağlıdır. Bilimsıcaklıklarını insanları kaybetmeye çalışırlar. Bu“normal” gibi durumlarda sıcak hava iyonları görüp olarak yükselir ve soğuk hava aşağı doğru değerlendirirler; hayalet avcıları iner.iyon Benzer şekilde, kuru hava nemli için ise varlığı “paranormal” bir odaya dolduğunda kuru olan yere işaretidir. doğru akarken, nemli hava tavana doğru Bu hava dalgalanması, İlginçyükselir. bir şekilde hem pozitif kişinin bir soğukluk hissi oluşturur hem derisinde de negatif iyonlar duygu ve bu da elbette ki soğuk nokta olarak durumumuzu etkileyebilir. Negatif değerlendirilen şeydir. Bir dahaki sefer bir iyonlar kendimizi daha sakin ve hayaletin varlığını hissedecek olursanız, gevşemiş paniğehissettirirken, kapılmadan önce pozitif ısıtıcınızı açıverin. iyonlar baş ağrısına sebep olup, kendimizi tembel hissetmemize neden olabilmektedir. Böyle bakınca, “lanetli” evlerde bulunan insanların neden yorgun ve gergin hissettikleri ve neden baş ağrısı çektikleri de belki biraz daha anlaşılır olabilir.

KUANTUM MEKANİĞİ Kuantum mekaniği maddenin en küçük yapıtaşlarını inceleyen fizik dalıdır ve oldukça hayret verici buluşların önünü açmıştır. Fakat fizikçiler, ruhlar ve hayaletler hakkında konuşmaya başladıklarında oldukça garip noktalara da varabilir. Anestezi uzmanı Dr Stuart Hameroff ve Nobel ödüllü Matematikçi arkadaşı Roger Penrose insan bilincinin beyin hücrelerimizdeki tüp biçimli proteinler olan mikrotübüllerden kaynaklandığını ve bu ultramikroskobik tüplerin kuantum bilgi-işlemeden (yani kısaca ruhlarımızdan) sorumlu olduğunu ortaya atmışlardı. Hameroff ve Penrose, insanların ölüme yakın deneyimler yaşaması durumunda tüm kuantum bilgisinin beyni terk etmesine rağmen hala var olmaya devam ettiğine ve bundan dolayı da insanların tünellerin sonunda ışıklar gibi tecrübeler yaşadıklarına inanıyorlardı. Birçok bilim insanının Hameroff ve Penrose’un teorileriyle sorun yaşamasına rağmen Dr. Henry Stapp bunlardan birisi değildi. Ünlü Fizikçi Warner Heisenberg ile birlikte çalışmış olan Stapp, bir kişinin benliğinin ölümden sonra “zihinsel bir varlık” olarak yaşamaya devam edebileceğini düşünüyordu. Stapp’e göre bu varlıklar bir şekilde dünyaya geri dönebiliyorsa, bedenlerin ele geçirilmesi ve kanallaşma gibi hadiseler de mümkün olabilir. Stapp, Hameroff ve Penrose gibi sadece hayalci düşünürler mi yoksa günümüzün Galile’leri mi acaba? [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 5 1 ]


SİNAN CANAN SÖYLEŞİSİ BİLİMİ DEĞİL İNSANI ANLATMAK MESELE

BERÇİM BERBEROĞLU

Doç. Dr. Sinan Canan, Değişen Be(y)nim isimli yeni kitabıyla yeniden okurla buluştu. [n] Beyin kurucularından da biri olan Canan, [n] Beyin eğitimlerinde anlattığı öykülerinden oluşan Değişen Be(y)nim kitabıyla, beynimizle ilgili bilmediğimiz pek çok gerçeği, daha çok insanla paylaşacak. Dergimizde ele aldığımız konularda fikirlerine başvurduğumuz Canan ile son kitabını konuştuk. Dergimizin bu sayısında ve sonraki sayılarımızda da Sinan Canan’ın yazılarına yer vereceğiz. Şimdi Değişen Be(y)nim kitabıyla Canan’a kulak verelim.

[ 5 2 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

Bilimi değil insanı anlatmak mesele


DEĞİŞEN BE(Y)NİM KİTABINDAN NELERE DEĞİNDİNİZ?

D

Değişen Be(y) nim, [n]Beyin’de anlattığımız öykülerin genel konseptini bir başlık altında toparlama niyetiyle ortaya çıkmıştı. Kitabın ismi önceden farklıydı. Yayınevindeki arkadaşlarla konuşunca kitabın sonunda onların da oldukça beğendiği “Değişen Beynim” bölümünün ismini kitabın başlığı olarak belirlemeyi uygun gördük açıkçası; sonuçta beyin üzerine bir kitap. Hepimizin günlük hayatta ilgilenebileceği, ilgisini çekecek ve günlük hayatta kullanabileceği bilgileri bir yere toplamaya çalıştık. Elbette beyin gibi bir şeyi tek bir kitaba toplamak zor, sadece benim bildiğim kısmı bile epey bir yer tutuyor. İnşallah bundan sonraki [n]Beyin kitaplarında beyin ile ilgili farklı konuları da toparlayacağım. Değişen Be(y)nim için [n]Beyin serisinin ilki diyebiliriz. Bakalım beğenecek mi okuyanlar göreceğiz.

BU KİTABINIZDA ÖNCEKİ KİTABINIZDAN FARKLI OLARAK NE BULABİLİR OKUYUCULAR? Benim önceki kitabım biraz benim ilgilendiğim farklı alanlarla ilgili, ben ona “tohum kitabı” diyorum. Tohum fikirleri içeren, kısa kısa bu fikirleri anlatmaya ve açıklamaya, biraz daha dolaşıma girmesine yardımcı olmaya çalışan bir kitaptı açıkçası. Özellikle genç

okuyuculara yönelik olarak yazdığım fikirlerin bir kataloğu olarak düşünülebilir. Ama Değişen Be(y)nim, ilk defa tamamen beyin üzerine yazdığım bir kitap. Burada beynin gelişmesinden, anne karnındaki oluşumundan, gençlikte, erişkinlikte, ihtiyarlıkta beynin geçirdiği maceralardan ve bu beyni kullanmamıza

ilişkin enteresan durumlardan bahsetmeye çalıştım. İşte bunların arasında, bağımlılık meselesi de var müzik-beyin ilişkisi de var, insanın diğer canlılardan farkı da var, birçok değişik konuya değinmeye çalıştık burada.

BEYİN ÇOK KATMANLI VE KARIŞIK BİR KONU, BU KİTABINIZDA BUNU NASIL BİR ÖNGÖRÜ VE ÇERÇEVEYLE SUNUYORSUNUZ? Beyni anlatmanın çok fazla yolu vardır. Mesela sıkıcı bir yöntemle anlatabilirsiniz beyni, nörofizyolojik parametreler, hücreler, aksiyon potansiyelleri gibi böyle anlaşılması çok zor şeyleri anlatmak da mümkün. Ama ben yıllarca tıp fakültesinde onları anlattığım için açıkçası beyni bu şekilde anlatmanın çok fazla heyecan uyandırmadığını görüyorum; her ne kadar muhteşem ve karmaşık olsa da bu konu. Beyni anlatmanın bir diğer yolu günlük hayatımızda beyin nasıl hayatımızı yönlendiriyor, nasıl kararlarımızı vermemizi sağlıyor, bizi nasıl biz yapıyor ve bizim yaptığımız her şey aslında nasıl beynimizi değiştiriyor, biraz bunu güncel örnekler üzerinden anlatmak… Ben açıkçası birkaç senedir hikaye anlattığım için kendi hayatımda gördüğüm şeyleri anlattığımda insanların bunu daha iyi anladığını gördüm. Burada da daha ziyade kendi hayatımdan öğrendiklerimden yola çıkarak bir anlatı kurgulamaya çalıştım açıkçası. Okunurken biraz daha rahat okunsun istedim ve özellikle

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 5 3 ]


SİNAN CANAN SÖYLEŞİSİ BİLİMİ DEĞİL İNSANI ANLATMAK MESELE

bilimle uğraşmayan insanların kendi beyinleri gibi harika bir şeyle tanışmalarını sağlamak, küçük de olsa vesile olmak arzusuyla yazdım. İnşallah olmuştur.

BU KİTABI KİŞİSEL GELİŞİM KİTABI OLARAK MI ELE ALMALIYIZ, YOKSA BİLİM KİTABI OLARAK MI? İkisini de açıkçası yazmak istemedim. Çünkü kişisel gelişim açıkçası çok kirli bir ifade oldu artık ve malesef çok iyi anılmıyor. Ben buna bir dostumun da ifadesiyle “insani gelişim” demeyi tercih ederim. Biz insan olarak

hepimiz farklı bir yol izliyoruz, farklı bir şekilde gelişiyoruz, kendimizi gerçekleştirmek için bir hayat yaşıyoruz aslında. Bir bilim insanı olarak bilim benim çok işime yarıyor. Ama bilimin kendi jargonu ve konuları ağır, yani bilim insanı olmayanlar da pek bununla ilgilenmiyor.

Dolayısıyla bu ikisinin arasında bir yol bulmak, yani insanlara hazır formüller verip, “şunları şunları yap süper olursun” demeyi sahici bulmuyorum. Ya da bilimsel bilgiyi anlatıp “hadi git artık bundan ne anlıyorsan yap” diye onları kendileriyle baş başa bırakmak… Biraz “ben bunları nasıl kullanıyorum” ve “diğer insanlar bunu nasıl kullanabilir”i anlatarak hayret ve ilham verici bir yolculuk yapmak daha faydalı olur gibi geliyor bana. İşte yazdıklarımda da bunu öncelemeye çalışıyorum. Dediğim gibi beyni anlatmak kolay değil. Ama insanı insana anlatmak çok da zor bir şey değil. Yeter ki o frekansı yakalayabilelim. Bütün gayretimiz o yönde.

[ 5 4 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

SON ZAMANLARDA RENKLERLE İLGİLİ ÇOK FAZLA ARAŞTIRMA YAPILIYOR. SİZ KİTABINIZDA SARI VE SİYAHI SEÇERKEN BU ARAŞTIRMALARIN SONUÇLARINA GÖRE Mİ SEÇTİNİZ YOKSA TESADÜF MÜ BU RENKLER? Çok soruyorlar bunu, “subliminal mesaj mı var” falan diye kitap kapaklarında. Önceki kitap Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler sarı bir zemin üzerine siyahtı. Özellikle bilim ve teknolojiyle ilgili kitapların olduğu rafta bizim kitap bayağı bir parlıyordu. Ama ne o kitap ne de bu kitap aslında böyle planlanarak yapılmış bir şey değil. En azından benim tarafımdan planlanmadı. Tuti Kitap’ın tasarımcısı sevgili Özle bu tasarımları yapıp bana birkaç tane seçenek gönderiyor her seferinde ve ben her zaman Özle’nin yaptığı ilk tasarımı çok beğeniyorum. Bu her iki tasarım da Özle’ye ait. Dolayısıyla tamamen onun, özellikle kitabın içeriğinden haberdar olarak severek ve isteyerek yaptığı belli olan tasarımlar. Sanıyorum o yüzden görenler de beğeniyor. Ama sarı ve siyah rengin dikkat çekici olduğu kesindir. Tabi burada bir sorun var. Sarı üstüne siyahı denedik, siyah üstüne sarıyı denedik. Üçüncü kitapta ne yapacağız onu çok bilmiyorum. Artık biraz renkleri değiştirme durumu olabilir.

BİLİMSEL YÖNÜNÜZÜN YANINDA MÜZİKLE DE İLGİLENDİĞİNİZİ BİLİYORUZ. BU İKİ KONUYU

HARMANLADIĞIMIZ ZAMAN TECRÜBELERİNİZİ HAYATINIZA NASIL AKTARIYORSUNUZ? Ben sadece, müzikle değil aslında elimin yettiği kadar, profesyonel olmamak kaydıyla (çünkü o gerçekten ciddi bir yatırım istiyor) sanatın her alanıyla uğraşmaya çalışıyorum. Müziği hem icracı hem dinleyici olarak yapıyorum. Resim ile biraz kendim yaparak biraz da resim sanatına olan hayranlığım olarak içinde yer alıyorum. Çünkü sanat dediğimiz şey ancak insan beyninin başa çıkabileceği kadar özel bir faaliyet ve sadece insana özel. Yani insan aslında sanatla uğraşmalı bir şekilde. Bu ekstra bir hobi olarak görülmemeli, bütün işleri bitirdikten sonra boş bir vakitte yapılacak bir şey olarak pek düşünülmemeli. Kitapta da biraz vurgulamaya çalıştığım üzere sadece bir enstrüman çalmaya çalışmak bile beynin bütün yapısını, temel otoyollarını baştan aşağı değiştiren çok farklılaştırıcı bir tecrübedir. Bu tecrübe bir müzik aletinin özel bir özelliğinden kaynaklanmıyor, bu insan beyninin müziğe kurgulu olmasından kaynaklanıyor. Ben konuşurken benim sesimdeki vurguyu anlayabilmeniz beyninizdeki müzikal devreler sayesinde oluyor. Dolayısıyla iletişim ve sözlü iletişim bizim insan olmamızın temelinde yatan bir özellik olduğuna göre bunun en önemli bileşenlerinden biri olan müzik de aslında hayatımızın ayrılmaz bir parçasıdır. Arka planda boşluk doldursun diye çalınan müzik çok doğru değil, müziğe ciddi oranda vakit ayrılmalı, müziğe ciddiyetle


yaklaşılmalı ve boş vakitlerde değil bizzat müzikle doldurulması gereken vakitler yaratılmalıdır. Ben de açıkçası bunun için biraz uğraşıyorum. Hiç de pişman değilim. Aynen devam…

“MÜZİK İNSANI DAHA ZEKİ YAPIYOR” DİYEBİLİR MİYİZ PEKİ? “Daha zeki”, zekâ tanımlamasında ne kastettiğimize göre değişir. Ben, şu anda ortalıkta gezinen cari zekâ tanımlarını çok beğenenlerden değilim. Birçok kişi de benimle aynı fikri paylaşıyor. Çünkü bilgisayar gibi işlem yapabilen insanlara “zeki” diyoruz. Hâlbuki biz bilgisayarları bizden daha iyi yapsın diye icat etmiştik zaten. Dolayısıyla insan zihninin çok daha farklı bir yönü var; yaratıcı, sanatçı yönü vs. Esas, insanı bu dünyaya fark yaratan bir canlı olarak sunan, insanı o hale getiren özellikler bunlar. Dolayısıyla müzik, resim gibi ya da sanatın diğer alanları ve insan zihninin en üst üretimiyle ne kadar uğraşılırsa zihin o kadar çetrefilli bir hale geliyor. İşte burada bahsettiğim birkaç tane çalışma var. Özellikle müzik hocalarıyla, beden hocalarıyla bu aralar aram çok iyi. Bu çalışmaları okuduktan sonra hocalar “biz bunu anlatabilsek okullardaki ders sıralaması değişirdi” diyor. Gerçekten de biraz müzikle uğraşsanız, müziğe hayatınızda küçük bir yer ayırsanız bile beyninizin yapısal olarak çok büyük bir değişim geçirdiğini biliyoruz ve bu değişim çok pozitif bir değişim. Belki matematiksel işlem anlamında daha zeki olmayabilirsiniz ama kesinlikle daha üst düzey bir insan

olduğumuzu söyleyebilirim sanatla uğraştığımız zaman.

GEREK BİR SİNİRBİLİMCİ GEREKSE BİR BABA OLARAK EBEVEYNLERE BU KONUDA NE GİBİ TAVSİYELERİNİZ OLABİLİR? Biraz önce ufak bir ipucu verdim aslında, biz şu anda çocuklarımızı sürekli haftada 50 tane kursa gönderiyoruz. Bu aralar özellikle şehirlilerin en sevdiği şey

dolduran, arka planı süsleyen bir şey olarak görülüyor. Oysa aileler çocuklarının gerçekten müzikle, sanatla ilgilenmesini istiyorlarsa önce kendi içlerinde, günlük hayatlarında müziğe bir yer açmaları lazım. Müziğin karşısına oturup saygıyla müziği dinleyen, dikkatle onu analiz eden bir çevre, çocuğu müziğe en güzel yönlendiren şey olacaktır. Yoksa kurslarla, en iyi hocalarla falan yetişmiyor büyük müzisyenler. Büyük müzisyenlerin tamamının ilk yaptığı şey önce müziği sevmektir, ondan sonra kaptırır giderler. Yetenekleri neyse ona göre de bir değişim gösterirler. Dolayısıyla moda olduğu için değil, insan olduğumuz için bu işin peşinden gitmemiz lazım diye düşünüyorum.

PEKİ, ÇALIŞMALARINIZ BUNDAN SONRA NASIL ŞEKİLLENECEK?

çocuklarını bir sürü paralar ödeyerek kursa yazdırmak. Bunlar yabancı dil kursları, enstrüman kursları, her şey olabiliyor. Aileler çocukları müzik aleti çalsın istiyorlar, ama müziğe özel bir vakit ayıran aile ben pek fazla tanımıyorum. Müzik sürekli arka planda dın dın çalan, hayatı

Beyin kitaplarının devamı gelecek. Bir 3-4 seri daha düşünüyoruz bu konu üzerine. Onun duşunda başka konular da var. Fakat kitap yazmak, özellikle okunabilir güzel bir şey yazmak zaman alıcı bir şey. Tasarımı, dizgisi, içeriği… Dolayısıyla, 2016 senesi içerisinde, ömrümüz olursa, bunlara devam etmek istiyorum. Tabi ki geribildirimler de çok önemli. Okuyanlar ne kadar çok geribildirim yaparsa bundan sonrakileri elimizden geldiği kadar daha da iyi yapmaya çalışacağız.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 5 5 ]


N HABERLER

Hipnoz

odaklanmaktır

P

“Hipnoterapi ile hipnozu karıştırmamak gerekiyor. Her hipnoterapide hipnoz vardır; ancak her hipnozda hipnoterapi yoktur. Hipnoterapide, adından da anlaşılacağı üzere, kişinin sorunlarına yönelik bir çalışma yapılırken hipnozda sadece kişiyi rahatlatmak, gevşetmek amaçlanır” [ 5 6 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

Pek çoğumuz hipnozu bayılmak veya uyumak sanıyoruz; ancak bunun aksine hipnoz, bilincin açık olduğu bir odaklanma hali. Hipnoz esnasında bilinç her şeyin farkında, kişi dokunmayı hissediyor ve konuşulanları duyuyor. Hipnozun tarihçesine baktığımızda farklı isimlerle (uyku odaları) de olsa antik Hint döneminde uygulandığı görülüyor. İzmir Bergama’daki Asklepion’da da hastaları tedavi etmek için bir çeşit hipnoz uygulanıyordu. Hipnoz adını kullanan ilk kişi İskoçyalı Doktor James Braid’dir. 1840’ta Yunan Mitoloji’sindeki uyku tanrısı Hypnosis’ten esinlenerek seçilen bu isim, daha sonra bizzat Dr. Braid tarafından hipnoz bir uyku hali olmadığı için uygun görülmese de çoktan

dile yerleşmiş hale geliyor ve kullanımına devam ediliyor.

BİR ÇEŞİT MEDİTASYON [n]Beyin’de hipnoz üzerine bir sunum yapan hipnoz eğitmeni Barış Yıldırım, uzun zamandır eğitimini verdiği hipnoz konusunda bazı bilgileri bizimle paylaştı. “Beyinde bilinçaltını koruyan “critical factor” isimli bir koruma kalkanı var. Hipnozda bu bölge geçilerek bilinçaltına ulaşılıyor ve ona bazı telkinler veriliyor. Yani hipnoz kısaca telkinlere açıklık halidir. Bilinçaltı istediği telkinlere yanıt verirken istemediklerine asla yanıt vermiyor” diyen Barış Yıldırım bu durumu şu örnekle açıklıyor: “Budist birine hipnoz sırasında Protestan olacaksın dersen o an belki karşı çıkmaz; ama hipnozdan çıktıktan sonra Budizmi terk etmiş de olmaz.” “Hipnoterapi ile hipnozu


karıştırmamak gerekiyor. Her hipnoterapide hipnoz vardır; ancak her hipnozda hipnoterapi yoktur. Hipnoterapide, adından da anlaşılacağı üzere, kişinin sorunlarına yönelik bir çalışma yapılırken hipnozda sadece kişiyi rahatlatmak, gevşetmek amaçlanır” diyen Yıldırım, hipnozun tam anlamıyla bir odaklanma olduğunu söylüyor ve ekliyor “Kitap okurken etrafınızdaki sesleri duymuyor musunuz veya müzik dinlerken sadece müziğe mi odaklanıyorsunuz, işte o hipnoz halidir.”

BİLİNÇALTI GEÇMİŞLE BAĞ KURUYOR Yıldırım, hipnozla kişilerin geçmişte yaşadıklarına inerek bazı sorunların çözülebileceğini söylüyor. Bu konuda dünya hipnoz literatüründe pekçok ilginç vakalar olduğunu söyledi. Örneğin bir doktorun vakasında köpekten korkan bir danışanın, çocukluğunda kendisini korkutan köpeğin bakışlarını, bilinçaltında babasının korkutucu bakışlarıyla eşleştirdiğini, bu nedenle köpek fobisi geliştiğini” anlattı.

Hipnoz; fobiler, kaygı bozuklukları, panik atak, obsesif kompülsif bozukluk, uykusuzluk, depresyon, bağımlılık ve performans geliştirme için uygulanabiliyor.

Aynı zamanda hipnoza, iletişim, duygu, ağrı ve kilo kontrolü, psikosomatik ağrılar, çocukluk dönemi sorunları, uyum problemleri, cerrahi operasyonlarda ağrının hissedilmemesini sağlama, iyileşmenin hızlandırılması ve ilaç kullanımının azaltılması için de başvurulabiliyor. Ancak hipnozun uygulanmaması gerektiği durumlar da var. Bunlar, psikotik durumlar, zekâ geriliği olan kişiler, çok yaşlılar ve 5 yaşından küçük çocuklardır.

HİPNOZ HAKKINDA BİLİNEN YANLIŞLAR Hipnozla ilgili bilinen pek çok yanlış olduğunu söyleyen Yıldırım bunları şu şekilde sıralıyor: “Hipnozla ilgili bilinen yanlışlardan biri herkesin hipnoz olamayacağıdır. Herkes hipnoz olabilir; ancak farklı derecelerde hipnoz olabilir. Hipnoz duygu ve hislerle çalışıyor. Hafızada yer eden kayıtlar onun duygusuyla birlikte kaydediliyor. İstenmeyen veya kişiye rahatsızlık veren bu duyguları bulup çıkartmak da hipnoterapistin işidir. Aynı zamanda herkes hem kendini hem de diğer insanları hipnoz edebiliyor. Sadece yeteri kadar istemek ve odaklanmak yeterli. Ancak, hipnoterapist olmak için birtakım teknikleri bilmek ve onları uygulamak gerekir. Sanılanın aksine, hipnozda kişiye her istediği yaptırılamıyor. Bu bilinen en büyük yanlışlardan biridir. Örneğin derin hipnozda olan birinin eline kibrit veriliyor. Kişi kibriti tutuyor; ancak tam eli yanacakken bilinçaltı onu uyarıyor ve kişi kibriti elinden bırakıyor. Hipnozda kişi kendisine zarar verecek hiçbir şeyi yapmaz. Bunu kişiye yaptırmak hiçbir koşulda

mümkün değildir. Bilinen bir diğer yanlış, tek seanslık hipnozun sorunları çözmede işe yarayacağıdır. Ancak tek seanslık bir hipnoz uygulamasında kişinin şikayet ettiği sorunun çözülmesi imkansızdır. Bilinçaltı oldukça tembel olduğundan sorunun kaynağını hemen açığa vermiyor. Bunun için en az beş seans gerekli.”

ÇOCUKLARDA CRİTİCAL FACTOR GELİŞMEMİŞTİR “7 yaşına kadar bilinçaltı tamamen açıktır, yani critical factor denilen koruma kalkanı gelişmemiştir. Bu nedenle çocuklara söylenilen her şeye, onlara karşı gösterilen davranışlara çok dikkat edilmesi gerekiyor” diyen Yıldırım bu konuyla ilgili şu örneği veriyor: “Amerika’da bir sigara vakasında, kişi nezaman sigarayı bıkarmak istese, boğazında bir rahatsızlık oluşuyor, kişide, suçluluk, ihanet ediyormuş gibi oluşuyormuş. Yapılan seanslar sonucunda, boğazındaki o rahatsızlık ve olumsuz duyguların kökeninin, kişiye daha çocukken, büyükbabasının ona “Erkekler sigara içer. İç bakayım, aferin.” demesi ve çocukda, sigara içersem “büyükbabam beni sever, taktir eder” duygusunun geliştiğini, bu nedenle sigarayı bıraktığında öyle hissettiği anlaşılmış” Sonuç olarak, hipnozla kişi istediği ve izin verdiği sürece pek çok sorun çözülebiliyor. Kişinin kendine ve sorunlarına odaklanıp zihnindeki bağlantıları çözmeye çalışması veya bunu başaramıyorsa bir hipnoterapistten yardım almasında bilimsel olmayan hiçbir yan yok.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 5 7 ]


N HABERLER ERALP ARASLAN

SON KARAR HORMON LARIN T

Testosteron ve kortizon hormonlarının, çalışanları daha fazla risk almaya teşvik ederek piyasaların dengesizleşmesine sebep olabileceği düşünülüyor.

HORMONAL DEĞİŞİKLİKLER TÜCCARLARIN KARARLARINDA ETKİLİ OLABİLİR

Araştırmacılar laboratuvarda gönüllülerin kendi aralarında mülkleri alıp-satmasıyla bir ticaret zemini oluşturdular. Bir deneyde gönüllülerin doğal hormon seviyelerini ölçerken bir diğerinde ise yapay olarak bu değerleri arttırdılar.

Alicante Universitesi Ekonomi Departmanı’ndan olan ve çalışmanın ana yazarlarından olan Dr. Carlos Cueva, “Bizim görüşümüz, hormonal değişiklikler tüccarların davranışlarını anlamak konusunda bize yardımcı olabilirler, özellikle de finansal istikrarsızlık zamanlarında” diyor.

Bu iki hormondan herhangi birini alan gönüllüler daha riskli mülkleri alıpsatmaya yöneldiler.

MÜCADELE ET YA DA KAÇ Araştırmacılar, finans marketindeki stresli ve rekabetçi çevrenin çalışanlar arasında yüksek kortizon ve testosteron seviyelerine sebep olabileceğini düşünüyor. Kan şekeri değerini yükselten ve vücudu “mücadele et ya da kaç” tepkisine sokan kortizon, fiziksel veya psikolojik stresten yükseliyor. Daha önceki çalışmalar yüksek testosterona sahip erkeklerin rekabetçi durumlarda daha kendine güvenen olduğunu ve başarılı olmaya daha yatkın olduğunu göstermişti. Scientific Reports’ta yayımlanan yeni çalışmanın yazarları bulguların, daha stabil finansal kurumlar geliştirmek isteyen politikacılar tarafından düşünülmesini öneriyor.

[ 5 8 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

Çalışmanın başka bir ana yazarı olan Imperial College London Tıp Fakültesi’nden Dr. Ed Roberts da “Bizim amacımız bu hormonların ne yaptığını daha fazla anlayabilmek. Sonrasında tüccarların çalıştığı çevreye bakabilir ve çok stresli ya da çok rekabetçi olup olmadığını düşünebiliriz. Bu faktörler tüccarların hormonlarını etkileyip onların kararlarında büyük bir etki yaratıyor olabilir” dedi. İlk başta 142 kişilik kadın ve erkeklerden oluşan gönüllülere, onar onar gruplaştırılarak mülk takas oyunu oynatıldı. Gönüllülerden alınan tükürük örneklerinde bu iki hormonun seviyeleri ölçüldü. Kortizon seviyesi daha yüksek olanlar risk almaya daha eğilimliydiler ve fiyatlardaki istikrarsızlıkla ilişkilendirildiler.

KORTİZON OLUMLU, TESTESTERON OLUMSUZ ETKİ YAPTI

Takip eden deneyde, 75 genç erkeğe kortizon veya testosteron bir kere hormon olarak, bir kere de plasebo olarak, oyundan önce verildi. İki hormon da yatırımı daha riskli mülklere doğru yönlendirdi. Kortizon, gönüllünün direkt olarak riskli mülk tercihini etkiliyor olarak görünürken testosteron ileride fiyatların değişeceği konusunda olumlu düşünceyi arttırdı. Dr Roberts, “Sonuçlar kortizon ve testosteronun kısa vadede riskli yatırım davranışını arttırdığını gösteriyor. Biz sadece laboratuvarda hormonların akut olarak etkisine baktık. Çalışanların hormon seviyelerini gerçek yaşam koşullarında ölçmek ve uzun vadede nasıl etkiler olacağını gözlemlemek ilginç olurdu” dedi. Ekonomistler, insan davranışlarının tahmin edilemez olmasının finans marketlerinde istrikrarsızlık yaratabileceğinin uzun süredir farkındalar.

KÂRDAKİ DEĞİŞİKLİK KORTİZONLA İLGİLİ Cambridge Üniversitesi Sinirbilim Departmanı’ndan olan bu çalışma yazarlarından Profesör Joe-Herbert, daha önceden yaptığı bir alan çalışmasında, sabah uyandıklarında testosteron seviyesi günlük ortalamalarından yüksek olan tüccarların kayda değer bir ölçüde kâr ettiklerini ve kârlardaki artan değişiklik ve marketteki belirsizliğin kortizon seviyeleriyle büyük ölçüde ilişkide olduğunu belirtmişti. Kaynak http://www3.imperial.ac.uk/ newsandeventspggrp/imperialcollege/ newssummary/news_2-7-2015-10-52-19


DOĞU VE BATI KÜLTÜRÜ

Kültür Beyin Siyasi Eğilim İçinde bulunduğumuz kültür beynimizi etkilediği ve bununla bağlantılı olarak farklı kültür, etnik yapı ve siyasi sistemlerdeki farklı siyasal eğilimlerin genetik temelli olduğu ortaya çıktı.

Farklı kültürlerde “birey”in ele alınışı, birbirinden tamamen farklı olan Doğu (Asya) ve Batı (Avrupa/Amerika) olarak iki şekilde inceleniyor. Batı’da birey, daha bağımsız ve eşsiz olarak ele alınırken Doğu’da diğerleriyle ve çevresel etkenlerle bağlantılı olarak ele alınıyor. Örneğin, Descartes, “Düşünüyorum; öyleyse varım.” diyerek bireyin varoluşunu ve diğer şeyleri sorgulamasının bireyin düşünme yetisiyle bağlantılı olduğunu vurgularken Konfüçyüs, bireyin tek başına var olamayacağını ve varoluşunun en yüksek mertebesine ulaşmak için zihninde kendisini diğer insanlardan ve çevresel etmenlerden ayırması gerektiğinin üzerinde duruyor.

KÜLTÜRLER ÜZERİNE YAPILAN PSİKOLOJİK ARAŞTIRMALAR Batı’da yapılan psikolojik bir araştırmaya göre, insanlar kendileriyle bağlantılı olan şeyleri, yakınlarıyla bağlantılı olanlardan daha iyi hatırlarken Çin’de, bunun aksine, kişilerin yakınlarıyla ilgili şeyleri kendileriyle ilgili olanlar gibi iyi hatırladıkları görülmüş. Kültürler üzerine yapılan psikolojik araştırmalarda, bilişsel sinirbilimciler, beynin kişinin kendisi, aile üyeleri ve yabancılar hakkında bireysel ve ortak kültürlerde farklı tepki verip vermediğini araştırmışlar. Amerikalı denekler üzerinde yapılan araştırmalar, ventral medial prefrontal cortex (vmPFC) ‘in kişinin kendisiyle ilgili olan şeylere bir aile üyesi veya bir yabancıyla ilgili olanlara göre daha güçlü tepki verdiğini gösteriyor. Bunun aksine, Çinli denekler üzerinde yapılan araştırmalarda, vmPFC yabancılarla ilgili şeylere güçlü tepkiler göstermese de vmPFC ‘nin kişilerin kendileri ve aileleriyle ilgili olan şeylere güçlü tepkiler gösterdiği gözlemleniyor.

BEYİN YAPIMIZ SİYASİ YÖNELİMİMİZİ NASIL ETKİLİYOR? 2011’de Current Biology dergisinde yayımlanan bir araştırmaya göre, genetik yapımız ve onun çevresel etmenlerle olan etkileşimleri siyasi görüşümüzü etkiliyor. Beynin siyasi görüşler üzerindeki etkisini incelendiği başka bir araştırmadan yola

çıkılarak İngiliz bilim insanları tarafından yapılan araştırmada, liberal görüşleri olan kişilerin ön singulat kortekslerinde beynin merkezindeki gri yapının hacminin arttığı tespit edilirken muhafazakâr kişilerde sağ amigdalada hacim artışı görülüyor.

DOPAMİNE D4 GENİ KADINLARDA DAHA ETKİLİ Singapur Üniversitesi’nden Profesör Richard Ebstein ve Profesör Chew Soo Hong’un 1771 kişi üzerinde yaptığı son araştırmaya göre, vücutta doğal olarak üretilen, hafıza, öğrenme ve yaratıcılıkla bağlantılı dopamin kimyasalının iletilmesinde önemli rol oynayan Dopamine D4 isimli genin siyasi eğilimlerde kadınlarda, erkeklere göre daha etkili olduğu tespit edildi. Aynı zamanda Dopamine D4 isimli genin 4R/4R değişkenine sahip olan kadınların aynı değişkene sahip olanlara göre daha muhafazakâr oldukları görülüyor.

Kaynak http://brainblogger.com/2009/10/10/howculture-shapes-our-mind-and-brain/ http://www.cell.com/current-biology/ abstract/S0960-9822(11)00289-2 http://news.nus.edu.sg/pressreleases/9281-the-adventure-genepredicts-political-attitudes-in-chinesefemales-according-to-nus-study http://www.trthaber.com/haber/bilimteknik/siyasi-yonelim-de-genlerlebaglantili-olabilir-197397.html

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 5 9 ]


N HABERLER

[n]Beyin

BUGÜNE KADAR NELER YAPTI?

2

013’te kurulan [n]Beyin, bilim ile insan arasındaki mesafeyi kaldırarak beynimizi keşfetmek ve onu kalıcı olarak dönüştürmek üzerine ortaya atılmış bir fikir. Sinirbilimcilerden ve sanatçılardan oluşan [n]Beyin ekibi, verdiği bireysel ve kurumsal hizmetlerle şirketler, devlet kurumları, eğitim kurumları, sivil toplum örgütleri, kobiler, eğitmenler, öğrenciler ve çocuklar için beynin olanaklarını etkili bir şekilde kullanmanın yollarını gösteriyor. Bunu da sahne gösterileri, seminerler, eğitimler ve bütünsel nöro-danışmanlık hizmetleriyle sağlıyor. Gerektiğinde sosyal bilim, gerektiğinde modern sinirbilim teknikleri kullanılarak sağlanan hizmetler, bilimi herkesin anlayabileceği bir biçime dönüştürmeyi amaçlıyor. [n] Beyin gösterileri, seminerleri, eğitimleri ve nöro-danışmanlık hizmetleri, ihtiyaca göre kişi sayısı değişen gruplarla yapılabildiği gibi bireysel olarak da yapılıyor. Eğitimlerin sonunda katılımcılara eğitime yönelik sertifikalar veriliyor. Aynı zamanda [n]Beyin, EEG dediğimiz beyin görüntüleme yöntemiyle uyguladığı neurofeedback, yani duyusal geribildirim yöntemiyle beynin elektriksel aktivitesini ölçerek kişilerin beyin dalgalarındaki artışı ve azalmayı fark etmesini sağlıyor. Bireysel olarak uygulanan duyusal geribildirim yöntemi, film izlemek veya oyun oynamak gibi kolay yöntemlerle beynin kendisi için faydalı olanı keşfetmesini sağlıyor.

[ 6 0 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

Üniversitelerdeki sahne gösterilerimize Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nde Neocortex buluşmalarıyla başladı. Bugüne kadar Hacettepe Üniversitesi, ODTÜ, Bilkent Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, Atılım Üniversitesi gibi pek çok üniversitede sahne gösterileri yaptı. Bunun yanı sıra Halkbank, AFAD, Türkiye Özel Okullar Birliği, Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, TÜAD, Nöroloji Derneği, Boehringer Ingelheim, Ziraat Bankası, Garanti Bankası gibi kurumlara çeşitli eğitimler ve sahne gösterileri sundu. Bu eğitimler, seminerler ve sahne gösterileriyle yaklaşık 42 bin kişiye ulaştı. Ağustos’tan itibaren TED Koleji öğretmenlerine “Öğreten Beyinler”, 7, 8, 11 ve 12. sınıf öğrencilerine “Bağımlılık ve Akış” başlıklı eğitimler vermeye başladı. Aynı zamanda TED Koleji’nin Eskişehir’deki müdürler toplantısında bir sunum gerçekleştirdi. Bu eğitimlerde şimdiye kadar yaklaşık 1000 öğrenci, 550 öğretmen ve 250 müdüre ulaştı.


[n]Beyin

[n]Beyin

[n]Beyin

TÜRKİYE BANKALAR BİRLİĞİ’NDE

TÜYAP ADANA’DA

SİNİRBİLİM OKULU GELİYOR!

5 Aralık 2015 cumartesi günü Türkiye Bankalar Birliği’nin İstanbul’da gerçekleşen Banka Eğitim Profesyonelleri Zirvesi’nde [n]Beyin’in kurucusu Sinan Canan, beynimizin gizemleri çerçevesinde sürekli değişen beynimiz, sanatın beyin üzerindeki etkileri, beynin örüntü algısı, yaratıcı zihnin frenleri ve akış üzerine bir sahne gösterisi gerçekleştirdi.

[n]Beyin ekibinden Sinan Canan, Oytun Erbaş ve Yener Girişken, 3 Aralık perşembe günü Adana Ambalaj Fuarı’nda “Pazarlamanın Beyindeki Kodları” isimli bir sahne gösterisi gerçekleştirdi. Sinirbilimsel bakışla pazarlama stratejilerini içeren gösteride, nöropazarlama araştırmalarından örnekler verilerek tüketicilerin karar verme ve seçme evreleri ele alındı. Fuarda bir stant açılarak katılımcılara neuromarketing ve neurofeedback uygulamaları tanıtıldı.

[n]Beyin

ASTRA ZENECA’NIN DÖNEM TOPLANTISINA KATILDI [n]Beyin ekibinden Sinan Canan, Oytun Erbaş ve Yener Girişken, 3 Aralık perşembe günü Adana Ambalaj Fuarı’nda “Pazarlamanın Beyindeki Kodları” isimli bir sahne gösterisi gerçekleştirdi. Sinirbilimsel bakışla pazarlama stratejilerini içeren gösteride, nöropazarlama araştırmalarından örnekler verilerek tüketicilerin karar verme ve seçme evreleri ele alındı. Fuarda bir stant açılarak katılımcılara neuromarketing ve neurofeedback uygulamaları tanıtıldı.

[n]Beyin 2013’den beri Türkiye’nin her yerinde, her kesimden meraklı bilim sevdalısını sinirbilimlerinin en anlaşılmaz olduğu düşünülen konuları ile buluşturma ve sinirbilimi toplumun popüler başlıkları arasına yerleştirme konusunda önemli bir görev yüklenmeye devam ediyor. Bu güne kadar yoğunlukla beynimize dair temel bilgiler üzerine kurulu nBeyin eğitimleri 2016 yılından itibaren yeni bir seviyeye atlıyor. [n]Beyin Sinirbilim Okulu, Dr. Sinan Canan ve Dr. Oyun Erbaş’ın yönetiminde, sinirbilimleri üzerine en kapsamlı eğitim paketi olarak tüm meraklılarla buluşacak. [n]Beyin Sinirbilim Okulu, ilgilenen herkese açık olmak üzere, farklı seviye ve ihtiyaçlara göre tasarlanmış modüllerden oluşuyor. Her modülün tamamlanmasının ardından katılımcılara [n]Beyin bilimsel kurulu tarafından onaylı bir katılım sertifikası da verilecek. Deneysel yöntemler, temel ve ileri sinir fizyolojisi, deneysel hayvan modelleri, psikiyatrik ve nörodejeneratif hastalıkların mekanizmaları ve deneysel modelleri gibi bir çok konuda en anlaşılır ve en kapsamlı eğitimleri [n]Beyin Sinirbilim Okulu’nda bulabileceksiniz. Bu eğitimlere katılmak isteyenler için herhangi bir ön gereksinim yok fakat eğitimler öncelikli olarak yaşam bilimleri ile ilişkili biyoloji, beslenme ve diyetetik, sağlık bilimleri, tıbi biyoloji gibi alanlarda eğitim gören öğrenci, yeni mezun veya lisansüstü öğrencileri için tasarlandı. 2016 yılında sizlerle buluşacak olan [n] Beyin Sinirbilim Okulu eğitimlerine dair detaylı bilgi için www.nbeyin.com.tr adresini takip edebilirsiniz.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 6 1 ]


N HABERLER ERALP ARASLAN

OPTOGENETİK ALANINDA ÖNEMLİ

GELİŞME

Optogenetik, ışığı kullanarak beyindeki nöronları genetik yardımıyla kontrol etmeyi amaçlayan bir bilim dalıdır. Hala oldukça yeni olan bu bilim dalı, oldukça hızlı bir şekilde gelişiyor. Bu yöntemle nörolojik bozuklukların, kronik ağrıların, Parkinson ve epilepsi gibi hastalıkların tedavi edilebileceği düşünülüyor. Optogenetik, hücreleri ışıkla kontrol edilebilir hale getirmek için genetik hedefleme yöntemi kullanılarak gerçekleştiriliyor. Araştırmacılar, ışık tutarak beyin hücrelerini aktif edip onların diğer beyin hücreleriyle olan ilişkisinin haritasını çıkartabiliyor. Bu sayede de bu beyin hücrelerinin fizyolojik işlevleri üzerinde çalışabiliyorlar.

IŞIKLA AKTİF OLAN PROTEİN AİLESİ Geçmişte, bu yöntemle nöronları aktif etme konusunda sorun yaşamayan bilim insanları, nöronları devre dışı bırakmakta zorlanıyordu. Texas Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmada, ışıkla aktif olan yeni bir protein ailesi keşfedildi. Araştırmayı yürüten ekibin önde gelenlerinden olan profesör Dr. John L. Spudich, “Nöronları devre dışı bırakabilmek nöronları aktif edebilmek kadar önemli. Bu kadar heyecanlanmamızın sebebi, yapılan bu keşif sonucunda nöronları devre dışı bırakma potansiyelimiz oldukça arttı” dedi. Spudich, bu yeni moleküler araçların beyin araştırmalarına büyük bir katkısı olacağını düşündüğünü belirtti.

[ 6 2 ] OCAK AĞUSTOS 20162015 [ n ][ Bn E] B Y İENY İ D NE D R EG Rİ SGİİ S İ


Özgür İrade ve Libet Deneyi Özgür irade, sinirbilimdeki en ünlü deneylerden biri olarak kabul edilir. Benjamin Libet, 1983’te özgür iradenin yanılgıdan başka bir şey olmadığını öne sürmüştür. Libet’in deneyi üç önemli unsurdan oluşuyor: seçim, beyin eyleminin ölçümü ve deneyimde kullanılan özel bir saat. Seçim, sağ veya sol kolu hareket ettirmeye karar vermek. Deneyin orijinalinde sol veya sağ el sallanıyor; ama bazıları bunu sağ veya sol elden bir parmağı kaldırmak olarak kullanıyor. Libet, katılımcılara ellerini planlamadan veya ne zaman hareket ettireceklerine odaklanmadan aniden hareket ettirmelerini söylüyor. Hareketin görüldüğü an kaydediliyor. Saç derisine yerleştirilen elektrotlarla beynin eylemi ölçülüyor. Elektrotlar kafanın neredeyse orta kısmına denk gelen motor kortekse yerleştirildiklerinde plan yapılmışsa sağ ve sol arasında farklı bir elektrik sinyali görülüyor ve sağ da olsa sol da olsa hareketi sonlandırıyor. Saat, katılımcıların saniyelik değişimleri fark etmesi için özel olarak tasarlanıyor. Saatin her 2.56 saniyede bir saatin üzerinde gezinen tek bir noktası var. Bu da pozisyonu belirlerken saatin de belirlendiği anlamına geliyor.

BAŞKA BİR ÖLÇÜM DAHA Bütün bunları bir araya getirirken Libet, bir tane daha önemli ölçüm yapıyor. Libet, katılımcılara saati kullanarak hareket etmeye karar verdikleri anı kaydetmelerini istiyor. Psikologlar, hareket etmeden önce, saniyeden de daha kısa bir zaman birimi içinde, beyindeki elektrik sinyallerinin değiştiğini uzun zaman önce tespit ettiler. Libet’in deneyinde de bunu gözlemek mümkün. Ancak asıl önemli sonuca, katılımcıların harekete karar verdikleri anın kaydedilmesiyle ulaşılıyor. Bu,

beyindeki elektrik değişimi ve gerçek hareket arasında görülüyor ve sebebin sonucu takip ettiğinin kesin olduğu gibi harekete sebep olan ne olursa olsun karar verme anının zamansal bir ölçümü olamayacağı anlamına geliyor. Elektrotun kaydettiğine göre karar anı kişinin harekete başlamasından çok önce gerçekleşiyor. Beyindeki işaretler karar verme deneyinden önce değişiyor.

KATILIMCILAR GERÇEKTEN ÖZGÜR İRADELERİNİ Mİ KULLANDILAR? Bu deney, özgür irade ile ilgili pek çok soruya sebep olmuş. Sinirbilimciler bu konuda ikiye ayrılıyorlar. İnsanı biyolojik varlıklar olarak ele alan sinirbilimciler, bu biyolojik yapının özgür iradeyi sınırladığını savunurken bazı sinirbilimciler de özgür iradenin biyolojik varlığımıza baskın gelebildiğini savunuyorlar.

Libet deneyi akılla ilgili iki görüşe yol açıyor. Birincisi, aklımız fiziksel bedenimizden farklı bir yapıdır, soyut bir kavramdır ve bu özelliğiyle biyolojik kısıtlamalarımızdan ayrılır. İkincisi, Libet deneyinde de bizi şaşırtan, aklımızı “tanıyor” olmamız... Karar vermedeki kişisel deneyimimizin nasıl karar verildiğine dair kesin bir açıklama olduğuna inanılıyor. Libet deneyi üzerine pek çok araştırma yapılıyor. Hatta “özgür irade sinirbilimi”, akademik alanda da yer alıyor.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 6 3 ]


N HABERLER

Yapılan araştırmalara göre obezitenin genetik yatkınlık, eğitim eksikliği ve kültürel dürtüler gibi çeşitli sebepleri var. Ancak bu sebepler obeziteyi tam anlamıyla açıklamak konusunda yeterli olmuyor. Çoğumuz genetik yapımız, kültürümüz ve eğitim düzeyimizden bağımsız olarak fazla yemeye meyilli olabiliyoruz ve zararlarını bilmemize rağmen yemenin “keyfini çıkarmaya” çalışıyoruz.

hipotalamustaki oksitosin nöronlarının kaybı tatmin edilemez bir yeme isteğine yol açar. Yani, yemek yemekten kaçınma obeziteyle savaşmak için yeterli değildir.

Obezitenin en temel sebebi tüm dünyada aşırı tüketim olarak kabul edilir ve çözümü, beslenme alışkanlıklarımızı değiştirmeyle ilişkilendirilir. Bunun önkoşulu da yemek konusunda verdiğimiz kararların altında yatan sinirsel mekanizmayı anlamaktır.

Bazı bilim insanları, vücudumuzda açlık işaretleri veren molekülleri anlamamızın, yeme bozukluklarında etkili olacak ilaçların gelişmesine olanak sağlayacağını savunsalar da kimileri bu yaklaşımı eksik buluyorlar. Bu bilim insanları, öncelikle, açlık hissinin genellile psikolojik bir ihtiyaç olduğunu belirtiyorlar. Bunu bastırmak için ilaç kullanımına başvurduğumuzda, bu yeterli protein içermeyen veya besleyiciliği yeterli olmayan besinler tüketebileceğimiz anlamına gelebileceği için, sağlık problemlerine yol açabilir. İkinci olarak, yeme bozukluklarımızın çoğu açlığımızla alakalı değildir. Diğer bir değişle, açlığımızı bastırmaktan ziyade yemeyi bir ödül olarak görüyoruz.

OBEZİTE BİR HASTALIKTIR Amerika Tıp Derneği (American Medical Association – AMA) yayımladıkları makalelerde obeziteyi bir hastalık olarak kabul etmiştir. Nature isimli dergideki makalelere göre yeme isteği psikolojisi hipotalamusta bulunan ve yeme isteğini tetikleyip baskılamaya yarayan AgRP (agouti-related peptide) nöronları ve POMC (pro-opiomelanocortin) nöronlarıyla açıklanabilir. 90’larda bilim insanları, hücrelerin yok edilmesinin kişilerin yeme isteğini uyarıcı peptidlerde bir değişime yol açmadığını, kişinin yeme alışkanlıkları veya ağırlıklarında bir azalma olmadığını ortaya koymuşlardır. Ancak devre sistemi, yemenin aşırı derecede arttırılması veya azaltılmasıyla değiştirilebilir. Örneğin,

[ 6 4 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

YEMEK YEMEK PSİKOLOJİK BİR İHTİYAÇ MI YOKSA BİR ÖDÜL MÜ?

BAZI YİYECEKLER DOPAMİN SALGILANMASINA SEBEP OLUYOR İlaçlar gibi yağlı ve şekerli yiyecekler de beynin orta bölgesinde dopamin salgılanmasına sebep olur ve bu yiyeceklerin daha sonra da tüketileceği öngörüsü


oluşur. İlaç bağımlıları ve yeme takıntısı olanların profrontal kortekslerinde (PFC) anormallikler görülür. Bununla bağıntılı olarak olumsuzluklarına rağmen iki tür bağımlı insan da tüketimini kontrol etmekte zorluk çeker. Ödül sistemini devreye sokan işaretleri bastırabilmek, yeme bozuklukları ve bundan kaynaklanan sağlık sorunlarıyla baş etmek için daha etkili olabilir.

16 Yıllık Koma Vakası Hitchock Sayesinde Çözüldü Kanada Western Ontario Üniversitesi’nden Lorina Naci asgari bilinç belirtisi gösteren koma hastalarındaki bilinç düzeyinin ne kadar ileri seviyede olduğunu göstermek için Alfred Hitchcock’un 1961’de televizyon için yaptığı “Bang! You’re Dead” aldı filminin 8 dakikasını kullandı.

bölgelerin tümünün aktif olduğu görüldü. Beynin planlama, beklenti, bilgi harmanlamadan sorumlu kısımlarının filmdeki gerilim anlarıyla eşzamanlı şekilde yükselip alçalması olayın gelişiminin anlaşıdığını göstermesi açısından önemliydi.

Filmde küçük bir çocuk sürekli oyuncak tabancasıyla oyun oynarken bir gün eline farkında olmadan gerçek bir silah alıyor. Bir tür Rus ruleti oynanıyor ve kurbanın kim olacağı bilinmiyor. Filmdeki gerilim silahın gerçek olduğunu sadece izleyicinin bilmesiyle sağlanıyor.

Film daha sonra “uyanık koma” halindeki iki hastaya izletildi. Hastaların birinde sadece otomatik olarak işitme korteksi harekete geçerken 16 yıldır hiçbir tepki vermeyen hastanın beyninin sağlıklı hastalarla aynı tepkileri verdiği görüldü.

FİLM ÜÇ GRUBA İZLETİLDİ Filmin tamamı sağlıklı deneklere gösterildi. Başka bir kontrol grubuna da filmden alınan birer saniyelik karışık görüntüler izletildi. Bu görüntülerde filmin asıl gerilim yaratan unsuru silahın gerçek olduğu sahnesine yer verilmedi. Yapılan beyin görüntüleme işlemleri sonucunda her iki grubun da beyinlerinde duyusal bölgeler, motor bölgeleri, hafıza ve beklenti ile ilgili

Bu veriler komada olan hastalarla iletişim kurmak için pek çok yol olabileceğini gösterdi.

KOMA NEDİR? Koma, beyindeki herhangi bir hasar sonucu bilinci yitirme durumudur. Bitkisel hayat ya da “tepkisiz uyanıklık sendromu”nda hastanın kimi zaman gözleri açıktır, kimi zaman kapalıdır; ancak bilinci kapalıdır ve bu yönüyle de komaya benzer. Arada bir “asgari bilinç hali” denilen küçük tepkiler görülse de hastalar bilinçli olarak tepki vermezler veya hareket etmezler. “İçe kilitlenme” sendromu gibi durumlarda hastalar tepki vermek istiyor ama veremiyor olabilir ya da derin koma halindeki hastalar kadar bilinçleri kapalı ama otomatik bazı tepkiler veriyor olabilirler. Bilişsel nörolog Andrian Owen ve ekibinin yaptığı araştırmalar sonucu “uyanık koma” halindeki hastaların beşte birinin bilinçlerinin açık olduğu ortaya çıktı. Beyin taramalarında bir şeyi hayal etmeleri istendiğinde hastanın beynindeki hayalle ilgili bölgelerin harekete geçtiği gözlemlendi. Koma vakaları için önemli olan bu bulgular konusunda tartışmalar sürüyor.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 6 5 ]


OZAN EZGİ BERBEROĞLU CİNSİYET VE BEYİN

Cinsiyet ve Beyin

Kadın ve erkek beyni farklı mı çalışır? Bu sorunun tarihi oldukça eski, cevapları ise hâlâ tam verilebilmiş değil. Birçok bilimci, araştırmalarında cinsiyetler arası beyinsel farklılıkların kanıtlarını aramaya devam ediyor. Cinsiyetler arası farklılıkları sinir fizyolojisi bağlamında irdelerken cinsiyetin tam olarak tanımlanması gerekiyor.

Cinsiyet kimi kaynaklarda hem biyolojik cinsiyeti hem cinsiyet rollerini veya cinsiyet kimliğini içine alan geniş bir kavram olarak kullanılsa da farklılıklarından bahsedeceğimiz kadın/dişi ve erkek beyin fizyolojisi, biyolojik cinsiyet temel alınarak yapılan çalışmaların sonuçlarını yansıtıyor.

[ 6 6 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ


KADINLAR DAHA MI DUYGUSAL? Kadınların daha “duygusal” olduğu neredeyse tüm zamanların değişmeyen inançlarından biri olageldi. Peki gerçekten öyle mi? Beyin araştırmalarında, kadın ve erkek beyinlerinde uyaranla ilişkili farklılıklar ortaya çıkabileceği gözleniyor. Beyin dalgalarının kafa derisi üzerinden kaydedildiği elektroensefalografi adlı teknikle yapılan incelemelerde, duygusal uyaranlara maruz bırakılan kadınların bazı beyin dalgalarında daha güçlü yanıtlar sergilediği ortaya koyuldu. Bunun yanında erkeklerin, duyguları kadınlarla benzer biçimde hissettiği; ancak bunu dışavurumlarının farklı olduğunu öne süren görüşler de bulunuyor. Bu görüşü, iki cinsiyet arasında duygusal yönden biyolojik bir farklılıktan ziyade sosyal rollerden etkilenen görece bir farklılıktan bahsedilebilir, biçiminde özetleyebiliriz.

ZEKA CİNSİYETTEN BAĞIMSIZ İnsanın da dahil olduğu birçok memeli türünde cinsiyetler arası zeka farklılıklarını anlamaya yönelik çalışmalarda, aynı tür içinde cinsiyetle ilişkilendirilebilecek önemli bir farklılık gözlenmemiştir. Amerikan Psikoloji Birliği’nin raporları

cinsiyetler arası ölçülebilir zeka farkı olamayacağını, bunun bireysel farklılıklar şeklinde ortaya çıktığını söylüyor. Richard Lynn’in yaptığı 11 yıllık çalışmalarda erkeklerin 3-5 puan civarında farkla kadınları geçtiğini gösteriyor. Yine Jackson ve Rushton’un ergenler üzerine yaptığı araştırma 3.5 puanlık bir fark ortaya koyuyor. Haier ve arkadaşlarının 2004’te yayımladıkları araştırma, kadınlar ve erkeklerin benzer IQ skorları elde ettiklerini ancak zekanın iki cinsiyette farklı beyin bölgelerinden beslendiğini ortaya koydu. Cosgrove’un 2007’deki çalışmasına göre erkeklerde ön (frontal) ve yan (pariyetal) loblardaki, kadınlarda ise ön lob ve konuşmayla ilgili Broca alanındaki gri madde bölgesi, IQ’yu belirlemede etkin rol oynuyor.

OYUN ALIŞKANLIKLARINDAKİ FARKLILIKLAR Cinsiyete bağlı psikolojik farklılıklar evrimsel biyolojide de sıkça ele alınan konulardan. Darwin ilk olarak Türlerin Kökeni’nde cinsel seçilimde psikolojik özelliklerin de rolü olabileceğinden bahsetmiş, daha sonraki kitapları olan İnsanın Türeyişi ve İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi’nde yine cinsiyetler arası psikolojik farklılıklara değinmiştir. Berenbaum ve Hines’ın 90’lı yılların başında yaptığı ses getiren bir çalışma doğuştan böbrek üstü bezi büyümesi (konjenital adrenal hiperplazisi) olan kız çocuklarının “erkek oyuncaklarıyla” oynamaya daha eğilimli olduklarını öne sürmüş ve

bunu gebelik döneminde yüksek miktarda erkeklik hormonlarına, yani androjenlere maruz kalmalarına bağlamıştı. Benzer oyun alışkanlıkları maymunlarda da gözlenmiştir. Auyeung ve arkadaşlarının 2009’da yayımlanan araştırmalarında ise geniş bir kız ve erkek çocuğu grubu oyun alışkanlıkları yönünden değerlendirilmiş, karşılaşılan davranış farklılıklarının anne karnında maruz kalınan, “erkeklik hormonu” olarak da bilinen testosteron ile ilişkili olabileceği iddia edilmiştir.

ERKEK, ŞİDDET VE TESTOSTERON Gerek Türkiye gerekse dünyada erkekliğe duyulan hayranlık yükseldikçe cinsiyetler arası sosyal eşitsizliklerin de buna paralel olarak arttığını gözlemliyoruz. Eril dilin toplumun her katmanında iyiden iyiye kendini hissettirmesinden artan kadın cinayetlerine kadar eşitsizliğin birçok göstergesine rastlamak mümkün. Erkek şiddeti toplumsal bir mesele olarak önemini korurken akla erkeklerin kültürel olarak kabul gören yüksek saldırganlığının temelinde sinirsel ve biyolojik bir nedenin mi yattığı sorusu geliyor. Yapılan araştırmalar saldırganlığın erkeklerde daha yaygın olduğunu gösteren birçok bulgu ortaya koydu. Ancak sinirbilimleri ile birlikte toplumsal cinsiyet rolleri ve sosyal faktörlerin de ele alındığı çalışmalar henüz oldukça kısıtlı. Erkeğin “şiddete yatkınlığını” nörofizyolojik olarak kanıtlamak pek mümkün değil. Bunun yanında yapılan çok sayıda çalışmada testosteron

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 6 7 ]


OZAN EZGİ BERBEROĞLU CİNSİYET VE BEYİN

olsa da evrimsel geçmişten kalan mirasların birçok davranışın ortaya çıkmasında temel oluşturduğu göz ardı edilemez. Testosteron ve davranış ilişkisi üzerine yapılan araştırmalar alkolizm, antisosyal davranışlar, şiddet ve suça yönelmenin testosteron düzeyi ile paralel artış gösterdiğini açıkça ortaya koyuyor. Testosteron, bedenimizin fizyolojik süreçleri ile ilgili önemli bir hormonken aynı zamanda erkek saldırganlığına da kaçınılmaz bir şekilde zemin hazırlıyor gibi görünüyor.

KÖTÜYE KULLANILAN NÖROBİLİM

ile saldırganlık düzeyi arasında bir ilişki olabileceğinden bahsediliyor. Sinirbilimleri, insanlarda bu bağlantıyı hâlâ net olarak ortaya koymamış olsa da veteriner hekimlikte başa çıkılamayan baskın saldırganlık vakalarında testosteron düzeyini düşürmeye yönelik tedaviler ve hayvanların testislerinin çıkartılması, saldırganlık düzeyinin düşürülmesinde başarı sağlayan bir tedavi yöntemi olarak biliniyor. İnsanlarda davranış modellerinin gelişiminde sosyal etkilenimin yüksekliği, psikolojimizin biyolojik verilerden yola çıkarak doğrudan yorumlanmasını da engelliyor. Zira bireyin davranışları üzerinde sinirsel yapılanma ya da hormonların farklı rollerinin yanında, önemli ölçüde kültürel kodlama etkisi olduğunu da biliyoruz. Bunun yanında, dış faktörler ne denli şekillendirici

[ 6 8 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

Günümüz dünyasında cinsiyet eşitsizlikleri hâlâ en büyük sorunlardan biri olmaya devam ediyor. Kadın ile erkek arasındaki yapısal ve fizyolojik farklılıkların sosyal rollere aktarımı yeni bir durum değil. 1915’te sinirbilimci Dr. Charles Loomis Dana, kadınların oy kullanması üzerine yaptığı yorumunda, cinsiyetler arası sinir sistemi farklılıklarını vurgularken bu farklılıkların kadının oy vermesine engel olmayabileceğini; ancak temelde kabul edilmesi gerektiğini söylüyordu. Yakın Çağ’da yerleşik toplumsal cinsiyet rollerinin korunması ve kadının fırsat eşitliğinden mahrum bırakılmasını yasallaştırmak için cinsiyetler arası fizyolojik farklılıkların araştırılıp kullanıldığını bir noktada kabullenmek durumundayız. Bu durum özellikle 19. ve 20. yüzyılda önemli ölçüde karşımıza çıktı. Dışarıdan bakınca kolayca anlaşılan fiziksel özelliklere göre sosyal sınıflandırma (siyahilerin alt sınıfa dahil edilmesi gibi) modern tıp ve fizyoloji olanaklarının gelişmesiyle

kendini daha ileri araştırmalarda da gösterdi. Örneğin Dr. Dana, kadının beyin kökünün erkeğe göre büyük, bazal gangliyasının küçük, omuriliğin pelvis bölgesi ve ekstremiteleri kontrol eden alt kısmının ise kadınlarda daha büyük olduğunu vurgulamış ve bu “bilimsel veriler” ışığında kadını, toplumun geleceğini belirlemede inisiyatif alamayacak “cins” olarak tanımlamıştı. Bu ötekileştirme elbette yalnızca kadınları hedef almıyordu. Kafatası ölçümleri, yüz şekli, boy ve daha birçok fiziksel özellik üzerinden oluşturulan teoriler çoğunlukla aynı korkudan besleniyordu: erk sahibinin yetkilerini paylaşıma açma korkusu. Cinsiyet temelli dışlama ise belki de erkeğin kendisine açtığı sosyal alanı kadınla paylaşmak istememesinin bir yansımasıydı.

DAHA ÇOK YOLUMUZ VAR Cinsiyetler arası yapı ve işlev farklılıklarından önce esas vurgulanması gereken elbette insanın birey olma durumudur. Birey kavramının benimsendiği bir toplumda sosyal açıdan cinsiyetlerin belirleyici rolü söz konusu olamaz. Cinsiyetler arası bilişsel farklılıkların irdelenmesinde de gazetelerin arka sayfa haberlerinden daha işlevsel araçlar var. Bu noktada fizyoloji ne kadar iyi ablaşılırsa klinik bilimlere de o ölçüde katkı sağlanabileceğini tekrar vurgulamak gerekiyor. Beynin işleyişi, duygular, biliş ve diğer tüm zihinsel faaliyetlerin arka planındaki mekanizmalar aydınlatıldıkça duygudurum bozukluklarının nedenleri ve tedavisinden gelişim psikolojisinin açmazlarına kadar her noktada önemli adımlar atılacaktır.


[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 6 9 ]


RESMİN BÜTÜNÜNÜ GÖRMEK BUSE KAYNARKAYA

R Resmin Bütününü B Görmek G “Beynin sol kısmının yargılama, cezalandırma ya da hilelerine karşın beynin sağ kısmının şefkat ve bütüncüllüğünü hayatımızın merkezine koyarsak sadece kişisel anlamda değil toplum olarak da ruh sağlığımızı iyileştirebiliriz.”

diyor Doktor Jill Bolte Taylor. [ 7 0 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

1996’da Harvard Üniversitesi’nde Nöroanatomist olarak çalışırken beyninin sol lobunda meydana gelen kanama, yıllardır beyni anlamak ve anlatmak için çalışan Taylor’a onu daha yakından inceleme fırsatı sağlıyor. Bu deneyim onun için yıkıcı olmaktan ziyade hayatın ve varoluşun ne kadar güzel olduğunu temsil ediyor. Beyninde oluşan hasardan sonra farklı biri olarak hayatına devam etmesini bir mucize olarak değil hücrelerin kendini yenileme yeteneği olarak görüyor. My Stroke Of Insight isimli otobiyografik kitabında, “Beynimde meydana gelen bu kanamadan önce kendimi beynimin kontrolünde, yani ne düşünüp hissettiğimi ifade etme konusunda çok az söz sahibi sanırdım. Ama bu deneyimle gözümün önünde olup bitenleri ifade etmek konusunda ne kadar çok seçeneğim olduğunu fark ettim.” diyor. TED’in en çok izlenen videolarından biri Jill Bolte Taylor’ın yaşadığı bu deneyimi anlattığı konuşması... Taylor, beyninin sol tarafında meydana gelen kanamadan sonra bir süre konuşma, yazma, yürüme yetisini yitirdi ve sekiz yıl süren iyileşme sürecinde bunları yeniden

öğrendi. Beyninin sağ kısmını daha aktif olarak kullandığı bu süreçte bir insanın beynine nasıl hükmedebileceğini öğrenmiş oldu ve o günden beri bunu insanlarla paylaşmaya çalışıyor. Taylor beynin sol kısmının “ehlileştirilebileceğini” ve böylece öfke gibi olumsuz duygulardan kurtulabileceğimizi söylüyor.

BEYNİN SAĞ KISMI VE SOL KISMI NELERDEN SORUMLU? Birbirinden farklı eylemlerden sorumlu olmalarına rağmen iki lob arasındaki temel fark beyne iletilen bilgiyi işleme konusunda görülüyor. Beynin sol tarafı konuşma, okuma, yazma gibi dil kullanımı, yazılı veya sözlü konuşmaların akılda kalması, edinilen bilgileri analiz etme, bir bütündeki detaylara odaklanma ve vücudun sağ tarafının kontrolünden sorumlu. Taylor’ın hikâyesinde de gördüğümüz gibi beynin sol kısmında oluşan bir hasar vücudun sağ kısmında felce sebep olabiliyor. Beynin sağ kısmının görevi ise bütünü algılamak, hayal kurmak, karmaşık kalıp ve örüntüleri anlamak, sol tarafın rutin işleri yönetebilmesinin aksine yeniliklere


adapte olmak ve vücudun sağ tarafının kontrolünü sağlamak. Sağ ve sol loblar arasında bağlantı sağlayan corpus callosum isimli sinirler sayesinde beyin vücudu iki yarısıyla iletişim halinde bütünlüklü olarak yönetiyor.

BEYİNDEKİ DENGE Beyin ne kadar bir bütün olarak çalışıyorsa da yetiştirilme tarzı, kültürel etkenler, eğitim sistemi ve içinde bulunduğumuz dünya düzeni, beynin sol kısmının sağ kısmına hükmetmesine sebep olabiliyor. Taylor’ın hikâyesinin bu kadar benimsenmesi, beynin iki kısmı arasında bir denge kurulabileceğini deneyimlemiş olmasıdır. Ancak bu dengeyi sağlamak için beynin sol kısmında bir hasar oluşmasına gerek yok. Bunun için rutinlerden kaçınıp farklı şeyler yapmaya açık olmak, gün içinde daha fazla enerji harcayacağımız hareketlerde bulunmak, kalem ve kâğıt kullanma sıklığını arttırmak ve sorular üretmeye çalışmak gibi basit değişiklikler yapmamız sağlıklı ve dengeli bir beyin için yeterli olacaktır. Bunların dışında biraz daha fazla zaman harcamak gerektiren başka yöntemler de var. Mesela yoga gibi çeşitli meditasyon ve rahatlama yöntemleriyle zihni keşfetmek ve olumsuz duyguları engellemek mümkün. Bir şeyi bir süre gözlemledikten sonra gözleri kapatıp onu hayal etmeye çalışmak, sanata yönelerek yaratıcılığı geliştirmeye odaklanmak, origami gibi el yeteneği ve düşünce gerektiren uğraşlarla motor becerileri kullanmak, spor gibi strateji gerektiren beden egzersizlerine yönelmek beyni geliştirmek için uygulanabilecek diğer yöntemlerden.

Taylor’ın hikâyesinde mucizevi olarak tanımladığı tek şey beyninin sağ lobunun sol lobuyla birlikte hareket edebileceğini keşfetmesi oluyor. Her insanın hangi yeteneğini kullanabileceğini, birtakım durumlara karşı nasıl kararlar alabileceğini seçme şansı olduğunu ve bunu ancak beyni bütün olarak kullanarak başarabileceğini söylüyor. Ona göre bu denge bir davranışı sergilerken akla ilk gelenin değil üzerinde durup düşünerek bütün seçeneklerin değerlendirilmesiyle kurulabilir. “Bir fikri düşüncelerimizden çıkarmak istiyorsak buna odaklanabilir ve bunu başarabiliriz. Ne düşüneceğimize karar vermek için yeteneğimiz ve gücümüz var.”

DİLİ OLUMLAMA “Eğer bir durumla ilgili olumsuz bir dil kullanırsak insanlar da olumsuz hissetmeye başlar.”

diyen Taylor, bir hastalığı yenmenin, hatta hayatta kalmanın en önemli koşullarından birinin olumlu düşünmek ve dili de olumlu kullanmak olduğunu söylüyor. Kendisini “felçten kurtulan” biri olarak görmeyi “felç mağduru” olarak görmeye tercih ediyor ve bunun iyileşme sürecindeki olumlu etkilerini sürekli vurguluyor. Sadece kişinin değil etrafındaki kişilerin de dili olumlamaya gayret etmeleri gerekiyor. Taylor’ın bunu yaşamış insanlar arasında bu kadar önemli bir yere konumlanması ve onlardan bu deneyimi paylaştığı için gelen teşekkürler de verdiği mücadeleyle yaşadıklarını bir trajedi olmaktan çıkarıp hayatı kutsayan ve yaşamayı yücelten tavrı oldu. Geçirdiği felçten sonra kişiliğinin değişmiş olması da Taylor için olumsuz bir durum değil. Konuşma ve bununla bağlantılı olarak kimlik ve hafıza bilgilerini yitirdiğinde bir insanı oluşturanın kişiliği değil hücrelerden oluşan sinir devreleri olduğunu fark ediyor. Konuşmasında “Nirvana” olarak bahsettiği gibi kendini kişiliğinden ve anatomisinden ayrı bir “bütün” olarak görmeye başlıyor. Jill Bolte Taylor’ın hikâyesi beyninde oluşan hasarla yaşamak zorunda olanları değil “Nirvana” olarak tanımladığı bu deneyiminden dolayı Budistleri ve beyni merak eden pek çok insanı etkilediği gibi sanatçıları da etkiledi. Yaşadığı deneyimi anlattığı kitabı, Cedar Lake Ballet Company tarafından “Orbo Novo” (İspanyolca’da “yeni dünya”) adıyla sahneye taşındı.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 7 1 ]


NEUROFEEDBACK BEYNİNİZE AYNA TUTMAK

RUKİYE ÖLÇÜOĞLU

BEYNİNİZE AYNA TUTMAK Y

Yeni biyolojik geri bildirim yöntemleri ile artık kendi beyin dalgalarımızı gerçek zamanlı olarak izlerken beynimizi istediğimiz yönde eğitebiliyoruz. Hem de beynin kendi doğal öğrenme sistemlerini kullanarak… SİNİRSEL GERİ BİLDİRİMLE BEYİN EĞİTİMİ NE İŞE YARIYOR? Bedenimiz, yaşadığı müddetçe adeta kaynayan bir kazan gibidir. Her saniye aynı anda meydana gelen milyonlarca biyolojik tepkime, kan dolaşımı, kalp atışı, sinirsel haberleşmeler, alınıp verilen nefesler, iç organ hareketleri, kas faaliyetleri ve daha birçok olay, kaotik bir orkestra gibi hiç durmaksızın çalışır. Bu faaliyetler sırasında da bedende gözle görülen veya görülmeyen birçok değişiklik meydana gelir. Mesela bağırsaklarımız çalışırken

[ 7 2 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ


karnımızın guruldadığını bazen hissederiz; ama kalp kaslarımızda veya sinirlerimizde iletilen minik elektriksel dalgaları ve bunların bütün bedenimizde yarattığı elektrik ve manyetik değişiklikleri bir aygıt kullanmadan fark edemeyiz. Biyolojik geri bildirim denen fikir de işte bu noktadan hareket eder: organ veya sistemlerin çalışması hakkında fikir veren değişkenlerin kaydedilip bu kayıtların bedende istenen değişiklikleri yapmak için kullanılması. Gerçekten de çok farklı yöntemlerle uygulanabilen biyolojik geri bildirim, aslında bilincimizden bağımsız olarak süregiden soluk alıp verme, kalp atışı, sinir ateşlemeleri gibi biyolojik faaliyetlerimizin gerçek zamanlı yansımasının yardımıyla fizyolojimizin kontrolünü kazanmamızı sağlar. Nasıl ki üstünüzü başınızı düzeltmek, saçlarınıza istediğiniz şekli vermek için aynaya bakıyorsanız, bu tip yöntemlerle de bedeninizde daha önce istemsiz olarak süregelen bedensel aktivitelerinizi, sanki bir aynada izlermiş gibi görebiliyor ve zamanla değişik düzeylerde kontrol etmeyi öğrenebiliyorsunuz. Bu sayede, beynimizin bilincimizden gizli işleyen karmaşık mekanizmalarına bağlı olarak ortaya çıkan duygu, düşünce ve davranışlarınızın farkına vararak, zamanla kendi öz-düzenlemenizi yapmak artık mümkün. Bu yöntemle kalp atışı, (stres düzeyinin bir göstergesi olan) deri elektrik iletkenliği, ağrı algısı gibi süreçlerimizin kontrolleri sağlanabildiği gibi,

özellikle son zamanlarda beyin dalgaları üzerinden beyin ve zihin eğitimi de yapabiliyoruz. Peki, bu nasıl oluyor? Beynimiz, birbiri ile elektrik sinyalleri aracılığıyla haberleşen milyarlarca hücreden kurulu olduğu için aslında farklı frekanslarda elektromanyetik dalgalar üreten bir üreteç gibi çalışır. Dr. Hans Berger’in 1924 yılında bu dalgaları ilk defa elektroensefalografi (EEG) olarak adlandırılan yöntemle kaydetmesi sonucu insanoğlu ilk defa beynin faaliyetlerinin dışarıdan görüntülenmesini sağladı. Bugün sinirsel geribildirim (neurofeedback) dediğimiz yöntemler de işte bu esasa dayanıyor.

taşıması yönünde motive edilir. Normal şartlarda varlıklarının bile farkında olmadığımızdan beyin dalgalarımızı bilinçli yönde yönlendirmemiz mümkün değildir. Ancak böyle bir yöntem kullandığımız takdirde, tıpkı beynimize bir ayna tutulmuş gibi, beyin dalgalarımızı eş zamanlı olarak bilgisayar ekranında görebilmekteyiz. Tabii ki bu karmaşık dalgaları sadece görmek uzmanlar için bile çok bilgi verici bir deneyim değildir; o yüzden o dalgaların anlaşılır niteliklere dönüştürülebilmesi için analizlerden geçirilmesi gerekir. Geri bildirimin en önemli bileşeni “ödül”dür.

Sinirsel (yahut duyusal) geribildirim, beyin dalgalarının kafa derisinden kaydedilmesi ile başlar.

Beynimiz, dopamin adlı kimyasal maddenin salgılandığı durumlarda kendini ödüllendirilmiş hisseder ve o davranışı bir daha sergileme olasılığı artar.

Saçlı deriye yerleştirilen ve beynin elektrik aktivitesini gerçek zamanlı algılayan minik alıcılar sayesinde saniyede binlerce kez dijital olarak toplanan veriler bilgisayara aktarılır. Kaydedilen bu dalgasal faaliyet, yüksek teknoloji ürünü yazılımlarla bir dizi analize tabi tutularak görme, işitme ve dokunma gibi duyu yollarının yardımıyla kişi, beyin dalgalarını doğru banda

Yemek yediğimizde, cinsel ilişkiye girdiğimizde, birisi söylediğimiz bir sözü beğendiğinde, arkadaşlarımızla birlikteyken veya bir işi başarıyla tamamladığımızda, beynimizde bu maddenin miktarı artar. Sinirsel geri bildirimde aslında beynin bu doğal sistemi kullanılır. Cihaza bağlı olan kişi ne zaman istenen beyin dalgalarını vermeye başlarsa, ekranda gördüğü

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 7 3 ]


NEUROFEEDBACK BEYNİNİZE AYNA TUTMAK

ŞEKİL 1

filmde, oyunda ya da dinlediği müzikte “ödül” anlamına gelecek bazı işaretler verilir. Örneğin film netleşir ve sesi güzelleşir, oyunda uzay geminiz daha çok hızlanır veya daha çok puan alır ya da kucağınızda duran sevimli bir oyuncak, sizi rahatlatacak şekilde titreşimlerini artırır. Siz farkında olmadan, birkaç seans sonrasında beyniniz bu “hoşlanma halini” tekrarlamayı ve yeniden oluşturmayı öğrenir. Birkaç seans sonrasında

EĞİTİM Mİ, TEDAVİ Mİ? Beyindeki hatalı bağlantı kalıplarından kaynaklı pek çok hastalık, bozukluk [ 7 4 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

kişi bir kez beyin aktivitesini düzenlemeyi öğrendiğinde, bilişsel ve davranışsal gelişme de onu takip eder ve bu yol, belli bir süre tekrarlanan seanslarla beyinde kalıcı hale getirilir. Bu yolla yapılan davranış değişikliklerine psikolojide “edimsel koşullanma” adı veriliyor. Kısacası, geri bildirimler yoluyla, anlaşılmaz görünen beyin dalgaları, kişinin beyin eğitiminin ipuçlarına dönüştürülüyor.

veya istenmeyen davranışların bu tip yöntemlerle kalıcı olarak düzeltilebildiği veya kontrol edilebildiği gösterilmiş durumda.

Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sinir Hastalıkları Bölümünden Profesör Frank H. Duffy (2000) sinirsel geri bildirimin çoğu alanda ana tedavi edici role sahip olduğunu belirterek, “Eğer herhangi bir ilacın bu denli geniş yelpazede etki ettiği gösterilseydi, çoktan evrensel kabul edilerek yaygın biçimde kullanılmaya başlanırdı” diyor. Buna ek olarak, kafatasına yerleştirilen alıcıların sadece pasif olarak yayılan elektromanyetik dalgaları topladığı, vücuda ve beyne hiçbir şekilde bir ilaç ya da elektrik akımı verilmediği düşünüldüğünde, yöntemin bu açıdan ilaçlarla yapılan geleneksel tedavilere kıyasla daha güvenilir ve yan etkisiz olduğu da görülüyor. Ayrıca tıbbın en önemli prensibi olan “hastalık yoktur, hasta vardır” prensibinin sinirsel geri bildirim uygulamalarının temelini oluşturduğunu görebiliyoruz. Çünkü her hasta veya danışan için onun durumuna ve detaylı psikolojik değerlendirmesine göre düzenlenen özel bir protokol dizisi uygulanıyor. Dahası uygulanan her türlü protokol ve işlem dizgesi süreç boyunca sürekli kontrol edilerek kişiye göre ayarlanıyor ve bu sayede tam istenilen beyin eğitimi çıktılarının ortaya çıkarılması mümkün hale geliyor. görünen beyin dalgaları, kişinin beyin eğitiminin ipuçlarına dönüştürülüyor.


ŞEKİL 2

SİNİRSEL GERİ BİLDİRİMİN SINIRLILIKLARI

Elbette sinirsel geri bildirim de bilinen hiçbir yöntem gibi her derde deva ve etkisi yüzde yüz olan bir yöntem değil. Öncelikle, bu alandaki bilimsel araştırmalar oldukça az ve altında yatan etki mekanizmasının açıklanmasında görüş birliğine varılabilmiş değil. Son beş yılda bu alan üzerinde yapılan bilimsel araştırma çalışmalarında büyük bir artış görülüyor. Zamanımızın en ilgi çekici araştırma alanlarından olsa da sinirsel geri bildirimin yarar ve geçerliliğinin doğrulanabilmesi için daha çok ve daha iyi düzenlenmiş araştırmalara ihtiyacımız var. Bu bilgiler, sinirsel geri bildirim protokollerinin özelleştirilmesi ve hedefe yönelik olarak iyileştirilmesinde çok önemli rol oynayacaklar.

[n]Beyin ekibinin önemli çalışma alanlarından biri de bu tip sinirsel geri bildirim sistemleri ile oluşturulan davranış değişiklikleri konusu. Şekil 1 Aktaran: Hammond, D. C., 2005 Şekil 2 Sinirsel geri bildirim yöntemlerinden “Othmer metodu”

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 7 5 ]


NEUROFEEDBACK

Eğitimciler Neurofeedback’i Onaylıyor Neurofeedback uygulaması alan öğrencilerde başarı, algılama, kaygı ve odaklanma ve ergenlik döneminde görülen birtakım sıkıntılar konusunda olumlu yönde bir gelişim görülüyor. Neurofeedback ile eğitimin ilişkisi konusundaki deneyimlerini bizimle paylaşan Tarih öğretmeni Seyit Ali Çakmak, 40 saatlik seanslar şeklinde neurofeedback alan öğrencilerinde olumlu yönde gelişmeler gördüğünü; ancak bu 40 saatlik uygulamadan sonra seanslara düzenli olarak devam edilmediği takdirde beynin neurofeedback ile öğrendiklerini unuttuğunu gözlemlediğini söyledi. Haftada üç seans neurofeedback alan bir öğrencisinin haftada beş saat alan öğrencisine göre daha iyi yönde etkilendiğini gören Çakmak, seansların çok sık olmaması gerektiğini düşünüyor.

[ 7 6 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

Neurofeedback uygulaması sınavlardaki dikkat eksikliği, odaklanma, kaygı gibi sorunların çözümüne iyi geldiği gibi ergenlik dönemindeki öfke patlamaları, agresiflik gibi birtakım sorunlara da iyi geliyor. Konuya ilişkin Çakmak, “Neurofeedback alan öğrencilerimden birinin günde 2,5 saatlikders çalışma süresi günde 5 saate kadar çıktı. Hala neurofeedback almaya devam eden bir öğrencimde panik atağa kadar varan kaygı problemi çözülmeye başladı. Sınava giren 2 milyon kişiden ancak 20 bininde 160 dakikalık sınav süresini kullanabilecek motivasyon var. Neurofeedback alan öğrencilerim, algılama ve organize olma konusunda daha yetenekli hale geldiler. Ailelerin de bu uygulamaya dâhil olması gerektiğini düşünüyorum. Mesela bir öğrencim neurofeedback almadığı halde annesi aldığında onda da olumlu gelişmeler gördüm. Neurofeedback, öğrencilerimin yüzde 60/70 oranında işe yaradı” dedi.


Ana odaklandırıp sistemin hızlı çalışmasını sağlamak Neurofeedback (NF), kişinin kendi beyin dalgalarını değiştirmesine yardımcı olan bir öğrenme stratejisidir. Bu tedavi yöntemi, kişiye kendi beyin dalgalarının karakteriyle ilgili bilgi verilirse o kişinin kendi beyin dalgalarını değiştirmeyi öğrenebileceği ve bu değişikliklerin genelde kalıcı olacağı ilkesine dayanır. Bir tür “beyin egzersizi” olan NF’i [n] Beyin Psikologlarından İrem Özcan’a sorduk.

“BEYNİMİZDE HER BÖLGE FARKLI BİR İŞLEV GÖRÜYOR” Özcan, dikkat eksikliği, hiperaktivite, uyku bozukluğu, motivasyon eksiklikleri, gençlerde sınav kaygısı, migren, epilepsi gibi durumlarda NF’in iyi bir tedavi yöntemi olduğunu söyleyerek şunları kaydetti: “Beynimizdeki alanlar farklı işlevler görüyor genelde; örneğin ön beynimiz biraz daha dikkatin, motivasyonun, mantıklı düşünmenin, neden sonuç ilişkisinin

kurulduğu yerdir. Sol beynimiz konuşma alanları, sağ daha duygusal alanların olduğu, iki şakağımızda temporal loblar var bu temporal lobların arasında da corpus callosum denilen iki tane alanı birleştiren bir bölge var. Şimdi, temporal loblar çalıştırıldığı zaman iki bölge arasında ilişki de yoğun oluyor, örneğin müzisyenlerde böyledir. Bir şey çalarken iki bölgeyi de kullanmak zorundalardır. O yüzden de corpus callosum daha gelişmiş olduğu gözlemlenir müzisyenlerde. Arka tarafta da oksipital lob bulunur, burada da görsel alanımız vardır. Arada ise, parietal lobumuz var, orası motor alanıyla alakalı. Hepsinin farklı işlevleri var. Biz NF’de bu farklı bölgeler üzerinde çalışıyoruz. Örneğin, dikkat eksikliği şikayeti ile gelen kişide daha çok ön bölgede çalışıyoruz; çünkü dikkat ön bölgemizle ilgilidir. Ama mesela migren diyelim. Migren iki tarafın dengesizliğinden kaynaklanabiliyor, bu ağrıların tedavisi için sağ beyin ve sol beyin arasındaki iletişimin kuvvetlenmesi gerekiyor. Böyle olunca migrende temporal loblar üzerine çalışıyoruz.”

“BEYİN SÜREKLİ DEĞİŞEN VE GELİŞEN BİR ORGANIMIZ” NF’de yabancı bir dil kullanılmadığını dile getiren Özcan, yabancı dilde beynin farklı bölgeleri de devreye girdiğinden NF’nin ana dilde uygulandığını söyledi. Özcan, NF uygulama seanslarını şu şekilde anlattı: “Seanslar yarım saat ya da kırk dakika sürüyor. Farklı bölgelere bağlanan elektrotlarla ödül ceza sistemine dayalı bir tedavi yöntemi NF. Ödül ve ceza sitemi, edimsel koşullanma dediğimiz çocuk eğitimlerinde de çok kullandığımız bir yöntem. Olumsuz bir davranışta ceza, pozitif bir davranışta ise ödüllendirmek... Beyin dalgalarının kendi kendini izlediğinde düzene gireceğini düşünen bir sistem yani, beyin zaten adapte olabilen bir sistemdir. Mesela, sağ bacak koptu; ama beyinde bu bacağı hareket ettiren nöronlar var. Şimdi, ilk koptuğunda o nöronlar hala çalışıyor olacak; çünkü orada hala bacak var sanıyor beyin. Ama artık beden onun olmadığı sinyalini verince o nöronlar işlevini değiştirecek, başka bir yere adapte olacak. NF’nin sistemi de bunun gibi, yani beynimizde her şey farklı şeye adapte olabilir, değişebilir, gelişebilir. Zaten beyin, sürekli değişiyor ve geliyor.” NF’nin normal çalışmayan nöronların, kendi beyin dalgalarını izlediklerinde

değişebileceklerini düşünen bir sistem olduğunu söyleyen Özcan; “nöronları normale getirme işini ödül ve ceza sistemiyle yapıyor. Mesela bir normal aralık var, her insanın normal aralığı farklı bu arada yani tek tip birini yaratmaya çalışmıyoruz. Eğer nöronlarınız bu aralığın dışında çalışıyorsa, normal bir şekilde çalışmıyorsa izlerken siz görmüyorsunuz. Siz film izlediğinizi sanıyorsunuz; ama aslında siz beyin dalgalarını da izliyor oluyorsunuz. Sonra bu normal aralığa her girdiğinde size fiziksel bir uyarı veriyor, elinizde tuttuğunuz nesne titriyor. Bu fiziksel bir ödül ve ekranınız büyüyor daha net oluyor. Böyle olunca beyin bu ödülü almak için o nöronları normal aralıklarda çalıştırmaya çalışıyor. Dikkatiniz dağıldı ya da başka yere bakıyorsunuz o zaman ekranınız küçülüyor ve elinizdeki ayıcık titremiyor bu da ceza… Böylece beyin normal çalışmayı, adaptasyon sürecini öğreniyor” dedi.

“NF TEDAVİSİNDE DÜZEN VE SÜREKLİLİK ÖNEMLİ” NF’nin o ana odaklandırıp adaptasyon sistemin daha hızlı çalışmasını sağladığını belirten Özcan, şunları kaydetti: “Mesela dikkat eksikliği, odaklanma problemi olan çocuklarda biz çalışırken dikkat güçlendirme setleri ile çalışıyoruz. Bu setlerle belli bir zaman içinde öncelikle çocuğun iki dakika içinde ona verdiğimiz seti çözmesini bekliyoruz. İki dakika içinde çözemezse ilkin üç dakika ile başlıyoruz. Ama seanslar arttıkça bu çocuğun ikiye, bire inmesini sağlıyoruz dakikaların. Bu da şu demek: beyin zaten adapte olmuş, önce üçe adapte oluyor, sonra ikiye… Bu çalışmayla biz aslında beynin o bölgesini çalıştırarak geliştirmeye çalışıyoruz ki odaklanma olsun. NF’nin yaptığı şey aslında bu, tek tek oturup çalışmıyor direk beyindeki nöronlarla çalışıyor.” NF’nin belli seansları olduğunu belirten Özcan, bir seansta hiçbir değişim olmayacağını söyleyerek NF tedavisini bir sporcunun kas yapma egzersizine benzetti: “Nasıl bir sporcunun kas yapmak için düzenli ve sürekli çalışması gerekiyorsa, NF tedavisinin de belli bir dönem sürekli ve düzenli yapılması gerekiyor. NF, uyku problemi için yedi seans sonrası etkisini gösteriyor; ama gözlemlerimiz ve yaptığımız araştırmalar kalıcı olması için en az otuz seans alınması yönünde. NF’ye günde iki kez de uygulanabilir. Art arda günlerde; ama gün aşırıyı geçmeden seanslarla da tamamlanabilir.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 7 7 ]


TİYATRO SAHNESİNDE BİLİM BUSE KAYNARKAYA

Tiyatro Sahnesinde

Bilim Sanatla bilim gerçekliği farklı yollarla ifade eden iki alan olsa da tarih boyunca birinin gelişimi diğerini etkilemiştir. Bilim de sanat da yaşadığımız dünyayı anlamak ve ‘nasıl’ı sorguladığımız için doğmuştur. Bilim sorulara cevap bulmaya çalışırken sanat daha çok soru sormaya yönelmiştir ki bu bilim ve sanat arasındaki temel farktır.

[ 7 8 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

Edebiyatın ‘insan’a, insanlığın sorunlarına ve meraklarına ayna tuttuğu noktasında herkes hemfikir olmalı. Örneğin, 18. yüzyılda Daniel Defoe, Robinson Cruseo’yu denizin ortasında bir adaya koyduğunda Amerika’nın bulunuşundan etkilenmişti. Jules Verne’in Aya Yolculuk isimli kitabı 19. yüzyılda yazıldığında uzayla ilgili bugün bildiklerimizin hiçbiri bilinmiyordu ve ondan tam 30 yıl sonra, 1895’te H.G. Wells Zaman Makinesi’ni yazarak insanın zamanda yolculuğun mümkün olup olmayacağı merakını canlandırmaya çalışmıştır. Tiyatro dünyasında, özellikle 20. yüzyılda Stanislavski, Grotowski, Brecht, Meyerhold gibi tiyatro insanları sanatsal yöntemlerini bilimsel temeller üzerinden geliştirmişlerdir. Dönemlerinin bilimsel gelişimleri özellikle oyunculuk yöntemlerini belirlerken etkili olmuştur. Sanatla bilimin bir noktada birleşeceğini düşünen bilim insanları ve tiyatrocular, birlikte yaptıkları çalışmalarla bunu destekliyor. Tiyatro ve bilimin iç içe olduğu çalışmalar için bu konuda araştırma yapan kişilerin kullandığı farklı terimler var. Kimyacı Carl Djerassi, “tiyatroda bilim” (science-

in-theatre) terimini kullanırken tiyatro bölümünde akademisyen olan Kirsten Shepherd-Barr ve Eva Sabine Zelehein, “bilim oyunları/ performansları” (science plays/ performance) terimini kullanıyor ve tiyatroda bilimi, bilim oyunlarının alt başlığı olarak ele alıyor. Bilim oyunları, dolaylı veya dolaysız olarak bilimi konu edinen her türlü oyun ve performansı temsil ediyor. Djerassi ise tiyatroda bilim terimiyle temelinde bilim ve bilim insanlarının olduğu oyunları kapsayan daha katı bir bakış açısına sahiptir. Zelehein ve Shepherd-Barr, bu nedenle, tiyatroda bilimi bilim oyunlarının alt başlığı olarak görüyor.

ARİSTOPHANES’TEN GÜNÜMÜZE Andy Jordan’ın Conciousness, Theatre, Literature, and the Arts 2013 kitabına göre bilinen ilk bilim oyunu Aristophanes’in M.Ö. 423’te yazdığı “Bulutlar” isimli oyun. Bu oyunda bilim insanları “soluk yüzlü, çıplak ayaklı serseriler” gibi sözlerle epeyce yeriliyor. Sherd-Barr, Marlowe’un “Dr. Faustus”undan başlayarak 122 bilim oyunu listeliyor. Bu listede Ben Johnson’ın “Simyacı”, Henrik Ibsen’in “İnsanların Düşmanı”, Bernard Shaw’un “Doktorun


Dilemması” ve Brecht’in “Galile’nin Hayatı” gibi oyunları yer alıyor. Bu konuyla ilgili ilk çalışmayı 1980’lerde ortaya koyan Djerassi, bilimin içinde olmayan bir seyirci kitlesiyle bilimi karşı karşıya getirmek gibi öğretici bir amaç taşıyor. Zehelein’in yaptığı çözümlemeye göre tiyatroda bilim oyunlarının dört temel özelliği var. Bu oyunlarda, bilimsel düşüncenin veya temanın açık bir tanımı, bilim insanlarının kitlesel kültürünün gerçek bir tanımı, bilimsel konulara veya içeriğe sahip olan olay örgüsü ve öğretici bir tarafının olması gerekiyor. Djerassi, bilim kurguyla tiyatroda bilimi birbirinden bağımsız olarak görüyor. Çünkü daha önce de bahsettiğim gibi, kendi de pek çok oyun yazan Djerassi’ye göre bilim merkezde olmalı ve oyun insanlara bir şeyler öğretmelidir. Brecht’in “Galile’nin Hayatı”, Dürrenmatt’nın “Fizikçiler” ve Stoppard’ın “Arcadia” oyunlarını sadece bilimsel içerikli oyunlar olarak kabul eder. Zelehein, bilim oyunlarında merkeze metni alır, ona göre bilim oyunlarında bilimin ne kadar verildiği değil tema ve teatral olarak nasıl verildiği önemlidir. Bilim oyunlarını postmodern olarak gören Zelehein, oyunların yapısı

ve içeriğindeki bağlantının seyirci tarafından fark edilecek şekilde olduğunu söyler. Zelehein’in kullandığı bir başka terim olan “bilimle iç içe performans”ta yönetmen daha çok ön plandadır; çünkü sahnede bilim dolaysız olarak kullanılır. Simon McBurney ve Complicite’e göre, bu oyunlarda yönetmen ikinci bir yazar gibidir.

COPENHAGEN: TİYATRODA BİR DEVRİM İngiliz oyun ve roman yazarı Michael Frayn’in yazdığı “Copenhagen” bu konuda araştırma yapan pek çok kişi tarafından bir devrim olarak kabul ediliyor. Oyun, Niels Bohr’un eşi Margrethe Bohr’un Werner Heisenberg’in 1941’de neden Kopenhag’a geldiğini sorgulayan “Ama neden?” cümlesiyle başlıyor. Oyunda Hitler’in “kitlesel katliam için gelişmiş bir aleti olan cani manyak” ve “her kadını, çocuğu… öldüren kusursuz makine” gibi yakıştırmalarla eleştirilmesi, Danimarka ve bununla birlikte pek çok yerin Naziler tarafından işgali gibi politik hicivlerin yanı sıra bilimin kötü amaçla kullanımı (atom bombası) gibi vicdani muhasebeler var. Heisenberg ve Bohr, bilim üzerine bilimsel terimlerle tartışıyor ve zaman zaman bu tartışmaları Margrethe’e, yani onun üzerinden bilim insanı olmayan herkese, anlatma çabasına girişiyorlar ki bu da oyunun öğretici tarafını oluşturuyor. Oyunda Almanya’daki tanınmış bilim insanlarının çoğunun Yahudi olduğunu ve hayatta kalmak için ya Hitler’le işbirliği yapmak zorunda kaldıklarını ya da İngiltere gibi ülkelere sığındıklarını görüyoruz. Bu soru cevaplanmadan oyun sona eriyor. İlk gösterimi 1998’de İngiltere’de National Theatre’da olan “Copenhagen”, 2000’de de

Amerika’da Broadway’de ve daha pek çok yerde sahnelendi. 2002’de oyunun televizyon uyarlaması yapılmış ve 2013’de BBC tarafından radyo tiyatrosu olarak yayınlandı.

BİLİM OYUNLARINA DESTEK Bilim oyunlarının Türkiye’de olmasa da dünyada pek çok örneğini görüyoruz. Bu konuya destek veren birçok şirket de var. Curious Directive, Third Angle, Portable Palace ve Unlimited Theatre bu konuda çalışma yapıyor. Aynı zamanda Londra’daki Fuel Tiyatrosu, bilim insanları ve tiyatrocuların işbirliğiyle yaptığı çalışmaları destekliyor. Psikiyatrist Prof. Dr. Sube Bannerjee ve Melanie Wilson’ın 2012’deki çalışması “Autobiographer” ve Hepatoloji profesörü Graham Foster ile besteci Richard Thomas’ın 2013’teki çalışması “Body Pods” Fuel Tiyatrosu’ndaki çalışmalara örnektir. Bunların yanında, pek çok bilim insanıyla tiyatrocunun işbirliğini görüyoruz. Örneğin, Londra Bilim Müzesi Bilgi Merkezi’nden Dr. Ann Van de Velde, Kingston Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi öğretim üyesi Dr. Alex Mermikides ve besteci Milton Mermikides’in 2013’teki “Bloodlines” adlı çalışmaları, Clod Ensemble’dan Suzy Wilson’ın “Performing Medicine” isimli atölye, ders ve etkinliklerden oluşan programı. Sadece 2013’te Edinburgh Fringe Festivali’nde 30’dan fazla bilim oyunu sahnelendi ki bu da bize bilim oyunlarına gün geçtikçe artan ilgiyi gösteriyor. Dahası, Simon Geometri ve Fizik Merkezi’nin düzenlediği bilim oyunu yazma yarışması ve Los Angeles Bilim Kurgu Tek Perdelik Tiyatro Festivali de bu ilgiyi destekler nitelikte.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 7 9 ]


SOKRATES VE BİLİM YRD. DOÇ. DR. ÖMER FAİK ANLI

SOKRATES

BİLİM

VE

DELPHOİ (DELFİ)KEHANETİ: BİLGİSİZLİK BİLİNCİ Atina halkının Sokrates’e yönelttiği suçlama Savunma’da şöyle dile getirilir: “Sokrates suçludur: Yer altında, gökyüzünde olup bitenleri araştırıyor açıkça; eğriyi doğru diye gösteriyor, başkalarına da kendisi gibi olmalarını öğretiyor” (Platon, 1993: 13 [19b]). Suçlamanın ilk kısmı, Sokrates’in, düşünce tarihi içerisinde öncelikle doğa bilimi (ve hatta bilim) ve ardından da fizik disiplini adını alacak olan doğa felsefesiyle uğraştığı ve doğa felsefesinin sorunları üzerine araştırma yaptığını öne sürmektedir.

[ 8 0 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

Buna karşın, Sokrates suçlamanın bu ilk kısmına karşı savunmasını bir tür doğa felsefesi savunusu üzerine kurmamakta ve neredeyse bunun üzerinde hiç durmamaktadır. Onun sözleriyle, bu suçlamanın kaynağı Aristophanes’in güldürüsündeki Sokrates tiplemesidir ve kendisi bu “bilim”den (doğa felsefesinden) hiç anlamamakta ve bunun da ötesinde böyle bir alanla hiç uğraşmadığını, “bu sorunlar üzerine tek bir söz bile söylemediğini” ifade etmektedir (Platon, 1993: 13 [19cd]). Bunun da ötesinde, “güneşin taştan, ayın da topraktan olduğunu” öne sürdüğüne dair suçlamayı da bu düşüncelerin


Anaksagoras’a ait olduğunu ve gençlerin bir drahmiye satın alınabilecek kitaplardan bunları öğrenebileceklerini ifade ederek reddederken bu düşüncelerin oldukça garip olduğunu da belirtir (Platon, 1993: 22 [26e]). O halde, 19. yüzyıl terminolojisi ile ifade edilirse Sokrates fizik disiplininin sorunlarıyla ya da bilimsel sorunlarla uğraştığı ve araştırma yaptığı yönündeki bir suçlamaya, bu alanla ilgisi olmadığını açık bir biçimde ifade ederek yanıt vermektedir. Bu bağlamda, tarihin bir diğer ünlü yargılaması olan Galileo Davası ile karşılaştırma yapıldığında bilimin kahramanı daima Galileo olmuş ve belirli bir bilim tarihi okuması sonucu “ideal bilim insanı” olarak karakterize edilmiştir. Oysa Sokrates, daha sonra da belirtileceği üzere, beşeri disiplinler ve bu disiplinlerin oluşturduğu bir kültürün kahramanıdır. Russell’ın Batı Felsefesi Tarihi de örtük olarak bu kültürel ayrışmayı ifade eder niteliktedir. Platon üzerinden Sokrates’e de yansıttığı “diyalog yöntemi”ni (soru ve karşılıkla bilgiyi araştırma yöntemi olarak tanımlanır ) odağa alarak bir karşılaştırmaya gidilmekte, Sokrates ve Galileo iki karşıt epistemolojik (ve kültürel) kutba yerleştirilmektedir: 1Bu yöntem mantıksal tutarlılığı geliştirme konusunda yararlı bulunur ve bununla birlikte temelde bu araştırmanın sonucunun dilbilimsel bir ‘buluş’ olduğu öne sürülür. Dolayısıyla bu yöntem tartışmanın olgusal değil, mantıksal bir biçim kazandığı yerde işlevseldir. Fakat bu, yeni olgular bulmak konusunda bütünüyle elverişsizdir (Russell, 2002: 222). Russell’ın bu yaklaşımı, temelde epistemolojik bir ayrışma olan ve 19. yüzyılın ürünü olarak kabul edilebilecek İki Kültür ayrışmasının örtük ifadelerini barındırmaktadır.

Birtakım konuların bu yolda ele alınamayacağı açıktır. Sözgelimi görümsel (empirik) bilim. Galilei’nin, kuramlarını savunmak için diyalogu kullandığı doğrudur. Bu, yalnızca önyargının yenilmesi içindi. Galilei’nin buluşlarının pozitif temeli büyük bir yapmacığa kapılmaksızın diyaloga dökülemez. Platon’un yapıtlarında Sokrates, sorusunu yönelttiği kişinin, zaten sahip olduğu bilgiyi açığa vurduğunu ileri sürer. Bu bakımdan kendini ebeye benzetir. (…) Yöntem, bilgimizi daha önceki bir varlıkta öğrendiğimizi anımsayarak elde ettiğimizi ileri süren anımsama öğretisiyle uyuşumludur. Bu görüşe karşıt olarak mikroskop aracılığıyla yapılan herhangi bir buluşu, sözgelimi sayrılıkların bakteriler yoluyla yayılmasını ele alalım. Bu tür bir bilgiye daha önce bu konuda bilgisiz olan bir kişi yönünden varılabileceğini savunmak güçtür (Russell, 2002: 222). [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 8 1 ]


SOKRATES VE BİLİM YRD. DOÇ. DR. ÖMER FAİK ANLI

SOKRATES

DÖNEMİNE AİT BİR

TİYATRO Bununla birlikte, Sokrates’in yargılanmasının temelinde onun ‘bilgeliği’ yer almaktadır. Kadim dünyayı bilme sorunu, kökenlerinde doğa felsefesi olan bilim tarafından çözüldüyse ve olası bir bilgelik ancak bu alanda (sorunun çözüldüğü alanda) olanaklıysa Sokrates’in bilgeliği nasıl bir bilgeliktir? Yine Sokrates’in Savunma’daki anlatımıyla, bu, Delphoi Kahini’nin “dünyada Sokrates’ten daha bilge birisinin olmadığını” söylemesi üzerine başlayan bir “araştırma”yla iç içe geçen bir bilgeliktir. Kendisinin bilge olmadığını “bilen” Sokrates, Tanrının özüyle uzlaşmayacağı için yalan söylemediğini de kabul ederek bir araştırmaya girişir. Belirlediği yöntem şöyledir: “Tanrının düşünüşü nedir diye uzun zaman sordum kendi kendime. Sonunda büyük çabayla, kendimi aydınlatacak şu sonuca vardım: Bilge sayılanlardan birini bulup biliciye gider, sözünü çürütmek, sınamak için şöyle derim: ‘Sen bana insanların en bilgesi diyorsun; ama işte bu adam benden daha bilge” (Platon, 1993: 15 [21c])

[ 8 2 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

[vurgu bana ait]. Sokrates, bu arayışta özellikle kendisine ve diğer insanlarda bilge olduğu izlenimi doğuran insanlar başta olmak üzere (ki Sokrates’in diğer kimselerden daha bilge izlenimi yarattığı için ilk gittiği kişi devlet adamıdır, doğa filozofu değil), karşılaştığı insanlara eleştirel sorular yöneltip, karşı (aykırı) örnek tespitleriyle, o kişinin kendisinde var olduğunu sandığı bilgeliğin olmadığını gösterir. Sokrates’in ifadeleri şöyledir:

İşte bunun için onun, orda beni dinleyenlerin birçoğunun düşmanlığını kazandım. Oradan ayrılırken kendi kendime diyordum ki: “Bu adamdan daha bilgeyim. Doğrusu ikimizin de güzel, iyi bir şey bildiğimiz yok belki; ama o hiçbir şey bilmezken bildiğini sanıyor, oysa ben bilmiyorsam, bildiğimi de sanmıyorum. Öyle sanıyorum ki ben ondan biraz daha bilgeyim; çünkü bilmediğim bir şeyi biliyor diye geçinmiyorum” (Platon, 1993: 15 [21d]).

Bu tutum, Sokrates’in kendinden önceki doğa felsefesine karşı tutumunu ve doğa felsefesinin bilim tarihi açısından “öncül” kuramlarının neden Sokrates’i tatmin etmediğini de belirgin kılar niteliktedir. Cornford’un ifadesiyle, “Sokrates’in temel özelliklerinden biri de, neyin bilinip bilinemeyeceği ve temelleri hiç sorgulanmamış bilgi iddiasının tehlikeleri konusundaki açık farkındalığıdır. Felsefe, bilim insanına, kullandığı kavramlara nasıl ulaştığını ve bunların geçerli olup olmadığını sorma hakkını kendinde saklı tutar” (Cornford, 2015: 22, 23). 2Sokrates’in sıralaması şöyledir: Devlet adamları, ozanlar, el işçileri (bkz. Platon, 1993: 15-17 [22a-e]


POST-SOKTATİK BİLİM MODELLEMESİ YA DA POSTSOKRATİK KONUMLANMA

Popper’ın “Platon’un Sokrates’i” ile “Sokrates” arasındaki bir ayrıma giderek eleştirel rasyonalite ile Sokrates arasında kurduğu bağlar (bkz. Popper, 2015: 190, 191), Adorno tarafından da başka bir bağlamda teyit edilmektedir. Russell’ın ve onun temsil ettiği yaklaşımın aksine Adorno’ya göre Sokratik yaklaşımın ve özünde felsefenin kendi akıl yürütmelerinde “haklı çıkmayı istemek” gibi bir kaygısı yoktur. Hatta bunu yakışıksız bulur. Adorno’nun ifadeleriyle,

Haklı olma isteği, en incelikli mantıksal düşünme biçimlerinde bile o sağ kalma ilkesinin ifadesidir; oysa felsefede tastamam bu ilkenin yenik düşürülmesi amaçlanmıştır. (…) Susma haklarını hiç kullanmamakla ünlü felsefeciler, katıldıkları söyleşilerde, tartışmayı hep kaybetmeye çalışmalıdırlar – ama muarızlarının savının da yanlış olduğunu ortaya koyacak biçimde. Amaç, çürütülmesi imkânsız mutlak doğrulara ulaşmak olmamalıdır; çünkü bunlar sonuçta totolojiye indirgenir. Asıl hedef, öne sürülen düşüncelerin doğruluğunu sorgulayan sorunun kendi kendini de yargılamasını sağlayacak sezişler geliştirmektir (Adorno, 2002: 73).

İşte böylesi bir epistemolojik (ya da daha doğru bir ifadeyle bilgi kuramsal) modelleme ile Sokrates bir kez daha birinci kültürün (ve dahi “üçüncü kültür”ün) kahramanı olarak tarihten (yani kökenden) çağrılmaktadır. Öyle ki, insanlığın post-modern çağda yaşadığı öne sürülüyorsa post-sokratik bilim modellemesi ya da post-sokratik konumlanma bu çağın Aydınlanma ile olan bağlarını her şeye rağmen koruyabilecek ve kaotik sürüklenmeyi engelleyebilecek bir açıklık, araştırmanın tekrar başlayacağı “sıfır noktası”dır. KAYNAKLAR ADORNO, Theodor W. (2002). Minima Moralia –Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar-. Çev. Orhan Koçak, Ahmet Doğukan. 3. Basım. İstanbul: Metis Yayınları. PLATON (1993). “Sokrates’in Savunması”. Diyaloglar. Çev. Teoman Aktürel. 3.Baskı. s. 11-42. İstanbul: Remzi Kitabevi. POPPER, Karl (2015). Hayat Problem Çözmektir –Bilgi, Tarih ve Politika Üzerine çev. Ali Nalbant. 5. Baskı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. RUSSELL, Bertrand (2002). Batı Felsefesi Tarihi 1. Çev. Muammer Sencer. İstanbul: Say Yayınları 3 Bu hak 19. yüzyıl ve sonrasında bilimin başarılı ürünlerinin bilgi kuramsal yapılarını modelleyen bilgi kuramcıları tarafından, sahte-bilime ve sahte-bilim insanlarına yöneltilen sorgulamanın temelinde yer alır.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 8 3 ]


ALİ İHSAN ÖKTEN GÖRSEL ALGILAMA

GÖRME, GÖRS ALGILAMA ve FOTOĞRAF DR. ALİ İHSAN ÖKTEN

Algı, daha önce bahsettiğimiz gibi nesnelerin bireyin duyu organları ile elde ettiği verilerdir. Algılanan ise gerçekliğin önemli bir bölümünü oluşturan nesnelerdir. Bir resme veya fotoğrafa baktığımızda algılama sorunsuz bir süreçtir. Çünkü duyularımıza ulaşan veriler somut ve zengindir.

[ 8 4 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

Her insanın yaşadığı süre boyunca çevresinde bulunan uyarıcılara, duyu organlarıyla verdiği bir tepkisi vardır. Bu tepki belli bir süreç içinde gelişir. Bu insandan insana göre farklı özellikler gösterir ve insanın bilişsel süreci olarak adlandırılır. Kişi ilk olarak bu uyarıcılara duyularıyla farkındalık sağlar. Bu ilk sürece duyum denir. Duyumların beyinde çağrışım yoluyla oluşan şekline ise algı denir. Çevremizle ancak algılarımız sayesinde ilişki kurabiliriz. Dokunma, koklama ve tat duyuları yakındaki nesneleri, görme ve işitme ise bireyin uzağındaki nesneleri algılama biçimidir. Beyin, duyu organları ile elde edilen bilgileri ipuçları olarak değerlendirir ve onları yorumlama sürecini başlatır. Bu yorumlama bireyin aldığı eğitim, sosyo kültürel ve entelektüel düzeyine göre yeniden düzenlenir. Algı, nesnelerin bilinç düzeyinde yarattıkları uyarımlardır. Algılama, algı ve onun yorumunu birlikte içerir ve karmaşık bir süreçtir. Aslında her “bilgi edinme” veya yeni bir şey öğrenme algılama sürecinin kapsamını değiştirir ve geliştirir. Böylece kişisel bilgi birikimi oluşur.

Her algı, bu bilgi birikimlerine göre yeniden şekillenir. Bireysel etmenler dışında toplumdaki diğer kişilerin varlığı algıya etki eder. “Sosyalleşme” olarak adlandırılan bu süreç, çelişkiyi, işbirliğini, ödül ve cezayı, davranışların kısıtlanmasını, engellenmesini içeren bir süreci oluşturur. Sonuç olarak bireyin içinde yaşadığı kültürel ortam, kişinin algılarının belirleyicisi haline gelir. Görme ve görsel algı için ışık şarttır ve algılanan nesnenin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Işığın olmadığı bir ortamda görme ve görsel algıdan söz edilemez. Görsel algı diğer duyu algılarına göre en gelişmiş konumdadır. Bu durum bilinç düzeyindeki davranışlarımızın yaklaşık %99’unun belirleyicisi konumundadır. Bu algı yolundan emin olunmadığı zaman diğer duyulara özellikle dokunma duyusuna başvurulur. Dokunma duyusu genellikle görsel algının doğruluğunu denetleyen bir işlev üstlenir. Sergilerde artık sadece fotoğraf veya resimlere uzaktan bakmayın, onlara yaklaşıp, dokununca, onları daha iyi algılayabilirsiniz.


SEL

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 8 5 ]


ALİ İHSAN ÖKTEN GÖRSEL ALGILAMA

Konumuz fotoğraf olduğuna göre; görme, görsel algı, fotoğraf ve bunların oluşturduğu gerçeklik üzerine düşünebiliriz. Algı, daha önce bahsettiğimiz gibi nesnelerin bireyin duyu organları ile elde ettiği verilerdir. Algılanan ise gerçekliğin önemli bir bölümünü

oluşturan nesnelerdir. Bireyin algıladığı aslında nesnenin kendi varlığından çok onun oluşturduğu ve duyu organları ile elde edilen duyumsal verileridir. Gerçeklik söz konusu olduğunda nesnelerin kendi varlıklarından çok onların oluşturduğu algıların varlığı önemlidir. Gerçekliğin bir anlamda yeniden sunumunu oluşturan bu algılar, algılananın fiziksel, kültürel, algılayanın psişik, fizyolojik, kültürel özelliklerine göre biçimlenmektedir. Bu da nesnelerin algılanabilir özelliklerinin farklı kişilerce, farklı değerlendirilmesine yol açmaktadır. Nesneler, değişik bireylere, değişik biçimlere veya aynı kişilere farklı zamanlarda ve durumlarda değişik görünürler. Kişinin bilinçlenme süreci geliştikçe algılama süreci de değişecektir. Algılama, seçicidir, bireyseldir, yaratıcıdır, tam değildir, her algının eksik kalmış bir yanı vardır, bu yüzden genelleştirilmiş ve önyargılıdır. Bir resme veya fotoğrafa baktığımızda algılama sorunsuz bir süreçtir. Çünkü duyularımıza ulaşan veriler somut ve zengindir. Nesnelerden gözümüze yansıyan ışık, nesne (doku, kontrast, şekil, hareket, vs.) hakkında yeterli bilgi verir. Bu anlamda algılama, dolaysız, tahmin, yorum ve çaba gerektirmeyen bir güce sahiptir. Gibson’a göre herhangi bir resmin veya fotoğrafın algılanması doğal bir çevrenin algılanması kadar kendiliğinden ve sıradan bir süreçtir. Gombrich ise resimlerin iki boyutlu düzlemler dışında bazı okuma süreçlerinin olması gerektiğini söylemiştir. Bu yüzden algılayanın yeniden sunulan nesne hakkında önbilgisi olması gerektiğini yoksa algıda bozukluğa

[ 8 6 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

yol açabileceğini belirtir. Ayrıca nesneler ve nesnelerin algılanabilir özellikleri de algılayıcı tarafından farklı değerlendirilebilir. 1920’lerde Picasso’ya neden nesneleri oldukları gibi çizmediğini soranlara “Zaten nesneler oldukları gibi değillerdir.” cevabını vermiştir. Görme ile görsel algılama arasında ciddi anlamda fark vardır. Görme için fazla bir şey bilmenize gerek yoktur. Oysa görsel algılama yaparken bilgi birikiminiz ve yorumunuz önemlidir. O yüzden bazı fotoğrafları görürüz. Bazılarını ise görsel olarak algılayarak beynimizin bir köşesine yerleştiririz. Fotoğraf nesnesinin oluşturduğu imgesel veriler bize verilen ipuçlarıdır. Biz o ipuçlarını algılayarak fotoğrafı çözümleme yoluna gideriz. Fotoğraf üretildiği andan itibaren fotoğraf, fotoğrafçı, algılayan ve fotoğraf kullanıcısı tarafından farklı olarak gerçekliği sorgulanır. Herkesin algıladığı duruma göre fotoğrafın gerçekliği farklıdır. Fizyolojik, psikolojik, fiziksel unsurlar ve entelektüalite, algılama sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanın gördüğü şeyler sadece görme duyusunu geliştirdiği düzeyde gerçektir. Fotoğrafta büyüme, fotoğrafçının kendi algılama ve düşünme yollarını sürekli eleştirmesiyle olur. O yüzden “algılayan” karmaşık bir yapıya sahiptir. Aynı zamanda algılanan da en az o kadar karmaşıktır. Bu fotoğraf yarışmalarında önemli bir unsurdur. Farklı yapıdaki kişiliklerin algılayıcı olarak farklılıkları ve algılanan fotoğraflarında bir o kadar farklı olmasının sonuçlar üzerinde etkisi de farklı ve tartışmalı olacaktır.


ORHAN CEM ÇETİN KAFAMA VURMA BAŞINA BELA OLURUM

Edward James Muggeridge Eadweard Muybridge

ORHAN CEM ÇETİN

1860 yılında, San Fransisco yakınlarında dağlık ve ıssız bir bölgede yol alan bir posta arabası, aniden haydutların saldırısına uğradı. Yolcuların eşyalarını ve arabanın yükünü yağmalayan haydutlar, arabayı içindekilerle birlikte bir uçurumdan aşağı yuvarladıktan sonra kaçtılar.

Kafama Vurma Başına Bela Olurum! 1860 yılında, San Fransisco yakınlarında dağlık ve ıssız bir bölgede yol alan bir posta arabası, aniden haydutların saldırısına uğradı. Yolcuların eşyalarını ve arabanın yükünü yağmalayan haydutlar, arabayı içindekilerle birlikte bir uçurumdan aşağı yuvarladıktan sonra kaçtılar. Yolcuların arasında bir de İngiliz fotoğrafçı Edward James Muggeridge vardı. Daha sonra kendi adını Eadweard Muybridge olarak değiştiren ve bu adla ünlenen 30 yaşındaki adam, başından aldığı çok ağır darbeler nedeniyle kurtarıldıktan sonra uzun süre çalışamamış, iyileşmesi bir hayli zaman almıştı.

Ne var ki Muybridge sağlığına kavuştuktan sonra yakınları kendisinde belirgin bir mizaç değişimi olduğunu fark ettiler. Fotoğrafçı eskinin aksine geçimsiz, fevri, asosyal, istikrarsız bir insana dönüşmüştü. İnsanlarla sudan sebeplerle şiddetli tartışmalara giriyor, yalnız geziyor, çok tehlikeli yerlerde, sarp kayalıklarda, uçurumların kenarında, kimsenin yaklaşmaya cesaret edemeyeceği yerlerde fotoğraf çekiyordu. Yaşadığı travmadan sonra yakınları onu tanımakta güçlük çekmeye başlamıştı. Bir garip olmuştu Muybridge. 1870’lerde, Muybridge bir tartışmanın içine çekildi:

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 8 7 ]


ORHAN CEM ÇETİN KAFAMA VURMA BAŞINA BELA OLURUM

dörtnala koşan bir atın dört ayağı birden herhangi bir anda ressamların o tarihe kadar hayal ettikleri gibi gerçekten yerden kesiliyor muydu ve yanıt “evet” ise, bacaklar o anda nasıl bir şekil alıyordu? Muybridge takıntılı bir şekilde bu anın fotoğrafını çekme çabası içine girdi. O arada, karısının bir subay ile ilişkisi olduğunu fark ederek adamı öldürdü ve cinayetten yargılandı. Mahkemede, kafa travmasına bağlı olarak akli dengesinin yerinde olmadığı ve onu bu cinayete iten güçlü duygusal nedenler olduğu gerekçesiyle beraat ederek çalışmalarına devam etti ve 5 yıllık çabanın sonunda, 1877’de yan yana dizilmiş 24 fotoğraf makinesinden oluşan ve önlerinden dörtnala koşarak geçen atın tetiklemesiyle birbiri ardı sıra koşunun evrelerini görüntüleyen bir düzenek sayesinde tartışmalara açıklık getirdi. Atın ayakları gerçekten yerden kesiliyordu ve ressamların zannettiğinin aksine o anda ayaklar atın karnının altına toplanıyordu. Sonuç sadece bu olsaydı belki şu anda Muybridge’den söz ediyor olmazdık. Fotoğrafçının peşine

[ 8 8 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

düştüğü o tek kare ile birlikte diğer kareler de bacakların zaman ekseni boyunca hareketlerinin değişimini gösteriyordu. Bu görüntüleri bir zoopraksiskop cihazı içinde hızla art arda izlemeyi akıl eden Muybridge, sinemayı bulmuştu. Nitekim Muybridge hayatının geri kalan bölümünü de aynı takıntılı tutumla insan ve hayvan devinimlerinin evrelerini görüntülemeye vakfetmişti. Kısacası, görsel algının belli koşullar oluştuğunda yanılabilmesi ilkesi üzerine inşa edilen ve bugün görsel kültürün belki de en hacimli parçasını oluşturan hareketli görüntü üretimi, bir kafa travması ve onun yol açtığı sıradışı düşünce süreçleri sayesinde var olmuştur. Muybridge’in öyküsü tekil bir vaka sanılmasın. Birçok önemli mucidin, düşünürün, sanatçının geçmişine ve sağlık öyküsüne bakıldığında öyle ya da böyle ağır travmalara, rahatsızlıklara, kısacası arızalara rastlamak olağandır. Gelişigüzel bazı örnekleri sıralayalım: Ünlü sanatçı Joseph Beuys, 1944’te Kırım cephesinde Alman Hava Kuvvetleri’ne bağlı bir uçakta nişancı olarak görev yaparken uçak vurularak düşürülmüştü.

Beuys neredeyse tüm sanat üretimini, uçak enkazından göçebe Tatar köylüler tarafından kurtarılıp uzun süre bilincini yitirmiş bir halde keçe ve yağ içinde uyutulduğu ve bu sayede hayata döndüğü günlerdeki –kimilerine göre hayal ürünü olan– sarsıcı deneyimine dayandırmaktadır. Bugün tüm dünyada bilinen ve ikonik değer taşıyan masallarıyla ünlü Danimarkalı yazar Hans Christian Andersen, ortaokul yıllarında bir süre evinde yaşadığı okul müdürü tarafından taciz edilmişti. Öğrencilik yılları acılarla dolu geçen Andersen’in, okuma-yazma sırasında kendisini gösteren bir algı bozukluğu olan disleksi sorunu da vardı. Ludwig Van Beethoven’ın, işitme duyusunu kaybetmesinden sonra baş gösteren, hiç kesilmeyen bir çınlama sesi olarak deneyimlenen tinitus sorununun yanı sıra çok daha erken dönemlerinden itibaren bipolar davranış bozukluğu olduğu düşünülmektedir. Dünyaya prematüre bir bebek olarak gelen Winston Churchill, hırçın ve asi ruhlu olduğu için başarısız ve cezalarla geçen okul yılları boyunca aile özlemi çekmişti. Özellikle “s” harfini söylemekte güçlük çekme ve kekeleme


biçiminde kendisini gösteren bir konuşma bozukluğu vardı. Ruh halinin dalgalandığını saklamayan ünlü devlet adamı, depresif dönemlerinde resim yapıyordu. Melankolik ve dalgın bir adam olduğu anlatılan Abraham Lincoln de depresyon hastasıydı. Sekiz yaşındayken annesi ile babasının ayrılığından fazlasıyla etkilenen Kurt Cobain, yakınları için her zaman sorunlu bir çocuk olmuş ve sonunda kendi yaşamına son vermiştir. Charles Darwin panik atak, Emily Dickinson obsesifkompulsif davranış bozukluğu, sadece ABD’de 1093 patente sahip olan Thomas Alva Edison ise dikkatini yoğunlaştırmakta güçlük ve tıpkı Andersen gibi disleksi sorunları ile uğraşmıştı. Listeyi, çoğu depresyondan muzdarip ve hatırı sayılır bir bölümü kendi yaşamına son vermiş olan Ernest Hemingway, F. Scott Fitzgerald, Paul Gauguin, Johann Wolfgang von Goethe, Victor Hugo, Thomas Jefferson, John Keats, Jack Kerouac, Norman Mailer, Martin Luther, Michelangelo, Florence Nightingale, Georgia O’Keefe, Pablo Picasso, Sylvia Plath, Diane Arbus, Sir Isaac Newton, Edgar Allan Poe, Joel-Peter Witkin, Hermann Hesse, Jackson Pollock,

Cole Porter, Mark Rothko, Paul Simon, Lev Tolstoy, Kurt Vonnegut, tabii ki Vincent van Gogh ve hatta Peanuts karakterlerinin yaratıcısı Charles M. Schulz gibi isimlerle uzatabilir, Türkiye’den Yavuz Çetin, Nilgün Marmara, Fikret Muallâ, Neyzen Tevfik, Kerim Çaplı gibi isimler ekleyebiliriz. Öyle görünüyor ki dünyayı huzursuz, hatta “arızalı” insanlar değiştiriyor. Çoğunun çocuk yaşlarda başlarından geçen, ruhlarında derin izler bırakan sarsıcı deneyimleri var. Yine de öyküsü yukarıda aktarılan Muybridge’in durumunda olduğu gibi fiziksel hasarlar bir tarafa bırakılırsa aşırı derecede duyarlı, kırılgan, zor huzur bulan bir ruhun mu yoksa ortalama bir ruhu bu hale getiren travmanın mı önce geldiğini söylemek zor. Örneğin, fotoğrafçı Joel-Peter Witkin’in oldukça sert ve çoğu kez tartışmalı sanat üretimini etkilediği kabul edilen, küçük bir çocukken tanık olduğu korkunç trafik kazası… Kazada hayatını kaybeden bir kızın gövdesinden ayrılarak havaya fırlayan başının küçük Joel’in önüne düşmesi hadisesine, sanatçının ikiz kardeşi ve orada bulunan büyük bir kalabalık da aynı anda tanık olmuştur.

Ancak, Joel’in kardeşinin ve diğer tanıkların bu sarsıcı deneyimden daha az ya da en azından daha farklı bir biçimde etkilendiği ortadadır. Deha düzeyindeki zekânın da bir anomali olarak kabul edildiğini söyledikten sonra belki de ancak iki arızanın bir araya gelmesiyle, yani sıra dışı bir ruh –ya da bu sözcük hoşunuza gitmiyorsa, akıl da diyebiliriz– ile travmanın çarpışması sonucunda tıpkı bir kibritin uygun yüzeye çarpmasında olduğu gibi ortaya alev çıkmaktadır. Bu alev çoğu zaman uygarlığa, ama kimi zaman da yıkıma hizmet etmiştir. Bir türlü dersini anlayamayan öğrencinin kafasına, yumruk haline getirdiği elinin sert eklem yerleri ile vuran öğretmen, bu sembolik davranışı ile belki de bir mucit, sıra dışı bir sanatçı, dünyayı değiştirecek bir birey yaratmaya çalışmaktadır. Ne var ki bu sarsıntıya, bu travmaya cevap verecek sıra dışı akıl orada yoksa sonuç ne yazık ki sadece hasar olacaktır.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 8 9 ]


HASAN SERDAR GERGERLİOĞLU SİNEZOFYA

“Artık bir ‘Sinezof’sunuz” Düşünen ya da düşündüren bir sinema ortaya koymak ya da Sinema üzerine düşünmek emek ister. Hareketi ortaya koyanla ortak bir düşünce için harekete katılmamız gerekir. Çabuk tüketilen abur cubur bir film değilse, filmi seyretmeyi bıraktığınızda, filmin bıraktığı etkiyle bu eylem insan zihninde devam eder. Film sanki bir enfeksiyon gibi zihnimize bulaşmıştır.

Eşyaların hareketini kavramaya yardımcı olan tek şey onun statik (durağan) olmasıdır. Statik olan, durup bize hareket edenin anlamını kavramamıza yardım eder. Statik olanın zıttı olan kinetik ise bize dikkat çekici olanı verir. İşte bu yüzden film eylemi sinema, kinetik olanla örtüşür. Statik ve kinetik arasındaki denge ise filmin yönetmeninin elindedir. Bu dengeyi ister zanaatkar bir yönetmenin eliyle teknik açıdan zirvede bir film (motion) isterse de otör (auteur) bir yönetmenle 7. sanat dedirtecek sanatsal dokunuşla hissederiz. Bazen bazı yönetmenler klasik sinema olgusunu ters yüz etmek istemiştir. Bizi şaşırtmak, belki daha çok yormak ya da dikkatimizi düşünmeye sevk etmek için. Yeni dalganın önemli yönetmenlerinden Jean-Luc Godard işte böyledir. Statik zeminde hareket eden o kadar çok görüntü dahil olur ki filmlerine, nereye odaklanacağınızı şaşırırsınız. Uyaranlar karşısında beyniniz bombardımana uğrar. Hepsi zihne önemli bilgisi veren, beyninizin kıvrıntılı kısmında (neokortikal) sizi harekete geçirecek çokça veri vardır. Bazen de aksiyon filmleri seyredersiniz ama filmi izlemeyi bitirdiğinizde sizi bırakmaz tekrar ve tekrar izlemek istersiniz. Filmin katmanları vardır her seferinde yeni bir katmanı keşfederken lezzet alırsınız. Bu filmler her seyredişinizde yeni şeyler anlatır size ve sizi kendinizle yüzleştirir. Derinlerde kalan örüntü haline getiremediğiniz belli belirsiz sinirsel uyarılardan oluşan karanlık yöne giden aksiyona

[ 9 0 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

dönememiş belirsizlikler tablosu karşınıza çıkar. Otör sinema sayılmasa da kült olan filmler vardır. Bunları da seyretmek zorundasınızdır, bu filmlerin içlerindeki anlamı ya da anlamsızlığı fark etmeniz beklenir sizden. Bir otör sinemasına sanatsal kaygıyı küçümseyerek, çoğunluk psikolojisini kullanarak kötü gözle bakabilirsiniz ama bir kült filme asla. Hikmet önemlidir. Belki kimi zaman ‘The Purple Rose of Cairo’ (1985) kadar ‘bilgelik’ içerir. Sinemasal yolculuk bazen hayattaki gerçek sevgilerin dışına çıkartır sizi. Seyrettiğiniz şey filmdir, ama sizin için tutku olur, saplantı olur. Düşünen Beyin’inizle kuşatırsınız seyrettiklerinizi ve artık sinemanın sufi haline ulaşırsınız. Düşünürsünüz ve düşlersiniz, artık sizin için yol bir Ütopya gibidir. Düşlenen ama olmayan, ama olmasını tahayyül ettiğiniz, bir evrene yolculuk… Evet, bunun heyecanı vardır her seyrediş eyleminde. Dünya üzerinde zamanınız kısadır fakat seyredilmeye değecek binlerce film vardır, lakin ‘Sofi’nin Seçimi’ (1982) gibidir filmleri seçişimiz, kaybetmek istemediğimiz iki çocuk arasında seçim yapmak kadar zordur. Kimi zaman hiç birini seçemeden sızar gidersiniz ‘Düşler Ülkesi’ne (2004). İster seyir edimlerinizden aldığınız görüntülerle, isterseniz de kendi oluşturacağınız görüntülerle… Gerçek olduğunu zannettiğimiz bir evrene ya da rüyaya ‘Sinezofya’ya beraber yolculuk etme dileğiyle.


9 BİLİM KURGU FİLMİ EREN AVCI

[n]Beyin’lerin sevdiği

BİLİMKURGU FİLMİ

8

7

Bıçak Sırtı

Kabuğundaki Hayalet

2001: Uzay Macerası

Yönetmen: Ridley Scott Yapım Yılı: 1982 Senarist: Hampton Fancher, David Peoples Oyuncular: Harrison Ford, Daryl Hannah, Sean Young, Rutger Hauer, Edward James Olmos

Yönetmen: Mamoru Oshii Yapım Yılı: 1995 Senarist: Kazunori Itô, Masamune Shirow Oyuncular: Atsuko Tanaka, Iemasa Kayumi, Akio Ôtsuka

Yönetmen: Stanley Kubrick Yapım Yılı: 1968 Senarist: Stanley Kubrick, Arthur C. Clarke Oyuncular: Keir Dullea, Gary Lockwood, William Sylvester

Japonya’da 2030’lu yıllarda geçen hikayeThe Puppet Master isimli bir hacker ve onun peşindeki ajanlara odaklanır. Dünya teknolojik açıdan çok gelişmiştir ve insanlar sanal gerçekliklerde yaşamakta, dünya düzeni bu yolla sağlanmaktadır. Puppet Master devlet destekli bir ajandır ve çok önemli istihbarat bilgilerine sahiptir. Benliğini sorgulamaya başlayan Puppet Master çeşitli eylemler düzenler ve kendisine bir beden aramaya başlar fakat onu yakalamaya çalışan çok yetenekli ajanlar ve Cyborglar vardır...

Bir grup primat yemek için kavga etmektedirler. Kavgaları aralarına düşen siyah bir taş nedeniyle bölünür. Bu siyah taş primatların alet kullanmalarına sebep olacak bir gücü içinde barındırır. Bu taşın primatlarda nasıl bir değişime yol açtığını gösterdikten sonra film bir uzay gemisine geçiş yapar. Uzay aracında Ay’dan gelen esrarengiz sinyaller keşfedilir. Ay yüzeyinde primatların eline geçen aynı siyah taş tespit edilir ve sinyaller Jüpiter’e gitmektedir. Astronotlar David Bowman ve Frank Poole, Jüpiter’e doğru yola koyulurlar. Gemide HAL 9000 adında yapay zekaya sahip tüm zamanların en iyi bilgisayarı bulunmaktadır ve serüven başlar...

Philip K. Dick’in ‘Do Androids Dream of Electric Sheep?’ adlı romanını temel alan, yönetmenliğini Ridley Scott’ın yaptığı 1982 yılı yapımı olan film 2019 yılının Los Angeles’ında geçmektedir. Büyük üretici firmalar Replikant(android) isimli insan görünümünden ayırt edilemeyen robotlar üretmektedirler. Bu robotlar galaksilerdeki kolonilerde illegal işlerin üstesinden gelinmesi için kullanılmaktadırlar. Blade Runnler isimli özel polis gücünün işi bu robotları tespit edip yakalamaktır. Tecrübeli bir Blade Runner olan Rick Deckard(Harrison Ford) görevinden sıkıldığı ve bırakmayı düşündüğü esnada Los Angelas’a gelen bir grup Replikan tespit edilir ve ona bu robotları yalakama görevi verilir. Kalabalık bir şehir olan Los Angelas’ta bu robotları ele geçirmeye çalışmak sürükleyici maceranın başlamasına sebep olacaktır...

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 9 1 ]


9 BİLİM KURGU FİLMİ EREN AVCI

MATRIX

6

Yönetmen: Andy Wachowski, Lana Wachowski Yapım Yılı: 1999Senarist: Andy Wachowski, Lana Wachowski Oyuncular: Keanu Reeves, Laurence Fishburne, Carrie-Anne Moss Dünyanın önde gelen yazılım şirketlerinden birinde çalışan Thomas Anderson(Keanu Reeves) gecelerini «Neo» takma adıyla hackerlık yaparak ve Matrix’i araştırarak geçirmektedir. Gizemli bir şekilde azılı suçlular olarak aranan Morpheus(Laurence Fishburne) ve Trinity(Carrie-Anne Moss) ile tanışan Neo kısa süre sonra yaşadığı dünyanın bir simulasyon olduğunu öğrenecek ve Matrix’in ne olduğunu «gerçek» gözleriyle kavramaya başlayacaktır...

[ 9 2 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

Yıldız Savaşları Serisi

5

Yönetmen: George Lucas Yapım Yılı: 1977 Senarist: George Lucas Oyuncular: Mark Hamill, Harrison Ford, Carrie Fisher Sinema tarihinin en kült serilerinden biri olan Star Wars serisi şüphesiz ki sadece bilim kurgu sineması için değil tüm sinema tarihi içerisinde gerek hikayesi gerekse göstermiş olduğu başarı ile çok ayrı bir yere sahiptir. Seride Harrison Ford, Mark Hamill, Natalie Portman gibi birçok ünlü ve kendini ispatlamış oyuncu rol almaktadır. Luke Skywalker Jedi Şövalyesi olarak güçlere katılır, iki droid ve yetenekli bir pilot ise Prenses Leila’yı kötü Dart Vader’ın elinden kurtarmaya çalışacaktır...

Stalker

4

Yönetmen: Andrei Tarkovsky Yapım Yılı: 1979 Senarist: Arkadiy Strugatskiy, Boris Strugatskiy, Andrei Tarkovsky Oyuncular: Alisa Freyndlikh, Aleksandr Kaydanovskiy, Anatoliy Solonitsyn Rus sinemasının başyapıtlarından olan Stalker uzak bir gelecekte farklı bir dünya düzeninde geçmektedir. Dünyaya düşen dev bir göktaşı tüm yaşamı değiştirmiş ve Zone adında gizemli bir bölge oluşturmuştur. Bu gizemli bölgeye giren insanların tüm arzularının gerçekleşeceğine dair söylentiler vardır. Bu bölgede bir ‘güç’ vardır ve insan zihninin sınırlarını zorlayan gücün olduğu bölgeye sadece olgunlaşmış Stalker’lar girebilmektedir. Filmdeki kahraman Stalker kendisine yapılan tüm itirazlara rağmen bölgeye girmeye çalışan bir yazar ve bilim insanının yanında olmaya karar verir...


3

2

Terminatör Serisi

Yasak Bölge 9

Yönetmen: James Cameron Yapım Yılı: 1984 Senarist: James Cameron, Gale Anne Hurd Oyuncular: Arnold Schwarzenegger, Linda Hamilton, Michael Biehn

Yönetmen: Neill Blomkamp Yapım Yılı: 2009 Senarist: Neill Blomkamp, Terri Tatchell Oyuncular: Sharlto Copley, David James, Jason Cope

Yönetmen: Terry Gilliam Yapım Yılı: 1995 Senarist: Chris Marker, David Webb Peoples, Janet Peoples Oyuncular: Bruce Willis, Madeleine Stowe, Brad Pitt

Güney afrikada bir bölgede yaşayan uzaylılar araştırma ekipleri tarafından keşfedilir ve MNU isimli şirketin kontrolünde District 9 adı verilen denetimli bir alanda tutulurlar. Şirket yetkilileri uzaylıların teknolojisini öğrenmenin ve bu sayede çok büyük paralar kazanmanın peşindedirler. Uzaylı DNA’sına sahip olmak bu amaç için kilit rol oynamaktadır. Şirket çalışanlarından birisi olan Wikus bir virüs tarafından etkilenir ve uzaylılara benzemeye başlar. Şirket şimdi kendi çalışanının peşine düşecektir...

1996 yılında 5 milyar insanın ölümüne yol açan bir virüs tüm insanlığı tehdit etmektedir. 2035’te insan nüfusunun çok az bir kısmı hayatta kalmıştır ve bu insanlar yeraltında koloniler halinde yaşamaktadırlar. Zaman makinesinin icadıyla birlikte eski mahkumlardan birisi olan James Cole(Bruce Willis) makineyi kullanmak için gönüllü olur. Geçmişe gönderilip virüsün ortaya çıkışını araştırmaya başlayan James Cole kendisini bir akıl hastanesinde bulur ve kendini insanlara inandırmaya çalışır...

«Kıyamet günü» yaşanmış ve dünya üzerindeki birçok insan insanlığın yaratmış olduğu robotlar tarafından öldürülmüştür. 2029’da dünya üzerinde artık robotlar ve bir grup direnişçi insan yaşamaktadır. Makineler ellerindeki gücü daha fazla arttırmak istemektedirler ve bunun için insan direnişçilerin varlığına son vermekte kararlıdırlar. Bunun için geçmişi değiştirmeye karar verirler. Böylece istedikleri gibi bir geleceğe sahip olacaklardır. Bu sebeple direnişçilerin önderlerinden Sarah Connor’ı öldürmek üzere geçmişe Terminator adlı androidi gönderirler. Böylece direniş lideri olan John Connor’ın doğmasına engel olacaklardır...

12 Maymun

1

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 9 3 ]


ZELİHA TAŞKAN ÇOCUKLARIMIZ VE TELEVİZYON

ÇOCUKLARIMIZ VE TELEVİZYON ZELİHA TAŞKAN UZMAN PSİKOLOG

[ 9 4 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ


B

Bilindiği üzere günümüzde televizyonun olumsuz etkileri birçok platformda tartışılmaktadır. Olumsuz etkilerine değinmeden önce “Acaba televizyon olumlu bir etkiye sahip midir?” sorusunu inceleyelim. Günümüzde uydu kanallarının varlığıyla televizyonda çok fazla çocuk yayını bulunmaktadır. Bu noktada çocuğumuz için hangi programları seçeceğimiz önemli bir sorudur. Ebeveyn kontrolünde, renklerin, şekillerin, kavramların verildiği programlar birlikte izlenildiğinde olumlu katkıları söz konusu olabilir. Çocuğumuzun izleyeceği programların eğitici özelliği olmasına dikkat edilmelidir. Tercih edilen programlar birlikte izlenmeli ve programda geçen durumlara çocuğumuzun anlayabileceği biçimlerde açıklamalar getirilmelidir. Bu noktada çok önemli bir husus devreye girer. Bu husus süre kısıtlamasıdır.

Genel görüşlere bakıldığında, üç yaş üzeri çocuklarda izleme süresi günde 1-2 saati geçmemekle birlikte üç yaş altı çocuklarımızda bu sürenin 20 dakikayı geçmemesi gerektiği vurgulanmaktadır.

Süre kısıtlamasında dikkat edilecek en önemli nokta bu konuda çocuğunuza model olmaktır. Sizler televizyonu ne kadar süreyle kullanıyorsanız çocuğunuz da o yönde davranacaktır. Evdeki oturma düzeninizin televizyon odaklı olmamasına özen göstermelisiniz. Anne de baba da bu konuda aynı fikirde olmalı ve belirlenen süre dışına çıkma konusunda tutarlı olmalıdır.

Televizyon çocuğunuzun yemek yemesine, uslu durmasına ya da ağlamamasına yarayan bir alet olarak kullanılmamalı onun yerine hoşuna gidecek farklı etkinlikler koymalısınız.

Bu etkinlikleri zaman zaman birlikte yapabilir ve olumlu özelliklerini vurgulayarak bu davranışlarını pekiştirebilirsiniz. Bu durumda aile içi etkileşiminize ve çocuğunuzun sosyal duygusal gelişime katlı sağlamış olacaksınız. Televizyonun bilinen ve bilimsel yayınlarda vurgulanan en önemli zararı şiddet eğilimidir. Televizyona kontrolsüz bir biçimde maruz kalan çocuk problem çözme becerilerini geliştiremeyebilir ve şiddete başvurma eğilimine sahip olabilir. İletişim becerileri gelişemeyebilir ve yayınlarda kullanılan dilin etkisiyle dil gelişimi yeterli seviyelere ulaşamayabilir. Televizyon karşısında geçirilen pasif zaman yemek yeme alışkanlıklarında ve kilo durumunda dolayısıyla fiziksel gelişiminde olumsuzluklara yol açabilir. Televizyonun aşırı izlenmesi çocuğu yalnızlaştırabilir ve sosyal olarak yaşaması gereken olumlu yaşantılardan uzaklaşmasına sebep olabilir. Televizyon ve çocuk konusunda yapılan çalışmalara vakit ayırıp okumaya özen gösterirsek ve bu konudaki uzman görüşlerini uygulamaya çalışırsak birçok açıdan daha sağlıklı bireyler yetiştirebiliriz.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 9 5 ]


SİNİRBİLİMİN TUHAF VAKASI: PHINEAS GAGE

SİNİRBİLİMİN TUHAF VAKASI: ÖZGE KARABULUT Bilim tarihindeki en ilginç vakalardan biri olan , “kafasına demir giren adam olayı”, dünyada büyük yankı uyandırmış, beynin çalışma mekanizması hakkında birçok fikir ve araştırmaya kaynaklık etmiş sıra dışı bir olaydır. İngiltere’de 1948’de bir kaza eseri gerçekleşen olay, özellikle, ahlaki tutum ve davranışların beyindeki kontrol alanının saptanması açısından büyük bir öneme sahiptir. Hadi gelin şimdi tarihi Phineas Gage vakasını bir inceleyelim:

[ 9 6 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

PHINEAS GAGE

İşinde başarılı ve yetenekli bir usta olan Gage için sıradan bir iş günüydü. İşini titizlikle ve ustalıkla yapan Gage, o gün biraz dikkatsiz davranacak ve sonucunu çok ağır bedellerle ödeyecekti. Demir yolu inşası için açacakları yolda, patlattıkları kayaların kritik noktalarına barut yerleştiriyor, üzerine kum ekliyor ve fitili ateşliyorlardı. Arkadaşının

seslenişiyle dikkati dağılan Gage, koyması gerektiğinden çok daha az miktarda kum eklemişti. “Boomm”. Tanıklarının ifadesiyle, “gökyüzüne fırlatılmış bir roketten gelen ıslık sesi” eşliğinde bir patlama gerçekleşti. Koca ıslık tüm işçileri, Gage’in kan içindeki bedeninin uzandığı yere toplamıştı. Bir şeyler dönüyordu. Kimsenin idrak edemeyeceği;


ancak duruma bakılırsa gayet net tahmin edebileceği şeyler… Tahminler Gage’in ölümü üzerineydi ve en iyi olasılık diye bir şey düşünülemiyordu. Çünkü Gage başında kafasını delip geçen demir bir çubukla yere serilmişti. Çubuk Gage’in sol yanağından girerek kafatasının altını delmiş, beyninin ön tarafından geçerek dışarı ulaşmıştı. Altı kilogram ağırlığında, bir metre boya ve üç santimetre çapa sahip olan bu çubuk küçümsenemeyecek boyutlara sahipti. Bu durum, Gage’in hayatta kalmasını daha da inanılmaz hale getiriyordu. Gage ölmemişti ve ölecek gibi de durmuyordu. Bilinci açık ve yalnızca sersemlemiş halde uzanan Gage’in yardımına koşan ilk doktor, Edward Williams oldu. Dr. Williams‘a başından geçenleri kendisi anlatan Gage, doktoru hayretler içerisinde bırakmıştı. Dr.Williams, hayretle izlediği manzarayı şöyle anlatıyordu: “Daha arabadan inmeden kafasındaki yarayı fark ettim, beyin atışları açıkça görülebiliyordu. Kafasını muayene etmeden açıklayamacağım bir görüntü vardı. Kafası sanki ters çevrilmiş bir huniyi andırıyordu. Sonradan anladım ki bunun nedeni kemiğin her yönde yaklaşık beş metreye kadar kırılmış olmasıydı. Şunu da belirtmem gerekir ki kafatasına ve deri tabakalarına açılmış deliğin çapı üç buçuk santimetreydi ve kenarları dışa dönüktü. Ben bu yarayı incelerken Bay Gage, çevredekilere nasıl yaralandığını anlatıyordu. O kadar mantıklı konuşuyordu ve soruları yanıtlamaya o kadar istekliydi ki olay esnasında onun yanında bulunan tanıkları sorgulamak yerine sorularımı doğrudan kendisine yönelttim.

Bay Gage bana olayın nasıl cereyan ettiğini aktardı. Şunu kesinlikle söyleyebilirim ki gerek o anda gerek daha sonraki karşılaşmalarımızda aklı tamamen yerindeydi. Sadece kazadan iki hafta kadar sonra, bir keresinde ısrarla bana John Kirwin diye hitap etti, ancak yine de tüm sorularımı kusursuz biçimde yanıtladı.” Vakasıyla uzun süre ilgilenecek olan doktoru Harlow ile ilk karşılaşması, Gage’in yürüyerek at arabasına binip gittiği pansiyonda gerçekleşti. Harlow yaranın temizlenmesi için ilk müdahaleyi yapmış, büyük yaranın üstüne ıslak tampon koyup bandajla kapattıktan sonra yarayı sargı bezlerine akması için açık bırakmıştı. Daha sonra Gage’in açık kalan yaraları iltihap kapmış, ancak o bu savaştan da galip çıkmıştı. Olay anında ölümü beklenen Gage, tanıkları şaşırtarak ölüme meydan okumakla kalmamış, hayati işlevlerini de koruyabilmişti. Ancak bu travmatik kaza Gage’deki bazı değişimleri de beraberinde getirecekti. Gage’in sol gözünün körlüğü dışında hiçbir organının işlevinde bir sıkıntısı yoktu. Konuşuyor, yürüyor ve düşünebiliyordu. Ancak geçirdiği kasılma krizleri nedeniyle bilinci yok olmuştu. Ayrıca Gage, kişiliği, huyları ve alışkanlıkları bağlamında artık eski Gage değildi. Başarılı, enerjik ve ılımlı bir karaktere sahip olan Gage artık daha düşüncesiz, kaba, dikbaşlı, küfürbaz ve saygısız birisine dönüşmüştü. Gage düşünebiliyordu; ancak bu düşünüş eskisi gibi değildi. Bu yeni düşünüş, zihinsel yetisi ile hayvansal eğilimleri arasındaki dengeyi kaybetmiş olmasından

kaynaklanan, ahlaki yapıdan çok uzak bir düşünüştü. Gage artık iyi karar veremiyordu ve bu kararlar toplum tarafından hoş karşılanacak gibi değildi. Yaşamına fazlaca bağımsız ve umursamaz kararlarıyla devam ediyor, “benmerkezci” yaklaşımın doruklarında yaşıyordu. Uyumsuz, kavgacı, tembel, bakımsız ve güvensiz halleri onun bir daha eski işine dönememesine ve yeni, düzenli bir iş bulamamasına neden olmuştu. Değişen benliğiyle ancak amele işlerinde çalışabilmiş, ayrıca çok da sık yer değiştirmişti.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 9 7 ]


SİNİRBİLİMİN TUHAF VAKASI: PHINEAS GAGE

Gage‘in bu akıl almaz olayı bilim adamlarının çokça üzerinde durduğu bir konu olmuş ve beyin sistemine getirilecek açıklamalarda katkı sağlamıştı. Bu bağlamda David Ferrier, hasarın yalnızca beynin prefrontal lobunda gerçekleşip beynin diğer kısımlarını etkilemediği sonucuna vardı. 1700’lerin sonunda Franz Joseph Gall, “Frenoloji” adlı önermesiyle beynin birbirinden bağımsız işlevsel bölümlerden oluştuğunu öne sürdü. Ardından Wernicke ve Broca’nın bulgularıyla, sol frontal lobun kaybının dil işlevi bozukluklarına sebep oluşundan yola çıkılarak sol frontal lobun dil işlevindeki rolü çizildi. Hanna Domasio ve Thomas Grabowski hasarın sınırlarını üç boyutlu koordinatlarla yeniden yaratmış ve David Ferrier’in iddiasını doğrulayarak frontal bölgenin ön kısmında (prefrontal bölge) daha büyük hasar olduğunu, hasarın yan taraflara taşmadığını ve sol yarıkürenin daha çok hasar gördüğünü bulmuşlardı. Daha sonraki çalışmalar da sınırı biraz daha netleştirerek ventra medial prefrontal lobun bireydeki ahlaki işlevler, karar verme, uyumluluk gibi toplumsal ve akılcı nitelikler açısından işlevsel olduğunu söylüyordu.

[ 9 8 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

Harvard Üniversitesi araştırmacıları tarafından kafatasının bilgisayar tomografisi çekilmiş; ancak araştırmacıların işten ayrılması sebebiyle bu veri kaybolmuştu. Ardından California Üniversitesi’nden John Van Horn ve arkadaşları, olayı yeniden incelemek adına kafatasının üç boyutlu modelini çıkararak demir çubuğun yerini tekrar tespit etmeye çalışmış ve bunun için Gage ile aynı eli kullanan 25 yaşındaki 110 erkeği denek olarak kullanmışlardı. Tüm bu çalışmalar bizi beynin frontal bölgesinin ahlaksal görevler, sorumluluk, disiplin, karar verme gibi toplumsal düşünüş temelli, kontrollü ve davranışsal ögeleri kontrol eden bir yapıya sahip olduğu sonucuna ulaştırıyordu. Ancak bu işlevler frontal bölgenin tam olarak neresindeydi? Geçmişte yapılan çalışmaların verileri bu işlevlerin ventra medial prefrontal bölge tarafından yönetiliyor olduğu yönündeydi. Son gelişmeler ise bize yeni veriler sundu. Sinir yolları haritasının değişimi söz konusuydu. Plos One dergisinde yayımlanan bir araştırmaya göre,

prefrontal bölgemizde özfarkındalıktan sorumlu “Superior Frontal Sulcus” ve duygular, tiksinme gibi bazı davranışlardan sorumlu “Insula”; Gage’in korkunç kazasında başrolleri oynayan bölgelerdi. Çubuk, beyin zarının %4’ünü ve beyindeki beyaz dokunun %11’ini yok etti. Beynin sol tarafında bulunan beyaz dokudan çok fazla kaybedilmesi dokuların bağlantılı olduğu sağ kısmı da etkilemiş ve bu nedenle beynin sağ kısmında da tam bir iyileşme olamamıştı. Phineas Gage vakası, geçmişte çok ilgilenilmiş olduğu gibi gelecekte de yerini koruyacak, bilime kaynaklık eden eşsiz vaka örneklerinden biridir. Bu olayın yadsınamaz katkısı sayesinde karmaşık beynimize her gün bir adım daha yaklaşıyoruz. Biliyoruz ki frontal korteksimiz, kendimiz için olduğu kadar toplumsal benliğimiz için de çok önemlidir. Bizi diğerleri tarafından sevilen kılan da “o”dur, iyi ve akılcı kararlar alıp geleceğimizi yaşanabilir kılan da… Kıymetini bilelim.


[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 9 9 ]


LİMBİK SİSTEM

LİMBİK SİSTEM Hipokampus, girus singuli, hipotalamus, parahipokompal alan, subkallozal oluşumlar, septum, talamusun ön çekirdekleri ve amigdalanın birlikteliğinden oluşan yapıdır. Limbik sistem, özellikle korku, öfke ve cinsel davranışlarla ilgili duygulanım durumunu ve hareketi motive eden faktörlerin kontrolünü sağlayan bölgedir. Aynı zamanda motivasyon, bellek ve algı gibi zihinsel işlevler ile ödül sistemi, maddenin kötüye kullanımı gibi deneyimlerin de merkezidir.

[ 1 0 0 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

LİMBİK KLİNİK SENDROMLAR

HİPOLİMBİK: DEPRESYON, APATİ, AMNEZİ HİPERLİMBİK: MANİ, OKB, LİMBİK EPİLEPSİ, ÖFKE İŞLEV BOZUKLUĞU: UTİLİZASYON DAVRANIŞI, SOSYAL UYUMSUZLUK, ANKSİYETE, PANİK, PSİKOZ

Limbik Sistem Hasarları VARSANILAR CİNSEL DÜRTÜLERDE DEĞİŞME KORKU, ÖFKE, SALDIRGANLIK BELLEK BOZUKLUĞU ŞİZOFRENİ


LİMBİK SİSTEMİN YAPISI AMİGDALA Motivasyon açısından anlamlı uyaranların (ödül, korku, çiftleşme vb sosyal işlevler) korktekse iletimi • Korku duyusunun kazanılması ve ifade edilmesi • Seçici biçimde Kötü koku ile aktive olur Nötral olmayan korkulu yüz ifadesiyle uyarılır • Ventromediyal prefrontal korteks öğrenilmiş korku yanıtlarının uzaması ya da bastırılmasından sorumlu • Otonom yanıt, koşullu uyaran ve bunların eşleştirilmesinin çözülümü • Affektif ve duyusal uyaranların bellekte saklanmasını sağlar • Belirgin duygusal uyarılara karşı doğrudan dikkatli ve hızlı affektif yanıtları düzenler

AMİGDALA HASARI Maymun Çalışmaları • Nesnelerin duygusal uyarlara önemi kaybolur • Yılan ya da agresif maymun görünce korkmaz • Sosyal sonuçları felakettir Orbiofrontal korkteks lezyonu • Davranışsal ve ototnom yanıtlar uyumsuzdur İki taraflı amigdala hasarı nadirdir • İki taraflı dejenerasyonu olan bir hasta yüzlerdeki öfkeyi algılayamaz

Otizm Suçluluk ÖRNEK 1980’lerin ortalarında Iowa Üniversitesi sinirbilim uzmanlarından Daniel Tranel’in hastalarından S.M. genetik bir durum olan Urbach-Wiethe hastalığının amigdalasında hasara sebep olması sonucu hiçbir şeyden korkmuyordu. Bu hastalıkta ciltte hasarlar ve beyinde kalsiyum çökeltilerinin birikmesi gibi belirtiler görülüyor ve bu belirtiler S.M.’nin amigdalasının iki kısmını da hasara uğratmıştı. Hastanın diğer duygularında herhangi bir bozulma meydana gelmediği için bu durum amigdalanın tüm duyguların merkezi olduğu tezini çürüttü. S.M. diğer insanlara göre güvenilir gelmeyen kişilere de güvenme eğiliminde olduğundan amigdalanın ansızın karşılaşılan tehlikelerle ilgili olmadığı sonucuna da ulaşıldı. Yani, korkuyu ayırt etme beynin bilincin dışındaki başka yerlerinde meydana geliyor; ancak korku bilinç dışına kaydedilir kaydedilmez amigdala devreye girip dikkati önemli bilgilere yöneltiyor. S.M.’nin beyni tehlikeye işaret eden bilinçsiz ipuçlarını yanlış yorumluyor, amigdala durumu değerlendirirken dehşet duygusu yerine coşku uyandırıyor. S.M.’nin korku duygusu üzerinde çalışan Feinstein, amigdala bölgelerinde benzer hasarlar görülen iki hastayla birlikte onu bir deneye alıyor. Deneyde hastalara belirli aralıklarla yüzde 35 karbonsioksit içeren hava püskürten bir maske veriliyor.

Deney sorasında hastalar belirgin bir panik atak geçiriyorlar. Karbondioksit kandaki asit derecesini etkileyerek beyinde bir dizi tepkimeye yol açıyor. Böylece beynin astım veya kalp krizi gibi içten gelen tehlikeleri dışarıdan gelen tehlikelerden daha farklı bir biçimde değerlendirdiği gözlemlenmiş oldu.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 1 0 1 ]


LİMBİK SİSTEM

ÖDÜL MERKEZLERİ Ana ödül merkezleri orta önbeyin demeti (MFB) ve özellikle de hipotalamus çevresindedir. Zayıf uyaran ödül hissi verirken güçlü olan ceza hissi verir. Daha az güçlü ödül merkezleri de septum, amigdala, bazı talamus ve bazsal çekirdeklerdedir.

HİPOTALAMUS

HİPOKAMPUS

• İştah, açlık, tokluk, beslenme refleksleri

• Belleğin oluşumu, uzun süreli bellek oluşumu, suçluluk

• Vücut su dengesinin sağlanması

DENTAT GİRUS

• Vücut ısısının kontrolü

• Yeni anılar, mutluluk hissinin önemi

• Kan basıncının kontrolü • Cinsel davranışlar, üreme üzerine etki • Öfke, heyecan, korku (davranış özellikleri) • Endokrin işlevler (hormonlar)

TALAMUS • Duygusal bilgiyi kortekse aktarır. • Ruhsal durum ve ağrıların algılanması ile ilişkilidir.

[ 1 0 2 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

PARAHİPOKAMPAL GİRUS • Uzaysal bellek

SİNGULAT GİRUS • Otonom işlevler (kalp hızı, kan basıncı ve dikkat vb bilişsel süreçler)

ORBİOFRONTAL KORTEKS • Karar verme süreci

Buraların uyarısı ödül hissi verir ve hoş yiyeceklere rağmen hayvanlar kendilerine elektrik uyaranı vermeyi seçerler.

CEZA MERKEZLERİ Güçlü alanlar orta beyinde yer alır. Daha az güçlü alanlar amigdala ve hipokampustadır. Bu bölgelerin uyarılması hayvanlarda mutsuzluk, korku, terör hissi, ağrı ve hatta hastalanma sebebidir.


Örnek: Kimyager fizyolog Ivan Pavlov, köpeklerin sindirim sistemi üzerinde araştırmalar yaparken “koşullanma kavramı”nı keşfetti. Köpeklerin tükürük bezleri ve sindirim sistemi arasındaki ilişkiyi incelemek için deneye başlayan Pavlov, midenin sindirim işlemine başlamadan önce tükürük bezlerinin harekete geçmesi gerektiğini buldu. Daha sonra çeşitli uyarıcıların sindirim sistemini nasıl etkileyeceği üzerinde çalışmaya başlayan Pavlov, deneye köpeğe yemek vereceği zaman yanıp sönen bir ışık, tıklayan bir metronom ve bir zili dahil etti. Bu uyarıcılardan önce sadece yemeği gördüğünde salya akıtmaya başlayan köpek, bir süre sonra sadece bu uyarıcıları görünce de salya akıtmaya başladı. Böylece Pavlov şartlı refleksi keşfetmiş oldu ve aynı zamanda uyarıcılar sık sık yanlış uyarılar verdiğinde şartlı refleksin kaybolduğunu da ortaya koydu.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 1 0 3 ]


SAĞLIKLI BİR ZİHİN İÇİN ÖNERİLER

Sağlıklı 1 Bir Zihin İçin Öneriler 2

Az yiyin. Kalori kısıtlaması ve egzersizin tıbbi olarak ömrü uzattığı biliniyor.

24

Gevşeme tekniklerini öğrenin. Stres beynimizi olumsuz yönde etkiler ve gevşeme yöntemleri stresin etkilerini boşalmaya yardımcı olur.

[ 1 0 4 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

Günde bir kez gerçekten açlık hissedin. Açlık durumlarında salgılanan ghrelin hormonu, vücudu dinçleştirmek görevi de olan büyüme hormonunun salgılanmasına ve hafıza ile ilgili bölgelerin çalışmasına katkı sağlar.

3 Arada bir belli gıdaları belli süreler boyunca tüketmeyin. Bu beyin dokusunun toksinlerden arınmasını ve yenilenmesini kolaylaştırır.


4

5

6

7

Her gün yeni bir kelime öğrenin. Kelime hazinesine yapılan her katkı bilişsel süreçleri doğrudan etkileyerek zihinsel sağlığa olumlu etki yapar.

Her hafta üç-dört kelimenin etimolojisini öğrenin. Kelimelerin kökenleriyle birlikte öğrenilmesi dil algılama alanlarının ve dolayısıyla entelektüel beyin işlevlerinin kapasitesini ve kalitesini yükseltir.

Her gün en az bir kez en azından hafifçe terleyecek kadar yorulun. Hareket, beynin kan dolaşımını arttırarak zihinsel faaliyetlerin düzene girmesini sağlar ve beyin için faydalı birçok hormonun düzeyini arttırır.

8

9

10

Kalem ve kağıt kullanma sıklığınızı arttırın. Bu yetenekler kullanılmadıkça ilgili alanlarda yapısal bozulmalar ve yozlaşmalar başlayabiliyor.

Bilmediğiniz konularda sorular üretmeye çalışın (cevaplar önemli değil).

Rutinlerden kaçının. Beynimiz ne kadar karmaşık olursa olsun rutin işleri yaparken çaba harcamaz ve bundan bir fayda elde etmez. Rutinin dışına çıkmak bilinci uyarır ve farkındalık düzeyimizin artmasını sağlar.

13

14

15

Sevebileceğiniz her şeyi sevin ve sevdiklerinizi yakınınızda tutmaya gayret edin. Sevgi hissi beyinde çok olumlu etkiler yapan bir dizi değişimi tetikler.

Günlük olaylarda hayret edebileceğiniz milyonlarca detay ve bağlantıya dikkat edin, gerekirse bu konuda notlar alın.

18

19

En az bir sanat dalıyla ilgilenin. Sanatsal alanlarda yapılacak her türlü faaliyet, beynin bütüncül algılama ve üretim sistemlerini faaliyete geçirerek tüm zihinsel sistemin uyum içinde çalışmasını sağlar.

12 Zihin haritası (mindmap) kullanmayı öğrenin. Planlama ve düşünce akışı için kullanılan zihin haritalama teknikleri, bilişsel işlevler için oldukça faydalı sonuçlar veriyor.

Ciddi kararlar almadan önce yürüyüş yapın. Hafif egzersiz, beynin dolaşım ve metabolizmasını düzene sokarak daha sağlıklı düşünmenizi ve karar vermenizi sağlayabilir.

16

17

Haftada bir kez “kesin olarak bildiğiniz bir şey”den şüphe etmeye çalışın! Sorgulamak bilgi eksikliklerini keşfetmenize ve bunu tamamlamak için çabalamanıza sebep olur.

30 günlük sürelerle her gün tekrarlayabileceğiniz basit alışkanlıklar geliştirin.

20

21

Uymasanız bile zaman planlaması çalışmaları yapın. Zaman planlaması, zihnimizin zaman algısını genişletir ve işlerimizde daha verimli olmamızı sağlar.

Uykunuza çok dikkat edin. Uyku beden için değil beyin içindir ve biyolojik döngülerinize uygun bir uyku zihinsel çalışmanızı etkileyen en önemli etkenlerden biridir.

11

Fırsat buldukça aynada kendinize gülümseyin ve bunu içtenlikle yapmaya çalışın. Beyin beden hareketlerini kontrol ettiği gibi beden hareketleri de beyne geri bildirim yapar ve bu geri bildirimin ruh durumumuz ve beyin çalışma ritmimiz üzerinde inanılmaz etkileri vardır.

22

Yılda bir-iki kez yeni bir motor beceri kazanın. Bu beynin yeni hücreler ve yeni bağlantılar üretmesini sağlar.

Gereksiz kimyasal kullanımından uzak durun. Zihinsel gücü arttırdığı iddia edilen tüm bitkisel yahut sentetik bileşenler, sağlıklı bir zihinsel işleyiş için uzak durulması gereken şeylerdir.

Özellikle sosyal medya ve haberlerde sizi endişelendirecek şeyler yerine mutlu edecek şeylere odaklanın.

23

Kahve; azı karar çoğu zarar. Günde bir fincan kahve bilişsel işlevleri olumlu yönde etkiler ve bazı rahatsızlıklara karşı koruyucu etkileri vardır. Ancak fazla kafein alınması vücudu yorar.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 1 0 5 ]


BEYNİMİZE İYİ GELENİ YİYİN

KARIN NASIL OLSA DOYAR

PEKİ YA BEYİN? Dengeli beslenme ve vitamin, protein, mineraller bakımından zengin gıdaların tüketimi tüm diğer organlar gibi beyin fonksiyonlarının yerine getirilmesi için de önemlidir. [ 1 0 6 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ


Vitamin eksikliği, boş kalorili gıdalarla yetersiz beslenme, günlük olarak alınması gereken minerallerin alınamaması beyni etkileyerek hafızayı zayıflatır, zihin karışıklığına ve konsantrasyon eksikliğine neden olur. Bazı gıdalar ise beyin, özellikle de hafıza için daha yararlıdır. Beyin çok enerji tüketiyor, hatta günlük tükettiğimiz enerjinin %25’i beyne gidiyor. Araştırmacılar, kan akışında 25 gram glükoz dolaşırken beynin en iyi şekilde çalıştığını söylüyor. Bir seferde çok ağır yemektense günde az ve sık öğünlerle yemek, yemek sonrası yorgunluğunu engellememize yardımcı olabilir; fakat gerçekten beyne direkt olarak iyi gelen yiyecekler var mı? Bu konuda yapılmış pek çok araştırma var. Bunlardan biri olan National Review of Neuroscience’ta yayınlanan bir makaleye göre Kurkumin ve omega-3 içeren besinler yaşlıların bilişsel kaybını yavaşlatıyor ve beyin hasarına sahip olan insanlarda ise bilişselliği geliştiriyor. Somon ve ceviz gibi besinler de zengin Omega-3 kaynaklarından sadece ikisi. Kurkumin ise genelde, bir baharat olan zerdaçalda bulunuyor. Journal Appetite’te yayınlanan başka bir makaleye göre, araştırmacılar glisemik indeksinde (GI) düşük sıralarda olan yiyeceklerin kahvaltı için iyi olduğunu söylüyor. Glisemik indeksi, yemekleri glikoz veya şeker seviyelerinizi nasıl etkilediğine göre sıralandırıyor. Evet, çocukların hafızası ve bilişsel

kabiliyetleri sabahları düşüyor; fakat yapılan düşük GI kahvaltısı, yüksek GI kahvaltısına oranla bu düşüşü minimuma indiriyor. Düşük GI yemekler: meyve, sebze ve yulaf ezmesi… American Journal of Clinical Nutrition’da yayınlanan bir çalışmaya göre de Avustralya ve Endonezya’da, omega-3, demir, çinko, folat, ve A, B6, B12, C vitaminlerini içeren bir karışım, öğrencilere öğrenme konusunda ve hafıza kullanımını gerektiren sınavlarda yardımcı oldu.

FOLAT BAKIMINDAN ZENGİN GIDALAR: Bir B vitamini olan folat, vücudun yeni hücreler üretmesine ve var olan hücrelerin yapısının

unutkanlık ve sinirlilik haline neden olabilir. Günlük tavsiye edilen B1 vitamini miktarı yetişkin erkekler için 1.2 mg, kadınlar içinse 1.1 mg’dır. Sakatatlar, tam tahıllı pirinç, baklagiller ve şeker pekmezi iyi birer B1 kaynağıdır.

B6 VİTAMİNİ YÖNÜNDEN ZENGİN GIDALAR: B6 vitamini beyin ve sinirler arasındaki iletişimi sağlayan nörotransmitterlerin oluşumu için gereklidir. Bu nedenle sağlıklı bir beyin gelişimi ve işlevi için önem taşımaktadır. B6 vitamini eksikliğinin belirtileri arasında dikkat eksikliği ve kısa süreli hafıza kaybı gibi direkt olarak beyni ilgilendiren sorunlar bulunmaktadır.

OMEGA 3 VE OMEGA 6 YAĞ ASİTLERİ:

korunmasına yardımcı olur. Özellikle gebelik döneminde yaşanabilecek folat eksikliği erken doğuma, bebeğin normal kilo altında doğmasına ve nöral tüp defekti (kusuru) oluşmasına yol açabilir.

B-1 VİTAMİNİ BAKIMINDAN ZENGİN GIDALAR: B1 vitamini özellikle beyin ve sinir sisteminin sağlığını korumak açısından önem taşımaktadır. B1 vitamini eksikliği depresyon,

Normal büyümenin yanı sıra beynin gelişimi ve normal fonksiyonlarını yerine getirebilmesi açısından önemlidir. Beyin bu yağ asitlerini kendi üretemediğinden alabileceği tek kaynak tükettiğimiz gıdalardır.

YUMURTA Yumurtanın kolesterolü arttırdığı yönünde kötü bir ünü olmakla birlikte düzenli yumurta tüketiminin beyin fonksiyonlarını geliştirdiğine dair bazı araştırma sonuçları bulunmaktadır.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 1 0 7 ]


BİLİM KURGU EDEBİYATINDAN SEÇKİLER

[n]Beyin’de en sevilen eserler

Karanlığın Sol Eli

1

Bilim kurgu’nun en önemli iki ödülü olan Hugo ve Nebula’nın sahibi Karanlığın Sol Eli, dünyaya çok benzeyen ‘Kış’ adlı bir gezegende geçiyor. Bu gezegende yılın en sıcak zamanlarında bile yarı-kutup iklimi yaşanır ve tüm sakinleri çift cinsiyetlidir. Cinsel kimliğin bir statü ya da güç aracı olarak kullanılmadığı bu gezegende kişiler yılın belli bir döneminde o anki hormonal durumlarına göre erkek ya da kadın olmaktadırlar. Öyle ki, birkaç çocuk doğurmuş bir anne daha sonra başka çocukların babası olabilmektedir. “Arkadaşlık” ve “sevgililik” arasındaki “boşluk” anlamsızlaşmış; insan düşüncesini belirleyen düalizm eğilimi azalmış; insanlığın güçlü/zayıf, koruyucu/ korunan, hükmeden/hükmedilen, sahip olan/ sahip olunan... Ve benzeri ikiliklerini oluşturan temeller zayıflamış gibidir. ‘Kış’ Cehaletin, şimdinin, mevcudiyetin ilerlemeden daha gözde olduğu bir gezegendir. Bir gün ‘Kış’a uzaydan bir erkek elçi gelir ve onların da katılmasını istediği bir gezegenler birliğinden söz eder... Elçinin gelişiyle birlikte yerli ile yabancı, erkek ile dişi, benzerlik ve benzemezlik, parça ile bütün arasındaki ilişki ve çelişkiler insanlardaki karşılıklarını bulup yaşamaya başlar...

ŞEFFAF

2

Şeffaf (İngilizce orijinal adı: The Tommyknockers) orijinal dilinde 1987 yılında yayınlanan Stephen King’in bilim kurgu ve korku türündeki romanı. Türkçe çevirisinde “Şeffaf” adı verilmişse de Tommyknockers kelimesi 1820’lerde Pensilvanya’da ve Kaliforniya’da altına hücum döneminde ellerinde çekiçle madenlerde bulunduğu düşünülen korkutucu küçük adamlara deniliyordu. Madenciler arasında korkutucu hikayeler bu dönemde yaygınlaşmıştı. Yazar, bu bilim kurgu romanında önce Roberta Anderson adlı karakterin hayatına odaklanıyor. Daha sonra dünya dışı varlıkların insanlığı tehlikeye süreklediğini fark ediyoruz.

3

Fahrenheit 451

Ray Bradbury’nin 1951’te ilk defa basılan ünlü bilim kurgu romanıdır. Baskıcı bir gelecek toplumunun anlatıldığı bu kitap aynı zamanda distopya olarak da sınıflandırılabilir. Eser, kitapların itfayeciler tarafından yakıldığı, insanların sadece televizyonda beyin yıkayıcı şovlar izlediği ve kitap bulundurup düşünen insanların yok edildiği bir gelecekte geçmektedir. Kitap adını, kağıdın 451 Fahrenheit’ta tutuşması gerçeğinden almaktadır. Aynı zamanda ünlü Fransız sinemacı, François Truffaut tarafından da sinemaya uyarlanmıştır ancak Truffaut kendi yorumunu katmayı tercih etmiş ve kurguda bazı değişiklikler yapmıştır. Bu film Türkiye’de “Değişen Dünyanın İnsanları” adıyla gösterime girmişti.

Ursula K. Le Guin’in en önemli eserlerinden biri olan Karanlığın Sol Eli, Ümit Altuğ’un çevirisiyle Ayrıntı’dan çıkan kitaplar arasında.

BİLİMKURGU [ 1 0 8 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

BİLİMKURGU

BİLİMKURGU


4

5

Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi?

1984

İlk kez 1968 senesinde yayınlanan Philip K. Dick tarafından yazılan bilim kurgu romanıdır. Hikaye örgüsü, bir android avcısı Rick Deckard’ın, ikinci bir avcı John İsidore isyancı androidlerin peşinden gitmesi anlatılır. Roman insanlık felsefesini inceler. 1982 yılında Hampton Fancher ve David Peoples’ın kitaptan uyarladıkları senaryo Ridley Scott tarafından Harrison Ford’un başrolde olduğu Bıçak Sırtı adlı filme çekildi. Kitabın devam romanlarının başlığı da Blade Runner olarak kondu.

“Parti’nin dünya görüşü, onu hiç anlayamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu. (...) Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu.”

Kitap 1968 yılında Nebula Ödülleri’nde adaylık elde etti. 1998 yılında ise Locus Poll Ödülleri’nde 1990 yılından önce yayımlanmış en iyi bilim kurgu kitabı seçildi.

George Orwell’in kült kitabı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, yazarın geleceğe ilişkin bir kâbus senaryosudur. Bireyselliğin yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya düzeni, romanda inanılmaz bir hayal gücüyle, en ince ayrıntısına kadar kurgulanmıştır. Geçmişte ve günümüzde dünya sahnesinde tezgâhlanan oyunlar düşünüldüğünde, ütopik olduğu kadar gerçekçi bir romandır Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen bir başyapıttır; yalnızca yarına değil, bugüne de ilişkin bir uyarı çığlığıdır.

BİLİMKURGU

BİLİMKURGU

Üç Cisim Problemi

6

Yılın bilim kurgu romanı Üç Cisim Problemi, 2015 Hugo En İyi Roman Ödülü 2014 Nebula Ödülü Adayı 2015 Locus Ödülü Adayı 2015 John W. Campbell Ödülü Adayı. Gizli bir askeri proje, uzaylılarla iletişime geçmek için uzaya sinyal gönderir, bu sinyali yakalayan, yıkımın eşiğindeki bir uygarlık ise Dünya’yı kendisi için istemektedir.

BİLİMKURGU [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 1 0 9 ]


BİLİM KURGU EDEBİYATINDAN SEÇKİLER

Zamanın Muhafızı

7

“Kimse kaderi değiştiremez... Evren buna izin vermez. Ve Allah’tan başka hiçbir güç, kıyamet saatini ne ileri ne de geri kaydırabilir. Bir şeyler buna neden olacak olur ise Zamanın Muhafızı müdahale etmek zorunda kalır. Çünkü o, kıyamet saatine kadar zamanı korumakla görevlidir. Korkunç bir uçak kazası, kazadan mucize eseri kurtulan bir doktoru ve evrenin sırlarını çözmeye çalışan bir kuantum fizikçisini birbirine bağlar. Fakat bu, evreni tehlikeye sokar ve Zamanın Muhafızı beklenmedik bir anda ortaya çıkar.” Ankara’dan Peru’nun yağmur ormanlarına, İstanbul’dan İngiltere’ye uzanan bilinmezlerle dolu, sürükleyici bir yolculuk sizi bekliyor. Etkileyici hikâyesi, muhteşem kurgusu ve akıcı diliyle bu romanın her sayfasını merakla çevireceksiniz. Ve hiç tahmin etmediğiniz bir sona ulaşırken Zamanın Muhafızı gerçeklik kavramınızı altüst edecek. Neyin gerçek, neyin rüya olduğunu kim bilebilir?

BİLİMKURGU [ 1 1 0 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

BİLİM KİTAPLARINDAN SEÇKİLER

2

3

Düş Dokumacısı

Büyük Gökbilimciler

Douwe Draaisma’nın kitabı yazma süreci, bir arkadaşının ricası üzerine körlerin düş yaşamı hakkında araştırma yapmasıyla başlamış. “Doğuştan körlerin düşlerinde görsel imgeler bulunmaz, peki ama o zaman ne olur düşlerinde? O boşluk sesler, kokular ve dokunma izlenimleriyle mi doldurulur? Görüntüsüz düşe gene de düş denebilir mi?”

“Tüm doğa bilimleri içinde, sorgulayan kişiye gökbilim kadar görkemli nesneler sunan bir başka bilim dalı daha yoktur. En eski zamanlardan beri yıldızların incelenmesi, günümüzdeki cazibesine sahip olagelmiştir. En ilkel toplumlarda, Güneş, Ay ve yıldızların hareketleri, insan ilişkileri üzerinde sahip oldukları düşünülen etkileri nedeniyle ilgi çekmiştir.”

Bu sorular kısa zamanda beraberinde başka soruları da getirmiş elbette: “Düşteki görüntüler gerçekte ‘bir tür film gibi’ deneyimleniyorsa, neden onca insan düşlerini siyah beyaz mı, renkli mi gördükleri sorusunu cevaplamayı çok zor bulur? Düş görürken insan düş gördüğünü fark edebilir mi? ... Erotik düşler, en derinlerde yatan cinsel arzuların mı ifadesidir? Kâbuslardaki korku niçin insanın hareket edememesi hissiyle ilintilidir? Uçma düşleri neden her zaman hoş duygular bırakır görende? … Ve elbette soruların en zoru: Bir anlamı var mıdır düşlerin?”

Cambridge Üniversitesi Lowndean Gökbilim ve Geometri Profesörü olan Robert Stawell Ball’ın kaleme aldığı bu kitapta, yalnızca gökyüzünü seyreden yıldız gözlemcilerinden tutun, masası başında çalışan soyut matematikçilere varıncaya dek pek çok farklı alanda çalışan nice gökbilimcinin, bilim tarihine yaptığı değerli katkıları bulacaksınız.

Kimi zaman hatırlamasak da hemen herkesin düş gördüğünü göz önüne alırsak, hepimizin bir noktada merak etmiş olabileceği sorular bunlar. Draaisma ise her zamanki hoş sohbet üslubuyla, bilimsel bulguları ilginç anekdotlarla harmanlayarak ele alıyor bu ve benzeri konuları.

BİLİM

BİLİM


4

5

6

Aborcinler

Elektronun Tarihçesi

Modern Bilimin Oluşumu

Beyaz tarihçilerin ve beyaz insanların çoğu tek taraflı biçimde, yaptıklarının hep iyi ve güzel yanlarından, yerli halkların ise hep kötü yanlarından dem vurdular. Böyle yazdılar çizdiler, böyle anlattılar. Çoğu zaman yalan söylediler. Doğruları ise ezilen, toprakları, kültürleri ve inançları ellerinden zorla alınan yerli halklar söyleyecek.

Deneysel Fizik Profesörü ve Cambridge Cavendish Laboratuvarı müdürü Joseph John Thomson, 1897’de, katot ışınlarında elektrik taşıyan öğelere parçacıklı bir doğa atfetti. Bu olay, geleneksel olarak elektronun keşfi kabul edilen gelişmenin ana unsurudur. Tam otuz sene sonra oğlu George Paget Thomson, elektron kırınımının ilk görüntülerini elde etti ve bu görüntüler sayesinde, babasının elektronlarının dalga benzeri davranışlarını gösterdi. İşe bakın ki, babası bir dalga görüngüsünün (katot ışınları) tanecikler bağlamında açıklanabileceğini göstermişken, oğlu da babasının belirlediği taneciklerin dalga özelliği taşıdığını ileri sürüyordu. Elinizdeki kitabın öyküsü kısaca budur. Birçok fizikçi ve bilim tarihçisi bu öyküye aşina olsa da, bu kitapta ilk defa ayrıntılarıyla anlatılıyor.

“Bilimsel devrim, doğa konusundaki düşünce kategorilerinin yeniden yapılanmasından öte bir şeydi. Bilimsel araştırma etkinliklerinde gittikçe artan sayıda kişinin yer almasını ve modern yaşamda gittikçe daha etkin rol oynayan yeni bir teoriler kümesinin yayılmasını da ifade eden toplumsal bir olguydu.”

BİLİM

BİLİM

Aboricinlerle ilgili Türkçe bilgi ancak ansiklopedilerde veya bazı “sığ” çalışmalarda bulunuyor. Örneğin, Amerikalı yazar Marlo Morgan’ın Bir Çift Yürek ve Sonsuzluğun Mesajı adlı kitapları Türkiye’de yayınlandığında ki, bu kitaplar Avustralya’ya hiç gelmedi ve büyük sansasyon yaratmıştı. Gerçekte Marlo Morgan hiç Avustralya’ya gelmiş ve Aboricinlerin bile güçlükle yaşadığı o zor doğa koşullarında bir beyaz tenli olarak onlarla birlikte yaşamış mıydı? Yazarın kitaplarında daha çok Kuzey Amerikalı yerlilerin yaşam şekilleri ve inançlarına benzeyen bazı konuları işlemesine bakılırsa bu sorulara olumlu yanıt vermek zor. Uzun ve yorucu bir uğraş sonunda ortaya çıkan bu çalışma, Avustralya yerlileri Aboricinlerin kökeninin, sosyal ve kültürel yapılarının, inançlarının, geleneksel yaşam biçimlerinin ve sanatlarının yakından tanınması için yapılmış bir araştırmadır. Aynı zamanda, topraklarının beyazlar tarafından nasıl işgal edildiğini, kültürlerinin nasıl yok edildiğini, soykırımı, katliamları ve beyaz istilacılara karşı topraklarını nasıl savunduklarını anlatan hazin bir öyküdür.

BİLİM

-Richard S. WestfallAğırlıklı olarak 17. yüzyıl bilim tarihine yoğunlaşan bu kitabın ana tezi, modern bilimin oluşmasındaki temel düşüncelerin, kendi iç mantıkları uyarınca geliştikleridir. Westfall’in deyimiyle bu kitap, bilimsel devrim tarihinde ağırlık merkezinin düşünce tarihi olduğuna dair inancın bir ifadesidir.

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 1 1 1 ]


NÖROPAZARLAMA BERÇİM BERBEROĞLU

Bu “iş”te bi’ [n]öro’luk var! BERÇİM BERBEROĞLU

Nöropazarlama 1990’lı yılların başında Amerika ve Avrupa’da hızla gelişmeye başladı. 1990 yılında Harvard Üniversitesi’nden Prof. Dr. Gerry Zaltman’ın, kısaca fMRI olarak bildiğimiz “işlevsel manyetik rezonans görüntüleme” cihazlarını ilk kez pazarlama araştırmalarında kullanmasıyla gündeme gelen nöropazarlamanın isim babası ise Prof. Dr. Ale Smidts oldu.

[ 1 1 2 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ

Teknolojinin hızla gelişmesi, her alanda olduğu gibi sinirbilim konusunda da yapılan araştırmaların hızla artmasına ve bu alanın diğer bilim dallarıyla olan ilişkisinin derinleşmesine neden oldu. Küreselleşen günümüz dünyasıyla birlikte karmaşıklaşan tüketici istek ve ihtiyaçları, doğal olarak, işletmeler tarafından bunların tatmini açısından yeni veriler elde etme ihtiyacını da doğurdu. Bu doğrultuda da tüketicilerin karar mekanizmalarının anlaşılması büyük önem kazandı. Tam da bu sırada sinirbilim, pazarlama biliminin derdine derman olacak araçlarla ortaya çıktı. Pazarlama ile beyin bilimlerinin bu göz alıcı bir evliliğini artık “nöropazarlama” olarak biliyoruz. Nöropazarlama 1990’lı yılların başında Amerika ve Avrupa’da hızla gelişmeye başladı. 1990 yılında Harvard Üniversitesi’nden Prof. Dr. Gerry Zaltman’ın, kısaca fMRI olarak bildiğimiz “işlevsel manyetik rezonans görüntüleme” cihazlarını ilk kez pazarlama araştırmalarında kullanmasıyla gündeme gelen nöropazarlamanın isim babası ise Prof. Dr. Ale Smidts oldu. Smidts

2002 yılında nöropazarlama kelimesini ilk kez kullanarak bu terimin literatüre girmesini sağlamıştı. 2000’li yıllara kadar nöropazarlama araştırmaları büyük şirketler tarafından, kendi stratejilerini geliştirme yönünde özel olarak yürütülüyordu. 2002 yılında ise Amerika’nın San Francisco şehrinde dünyanın ilk nöropazarlama şirketi olan Sales Brain’in kurulmasıyla bu kavram kurumsal bir nitelik kazanmış oldu. Tüm bu gelişmelerle artık adından sıkça söz ettiren nöropazarlama, ünlü marka danışmanı Martin Lindstrom’un bu konuyla ilgili araştırmalarını derlediği ve ülkemizde de çok sayıda kopyası satılan “Buy. ology” adlı kitabını yayınlamasıyla popülerliğine popülerlik kattı.


Bu çiçeği burnunda araştırma yöntemi, yıllar içinde önce ürünü, sonra bilgiyi ve son olarak da “insan”ı odağına alan pazarlama için, “insan”ı anlama çabasında çığır açıcı bir yenilik olarak ortaya çıkartıyor. En yalın haliyle nöropazarlama, sinirbilimsel yöntemlerle pazarlama faaliyetlerinin planlanması ve yürütülmesi anlamına geliyor. Peki, nedir bu yöntemler? Aslında temelde nöropazarlamada kullanılan yöntemleri ikiye ayırmak mümkün: Biyometrik, yani bedendeki çeşitli değişimlere dair ölçümler ve beynin elektriksel tepkilerini ölçümleme yöntemleri. Yüz okuma (facial coding), gözbebeklerinin hareketlerinin takibi (eye-tracking), deri iletkenliği (GSR) ve kalbin elektrik faaliyetlerinin kaydedilmesi anlamına gelen elektrokardiyografi (EKG) gibi teknikler, biyometrik ölçümlemeler içinde en sık kullanılanlar. Beynin elektrik faaliyetlerinin kaydedildiği EEG (Elektroensefalografi), beynin hangi alanlarının daha fazla çalıştığını gösteren fMRI (Fonksiyonel Manyetik Rezonans Görüntüleme), kızılötesi ışınlarla beynin işlevlerini okumayı sağlayan fNIRs (İşlevsel Yakın Kızılötesi Görüntüleme), zararsız radyoaktif maddelerle beynin

işlevsel alanlarının incelenebildiği PET (Pozitron Emisyon Tomografisi), beynin manyetik alanlarını görmemizi sağlayan MEG (Manyetoensefalografi) gibi cihazlar ise beyin tepkilerini gerçek zamanlı olarak görebilmemizi ve ölçebilmemizi sağlayan teknikler. Tüm bunlar içinde nöropazarlamada en çok kullanılanları ise kullanım rahatlığı ve maliyet açısında EEG ve gözbebeği takip yöntemleri. Çeşitli uyaranlara maruz kalındığında beynimizin yaydığı elektromanyetik dalgalarda bölgesel olarak frekans değişimleri meydana gelir. EEG cihazları bu frekansları ölçümlemeye olanak sağlar. Gözbebeği takip sistemleri ise gözbebeğinin hareketlerini milimetrik olarak ölçerek; katılımcıların nereye, hangi süreyle ve ne kombinasyonda baktığını analiz etmemizi sağlar. Bu iki yöntem entegre edilerek kullanıldığında kesine yakın sonuçlar elde edebiliyoruz. Günümüzde artık pazarlamayla ilgili faaliyetler çoğunlukla bu yöntemlere göre şekillendiriliyor. Mal/hizmet analizi, fiyatlandırma kararları, marka ve ürün konumlandırma, ambalaj, logo ve web tasarımı, pazarlama iletişimi çalışmaları nöropazarlamanın aktif olarak kullanıldığı alanlardan sadece birkaçı. Nöropazarlamanın odak noktası, insanların toplumsal normlarla şekillenen “doğru”yu söyleme eğilimini göz ardı ederek zihinlerinin derinliklerinde yer alan “gerçek”in peşine düşmek. İnsanlar, hiç de sanıldığı gibi “akılcı” ve sürekli olarak “akıllıca kararlar veren” canlılar değiller. Kararlarımız çoğu kez duygusal ve beynin “dilsiz ve bilinçsiz”

kısımları tarafından yönlendiriliyor. İnsanlar çoğu zaman kendileriyle ilgili herkes için doğru olmayan gerçekleri söylemeyi reddetme ve genel geçer yanıtlar verme eğilimindedirler. Bunlara, kararların ve seçimlerin doğru tahlil edilip değerlendirilememesi, dolayısıyla yanlış ifade etme ihtimalini de eklediğimizde; geleneksel yöntemlerin, objektif ve doğru sonuçlara ulaşma konusunda bazı sınırlılıklara sahip olduğunu görüyoruz. Nöropazarlama, bu eksikliği geleneksel araştırma yöntemlerini sinirbilimsel dayanaklarla destekleyerek, yani bu yöntemleri karşımıza değil yanımıza alarak gidermemizi sağlayan bazı araçlar sunuyor. Yani, geleneksel araştırma yöntemlerinin keskin akılcılığına karşı çıkan nöropazarlama araştırmaları, ünlü sinirbilimci Antonio Damasio’nun “insanlar karar verirken beyinlerinin rasyonel kısımlarını değil duygusal kısımlarını kullanarak akıl dışı kararlar verirler” saptamasını gerçek hayata geçiriyor.

ÇOK DİSİPLİNLİ BİR ALAN! Nöropazarlama tüketicilerin karar mekanizmalarını anlamamız için bize fizyolojik temeller sunarken; sinirbilimden olduğu kadar psikoloji, sosyoloji, davranışsal iktisat gibi dallardan da beslenmeyi ihmal etmiyor. Birçok bilim dalıyla etkileşim içinde olması ve araştırmalarını somut verilere dayandırması sebebiyle, nöropazarlama kelimesini önümüzdeki günlerde daha sık duyacağız gibi görünüyor! Kaynakça Dinçer, Atlı (2014), “Pazarlamada Yeni Bir Vizyon: Nöropazarlama”, Pi, Sayı 01, 20 Girişken, Yener (2014), “Nöropazarlama Yöntemiyle Ölçümleme Üzerine Deneysel Bir Tasarım”, Pi, Sayı 01, 28

[ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ OCAK 2016 [ 1 1 3 ]


EDİTÖR’ DEN

[ 1 1 4 ] OCAK 2016 [ n ] B E Y İ N D E R G İ S İ


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.