Tasavvufi meselelere fikhi bakis prof dr orhanceker

Page 1

TASAVVUFÎ MESELELERE FIKHÎ BAKIŞ (Tasavvufun Kaynağı, Sayısal Zikir, Rabıta, Tevessül, Şefaat, Ğayb, Basiret, …)

Prof. Dr. Orhan ÇEKER Selçuk Üniv. İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğr. Üyesi


II

Tasavvufî Meseleler

KONYA – 1431/2010


Tasavvufî Meseleler

IV

TASAVVUFÎ MESELELERE FIKHÎ BAKIŞ Yazar

Prof. Dr. Orhan Çeker www.orhanceker.com Genel Yayın Yönetmeni

Bayram BİÇER 0505 540 01 28 , 0530 391 54 20

İnceleme & Tashih

Ahmet ÇELİK İç Tasarım

Mustafa AKKAN Kapak / Fotograf

Meltem Grafik Kapak Fotoğrafı

Mehmet CAN Baskı

Damla Ofset www.damlaofset.com.tr 1.Baskı: Nisan / 2010 2.Baskı: Haziran / 2010

KONYA ISBN: 978-605-88662-0-1


İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ.................................................................. TASAVVUF’un TARİHÇE ve KAYNAĞI............................... TASAVVUF NE DEMEKTİR, KAYNAĞI NEDİR?...................... MEZHEB VE TARİKAT BİD’AT DEĞİLDİR. ÇOK HADİS BİLMEK, İCTİHAD ETMEYİ GEREKTİRMEZ......................... TASAVVUF YABANCI KAYNAKLI DEĞİLDİR........................ TASAVVUF VE MEZHEBE DÜŞMANLIĞIN ARKA PLANI : İSLAM’I TAHRİF ETMEK !!!.......................................... NAFİLE İBADET HAYATININ ÖNEMİ................................. VELİ KİMDİR, AVAM ve HAVAS VAR MIDIR ? BASİRET (FİRASET) NEDİR ?................................................... ZİKİR NEDİR ? TEK BAŞINA ‘ALLAH’ LAFZI ZİKİR OLUR MU ?.................................................................... TEK BAŞINA ‘ALLAH’ LAFZI ZİKİR OLUR MU ?.................... TOPLU ZİKİR VAR MIDIR ?........................................... BELLİ SAYIDA ZİKİR YAPMAK / VİRD VAR MIDIR ?................ KERAMET NEDİR ?.................................................... ĞAYB BİLDİRİLİR Mİ ?................................................ RABITA NEDİR, CAİZ MİDİR ?........................................ ŞEFAAT İSTENİR Mİ ?................................................. MEDİTASYON.......................................................... TEVESSÜL............................................................. Şahısla tevessül......................................................... Amelle Tevessül......................................................... Mekânla Tevessül....................................................... Zamanla Tevessül.......................................................

HAKKI İÇİN veya YÜZÜ SUYU HÜRMETİNE diye DUA ETMEK................................................................. Türbelerle Tevessül (İstimdad, İstiğase) :.........................

ALİMLERİMİZİN TASAVVUFÎ HAYATLARI.........................



Euzu billahi mine’ş-şeytani’r-racîm

Elhamdulillahi Rabbi’l-alemin ve’s-selatu ve’s-selamu ala Rasûlina Muhammedin ve ala âlihi ve sahbihi ecmaîn.

ÖNSÖZ Yıllardan beri KON TV’de Fatih Kut’un sunumuyla İSLAM ve HAYAT adıyla program yapmaktayım. ALLAH’a şükürler olsun o program hayli seyirci topladı, dinleyici kitlesi oluşturdu. Bu programlarda bildiğimiz ve yapabildiğimiz kadarıyla ALLAHın dinini insanlara anlatmaya çalıştık. Programlarda mümkün mertebe hizmeti ön plana aldık, fitnelerden uzak durduk. Halkın ihtiyaç ve sorularına öncelik verdik. Gelen sorular içerisinde tasavvufla ilgili olanları yekun tutuyordu. Bunları bir programda izah etmeyi düşünüyorduk. Ancak bu konuların izahı düşündüğümüz gibi bir programa sığmadı. Tasavvufî meselelerin izahı 5 ayrı programı kapsadı. Bu programların seyirciler tarafından tekrarı hatta DVD’leri istenince bunların dökümünün yapılması ve kitaplaştırılması ihtiyacı hasıl oldu. Bu vesileyle Mustafa Karaca ciddi emek vererek DVD’lerin çözümünü gerçekleştirdi. Kendisine çok teşekkür ediyorum. Bu çözülmüş metni tashih ettik.Yerine göre kaynakları ekledik ve bu mütevazi eser meydana geldi.


VIII

Tasavvufî Meseleler

Asırlar boyu maalesef sûfiyyeye karşı hased edilmiş ve haklarına girilmiştir. O topluluk ALLAH rızasını merkeze alıp işlerine devam etmişler, sataşmalar üzerinde durmamışlardır. Diyebiliriz ki ‘Selam’ (Furkan : 63) deyip yollarına devam etmişlerdir. Bu âsûde topluluğa çatarlarken aslında işi yer yer iftiraya vardırdıkları da maalesef müşahede edilmiştir. Bu konuda müslümanların mutedil düşünüp kardeşliğe zemin hazırlamaları için arzu ettik ki tenkidler insaflı olsun. Bunu temin için de bu programı düşündük. Böylece müslüman, ‘doğru sadece benim bildiğim ve dediğimdir, başkaları yanlıştır’, fikrinden sıyrılıp onun dediğinden başka da doğruların olabileceğini, kendisinin de yanılabileceğini kabul etmesini hatırlatmak istedik. Tasavvufla ilgili can alıcı meseleler hangileriyse onları mümkün mertebe gündeme alıp izah etmeye çalıştık. İzahlarda tabii ki Kitab ve Sünnet ölçümüz oldu. Sünneti dışlamak gibi bir sapıklığa kesinlikle ve kesinlikle karşıyız. Sünnet karşıtlığı fikrinin inanca zarar verdiğini tebliğ ediyoruz. Hakları yenen o âsûde topluluk kanaatimizce Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in haber verdiği topluluktur. Efendimiz buyuruyorlar ki : “Ümmetimden bir taife Kıyamete kadar sürekli hak üzere olacaklardır. Onlara muhalefet edenler, onlara zarar veremeyecektir…”(Buhari, İ’tisam: 10, Menakib: 28; Müslim, İman: 247, İmaret: 170, 171, 173, 175…) Gerçekten de bu taife asırlardır muhalefete rağmen en etkin biçimde mütevaziyane yollarına devam etmiş ve muhalefetler onlara zarar vermemiştir. Etrafa tarafsızca sorsanız; sünneti nefislerinde yaşayanların bu âsûde taife olduğunu herkes söyleyecektir. Yani adı geçen hadis-i şerifin


Prof. Dr. Orhan Çeker

IX

muhatabının bunlar olduğu dillendirilecektir. Diyebiliriz ki bunlara muhalefetin sebebi haseddir. Aynen insanların bozduğunu ıslah edenlerin garipler olduğunu bildiren hadis-i şerif gibi. Bu taife Sünnet-i Nebeviyi bizzat yaşayarak ıslah işiyle uğraşacağından yadırganacaklar ve garib / gariban durumuna düşeceklerdir (Müslim, İman: 232; Tirmizi, İman:13; İbn Mace, Fiten:15…). Bu mütevazi kitapçık şüphesiz ki ALLAH RIZASI temel hedefine yönelik hazırlanmıştır. Daha da beride bu kitapçık sebebiyle hakları yenen o mütevazi salihlerimizin tebessümlerini kazanmak şahsım için sürur vesilesi olacaktır. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den almayı murad ettiğimiz tebessüm ise dünyalardan daha değerli olacaktır. Vasat / mutedil Ümmet (Bakara:143)’e hizmeti en büyük zevklerden sayıyoruz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem hürmetine bu ümmete vakfedilmiş olmayı olağanüstü değerli kabul ediyoruz. Öyle ümmet ki tüm insanlara şahidlik göreviyle görevlendirilmiştir (Bakara:143). Bu görev faziletli mi faziletli ve o ölçüde de mes’uliyetli bir görevdir. Ümmetin, tüm insanlara şahidlik görevini icra ettiği zamanı özlemle bekliyoruz. Kitapçık şüphesiz ki bu konuda nihai ve en mükemmel çalışma değildir. Ümmetin katkılarıyla mükemmel hale gelecektir. Rabıta ve ALLAH lafzının tek başına zikir olduğu konularındaki 2 hadis-i şerife işaret ederek katkı sağlayan M.Emin Er Hoca’ya hürmetle teşekkür ediyorum. Kitapçığın, en azından kendi konusunda sadaka-yı cariye olmasını Rabbimizden diliyoruz. Başarımız ancak O’nunladır (Hud:88). Prof. Dr. Orhan ÇEKER 17 Mart 2010 (01.R.Ahir.1431), Çarşamba


X

TasavvufĂŽ Meseleler

KONYA


TASAVVUF’un TARİHÇE ve KAYNAĞI

FATİH KUT: Çok Kıymetli KON TV İzleyicileri, İslam ve Hayat Programına hepiniz hoş geldiniz efendim. Bu akşam tasavvuf ile ilgili konulardan söz açacağız. O konulardaki problemleri açıklamaya, soruları cevaplandırmaya çalışacağız İnşallah. İlk olarak tasavvufî eğitim ne zaman başlamıştır, tasavvufun kaynağı nedir?

TARİHÇESİ PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Peki, Bismillah deyip başlayalım. Önce tasavvufun tarihçesi için çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki Peygamberlikle aynıdır. Yani ilk Peygamber ve ilk insan yeryüzüne indikten sonra tasavvufî yaşantı birlikte başlamıştır. Şöyle de diyebiliriz: Allah yolunda çalışan her hangi bir insanın ibadet ve özelde iç bünyeyi terbiye ile ilgili bir gayretinin olmaması düşünülemez. Bir insan Allah yolunda çalışıyorsa dünyevî olarak yapacağı işler olduğu gibi, uhrevî yani ahireti ve maneviyatı ilgilendiren yönünün de olması muhakkaktır ve mutlaka gereklidir. Dolayısıyla tarihçe olarak biz sadece Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ile başlayan bir zühd hayatı değil, daha önceki Peygamberler ile birlikte gelen bir hayatı gözümüzün önüne getireceğiz. Bizde olumsuz şöyle bir özellik var : Bizim toplum olarak ya da müslüman olarak neye önem veriyorsak, İslam sadece ondan ibarettir diyoruz, gerisine çarpı çekiyoruz. Bu yanlış.


12

Tasavvufî Meseleler

İslam bir bütün olarak düşünülmesi gerekirken, bakıyorsunuz ki müslüman, sadece kendisinin önem verdiğini alıyor, geri tarafını yok sayıyor. Bunu ya kendisi yapamadığı içindir ya da o konuyu, o ameli sevmediği için böyle yapıyor. Bunun sonucunda da o amelin İslam’da yok olduğunu ispatlama gayretine giriyor. Mesela dinimizin emirlerinden A emri, diyelim ki bir müslümanın nefsine zor geliyor. O kişi daima A emrine karşı çalışma gayreti içerisine giriyor. Ona göre A İslam’ın dışındadır ve İslam’da o mesele yoktur. İslam varsa varsa mesela B dir. A yoktur vs. Halbuki ; onun da İslam’da yeri vardır, dese daha doğru ve dürüst davranmış olur. Ya da “İslam’da var ama ben yapamıyorum, yapanlardan Allah razı olsun” dese daha münasip hareket etmiş olur. O kişinin kabiliyeti B doğrultusundadır, filanınki A doğrultusundadır. Bu yanlış tavır, dini anlayışımızdan başlayarak sosyal yaşantımıza varıncaya kadar kendisini gösteriyor. Bir bakıyorsunuz ki tamamen dinle ilgisi olmayan insan grupları müşterek ortak menfaatler doğrultusunda bir araya gelebiliyorlar ama bizimkiler bir araya gelemiyor. Çünkü bizimkiler o kadar basit ayrıntıdaki bir şeyi adeta din olarak algılamaya başlıyor ve ondan sonra da muhatabını müslüman ve müvahhid olmasına rağmen din dışı, müşrik, kafir olarak görmeye başlıyor. Bizde maalesef böyle olumsuz bir özellik var. FATİH KUT: Bu çok yanlış ve çok zararları olan bir konu değil mi Sayın Hocam? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Tabii ki öyle. Tarih boyu bunun zararını çektik, hala da çekiyoruz ve bunu da aramızda dürtükleyip duran, galiba şeytan olsa gerek diye düşünüyorum. Bu dediğinizin yüzde yüz zararı var. Hem de


Prof. Dr. Orhan Çeker

13

sadece belli bir zaman dilimine zararı olmuş değil, tarih boyu zararı olmuştur. Tarih boyu çok ciddi zararları çekilmiş ve müslümanlar bunu çok pahalı ödemişlerdir. Veya ödeyemeyip altında kaldıkları zamanlar da olmuştur. Şimdi ben bu konuyu diğer soruları da göz önünde bulundurarak ilgili istifhamlara cevap ve izah etmeye çalışayım :

TASAVVUF NE DEMEKTİR, KAYNAĞI NEDİR? Her şeyden önce tasavvufi hayatın tanımını yapacak olursak deriz ki bildiğimiz kadarı ile sûfilerde olduğu gibi Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın Sünnetini en ince ayrıntısına varıncaya kadar yaşamaya gayret eden bir anlayışın ve bu hareketin adı olup bunun failine sûfi denir. Bunu felsefi düşünce ya da yabancı bir düşünce olarak algılamak çok garip bir yanlışlıktır. Bunu nefsine ağır gelmesi sebebi ile iddia ediyorlar diyebiliyoruz. Öncelikle şuradan başlayayım : Bizim hadîsler arasında Cibrîl Hadîsi dediğimiz bir hadîs-i şerif var. Bize bu hadîs-i şerifi Hz. Ömer naklediyor : Diyor ki (mealen) ; Bir gün Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ile bir grup sahabe oturup sohbet ediyorken yanımıza birden bir yabancı geliverdi. Bu yabancıyı hiç birimiz tanımıyorduk. Uzaktan geldiği belli ama üzerinde yolculuktan yana hiç bir iz, eser yok. Yolcu olan kişi üzerinde bir yorgunluk, o günkü şartlarla toz toprak… olur. Yorgun olur, aç olur. Ama onun üzerinde en ufak böyle bir iz yok. Elbisesi tertemiz, bir yabancı, uzaktan gelmiş, hiç birimiz tanımıyoruz. Üzerinde yolculuğa dair bir alamet yok. Peygamberimiz Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm’a dizleri değecek şekilde diz dize oturdu.


14

Tasavvufî Meseleler

Ellerini dizlerinin üzerine koydu ve Resûlullah Aleyhi'sSalâtu ve's Selâm’a sorular sormaya başladı. 5 tane soru sordu. Birisi “İman nedir ?” Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm bizim “İmanın şartları 6’dır” diyoruz ya, onları sayarak “İman budur”, diyor. Cevabı aldıktan sonra o yabancı “Sadakte”, yani “doğru söyledin” diyor. Hz. Ömer : “Biz hayret ettik”, diyor. Aslında Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’a edeben soru sorulmaz. O soru soracak olursa da “Allahu ve Resûluhu a’lem”, yani “Allah ve Resûlu daha iyi bilir deriz” edeben. Bu yabancı hem soru soruyor hem de sonunda tasdik ediyor. Biz hayret ettik. 2. Soru : “İslam nedir ?” Bizim islamın 5 şartı olarak saydığımız şeyleri sayarak Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Selem “İslam budur”, diye cevap veriyor. O yabancı “sadakte” diyor, yani “doğru söyledin” diyor. Biz yine hayret ettik. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm hiç istifini bozmadan cevap vermeye devam ediyor. Ondan sonra 3. soru : “İhsan nedir ?” Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ihsanı şöyle tarif ediyor. “Senin, Allah’ı görüyormuş gibi ona ibadet etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni görüyor”. Yani ihsan, insanın her nerede olursa olsun Allahın kendisini gördüğünü bilerek, Allahın kendisini gördüğü şuurunda olarak hal ve hareketini ona göre düzenlemesidir”, anlamında bir cevap. 4. Soru “Ya Resûlellah kıyamet ne zaman kopacaktır?” Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm buna bilmediği şeklinde cevap veriyor. Yani “soru sorulan kişi, soruyu sorandan daha iyi bilmez,” diye cevabını veriyor.


Prof. Dr. Orhan Çeker

15

5. Soru “Öyle ise Ya Resûlellah kıyametin alametleri nedir?” Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm 2-3 tane alamet söylüyor. Ve alametleri işte budur, diyor. Ondan sonra o yabancı birden kayboluveriyor. Hz. Ömer diyor ki, gözden kayboluverdi. Bir süre sonra Resûlullah Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm benim hayretimi görmüş olmalı ki, sordu. “Bu gelen kimdi biliyor musunuz?” Biz , “Allahu ve Resûluhu a’lem”, yani “Allah ve Resülü daha iyi bilir”, dedik. Cevabı Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm kendisi veriyor. “Bu Cebrail idi. Size dininizi öğretmek için gelmişti”. Onun için bu rivayete, Cibrîl yani -Cebrail Hadîsi- denilmektedir. İşte bu hadîs İslamî hükümlerin bize tasnifini veriyor. Bu beş sorudan ilk üçü dünyada bizim yapacağımız şeylerle ilgilidir. Son ikisi de Ahiret ile ilgilidir. Bundan ayrıca biz şunu anlıyoruz : İlk üçünü hakkıyla yerine getirenler, Ahirete hazırdırlar ve ölümü hoş geldin, safa geldin diye karşılayabilirler. Artık bu üçünü yerine getirenler dünyadaki işlerini tamamlamıştır, demektir. Ahiretlik bir insan olmuştur yani. Bunların ilk üçü ne öyleyse? İman, İslam ve İhsan. Biz de gerçekten İslami hükümleri buna göre tasnif ederiz. 3 gruba ayrılır, deriz. Birisi İmani hükümler yani inanca dair itikadi hükümler, 2. Amelî hükümler, ne yapacağımıza ya da ne yapmayacağımıza dair hükümler. Mesela meleklere iman etmek ya da Ahirete iman etmek 1. gruptandır. Namaz kılmak, abdest almak 2. gruptandır. Yani 1.sinde neye inanman gerekir, neyi inkâr etmen gerekir. 2.sinde de neyi yapman gerekir, nelerden uzak durman gerekir. Yani inançla birlikte bedenen yapacağımız şeyler, 3.sü ise, iç dünyanın terbiyesi ile ilgilidir ki, ruh terbiyesi, nefis terbiyesi ya da nefis tezkiyesi dediğimiz şeydir.


Tasavvufî Meseleler

16

FATİH KUT: Yani aslında hepsi birbirini tamamlıyor. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet birbirini tamamlıyor. Şimdi bunlardan 1. olmazsa yani iman kısmı olmazsa, o insan müslüman değildir. Ve o şekilde ölüp giderse Kur'ân-ı Kerîmin ifadesiyle ebediyyen cehennemliktir. Artık bu kişinin cehennemden kurtulup cennete girmesi mümkün değildir. Tabiatiyle bunların da kendine göre şartları ve adabı var. İman eden kişi Peygamberimiz’in talim ettirdiği gibi iman edecek. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm’de diyor ki (Bakara : 137),

‫داوا ا‬ ‫ف د‬ ‫ه د‬ ‫د‬ ‫دا ا‬ ‫ق د‬ ‫م بد د‬ ‫متناوا ا ب د د‬ ‫فإ د ا‬ ‫هت د د‬ ‫من ات ت ا‬ ‫م آ آ د‬ ‫ل د‬ ‫نآ د‬ ‫مث ا د‬ “Onlar, sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yola gelmiş olurlar”. FATİH KUT: Bu kesin bir ifade. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Kesin. Daha çok ayet var bu konuda. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm dâhil bütün Peygamberlere inanacak. Kur'ân-ı Kerîm dâhil bütün kitaplara inanacak. Haa o zaman Peygamberimizin getirdiği iman esasları gibi iman edecek demek ki. Bir de bu imana göre bir amel, bir eylem ortaya koyacak. İşte bu ameller, eylemler sistemini biz Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm’dan öğreniyoruz. Ve Peygamberimizin ortaya koyduğu bu davranış biçimine biz toplu olarak “Sünnet” diyoruz. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın sünneti yani yaşantı biçimi. İşte 2. grup, bu hükümleri ifade ediyor. 3. grup İhsan. Bu, nefis tezkiyesi, ruh terbiyesi ile ilgili hükümlerdir ki bu üçü insanı, kamil yapan hükümlerdir. Diyelim ki 1. olur da 2. olmazsa her zaman sönmekle karşı karşıya olan çıplak bir iman demek olur. 1. olur da amel ve


Prof. Dr. Orhan Çeker

17

dolayısıyla ruh terbiyesi olmazsa, bunu şuna benzetmişler : Fanusu olmayan, etrafında cam muhafazası olmayan bir muma, bir lambaya benzer. Nasıl ki herhangi bir rüzgarın bunu söndürmesi çok kolay ise, amelle desteklenmeyen iman da her zaman yok olmakla karşı karşıyadır. Dolayısıyla kişi 1.’ye iman edecek. 2. grubu da yapacak. 2.’yi yaptığı zaman tamam, muttaki bir müslüman’dır denebilir kendisine ama eksiktir. Bir de ruhunu terbiye etmesi gerekir. Bunu biz bütün İslami hükümlerde görürüz. Namazda da görürüz, zekâtta da görürüz, hacda da görürüz, kurbanda vs.de de görürüz. Dolayısıyla tasavvuf ya da ruh terbiyesi Cibrîl Hadîsindeki bu soru ve cevabına dayanmaktadır. Bunlardan 1. grupla ilgili mezhebler ortaya çıkmış. Mesela Maturidilik, Eş’ârilik. Ehl-i Sünnet vs. dediğimiz mezhebler ortaya çıkmış. 2.siyle ilgili olarak da mezhebler ortaya çıkmış. Hanefi, Şafiî vs. Mezheb kelimesi, yol demektir, onu da unutmayalım. Gidilecek olan yol anlamındadır. Üçüncüsü ile ilgili de mezheb ortaya çıkmış. O da yine yol anlamında ama ona mezheb denmemiş de tarik / tarikat denilmiştir ki o da zaten yol demektir.. FATİH KUT: Tarikat kelimesi oradan geliyor demek ki. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet, o da yol demektir. Demek oluyor ki üç grup hükümle ilgili olarak ulemamız müslümanlara aroma / hazır ve doğru bilgiyi en kısa zamanda takdim etmek için ekoller halinde onu işlemişler. İşte her üç grupta da oluşan bu ekollere mezheb yada tarik / tarikat denilmiştir ki mezhebi de biraz îzah etmemiz gerekir. Aslında kimilerinin iddia ettiği gibi mezheb bid’at yani sonradan türedi şeyler değildir. Onu anlatalım inşallah. Mezhebin bid’at yani din dışı hatta din


18

Tasavvufî Meseleler

düşmanlığı gibi bir şey olması mümkün değil. Mezhebler müslüman’a İslam dinini en kısa yoldan hangi suretle nasıl iletebiliriz doğrultusunda gayret göstermişler ve İslam şudur, şudur, şudur diye maddelemişlerdir. Mezheb işte bu hazır bilgiyi takdim etmiştir.

MEZHEB VE TARİKAT BİD’AT DEĞİLDİR. ÇOK HADİS BİLMEK, İCTİHAD ETMEYİ GEREKTİRMEZ FATİH KUT Mezheb konusunda bazı insanlar, bid’attir, olmasa da olur hatta daha da tehlikeli şeyler söylüyorlar. Hatta mezhebe ne gerek var ki. “Kur'ân ve Sünnete uyduktan sonra zaten sen yolunu çizmişsin” deniliyor. Bu noktada neler söylersiniz? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Önce konumuzla kısaca ilgisini hatırlatalım : Konu tasavvufken niye mezhebe geldi. Şunun için ; çünkü Cibril hadîsinde her üçü beraber söylendi. İtikadî mezhebler yani inanca dair mezhebler, amelî mezhebler bir de ruh terbiyesi ile ilgili mezhebler yani tarikat. Her üçü de yol anlamına gelir. Bu hususta tarikatla ilgili söyledikleri ileri geri lafları mezheble ilgili olarak da söylüyorlar. Dolayısıyla birine verilecek cevap aynı zamanda diğeri için de cevap olacaktır. Diyorlar ki ; mezheb Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ve onun oluşturduğu toplum, sahabi toplumunda yoktu. Mezhebler bilmem ne kadar zaman sonra ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla mezheb bid’attır. Yani sonradan türedi şeylerdir. Ve daha ne safsata sözler, iddialar. Bu gibi sözler tabii ki kulağa ve nefse hoş ve yaldızlı geliyor. Ama bu havada söylenmiş olan sözleri, iddiaları yere indirecek, topluma uyarlayacak olursak, acaba doğru tarafı


Prof. Dr. Orhan Çeker

19

var mıdır? Yoksa hiç doğru tarafı kalmayan şeyler midir? Öncelikle bu sorunun cevabını net olarak ortaya koyabilmek için sahabe toplumuna bakmamız gerekiyor. Şimdi bu iddiaya göre yani mezhep bid’attır, sonradan türemiş şeydir, iddiasına göre ne kadar sahabe varsa hepsinin müctehid olması, hiç birinin diğerini taklid etmemesi gerekir. Yani bu iddia şu demektir : ‘Bütün sahabe kendileri doğrudan Kitap ve Sünnet’ten hüküm çıkarıyorlardı ve öylece uyguluyorlardı. Yani sahabenin tümü müctehid idi, aralarında hiç mukallid yoktu’. Peki bu iddiayı sahabe toplumuna uygulayalım bakalım sonuç böyle mi çıkacak. Şöyle bir soru sorarak konuya girelim : Sahabe alimleri yani kendilerine fetva sorulan, ictihadda bulunan sahabe alimleri acaba kaç kişi idi ? Konuya buradan girelim. Fakih yani fıkıh’ta üstad olan sahabiler dendiği zaman ilk önce akla 7 (yedi) kişi gelir. Bu yedi kişi Hz. Ömer, Hz. Ali üç tane de Abdullah’ımız var : Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes’ud. Bir de genç bir sahabi vardı, Zeyd b. Sabit. Annelerimizden de Hz. Aişe vardı. Yani fıkhî konularda ictihad eden sahabiler, fakih sahabiler dediğimiz zaman bu yedisi akla gelir. Bir de bunlar kadar olmasa da orta seviyede ictihad edenler var. Onlar da yirmi - otuz civarındadır. Bunlardan başka ömründe sadece tek ictihadda bulunmuş olanlar ya da iki ictihadı bize gelmiş olan sahabiler de var. Bunların hepsini topladığımız zaman 162 kişi ediyor. Bu 162 kişinin yirmi tanesi kadındır. Geri kalan 142’si erkeklerden oluşur. Şimdi ikinci soruyu soralım : Sahabe toplumunun nüfusu acaba kaç bin idi. Nüfusu ne kadardı ? Yuvarlak bir rakam söyleyelim : 162 bin olduğunu düşünelim ki sadece Veda haccına ve hutbesine katılanların 120 bin olduğu söyleniyor. Bir de hacca gidemeyenler var. 150 ile 200 bin arasında olduğunu tahmin ediyoruz biz. 162


20

Tasavvufî Meseleler

bin olarak alalım. 162 tane müctehid sahabe olduğuna göre - o da tek ictihadı olanı bile sayarsak- o zaman sahabe içerisinde müctehid oranı binde bir idi, diyebiliriz. Yani bin sahabiden bir tanesi ancak müctehid idi. Geri kalan dokuz yüz doksan dokuzu mukallid idi ki onlar bu müctehid sahabilerden birine meselesini soruyor ve amel ediyordu. Dikkat edin biz tek ictihadı olanı bile saydık. Normalde belki müctehid sahabe sayısı 30 veya 40 civarında kalır. Öyle görüldükleri yerde acaba burada dinimizin hükmü nedir diye kendisine soru sorulan otuz, bilemediniz kırk civarında sahabi ancak vardır. Ama biz onların hesabına gelir belki diye hesabı geniş tuttuk, yüz altmış iki dedik. Yüz altmış iki bin nüfuslu sahabe toplumunda yüz altmış iki tane müctehid var. Yani müctehid sahabilerin, mukallid sahabilere oranı binde bir olmuş oluyor. Dikkat ediniz, bu sahabilerin tümü Arapçayı biliyor. Kur'ân-ı Kerîm inerken vahye, şahid olmuş. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın hayatını görmüş. Onunla beraber oturmuş, konuşmuş, O’nu, onlar bizzat gözleri ile görmüş. Bu ümmetin en faziletlileridir. Buna rağmen sahabe toplumunda müctehid oranı binde bir olmuştur. Hatta biz hesabı biraz daha gerçeğe uygun şekliyle söylesek belki de bu oran beş binde ya da on binde bir olur. Sahabe toplumunda bir müctehide karşılık 999 mukallid bulunduğuna göre mezheb bid’at olamaz. 999 kişi gidip o kişilerden birine meselesini soruyor ve daha da inceleme ve araştırma yapmadan onunla amel ediyordu. Biz ne yapıyoruz ? Mesela İmam Azam’a soruyoruz. Ya da İmam Şafii’ye soruyoruz. Bizim yaptığımızın sahabenin yaptığından ne farkı var ki, bizimki bid’at oluyor. Demek ki mezhebe bid’at diyen kişi, en azından kitapları, sahabe hayatını gözden geçirir de söyleyeceği sözü biraz mantıklı


Prof. Dr. Orhan Çeker

21

söylemeli. İşte görüyorsunuz ‘mezheb bid’attır’ iddiasının sahabe toplumuna oturan hiçbir tarafı yok. Sahabe müctehidlerinden mesala Abdullah b. Mes’ud hac’dan dönerken çölde oturanlardan birisi ona bir soru sormuştur, nikahla ilgili. O da filan kişiyle nikâhlanman caizdir, cevabını vermiş. Kendi ictihadı ile tabii ki. Medine’ye geldikten sonra biraz araştırmış, meğer söylediği fetva yanlışmış. Bunun üzerine geri o çöle dönmüş. Bilmem kaç gün yol gitmiş. O adamı bulmuş ve “ben o konuda yanlış cevap vermişim, senin bu kadından ayrılman gerekir” demiş ve onları ayırarak tekrar Medine’ye dönmüştür. Şimdi o çölde soru soran kişiye, Abdullah b. Mes’ud, “Kur'ân-ı Kerîm var, Peygamberimizin Sünneti var, ona bak, kendin ictihad et ve kendi ictihadınla amel et”, dememiştir. Sahabenin cevaplarında böyle bir ifadeye rastlamazsınız. Bu iddia sahiplerinin söylediği sözü sahabe, soru sorana demiyordu. Yani sahabenin büyük çoğunluğu az sayıdaki sahabe alimini taklid ediyordu. Şimdi güya bizimkiler “elimde Kur'ân var, bir de Sünnet var, yeter” diyorlar. Abdullah b. Mes’ud öyle demedi ama. Yani bunların dediğini sahabe dememiştir. Sahabenin yaşantısı bunların dediği gibi değildi. Peki bunların dediği ne olabilir? Acaba kim destekliyor bunları ? Mezheb imamlarına küfrediyorlar, onları zındıklıkla suçluyorlar, bid’atçı şu bu vs. Bu fikirlere kim sevk ediyor bunları ? Olsa olsa şeytanlar sevk ediyordur. Başka da ihtimal yok görünüyor. Biraz ayaklarını yere bassalar ve sahabe toplumundaki olayı bizzat gözleriyle inceleseler böyle konuşmayacaklardır. Demek ki “Mezheb bid’attır” cümlesi tamamen palavradır. Mezhebin bid’atle hiç ilgisi yoktur. Sahabe toplumunda bile çok az kişi müctehiddi. Sahabenin geri kalanı mukallid idi. Bir de şunu söylüyorlar. “Ben çok hadîs


22

Tasavvufî Meseleler

okurum. Ciltler dolusu hadîs kitaplarım var. Peygamberimiz ne dediyse öyle amel ederim. Mezheb vs. hikâye “diyorlar. Halbuki bu ifadelerin, sahabe nazarında hiçbir değeri yoktur ve tümden palavra ifadelerdir. Çok hadis bilmek, ictihad edebilmek anlamına geliyormuş gibi anlıyorlar ki bu da çok yanlış bir düşünce.

FATİH KUT: Yani çok hadis bilmek o kişi için ictihad edebilme kudreti anlamına gelmez diyorsunuz ? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet öyle tabii. Bu iddialarını da sahabe toplumuna uyarlayalım bakalım ne çıkacak. Az önce fıkıhçı yani ictihad eden sahabiler 162 kişidir dedik. Peki hadîsçi sahabiler ne kadardı ? Yani Peygamberimizden bize hadîs nakleden sahabiler kaç kişiydi ? Sadece Baki b. Mahled, el-Müsnedu’l-Kebir (elMusannef)inde 1300 (bin üç yüz) den fazla sahabe ravisinin adını söyler. Hadîs nakleden bin üçyüz kişi rakamı nerdeee, 162 kişi nerdeee. Bu sayıları yuvarlak olarak birbirine oranlayacak olursak, aşağı yukarı sahabe toplumunda on tane hadîsçi varsa buna karşılık bir tane fıkıhçı vardır. Bu ne demek? Bu, fıkıhçı, sahabe toplumunda hadiscilere göre % 10 oranındadır demektir. 1 fıkıhçıya karşılık 10 hadisci düşüyor. Öyleyse çok hadîs bilen çok ictihad eder, diye bir kaide yok. Bizimkiler de böylece, ‘çok hadis biliyorum, kendim ictihad ederim’, deme hakkına sahip olmazlar. Aksi iddia sahabe toplumundaki olguya ters düşer. FATİH KUT: Buradan o çıkıyor matematiksel olarak. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet o çıkıyor. Bunu 3 örnekle daha destekleyeyim. Hadîste bir numara sahabi kimdir, diye sorsak.. Cevabı belli, her yerde yazar, herkes


Prof. Dr. Orhan Çeker

23

de bilir. Bu isim, Ebu Hureyre’dir. Ebu Hureyre bize Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’dan 5374 hadîs nakletmiştir. Hemen hemen Kur'ân kadar bize hadîs nakletmiştir. Peki, en çok hadîs nakleden bu sahabinin, fıkıhta başka bir deyişle ictihadda bir numara olması gerekmez mi? Öyle ya hadiste 1 numara olan kişi, fıkıhta da 1 numara olmalı değil miydi o iddiaya göre! FATİH KUT: Yani bu kadar hadîs bildiğine göre öyle olması gerekir. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Ama öyle olmamış, Ebu Hüreyre ‘çok hadis biliyorum, öyleyse çok ictihad ederim’ dememiştir. Fıkıhtaki 1 numaralar arasında yok Ebu Hureyre. Bir örnek daha vereyim : Mesela Hz. Ömer’in, hadîste adı geçmez. Kendisinden rivayet edilen hadîs 130140 civarındadır. Ama fıkıh’ta bir numaradır. Demek ki hadis bilmek başka, ictihad etmek başka bir şeydir. İkisi birbiriyle doğru orantı teşkil etmez. FATİH KUT: olmuyor.

Demek ki çok hadîs bilmekle bu iş

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Örneklerle net olarak ortaya çıkıyor ki durum bu. Dolayısıyla birisi “Ben çok hadîs-i şerîf okuyorum, öyle ise hiç bir fıkıhçıya ihtiyaç duymadan ictihad edip amel edebilirim”, diyemez, demesi yanlıştır. Bu yanlış iddianın sahabe toplumunda yeri yoktur gördüğünüz gibi. En canlı bir örnek daha vereceğim. Resûlullah Aleyhi's Salâtü ve's Selâm Veda’ konuşmasını, hutbesini irad ederken son cümleyi şöyle bitiriyor :

‫فليبلغ الشاهد الغائب‬


24

Tasavvufî Meseleler

“Burada olanlar, burada olmayanlara bunu bildirsin”. Dolayısı ile veda’ haccına gelmeyen sahabiler de var demiştik ya, geridekileri de hesap edersek 150 - 200 bin arası sahabi nüfusu tahmin ediyoruz. Yani benim bu sözlerimi aynen hatırda tutun, kendiniz yorumsuz olarak nakledin. Devamında buyuruyor ki

‫لعل الغائب ااوعى من سامع‬ “Olabilir ki uzakta olan burada dinleyenden daha iyi anlamış olabilir”. Demek ki hadîs’i duyan, hatta nakleden kişi naklettiği kişiden daha iyi anlamamış olabilir. FATİH KUT: Evet, buradan bu sonuç da çıkıyor. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Buradan bu da çıkıyor. Netice şu ; Sahabe toplumunda hemen hemen on hadîsçi sahabeye karşılık bir fıkıhçı sahabe vardı. Fıkıhçı sahabe en geniş şekliyle söyleyecek olursak hadisci sahabeye göre onda bir oranında idi. 999’u mukallid idi. 1000’de 999’u ise taklid ediyordu. Dolayısı ile o 999’un taklid ettiği bir mezhebi vardı. Mesela Abdullah b. Mes’ûd’a güveniyor, sahabeden gidip ona soruyordur. Ya da Hz. Ali’ye güveniyordur, gidip ona soruyordur. Ya da Hz. Aişe’ye kadınlar ve daha çok yakın akrabaları gidip ona soruyorlardı. Ya da diyelim ki Zeyd b. Sabit. Gidip ona soruyorlardı. Genelde Irak merkezli mezheplerin -Hanefilik gibi- kaynağında sahabeden Abdullah b. Mes’ûd, Hz. Ali ve Hz. Ömer vardır. Ama Medine kaynaklı mezheplerde -Malikîlik, Şafiîlik gibi- bunların dip notlarında, kaynaklarında Zeyd b. Sabit vardır, Abdullah b. Abbas vardır, Abdullah b. Ömer vardır. Yani o civarda yaşayan sahabiler vardır. Herkes kendi yakınındaki sahabiye gidip


Prof. Dr. Orhan Çeker

25

meselesini soruyordu. Ya da sahabi gidip yine bir başka sahabiye soruyordu. Dolayısıyla çok hadîs bilmek çok ictihad etmeyi gerektirmiyor. Zamanımızda kimi heyecanlı insanlar, özellikle gençler olur. ‘Ben binlerce hadîs okudum, öyleyse kendim amel ederim’ diyor. Bu sözler heyecandan öte bir şey ifade etmez. Vakıa bu iddiayı tekzib etmektedir. Kısacası mezheb bid’at değil, sahabe toplumunda da bu olay var idi. Mukallid ve müctehid de, ictihad ve taklid de var idi. Sahabe toplumunu bizzat esas alırsak her hadîs bilen kişi, ictihad ediyor değildi. İctihad ayrı bir şeydir. Yani mezheb bid’at olmadığı gibi, sünnete uygun yaşantı biçimi demek olan tasavvufi yaşantı, veya zühd hayatı da sahabe toplumunda var idi. Ama nasıl ki aslı sahabe toplumunda var olduğu halde Hanefi ismi sonradan çıktı ise, tarikat da yaşantı olarak var idi, sadece ismi sonradan çıktı. Varlık olarak mevcuttu, bid’at / türedi değildi. İsmi sonradan çıkmış olabilir. Hiç önemli değildir. Mesela Kur'ân-ı Kerîm okuma ilmi demek olan tecvid ismi olmadığı gibi tecvid ismi ile bir ilim de yoktu ama Kur'ân-ı Kerîm’i güzel okuyup öğretme vs. var idi. Tecvid diye bir isim sonradan konulmuştur. Şimdi geçelim tasavvuf dış kaynaklı mıdır meselesine ?

TASAVVUF YABANCI KAYNAKLI DEĞİLDİR Kimileri, ‘tasavvufi eylemlere bakıyoruz, bir de Hindistan’da yogilerin veya Hind rahiplerinin vs. yaşantılarına bakıyoruz; ikisinin birbirine benzediğini görüyoruz. Öyle ise tasavvuf çoğunlukla eski Hind kültürüne dayanıyor, diyorlar. Bir kısmı da eski Yunan’a benzetiyor. Eflatun’un ideler alemine vs. şuna buna benzetmeye çalışıyor. Özellikle Muhyiddin b. Arabi’nin


26

Tasavvufî Meseleler

temsil ettiği Vahdet-i Vücud görüşünün Yunan felsefesinden kaynaklandığını söylemeye çalışıyorlar. Şimdi gelelim acaba bu iddialer ne kadar doğrudur meselesine. İki şey arasında benzerlik varsa, acaba biri diğerinden alınmıştır, denilebilir mi ? Hatta ben bir zamanlar dergide okumuştum. Amerika’nın neresinde birisi elçilik yaparken o zaman Türkiye’deki üstlerine bir mektup göndermiş. “Ben, burada bir kabile yaşantısı gördüm. O kabilenin insanları, dört duvar bir binanın etrafında, senenin belli zamanlarında dolaşıp duruyorlar”, diye yazmış. Sonra da “Haa demek ki bizim hacda yapılan tavaf buradan alınmaymış,”diye iddiasını patlatmış. Yani hac bilmem Güney Amerika’nın hangi kabilesinden, hangi yortusundaki hangi adetten gelmişmişmiş... Bunu iddia edebilmek için biraz tarihi bilgi gerekmez mi ? Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın, Güney Amerika’nın o kabilesini biliyor muydu? Onların kültürünü alacak şekilde okuma yazması var mıydı ? Hicaz’ın dışına ne kadar çıkmıştı…? Adamın birazcık da olsa düşünmesi lazımdır. Biraz mantık, muhakeme ve akıl varsa bir insanda bu soruların cevabını düşünerek iddiasını söylemesi lazım. İnsan bir defa saptı mı, ona Cenâb-ı Hakk ‘ne halin varsa gör’ dedi mi o insana akıl pompalasan da yolunu bulamaz artık. Çünkü bir defa aklı kendisinin şeytanı gibi olmuştur. Onun yaptığı batıl şeyleri şeytan ona süslü göstermeye başlamıştır. Yukarıdaki olayın izahına gelelim : Kurban kesmek benim bildiğim kadarıyla gerek ilahi dinlerde olsun, gerek sonradan uydurulmuş beşeri dinlerde olsun hepsinde var. Diyelim ki Asya’nın taa ücra bir köşesinde Kâfiristan diye bir yere gitseniz, o dediğiniz coğrafyalarda onların da bir takım eylemlerden sonra bir keçiyi kestiğini, kurban ettiğini görebilirsiniz, kanını sağa sola sürüyorlar, kutsal gördükleri için böyle yapıyorlar tabiatıyla. Yani o kafirlerde kurban adetini görürsünüz. Şimdi buna göre birisi


Prof. Dr. Orhan Çeker

27

çıksa ve İslam’daki kurban ibadeti filan yerdeki Kafiristan denilen beldeden alınmıştır, dese doğru olur mu? Bu iddia sahibi insanların esas basiretsizliği şu bilgisizliğe dayanıyor: İnsanlığın ilk dini ne idi ? Hak / İlahi din miydi yoksa uyduruk bir beşeri din miydi ! Dinler tarihi kitaplarında bu söz konusu yapılır. İnsanlığın ilk dini olarak onlar Kur'ân-ı Kerîm’den uzak bir değerlendirme yaptıkları için ampirizm, totemizm… insanlığın ilk dinidir, diyorlar. Halbuki insanlığın ilk dini, ilk insan Hz.Ademi’in getirdiği din idi ki Hz. Adem aynı zamanda ilk peygamberdi. Yani insanlığın ilk dini hak din, ilahi din idi. FATİH KUT: Soradan insanlık putperest olmuş, putları ilah edinmişler yani. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet. Totemizmde totem diye kutsal saydıkları bir hayvan ya da bir şey vardır. O dinin mensupları kendilerinin totemden geldiklerine inanırlar vs. Böylece insanlar din uydurup din oluşturmuştur. Şimdi insanlığın ilk dini Kur'ân’dan ve Sünnet’ten uzak olarak değerlendirilirse bu iddialar söylenir. Ama Kur'ân diyor ki, ilk insan Âdem’dir. Âdem de Peygamberdir. Yani ilk insanın dini hak din idi, İslam idi. Benim bildiğim şey şudur ki ilahi dinlerin hepsinde namaz var. Hepsinde oruç var. Hepsinde zekâta benzer bir harcama var. Hepsinde kurban var. Hepsinde ziyaret, hac, tavaf var. İlahi din, İnsanlar tarafından bozula bozula tahrif edildi. Bu dine kendilerine göre çeşitli unsurlar yerleştirdiler. İlahi din bozuntusu olarak ortaya çıkan bu bozuk beşeri dinler normal olarak ilahi dinlerden de bazı unsurlar ihtiva etti. İşte o kurban uygulaması hak dinden o batıl beşeri dine geçmedir. Yoksa batıl dinlerden ilahi / hak dine geçme değildir.


Tasavvufî Meseleler

28

FATİH KUT: Demek öyle ! PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet öyle tabii ki. Yani kurban o batıl dinlerden hak dine gelmiş değil. Hak dinden oraya kalıntı olarak geçmiş. O batıl dinden olup hak dindekine benzeyen bazı şeyler, batıl dinlerin uydurukları değil, hak dinden o batıl dine geçmiş kalıntılardır. Bunu göremeyen bizim saf insanlar veya güya kimi âlimlerimiz diyor ki “tasavvufi yaşantı hindulardan gelmiştir”. Yahu hinduların geçmişine bir bak bakayım, o noktaya nasıl geldiler. Bir de bakacaklar ki onların bir eylemi, bir ritüeli taa bin sene, üç bin sene önce bir peygamberin ortaya koyduğu ilahi din kaynaklı bir kalıntıdan oluşmuş. Dolayısıyla batıl dinlerden hak dinlerdekine benzer bir takım eylemleri, hak din onlardan aldı değil, onlar hak dinden bunları aldılar, anlamına gelir. Bunun doğrusu budur. FATİH KUT: Ve o kadar çok Peygamber gelmiş ki değil mi ? 124 bin olarak geçiyor ama belki daha da fazla. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet öyle fakat gerçek sayısını bilmiyoruz. Ama Peygamber gönderilmeyen bir kavim, bir kabile yok. Bütün insanlara peygamber gönderilmiştir. Her peygamber tabiidir ki ilahi ibadet biçimini ortaya koymuştur. İnsanlar bu ibadetlerin, emir ve yasakların içerisinde, nefislerine zor gelenlerini, terk ettiler, unuttular, kimini değiştirdiler, yozlaştırdılar. Hoşlarına giden bir iki eylem de onların arasında yaşamaya ve kalıntı olarak kalmaya devam etti. Eğer O peygamber onlara ziyareti, tavafı… öğretti ise, o insanlar, peygamberin bu doğru ibadet biçimi yerine uyduruk olarak mesela Ka’be yerine, bir ev kutsamışlar, ‘haydi bu evin etrafında dönelim, tavaf edelim…’ falan demişlerdir.


Prof. Dr. Orhan Çeker

29

Dolayısıyla İslam’daki tavaf oradan değil, o uyduruk dönme, hak dinden yani Ka’be tavafından oraya geçmiştir. Bunu böyle görmek gerekir. Bir de şunu ekleyelim : Dinlerin genel özelliklerine baktığımız zaman, ben şahsen iki grupta görüyorum dinleri. Kur'ân-ı Kerîm mesela Fatiha Sûresini okuyoruz. Fatiha Sûresinde

‫غير المغضاوب عليهم اول الضالين‬ “Ya Rabbi bizi, kendilerine gazab edilenlerin ve sapıkların yoluna iletme”, diye dua ediyoruz. Peki kendisine gazab edilenler kimler? Sapıklar kimler? Hadîs-i Şerîflere baktığımız zaman kendilerine gazab edilenler; yahudiler olarak, sapıklar da hristiyanlar olarak îzâh edilmiştir. Tabii ki bunlar içerisinde hakkı görüp hak dine gelenler kesinlikle müstesnadır. Bir de yahudilerin hepsi gazab edilmiş değildir. Kur'ân-ı Kerîm’de onların hangi çeşit yahudiler olduğu söyleniyor. İftira edenler, eziyet edenler ... Peki bu iki dinin dışındaki dinler için niye “bizi o dinlerden etme” diye duamızda onları da dile getirmiyoruz ? Yani dünya üzerinde kala kala bu iki din mi kaldı ki biz Fatiha Sûresinde “Ya Rabbi bizi bu iki din mensuplarından etme” diye dua ediyoruz. Bu konuyu incelediğimiz zaman şunu görüyoruz : Dünya üzerindeki bütün dinler ya yahudilik ya da hristiyanlık özelliğindedir. FATİH KUT: İki ana özellik var yani. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet İki ana özellik var. Yahudilikte rijit hükümler var. Yani zühd hayatıyla ya da mistik hayatla, tasavvufi hayatla ilgili olmayan, zahiri hükümler çoğunluktadır. Hristiyanlıkta ise eyleme yönelik hükümlerden ziyade iç dünya ile ilgili yani mistik özellikler


30

Tasavvufî Meseleler

ağırlıktadır. Demek istiyorum ki yeryüzünde bütün dinler ya hristiyanlık ya da yahudilik özelliği taşır. Yani ya mistik tarafa ağırlık vermişler yada ahkam yığını görüntüsü vermişlerdir. Dolayısıyla Fatiha suresinde hristiyanlık ve yahudilik kasdedilmiş ama aslında bu özellikteki bütün dinleri kasdetmek anlamına geliyor. FATİH KUT: İkisi de aşırıdır değil mi? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: İkisi de aşırıdır. Dünyaya baktığımız zaman genelde doğu dinleri mistik özelliktedir. Hind dinlerine bakınız mesela. Baştan sona mistik vaziyette görürsünüz. Onu, yani iç dünyamız ile ilgili, ruhu yüceltmeyi, ruhu temizlemeyi, iç dünyayı süslemeyi hedef edinen bir yapıda görürsünüz. Ama batı dinleri öyle değil. Batı dinlerinde ise özellikle materyalizmin etkisinde kalmış çevrelerde rijit bir hayat görürsünüz. Yani bu dinler kaideseldir. Şunu yaparsın, şunu yapamazsın, biçimindedir. Avrupa’nın yaşantısına bakarsanız onu kaideler yığını olarak görürsünüz.. Bizim işçiler bile geldikleri zaman burada “oh” diyorlar. Orada kaideden bıkmışlar. Doğuya doğru gittiğin zaman orada da kaide azlığı ile karşalaşırsın. Buna karşılık iç bünyemiz ile ilgili şeyleri daha yoğun görürsün. O zaman, doğu dinleri ruh terbiyesi ile ilgili, nefis terbiyesi, tezkiyesi ile ilgili olarak yoğunlaştıkları için onların dinleri bu özellikte gelişmiştir. Dolayısıyla tasavvuf da iç dünya ile uğraştığı için, doğu dinlerinden alıntıdır denmesi biraz da oradan kaynaklanır. Aradaki benzerliklere bakarak İslami tasavvuf onlardan alıntıdır, demek çok yanlıştır. Daha önce anlattığım bu konuyu çok canlı bir örnekle tekrar izah edeyim : Mesela Haccı örnek verelim. Müşrikler haccı Hz. İbrahim’den beri gördükleri adet üzere yaparlar.


Prof. Dr. Orhan Çeker

31

Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm hac etti, müşrikler de hac ediyorlardı. Hac organize işlerini müşrikler yapıyorlardı. Onlar her sene hac ediyorlardı, umre yapıyorlardı. Peki Peygamberimiz haccı müşriklerden mi almış oldu ? Nasıl ki Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem haccı müşriklerden öğrenip aldı demek ne kadar yanlış ve mantıksız ise tasavvuf hindulardan alındı demek o derece mantıksız ve yanlıştır. Hz. İbrahim’in yaptığı haccı müşrikler nisbeten bozmuşlardı. Peygamberimiz Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm, Hz. İbrahim’in yaptığı şekli ile yeniden ortaya koyarak ve müşriklerin bozmayıp muhafaza ettikleri kısımlarını da alarak doğru haccı ortaya koymuş ve uygulamıştı. Mesela müşrikler, ihramı bozmamışlardı. Tavaf yapıyorlardı. Umre devam ediyordu onlarda, mîkat yerlerinden ihrama giriyorlardı. Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem orijinal olarak duran o menasiki alarak müşriklerin terk ettiklerini ve bozduklarını düzeltip ekleyerek, net biçimde ilahi haccı ortaya koymuştur. İşte İslami tasavvuf aynen hacdaki gibi değişik toplumlarda bozukluğa uğramış tasavvufi yaşantıyı ıslah ederek, meşru / eski şekline çevirerek, net olarak ortaya koyan bir harekettir. Başka yerlerden alıntı değil, o başka yerler hak dinden alıntı yapmıştır. Bunu net olarak söylüyoruz. Sanıyorum bu noktada bir istifham kalmamıştır.

TASAVVUF VE MEZHEBE DÜŞMANLIĞIN ARKA PLANI : İSLAM’I TAHRİF ETMEK !!! FATİH KUT : Peki bazı insanlar neden mezheb ve tasavvufa düşmanlar, bunun sebepleri nelerdir? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Tasavvuf / tarikata düşmanlık ile mezheblere düşmanlığın sebebi aslında


32

Tasavvufî Meseleler

aynıdır. Yani şöyle : Bir adam eğer tarikata düşmansa, şöyle veya böyle mezhebe de yan bakar. Ya da mezhebe düşmansa, yanı sıra mutlaka tarikata da düşmandır. Bunu göz önünde bulundurarak; bu düşmanlık nasıl oluştu, arka planda neler var, konusuna girelim. Yanısıra şuna da cevap arayalım : Bu işin içinde hainler var mı ki bizimkiler gafilce onlara uyuyorlar ? Bunun arka planını da anlatmamız lazımdır. Kur'ân-ı Kerîm’den önce ilahi kitaplara bakıyoruz. Tevrat, Zebur, İncil ve nihayet Kur'ân-ı Kerîm. Tevrat’tan önce de sahifeler vardı. 100 suhuf diyoruz. Çeşitli Peygamberlere sahifeler verilmiş. Kur'ân-ı Kerîm dışındaki diğer kitap ve sahifelere bakacak olursak, sahifeler yok ortada. Tevrat, Kur'ân-ı Kerîm’deki ifadesi ile tahrîf edilmiş. Zebur yine o şekilde tahrîf edilmiş. Hele İncil, sanki ilahi bir kitap değil de o İlahi Kitap çerçevesinde oluşmuş kültürlerin antolojisi gibi. Belki de bu üçü içerisinde en fazla kendisini muhafaza eden Tevrat olmuştur. Öyle bir kanaatim var. Bunun da sebebi sanıyorum Tevrat’ın diğerlerine göre daha çok amelî hüküm ihtiva ediyor olmasıdır. Bu amelî hükümler örfü oluşturmuş, örfler de kolay kolay terk edilmediği için daha uzun zaman kendini muhafaza edebilmiştir. Böyle olunca da Tevrat’ın safiyeti Zebur ya da İncil’e göre biraz daha fazla olmuştur. Neticede üçü de tahrîfe uğramıştır. Bu tahrif işini kim yaptı ? İnsanoğlu yaptı. Peki bu üç kitabı ve sahifeleri tahrîf eden, yozlaştıran, karma karışık hale getiren insanoğlu Kur'ân-ı Kerîm’i de bu hale getirmek istemedi mi? Böyle bir niyeti olamaz mı ? Böyle bir gayreti olamaz mı ? FATİH KUT: Böyle bir girişimde bulunmadı mı?


Prof. Dr. Orhan Çeker

33

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: İnsanoğlu, bu şeytan insanoğlu Kur'ân-ı Kerîm’i de bozmak için elinden gelen gayreti gösterdi. Hatta Peygamberimiz’e gelmeden önce bile cin şeytanlar faaliyete başlamıştı. ‘Biz acaba vahyi çalabilir miyiz’ diye elden gelen tüm gayreti sarfetti. Hemen arkalarından onlar ateşle kovalandılar görevli melekler tarafından. Kulak hırsızlığı yapan bu şeytanların kor ateşle kovalandıkları, kovuldukları Kur'ân-ı Kerîm’de birkaç yerde geçmektedir. Tebareke (Mülk) ve Saffat sûrelerinin hemen ilk sayfalarına, ilk ayetlerine bakılabilir. Şeytanın biri kulak kabartsa, hemen görevli melek kor ateş göndermesiyle şeytanı oradan uzaklaştırırdı veya öldürürdü. Böyle bir gayret var. Peygamberimiz Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm’a vahiy gelirken yine meleklerin gözetiminde ve herhangi bir mâ-sivâ sözü karışmasın, ilahi söze yabancı sözü karışmasın diye, meleklerin zaptı ve zabıtlığı altında gelmiştir (Cin suresi : 26-28). Resûlullah Aleyhi's-Salâtü ve's-Selâm da o zabıtla bu vahyi almıştır. Alır almaz da hemen katipleri çağırmış ve “Bana şu ayetler vahyedildi. Bu ayeti filan sûrenin falan yerine yazın”, diye talimat vermişti. Yani Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem vahyi hemen kayda geçirtirdi. Sadece bununla da kalmamıştır. Kur'ân-ı Kerîm bir yandan da ezberlenmiştir. Yani Kur'ân-ı Kerîm hem kağıda yazılmış, kayda geçirilmiş hem de ezberlenmiştir. Burada bizim eğitimcilere biraz çatacağım. Diyorlar ki ezberci eğitim olmaz. Bu çok yanlış bir fikirdir. Bizim kültürümüz ezberle gelmiştir, muhakemeyle yaşatılmıştır. Burası çok önemli, bizim kültürde hem ezber hem muhakeme var. Batı kültüründe materyal kaynak bilgi olmayınca, ezbere gerek yok. Bu bakımdan onlarda sadece muhakeme olduğu için ezber ve ezberciliğe karşı çıkarlar.


34

Tasavvufî Meseleler

Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ile ilgili olarak söylemiştim. Veda’ hutbesinde son cümle olarak “Burada olanlar olmayanlara bildirsin. Olabilir ki burada olmayanlar, olanlardan daha iyi anlamış olabilir”, buyurmuşlardı. Burada olan kişi, hadîs’i aynen ezberleyecek, anlamasa bile olduğu gibi nakledecek, kendisine nakledilen kişi daha iyi anlayacaktır. Sen emaneti anlamasan bile naklet. Mesela Kur'ân-ı Kerîm’in tümü ezberle gelmiştir. Bize hadîslerin hemen hemen tümü ezberle gelmiştir. Bize dinimizin bütün materyalleri ezberle gelmiştir. Ben şuna çok hayret ediyorum : Tecvidde “revm” denilen gizli ses anlamında bir kelime var. Müzikteki tını diyebileceğimiz bir kelime. Ayrıca “işmâm” diye bir kelime var ki harekeyi işaret eden dudak hareketi demektir. 1400 sene bu ümmet o ince şeyleri dahi ezberleyip nakletmiştir. O emanet sahibi insanlar ; “bu küçük şeyleri nakletmesek ne olur, bunun mantığı nedir”, dememişler, “madem ki Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem öyle yaptı hikmetini anlamasak bile nakledelim demişler” ve olduğu gibi nakletmişlerdir. Dinimiz ezberle gelmiş, muhakeme ile yaşamıştır. Peygamberimiz Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm diyor ki, “yedi yaşında iken çocuğunuza namaz kıldırınız”... Yani yedi yaşındaki çocuğa en azından sübhanekeyi, fatihayı, kısa sureleri, namaz dualarını öğreteceğiz. Çocuk bunları ezberleyecek ki namaz kılsın. Birisi ‘anlamadığı şeyi niye ezberletiyorsun çocuğa’, dese yanlış olur. Yani çocuk manasını anlamasa bile ezberleyecek. Kur'ân-ı Kerîm ezberle bir yandan da yazılarak geldiği için, en ince bir tınısı dahi bozulmadan geldiği için, şeytanlar Kur'ân-ı Kerîm’i lafzan tahrîf etmekten ümidini kesmişlerdir. Yani Kur'ân-ı Kerîm’in tek bir sözünü değiştiririz diye bir ümitleri yok ama şeytanların bir ümidi var. O da Kur'ân-ı Kerîm’in lafzı, sözü, kelimesi, cümlesi,


Prof. Dr. Orhan Çeker

35

aynen duracak fakat ona yükleyeceğimiz mana farklı olacaktır, diye ümitlidirler. Mesela diyelim ki “kalem”, ‘bu bildiğiniz kalem değildir’ diyecekler ve hiç ilgisi olmayan İslam’a ters bir mana verecekler. İşte bu manevi tahrîf yani Kur'ân-ı Kerîm’i ma’nen yozlaştırma noktasında şeytanlar ümitlidirler. Bu konuda bayağı da mesafe alıyorlar. Mesela adam, ‘bu söylediğiniz Kur'ân-ı Kerîm’de var mı’ diye soruyor. ‘Hadîs’lerde var mı’, diye sormuyor. Hadis sanki yok devrede. “Kur'ân-ı Kerîm’de yoksa ben kabul etmem” diye sapıkça diretiyorlar. ‘İslam varsa, Kur'ân-ı Kerîm’dekidir. ‘Kur'ân’daki İslam…’ deyip duruyorlar. Kur'ân-ı Kerîm’i ma’nen tahrîften koruyan şey Sünnettir. Onun için o şeytanlar sünnete karşıdırlar. Yani herhangi bir ayet üzerinde birileri düşünüyor, şeytanca bir mana vermeye kalkıyor. Ama bu ayete bu manayı veremezsin anlamında karşısına beş on… tane hadîs dikiliyor. O hadisler ‘Bu mana İslam’a terstir’, diyor. Kısacası, manevi tahrîfi engelleyen şey, Peygamberimizin Sünnetidir. Onun içindir ki Sünnete karşı çıkış, ‘hadîslere uydurma karışmıştır’ filan…gibi iddia ve söylemler, Kur’an’ı manen tahrife uğratmak amaçlıdır. Hadîsler bir tarafa, Kur'ân deyip duranlar asıl olarak Kur'ân-ı Kerîm’i tahrîf etmek için Sünnete karşı çıkıyorlar. Çünkü hevalarına göre bir ayete mana vermeye kalksalar sünnet karşılarına dikiliyor ve o manayı vermelerine engel oluyor. Ona o şeytan bu sefer Sünneti aşma fikrini aşılamaya / vahyetmeye çalışıyor. O da Sünneti inkar yoluna gidiyor. Bu sebeptendir ki Sünnet devrede olduğu sürece Kur'ân-ı Kerîm ma’nen yozlaştırılamayacaktır. Sünnet düşmanlığının temelinde, arka planında, aslında masum bilimsel bir mesele değil, bir ideoloji yatmaktadır. O ideoloji de İslam’ı ma’nen tahrîf etmektir.. Yani adı İslam


36

Tasavvufî Meseleler

olan, ama kendisi İslam olmayan bir din üretme projesidir. Sünnet bu ideolojinin yer bulmasına engel olduğu için, o kişiler Sünnete düşman kesiliyorlar. Bu şeytanlar bir yandan da İslam dinini müslümanların zihninde basitleştirmeye, küçük düşürmeye, darma dağınık bir dinmiş gibi göstermeye çalışıyorlar. Bunu gerçekleştirmek için de dillerine doladıkları konulardan bir tanesi İslam alimleridir. O alimleri mümkün olduğunca kötü ve sanki İslam’ı yanlış anlatmışlar gibi göstermek için yırtınıp çatlayıp duruyorlar. Halbuki dinimizi emaneten o alimler getirdiler. Emanete son derece titizlikle riayet ettiler. Biz onlara minnettarız. Bir müzikal tınıyı (revm) bile kaybetmeden bize nakletmişlerdir. Biz onlara ömür boyu teşekkür etsek üzerimizdeki haklarını ödeyemeyiz. Alimlerimize, hele bir sahabiye, bir tabiiye, bir İmam Azam veya benzer birine ömür boyu teşekkür etsek, haklarını ödeyemeyiz. Bu şahsiyetler zararlılar karşısında kale gibi, dağ gibi durmuşlar, batıl fikirlerin İslam’a işlemesine engel olmuşlardır. İşte o bozuk niyetli düşmanlar, önce alimlere çattılar. Bu arada en kolay çattıkları şey mezhebler ve tarikatlar oldu. Çok mesafe de aldılar. Bu taarruzdan en çok nasibini alan, zararlı çıkan fıkıh mezhepleri, fıkıh ilmi, kelam ilmi ve tasavvuf oldu. İlk dış çerçevede onlar olduğu için bu üçü etkilendi. Ben bekliyordum, acaba Peygamberimizin Sünnetine ne diyecekler diye. Elli çeşit şeytan çıktı ortaya. Kimileri, ‘Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm bir postacıdır, –hâşâ- Allah’tan aldı, bize nakletti, işi bitti. Resûlullah artık bize karışamaz. Biz sadece Kur'ân’ı okuruz, ne anlarsak onu bilir, onu yaparız’ dediler. Yani Sünnet onları ilgilendirmez oldu. İşte bu insanlar küfre girerler, din dışına, İslamın dışına çıkarlar. Kimisi de, “Peygamberimizin Sünneti beni tabii ki bağlar


Prof. Dr. Orhan Çeker

37

ama Peygamberimiz’den gelen hadîs sayısı 17 tane…dir” diyor. Böylece dolaylı olarak onlar da Sünneti dışlamış olmaktadırlar. Böylece çeşit çeşit Sünnet düşmanları ortaya çıkıp duruyor. Bu şeytanlar Sünnet konusunda da belli bir mesafe aldıktan sonra ben hayretle takip ettim, acaba Kur'ân-ı Kerîm hakkında ne diyecekler diye. Bu sefer bula bula tam şeytanın icad edeceği iki kelime, iki söylem buldular. Birisi “tarihsellik”, öbürü “mahallîlik”, yani yerellik. Onlara göre ; İman ilkeleri dışında eyleme dönük bütün emir ve yasaklar tarihseldir. Yani o hükümler ilk asırda vardı, o asırdan sonraya etkisi yok, dediler. Bu ifadeyi duyar duymaz ilk defa aklıma gelen şey, Rahmetli Mustafa Sabri Efendinin

‫هاو اقصر طريق الى الكفر‬ ifadesi geldi. Manası : “Küfre giden en kestirme yol” (Mevkifu’l-Akl, 4 / 281, Mısır,1950). Bu söylemle birlikte mahallîlik, yerellik söylemi de şeytan uydurması başka bir söylem. Yani ‘Kur'ân-ı Kerîm indiği coğrafyayı ilgilendirir, Hicaz, Mekke, Medine, Cidde’yi…ilgilendirir. Kur’an, bu coğrafyanın dışına taşmaz’. Haşa. İşte Kur'ân-ı Kerîm’i manen tahrîfin iki tane şeytanlık örneği. İşte bu şeytanlıktan, bu düşmanlıktan tasavvuf en başta nasibini aldı. İsmi İslam olan ama kendisi İslam olmayan bir din üretmek isteyenler, tabii ki mezhebe de düşman olacaktır, tasavvufa da düşman olacaktır. Alimlerimize zaten düşman olacaktır. Sünnete de düşman olacaktır. Son olarak Kur'ân-ı Kerîm’e de tarihsel deyip dolaylı olarak düşman olacaktır. Görüldüğü gibi düşmanlığın sebebi, aslında dini tahrîftir. FATİH KUT: Biz anlattıklarınızdan şunu çıkaralım : Bu, kademeli bir yaklaşım yani, değil mi?


Tasavvufî Meseleler

38

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet, evet. Bunlara herhalde cin şeytanları akıl verdi ki bunu akledebiliyorlar. Yoksa insan bunu akledemez, diye düşünüyorum. Hemen buracıkta bir kitap tavsiye edeceğim. Türkçeye de tercüme edildi. ‘İngiliz (Britanya) Ajanı Hempher’in Hatıratı’. Küçük bir kitap. Bunun okunmasını çok arzu ederim. FATİH KUT: Neler var içinde Hocam genel manada? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Bunu uzun uzun anlatamayacağım. Şu kadarını söyleyeyim: Uzun yıllar İslam ülkelerinde ajanlık yapmış olan misyoner Hempher’in hatıratı. Misyonerliği İslam ülkelerinde 1700’lü yıllarda yapmış. Hatıratını yazmış. İngiltere hükümetine 27 maddelik bir rapor vermiş. Müslümanların kafasından kaldırılması gereken fikirlere dairdir bu rapor. Diyor ki, ‘bu fikirler müslümanların kafasından silinmeden biz müslümanların kafasına giremeyiz, dinlerini bozamayız’. FATİH KUT: Çok ilginç gerçekten. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet ilginç. 27 madde. FATİH KUT: Bunu İngiliz ajanı diyor. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Bunu İngiliz ajanı diyor, 1700’lü yıllarda yazmış. Bu arada kulakları çınlasın. İhsan Süreyya SIRMA Hoca da bunu, Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri adlı kitabı içerisinde yayınladı. Bu maddelerden unutamadığım birkaç tanesinden birisi, konumuzla ilgili: Müslümanların kafasından geçmiş alimlere hürmet fikrini yıkmamız lazım maddesi. Selefimize hürmet fikri. Yani diyor ki, bu hürmet fikri müslümanların kafasında olduğu sürece biz müslümanların


Prof. Dr. Orhan Çeker

39

gönlüne, kafasına, fikir yapısına giremiyoruz. Bunu söyleyen on yıl İstanbul’da ajanlık yapan birisi, hatıratını yazan Hempher. Bakmış ki İstanbul’da bunu yapamıyor, çünkü İstanbul’daki hocalar geçmiş alimlere son derece hürmetkar; bırakıp Ortadoğu ülkelerine doğru gidiyor, orada belki bir iş yapabilirim diye. Bu ajan, kendi ifadesine göre, İstanbul’da her ne zaman medresedeki hocasına bir fit atacak olsa, hocası “o hususta İmam A’zam… şöyle şöyle demiş, senin dediğin yanlış” deyip meseleyi bağlarmış. Yani ajan orada hocaların bi türlü kafalarına girip fitne uyandıramamış. İstanbul’da on yıl uğraşmasına rağmen başaramamış fitne işini. Ajan medresede okurken müslüman olduğunu söylermiş, bir yandan da İngiliz sefareti ile ilişkilerini devam ettirirmiş. Adını da İbrahim koymuşlar. Bunları hatıratında anlatıyor ajan. Medresede hocası onu evlendirecek bile olmuş ama o, foyası ortaya çıkmasın diye bu teklifi iktidarsızlığa vurarak kabul etmemiş. Bu adam, geçmiş alimlere hürmeti olan İstanbul çevresinde fitne çıkaramayınca orayı terk etmek zorunda kalmıştır. FATİH KUT: Sayın Hocam içeride de kitabın ismini tekrar izleyicilerimiz istiyorlarmış. PROF. DR. ORHAN ÇEKER, Britanya Ajanı (Casusu) Hempher’in Hatıratı veya İhsan Süreyya SIRMA Hocanın, Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri. O 27 maddelik rapor ilginç gerçekten. Kültür olarak ne kadar yozlaşmış, nereye kadar gitmişiz. Böylece mezheb ve tarikat düşmanlığı İslamın tahrîf edilmesinin ilk harekatı olarak belirlenmiştir. Hani kale yapısında iç kale, bir de dış kale vardır ya işte İslam kalesinin dıştaki surları ; Fıkıh, Kelam ve


40

Tasavvufî Meseleler

Tasavvuftur. İlk önce onlara düşmanlık yapmışlardır. Bizim içteki saflar da onlara ortam hazırlıyor. FATİH KUT: Ne diyelim, Allah ıslah eylesin.

NAFİLE İBADET HAYATININ ÖNEMİ FATİH KUT : Hocam nafile ibadet hayatı hakkında da çok laf ediyorlar. Diyorlar ki mesela ‘biz ilimle uğraşıyoruz, nafileyle cahiller uğraşsın’. Bu konuda ne dersiniz? PROF. DR. ORHAN ÇEKER : Tasavvufî hayat dediğimiz zaman en çok dikkat çeken şeylerden bir tanesi nafile ibadet hayatıdır. Yani insan farzları yerine getirecek, bir de fazladan nafile namaz kılacak, nafile oruç tutacak, nafile sadaka verecek vs. İşte tasavvufi hayat bu yönüyle de dikkat çeker. Farzların da ötesinde, bunun üzerine nafile ibadet eklemek. Bu nafile ibadet hayatına bakarak, özellikle bizim ilmiye kesimi, ‘nafile ibadet cahillerin, işi gücü olmayanların işidir. Varsın onlar uğraşadursunlar. Çünkü onlar ilimle uğraşacak kabiliyette değildirler. Bizim nafile namazlarla uğraşmamıza gerek yoktur’, diyerek şeytani mantıkla bir şeyler söylemeye çalışırlar. Bu insanlara bakınca görüyorum ki bunlar İlmi amaç haline getirmişler, zengin için para neyse bunlar için de ilim o olmuş. Yani para eğer Allah’a hizmet etmiyorsa ve putlaştırılmışsa, putlaştırılmış olan bu para ne ise, putlaştırılmış olan ilim de bizim alimimiz için aynı şeyi ifade ediyor. Çok tehlikeli bir iddia ve savunmadır bu, aynı zamanda şeytanidir, kandırmacadır. Mesela ezan okunur, bizimkisi camiye gitmez. Niye ? Çünkü ona göre ilimle meşgul olmak farzdır ama camiye gitmek sünnettir. İlimle meşgul olmayanlar camiye gitsinler. O, güya farzı tercih


Prof. Dr. Orhan Çeker

41

ediyor. Bu mantık gerçekten aynı ile şeytanî mantıktır. Hani Şeytan’a “Adem’e secde et” denilmişti de o; Ya Rabbi! onu topraktan yarattın, beni ateşten yarattın, ben daha üstünüm, ben ona secde etmem, demişti ya tam ona benziyor bu kıyas. Oradaki mantık neyse, buradaki mantık da aynı. Nafile ibadetler madem cahillerin işi idi de Peygamberimiz niye bu kadar nafile ibadete düşkün idi ? Onu düşünelim. Peygamber olduğu halde, cenneti garantilediği halde, hiç günahı yokken, aslında farzların dışında bir ibadete de muhtaç olmadığı halde ayakları adeta şişinceye kadar, başka bir insanın tahammül edemeyeceği kadar uzun uzun namaz kılardı. Madem nafile ibadet cahillerin işi idi Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem niçin kendisini bu kadar yorsun ve bu işe tevessül etsin. Hatta annelerimizden birisi O’na sordu. “Ya Resûlellah! Senin gelmiş geçmiş bütün günahların affedilmişken niçin kendini bu kadar yoruyorsun?” Cevap çok ilginçtir. “Ben şükreden bir kul olmayayım mı?” İbadet, ruhun gıdası olduğu için insan ibadet eder. Ruh adeta mide gibi. Mide nasıl acıktığı zaman ekmek, yemek vs. ister. Ruh da ibadet ister. İşte o ruhun sesine kulak verilerek ibadet fazla fazla yapılır. Yani ibadet cahillerin işi değildir, bizzat Peygamber işidir, ruhun muhtaç olduğu gıdadır. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın bir gecede yaptığı ibadeti ben ömrümde tek sefer göze alamıyorum. O’nun teheccüd namazı bu kadar uzun, zor ve yorucu idi. Bir gecede yaptığı ibadeti, hatta sadece iki rekatlık bir namazını ben ömrümde göze alamıyorum. Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem tek rekatta beş cüz Kur’an (Bakara, Al-i İmran ve Nisa surelerini birden) okuyordu zamm-ı sûre olarak. Hem de hızlı hızlı değil, ağır ağır okuyor. Acelesi yok, ayet aralarında dualar ediyor, zikirler okuyor, tesbihatta bulunuyor, ondan sonra rükûya varıyor,


42

Tasavvufî Meseleler

kıyamdaki kadar rükûda duruyor, rükûdan doğruluyor, yine kıyamdaki kadar dua, zikir, tesbihat..., secdenin birincisine varıyor. Kıyamdaki kadar secdede duruyor, zikir, dua tesbihat… secdeden doğrulup oturuyor, yine zikir, tesbihat… sonra ikinci secde, dua, zikir, tesbihat… Namazını böyle tamamlıyor. Herkes de dayanamaz buna. Zaten sahabiler bile dayanamamışlardır. Peki nafile cahillerin işi idi de Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm niye bu kadar ibadet etti ? Burada şunu ifade edeyim ki ilim, insanı amele götürmüyorsa, o ilim faydasız ilimdir, mâlâya’nidir. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm faydasız ilimden Allah’a sığınmıştır. Farz olan ilim, faydalı olan ilimdir. Faydasız ilim mâlâya’niden öte bir şey değildir. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm,

‫اللهم انى أعاوذ بك من علم ل ينفع‬ “Ya Rabbi ben faydasız ilimden sana sığınıyorum”, demiştir. İşte bizimkiler aslında faydalı olan ilmi, amel etmeyerek faydasıza çeviriyorlar, o ilmi kendilerine sorumluluk yükleyen bir yük haline getiriyorlar. Yarım yamalık biçimde yaptıkları farzlar dışında ibadetleri yok. Öyle olunca da o ibadet ve amelden uzak ilim, amaç haline geliyor, kanaatimce onlar açısından put halini alıyor. İlim insanları amele götürmelidir. Amele götüren ilim fayda sağlar. Dolayısıyla nafile ibadet hayatına müslüman düşkün olmalıdır. Farzları yerine getirdiği gibi nafile ibadetleri de elinden geldiği kadar programlamalı, hayat programı haline getirmelidir. Resûlullah Aleyhi's Salâtu ve's Selâm Hira’da iken ilk vahyi alır almaz ürperti içerisinde doğruca eve gelmiş ve “beni örtün” demiştir. Ondan sonra Peygamber Aleyhi's- Salâtu ve's Selâm’a (Müzzemmil Sûresi ilk ayetleri), Cenâb-ı Hakk ne diyor bakın :


Prof. Dr. Orhan Çeker

43

‫يا أيها المزمل قييم الليييل إل قليل نصييفه أاو‬ ‫انقييص منييه قليل أاو زد عليييه اورتييل القييرآن‬ ‫ترتيل إنا سنلقي عليك قاول ثقيل‬ “Ey örtüsüne bürünüp yatan Peygamber! Gece pek az vakti hariç kalk namaz kıl. Gecenin yarısında (kıl), gecenin yarısından biraz eksiltmiş (olarak namaz kıl) ya da o yarısına biraz ilave yaparak (namaz kıl). Kur'ân-ı Kerîm’i tane tane, (düşüne düşüne tecvit üzere, güzel güzel) oku”. Dikkat edin, bakın ondan sonra ne diyor Rabbimiz : “Çünkü biz senin üzerine çok ağır bir söz atacağız (vahyedeceğiz)”. Yani ‘ileride Kur'ân-ı Kerîm sana inecek, bu çok ağır bir sözdür, insan normalde bunu taşıyamaz, senin bu ağır sözü taşıyabilmen için ona hazırlanman gerekir’. İşte o hazırlık gece ibadetiyle, nafile ibadetle olur. Yani nafile ibadet, insanı ilahî vâridâta hazırlayan ibadettir. Bundan öte mesafe almak nafilelerle alınıyor demek ki. Biraz sonra ilgili bir hadis-i kudsi rivayeti vereceğim. Ayetlerin birisinde de

‫اواذكر اسم ربك اوتبتل إليه تبتيل‬: “Rabbinin ismini zikret ve ona bütün varlığınla (mâsivâdan, dünyalık şeylerden uzaklaşmış vaziyette, gönlünü gözünü O’na odaklamış vaziyette) O’na yönel”, (Müzzemmil : 8) diye Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Aleyhi'sSalâtu ve's Selâm’a burada emri vardır. Demek ki insan tenhada bir köşeye çekilecek, ibadet edecek ve burada Allah ile başbaşa kalacak. İşte bu hareket insanı gelecek olan ilhâmâta, Peygamberi ise vahye, ağır söze hazırlayan şeyler olacaktır. Dolayısıyla nafile hayat aslında cahillerin, hâşâ, işi değil. Bizzat maneviyatı güçlü olan insanların, başta peygamberlerin ameli ve yolu olmuş oluyor.


44

Tasavvufî Meseleler

VELİ KİMDİR, AVAM ve HAVAS VAR MIDIR, BASİRET (Firaset) NEDİR? Bunu belirttikten sonra Velî kimdir, konusuna geçelim : Âyet-i Kerîmelerde olsun, Hadîs-i şeriflerde olsun Velî nasıl ve kim olarak anlatılıyor. Bunu şunun için gündeme getiriyoruz : Özellikle sûfîyeye, evliyaya karşı çıkanlar, şunu iddia ederler : “Biz Kelime-i Şehadet getirdikten sonra hepimiz Allah’ın velî kulları oluruz. Dolayısıyla siz ayrı bir veli tanımını nereden çıkarıyorsunuz ? Bir de müslümanların içerisinden ayrı bir sınıf, evliyaullah (Allah’ın veli / dost kulları) diye bir grup çıkarıyorsunuz. Geri tarafı da avam mı oluyor, nereden çıkarıyorsunuz”, diyorlar. Bu şekilde iddia edenler, Kur'ân-ı Kerîm’e nasıl bakıyorlar ben anlamıyorum. Ya da hadis-i şerîf okumuyorlar mı ? Hayret ediyorum gerçekten. Kur'ân-ı Kerîm’e yada Peygamber Efendimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın hadis-i şerîflerine baktığımız zaman, çok açık vaziyette Allah’ın velî kulunun tarif edildiğini görürüz. Öncelikle, insanların bir kısmının havas, bir kısmının da avam diye ayrılması doğru mu, meselesini öne alarak konuyu işleyelim. Yine Müzzemmil sûresi yirminci ayette, sahabenin dahi avam ve havasının olduğuna işaret var. Yani bizleri geçtik, güzide toplum olan, tarihte tek sefer gelmiş olan sahabe toplumunda bile havas ve avam vardı. Yani manen ileri derecede özel mevki kazananları vardı. Bir de bu mevkiin dışında kalanlar vardı. Bakınız ayette ne diyor:

‫إن ربك يعلم أنك تقاوم أدنى من ثلثي الليييل‬ ‫اونصفه اوثلثه اوطائفة من الذين معك‬ “Şüphesiz Rabbin biliyor ki sen gecenin üçte ikisinden biraz az , yarısında ve üçte birinde kalkıp namaz kılıyorsun. Seninle birlikte olanlardan bir grup da (kalkıp namaz


Prof. Dr. Orhan Çeker

45

kılıyor)”. Sahabe demek ki hepsi gece ibadetine devam eden kişiler değildi. Bir taife, bunu yapıyor. Bir de şunu örnek verelim. Mesela sahabenin en faziletlisi Hz. Ebu Bekir’dir. Bunda şüphe yok, icma var. Dört halife, en ileri gelenlerdendi. Aşere-yi mübeşşere dediğimiz cennetle müjdelenen on kişi, en önde olanlardandı. Ve bu arada bir de mesela Hz. Hamza’yı şehid eden Vahşi var idi. O da sahabî idi. Sonradan iman etti. Şimdi Hz. Ebu Bekir’le Vahşi’inin fazileti aynı mıydı? Elbette herkes, her akıl sahibi der ki, bu iki insanın fazileti aynı değildi. İşte biz, Hz Ebu Bekir gibi olanlar havas, Vahşi gibi olanlar avamdan idi, diyoruz. Bunu ayırmada gayet rahatlıkla hareket edebiliyoruz. Öyleyse insanların bir kısmının salihlerden olması, evliyâullahdan olması, diğer büyük bir kesimin de avamdan olması çok normaldir. Hepsini aynı grup olarak görmemiz doğru değildir. Şimdi geliyorum Velî kimdir, meselesine. Âyet-i Kerîmede

‫أل إن أاولييياء اللييه ل خيياوف عليهييم اول هييم‬ ‫يحزناون الذين آمناوا اوكاناوا يتقاون‬ “Dikkat edin Allah’ın Velî kulları, onlar ne üzüntü duyacaklardır. Ne de endişe edeceklerdir (rahat ve emin olacaklardır. Allah’ın Velî kulları) o kimselerdir ki iman etmişlerdir, bir de takva üzere yaşıyorlardır” (Yunus suresi, 62,63). İddia sahipleri “Ben Kelime-i Şehadet getirdim, haramdan da iyi kötü sakınıyorum. Ben de Allah’ın velî kuluyum”, diyorlar. Dolayısıyla “Kelime-i Şehadet getiren her müslüman Allah’ın velîsidir”. Halbuki ALLAHın veli kullarının kim olduğunu açıklayan hadis-i kudsi, veliyi böyle tarif etmiyor. Bakın hadis-i kudsi ne diyor :


46

Tasavvufî Meseleler

... ‫من عادى لى اوليا فقد آذنت له بالحرب‬ “Kim benim velî bir kuluma ( dostuma ) düşmanlık yaparsa, bilsin ki ben ona savaş açmış bulunuyorum. Kişi farzlarla bana yaklaştığı kadar başka hiç bir şey ile bana yaklaşamaz. Kişi ondan (farzlardan) sonra nafile ibadete devam eder eder nihayet ben onu severim. Ondan sonra da artık ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. O benimle işitir, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür. Benden ne isterse veririm” (Buhari, Rakaik (Rikak) : 38 ; İbn Mace, Fiten: 16). İşte hadis-i şerîfin ifade ettiği gibi insan, nafilelerde ilerleye ilerleye öyle bir makama geliyor ki o artık Allah ile görüyor, Allah ile duyuyor, Allah ile yakalıyor, Allah ile tutuyor, Allah ile yürüyor. O kişinin görmesi de, işitmesi de, tutması da, yürümesi de Allah’ın özel yönlendirmesi ile olur.


Prof. Dr. Orhan Çeker

47

FATİH KUT: Peki Hocam nasıl oluyor? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Basiret denilen şey bununla hasıl oluyor. Nasıl oluyorsa oluyor işte. Gördüğünüz gibi hadis-i kudsi ALLAHın veli kulunu, Allah ile işiten, Allah ile gören, Allah ile tutan, Allah ile yürüyen… kul olarak tarif ediyor. Bu makamda Basîret (firaset) denen şey ortaya çıkıyor. İbn Kayyim el-Cevziyye’nin çok güzel bir yorumu var bu konuda: Diyor ki “Allah ile gören göz haramı görmez olur” (Kitabu’r-Ruh, Firaset ve zannın farkı bahsi). Yani gözünün önüne haramı koysanız bile onun gözü o haramı görmez. Bu nasıl olur ? Gayet kolay, nasıl ki bilgisayarlara bir filtre konduğunda istenmeyen mailler oradan içeriye geçemiyorsa, Cenâb-ı Hakk da onun gözünün önüne manevi bir filtre koyuyor. Haramlar oradan içeriye geçmiyor ya da kulağına bir filtre koyuyor, manevi bir süzgeç koyuyor, haram sesler oradan içeriye girmez oluyor. İşte Allah ile görenler, Allah ile işitenler, Allah ile tutanlar, Allah ile yürüyenlerdir Allah’ın velî kulları. Kim de bunlara düşmanlık yaparsa hadîs-i şerifin ifadesine göre, Allah o düşmanlık yapana savaş ilan ediyor. Bundan dolayı diyorlar ki salih insanlara düşmanlık edenlerin akıbetlerinden korkulur. Son nefeste bunların iman dışı, İslam dışı, kafir olarak ölmelerinden endişe edilir diye kitaplarımız yazar. FATİH KUT: İlginç aslında. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: İlginçtir, çünkü Allah’ın velî kuluna düşmanlık yapan bir insana Allah düşmanlık yaparsa, savaş ilan ederse o insanın akıbeti, o dedikleri kötü sonuç olacaktır. Bunu tekrar toparlayacak olursak, demek ki her iman eden kişi, Allah’ın velî kulu değildir. Allah’ın velî kulları imandan sonra takva üzere yaşayanlar,


48

Tasavvufî Meseleler

farzları eksiksiz yapanlar, haramlardan kâmil anlamda uzak duranlar, bu arada nafile ve zikir hayatında önemli dereceler kat edip bunun sonucunda Allah’ın sevgisini kazananlar ve bütün uzuvları, gözleri, kulakları… Allah ile işleyen insanlardır. İşte bu insanlarda feraset, basiret denen şey meydana gelir. Firaset, sezgi gücü dediğimiz şeydir ki kalb gözü diye de ifade ediliyor. İnsanın başında gözü var, bir de kalb gözü vardır. O kalb gözüne basiret deniliyor. Kalp gözü bizim başımızın üzerinde bulunan gözler gibi fiziki şartlara bağlı olarak gören gözler değildir. Fiziki şartları aşarak gören gözlerdir. Mesela biz ışık olduğu zaman görürüz, karanlıkta göremeyiz, belli mesafedekileri görürüz, uzaktakileri görmeyiz. Bu, fiziki şartlardır. İşte gönül gözü, kalp gözü bu şartlara bağlı değil. Gönül gözü / basiret / firaset bu şartların ötesini de görür. Bir de insanın mesela içinden ne geçirdiğini, ne düşündüğünü göremeyiz, bilemeyiz ama gönül gözü onu görür. Basiretten biraz daha bahsedeyim: Yine İbnü’lKayyim’in ismini anacağım. “Kitabu’r-Ruh” adlı eserinde “Feraset ile Zannın farkı” diye bir başlık atmış. Feraset ve kanaatın farkı. Yukarıdaki hadis-i kudsiyi verip îzâhını yaptıktan sonra der ki, “Feraset yanılmaz, iç dünyada ne derse doğrudur. Çünkü feraset sahibi olan insanın gözü Allah ile görüyor, Allah da yanlış göstermez veya feraset sahibi olan insanın kulağı günah söz ve ses duymaz. Çünkü kulağa, Allah işittiriyorsa ona Allah günahı işittirmez.” Ondan sonra da İbn Kayyim şu örneği veriyor : Diyor ki İmam Muhammed ile İmam Şafii Mescid-i Haram’da oturuyorlarmış, sohbet ediyorlarmış. Kapıların birisinden bir insan içeri girmiş. İkisi de bakmışlar, biri “bu adam demircidir, demirci olduğunu seziyorum” demiş. Öbürü de “Ben de bu adamın marangoz olduğunu seziyorum” demiş.


Prof. Dr. Orhan Çeker

49

Haydi gidip adama ne iş yaptığını soralım bakalım, demişler. Adama; ne iş yaptığını, mesleğin nedir, diye sormuşlar. Demiş ki adam, “Marangoz idim, şimdi demircilik yapıyorum”. Yine Mevlana’dan bir beyit vereceğim Bence Mesnevi’nin taç beyti, bu beyittir. Diyor ki Mevlana : “Dîde-i tu çûn dilem râ dîde şud İn dil-i nâdîde ğark-ı dîde şud” Ya Rabbi! Senin gözün benim gönlüme göz olur olmaz bu basiretsiz gönül tümden basiret oluverdi” (Mesnevi : 4087. beyit). Yani bu gönül Ya Rabbi seninle görür hale geldikten sonra, artık görmediği bir şey kalmadı. Ortadan duvarlar kalktı, mesafeler kalktı, fiziki şartlar kalktı, gönül gözü her şeyi görüyor, diyor. Yine kendisi bu durumun bizler tarafından iyi anlaşılması için şunu ekliyor : Sen gözünü yumup uyuyorken, rüyadayken birçok olağanüstü şeyler görüyorsun da gözün açıkken niye görmüyorsun ? Acayip gelmiyor mu sana (Mesnevi, 6183.beyit). Rüyada gözün yumuk gördüğün şeyin, gözünü açtığında daha fazlasını görmen gerekirken niye görmüyorsun ? Yani bu basiretin niye kapalı ? Niye uykuda, rüyada gördüğünü, uyanıkken görmüyorsun ? Rüyada diyelim ki, Peygamberimizi gördün, uyanıkken niye görmüyorsun? Yani basiret, nafilelerde ilerlemiş olan insanlara Cenâb-ı Hakk’ın verdiği özel bir ikramdır, bir hediyedir. İşte bu ikrama nail olanlara velî denilir. Her Kelime-i Şehadet getiren velî değildir. Veliler, havastır; öbürleri avamdır.


50

Tasavvufî Meseleler

ZİKİR NEDİR ? TEK BAŞINA ‘ALLAH’ LAFZI ZİKİR OLUR MU ? FATİH KUT: Peki sayın hocam gelelim şimdi zikir kelimesine. Yalın olarak “ALLAH” lafzı ile zikir olur mu? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Önce zikir ne demektir, meselesini ele alalım ? Ya da bu problem niye gündeme geldi, oradan başlayarak îzâhı yapalım : Tasavvufa karşı çıkanlar, zikir eylemine karşı çıkıyorlar ki, zikir iki türlü yapılır. Bir, insanın kendi kendine tenha bir köşeye çekilerek Allah’ı zikretmesi, bir de cemaat halinde sesli zikir yapması. Bu iki şekil tatbik ediliyor. İkisine de karşı çıkmaktadırlar. Derler ki, toplu sesli zikir yoktur. Ondan sonra da derler ki, zikir dediğiniz şey “Allah, Allah, Allah” demek değildir. ‘Allah, demek diye bir zikir yoktur. Zikir olsa olsa cümleyi tamamlayan şey, yani zikir tam bir cümle olur. Mesela La ilahe illallah bir zikirdir, Elhamdülillah bir zikirdir, Sübhanallah bir zikirdir. Ama Allah, Allah, Allah kendi başına bir şey ifade etmiyor. Tek kelime zikir olmaz…’ derler. Bu problemi îzâh edecek şekilde meseleyi yine baştan alayım : Zikir, Kur'ân-ı Kerîmdeki manalarına baktığımız zaman, birkaç manaya geldiğini görürüz. Zikir, vahiy manasına gelir. Mesela Hicr sûresi 9. ayette ve Kamer sûresi 25. ayette… zikir, vahiy anlamındadır. Yani zikir, Allah’ın , Peygamberine verdiği vahiydir. İkinci bir manası, sesli olarak ALLAH adını söylemektir. Mesela “(Kesilirken) üzerine Allah’ın isminin anılmadığı (hayvanlardan) yemeyiniz” (En’am sûresi 121.ayet. Ayrıca bkz. Maide : 4 ve En’am : 119). Yani hayvanı keserken açıktan açığa “Bismillahi Allahü Ekber” denilenleri yiyeceğiz, Allah’ın zikredilmediği hayvanları yemeyeceğiz, demek olur. Buradaki zikir, açıktan açığa dil ile, seslice Allah demektir.


Prof. Dr. Orhan Çeker

51

Bu anlamda çokça ayet vardır. A’la suresi de bu manadaki bir ayetle başlar. Zikir genel olarak ilim anlamına da gelir. İlim mesela ehl-i zikir denildiği zaman ilim ehli akla gelir. Bir de zikir dilini de oynatmadan, ses de çıkarmadan sadece kalben hatırlamak anlamına gelir. Kur'ân-ı Kerîmde bu anlamda da kullanılıyor. Ayrıca zikir kelimesinin, Yusuf sûresi, 45. ayete baktığımız zaman, hatırlamak anlamına geldiğini görürüz. Sonuçta ister kalben hatırlamak olsun, ister dil ile açıklama olsun, ister vahiy olsun, ister ilim anlamında olsun bunların hepsi zikrin manalarıdır. Peki bu insanlar zikrin nesine karşı çıkıyor ? Diyorlar ki Allah lafzı zikir olmaz. Bir de toplu olarak zikir olmaz diyorlar. Önce “Allah” lafzı tek başına zikir olur mu, olmaz mı, o meseleyi ele alalım :

TEK BAŞINA ‘ALLAH’ LAFZI ZİKİR OLUR MU ? Her şeyden önce şunu söyleriz ve hatırlatırız : Kendi kendilerine yalın olarak ALLAH lafzını, hem de binlerce defa Allah Allah lafzını zikir ede ede, tasavvufta letâif denilen vücüdun zikre hassas noktaları zikreder hale gelebiliyor. Mesela insanın kalbi Allah diye diye bir an gelir ki, aynen dil gibi o da zikretmeye başlar. Bu, ne ile olur ? Allah, Allah diye zikretmekle olur. Öyleyse Allah lafzının zikir oluşu tecrübî olarak sabittir. Tabii ki buna da ‘biz tecrübî filan tanımayız, bize nasslardan, ayetten, hadîs’ten delil getir’, şeklinde talep edebilirler. Şimdi bir örnek veriyorum : Müslim’in Sahih’inde İman bahsinin ikiyüz otuz dört numaralı hadîsi. Tirmizi’nin Süneninin, Fitneler bahsinin otuz beşinci babı ve bu arada Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inin bir çok yerinde şöyle bir rivayet var:

‫د‬ ‫د يد ت‬ ‫ل د تد ت‬ ‫قاو ت‬ ‫ه الله ت‬ ‫ة د‬ ‫سا د‬ ‫ع ت‬ ‫ح د‬ ‫عدلى أ د‬ ‫قاو ت‬ ‫م ال س‬ ‫ل الل ت‬


52

Tasavvufî Meseleler

“Allah, Allah diyen bir insan üzerine kıyamet kopmayacaktır”. Bir daha söyleyeyim : Dünya üzerinde bir tek insan Allah, Allah diye zikrediyorsa kıyamet kopmayacaktır. O zaman ALLAH ALLAH lafzı ile zikir, Kıyamet’in kopuşunu da engelleyecek şeydir. Allah Allah diye zikrediyor olmak, gelecek belaları defeder, derler ki bu söz doğrudur. Bir de şuna bakınız: Hadîs-i Şerîf’te “Allah, Allah” kelimeleri yalın halde geçiyor. Tek başına Allah, Allah kelimelerini yalın halde zikredilmiş mi ? Edilmiş. Hem de şerhlerde bu ayrıntıya dikkat çekilmiş. Burada Allah lafzı Allahu, Allahu diye geçiyor. Yani Allahe, Allahe değil. Allahu lafzı mef’ul / tümlec olarak değil. Bu da, Allah lafzının yanında “ALLAH’I zikrediyorum” gibi başka bir kelime zikredilmemiş, demektir. Yalın olarak Allah Allah diyen olduğu sürece kıyamet kopmaz. Ama Allahe Allahe şeklinde olsaydı ALLAH lafzı tümleç olurdu ki cümlede söylenmeyen başka kelimeler var anlamına gelirdi. Dolayısıyla ‘o cümle tam söylenmediği takdirde zikir olmaz, zikir sayılmaz’ denebilirdi. Ama durum, cümle yapısı öyle değil. Hadîs-i Şerîf’te Allahe Allahe değil, Allahu Allahu diye geçiyor. Bu şekildeki kelime Arapça’da herhangi tahmini ve söylenmemiş (mahzuf) bir cümleciğin parçası değildir. Öyleyse yalın olarak “Allah, Allah” diyenler Allah’ı zikretmiş olur. Yani yalın olarak “Allah, Allah” lafızları zikir olur. İşte yalın olarak “ALLAH ALLAH” lafzının zikir olduğunun delili sahih olan bu hadîs-i şerîftir. Bunun zikir olduğu hem hadisle hem de dediğim gibi tecrübe ile sabittir. Dolayısıyla yalın şekliyle “Allah, Allah” zikrine karşı çıkanlar, kendileri beceremedikleri, tenbellik


Prof. Dr. Orhan Çeker

53

yaptıkları ve bunu yapanları çekemedikleri için inkar etmeye kalkıyorlar.

TOPLU ZİKİR VAR MIDIR ? Bu arada toplu zikre de temas etmemiz gerekir : Sahabe uygulamalarına bakacak olursak ; sahabenin bazen toplanıp topluca zikrettikleri olmuştur. Hatta hangi zikri söylediklerine dair rivayetler bile var. Mesela “La İlahe İllallah”, zikrini söylemişlerdir. Peygamberimiz Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm da bu konuda şöyle buyuruyor : “ Cennet bahçelerine tesadüf ederseniz oralarda yayılınız”. Ya Resûlellah Cennet bahçeleri nedir? diye sorulunca da bizzat Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm,

‫مجالس الذكر‬ “Zikir meclisleridir”, diye cevap vermiştir. Zikir meclisleri denildiği zaman, “Allah” lafzının ya da “La İlahe İllallah” kelimesinin toplu halde zikredildiğini anlarız. “Zikir meclisi” denildiğine göre tek kişi ile meclis olmaz. Meclis, çok insanlardan meydana gelir. Tek insana meclis denmez. Buradan anlıyoruz ki Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's Selâm veciz bir şekilde toplu zikri ifade etmiştir.

BELLİ SAYIDA ZİKİR YAPMAK / VİRD VAR MIDIR ? FATİH KUT: Peki Hocam zikri belli sayı ile yapmak diye bir şey var mı ? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Güzel bir konuya geldik. Bu da çok soruluyor. Sayısal zikir, yani belli sayıda zikir var mıdır, yoksa sayı koymaksızın mutlak zikir mi gerekir ?


54

Tasavvufî Meseleler

Buna çok itiraz edip “siz kendi kafanızdan ibadet uyduruyorsunuz” diyorlar. Mesela müride belli sayıda vird verilmiştir, günde yüz defa istiğfar edeceksin, yüz defa yada bin defa Allah, Allah diyeceksin, yüz defa salavât getireceksin,… denilmiştir, mürid de o virdi çekip duruyordur. İtiraz edenler, belli sayıda zikir olmaz, diyorlar. Çünkü Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm böyle bir şey yaptırmamıştır. Ya da Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ne yaptırdıysa sadece o vardır. Bunun ötesinde bir rakam koyamazsınız, diyorlar. Hatta bunu söylerken biraz da ikna edici ve yaldızlı sözlerle söylüyorlar. Mesela diyorlar ki, ‘bir ibadet ancak vahiy ile ortaya konulur’. Doğru tabii ki. Önce bunu bir tasdik ettirirler. Bundan sonra ‘zikir ibadet mi’, diye sorarlar. O da doğru ama AMAsı var. Arkasından ‘zikir ibadet ise belli sayıda zikir yapman ya da vird verebilmen için ayetten ya da hadîs’ten delil getirmen gerekir’, derler. Doğru mu, ilk bakışta doğru görürsün. Ama gelelim işin AMAsına. Belli sayıda zikir vermek, ibadet koymak değil, zikre ve ibadete alıştırmak yani eğitim amaçlıdır. Eğitim ile ibadeti karıştırırsanız, az önceki iddiada bulunursunuz. Eğitim ayrıdır, ibadet ayrıdır. Belli sayıda zikir ibadete alıştırmak içindir. Malumdur ki belli sayı ile alıştırma yaptırmak eğitim yollarından bir tanesidir. Peki, zikir konusunda ibadet olan ne ? Zikir konusunda ibadet olan şey, zikr-i dâim yani sürekli zikirdir ki bu ifade ALLAHı hiç unutmamak demektir. Allah’ı sürekli, daha doğrusu Allah’ı anmadığın bir anın olmamasıdır. İnsanı buna alıştırmak için, eğitmek için belli sayıda Allah, Allah dedirte dedirte alıştırırsın.


Prof. Dr. Orhan Çeker

55

Belli sayıda zikirle insanı zikr-i daime alıştırmak şuna benzer: Okuma- yazma bilmeyen bir insana okuma yazmayı öğretiyorsan ona dersin ki “bak, bu alfabe harfleridir, yarına on defa yazıp geleceksin”. Okumaya - yazmaya alıştırmak için belli sayıda ödev vermek ne ise zikre alıştırma konusunda belli sayıda zikir vazifesi vermek aynı şeydir. Bu talebe itiraz etse ve “On defa alfabeyi yazmam. Bu ödev Kur’an ve Sünnet’in neresinde var ? Bana delil getir, yoksa ben yazmıyorum” dese bu çocuk okuma yazmayı öğrenir mi ? Öğrenemez tabii. Bu öğrencinin belli sayıdaki yazı ödevi için delil istemesi doğru mu ? Tabii ki yanlıştır. Okuma – yazma ödevleri için “OKU” emri yeterlidir. Geri tarafı tecrübe ile yürütülür. Tecrübe de belli sayı ile ödevler vermek şeklinde gerçekleşmiştir. FATİH KUT: Askerde hani şınav çekerken otuz tane kırk tane şınav çek, demek gibi değil mi? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Aynısı, sporda da aynıdır. Sayı eğitim amaçlıdır. Eğitimde sayı şart ve vazgeçilmezdir. On defa yazma ödevi, ertesi gün beş defa, üç defa ‘yaz’ ödevine… döner. Öğrenci tamamen okuma – yazmayı söktüğü an, sayı ile ödev devri de biter. Onun içindir belli sayıdaki zikir, zamanla değiştirilir, nihayet tümden ödev / vird kaldırılır. Çünkü insan zikr-i daime alışmış gitmiştir artık. Zikir, zikr-i daim hale gelmiştir. Öyleyse insanın, sürekli Allah zikrine alışan bir insan olması için, diyelim ki önce yüz defa Allah demekle başlar. Bin defa, iki bin defa, üç bin defa, beş bin defa… belli sayıda zikir yapar yapar yapar derken bu insan, sürekli zikreder hale gelir ki artık sayısal zikir / vird vermenin gereği kalmaz. Zaten o insan sürekli zikrediyor. O kişi için sayı ile zikir manasız kalmıştır.


Tasavvufî Meseleler

56

İddia ettikleri gibi belli sayıda zikir, ortaya ibadet koymak yani ibadet icad edip uydurmak olsaydı ; o belli sayı, sürekli aynı kalır, hiç değiştirilmez ve zamanı gelince de tümden kaldırılmazdı. Çünkü ibadet sabittir, değişmez. Halbuki tarikat uygulmasında zikir / vird, halden hale, insandan insana değiştirilir, durur. Bir insanın niyeti bozuksa, dosdoğru bir çizgiyi bile eğri büğrü görür. Belli sayıdaki zikri, ibadet olarak görüp taarruzda bulunanlara bu dosdoğru uygulama, eğri büğrü görünüyor.

KERAMET NEDİR ? FATİH KUT: Sayın Hocam Kerâmet konusuna gelelim. Kerâmeti bazı insanlar tamamen reddediyorlar. Bazı insanlar da tam tersine bir tavır alıyorlar. Bu konuda ne dersiniz? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Biz toplum olarak, ortada durmayı yani itidal üzere olmayı pek beceremiyoruz. Ya minimum noktada duruyoruz, ya maksimum noktada. İki uçta bulunuyoruz, ortada durmayı bir türlü beceremiyoruz. Metrenin ya yüz cm. noktasında ya da sıfır noktasında duruyoruz. Bunun bir de 50 noktası var diye hiç düşünmüyoruz. Mutedil olmak gerekiyor. Kur’an bize “ vasat / mutedil ümmet” (Bakara : 143) diyor. Kerâmete karşı çıkanlar hepsini siliyorlar. Kerâmete inananlar da en ufak bir tesadüfü bile kerâmet kabul ediyorlar. Durun diyoruz her ikisine de, ayaklarınız biraz yere değsin bu işin bir ortası var. Ne çok uçmak, kaçmak, ne de her şeyi silip süpürmek. İkisi de yok, ikiniz de hatadasınız, diyoruz. Peki kerâmete niye karşı çıkılır ? Bir de o mesele var. Ben bunun temelinde, dibinde materyalizmin olduğuna


Prof. Dr. Orhan Çeker

57

inanıyorum. Diyeceksiniz ki kerâmetin inkarı ile materyalizmin ne ilgisi var. Materyalizm, biliyorsunuz, “gözümün görmediğine inanmam” felsefesine dayanır. Ve ne var ne yok hepsi laboratuvardan, fizik alemden ibarettir. Metafizik diye bir olay yok iddiasındalar. Bizim akl-ı evveller bir zamanlar mucizeleri îzâh edemeyince materyalist aleme, mucizeleri laboratuvar verilerine göre îzâh yapmaya kalkmışlar. Hatta Mirac’ta bile ‘Peygamber Efendimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm, o kadar yere gitmemiştir. İşte şuraya gitmiş gelmiştir veya öyle bir şey olmamıştır’, şeklinde izahlar getirmeye çalıştılar. Neredeyse, ‘mucize dediğiniz şey yok, şu şekildeki fiziki bir olaydır’, demeye getirmişlerdir. İşte bu hareket devam ede ede mucizenin bir benzeri olan olağanüstü hal yani kerâmet de bundan nasibini almıştır. Yani mucizeyi fiziki şartlarda îzâh etmeye kalkışan kafa, yada materyalist kafa kerâmet için de aynı şeyleri söylemiştir. Dolayısıyla o fiziki şartlara iyice alışmış olan anlayış, mucizelere o kadar karşı çıkmasa da veya kendine göre bir takım yorumlar yapmaya kalksa da kerâmete geldi mi, tümden siliveriyor. Yok öyle bir şey diyor. Peki kerâmet ne? Kerâmet olağanüstü bir haldir. Mahiyet olarak mucizeden farkı yoktur. Sadece mucizede bir iddia, bir meydan okuma vardır. Kerâmette ise böyle bir amaç yoktur. Ama mahiyet olarak ikisi de olağanüstü bir haldir. Kerâmette gizleme esastır. İddia ve meydan okuma yoktur. Kerâmet, isminden de anlaşılacağı üzere Allah’ın ikramıdır. Allah kuluna özel ikramda bulunur. Ona olağanüstü bir şeyler verir. Fiziki şartların ötesinde bir takım nimetler verir. İşte buna kerâmet denir. Kerâmetin örneği var mı ? Kur'ân-ı Kerîm’de gayet güzel örnekler var. Mesela Hz. Meryem’den çok güzel örnekler verilmiş.. Hz. Meryem


58

Tasavvufî Meseleler

Anamız mescidin bir köşesine çekilmiş, hücresinde ibadetle meşgulken onun yanına ALLAH katından çeşit çeşit yiyecekler geliverirdi. Zekeriya Aleyhi's-Selâm bile peygamber iken hayret ediyor, “bunlar sana nerden geldi” diyor. O da “Allah katından geldi” cevabını veriyor. Bu bir kerâmettir. Ya da diyelim ki Ashab-ı Kehf’in veya Uzeyir a.s.in yıllarca üç yüz sene… uyuyuşu. Ashab-ı Kehf, Bir mağaraya giriyorlar, yüzlerce sene yatıyorlar. Acıkma yok, çürüme yok, üşüme yok. Üzerlerindeki elbisenin eskimesi yok. Bir taraflarının morarması yok. Cenâb-ı Hakk onları evirip çeviriyor. Üç yüz sene uyutuyor orada, uyanma yok, yanlarındaki köpek bile uyuyup duruyor. Bu nedir peki ? Keramet değil de mucize miydi ! Ashab-ı Kehf peygamber değildi ki bu hale mu’cize diyelim. Salih insanlardı. Cenâb-ı Hakk onlara bu ikramı verdi. Kerametti yani. Daha bunun gibi pek çok örnek vardır. Kerâmet Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği kuluna verdiği olağanüstü hallerdir, ikramlardır. Bunun inkarı ile insan, bir yere varamaz. Sadece nefsini tatmin eder o kadar. Bir kitap okumuştum ; “İnanmanın yüceliğine eremiyorsanız, inkârın basitliğinden kurtulunuz” diye bir cümle kullanmış. Kerameti inkar edenlere aynı cümleyi kullanıyoruz. İnkârın basitliğine düşmeyin, diyoruz. Aksine “Cenâb-ı Hakk ikram etmiştir. Ama ben o ikrama layık değilim ki bana vermedi. Belki ilerde o güzel hal içerisinde olabilirim”, deyin ve inkar etmeyin. Kerametin bir de şöyle bir yönü var : Bir insanın elinde keramet zuhur etmişse o keramet o insanın mensub olduğu peygamberin, hak peygamber olduğunu isbat eder. Öyle ya; keramet sahibi insan, o peygamberin yolunu takip ettiği için bu mertebeye ulaşmıştır. O yol batıl bir yol olsaydı, o yolda yürüyen insan bu ikrama nail olamazdı.


Prof. Dr. Orhan Çeker

59

Nail olduğuna göre gittiği yol, hak yoldur. Onun içindir ki keramet o yolu getiren peygamberin mu’cizesi kabilindendir.

ĞAYB BİLDİRİLİR Mİ ? FATİH KUT: Peki Hocam, ğayb konusuna da girelim. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Peki, ğayb konusuna da temas edelim : En çok çattıkları noktalardan bir tanesi ğayb konusudur. Peygamberler dışındaki salih insanlar bazen Rabbimiz izniyle ğaybdan haber verirler. Bunları sevmeyen kişiler “ğaybı sadece Allah bilir. Allah’tan başka hiç kimse bilmez. Allah, ğaybını sadece peygamberine bildirir, başkasına ğaybı açmaz. Dolayısıyla peygamber dışındaki bu insanlar ğaybı bilemeyecekleri için, o söyledikleri şeyler vesveseden, şeytanın aldatmasından, iğvadan vs.den başka bir şey değil. Kim ki bunların ğayb diye verdiği haberlere inanırsa sanki kâhinin, falcının ileriye yönelik verdiği habere inanması gibi olur. Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm da diyor ki; Kim bir kâhine, bir falcıya giderse ve ona kulak verir dinlerse, Muhammed’i ve ona indirileni inkâr etmiş olur, demiştir” derler. Evliyâullaha çatanlar bu iddiayı ve sözleri aynen söylemektedirler. Kahinlerle ilgili o hadis-i şerifi aynen velîler hakkında uygulamaya kalkıyorlar. Yani kim ğaybî habere inanırsa din dairesinin dışına çıkar, onlara göre. Şimdi gelelim işin doğrusuna. Ğaybı sadece Allah bilir. Doğrudur. Peygambere bildirir, o da doğru. Peygambere de her zaman bildirmez, ALLAH ne zaman isterse o zaman bildirir. Bunu da ekleyelim, yani bu da doğru. Onlar bunu


60

Tasavvufî Meseleler

eklemiyorlar da tabii biz ekleyelim. Buna çok güzel bir örnek vereceğim : Biliyorsunuz Aişe annemize iftirada bulunuldu (İfk hadisesi). Hiç söylenmesi mümkün olmayan bir sözü, o iftira sözünü insanoğlu söyleyebildi. Hz. Aişe annemizin haberi yok birşeyden tabii ki. Toplum allak bullak olmuş. Dedikodudan ortalık yıkılıyor. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm sıkıntı içerisinde ama belli etmiyor. Nihayet Hz. Aişe duyuyor. Resûlullah Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm, vahiy gelinceye kadar bir şey demiyor, diyemiyor. İlginçtir vahiy bir ay gelmiyor. Bir ay toplum allak bullak oldu, çalkalandı yani.

FATİH KUT: İmtihan belki değil mi? Sayın Hocam bu. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Tabii ki, hem de ciddi bir imtihan. İşin ilginç yönü şu : Peygamber dahi Allah bildirmediği zaman bilmiyor, bilemiyor. Bir ay haber yok. FATİH KUT: Burada aslında o da var. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Esas o var ve bu arada Cenâb-ı Hakk Peygamberi üzerinden insanlara şu mesajı da veriyor : “Bakınız bu İNSAN (Peygamber) kendi kafasından birşey söylemiyor, ne söylüyorsa benim ona vahyettiklerimdir. En sıkıntılı olduğu zamanda bile uyduruktan laf söylemedi”. Bu mesaj bana çok ilginç geliyor. FATİH KUT: Çok uzun bir zaman, bir ay. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Bir ay ne demek yahu. Dedikodu ve nihayet bir ay sonra vahiy geliyor. Bu olayı şunun için söyledim : Ben, Peygamber dahi Cenâb-ı Hakk


Prof. Dr. Orhan Çeker

61

kendisine bildirmeden bir şey bilmez, demiştim ya bu örneği onun için verdim. Yukarıdaki iddiada olanlar delil olarak şu ayeti getirirler, Cin Sûresi ayet; 26.

‫عالم الغيب فل يظهر على غيبه أحدا إل من‬ ‫ارتضى من رساول فإنه يسلك من بييين يييديه‬ ‫اومن خلفه رصدا‬ “Allah Teala ğaybı bilendir, O ğaybını hiç kimseye açmaz Ancak razı olduğu bir elçi hariç. Gerçekte onun (ğaybın) önünde ve ardında gözetleyici görevliler sevkeder”. Âyet-i Kerîme’de geçen ve elçi hariç kimseye bildirmediği ğayb acaba nedir ? Buradaki ğayb, iddia ettikleri gibi geleceğe dair haber mi vermek, yoksa başka bir manası mı var ? Ayetin devamına baktığımız zaman şunu anlarız : Bu ğayb, dedikleri gibi gelecekten haber vermek değil, vahyin bizzat kendisidir ve gerçekten de vahiy sadece peygambere gelir. FATİH KUT: Buradaki anlamı tamamen bu şekilde demek ki. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet. Ayette sadece elçiye / peygambere verileceği bildirilen ğayb, vahyin ta kendisidir ki o da sadece peygambere gelir. Demek ki ayet, iddia ettiğimiz şeyi reddetmiyor. Yani Cenâb-ı Hakk peygamberler dışında da birine gelecekten haber verme manasındaki ğaybı bildirebilir. Dediğimiz şeye bu ayet karşıt bir cevap değil. Hiç birimiz peygamber dışındaki birine vahiy gelir, diye iddia etmiyoruz zaten. Böyle bir iddia hem yok hem mümkün değil. Peki diyeceksiniz bu ayetteki ğaybın vahiy anlamında olduğunu nereden


Tasavvufî Meseleler

62

anlayacağız? İki şeyden anlıyoruz. Hatta başka deliller de var. Ben şimdi onları listelemeyeceğim. Sadece bu ayetlerin dışından bir tane örnek vereceğim : Tekvir suresi, ayet 24 .

‫اوما هاو على الغيب بضنين‬ Bu ayette geçen ğayb kelimesi çok net olarak vahiy anlamındadır. Bu ayette Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in ĞAYB (vahiy) konusunda itham edilmemesi gerektiği, çünkü vahyi gizlemediği vurgulanmaktadır. FATİH KUT: Evet ğaybı (vahyi) gizleyecek değildi.

PROF. DR. ORHAN ÇEKER:

‫اوما هاو على الغيب بضنين‬ ayetinde geçen ğayb, olsa olsa vahiy olur, başka bir ihtimal yok.. FATİH KUT: Cin suresi 26. ayetteki ğaybın vahiy anlamında olduğu gerçekten ilginç bir tesbit Hocam. Halbuki o kişiler buradaki ğaybı sürekli olarak ğaybdan haber vermek olarak işliyorlardı. Düpedüz iftira etmişler. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Tabii. Buradaki ğaybı gelecekten haber verme anlamına alanlar, şu çelişki ile karşılaşıyorlar : Hz. Meryem’e gelecekten haber verilmiş mi, verilmiş. Hz. Musa’nın annesine gelecekten haber verilmiş mi, verilmiş. İkisi de kadın mıdır, kadındır. Peki bu ikisi peygamber miydi? Peygamber değillerdi. Ama buna rağmen gelecekten haber verilmiş mi kendilerine ? verilmiş. Onların iddiasına göre bu iki ayet ile yine


Prof. Dr. Orhan Çeker

63

Kur’an’da haber verilen o iki kadın örneği çelişkili olmuyor mu ? Oluyor. Ayetlerde çelişki olmayacağına göre Cin suresi ayet 26’daki ğayb kelimesini vahiy anlamında almak zaruridir. Bir de, “Hz. Musa’nın annesine bir şeyler söylenmesi Peygamber olan Musa sebebiyleydi, Hz.Meryem’e ğaybden haber verilmesi Hz.İsa sebebiyle idi ki onlar da peygamberdi zaten” gibi uyduruk bir yoruma gidiyorlar. Zorlanmaya gerek yok. Diyeceksin ki “bu ğaybten maksat vahiydir. O da sadece bir peygambere verilir, gelecekten haber verme anlamında değildir. Gelecekten haber verme Hz. Meryem ve Hz. Musa’nın annesine olduğu gibi peygamber olmayanlara da Cenâb-ı Hakk diledikten sonra verir, dilemediği zaman peygamber bile olsa vermez bu bilgiyi. Hz.Musa ve Hz.İsa’ya Hak Teala bir şey bildirecekti de niye kadın vasıtasıyla bildirsin. Hz.İsa’ya beşikte iken vahyediyor ve onu konuşturuyor da burada niye bir kadını vasıta yapsın ki”. Böyle demen en akıllıca izah olur. Ama inkar yoluna saparsan, böyle çelişkilerle karşılaşırsın. Cin suresi 26. ayetteki ğaybın, vahiy anlamında olduğunu devamındaki ayetler zaten izah ediyor : Çünkü ayetin devamında o ğayb geldiği zaman

‫فإنه يسلك من بين يديه اومن خلفه رصدا‬ deniyor ki “önden ve arkadan gözetleyici melekler” de sevkediliyor. Şeytanlar vahiyden birşeyler çalmasınlar, duymasınlar diye vahiy meleklerin gözetim ve zabtı altında geliyor. Ayrıca ğaybı (vahyi) alacak olan

‫ليعلم أن قد أبلغاوا رسال ت ربهم اوأحاط بمييا‬ ‫لديهم اوأحصى كل شيء عددا‬


64

Tasavvufî Meseleler

“O peygamber, gelenin Rablerinin mesajı (vahyi) olduğunu, O’nun kendileri yanındakileri kuşattığını ve yine Allah’ın herşeyi tek tek bildiğini bilsin”. Peygamber bunun Rabbimizin mesajı olduğunu, meleklerin zabıt halinde getirmelerinden anlıyor.

RABITA NEDİR, CAİZ MİDİR ? FATİH KUT : Hocam sıra geldi rabıta konusuna. Çok soruyorlar ; rabıta nedir ? Buyurun Hocam PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Râbıta nedir, konusuna gelelim : En fazla itiraz edilen, çok kimsenin de kafasının almadığı, kafası almadığı için de itiraz ettiği konuya gelmiş oluyoruz. Öncelikle Râbıta nedir? Meseleye doğru yerden girmek gerekiyor. Ters taraftan girerseniz, varacağınız sonuç da ona göre ters olur, yalan olur, yanlış olur, hatta iftira olur.. Meseleye doğru yoldan, doğru yerden girerseniz doğru sonuca erersiniz. Yapacağınız îzâhlar da doğru olur. İtiraz edenler diyorlar ki ‘râbıta, ibadettir. Bir insan mürşidini, şeyhini göz önüne alarak râbıta yaptığı zaman, hâşâ ona ibadet etmekte, dolayısıyla rabıta insanı şirke götürmektedir…’. Acaba rabıta böyle mi ? Râbıta, acaba bir ibadet midir? Yoksa başka bir şey midir ? Meseleye doğru girmemiz lazım. Râbıta ibadettir diye meseleye girerseniz, hiç bir konuyu halledemezsiniz. Ortalığı da fitneye veririsiniz. Öyleyse Râbıtanın doğrusu nedir? Râbıta, feyizli bir ortamı ya da insanı hayalen canlı tutarak, hayalen hemhal olarak o hal ve kişinin nurundan ya da o yerin feyzinden, nurundan istifade etmektir. Yoksa bir insana, mekana veya mabuda… ibadet etmek değildir. Tekraren ve özellikle belirtiyorum : Rabıta, hayalen canlandırma ve hemhal olma neticesinde feyizlenme ve


Prof. Dr. Orhan Çeker

65

nurlanmadır. Rabıta, nurlu bir insanı ya da ortamı hayalen canlı tutarak, o nurdan istifade etmek demek olunca bu defa şu soruyu soralım : Nurlu bir insan ile yüz yüze görüştüğümüz zaman, onun nuru, feyzi beriki insana geçiyor da, gıyaben hayal ettiği zaman geçer mi ? Karşımıza bu mesele çıkıyor.? Bu sorulara cevap vermekle karşı karşıyayız şimdi : Önce diyelim ki nurlu bir insanla hemhal ola ola, o nurlu insanla beraber ola ola, nurlu insandan, hemhal olan insana nur ve feyiz geçer. İlgili hadisi söyleyeyim : Müslim’in Sahih’inde Tevbe bahsi, oniki ve onüç no’lu hadis-i şerîf. Bu hadis-i şerîf Hanzala ismindeki sahabiden geliyor. Hanzala’ya Hz. Ebu Bekir rastlamış ve ona “ne var ne yok ya Hanzala” diye sormuş. O da “Sorma, Hanzala münafık oldu” demiş. FATİH KUT: . Bu çok meşhur bir hadis-i şerîf değil mi hocam? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet meşhur ve sahih bir hadis-i şerîftir. Hz. Ebu Bekir, “O ne biçim söz” diyor. Hanzala, cevaben “Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’ın yanında iken çok güzel haller hissediyorum, manevi hallerde oluyorum”, anlamında birşeyler söylüyor ve devamla “ama O’ndan ayrılınca bu hal benden kayboluyor. Bu herhalde münafıklığımın alametidir”, diyor. Hz. Ebu Bekir ise “Bizde de bazen böyle haller olur. Haydi gidelim Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’a soralım bunu”, diyor. Beraberce Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’a gidiyorlar. Hanzala durumu anlattıktan sonra, Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam diyor ki, (hadisin bu kısmı çok önemli)


66

Tasavvufî Meseleler

‫اوالذى نفسى بيييده ان لياو تيداوماون عليى ميا‬ ‫تكاونييياون عنيييدى او فيييى اليييذكر لصيييافحتكم‬ ‫الملئكة على فرشكم اوفى طرقكم اولكن يييا‬ (‫حنظلة ساعة او ساعة )ثلثة مرر(ة‬ “Canımı elinde tutan Allaha yemin ederim ki siz benim yanımda bulunduğunuz hal üzere ve zikretmeye devam ederseniz sizinle melekler döşeklerinizin üzerinde ve yollarınızda… musafaha ederler. Lakin Ya Hanzala bazen böyle, bazen öyle” (Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam bunu üç defa tekrarladı. Müslim,Tevbe : 12,13). Yani “Benim yanımdaki halinizi gıyabımda da muhafaza etmiş olsaydınız, meleklerin sizinle yolda, belde, evinizin içinde, yatağınızda… musafaha ettiğini görecektiniz. Amma Ya Hanzala, bu bir andır, bazen olur, bazen olmaz., (bu münafıklık değildir)”. Gördüğünüz gibi bu rivayetten çıkan sonuç şudur : Nurlu bir insanın yanında iken güzel manevi haller hissediyorsunuz. Ayrılınca o hal kayboluyor. Eğer gıyaben o nurlu ortamı canlı tutarsanız, o nur gelmeye devam eder. İşte râbıta budur, yoksa hâşâ birine tapmak değil. Manevi seviyesi olan bir kişi ile manevi bağı devam ettirerek, irtibatı hayalen devam ettirerek, nurun devamlılığını sağlamaktır. Râbıtanın aslı esası budur. Peki şimdi geliyorum, bir insandan diğerine nur ve feyiz geçer mi ? Bu sorunun cevabı için de hemen şu soruyla meseleye girelim : Sahabi kimdir ? Sahabi, Peygamber Aleyhi's Salâtu ve’s-Selam ile görüşendir. Hayatta iken Peygamberimizi hayatta görmüş olan müslümandır sahabi. Veya Peygamberimiz’in görmüş olduğu müslüman kişilere biz sahabi diyoruz. Müslüman iken mü’minken görmüştür. O


Prof. Dr. Orhan Çeker

67

imanını kaybetmeden de öylece ahirete intikal etmiştir. İşte bu kişiye sahabi diyoruz. Peki sahabi olmayan bir müslüman, tüm ömrünü ibadetle geçirse sahabi olabilir mi? Olamaz. Peki herhengi bir insan sahabeden daha faziletli olabilir mi ? Belli ki daha üstün, daha faziletli olamaz. Sahabe en üstün tabakadır. Peki sahabe bu makamı amel ile veya ibadet ile mi elde etti. Yok. İlimle mi elde etti ? O da yok. Örnek vererek anlatayım: İmam-ı Azam’ın ilmi çok rahat söyleyebiliriz ki sahabenin yüzde doksan beşinden fazlaydı. Bunu rahat söyleyebiliriz. Ameline gelelim. İmam A’zam’ın ameli yine sahabenin pek çoğundan fazla idi. Mesela sahabenin en alt tabakasından olanlardan Vahşi’yi düşünelim. Fazilet olarak Vahşi mi üstün, İmam Azam mı üstün? Vahşi üstündür. Peki Vahşi bu üstünlüğü ibadeti ile mi elde etti ? Hayır, ibadeti İmam Azam’ınki kadar yoktu, rahat söyleyebiliriz. İlmi ile mi elde etti ? Yok, ama ilim ve amelde İmam-ı Azam’dan çok geride olmasına rağmen, fazilet olarak İmam Azam’dan önde ve üsttedir. Peki bu fazileti Vahşi ne ile elde etti ? Resûlullah Aleyhi's Salâtu ve’s-Selam’la görüşmekle elde edildi. Başka bir sebep ve vesile yoktur. FATİH KUT: Yani Peygamber Efendimizi bizzat görme ile, râbıta ile oldu bu iş. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet, evet bu fazilet sadece sahabinin, Peygamberimizle hemhal olmasıyla oldu. Başka bir sebep yok. Dolayısıyla bir insanın nurundan, feyzinden istifade etmek, onunla sohbetle olur. O sohbet yoksa, o kişiden nur, arzu edildiği kadar geçmez. Değerlendirme sorularına devam edelim: Tabiin kimdir? Ümmetin ikinci derecede faziletli tabakası olan tabiin nesli, sahabilerin kendisini gördüğü kişilerdir. Şimdi burada


68

Tasavvufî Meseleler

bir tarif vereceğim: Kimi hadis usulcüleri ; ‘Bir insanın tabiinden olması için sahabenin onu bir an görmesi yetmez. Tabiinden olmak için, sahabe ile biraz beraber olmak, sohbet etmek gerekir. Ama Peygamberimiz müslüman bir insanı bir an görse o kişi hemen sahabi olur. Çünkü Peygamberimizdeki nur ve feyiz kuvvetli idi, hemen geçiyordu. Ama Peygaberimize kıyasla sahabeninki zayıf olduğundan sahabenin nurunun geçmesi için, o nuru alabilmek için sahabe ile hemhal olmak gerekir. O üstünlük, o fazilet, o nurun sirayeti ile olur ‘(Suyûtî,Tedrîbu’r-Râvi, 2 / 206, Beyrut, 1985 ; Sehâvî, Fethu’l-Muğîs, 3 / 123, Beyrut, 1993) diyorlar. Bu durum, bir insandan başka bir insana nurun geçtiğini, sirayet ettiğini gösterir. İşte bunun yolu canlı canlı sohbettir. Canlı canlı sohbetin olmadığı durumlarda hayalen beraberlik o nurun geçmesini temin eder. İşte bu hayalen beraberlik râbıtanın kendisidir.

FATİH KUT: gerçekten.

Gayet güzel bir açıklaması oldu

PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Başka da izahı yok rabıtanın. Rabıta haşa insana tapınmadır deyip duranlar rabıtaya bu noktadan baksalar meseleyi çok iyi anlayacaklar. Ama meseleye bozuk niyetten dolayı ters taraftan girince iddia ettikleri gibi hem yanlış anlarlar hem de düşmanlık ve nefrete hatta iftiraya sebebiyet verirler FATİH KUT: Ya karşı gelenler, niye karşı geliyor sayın Hocam? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Lüzumsuzluktan karşı çıkıyorlar diyebilirim. Rabıtanın fiziki îzâhını da ben salih


Prof. Dr. Orhan Çeker

69

insanlardan çok dinledim. Çok hoş fizîkî İzah şöyle: Elinize makası alınız. Toplu iğneleri çekiyor mu ? Çekmiyor. O makası, mıknatısa sürtün, sonra makası iğnelere tutun. Makas iğneleri çekmeye başlar. Makas mıknatısla hemhal oldu, temasa geçti. Dolayısıyla mıknatısın hali onu etkiledi, ona özelliği geçti ve iğneleri çekmeye başladı. Peki bir başka makası değdirin, toplu iğnelere. Çekmez. Önceki makası, bu makasa sürtün, bu ikinci makas da iğneleri çekmeye başlar. İşte esas cezbedici kaynak ile hemhal ola ola ondaki bazı özellikler buna geçer ki bu geçiş maddenin rabıtası ile olmuştur (M.Z.KOTKU, AK-RA konuşmalarından). Yine şöyle bir örnek vermişti : Demir yakmaz.. Ama demiri ateşe koy, demir ateşle hemhal ola ola öyle bir an gelir ki demir de yakar hale gelir. Dolayısı ile nur sahibi, nurlu, feyizli bir insan ile hemhal ola ola bu nur öteki insana geçer (M.Z.KOTKU, İskender Paşa Camii va’zlarından). Râbıta işte budur.

FATİH KUT: Çok güzel bir açıklaması, îzâhı oldu PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Îzâhı bu, yoksa ibadet falan değil. Yaptıkları yanlış değerlendirme fitneden ve iftiradan başka bir şey değildir. Bakın az önce ilgili hadis-i şerîfi okudum.. İnsan ne ile sahabi olur, ne ile ve nasıl tabiinden olur, anlattım bunları. Sahabi veya tabiinden… oluş ne amelle ne ilimle olur. Feyizli ve nurlu insanlarla sohbetle, beraberlikle, hemhal olmakla olur. Rabıtanın aslı bu. Rabıtanın reddedilecek bir tarafı yok, ibadet olacak tarafı da yok. Bir insanın manen yükselmesi bu durumda amel ile olmamış, ilim ile olmamışsa, başka ne ile olur.


70

Tasavvufî Meseleler

Zenginlikle mi olur? Yok, Çünkü İmam Azam zengindi. Pek çok sahabiden daha zengindi. Ama sahabe seviyesine çıkamamıştı. FATİH KUT: Peki Peygamberimizle Râbıta kurulabilir mi? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam ile olur. Onu da şöyle izah edeyim : Aslında nurun kaynağı Cenâb-ı Hakk’tır. O, önce nurunu Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’a indirir. Diğer Peygamberlerden de önce O’na indirir. Peygamberimizden de insanlara dağılırken diğer Peygamberler ve ümmet-i Muhammed’in salihlerine dağılır. Onun içindir ki bu ümmetin salihleri ile diğer Peygamberler aynı anda o nuru alırlar. “Ümmetimin alimleri, salihleri Beni İsrail’in Peygamberleri gibidir” (değeri için bkz. Acluni, Keşf, No:1744) rivayetinin îzâhı da budur zaten. Ümmetin diğer ferdlerine ise bunlar kanalıyla o nur ve feyiz dağılır ki bu dağılma, o sohbet, o beraberlik, o hemhallik, o râbıta ile olur. FATİH KUT: Nur / feyiz İnsana enerji veriyor değil mi Sayın Hocam ? Neden ? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Enerji verdiği kesindir. Onu rahatlalıkla söylüyoruz. Râbıtanın, zikrullahın, insanı feyizlendirdiği, nurlandırdığı tecrübe ile sabittir. Bu nur, insana güç, kuvvet, cevvaliyet, zindelik, dinçlik verir. O insanlar bundan dolayı sıkıntılara, zorluklara çok iyi tahammül ederler. Çok ibadet etmek onları yormaz hatta dinlendirir. Nafileleri çok işledikleri için, farzlar onlar açısından sıradanlaşır. Mesela sabah namazını, vaktinde camide cemaat ile kılmak çok sıradan bir iş halini alır. Teheccüdü, gece ibadetini kaçıracak olsalar sanki bir farzı


Prof. Dr. Orhan Çeker

71

kaçırmış gibi, bir haramı işlemiş gibi kendilerini kötü hissederler. Bir de şunu ekleyeyim ; Mesela bir oda düşününüz. Nursuz, secdesiz, namazsız, niyazsız, mendebur insanların doldurduğu bir oda. Oradaki insanlar dışarı çıksın gitsin, sonra gel o odaya, orada hiç bir manevi hava göremezsiniz. Ama o odaya bir tane salih, feyizli insan koyun. O insan kalkıp gittikten sonra girin o odaya, o manevi havayı fark edersiniz. Bu neden oldu ? İşte o insanın nurunun o odaya sirayet etmesi ile oldu. Bu durum isbat istemeyecek kadar açık, belli durur. Biraz da insan firasetle gözlemlerse, bunu görür. Ama firasetsizce olaylara bakarsa o zaman nursuz bir insan ile nurlu bir insanın farkını bile göremez.

ŞEFAAT İSTENİR Mİ ? FATİH KUT: Şimdi de şefâat konusuna geldik. Evet Sayın Hocam, şefâat nedir? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet bir de şefâat konusu var. Ona da çok çatıyorlar, karşı çıkıyorlar. Şefâat yok, diyenlerden tutun, “Şefâat Ya Resûlellah” dediğin zaman, “hah müşrik oldun, kafir oldun”, diyenler var. Şimdi bu konuyu yine püf noktalarına temas ederek îzâh etmeye çalışalım. “Şefâat Ya Resûlellah” diyen insan acaba şirke girer mi? Öncelikle şunu belirtelim : “Şefâat Ya Resûlullah” derken izah isteyen iki tane mesele var: Bir, Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm vefat etmiş iken kendisine “Yâ” diye nida edilebilir mi?. İki, Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’dan şefâat istenir mi meselesi? Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam vefat etmişken


72

Tasavvufî Meseleler

kendisine nida edilmesinin caiz olduğu bizim et-Tahiyyat duasında var. Namaz kılan kişi her iki rekatta bir defa Tahiyyat duasını okur. Yani günde 40 rekat namaz kılan kişi 20’den fazla et-Tahiyyat okur. Günde 20’den fazla

‫السلم عليك أيها النبى‬ “Ey Peygamber sana selam olsun”, diyor. Peygamberimize nida etmektedir yani. Peygamberimiz vefat etmiş olmasına rağmen kendisine nida edilmektedir. Eğer Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın vefatından sonra ya da kendi gıyabında O’na nida etmek şirk olsaydı, insanı dinden çıkarsaydı, namaz kılan insanın günde 20’den fazla dinden çıkması gerekirdi ki bunu söylemek mümkün değil. Dolayısıyla et-Tahiyyat duasının delaleti ile rahat rahat diyoruz ki, Resûlullah Aleyhi'sSalâtu ve’s-Selam’a buradan veya dünyanın neresinden olursa olsun nida etmek,

‫السلم عليك أيها النبى‬ “Ey Peygamber sana selam olsun” demek caizdir, insanı şirke götürmez. Üstelik bu dua ile O’na selam da veriyoruz. Burası da ilginç. Hatta namazda et-Tahiyyat’ı okumak vacib olduğuna göre Peygamberimize nida etmek vacibdir de diyebiliriz. Mesele gayet açık yani. Bundan başka bir de şahısla tevessül bahsinde vereceğimiz bir hadis-i şerif var (İbn Mâce, İkametu’s-Sala : 189). Orada Peygamberimiz, kendisine gıyaben “YA” diye nida edilmesini istiyor. Şimdi gelelim Peygamberimiz’den şefâat istenir mi, meselesine. Diyorlar ki ‘şefâat sadece Allah’tan istenir. Allah müsaade etmeden hiç bir şey olmaz. Resûlullah


Prof. Dr. Orhan Çeker

73

Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’dan şefâat istemek şirktir’. Biz zaman zaman bunlara deriz ki ; bir meselenin, esas hükmünü ölçen ve belirleyen o püf noktayı (illetini) bilemezseniz ölçtüğünüz, biçtiğiniz bütün şeyler ve sonuçları yanlış çıkar. Mesela metre yüz cm.dir. Sen metreyi 75 cm. olarak alırsan ne ölçersen ölç, yanlış ölçersin, yanlış sonuç alırsın. Herkesin mesela diyelim ki 100 m. dediği yere, sen 125 m. dersin. Bizim fıkhî meselelerde bu ölçü yanlışlığına çok dikkat çekilir. Çünkü dikkat etmezsen hem kendin saparsın, hem de seni sevenleri saptırırsın. Bu şefâat meselesinde de püf noktasını tesbit yanlışlığı yapıyorlar. Bakın nasıl ? Püf noktasını söylüyorum : Şefâat yetkisini istemek ayrı şeydir. Yetki verilmiş birinden şefâat istemek ayrı şeydir. Bunu tekrar ediyorum, çünkü püf noktası burası. Yani “Ya Resûlullah bana şefâat et” derken, “Ya Resûlellah bana şefaat yetkisi ver de ben de başkasına şefâat edeyim” anlamını çıkarmak yanlıştır. Doğrusu, “Ya Resûlellah sana şefâat yetkisi verilecek beni de unutma”, anlamıdır. Şimdi olayı dağıtmadan tekrar edeyim. Şefâat etme yetkisini istemek ayrı şey, yetki verilmiş bir kimsenin yardımını istemek ayrı konudur. Siz eğer şefâat yetkisi ile ilgili delilleri, şefâat etme olayıyla ilgili olarak kullanırsanız ortalığı tamamen darmadağın etmiş olursunuz. Sapmış da olursunuz., saptırmış da olursunuz. Şefâat etme yetkisiyle ilgili delilleri yetki konusunda kullanacaksınız. Yetki verilmiş bir insanın şefâat etmesiyle ilgili delilleri de kendi noktasında kullanacaksınız. İşte yanılınan, yanlış yapılan püf nokta burasıdır. Yani şefaate karşı çıkanlar, şefaat yetkisi ile ilgili delilleri, yetki verilmiş birisinden şefaat etmesini isteme konusunda kullanıyorlar. Hata burada yapılıyor. Dolayısıyla “Şefâat Ya Resûlellah” diyen insan


74

Tasavvufî Meseleler

“Ya Resûlellah sen bana şefâat yetkisi ver de ben de başkasına şefâat edeyim” demek istemiyor. Öyle diyen, düşünen yok. Ama şefâate karşı çıkan böyle değerlendiriyor. Ters taraftan giriyor meseleye. Halbuki Peygamberimizden şefâat isteyen kişi “Ya Resûlellah sana şefâat etme yetkisi verilecek, o zaman beni de unutma” demek istiyor. Bunun böyle olduğu apaçık dururken hala Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den yetki isteniyormuş gibi konuyu takdim etmek bir bakıma şeytanlığın / canbazlığın da bir başka uygulamasıdır. Şimdi gelelim meselenin çözümüne. Şefâat yetkisi sadece Allah’tan istenir. Çünkü şefâat etme yetkisini sadece Cenâb-ı Hakk verir. Cenâb-ı Hakk’ın dışında hiç bir güçte, hiç bir insanda bu yetki ve imkan yoktur. ALLAHtan gayrısı böyle bir imkana sahip değildir. Bu da ALLAHın uluhiyyetinin gereğidir. Bu yetki ve imkan Allah’tan başkasında olmadığı için, Allah’tan başkasından istemenin de manasızlığı ve batıllığı ortadadır. Dolayısı ile bir insan şefâat etme yetkisi isteyecekse sadece Allah’tan ister, yetkiyi başkasından istemesi itikaden tehlikelidir. Yani der ki, “Ya Rabbi bana şefâat etme imkanı ver ki ben de başkalarına şefâat edeyim”. Bu doğru bir istektir. Çünkü şefaat yetkisi sadece Allah’tan istenir. Şefaat yetkisini Resûlullah’ Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’dan ya da başka birinden isteyemezsiniz. Apaçık Kur'ân-ı Kerîm diyor ki, “Allah’ın izni olmadan şefâat edecek olan kimdir ?” Bu hüküm belli durur. Zira burada söz konusu yapılan şey, şefâatin kendisi değil, yetkisidir. Gelelim şimdi Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’dan istenen şefâat ne öyleyse ? Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’dan istenen şefâat, şefâat etme yetkisinin verilmesi değil, kendisine ALLAHtan verilecek şefaat etme yetkisinin, ümmetten ihtiyacı olanlar


Prof. Dr. Orhan Çeker

75

lehine Resûlullah efendimiz tarafından kullanılması talebidir. Yani “Ya Resûlellah, Allah Teala sana şefâat etme imkanı verecek, beni de unutma” anlamındadır. Peygamberimize bu yetki ahirette verilecektir. Peki Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’a şefâat etme yetkisi verildikten sonra, kendisinden şefâat istenilecek mi? Muhtaç olan insanlar O’nun kendileri lehine şefâat etmesini isteyecekler mi? Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam diyor ki, “Başka Peygamberlere verilmeyen beş şey bana verildi”. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam sayıyor bunları : Bir : Şefâat-i uzma bana verildi, diyor. En büyük şafaat demektir. En büyük şefâat hiç bir Peygambere verilmemiş, Peygamberimize verilmiştir. İki : Yeryüzü bana tümden mescid kılındı. Ümmet-i Muhammed her yerde ibadetini yapabilir ama diğer ümmetler yalnızca belli yerlerde ibadet yapabilirdi. Kilise’de, havra’da şurada burada yaparlardı sadece. FATİH KUT: Ama biz dağda, kırda, bayırda… her yerde namaz kılarız değil mi Sayın Hocam, PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Kılarız. Üç : Savaş ganimeti bana helal kılındı. Dört : Diğer peygamberler yalnızca gönderiliyordu. Ben tüm insanlara gönderildim.

kavmine

Beş : düşmanıma ta bir aylık mesafeden korku salınmakla bana yardım olundu, diyor Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam, ( Buhari,Teyemmüm :1; Salat : 56; Ğusl :26). Yani bir düşman ordu toplanıp


76

Tasavvufî Meseleler

Peygamberimizle savaşa çıkmaya başladığı an, içlerine korku düşüyordu ve düşmanın morali taa ilk başta bozuluyordu. Bu beş şey diğer Peygamberlere verilmedi. Bizim Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’a verildi. Şimdi şefâat-ı uzmaya gelelim şimdi. En büyük şefâat, kıyamette, mahşer yerinde bütün insanlar toplanmış, herkes ne olacağız diye telaşla bekliyorlar. Öyle bir bekleme ki herkes bıkmış, ‘bir an önce hesabımız görülse de ne olacaksa olsa, biz de bu beklemekten kurtulsak’ diyecekler. Çare olarak insanlar Hz. Adem’e koşacaklar “Ey insanlığın babası! Bize şefâat et de hesabımız bir an önce görülüversin, beklemekten bıktık”, diyecekler. Hz. Adem kendisine göre bir mazeret söyleyerek “Ben yasaklanmış bir meyveyi yedim, siz Nuh’a gidin”, diyecek. Hz. Nuh’a koşacaklar. O da bir mazeret söyleyerek “İbrahim’e gidin”, diyecek. Hz.İbrahim bir mazeret söyleyerek gelenleri Hz. Musa’ya gönderecek. Musa Aleyhi's-Selâm bir mazeret söyleyerek onları Hz. İsa’ya yönlendirecek. Hz. İsa da bir mazeret söyleyerek onları Peygamberimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e gönderecektir. Nihayet bütün insanlar Peygamberimiz’den şefâat isteyeceklerdir. O da hesapların bir an önce görülmesi için şefaat edecek, mümin- kafir ayırımı olmaksızın tüm insanlar bu şefaatten istifade edeceklerdir. Herkes istifade edeceği için bu şefaate “Uzma” yani en büyük şefaat denilmiştir. Dikkat edin, burada Peygamberimiz’den istenen şey, başkasına şefâat etme yetkisi isteği değil, Peygamberimize şefaat etme imkanı verilecek, onu insanlar lehine kullanma isteğidir. Yoksa bu insanlar, başkasına şefaat etmek için Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den yetki istiyor değiller. Bir de diyorlar ki bu istek ahirette olacaktır. Dünyada şefaat


Prof. Dr. Orhan Çeker

77

isteneceğine delil olmaz. Halbuki sahabe, Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’dan hayatta ve dünyada iken şefâat istemişlerdir. Örneklerini biraz sonra vereyim. Bir de bu istek Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem hayatta iken olmuş, vefat ettikten sonra bu istek caiz değildir, diyorlar. Her iki iddia da yanlıştır. Şimdi hadisten delilleri getireceğim. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam hayatta iken de kendisinden şefâat istenmiş, kendisi dünyada yok iken de şefâat istenmiştir. Örnek rivayetler şöyle : Sahabeden Enes b. Malik, diyor ki, Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’dan kıyamet gününde bana şefâat etmesini istedim. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam da, “Evet ben sana şefâat edeceğim” diyor. Fakat Enes b. Malik işi biraz kendince sağlama bağlamak istiyor. “Ya Resûlellah! Kıyamette ben seni nerede bulacağım’, diyor. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’sSelam cevaben diyor ki, “Beni ilk önce sırat köprüsü yanında ara”. Dikkat edin, Peygamberimiz stratejik noktalarda bulunuyor yani.. Dedim ki, “Ya orada seninle karşılaşmazsam,” Buna da Efendimiz cevaben, “Beni amellerin tartıldığı terazinin yanında ara”, diyor. Yine önemli bir nokta.


Tasavvufî Meseleler

78

“Ya Resûlellah! ya orada seninle karşılaşamazsam”, diye tekrar soruyor. O zaman da : “Beni Havz-ı Kevser’in yanında ara, Bu üç yerden başka yerde olmam,” cevabını veriyor Efendimiz (Tirmizi, Kıyamet : 9). FATİH KUT: Üç tane stratejik nokta. PROF. DR. ORHAN ÇEKER:. Evet, sırat köprüsü amellerin tartıldığı, terazi, mizan ve üçüncüsü Kevser havuzunun başında. Bakınız Enes b. Malik, dünyada iken Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’dan şefâat istiyor ve işi sağlama bağlıyor. Bu rivayetten ayrıca Peygamberimizin ahirette nerede olacağını öğreniyoruz. Bir başka rivayet daha veriyorum şimdi. (Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde, iki yerde geçiyor, bir tanesi I / 350). Rivayet şöyle : Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’sSelam’a zaman zaman hizmet eden birisi vardı. Her seferinde Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam ona soruyordu. “Senin de bir ihtiyacın var mı (ki ben karşılayayım)” diyordu. O hizmetçi ; “Bir ihtiyacım yok Ya Resûlellah” diyordu. Nihayet bir gün hizmetçi ; “Ya Resûlellah! benim bir ihtiyacım var.” demiş. O ihtiyacını şöyle ifade etmiş.

‫أن تشفع لى ياوم القيامة‬ “Kıyamet gününde bana şefâat etmendir.” Hatta bir rivayette diyor ki :


Prof. Dr. Orhan Çeker

79

“Cennette sana komşu olmak istiyorum”. Peygamberimiz bunun üzerine diyor ki sana bu aklı kim verdi (böyle bir istekte bulun diye sana kim söyledi) ? O adam, “Bunu bana Rabbim öğretti.”diye cevap veriyor. Bunun üzerine Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam, “Peki, başka bir istek olmaz mı (bu çok büyük birşey) diyor . Adam bunun üzerine : “Ya Resûlellah, ben bunu istiyorum” diye cevap veriyor. Nihayet Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam: “(Eğer başka bir istek olmazsa, bunda ısrar ediyorsan), o zaman çok secde yaparak (namaz kılarak) bana yardımcı ol” diyor. Bakınız bunda da Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve’sSelam’ın bizzat kendisinden şefâat istenmiştir. Ama dikkat edin, şefâat yetkisi değil, o istenmemiş, Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam’a yetki verildikten sonra, o hizmetçi kendi lehine de şefaat etmesini istemiştir. Zaten bizim de şefaat isterken, istediğimiz odur. Peki, Peygamberimiz hayatta değilken istenmiş midir? Şimdi ona geliyorum : Peygamberimizden sonraki eserlere bir bakın, hak yolda olduğu ümmetçe tasdik edilen, hidayet üzere olduğu konusunda hiç kimsenin aksi bir lafı olmayan alimlerimize bakıyoruz. Peygamberimizden şefâat istemişlerdir. Peygamberimizden sonra mesela İmam Azam’ın kasidelerine bakın. Özellikle Kaside-i Nûniye veya Nu’maniyye denilene bakın, baştan sona Peygamberimizden şefâat isteği ile doludur. Bu hem bir örnek hem de bir hatırlatma olsun. Şimdi öyle bir örnek


80

Tasavvufî Meseleler

vereceğim ki artık buna insanın teslim olması ve kabul etmesi gerekecektir. Örnek şu : Kur'ân-ı Kerîm’de Tubba’ ismi iki yerde geçer: Duhan (37) ve Kâf (14) sûrelerinde ‫وقوم‬ ‫“ تبع‬Tubba’ın kavmi”, şeklinde geçmektedir. Tubba’ Yemen krallarına verilen bir isimdi. İşte bu Tubba’ların birincisi Yemen’de ordusunu hazırlamış, kuzeye doğru fetihlere başlamıştır. Mekke-i Mükerreme’yi geçmiş, Medine’(Yesrib)’ye kadar gelmiştir. O zaman Medine’deki Yahudi alimler, “Burası son Peygamberin geleceği yerdir. Burada sakın haa zulüm falan işlemeyesin” diye uyarmışlar. O Yahudiler de oraya göç etmişler, son Peygamber gelecek biz de ona tabi olacağız diye oraya yerleşmişler. FATİH KUT: Çok ilginç değil mi Sayın Hocam? Yani oraya kadar geliyorlar ama tabi olmuyorlar. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Yaa çok ilginç, iman nasib işidir tabii. Tubba’ iyi niyetli, iyi kalbli birisi olduğu için orada hemen fütûhatına son vermiş ve Peygamberimize verilmek üzere bir de mektup yazmıştır. Hani şimdi kutlu doğum haftalarında Peygamber’e (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mektup yazılıyor ya, benim bildiğim ilk mektup Tubba’ tarafından yazılmıştır. Tubba’ biraz sonra içeriğini okuyacağım o mektubu yazmış, altına da mührünü vurduktan sonra Medine yerlilerinden birisine vermiş ve ona : “O Peygamber sen hayatta iken buraya gelirse, bunu bizzat kendin ver, yok sen ölürsen çocuklarına vasiyet et, onlar versinler. Onlar ölürse, onların çocukları… ulaştırsın” demiş o emanetçi kişiye. Yani elden ele bu mektubu son Peygamber, ahir zaman Peygamberine ulaştırın, diye


Prof. Dr. Orhan Çeker

81

vasiyet etmiş ve geriye dönmüştür. Geriye dönerken gene Mekke’ye uğramış, Kabe’ye örtü giydirmiştir. Kabe’nin siyah örtüsü adetinin Tubba’dan kalma olduğu söylenir. Tubba’ Mekke’de hacılar için evler de yaptırmıştır. Hacca gelenler burada bedava kalsınlar diye ilk ev vakfiyeleri belki de bu evlerdir. Tubba’ sonra Yemen’e dönmüştür. Şimdi bu mektup ne oldu ? Oraya geliyorum. Bu mektup kitaplarımızın kaydına göre, tam 1000 (bin) sene sonra Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve’s-Selam Medine’ye hicret edince Peygamberimiz’e bu kıymetli emanet / mektup teslim edilmiştir. Hatta Peygamberimiz Aleyhi'sSalâtu ve’s-Selam bu mektubu bir mucize eseri olarak bizzat kendisinin istediğine dair rivayetler var. Biraz sonra bu hususu anlatayım. Peki bu mektupta neler yazılı ?

،‫إلى محمد بن عبييدالله نييبي اللييه اورسيياوله‬ ‫خاتم النبيين اورساول رب العالمين صلى الله‬ ‫ فييإني‬،‫ ميين تبييع الاول أمييا بعييد‬.‫عليه اوسييلم‬ ‫ اوأنا على‬،‫آمنت بك اوبكتابك الذي أنزل عليك‬ ‫ اوآمنييت بربييك اورب كييل شيييء‬،‫دينك اوسنتك‬ ‫اوآمنييت بكييل مييا جيياء ميين ربييك ميين شييرائع‬ ‫ اوإن ليم‬،‫ فإن أدركتك فبهييا اونعميت‬،‫السلم‬ ،‫أدركك فاشفع لي اول تنسييني ييياوم القياميية‬ ،‫فإني من أمتك الاولين اوبايعتك قبل مجيئك‬ ‫اوأنييا علييى ملتييك اومليية أبيييك إبراهيييم عليييه‬ ‫السلم‬ Tubba’ Peygamberimizin adından önce yazıyor. Diyor ki,

adını

hürmeten

kendi

“Allah’ın Nebisi ve Elçisi, Peygamberlerin sonuncusu Rabbü’l-aleminin Elçisi Abdullah oğlu Muhammed’e Tubba’


82

Tasavvufî Meseleler

I’den”. “EMMA BA’DU : Ben sana da, sana indirilen Kitab’a da iman ettim. Ben senin dinin ve sünnetin üzereyim ve Sen’in de her şeyin de Rabbine iman ettim. İslam şeriatı / dini olarak Rabbinden sana ne geldiyse hepsine iman ettim. Ben bizzat sana yetişirsem ne kadar güzel, ne mutlu bana. Eğer sana yetişemeyecek olursam, Kıyamet gününde bana şefâat et ve beni unutma. Çünkü ben Sen’in ümmetinin ilklerindenim. Sen’in gelişinin (bin sene) öncesinden sana biat ettim. Ben Sen’in dinin ve baban İbrahim’in dini üzereyim”. FATİH KUT: Yani bu kralın, Peygamber Efendimiz hakkında bilgisi varmış aslında Sayın Hocam ? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet Yahudilerden o bilgiyi almış. Yahudilerdeki bilgi de ne kadar açık bir bilgi. Bakınız, Peygamberimizin gelişinden bin sene önce, Peygamberimiz hayatta değilken Tubba’ Peygamberimiz’den şefâat istiyor, (şefaat etme yetkisi değil tabii ki). Hem de bu mektubu, Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem en son Ebu Leyla isminde birinden “Sen, yanında Tübba’ I’in mektubu olan Ebu Leyla mısın ? (Evet, cevabını alınca ) “Ben Muhammed’im o mektubu bana getir, ver” diyerek emaneti elinde bulunduran Ebu Leyla’dan bizzat Sallallahu Aleyhi ve Sellem kendisi istemiştir. Bu mektub bizim kaynaklarımızın pek çoğunda yer almaktadır. (Örnek olarak bkz : İbn İshak’tan naklen Kurtubi, Tefsir, Duhan suresi 37. ayet tefsiri ; Halebi, es-Sira, Beyrut,1400, 2 / 279… ) Hiçbir İslam alimi “Böyle bir istek caiz değil, peygamberimiz yokken şefâat istenmez”, şeklinde bir itirazda bulunmamıştır.


Prof. Dr. Orhan Çeker

83

FATİH KUT: Son cümlesi çok önemli değil mi Sayın Hocam? “Beni unutma” diyor. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet “Beni unutma” ve “Bana şefâat et” diyor. Peygamberimiz dünyada yok iken kendisinden şefaat istenmiştir. Dolayısıyla biz şimdi Peygamber Efendimiz yokken “Ya Resûlellah! Bana şefâat et” desek, hiç mi hiç şirkle ilgisi olmaz. Bu istek sahih iman ve sünnetle uyumludur. Sahabe bizzat Peygamber Efendimizden şefaat istemişlerdir. Peygamber Efendimiz’den de bu mektuptaki ifadeleri nahoş gördüğü yolunda birşey nakledilmemiştir. Ümmet içerisindeki hiç bir alim de bu mektuba bu yönü ile itiraz etmemiştir. FATİH KUT: Şefaat isteyen istesin değil mi Sayın Hocam ? İstemeyen de kendi düşünsün. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Öyle tabii. Şirktir falan diyenler ayağını denk alsın. Şirk olmadığı halde birine müşriksin demek, ne demek? Muvahhid olan kişiye sen müşriksin diyorsan, şirk kendine döner. Kendin bu sefer nursuz, niyazsız hale gelirsin. Zaten bu tiplerin yüzünde namaz nuru bile görünmüyor. Halbuki namaz kılıyorlar.

MEDİTASYON FATİH KUT: Sayın Hocam, şimdi geldik meditasyon meselesine. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet. İnsanlık zamanımızda şeytanlığa o kadar hevesli ki, şeytandan gelen her şeyi modernlik olarak telakki ve takdim ediyor. İlahi ve doğru olan bir şeyi de gericilik olarak telakki ve takdim ediyor. İnsanların kimileri buna ne kadar da çok hevesli.


84

Tasavvufî Meseleler

Heveslenenlerin hepsi de ya şeytandır ya da şeytanın askerleridir. Bir insan Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği bir ibadeti gericilik olarak görüyor da son derece uydurma bir eylemi, modernlik olarak kabul ediyorsa bu şeytanlıktan başka bir şey değildir. Şimdi gelelim yogaya ve meditasyona. Ne yapıyorlar ? Kimi insanlar seans başı bir sürü de para vererek spor salonu gibi bir yere doluyorlar. Bir tane şef konumundaki güya usta kişi çıkıyor sahne gibi yere. Oradakilere talimatlara başlıyor : ‘Diz üstü çökün, bağdaş kurun, şöyle… yapın, gözünüzü yumun, zihninizde kainatı gezin, elinizi kaldırın, başınızın üzerine koyun… filan. Gözler yumuk, kendinizi denizleri geziyor gibi hayal ediyorsunuz, kainatı dolaşıyorsunuz… falan filan. Beni hayal edin, falan şeyleri hayal edin’. Talimatlar bitince belki de 1 saatlik bir hayal seyahati yapıldıktan sonra onlara ‘gözünüzü açın, ne hissediyorsunuz’, sorusunu soruyor şef. Onlar, aslı yokken ‘Oh be rahatladık’, diyorlar. Tövbe Ya Rabbi diyorum ben şimdi. Bu eylemin aslı ne, perde gerisi, arkaplanı ne ? İşin arkaplanı şu : İnsanın biliyorsunuz iki yönü var, bir maddî / biyolojik yönü, bir de ruhî yönü / manevi yönü vardır. Her iki bünyenin de beslenmeye ihtiyacı vardır. Nasıl ki biyolojik olarak vücudumuzun ekmek yemeye, su içmeye, yemek yemeye, besin almaya ihtiyacı varsa ruhanî bünyemiz de beslenmeye muhtaçtır ve biyolojik bedenimiz acıktığı zaman nasıl bizden yemek istiyorsa, ruhanî varlığımız da ihtiyaç hissettiği zaman bizi dürter, bizden besin ister. ‘Bir şeyler bul ve ver, ben acıktım’ der. Midemiz acıktığı zaman biz temiz ve helal bir şey vermeyecek olursak, o insan midesi çöplerden beslenmeye kalkar. Tertemiz pırıl pırıl bir yemek varken son derece hijyenlikten uzak şekilde çöplükleri karıştırarak beslenmek


Prof. Dr. Orhan Çeker

85

nasıl çirkin bir durum ise bunun aynısını ruhanî hayatımıza aktararak düşünelim: Ruh beslenmek istiyor. Ne ile, manevi şeyler ile, ibadet ile beslenmek istiyor. Sen ona helal ve temiz bir yiyecek yani meşru bir ibadet vermeyecek olursan, bu ruh çöplükten beslenmeye kalkacaktır. İşte yoga ayini, meditasyon ruhun çöplükten beslenmeye mahkum ve mecbur bırakılışının tezahürüdür. Tabii ki ruh pis şeylerle beslenmez. Çünkü ruh latif bir varlıktır. Fakat o ruhun sahibi ‘ruhumu besledim’ zanneder. FATİH KUT: Biraz yogacılar kızacak ama. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: İstedikleri kadar kızsınlar, hiç kimsenin, yanlış yaptığı için ve ben ona yanlışını hatırlattığım için kızmasına ben değer vermiyorum. Meditasyon tamamen uydurmadır ve psikolojiktir, gerçekle ilgisi yoktur. Ruh ibadete ihtiyaç hissediyor, beni doyurun diyor, bu insan ona helal ve temiz bir gıda yani meşru bir ibadet vereceğine ve onu öyle besleyeceğine, o insan maalesef bu doğru ibadeti bulamıyor. Gidiyor, ruhunu çöplükten beslemeye kalkıyor. Dolayısıyla yoga ayini / meditasyon, ruhun ibadete olan ihtiyacının feryadıdır. İnsanlar o ruha meşru bir ibadet vermezler de, yogaya yönlendiriyorlarsa aynen ter temiz sofra dururken çöplüğe yönlendirmek demektir. Maalesef, onlara çok acıyorum. Ruhu, Cenâb-ı Hakk yaratmıştır. En doğru besini de o işaret etmiştir, o söylemiştir. Sen ruhuna o ilahi gıdayı vereceğine necis şeyler yedirmeye kalkıyorsun. Bir de şuna işaret edelim, insan vardır, ibadet eder. Bir başka insan vardır, o insan da ibadet ediyordur. Berideki insan bu ibadeti bir yük gibi görür, şu namazı


Tasavvufî Meseleler

86

kılalım da aradan çıkaralım der hatta. Ama insan vardır, ruhu ibadetle tatmin olduğu için ibadet etmek ister, ibadetten tad alır bu insanlar. Yoruldukları zaman iki rekat da olsa namaz kılarlar, mesela ‘ne kadar da dinlendik’ derler. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm teheccüd namazı kılıyor da kılıyor, annelerimiz ‘Niye bu kadar kendini yoruyorsun‘ diye sorduklarında ‘Şükreden bir kul olmayayım mı’ cevabını veriyor. Yani Peygamberimizin ruhu ibadeti özlüyor ve istiyor. Peygamberimiz mecbur olduğu için değil, özlediği için ibadet ediyor. Bazen Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm Bilalı Habeşi’ye

‫أرحنا يا بلل‬ “Ey Bilal bizi bir rahatlat”, diyormuş. Yani, Kur'ân-ı Kerîm oku da bizi rahatlat, diyormuş. Ruh doğru terbiye edilmiş, doğru yoldaki ruh Cenâb-ı Hakk’ın gösterdiği ibadet ile tatmin olur. Ama bizim güya modern insanı, ruhu kendisini silkeliyor. Miğdenin zil çalması gibi ruhu zil çalıyor, ‘beni besle, bana güzel şeyler yedir’ diyor. Yani ibadetlerin doğrusunu bana getir, yaptır diyor. Heyhat ki bu adam çöplükten ruhunu beslemeye kalkıyor, meditasyonla onu güya beslediğini sanıyor. Bunlara vah ki vah diyoruz. Bunlar, ruhlarının ibadet isteyen çığlığını duymuyorlar, duysalar bile onu doğru besleyemiyorlar.

TEVESSÜL FATİH KUT: Geldik tevessül konusuna. PROF. DR. ORHAN ÇEKER : Tevessül konusuna başlayacaktık zaten. “Hakkı için”, “Yüzüsuyu hürmetine”


Prof. Dr. Orhan Çeker

87

diye dua etmek de konumuza dahil olacaktır. Çünkü iki konu birbirleriyle aynıdır. Tevessül kelime olarak, vesile edinmek, aracı edinmek anlamına gelir. Kelime manasının daha iyi anlaşılması için, basitten bir örnek vereyim : Diyelim ki bizim her hangi bir makamdaki insana işimiz düştü ve işimiz ancak oradan görülecektir. Biz kendimiz doğrudan gitsek, belki de bizi kabul etmeyeceklerdir. Ya da randevu alamayacağızdır. Görüşsek bile hakkıyla dinlenmeyeceğizdir. Ne yapıyoruz bu durumda, o makamdaki kişinin saygı duyduğu, sevdiği bir başkasına ulaşıyoruz ve diyoruz ki ‘bizimle beraber filan makamdaki insana gidelim, benim bir derdim var onu bi anlatalım’, diyoruz. O da bizimle geliyor, o makamdaki kişi bizim yanımıza aldığımız insanın hatırına bizi kabul ediyor, bizi iyi dinliyor, işimizi görüveriyor. Teşbihte hata olmasın. Cenâb-ı Hakk’a dua ederken Allahu Teâlâ katında değeri olan; hürmeti, manevi seviyesi, kıymeti olan birini duamızda hatırlatarak, Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda o kişinin adını anarak “Ya Rabbi, bizim duamızı kabul et” şeklindeki duaya tevessül denilir. Mesela “Ya Rabbi, Habibin Muhammed hürmetine benim bu duamı kabul et” dediğimiz zaman, Peygamberimizi Allah’a yalvarırken vesile edinmiş oluruz. Vesile bu, yani dua ederken, Allah katına çıkarken yanımıza Allah’a nazı geçen ve Cenâb-ı Hakk’ın onu kıramayacağı birini anıp onun ismini duamızda zikrederek Allah’a dua etmek anlamındadır. Böylece Allah’ın duamızı kabul etmesini daha çok ümid etmiş olacağız. Buna tevessül denir. İşte bu câiz midir, değil midir ? Bu konuda müslümanlar arasında epeyce birbirlerini suçlayanlar var.


88

Tasavvufî Meseleler

Bu suçlamalar da sıradan suçlamalar değil, inanca yönelik suçlamalardır. Dolayısıyla kimileri tevessülde bulunanlara veya bunu caiz görenlere “müşrik” diyor ve onun dinden çıktığını iddia ediyor. Kimileri de bu câizdir, böyle dua edilmesi gerekir şeklinde olayı normal görüyor. Acaba bunun doğrusu nedir ? Bu tevessül konusunu Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın da ifadeleriyle, mübarek hadîs-i şerîfleriyle konuya açıklık getirecek şekilde anlatarak îzâh etmeye çalışalım : Her şeyden önce Kur'ân-ı Kerîm’de bir Âyet-i Kerîme vardır :

‫اوابتغاوا إليه الاوسيلة‬ “Allah’a (varmaya) vesileler edininiz (vesileler arayınız)” (Maide suresi : 35). Allah’a doğru giderken, Allah yolunda vesileler edininiz. FATİH KUT: Ne anlamaya geliyor Sayın Hocam? PROF. DR. ORHAN ÇEKER : İşte bu vesile, Allah’a yaklaştıran, Allah’a giden yolda insana destek veren, moral veren, Allah’ın yardımının gelmesine sebep olan her şeydir. Bu abdest olabilir, dil ile Allah zikri olabilir, kelime-i tevhid olabilir, Âyete’l Kürsi olabilir, namaz olabilir, oruç olabilir, bir sadaka olabilir, hac olabilir, umre olabilir, sevap kazandıran yani Allah’ın değer verdiği her şey olabilir. Dolayısıyla, ‘illa şudur, diğerleri değil’ demek yanlış olur. Yani bu vesile namazdır, oruçtur, başka bir şey değildir, denilemez. Allah’a yaklaştıran ne varsa hepsidir. Ayetin yönlendirmesiyle diyebiliyoruz ki vesile Allah’a götüren, Allah’a varmamıza ya da Allah’ın bizi daha güzel


Prof. Dr. Orhan Çeker

89

kabul etmesine sebep olabilecek ne varsa hepsini ifade eder. Demek oluyor ki Allah katında değer ifade eden her hangi bir şeyi duamızda zikrederek Allah’a öyle dua etmemize biz tevessül diyoruz. Hadîs-i şerîflerde, ayet-i kerîme’lerde görebildiğimiz kadarıyla tevessül şunlarda oluyor : 1. Şahısla, bir insanla veya melekle olabilir. 2. Salih bir amelle olabilir. 3. Mukaddes bir mekanla olabilir. 4. Mübarek bir zamanla olabilir. Şimdi bunları sırasıyla işleyip delil / örnekler verelim: Şahısla Tevessül Şahısla tevessüle -ki en önemlisi de budur zatenhadîs-i şerîflerden örnekler vererek açıklamış olalım : Bu hususta en canlı örnek şudur: Sahabeden Osman b. Huneyf naklediyor. (İbn Mace, Sünen, İkametu’s-Sala : 189). Bu rivayet hakkında muhaddislerin koyduğu kayıt “Bu hadîs sahihtir” şeklindedir :

‫ أن رجل ل ضييرير‬- ‫عيين عثمييان ب ايين حنيييف؛‬ ‫د‬ ‫س‬ ‫د‬ ‫س‬ ‫د‬ ‫م‬ ‫ه د‬ ‫علي ايي د‬ ‫او د‬ ‫سييل ا‬ ‫صييلى الليي ت‬ ‫البصيير أتييى الن سب دييي د‬ ‫ه د‬ ‫ فقييال ))إن‬.‫ ادع السلييه أن يعييافيني‬:‫فقييال‬ ((‫ اوإن شئت دعاو ت‬.‫شئت أخر ت لك اوهاو خير‬ ‫ فييأمره أن يتاوضييأ فيحسيين‬.‫ ادعييه‬:‫فقييال‬ ‫ اويدعاو بهذا الدعاء‬.‫ اويصلي ركعتين‬.‫اوضاوءه‬ Osman b. Huneyf diyor ki, (mealen) Biz Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ile birlikte oturuyorken, bir adam çıkageldi. O adam âmâ idi, gözleri görmüyordu ve “Ya Resûlellah, benim için dua et, iyi olayım, gözlerim görsün,”dedi. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm, cevaben :


90

Tasavvufî Meseleler

“İstersen şimdi sana dua edeyim, ama istersen duayı ahirete bırakayım. O senin için daha hayırlı olur” dedi. Adam dedi ki; “Ya Resûlellah, ben duayı şimdi istiyorum”. Bunun üzerine Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm o adama ; Eve gitmesi, taze güzel bir abdest alması, arkasından iki rek’at namaz kılması, namazdan sonra şu duayı etmesi talimatını verdi :

‫ اوأتاوجه إليك بمحمد نبي‬،‫)الرلهم! إني أسألك‬ ‫ يا محمد! إني قييد تيياوجهت بييك إلييى‬.‫الرحمة‬ !‫ اللهييم‬.‫ربييي فييي حيياجتي هييذه لتقضييى‬ (‫فشفعه في‬ “Ya Rabbi, ben senden istiyorum ve Rahmet Peygamberin Muhammed ile sana yöneliyorum ( dikkat edin duada Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm kendi isminin anılmasını ona emrediyor). Ya Muhammed, ben bu ihtiyacımın giderilmesi için seninle Rabbime yöneliyorum. Ya Rabbi! O’nu (Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm’ı) benim ihtiyacım konusunda bana aracı kıl, şefâatçi kıl.” FATİH KUT: İfade aynen bu şekilde !!! PROF. DR. ORHAN ÇEKER : Dua bu. Bu noktada özellikle bir şeyi hatırlatmak istiyorum. Bakınız, Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in talim ettiği duada gıyaben Resûllullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e nida (‘YA MUHAMMED’) var, Peygamberimizi vesile edinmesi var, O’nun şefaatçi kılınmasını dileme var. Sadece bu hadis-i şerif, tevessülle ilgili bütün meselelerin çözümünde yeterlidir ve herhangi bir eksiklik bırakmamaktadır. Bundan sonra ne oluyor bakınız :


Prof. Dr. Orhan Çeker

91

O âmâ adam eve gidiyor, taze abdest alıyor, iki rekat namaz kılıyor, namazdan sonra bu duayı yapıyor ve gözleri açılıveriyor. Gözleri açıldıktan sonra tekrar Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’a geliyor, cemaat daha dağılmamış, hala orada duruyor. Osman b. Huneyf diyor ki; ‘O adam geldi, gözleri görüyordu. Sanki daha önce hiç kusuru yok gibiydi’. Evet, bir insan nasıl ki normal bir şekilde görüyor ve gözünde hiç bir kusur yoksa o anlamda görüyordu. Bakınız bu olayda şahısla tevessül var ve bizzat Peygamberimize gıyaben nida edilerek, ‘seni aracı / vesile kılıyorum’ ifadesi var. Yani tevessül ile ilgili ne kadar problem varsa bu rivayet hepsinin cevabını ihtiva ediyor. Aslında sadece bu rivayet yetip artıyor bile. FATIH KUT: ağzından.

Çünkü olay tamamen Peygamberimizin

PROF. DR. ORHAN ÇEKER : Evet, evet. Kimisi de diyor ki ‘tevessül şirktir, ancak rivayetten dolayı Peygamberimize tevessülde bulunmak câizdir’. Şimdi bu iddiayı yukarıdaki rivayete vurup olaya toplu baktığımız zaman mantıklı bir insan bu iddiayı söyleyemez diye düşünüyorum. Şöyle; diyelim ki bir insan her hangi birisini aracı kabul etti. Mesela Ali Veli’yi aracı kabul etti. Öyle dua etti. Onların iddiasına göre Ali, Veli’ye tapındı hâşâ. Peki onlara göre sadece Peygamberimizi aracı kabul etmek câiz ise, Peygamberimize haşa tapmak câiz mi olacak ? Öyle ya tevessül o insanı ilahlaştırmak ise ve iddialarına göre Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile tevessül caiz ise o mantığa göre Allah’tan başka peygambere ibadet etmek caizdir sonucu çıkmıyor mu !!! HAŞA. Yani Peygamberimizi Allah’a hâşâ şirk koşmak câiz olacak ama


Tasavvufî Meseleler

92

başka bir insanı şirk koşmak câiz olmayacak, öyle mi !!! Bu mantığın itibar edilecek bir tarafı var mı? İlginç bir rivayet de şu (Müslim, Salatu’l-Müsafirin : 200)

‫ إذا‬،‫كان رساول الله صلى الله عليه اوسلم‬ ‫ افتتح صلته‬،‫قام من الليل‬ Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm geceleyin teheccüd kılmak için kalktığında namaza şu dua ile başlıyor:

‫… اللهم! رب جبرائيل اوميكائيل اوإسرافيل‬ “Ya Rabbi, Ey Cebrail’in, Mikail’in ve İsrafil’in Rabbi…” Bakınız, Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm burada fazilet olarak kendisinden daha aşağıda olmasına rağmen meleklerin adını zikrederek Allah’a duada / tevessülde bulunuyor. Halbuki bu melekler ( Cebrail, Mikail ve İsrafil ), Peygamberimiz’den faziletçe daha aşağıdadırlar. Bu demektir ki, dua eden kişi Allah katında kendisinden faziletçe daha aşağıda olanla bile tevessülde bulunabilir. Ayrıca şu sonuç da çıkmaktadır: Allah katında değeri olan herkesle tevessülde bulunulabilir. İsterse vesile edinilen kişi, dua edenden faziletçe aşağıda olsun veya yukarıda olsun, farketmez. Zaten Hz. Ömer Peygamberimiz Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm’dan umre yapmak için müsaade istediğinde Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ona aynen şunu söylemiştir:

‫دعاء‬ ‫س أخاك من ال ر‬ ‫ل تن د‬


Prof. Dr. Orhan Çeker

93

“Kardeşini duadan unutma”. Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer’den dua istiyor. Bu da ayrıca şahısla tevessülün başka bir örneğidir. Şimdi o iftitah duasında Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm şöyle devam ediyor.

‫فييياطر السيييمااوا ت اوالرض عيييالم الغييييب‬ ‫اوالشهاد(ة أنت تحكم بين عبييادك فيمييا كيياناوا‬ ‫فيييه يختلفيياون اهييدني لمييا اختلييف فيييه ميين‬ ‫الحق بإذنك إنك تهدي من تشياء إليى صيراط‬ ‫مستقيم‬ Ya Rabbi, Ey Cebrailin, Mikailin ve İsrafilin Rabbi, göklerin ve yerin yaratıcısı Rabbim. Ğayb âlemini de, şehadet alemini de (inceden inceye) bilen Rabbim Sen, kullarından hangi konuda ihtilaf ettilerse, aralarında hükmedensin. Öyle ise, Ya Rabbi onların ihtilaf ettikleri, konuda, izninle beni, hakka yönelt. Şüphesiz sen kimi diliyorsan, dosdoğru yola iletensin”. Bu duanın başında dikkat ederseniz, Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm Cebrail, Mikail ve İsrafil ile tevessülde bulunuyor. Bu, şahısla tevessül örnekleri idi. Şahısla tevessül sadece bununla bitmiyor. Bazen Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın teri ile bile sahabe teberrükte bulunuyordu FATİH KUT: Nasıl yani, Sayın Hocam. Biraz daha açar mısınız? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Anlatacağım. Hırkası ile, abdest suyu ile, su içtiği bardakla tevessülde bulunuyorlardı. Bakınız, yine Sahih-i Müslim’de Fezâil


Tasavvufî Meseleler

94

bahsi. (Sahabenin faziletleri bahsi) 84 numaralı hadîs. Babın başlığı şu : “Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın terinin, koku olarak kullanılması ve onunla teberrükte bulunulması, onunla bereketin ümit edilmesi” babı. Bu rivayet, Enes b. Malik r.a.’dan geliyor. Peygamber Efendimiz, kendisine akraba olan Ümmü Süleym’in evine rahatlıkla gider gelirdi. Onunla da zaman zaman otururdu. Diyor ki Enes b. Malik. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm Ümmü Süleym’in evine gider. Onun yatağının üzerinde uyurdu. kadın evde yokken, o izin almaksızın, yakın akraba olduğu için evine gider, orada dinlenirdi zaman zaman. Günün birinde Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm yine geldi ve yatağın üzerine uzanarak uyudu. Ümmü Süleym evde değil tabii, komşulara falan bir yere gitmiş. Hemen kendisine birisi gelmiş ve ona : “ İşte Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm senin evinde yatağın üzerinde uyudu, uyuyor”, demiş. Ümmü Süleym eve hemen gelmiş. Bakmış ki, Resûlullah Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm iyice terlemiş, hatta teri boncuk boncuk akmış. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm bir derinin, pöstekinin üzerinde yatıyormuş. Derinin kıvrımı arasına da teri birikmiş. Ondan sonra diyor ki rivayette Ümmü Süleym hemen sandığını açtı. İçerisinde bazı eşyalar vardı. Oradan bir şişe aldı. hemen bez gibi bir şey aldı. Ondan sonra teri onunla alıyor ve şişenin içerisine sıkıyordu. Hani bizde süngerle alıp da bir yere sıkarız ya öyle yaptı. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm irkilerek uyandı. Acaba ne oluyor diye. “Ey Ümmü Süleym ne yapıyorsun?”


Prof. Dr. Orhan Çeker

95

Ümmü Süleym cevaben dedi ki: “Ya Resûlellah (senin bu) terinle biz çocuklarımıza bereket umuyoruz, ( yani bu terini kullanacağız, üstümüzde taşıyacağız, onu sürüneceğiz. Bununla biz çocuklarımızın bereketleneceğini ümit ediyoruz )” dedi. Bunun üzerine Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ne dese iyi,

"‫قال "أصبت‬ “Doğru yapıyorsun” dedi (Müslim, Fedail: 84). Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın başka neleriyle tevessülde bulunuluyordu ? Onu söylüyorum, bakın, Kendisi ile tevessül var. Teriyle, tırnağıyla tevessül var. Sakal-ı Şerîf’le tevessül var. Abdest suyuyla tevessül var. Hırkasıyla, su içtiği tas ile…tevessül var. Bunları kaynaklarımız zikrediyor. Bunlar gönül işi. Bunları materyalist bir mantıkla değerlendirip caiz değildir, demek yanlıştır. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın Sakal-ı Şerîfi zaman zaman söz konusu yapılır. Halkımızın bu konudaki uygulama ve anlayışlarına çatanlar olur. Halbuki Peygamberimiz Aleyhi's Salâtu ve's-Selâm tıraş olduğu zaman, saç ve sakalından kesilenleri sahabeye bizzat kendisi dağıtıyordu. Eliyle tutup bizzat veriyordu. Tabii ki ondan bu yana bu mübarek Sakal-ı Şerif, müslümanlar tarafından hürmetle ipekli bohçalar içerisinde saklanır. Özel olarak korunarak zamanımıza kadar gelmiştir. İşte bu Sakal-ı Şerîf’le ilgili olarak sahabeden iki tane örnek vereceğim : Birisi yine Enes b. Malik r.a.’dan geliyor. Enes b. Malik Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın mübarek


Tasavvufî Meseleler

96

saçından, sakalından bir tutamı saklamıştı. Ömür boyu onu yanında taşıdı. Enes b. Malik çok uzun bir ömür yaşadı.. Peygamberimizden sonra 95 sene, 100… sene filan yaşadı aşağı yukarı. Tüm ömrü 105 sene, hatta 115 sene olduğu söyleniyor. Bu kadar uzun yıllar Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın mübarek sakalını üzerinde taşımıştır. Vefat ederken de “Bu Sakal-ı Şerîf’i kefenimin içine koyun” diye vasiyet etmiştir. İşte bu, Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm’ın sakalı ile tevessüldür. Aynı şekilde İslam komutanlarından Halid b. Velid örneği. Türbesi malum, Suriye’nin Humus şehrindedir. Halid b.Velid Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın mübarek sakalından bir miktarını başının üzerinde sarığının altında taşıyordu. Mutlaka onu yanında bulunduruyordu. Hele savaşlara giderken ki, ömrü zaten savaşla geçmiştir, onu mutlaka yanında bulunduruyordu. Ve “Ben savaşları bu kazanıyorum” diyordu.

Sakal-ı

Şerîf

hürmetine

Halid b.Velid her seferinde, her girdiği savaşta da genelde komutanlık yapmış, ömründe hiç savaş kaybettiği görülmemiştir. Böyle çok yönlü yetişmiş bir asker / komutandı. Birinde çarpışmalar esnasında sarığı başından düşmüş, vuruşmayı bırakmış ve bir an önce sarığını içinde Sakal-ı Şerîf’le birlikte başına koymuş. Etraftan : “Yahu sen ne yapıyorsun ? Bu tehlikeli durumda niye vuruşmayı bırakıyorsun”, demişler! O, sarığın içinde Sakal-ı Şerîf olduğunu, savaşları bunun hürmetine kazandığını ifade etmiştir.


Prof. Dr. Orhan Çeker

97

FATİH KUT: Evet, bu konuda şunu söylüyor kimileri : Peygamber Efendimizin eşyasıyla, sakalıyla değil de sünnetiyle yani o sünnetini yaşayarak ya da sünnetini anlamaya çalışarak bu konuda gayret içerisinde olmak varken niye böyle bir şey yapılsın ki, diyorlar. PROF. DR. ORHAN ÇEKER : Bizde şöyle bir hastalık var : Önem verdiğimiz, birinci sırada önemli gördüğümüzü sadece var kabul ederiz başkasını ya inkar ederiz yada görmezden geliriz. Diğerlerine karşı çıkarız. Bizim toplumun hastalığı. Biz Sakal-ı Şerîfi yanında taşı derken diğerlerini ihmal et, demiyoruz ki. Bunu da yapacaksın ötekini de. FATİH KUT: Güzel bir örnek verdiniz. Çok güzel. PROF. DR. ORHAN ÇEKER : Elinden geldiği kadar hepsini yapacaksın. İşi illa ki tek’e doğru götürürseniz fitneye sebebiyet verebilirsiniz. Hz. Muaviye’den bir örnek vereceğim. Hz. Muaviye malum, Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın vahiy katiplerinden bir tanesidir. Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâmın da kayın biraderidir. Kız kardeşi Ümmü Habibe, Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm’ın hanımıdır, bizim de anamızdır. Hz. Muaviye, kız kardeşi Ümmü Habibe vasıtası ile Peygamberimizin tırnaklarını istemiştir. Peygamberimiz tırnağını keserken Ümmü Habibe’den “Onları atma bana getir”, diye tenbih etmiştir. Hz. Muaviye o tırnakları muhafaza etmiş ve onu ezerek toz haline getirmiş, öldüğünde göz kapaklarının açılmasını ve toz haline getirilmiş tırnakların gözünün içine konmasını vasiyet etmiştir. Bu da Peygamberimiz Aleyhi's-


98

Tasavvufî Meseleler

Salâtu ve's-Selâm’ın bir parçası ile tevessüldür. Ayrıca daha neler var bakınız : Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın abdest suyu ile teberrük var idi. Ashâb-ı Kiram Resûlullah Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm’ın abdest suyunu alırlar, üstlerine serperler ve onunla bereket umarlardı. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın hırkası Peygamberimiz vefat ettikten sonra bile sahabe tarafından zaman zaman giyilir ve onunla teberrükte bulunulurdu. Hatta hasta olan sahabilere giydirilir, o hırka ile Cenâb-ı Hakk’tan öylece şifa umulurdu. Bazen de Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm’ın su içtiği kap istenir, ‘Peygamber Efendimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın su içtiği kapla bi su içelim’ derlerdi. Hatta bu kapla Peygamberimiz su içerken ağzını kabın neresine değdiriyordu, diye sorarlardı. Ağızlarını tam oraya değdirerek su içmeye çalışırlardı. Tecrîd-i Sarîh adlı muteber hadis kitabından ve şerhinden cilt ve sayfalar vereceğim: 6.cilt, 159 ve 160. sayfalar. Burada Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın saçı ile teberrük rivayetleri var. Hadîs numarası 537’ye bir bakın. Orada neler var. “Salih kimseler ile tevessül’’var. 3 / 288’de. Hatta imam Şâfiî’nin Bağdad’da İmam A’zam’ın türbesine giderek “Bu kabirde yatanın hürmetine” diye dua ettiği rivayetleri vardır. İmam Şâfiî bizzat kendisi, İmam A’zam’la tevessülde bulunuyor. Tecrîd-i Sarîh Cenazeler bahsine bakılırsa, orada bu dediğimi görürler. İmam Şafii kendisine ait şiir kitabı Divan’ında İmam A’zam için ‘misk’ benzetmesi yapıyor.. Yine Tecrid, 4 / 139, 2 / 321, 322’de (abdest bahsi) Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm Efendimizin, abdest suyu ile teberrük ve tevessül var.. Ayrıca yine aynı konuyla ilgili olarak 9 / 271. sayfaya bakın.


Prof. Dr. Orhan Çeker

99

8 / 304 – 305. Hz. Ebubekir’in rüyada gördüğü bir vasiyeti yerine getirmesi olayı var. Tevessül örneği. Bu konuda 8 / 304, 305’e bakın. Bütün bunlar ve daha önce anlattıklarımın hepsi, Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm’ın hem zatı ile hem kullandığı eşyalar ile, hem O’nun vücudundan bir parça ile tevessülde bulunduklarını görüyoruz. Bir de; “Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm hayatta iken bunlar yapılıyordu. Vefat ettikten sonra bu şirk olur”, diyenler oluyor. Bunun da bir mantığı yok. Yani Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm hayatta iken hâşâ o mantığa göre, şirk olan birşey câiz olur da Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm vefat ettikten sonra mı şirk olmayacak / caiz olmayacak! Zaman ne fark ettirecek de ? İkisi de aynı olay değil mi. O mantığa göre birisi şirkse diğeri niye olmuyor. Bunun makul bir mantığı var mı ! Ama zararı yok. Vefattan sonraki tevessüle de örnek verelim. Biliyorsunuz şahısla tevessül örneklerinin ilkinde dedik ki Resûlullah Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm’ın, âmâ bir insana öğrettiği dua ile o âmâ kişi dua etmiş ve gözleri açılmıştır. Peygamberimiz bizzat kendisinin vesile edinilmesini tavsiye edip o şekilde dua ettirdi. İşte bu rivayeti bize nakleden Osman b. Huneyf, Peygamber Aleyhi's-Salâtü ve's-Selâm’ın vefatından sonra hatta Hz. Ebubekir, Hz. Ömer dönemleri de geçtikten sonra, Hz. Osman döneminde Hz. Osman’a bir işi düşüyor. Fakat bir türlü halife Hz. Osman’la görüşemiyor. Engeller çıkıyor, görüşemiyor. Hemen Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın o âmâ sahabiye yaptığı tavsiyeyi hatırlıyor, taze abdest alıyor, iki rekat namaz kılıyor ve Peygamber’in öğrettiği şekliyle o duayı yapıyor. Bakın, Peygamber Efendimiz vefat etmiş.Yani vefatından sonra


Tasavvufî Meseleler

100

“Ya Rabbi ben senden istiyorum. Rahmet Peygamberi Muhammed ile sana yöneliyorum. Ya Muhammed! Ya Rabbi onu bana şefâatçı kıl, aracı kıl” sözleriyle dua ediyor Osman b. Huneyf… Duadan sonra Hz. Osman’a gidiyor görüşmeye. Önceden bir türlü işi halledilemezken, bu duadan sonra işler kendi yolunda tıkır tıkır işleyip neticeyi alıp geliyor. Evet, işte bu olay Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm vefat ettikten sonra, Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm ile gıyabında tevessül örneğidir. Zaten bu olay ilk olduğu zaman, yani âmâ sahabi dua ettiğinde Peygamberimiz hayatta iken bile, o âmâ sahabi Peygamberimiz huzurunda dua etmedi. Eve gitti. Ve Peygamberimizin gıyabında böyle dua etti. Dolayısı ile Peygamberimiz hayatta iken de, gıyabında iken de, vefatından sonra da bu tevessülün hiç bir sakıncası yoktur. FATİH KUT:

Yani bunun imana bir zararı kesinlikle

yok. PROF. DR. ORHAN ÇEKER : Yok tabii, onu anlatıyoruz. Cenâb-ı Hakk’a nazı geçen, Cenâb-ı Hakk’ın red etmeyeceği biri ile O’na gidiyoruz hepsi o kadar. Olayın hepsi bu. Hâşâ o aracıya ibadet etmek, tapınmak anlamında birşey yoktur. Peygamberimiz bizzat kendisi tevessülü tavsiye etmiş. Başkasına ibadet etmek anlamı olsaydı tavsiye eder miydi hiç. Peygamberimiz şirki tavsiye eder mi ! Sahabe şirki işler mi ! Olur mu öyle şey. Sıra geldi amelle, mekânla ve zamanla tevessül örneklerine.


Prof. Dr. Orhan Çeker

101

Amelle Tevessül Önce amelle tevessülü izah edelim. İnsan Allah rızası için salih ve sevabı çok bir amel işlemiş olacak. Sonradan Allah’a dua ederken, “Ya Rabbi o işi senin rızan için yapmıştım. O amelim hürmetine bu duamı kabul et,” diyerek o salih ameli Allah’a yalvarırken dile getirerek dua etmek anlamındadır. Biz buna amelle tevessül diyoruz. Peki bunun örneği var mı? Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm sahih hadîs kitaplarımızda yer aldığı şekliyle, bizzat bunun olacağını, olabileceğini anlatmıştır. Sahih hadîs kitaplarımızda İhlas ile ilgili bahislerde yer alır bu rivayet (Nevevi, Riyazu’s-Salihin, İhlas bahsi). Yani Cenâb-ı Hakk’a samimiyetle yalvarmak bahislerinde yer alır. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın naklettiği o olay mealen ve özetle şöyle: Sizden önceki kavimler, milletler içerisinde üç kişi kıra çıkmışlardı. Köylerinden uzaklaştıktan sonra birden yağmur bunları bastırıverdi. Onlar da yağmurdan korunmak için bir mağaraya girdiler. Bunlar mağaraya girdikten sonra yukarılarından koskocaman bir kaya paldır küldür yuvarlanarak mağaranın ağzına kapak gibi geldi ve mağaranın ağzını kapadı. Bunlar içerde kaldılar. Öyle kakalanıp da yuvarlanacak gibi bir taş da değil. Çok büyük bir taş. Üçü de bunu yuvarlayamıyorlar, mağaranın ağzını açamıyorlar. Köylerinden uzaklaştıkları için ses de duyuramıyorlar. Başka çareleri yok. İçlerinden birisi demiş ki: “Hayatımızda Allah için yaptığımız bir ameli dile getirerek Allah’a yalvaralım”, Her birisi sadece Allah rızası için yaptığı bir ameli dillendirerek


Tasavvufî Meseleler

102

“Ya Rabbi bizi bu beladan kurtar” diye dua etmiş. Her biri dua ettikçe taşın bir kısmı açılmıştır. Üçüncüsü dua edince taş yuvarlanıp gitmiş ve onlar da çıkıp gelmişlerdir. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm bunu bize böylece anlatıyor. İşte bu, amel ile tevessüldür. Ayrıca az önce anlattığımız gibi Resûlullah Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm âmâ bir sahabiye abdest alıp iki rekat namaz kılmasını, sonra da dua etmesini söylemişti ki bu da amel ile tevessülün başka bir örneğidir (İbn Mace, İkametu’s -Sala : 189). Mekânla Tevessül Şimdi mekân ile tevessüle gelelim. Bazı yerler mukaddestir. Mukaddes olduğu Kur'ân-ı Kerîm’de Hadis-i Şerîf’lerde belirtilmiştir. Bu mukaddes yerlere giderek oralarda dua etmek ve duanın kabulünü ümit etmek, mekân ile tevessülün örnekleridir. Mesela Kur'ân-ı Kerîm’de Mekkei Mükerreme’nin mübarek olduğu beyan edilir. Medine-yi Münevvere, Peygamberimizin yaşadığı yerler mübarektir. Çünkü orada amellerin, kaç bin misli ile sevabı veriliyor. Kudüs ve çevresi, Mescid-i Aksa mübarektir. Kur'ân-ı Kerîm’de belirtiliyor. Hazreti Musa’nın çıktığı Tur-i Sina ve çevresi mübarek yerlerdendir. Arafat’ta , duaların kabul edileceği Cebelu’r-Rahme diye bilinen yer. Veya Mescid-i Haram’ın içi, Ka’be’den Mültezem, Hicr, Makam-ı İbrahim… denilen yerler ayetlerle ve hadis-i şerîflerle özel olarak zikredilerek, mukaddes / mübarek oldukları beyan edilmiştir. İşte bir insan buralara giderek namaz kılsa, dua etse, o dua taa binlerce kilometre uzaklıktaki, kendi evinde yaptığı duadan çok farklıdır. Çok farklı oluşunun sebebi mekan ile tevessüldür. Dolayısı ile mübarek ve mukaddes olan mekanlarda ibadet ederek, Allah’a yalvararak dua


Prof. Dr. Orhan Çeker

103

edilirse mekan ile tevessülde bulunulmuş olur. Bunu Peygamberimiz Aleyhi's Salâtu ve's-Selâm yapmış mıdır ? Yapmıştır ve tavsiye de etmiştir. Mesela Hac esnasında Arafat’ta Cebelu’r-Rahme (Rahmet Dağı) denilen yerde dua edilmesi mekan ile tevessül örneğidir. Kitaplarımızda söylendiği gibi “Mültezem” denilen yerde yani Kâ’be’nin kapısı ile Hacerü’l-Esved arasında Kâ’benin örtüsüne yapışarak, adeta Allah’tan ısrarla istercesine dua etmek Mültezem ile tevessül örneğidir. Veya “Zemzemi ne niyetle içerseniz onun içindir” (İbn Mace, Menasik : 78). hadis-i şerîf vardır. Bu da Zemzem ile tevessüldür ki bir bakıma mekanla tevessül örneğidir. Zamanla Tevessül Bir de zamanla tevessül vardır. Bazı zamanlar vardır ki diğer zamanlara göre daha kıymetlidir. Mesela seher vakti. Seher kelimesi sihir ile aynı köktendir. İnsanı büyüleyen bir vakittir seher vakti. Gecenin son üçte biri herkes uykuda iken kalkıyorsun, taze abdest alıyorsun, namaz kılıyorsun, zikrediyorsun ve Allah’a yalvarıyorsun. Bu vakitte yapılan dualar, hadîs-i kudsî’de anlatıldığı gibi makbul dualardır. Hadîs-i kudsî’de Rabbimiz Teala buyuruyor ki : (Mealen) “Her gecenin son üçte biri (seher vakti) olduğunda Allahu Teâlâ dünya semasına (en aşağı semaya) nüzul eder, iner ve kâinata seslenir : …Dua eden yok mu ki duasını kabul edeyim…” (Müsned, 3/34,43,94). İşte o vakti denk getirerek dua etmek zamanla tevessül örneğidir. Veya diyelim ki farz namazlardan hemen sonra daha yerinden kalkmadan yapılan duaların makbul olacağı söyleniyor rivayetlerde. Tam o zamanda dua etmek, zamanla tevessül örneğidir. Yahut “Cuma gününde öyle bir an vardır ki dualar mutlaka kabul edilir,” (Müsned, 2/230, 401, 5/451; Buhari,Deavat:61; Müslim,Cumua:14,15…)


104

Tasavvufî Meseleler

denilen bir an vardır. Onu yakalayıp o zamanda Allah’a dua etmek zamanla tevessül örneğidir. Veyahut Miraç gecesi, Berat gecesi, Kadir gecesi, Cuma geceleri, bayram geceleri gibi mübarek gecelerde dua etmek zamanla tevessül örneğidir. Hâşâ insan bunları denk getirerek ibadet ettiğinde veya dua ettiğinde o zamana veya mekana ibadet etmiş olmaz. Bunlar Allah katında değerli olduğu için, bunları duamızda zikrederek, dillendirerek Allah’ın rahmetini temin etmemiz olayıdır ki bunda hiç bir sakınca yoktur. Bakınız bu söylediğimiz örneklerin hepsini, ayet-i kerîmelerden, hadîs-i şerîflerden verdik. Yani bunların hepsi delilli olarak câizdir. Israrla, altını çizerek söylüyoruz ki ayet-i kerîmelerden, hadîs-i şerîflerden hepsinin örneği vardır.


Prof. Dr. Orhan Çeker

105

HAKKI İÇİN veya YÜZÜ SUYU HÜRMETİNE diye DUA ETMEK FATİH KUT: Hocam “…Hakkı için…” veya “…Yüzü suyu hürmetine…” diye dua etmek hakkında ne diyeceğiz ? PROF. DR. ORHAN ÇEKER : Evet bu konuda aynı kapıya çıkan iki tane problem kaldı. O problemlerden bir tanesi “… Hakkı için” diye dua etmek, diğeri de “Yüzü suyu hürmetine…” diye dua etmek. Caiz mi, değil mi ? Tasavvufî çevrelerde konu çok gündemde. Bu aslında doğrudan tevessül örneğidir. Dolayısıyla tevessülle ilgili delil ve izahlar aynı zamanda ‘hakkı için’, ‘yüzü suyu hürmetine… istiyorum’ konusu için de aynen zikredilebilir. Ama biz yine de konuyla doğrudan ilgili delilleri vererek konuyu açıklayalım: Dua ederken “Ya Rabbi falan salih kulun yüzü suyu hürmetine”, veya “Falan kişilerin hakkı için”, diye dua edildiğinde caiz olur mu? İnsanı şirke götürür mü? Yoksa bir sakıncası yok mudur ? Diyorlar ki “falan kişin hakkı için dua edildiği zaman, sanki filan kişinin Allah üzerinde hakkı varmış da, o kişi haşa Allah’tan alacaklı imiş, gibi olur, halbuki Allah hiç kimseye borçlu olmayacağı için böyle demek yanlış olur” iddiaları bu. Birisi “Yarabbi filan salih kulunun hakkı için, onun yüzü suyu hürmetine duamı kabul et “, dediğinde o salih kulun Allah’tan hâşâ alacaklı olduğunu mu söylemek istiyor. Yoksa o salih kişinin Allah katında bir değeri, hürmeti var da o değer ve hürmet hatırına duamı kabul et demek mi istiyor ? Hangisi acaba. Gayet bellidir ki hiçbir insan Allah’tan haşa alacaklı olamaz. Bunun böyle olduğunu


Tasavvufî Meseleler

106

o duayı eden de bilir, zır cahil de bilir. Herkes bilir. Dolayısıyla falan kişi hakkı için, diye dua ederken hiç kimse o dua eden kişi kendisini Allah’tan alacaklı görüyor şeklinde bir yorum ve itirazda bulunamaz. Bu şekilde bozuk bir yorum ancak peşin fikir ve kasden yanlış anlama sonucu yapılmış olabilir. Eski kaynaklarımızda da yer yer bu şekilde yorumlar yapılmıştır. Ama bu şekildeki duadan maksad ikinci yorum olur ki doğrusu budur : Yani o salih kişi Allah katında değer ifade ediyor, makam, mevki sahibidir. Bunun hatırına duamı kabul et, demek istiyor o şekilde dua eden kişi. Bunu îzâh etmeye gerek yok aslında. Çünkü gayet açık. Buna rağmen zamanımızda birileri hala böyle yanlış anlıyorsa bu kişinin anlama konusunda özrü var demektir. Peki filanın hakkı için yada filanın yüzü suyu hürmetine diye dua etmenin caiz olduğuna delil nedir? FATİH KUT: Evet esas soru bu. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Aslında bu, tevessülün de bir çeşididir ama biz işi kökten halletmek için şöyle bir rivayet nakledelim ve işi noktalıyalım : Vereceğim hadis-i şerîf Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i, İbn Mace’nin Sünen’i gibi eserlerde geçiyor. ( İbn Hanbel, Müsned, 3 / 304, 915 no’lu hadis, Konya, 2003 ; İbn Mace, Mesacid : 14 ) Müsned’in dipnotunda hadis-i şerîfin, değerlendirmesi yapılırken ‘hasen’ kaydı konulmuştur. Hadis-i şerîf şöyle : Ebu Said Hudri’den geliyor, Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm şöyle buyurdu: “ Kim namaz için evinden (camiye) çıkarken,:


Prof. Dr. Orhan Çeker

107

،‫اللهم أني أسييألك بحييق السييائلين عليييك‬ ‫اوأسألك بحييق ممشيياي هييذا فييإني لييم أخييرج‬ ‫ اول س معة خرجيت‬،‫ اول ري اء‬،‫أشرا اول بطيرا‬ ‫ فأسييألك أن‬،‫ اوابتغاء مرضاتك‬،‫اتقاء سخطك‬ ‫ اوأن تغفر لي ذناوبي إنييه ل‬،‫تعيذني من النار‬ ‫يغفر الذناوب إل أنت اوكييل اللييه بييه سييبعين‬ ‫ أقبييل اللييه عليييه‬.‫ألف ملييك يسييتغفراون لييه‬ . ‫باوجهه حتى يفرغ من صلته‬ “Ya Rabbi ben senden isteyenlerin HAKKI İÇİN ve benim şu gidişim HAKKI İÇİN senden istiyorum. Çünkü ben ne şer, ne kibir, ne riya ve ne de süm’a için çıkmış değilim. Senin gazabından sana sığınmak ve rızanı elde etmek için çıktım. Senden beni ateşten korumanı, günahlarımı mağfiret etmeni istiyorum. Çünkü günahları ancak sen afvedersin” diye dua ederse, ALLAH yetmiş bin meleği onun için görevlendirir (Ve bu yetmiş bin melek) ona istiğfarda bulunur, o kişi namazını bitirinceye kadar ALLAH onu kendi (mübarek) yüzüyle karşılar”. “Hakkı için” dua etmek caiz değil, diyorlar ya hadis-i şerîf’te bu kelimeyi bizzat Peygamber Efendimiz kullanarak, (Yarabbi senden isteyenlerin hakkı için ve benim şu –camiye- yürüyüşüm hakkı için) ifadelerini kullanarak dua ediyor. Yani caiz değildir dedikleri kelimeleri Peygamberimiz bizzat söyleyerek dua ediyor. Bir örnek daha vereyim ve işi bitireyim. Herkes Süleyman Çelebi’nin mevlidini bilir. Onun bir dua bahsi var. Kabe, Merve, Zemzem hakkı için filan diye biter. “Hakkı için” kelimesini Süleyman Çelebi o bahiste çok fazla kullanmaktadır. Ve bu mevlid asırlardır okunduğu halde hiçbir âlim çıkıp bu mevlid şirktir, diye bir beyanda bulunmamıştır. Netice-yi kelam, biz dualarımızda Allah


Tasavvufî Meseleler

108

katında değeri olan bir şahsı anarak ya da bir ameli söyleyerek “Ya Rabbi, bunun hakkı için senden istiyorum”, diye dua ettiğimizde bu caizdir ve şirk değildir. Bunu şirk olarak takdim edenler, kendi mantık ve bilgilerini hesaba çekmelidirler. Kendi mantıklarında yanlışlık var ki doğruyu yanlış olarak görüyorlar. Türbelerle Tevessül (İstimdad, İstiğase) : FATİH KUT: Evet. Sayın Hocam bir de özelikle türbelerle tevessül var. Yani türbe ziyaretlerinde insanların, hani tevessülle değil de, “beni kurtar, ben sınavı kazanayım” gibi, türbedeki yatan insanın, direkt kendisinden isteklerde bulunanlar oluyor. Hatta duvarlarına yazılar yazılıyor. Çaputlar bağlanıyor, falan. Bunlara ne diyorsunuz ? PROF. DR. ORHAN ÇEKER : Hatta ben daha da ilerisini gördüm. O türbeyi kıble edinerek secde edinenleri gördüm. FATİH KUT: Daha ileri boyutu tabii. PROF. DR. ORHAN ÇEKER : Türbedekilerle tevessül ayrı, onlardan istimdad ayrıdır. İkisini karıştırmayalım. Tevessül meselesini daha önce işlemiştik. Şimdi türbedekilerden istimdad konusunu ele alalım : O türbelere yönelik ibadet etmek, secde etmek, çaput bağlamak, şu bu…caiz değildir. Bu, sadece müslümanların yaptığı bir şey de değildir. Ben hristiyanları da gördüm. Mesela Efes’te Meryem Ana Kilisesini ya da o makamı ziyaret edin. Orada şunu göreceksiniz : O makam denilen yerde öyle tefekküre dalmış, saçını başını örtmüş, yani tesettüre girmiş, gözü yumuk, böylece sessiz hareketsizce tefekküre dalan rahipleri, rahibeleri ya da dindar hristiyanları göreceksiniz.


Prof. Dr. Orhan Çeker

109

Oranın pencerelerinin çaput bağlana bağlana örtüldüğünü, camının kapandığını göreceksiniz. İster hristiyanlarda olsun, ister bizimkilerde olsun bunun İslam ile bağdaşır hiç bir tarafı yoktur. Dolayısıyla üniversite sınavlarından önce “Hadi filan türbeyi ziyaret edelim, çaput bağlayalım, mum yakalım, nazar boncuğu takalım” vs. şu bu… Bunlar dinimizde yoktur. Yani türbelerden bu şekilde herhangi bir medette bulunmak (istimdad, istiğase) yanlıştır. Her ne kadar bazı salih insanlardan bazı rivayetleri delil getirerek istimdad (istiğase)da bulunduklarına örnekler görüyorsak (mesela Nevevi, el-Ezkar,s.201,İst.l955, ‘Birinizin kırda hayvanı boşalır kaçarsa’ babı) da halkımız hakkıyla onu yerine getiremeyeceğinden, o inceliği uygulayamayacağından onu özellikle gündeme getirmiyoruz, söylemiyoruz. O konuya girmiyoruz ve şunu diyoruz : Halkımız böyle şeylerden uzak dursun, yapmasınlar. Hatta herhangi bir türbeye gelen ziyaretçilerin türbeye yönelerek secde etmesine engel olunamıyor ise, o türbe ziyarete kapatılmalıdır, diyoruz. FATİH KUT: Bu kadar net bir ifade kullanalım burada. PROF. DR. ORHAN ÇEKER : Çünkü ben türbeye doğru secde eden birine müdahale ettim, oradaki görevliye de söyledim. Niye engel olmuyorsunuz, dedim. Dedi ki “Biz bununla baş edemedik, hakkından gelemedik.” Gerçekten engel olunamıyorsa, uyarılar fayda vermiyorsa o ziyaret yasaklanabilir. Çünkü Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm geçici bir süre ile kabir ziyaretini yasaklamıştır. Ortalıkta herhangi bir endişe kalmayınca, tekrar ziyareti serbest bırakmıştır. Oradakiler uyarırlar, levhalar yazarlar, buna doğru namaz kılmayın, secde etmeyin, diye. Fayda vermiyorsa ziyarete kapatılabilir. Çünkü aynen bu


110

Tasavvufî Meseleler

doğrultuda Peygamberimizin uygulamaları vardır. Kısacası doğrudan, Allah’tan gayrısından bir şey istemek yerine, Allah katında kıymeti, değeri olan bir insan, bir melek, bir amel, bir zaman, bir mekan…vesile edinilerek Allah’a yalvarılabilir. Bu şirk değildir. FATİH KUT: Tasavvuf programı gerçekten güzel oldu. Zihninde, aklında istifhamlar olan kişiler bu program ile İnşallah bunları gidermiş oldu.

ALİMLERİMİZİN TASAVVUFÎ HAYATLARI FATİH KUT: Dilerseniz tasavvuf konusuna, alimlerimizin tasavvufî yönünü anlatmakla devam edelim, buyurun Sayın Hocam. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Olur inşaallah. Zaman zaman dile getiririm. Derim ki canbazlık, parasal olaylarda olduğu gibi bilimsel olaylarda da olabilir. Yani pekala bir adam ilim adamıdır. İsminin önünde Prof. Dr., Doç. Ord. Prof… şu bu yazabilir, ama canbaz olabilir. Bu ünvanları canbazlıkta kullanabilir. Öyle ünvanı kalabalık olan ünlü kişiler vardır; bir meseleyi öyle takdim ederler ki aslında baştan sona yalan söylüyordur. Oyunbazlık, düzenbazlık yapıyordur. Ama öyle bir eda ile onu takdim ediyordur ki sen onu doğru zannedersin. Bu da ilmî canbazlık ya da bilimsel canbazlık dediğim şeydir. Bu canbazlar yüzünden halkımız, toplumumuz, bilgi kirliliği ile karşı karşıya kalıyorlar. Halkımız da, hassas bilgi olmayınca, bir de örften getirdiği bilgi ve alışkanlık olunca, her iki bilgi çelişince şaşıp kalıyor. Dolayısıyla ilim adamlarının bir görevi, temsil ettikleri emaneti, kendi canbazlıklarını karıştırmadan bir sonraki nesillere olduğu gibi aktarmaktır.


Prof. Dr. Orhan Çeker

111

Kendi kanaatını ekleyebilir ancak bu kanaatı net bilgiden ayrı olarak belirtmelidir. Böyleleri, televizyonlara çıkıp konuşurlar ama bir de bakıyorsun ki tam canbazlığın aynısını seyrediyorsun. Hem de bu canbazlığı, öyle takdim ediyorlar ki, sanki bütün Ayetler, Kur'ân-ı Kerîm, Hadis-i Şerîfler öyle söylüyormuş gibi takdim ediyorlar. Bir bakıma iftira görevini de yerine getirmiş oluyorlar. Bunlar öyle halkı aydınlatmak değil, olsa olsa halkı saptırmak görevini yapmış olabilirler. İşte bunlara ben bilimsel canbazlar diyorum. Şimdi konumuza dönelim: Konumuz, âlimlerimizin tasavvufî yönü idi. Bize okullarda, eğitim yuvalarında işlenen kültüre göre, sanki medrese mensubu ile tekke mensubu kişiler ayrı imişler gibi. Sanki birbirleri ile sürekli dövüşmüşler, atışmışlar, savaşmışlar gibi takdim edilir. Buna canbazlık demeyeceğim ama bu noktada gaflet var sanki. Halbuki benim gördüğüm kadarı ile - örnekler de vereceğim biraz sonra- âlimlerimizin ibadet hayatı ile âlimlikleri ayrı olmamış. İkisi beraber yürümüş. Yani âlim olanın takvâ ve ibadet hayatı da var. Takvâ ve ibadet hayatı olan kişinin de kendine göre ilmî yönü var. İkisi bir arada gitmiş ve hatta şunu söylemişlerdir: Tefakkuhsuz tasavvuf, yani ilimsiz tasavvuf insanı zındık yapar, sapık yapar. Tasavvufsuz tefakkuh, yani tasavvufsuz ilim insanı fâsık yapar demişlerdir. FATİH KUT: Bu çok önemli değil mi Sayın Hocam? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Çok önemli görüyorum ben, gerçekten. Tasavvufsuz tefakkuh örneklerini görüyorum maalesef; bir adamda ilim var da bunu amele aktarmıyor ve kendi ruhunu, nefsini terbiye etmiyorsa bu adamın hal ve hareketlerine bi bakın fâsık mı fâsık


112

Tasavvufî Meseleler

görüntüsü var. O insanda, ilmin amele götürüyor olmamasını müşahede etmek gerçekten üzüntü verici. Öte yandan bir adam tasavvufî konulara daldıkça dalmış ama hiç bir bilgisi yok. Bu adam da her zaman sapabilir. Peki normal olanı nedir ? İlim ve amelin; ilim ve ibadetin beraber yürümesidir. İşte selef âlimlerimiz bunu beraber yürüttükleri halde, bize okullarda takdim edilen kültüre bakıyorum ; sanki bir adam ilimle meşgul olmuşsa, hiç tasavvufla meşgul olmamış. Bir adam tasavvufla meşgul olmuşsa, ilimden hiç nasip almamış gibi takdim ediliyor. İşin aslı öyle değil. Hatırat kitaplarına bakıyoruz. Gerçekten ilimle uğraşan adamların, istisnasız diyebileceğim şekilde tasavvufî yönlerinin de olduğunu görüyorum. Tekke ve medrese hayatı beraber gitmiş ya da ilim ve ibadet hayatı beraber gitmiş. İkisini birbirinden ayırmamışlardır. Bu ikisini birbirinden ayrı gösterme şeklindeki kültür, bana öyle geliyor ki canbazlığın bir başka nev’i, bir başka şeytanlık oluyor. Şimdi alimlerimizden örnekler vereceğim. Örnekleri seçerken de İslam alemine mal olmuş âlimlerden seçme yapacağım. Mesela Endülüs’ten Zahiriye mezhebinin ciddi temsilcilerinden bir tanesi İbn Hazm 456 / 1064’da vefat etmiş. Bu alimimiz İşbiliyye’lidir. Bu zatın dört yüz kadar eseri olduğu söylenir. Bu eserler ne ile ilgili, onu da söyleyeyim. Fıkıh usulünden tutun, tasavvufuna hatta romanına varıncaya kadar eserler yazmış. Dinler tarihiyle ilgili eserleri var. İbn Hazm, anlatılırken Zahiriye mezhebinin temsilcilerinden bir tanesi olarak anlatılır, tasavvufî yönünden hiç mi hiç bahsedilmez. Halbuki bu zatın tasavvufla ilgili eserleri de var ve ulema zincirinin içerisinde sûfîliği ile de ön plana çıkan birisidir. Yani İbn Hazm aynı zamanda sufiyyedendir.


Prof. Dr. Orhan Çeker

113

Yine Endülüs’ten ikinci bir örnek vereceğim. Maliki mezhebine mensup, 790 / 1388’de vefat etmiş. Bu demektir ki Endülüs’ün yıkılışından yaklaşık bir asır kadar önce yaşamış olmaktadır. Şâtıbî, Endülüs’te Şâtıbe (Şâtıve) isminde bir şehre mensub olduğu için bu lakapla anılır. Biz fıkıhçılar, mesela maslahat konusunu işlerken mutlaka Şatıbî’yi gündeme getiririz. Şatıbî gündeme gelmeden maslahat konusu anlatılamıyor yani. Önce Cüveyni ile, sonra İmam Gazâlî ile başlatırız bu konuyu, sonra da İmam Gazâlî’nin kurduğu bu îzâh sisteminin şerhini biz Şâtıbî yapmıştır, deriz. İmam Gazâlî Bağdat’ta, Şam’da vs. dolaşmış, yaşamış. Şatıbî Endülüs’te. Arada birkaç bin km. yol var. O zamanki şartlarda birinin, beri tarafta kurduğu sistemi birkaç bin km. ötede ve birkaç asır sonra bir Endülüslü onu îzâh ediyor. Şatıbî’nin el’Muvâfakat adlı eserini kelime kelime okudum. Dört cilttir. O eserde Şatıbî’yi çok mutaassıp bir selef ulema taraftarı ve hürmetkârı olarak; ayrıca çok mutaassıp bir sûfî olarak ve geçmiş sûfilere çok hürmetkâr birisi olarak gördüm. Bizim ilmiye sınıfının Şâtıbî’yi takdim edişine bakarsanız, sadece kuru bir âlimdir, tasavvufî yönü hiç yoktur sanki. Ama Muvâfakat’ı, Şâtıbî’yi bize öyle anlatmıyor. O kitabı okurken bazı notlar almıştım. O notlardan bazılarını seçerek takdim edeceğim. Mesela 4. cildin 80 ve 82. sahifelerine bakarsanız, Şatıbî’nin keşf, ğayba vakıf olma, dolayısıyla bu yöndeki kerametlerle ilgili îzâhlarını bi okuyun. Bakalım ne diyeceksiniz. Bir de ben şunu hayretle görüyorum: Tasavvufa antipati duyan kimileri, Şatıbî’yi çok hararetle tavsiye edebiliyorlar. Yani tasavvuf karşıtı bir insan, Şatıbî’yi tavsiye edebiliyor. O zaman ben bu tavsiyeden şunu anlıyorum: Şatıbî’yi tavsiye eden bu tasavvuf karşıtı kişi, Şâtıbî’yi okumamış ve anlamamış. Okusa tavsiye edemez çünkü. Kendisi karşı çıkacak. Okumadan ezbere tavsiye ediyor


114

Tasavvufî Meseleler

demek ki. Şâtıbî çok ciddi bir Endülüs âlimi. Çok ciddi bir sûfîdir hem de. Mesela diyor ki o, Hasenâtü’l-ebrâr seyyiâtü’l-mukarrebîn’dir. Bu, tasavvufta meşhur bir ilke ve bir cümledir. Ebrar olan kişilerin sevaplı amel saydıkları hasenat, aslında mukarreb olanların seyyiatı gibidir. Yani daha üstün makamdaki mukarrebler bunu sıradan bir amel sayarlar. Şöyle îzâh edeyim: Mesela 5 vakit namaza alışmamış olan bir insanın, arada bir vakit namaz kılışı, kendisine çok güzel bir amel gibi gelir. Ama 5 vakit namaza alışkın olan bir insan, üstelik nafilelere de çok sıkı bağlı ise, mesela teheccüdler kılan bir insan için ara sıra namaz kılmak hiç de özenilecek bir amel değildir. Dolayısıyla tasavvufî anlayışta, üst makamda bulunan bir insana göre daha alt makamdakilerin ameli sıradan ve basit gelir. Bu durum, tasavvufta ebrarın hasenatı mukarrebînin seyyiatı mesabesindedir, diye ifade edilir. Bizimkiler bu cümleyle dalga geçtikleri halde İmam Şâtıbî bu ilkeyi savunarak anlatıyor. Yine diyor ki Şâtıbî; Bazı tasavvufi konular vardır ki, müctehid o konuda fikir beyan edemez. O noktalarda fikir beyan etme yetkisi müctehidlere ait değildir. Ya kime aittir? Cevaben Şâtıbî, bu konularda fikir beyan etme yetkisi sûfî şeyhlerine aittir, der. Bu konuların müctehidleri sufi şeyhlerdir, onların dediğine tabi olunur, diyor (4. cild, s. 242). Daha bir iki örnek söyleyeyim : Yine 4. cilt 287. sayfadan bir örnek. Şatıbî, hal ehline uyma meselesini gündeme getirmiş. Yani tasavvufî bir hayat yaşayan insanlara, diğer insanların uymalarını gündeme getiriyor ve “hal ehli olan insanların, diğer insanlar için hüküm verebilme makamında oturmaları doğru değildir”, diyor. Çünkü hal ehli olan insanlar zor olan ibadetlere alışmışlardır. Zor olan ibadetleri yapmak onlara sıradan gelir. Onlar , halka emretme makamına gelirlerse, kendileri için sıradan olan bu amelleri, diğer insanlara da aynen


Prof. Dr. Orhan Çeker

115

emretmeye kalkarlar. Avam bunu taşıyamaz. Dolayısıyla onlar bu makama getirilmemelidir. FATİH KUT: Üst seviyede bir tasavvufî düşünce var burada. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet öyle. Şöyle de diyor : (4 / 326, 328) “Büyüklere itiraz edilemeyeceği, büyüklere itiraz edildiği takdirde, fesadın, fitne durumların ortaya çıkacağı muhtemeldir”. Sonra da örnekler veriyor. Kur'ân-ı Kerîm’den örneklerle başlıyor, taa menkibelere gelinceye kadar örnekler veriyor ve büyüklere itiraz edilmemelidir diye tenbih edip edeple onları anlatıyor. Bütün bunları okuduktan sonra diyorum ki, Şâtıbî’yi hararetle tavsiye eden bizim radikal kesim Şâtıbî’yi gerçekten biliyor olsalardı, tavsiye etmezlerdi. Çünkü Şâtıbî son derece sûfî bir şahsiyettir. Dediğimiz gibi âlimlerimizin ilmi yönü olduğu gibi umumunun bir de tasavvufî yönü var. Ama bize takdim edilirken okullarda, şurada burada, bu âlimler sanki sadece ilimle uğraşmışlar, nefis terbiyesi ile hiç uğraşmamışlar gibi takdim edilir. Biz de zannederiz ki sûfîyye ayrı bir toplum, ilimle uğraşan âlim ayrı bir toplum. Âlimin ibadetle, nafile hayatla ilgisi yok sanki. Sûfîyyenin de ilimle ilgisi yokmuş gibi takdim edilir. Bu gerçekten o kişilere yani sûfîyeye ve ulemaya iftira niteliği taşıyor. Bir başka örneğe geçiyorum. Şafiilerden İmam Gazzali (505 / 1111). Gazzali denilince alimliğin yanısıra mutlaka sûfi bir zat akla gelir. Üstelik İmam Gazzali’nin lakabı Huccetu’l-İslam’dır.Gazzali’den sonra bahsedelim.Yine Şafiilerden İzz b.Abdisselam (660 / 1262). İzzuddin b. Abdisselam bid’atlerle en çok mücadele eden bir alimimizdir. O da aynı zamanda bir sûfidir. Yine şafiîlerden hayatı bile keramet olan bir alim : İmam Nevevî


116

Tasavvufî Meseleler

(676 / 1277). Kırk küsur yıllık ömre neredeyse yüz ciltlik eser sığdırmış bir alimimiz. Fıkıh ve hadiste kendisine mutlaka müracaat edilir. İşte bu alim aynı zamanda bir sûfidir. Onun bu konuda da eserleri var. Hanefilerden İbn Abidin (1252 / 1827)’in Reddu’lMuhtar’ı denildiği zaman Hanefi fıkhının ansiklopedisi akla gelir. Türkçeye 16 cilt halinde tercüme edilmiştir. İşte bu fıkıh kitabının sahibi İbn Abidin fakihtir, fıkıhçıdır, âlimdir. Şimdi bu zat bize anlatılırken, sadece bir fakih olarak anlatılır, başka bir yönü yoktur gibi takdim edilir. Halbuki bu zat aynı zamanda dört dörtlük bir müriddir, bir sûfîdir. Onun Mecmûatü’r-Resail diye bir kitabı var, 2 ciltlik. Ayrı ayrı konularda yazdığı risalelerin toplandığı bir kitaptır bu. İçinde 20-25 civarında konuyu işler. Bir ara fihristini inceliyordum. 2 tane risalesi, makalesi dikkatimi çekti. Birisi kutub, üçler, yediler, kırklar...ile ilgili bir başlık. Öbürü de Mevlana Halid-i Nakşibendi ile ilgili bir risale. İkisinin aşağı yukarı toplam sayfası, çok sık ve büyük sayfa olarak 60 sayfa civarında iki risale. Fihristte görünce hemen içini aceleyle açtım. Ama risaleleri kitabın içinde göremedim. Yayınevi fihristte adı görünen bu risaleleri çıkarmış ve eseri bu risaleler olmaksızın basmış. İlim dünyasında buna en azından edepsizlik denir. Tasavvufa antipati duyan birisiyle bu durumu bir ara konuştuk. Yani bu, yapılacak şey mi dedim. Adam dedi ki ‘birşey batılsa onu yaymak caiz değildir. Onun için çıkarmışlardır’. FATİH KUT: Bu da ilginç ve acayip değil mi ? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Öyle tabii. Ondan sonra ben bu yeni baskıdan değil de Merhum Abdülhamid baskısına baktım. Taa eskiden İstanbul’da Dersaadet’te basılmış bu eser. Bu risalelerin aslına orada rastladım.


Prof. Dr. Orhan Çeker

117

Tabii ki alelacele okudum hepsini.. Ve o iki risaleyi tanıtarak özetini de yayınladım. Arzu ettim ki biri terceme etsin ve yayınlasın. Neticede “Manevi kişiler ve Halleri” şeklinde bir kitap halinde basıldı o iki risale. Bir de buna güzel bir ilavede bulunmuşlar : Suyûtî’nin el’Haberu’d-Dâl ismindeki risalesini eklemişler. Böylece meşhur alimlerimizden Suyûtî’ (911 / 1505) nin de aynı zamanda bir sufi olduğunu söylemiş oluyoruz. Şafiîlerden Suyûtî denildiği zaman akla tefsir gelir, hadis gelir, fıkıh gelir, kavaid-i külliye gelir, gelir, gelir, gelir. Hepsi gelir. Ve aynı zamanda bir sûfîdir de. Ama kimse onun sûfîliğini bilmez. İbn Abidin bu iki risalede neyi anlatmış. Birinde kırklar dediğimiz ebdallar ve evtad denilen kişilerden, kutub, üçler, yediler…den bahsediyor. Onların hallerini anlatıyor. Bir tanesi de Mevlana Hâlid-i Bağdâdi’den bahsediyor. Risale tümden Halid-i Bağdadi ile ilgilidir. Mevlana Halid-i Bağdadi Nakşibendilik silsilesinde önemli yeri olan, kavşak noktasında bulunan bir zattır. Ömrü 50-52 yıl sürmüştür. Ama ilmiyle, tasavvufî yönüyle çevresini o kadar etkilemiştir ki o çevredeki âlimler onun cazibesinden kurtulamamışlardır adeta. İşte Mevlana Halid-i Bağdadî’nin müridlerinden bir tanesi İbn Abidin’dir. Bakın, müridi diyorum. Çünkü İbn Abidin bu risalenin bir yerinde şunu anlatıyor (mealen) : “Gün salı idi. Şeyhimi ziyarete gittim (Mevlana Halid-i Bağdadî’yi kasdediyor). Dedim ki Efendim gece rüyamda Hz. Osman’ın vefat ettiğini, kendimi de onun cenaze namazını kıldırdığımı gördüm. Böyle bir rüya gördüm. O, bana tebessüm ederek, ‘Ben Hz. Osman neslindenim’ dedi. Aradan 3 - 4 gün geçti. Cuma günü Şeyhim Mevlana Halid-i Bağdadî vefat etti. Emeviyye (Şam) camisinde onun cenaze namazını ben kıldırdım. O zaman anladım ki ‘Ben Hz. Osman neslindenim’ demekle Halid-i Bağdadi kendi cenazesine ve benim de namazını


118

Tasavvufî Meseleler

kıldıracağıma işaret etmiş”. Bu olaydan anlıyoruz ki sadece fakih olarak bildiğimiz İbn Abidin, Halid-i Bağdadi’nin çok sadık mürididir ve cenaze namazını kıldıracak kadar da ona yakındır. FATİH KUT: Bu da bilinmiyordu yani. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Bilinmiyor, nereden bilinecek. Bize alim başka, sûfi başka diye anlatılıyor. Bunun gibi güçlü bir örnek daha vereceğim şimdi : Âlûsî meşhur tefsirci. Âlûsî, onun Ruhu’l Meânî diye bir tefsiri vardır. Tefsir denildiği zaman Ruhu’l Meânî’ye mutlaka müracaat edilir. Yine ilginçtir, Âlûsî, İbn Teymiye’yi de seven birisidir. Onu da özellikle belirtiyorum. Âlûsî de Halid-i Bağdadi’den etkilenmiş ve ona mürid olmuştur. Çok ilginçtir yani. Bakın, İslam alemi çapında tefsircileri etkilemiş, fukahayı etkilemiş. kelamcıları etkilemiş, hadisçileri etkilemiş ve yanılmıyorsam 300 civarında halife yetiştirmiştir Halid-i Bağdadi. Halifelerinden bir tanesi de Seydişehir yolu üzerinde Çavuş köyünde yatmakta olan Memiş Efendi’dir. FATİH KUT: Bu da ilginç. Bölge halkı belki bilir ama, duyurmuş olalım. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Memiş Efendi Bozkır’lıdır. Önce Halid-i Bağdadî’nin müridlerinden, halifelerinden Hasan Kudsi Efendiden el almış birisidir. Ama Halid-i Bağdadi daha hayattadır. O zaman düşünüyor Memiş Efendi, ‘Halid-i Bağdadi Şam’da ikamet ediyorken ben niye dolaylı olarak el alayım, gideyim, bizzat kendinden alayım’ demiş ve yola çıkmış Şam’a gitmiş. Bir süre hizmet ettikten sonra hilafet almış gelmiştir. Memiş Efendi, halifelerinden birisi olmuştur. Çavuş köyünde onun türbesi vardır. Halid-i


Prof. Dr. Orhan Çeker

119

Bağdadi çevreyi böyle etkilemiş birisidir. Etkilediği kişiler arasında müfessirler var, fakihler var vs. Ama biz mesela Âlûsî’yi müfessir olarak biliriz, mürid olduğunu düşünmemişiz bile. Ya da İbn Abidin’i fakih olarak biliriz. Samimi ve çok yakın bir mürid olduğunu kimse bilmez. FATİH KUT: Burada şu öne çıkıyor değil mi Hocam, ‘ben müfessirim, fakihim ilim sahibiyim, bilgi sahibiyim. Efendim ne gerek var, şeyhe bağlanmayayım’ falan gibi bir şey demiyor. Gidip onun müridi oluyor. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Evet aynen öyle. Zaten Halid-i Bağdadi kendisi de ulemadandır. Kendisinde tasavvufi eksikliği hissettiği için Mekke’den aldığı bir işaretle taa Hindistan’a gitmiştir. Delhi’ye varmış orada Nakşibendiye’nin şeyhi olan Abdullah ed-Dihlevi’den el alıp gelmiştir. Mekke nere… Hindistan nere. Demek alim insan belli bir seviye ilim aldıktan sonra normal olarak bu eksikliği hissediyor. Bu hisse kulak verenler tasavvufi yola da süluk etmiş oluyorlar. Bütün âlimlerimizde var bu. Bizimkilerin anlattığı gibi âlim ayrı, sûfî ayrı değil. İkisi beraber gitmiştir. Şimdi çok daha hayret edeceğimiz örneklere geliyorum. Kim mesela? Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (ö.1942) dediğimiz zaman akla ne gelir? Tefsir gelir. Tefsirci gelir. Elmalılı, malum Antalya’nın Elmalı ilçesindendir. (Küçük) Hamdi Yazır Elmalı, 9 ciltlik tefsirin sahibidir. Biz onu sadece bir tefsirci olarak biliriz. Başka yönünü bilmeyiz. Halbuki Elmalı M.Hamdi Yazır, Es’ad Erbîlî’nin mürididir. Esad Erbîlî 1931’de o Menemen fitnesinde, taa İstanbul / Erenköy’den yaşı 96 olmasına rağmen bir bahane ile ‘sen suçlusun’ diye getirilmiş ve idam edilmiştir. Daha doğrusu şehid edilmiştir. Elmalı işte o zatın mürididir. Kim Elmalı’nın, tefsircinin bir mürid


Tasavvufî Meseleler

120

olacağını düşünür. Es’ad Erbîlî aynı zamanda şair bir insandır. Şiirleri meclislerde, sohbetlerde ilahi olarak okunur. Onun ikişer mısradan meydana gelen bir kasidesi var. Elmalı bu ikişer mısraya üçer mısra ekleyerek beşli hale getirmiş yani tahmis yaparak muhammes hale getirmiştir. O muhammeste Elmalı, Es’ad Erbîlî’den Şeyh-i Asr (Asrın şeyhi) diye bahsediyor. Elmalı bu şiirinde sanki divan edebiyatının çok müstesna bir örneğini ortaya koyuyor. Failatün, Failatün, Failatün, Failün vezninde aruzla yazmış. Birinci mısra Arapça. İkincisi Farsça. Üçüncüsü Türkçe. Vezin, kâfiye aynı gidiyor. Bu üç dil ile birer mısra yazarak yazılan şiirlere mülemma deniliyor. Edebiyatta bir sanattır mülemma örneği. Elmalı’nın bir divan şairi kadar güçlü şiiri var. Şimdi o mülemma ve muhammes şiirden mesela birinci ve son kıtayı okumak isterim. İlk üç mısra Elmalı’ya ait. Son iki mısra Es’ad Erbîlî’ye ait. Ve Elmalı’nın birinci mısraı Arapça, İkincisi Farsça, üçüncüsü Türkçe’dir : “Lâhe lî tayfün sera fi’l-kevni min tilkâi bedir Aşk ez ceybem girift u güft ya haza edir Sormam artık pire sâki gaye-i mana nedir (Bu üçü Elmalı’nın.) Leblerin söyler civanım, gonca-i rânâ nedir Gözlerin eyler işaret nergis-i şehlâ nedir” “Gam değilmiş Hamdi, olmak seyr-i gülşenden cüdâ Neşve var yâdında derler gül feda, bülbül feda Şimdi Şeyh-i asırdan duydum şu yolda bir nida (Bundan sonra Şeyh-i Asrın iki mısraı geliyor) Dergeh-i pir-i muğanda hâk-i pay ol Es’adâ !


Prof. Dr. Orhan Çeker

121

Ol zaman idrak edersin rütbe-i bâlâ nedir”. FATİH KUT: Biraz açıklayalım mı? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Biraz açıklayalım, Peki., “Lâhe lî tayfün sera fi’l-kevni min tilkâi bedir” Kainatta geceleyin Bedir yönünden bana doğru bir rüzgar, bir esinti esti geldi. “Aşk ez ceybem girift u güft ya haza edir”. Tuttu yakamdan ve bana ‘Bunu anla artık’ dedi. “Sormam artık pire saki gaye-i mana nedir” Ey saki, ben bundan sonra artık Pir’e sormam Gaye-i mana nedir diye. (Bu 3 mısra Elmalı’nındır. Bundan sonra sıra Es’ad Erbîlî’nin 2 mısraına geliyor). “Leblerin söyler civanım, gonca-i rânâ nedir”. Ey yiğidim senin dudakların söylüyor, Gonca-i rânâ’nın ne olduğunu. “Gözlerin eyler işaret nergis-i şehlâ nedir”. Gözlerin bir işaretle anlatıyor, nergis-i şehlâ nedir diye. Bunlar tabii ki hepsi rumuzlardır. Tasavvufî bir takım mana aleminden şeyleri ifade ediyor. Son kıtanın ilk üç mısraında Elmalılı kendi adını söylüyor. Son iki mısrada da Es’ad Efendi kendi ismini söylüyor. FATİH KUT:Çok güzel, çok mükemmel bir şiir hakikaten. PROF.DR. ORHAN ÇEKER : Öyle tabii. Elmalılı M. Hamdi Yazır, meşhur tefsirci ve öyle bildiğimiz Elmalı aynı zamanda Erbilli Es’ad Efendinin çok sadık bir mürididir. İbn Hazm’ı örnek verdik. İmam Gazzâlî’nin adı geçti. Ama örnek olarak Gazzâlî’den de bir paragraf bahsedelim. Gazzâlî malum Huccetü’l İslamdır. Huccetü’l İslam lakabını almak kolay değildir. Huccetü’l İslam demek, İslam’ın delili, İslamın hucceti anlamına gelir. Bu şu demektir : Gazzâlî ne diyorsa İslam odur ve doğrudur. Bu


122

Tasavvufî Meseleler

anlama gelir. Bu kolay bir ifade ve isimlendirme değildir yani. FATİH KUT: Kimse bunu inkar etmiyor değil mi Sayın Hocam? PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Kimse bunu inkar etmiyor. Ama bu lakap İmam Gazzâlî’ye niye verildi. Kimse onu düşünmüyor. İmam Gazzâlî fakihtir. Çok ciddi bir fıkıh usulcüsüdür. Az önce ismini verdiğimiz Şâtıbî’nin de açıklamasını yaptığı beşli sistemin kurucusudur. Yani “İslam 5 şeyi korumak için gelmiştir. Dini, canı, malı, nesli ve aklı korumak için gelmiştir”, sisteminin kurucusudur. İmam Gazzâlî o sistemi kurmuş, Şâtıbî onu şerh etmiştir. Bakınız, Gazzâlî ciddi bir fakih, çok ciddi bir fıkıh usulcüsü. Bu arada nefis terbiyesi ile ilgilenmiş ve çok kıymetli eserler vermiş bu konuda. Çok kıymetli tasavvufî eserleri var. Felsefenin bozuk taraflarını müslümanlara anlatan ciddi çalışmaları, kitapları var. Bunlardan öte ciddi bir sûfî. Şimdi İmam Gazzâlî’yi anlatırken sûfîliği göz ardı edilemiyor da, İmam Gazzâlî’deki ilim ve tasavvufu birbirinden koparacakları mecali kendilerinde görmüyorlar. İmam Gazzâlî’nin mutlaka öbür tasavvufi yönünden de bahsetmek durumunda kalıyorlar. Geliyoruz, yakın bir örneğe daha. Ömer Nasuhi Bilmen (ö.1971). Ömer Nasuhi Bilmen denildiği zaman aklımıza yine fıkıh gelir. Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu adındaki 8 ciltlik fıkıh eserinin, fıkıh hazinesinin yazarı. Buna benzer Araplarda da çalışmalar yapılmış. Türkçeye terceme edilenleri olmuş. Ama Ömer Nasuhi Bilmen’in Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu kaynaklara uygunluk ve sağlamlık bakımından Arapların yazdığı o eserlerden çok daha sağlam ve


Prof. Dr. Orhan Çeker

123

güvenilir durumdadır. Ömer Nasuhi Bilmen’in 8 cildinde kaynakları yanlış anlama, yanlış aktarma ya da yanlış nakletme konusunda tek olumsuz örnek göremezsiniz. Ama diyelim ki, mesela Zuhayli’nin yazdığında, Abdurrahman el’Ceziri’nin hazırladığında bir sürü yanlış görürsünüz, Ömer Nasuhi Bilmen’de göremezsiniz. Böyle çok çaplı bir âlimimizdir. FATİH KUT: Herkesin evinde de onun Büyük İslam İlmihali mutlaka vardır. PROF. DR. ORHAN ÇEKER: Büyük İslam İlmihali sadaka-i cariye boyutuna ulaşmış bir eser. Zamanımızda yüz kadar ilmihal yazılmış ama hiçbirisi onu aşamamıştır. Bizimkilere diyorum ki, Büyük İslam İlmihalini hakkıyla bilen kişi müftilik yapar. Bilmen denildiği zaman akla fıkıh gelir. İbn Abidin gibi. Peki bu zatın tasavvufî yönü ne durumda idi. Kendisi aslında Büyük İslam İlmihalinin içerisine yerleştirdiği şiirlerle onu bir parça işaret ediyor. Ama kendisini tanıyanlar, onunla beraber olanlar şunu söylüyorlar ki, Ömer Nasuhi Bilmen, İskender Paşa’ya gidip gelen cemaatten bir tanesi idi. Kimse bunu bilmiyor değil mi. Şunu demek istiyoruz: Âlimlerimiz bize eksik ve yanlış anlatılmaktadır. Âlimlerimizin aynı zamanda sûfî tarafları da vardı. İbadet hayatları var idi. Bunu bütün alimlerimizde biz görüyoruz. Hayat hikayelerini yada hatıratlarını okuduğumuz zaman bu yönlerini görüyoruz. Yanlışlık nerede? Bunlar talebelere tanıtılırken sanki sadece birer kuru âlimmiş gibi anlatılıyor. Nafile ibadet hayatları yok gibi anlatılıyor. Yanlış olan burası. Öte yandan yine bu çapta bir ilmihal sahibi Mehmed Zihni Efendi. Onun da ilmihali meşhur, Nimet-i İslam diye. Mehmed Zihni Efendi


Tasavvufî Meseleler

124

de aynı zamanda bir sûfîdir. Biz de zaten sadece bu iki ilmihali tavsiye ediyoruz. Kısacası ulemamızın tümü için şunu söyleyebiliyoruz : Hepsinin zahirî ilmin yanısıra tasavvufî hayatları, nafile ibadet hayatları vardı. Onların nurlu / feyizli halleri zaten bu hayatlarından kaynaklanıyordu. Salihlere dileğimizdir.

benzememiz

Rabbimiz

Teala’dan


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.