Berthe G. Gaulis: Çankaya akşamları 3.Cilt

Page 1


AYDINLANMA DİZİSİ:

189

Ç A N K A Y A A K Ş A M L A R I III


Dizgi - Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş, Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti. Ocak 2001


B E R T H E G. GAULİS

Ç A N K A Y A A K Ş A M L A R I III

Türkçesi: Firuzan Tekil

Cumhuriyet


YEDİNCİKISIM İSMET PAŞA NEZDİNDE AKŞEHİR - KONYA Aralık 1921 Ankara'dan ayrılmış bulunuyoruz. Ayrılış, 25 Aralık şa­ fak vakti oldu. Drezin, ray üzerinde kayıyordu. Son bir kez kü­ çük istasyona dönüp baktığım zaman, dostlarımı belirli belir­ siz görebilmiştim. Bundan sonra o kederli bakışların ifadesi­ ni bulmak ve "İşte yol elbisenizi giydiniz, şimdiden burada sayılmazsınız" diyen sesleri, ancak hâtıralarım içinde bulabi­ lecektim, insanlar, karşılıklı olarak, tamamlanıp gerçekleş­ mesi mümkün olmayan şeyleri son sözler içine teksif edebil­ mek yolunda ne kadar gayret sarfederler. Onlardan ayrılırken, en acısı, herşeyi iyice anlayıp da, bu çok özel atmosferi kendi diyarımda biraz olsun yaşatıp yaşatamayacağım endişesi idi. Onlar hakkında düşünebildiğim şey, elbet bir hayal kırıklığı içinde bulunmaları değildi ama, sadece kendilerinin güvenme duygusuna sarıldıkları da ger­ çekti. İlk seyahatimde, gözlenmeklerine razı olmanın yetece5


ğini, ancak bundan sonra o inatçı entrikanın üstündeki örtü­ nün kaldırılabileceğini düşünmüşlerdi. Ancak, bu defa kesin­ likle boş hayalleri yoktu. Şimdi yeniledikleri bu büyük çaba kendilerini iyi tanıtma yolunda diğer belirli duygulardan faz­ la, sonsuz bir dostluk ve iftihar içinde görünmeye çalışmak içindi. Herhangi bir mücadeleyi uzun süre götürenler iy bilirler ki, Avrupalı seyirci uzayan bir usanç getirir, onunla ilgilen­ mez olur. İlk günlerin sempatileri, hafifler. Bu duygulan ha­ yata yeniden getirmek için, yankı uyandıran bir basan gere­ kir. Çok büyük tehlikeler göze alınmadan ulaşılamayacak bir basan. Şayet Ankara hükümeti böyle bir tehlike durumunu gö­ ze almasa bile, bir gün Anadolu halkını tamamen tatmin ede­ cek bir fırsatı gözlemek zorundadır, aynca, askeri hareket ile iç düzen, bir an bile ihmal edilmemelidir. Uzaklaşma başla­ dıkça, o elektrikli atmosferden yeni çıkmış bir kişi olarak, bu merkezi üzerinde toplanan tehlikeleri daha net biçimde görü­ yordum. Şimdi yeni bir bölgeye dalacaktım: Elle tutulabilir so­ nuçlan bulunan tek bir çalışma bölgesine. Bugünkü aşama uzun olacaktı. Hareketlerimizi çabuklaş­ tırmamız emri çıkmıştı. Uzun bataklık mesafelerini geçiyor, bereketli topraklara rastlıyorduk. Bunlar Ankara etrafında ya­ yılıyordu. Doğruca Sakarya üstüne yürüyorduk. Herşey don­ muştu. Hattın iki yanında, vahşi kuşlar alçalıyor, avlanna sal­ dırıyorlardı. Sürüler bir kasabadan ötekine göç ediyordu. İşte ilk yıkıntılar görülmeye başlamıştı, iskelet haline getirilmiş ka­ sabalar, atılmış köprüler. Hayat boyunca, işçiler, durmadan dinlenmeden pnanm yapıyorlardı. Yavaşlamamız gerekiyordu. Yangın ve patlama6


İarın kalıntılanna bakarak Yunan geri çekilmesi hareketini izlemek kolay oluyordu. Biz ilerledikçe, felaket bölgesi geniş­ liyordu. Türk topçusunun parçaladığı iki büyük tank tarlalar­ da, leş halinde yatıyordu. Acıklı görüntünün değişmezliği ka­ tı ve feci haliyle devam ediyordu. Şimdi, Sakarya'nın uzayan ağızlama varmıştık. Mahmut Bey, arazi üzerinde savaşın çeşitli aşamalarını açıklıyor. Ze­ min, hâlâ tümüyle altüst edilmiş bulunuyor ve işçi ekipleri, ka­ rınca nıisali, durmadan, dinlenmedenbüyük bir çabukluk için­ de çalışıyorlardı. Şu tepe önünde, Türk askerleri, on kez, oniki kez sün­ gü harbi yapmıştı. Burada, Mustafa Kemal, taarruza bizzat kumanda etmiş, askerlerinin moralini kuvvetlendirmişti. Şu­ rada, ordunun en genç generali, Kâzım Paşa, berbat edilmiş bir durumu büyük başarı ile düzeltmiş, rütbesinin sırmala­ rını bu alanda hak etmişti. Bu akşam onun karargahında ye­ mek yiyecektik. Zemin, birbirini izleyen çukurlar ve büyük birikintiler halinde kalıntılarla doluydu. Ekipler, devamlı te­ mizlik yapıyor, yol gittikçe daha az emin hale geliyordu. Beylikköprü'de savaşm kudurmuşeasma yapılmasına sahne olan noktalardan birinde, makinemizin sürücüsü, birbirine geçmiş bir demir yığmı önünde durdu. Çalışma, büyük bir sabırla devam ediyordu. Şimdi, drezinden inmiştik. Makine Ankara'ya dönüyor­ du. Kazım Paşa emrinde bir subay bizi generalin otomobili ve bagaj arabası ile bekliyordu. Bunlar düzenlenirken, ben, birliklerin geliştirme ameli­ yelerini takip ediyordum. Canlı, neşeli bir çalışma ile ellerin­ den geleni yapıyor, son ray üstünde durmuş uzun bir treni bo­ şaltıyorlardı. 7


Acele edersek, akşam, Kâzım Paşa'nın karargahına var­ mamız mümkün olacaktı. Orada İsmet Paşa da beni bekliyor­ du. Karşılamaya gelerek, bana büyük bir sürpriz yapmıştı. Fa­ kat Beylikköprü ile Sivrihisar arasında, yağmurun sular altın­ da bıraktığı yolu terkedip engeller ve hendeklerle dolu arazi­ de yol arayarak ilerliyecektik. Arabada en ufak bir arıza, bizi hareketsiz kılar, geceye bırakırdı. Öyle bir gölge ki, bütün ka­ sabaları harap edilmişti. Sorumlu subay, biran önce yola çı­ kılması için çaba gösteriyordu. Bagaj arabası, imkan dahilin­ de bizi izlemeye çalışıyordu. Yağmur tclıdıde başlamıştı. Git­ mek gerekiyordu. Yola çıkmıştık. Nehirde doğa koşan cilveli dönemeçler­ le dolu dar yolda mücadelemiz başlamıştı. Anadolu arazisi ka­ dar değişik, onun kadar nazlı zemin mevcut değildir. İçten bir ilgi ile otomobil ve tren arasındaki yansı seyrediyorduk. Kah dikine çıkıyorduk, tekerlekler çukura girdikçe yukan tabaka­ ya değmeye çabalıyor, kah, bazı ırmakların içine dalıp geçi­ yorduk. Bir kere daha Türk şoförlerin yılmazlığına hayran ka­ lıyordum. Engeller zıplattıkça, kaçınılmaz şoktan nasibimizi almamak için vücutlarımızı yumuşaklık içinde idare ediyor­ duk. Araba gıcırdıyor, sıkıntılara giriyor, su kaynatmaya baş­ lıyordu. Şoför, tehlikeli bir cimnastik yapar gibi, ırmağa ka­ dar iniyor, oradan tekrar harekete geçiyor, bir çamur gölüne düşüyor, sonra kurtuluyor ve köylülerin arabalan ile karşı kar­ şıya kalıyorduk. Onlar, bizi yeni canbazlıklara zorluyorlardı. Şimdi, karşımızda tamamı yıkılmış bir büyük kasaba vardı: Bu defa, mukadder arıza baş göstermişti. Bazı kasabalılar, yıkılan evleri yerine çadır kurmuş, taş yığmlan arasında, çadır altında oturuyorlardı. Hemen koşup geldiler, başlarına gelen felaketi anlatmaya koyuldular. Yunan8


lılar herşeyi yağma etmiş, yakmış, kadınlara küçük kızlara te­ cavüz etmiş, gençleri öldürmüş, öldürmediklerini de alıp gö­ türmüşlerdi. Altmış kadar, canını kurtarmış insan dağa çıkmış orada yaşıyordu. Şimdi geri dönmüşlerdi, tüm telkinlere rağmen ka­ saba içine girip yaşamayı reddediyorlardı. Kendilerine: - Hiçbir şeyiniz kalmamış elinizde, ne sürü, ne çalışma aleti; soğuktan ölürsünüz, deniyordu ama, onlar kafa sallıyor, fikir değiştirmiyorlardı. Bir kaç kadınla bir kaç çocuk, orada bir çadır altında, duruyor, ayrı yaşıyorlardı. Sebebini sorma­ ya cesaret edememiştik. Şoförümüz, bir demirci, bir de arabacı bulmuş, onarımı süratle yaptırıyordu. Bu şikayetsiz, isyan duygusundan uzak sefaletin üstüne gecenin soğuğu ve karanlığı iniyordu. Bana refakat eden iki subay bu adamlara oradan kalkıp başka yere hareket etmeleri yolunda salık veriyorlardı ama onlar, tarlala­ rı ve evlerinin yıkıntılarını göstererek: - Ne güzel kasabaydı burası. Etrafta toprak verimlidir, kal­ mak istiyoruz. Diyorlardı, kışa felakete rağmen Anadolu va­ dilerinin tatlılığı az da olsa, devam ediyordu orada... Motor çalışmaya başlamıştı. Yola çıkabilecektik. İşlerin en zoru başarılmıştı. Şimdi olsa olsa, karanlıkta, ulaşım zor­ luğu vardı, bunun hakkından gelmek gerekiyordu. Biz de çabuklaşmıştık. Bir şehrin varoşları, büyük bağlan saran duvar­ lar, yokuş sokaklar, yüksek binalar, müphen şekilde görün­ meye başlamıştı. Otomobil, yüksekçe bir eşik önünde dur­ muştu. Eşit set biçimindeydi, üzerinde, ellerinde fenerler, in­ sanlar vardı. Sivrihisar ileri gelenlerinin bir numaralısı sayı­ lan kişinin evine giriyorduk. Herşey görkemli bir ziyaret için hazırlanmıştı. Neylenirki, yolcular bazan hayal kınklığı ge9


tiren kişiler olurlar. Bizi, bekleyen karargaha ulaşabilme ace­ leciliği içinde, her çeşit engeli bertaraf ederek, süratle ayrı­ lacaktık oradan. Bu kez, nihayet, hedefe varmıştık: Burası,tüm bölgenin askeri hayat merkezi olan, büyük ahşap ve sade bir evdi. İs­ met Paşa beni bekliyordu. Ankara'da fazla kalıp, kendine az zaman ayırdığım yolunda, bana dostça sitemde bulunuyordu. O sevimli dikkat ve izanı ile, şunu anlatmak istiyordu. Bura­ ya kadar gelip bana ulaşabilmek için uzun bir yolculuk yap­ mıştı ve kendi harekat sahasını bizzat göstermek istiyordu. Ertesi sabahtan itibaren onun misafiri olacaktım. Bizim o usta şoför ile Sivrihisar ve Çay'daki Türk hatlarını gezecek­ tik. Bu hatlar, Eskişehir ye Afyonkarahisar'daki Yunan hatla­ rı ile paralellik halindeydi. İsmet Paşa, gülerek, bana hem ha­ ber veriyor, hem takılıyor: - Hareket saat dokuzda. Bu asker saatidir. Sizinle hiçbir zaman gecikme söz konusu olmaz." diyordu. Son olayları, şöyle çabucak gözden geçiriyorduk: Eski­ şehir'in, Sakarya'nın boşaltılması gibi. Bugün İsmet Paşa, Garp cephesine kumanda ediyordu. O cepheyi de geçecek, gö­ recektik. Burada olup bitenden tek sorumlu olarak, kendi ih­ tiyaçlarım karşılar, düşmanın her hareketini önceden görür­ dü. Mustafa Kemal Paşa ile bütün dostluk, bütün samimilik­ le birlikte çalışıyordu ve kendi sorumluluğu da eksiksizdi, ta­ mamdı. Harcadığı büyük çabayı, bizzat gelerek göstermek is­ temesi, bizi herşeyden çok duygulandırmıştı. - Canım yarın konuşacağız, vaktimiz de olacak. Şimdi, siz gelin Kazım Paşa'yı görün." Gerçek bir cephe kampı olan Sivrihisar kumandamnm ça­ lışma odasma giriyorduk. Burası, düşmanın bir hayli tutulduk10


tan soma, yakın zamanda kaçmasından bu yana düzenlenmiş­ ti. Düşman, çok önemli olan bu yeri korumak için canını di­ şine takmış, onu her an geri alma ümidiyle yaşamış, o sebep­ le yakıp yıkmamış, sadece kötü muamele, yağma ve tehditle yetinmişti. Kazım Paşa, şiddetli bir girişimle Sivrihisar'ı kur­ tarmıştı. Şefin övgülerinden mahcubiyet duyuyor, yavaş ses­ le, cephe kıyafeti içinde tam iş ortasında bulundukları için biz­ den özür diliyordu. Doğrusu, kendileri o akşam beni beklemi­ yorlardı. Ne kadar genç, ne kadar gerçekti, bununla birlikte savaşa ne kadar da alışmıştı; dik bakışlı, tam bir asker yüzüydü bu; dürüst bir gülümsemesi vardı. "Burada biz sadece savaş yapar, sadece onu düşünürüz" diyordu, iki Paşa, bizi, Anka­ ra hakkında. Meclis hakkında sorguya çekiyorlardı. Buralar­ da, Batı 'da görüldüğünün aksine, halkın duygusu, başarının te­ mel nedeni sayılıyor. Yüzlerce işaret vardı ki, düşmanın önümüzdeki teşebbüs­ leri hakkında fikir veriyordu. Daha yeni kurtarılmış Sivrihi­ sar'da, tehdit devam ediyor, sivil halk sinirli yaşıyordu. Bu kü­ çük şehir, dağa yaslanmış, titreşiyor, gece yansı bile korku ge­ çiriyor, bir türlü uyuyamıyordu. Şehir ileri gelenlerin o bir numaralı insanın evine bu kez yeniden gitmiştik. Bizi telaş içinde, devamlı sorguluyordu. "Paşalar ne diyor?" "Düşmanın hakkından geleceklerinden emin midirler?" "Tekrar işgal edilecek miyiz?" "Bize silah versinler, çektiğimiz çileleri yeniden çekmek niyetinde deği­ liz" gibi konuşmalan vardı bu muteber kişinin. Beni, ertesi sabah, yediden itibaren beklediğini söyledi­ ği için, fazla konuşmak istemiyor ve ne kurtanlabildiyse on­ larla bezenmiş o pek geniş odada yalnız başıma, kısa bir din­ lenme için kalıyordum. Saat hayli ilerlemiş bulunmasına rağ11


men, şehirdeki uğultulu sıkıntı devam ediyordu. Süvarilerin koşuşması, otomobillerin geçişi, köpeklerin uluması, birbiri­ ne karışıyordu. Benim küçük pencerelerimin hemen yarımda­ ki kara bir dağın girişinde Eskişehir ve Yunan öncü karakol­ ları vardı. Hiçbir yatak, ipek ve munis çarşaflarla örtülü, yere seril­ miş birkaç şiltenin verdiği rahatı veremez, o değerde olamaz. Sivrihisar nihayet uyumuştu, yahut ben, artık onun hareketle­ rini duymuyordum. Her ne ise, bir an geldi, evdeki kadınlar­ dan birinin, benim alkışım için hazırlık yaptığını farkettim. Ben ise o mukadder anı geciktirmek istiyordum. Ama, o, ses­ siz sedasız ısrar ediyor, odunları tutuşturuyor, içi kaynar su do­ lu gümüş kabı ısıtmak için geniş bakır mangalı eşeliyor, ala­ turka çaydanlığı mangalın ateşle karışmış külleri üzerine otur­ tuyor ve geniş bir tepsi içinde kahvaltı getiriyordu. Sonra, caydı, oturdu, ellerini kavuşturarak, gözlerimi aç­ mamı bekledi. Saatime baktım: Beş olmuştu. Ben ise saat ye­ dide hazır olacağımı vaadetmiştim. Huysuzluk edip yeniden uykuya dalmak vardı ama hafif adımlar, evime yaklaşıyor, bütün ev benim kalkışımı gözlüyordu. En doğrusu, onlara uy­ maktı.. Tuvalet ve hazırlık bittikten sonra, başkaca kadın gölge­ leri belirmiş, sihirli bir hareketle, yatak, bavullar, tuvalet ak­ şamı, kahvaltı tepsisi falan ortadan kaybolmuştu. Halıların dipdiri duruşu mobilyaların elden geçmiş olması karşısmda, hiç kimse, bu salonun, geçici olarak, az önce yatak odası ha­ line getirilmiş bulunduğunu düşünemezdi. Türk evlerindeki o titiz temizlik, en ufak ayrıntılara kadar görülüyordu. Odaya önce, evin efendisi girdi. Eski Türk elbisesi giy12


misti, bana, ailesinin fertlerini takdim etti. Annesi, hanımı, bal­ dızları sonra her yaştan bir hayli çocuk vardı ki, üç kardeş ta­ rafından işgal edilen bu evde hep birlikte yetiştiriliyorlardı. En son doğan bebekten tutun da, astragan kalpağı ve milliyetçi kıyafetiyle övünç içinde erkeklik taslayan ondört yaşındaki de­ likanlıya kadar, hepsi biraraya gelmişti, dil yönünden hayli za­ yıf kaldığım için, aile reisi usulca odadan çıktı. İşte o zaman, defalarca dinlenilmiş o feci hikaye yeniden başladı. Bunları anlatanlar, hiçbir şeyin teselli edemeyeceği­ ni çilelerin kurbanı kişilerdi, kadınlardan biri, devamlı olarak "Yunan, İngiltere" sözcüklerini tekrarlıyordu. Bu kelimeler, tüm Anadolu'daki o büyük nefreti ifade eder. Anlattıkları bittikten soma, yaşlı efendi tekrar geldi, on­ ları dışarı aldı, sonra bana: "Dinledin değil mi? Bizde niçin silah yok? Söyle Paşalara da bize si/ah versinier. Bundan son­ ra bıraksınlar o zalim düşmam, gelsin buraya. Görsün baka­ lım, anaların gözleri önünde oğullan yakmak nasıl olurmuş. Biz üstleniriz o görevi. Bir teki bile sağ çıkamaz buradan." dedi. Saat dokuzda, Kazım Paşa ile vedalaştıktan soma, karar­ gah önünde birikmiş halkın bakışlan altında, İsmet Paşa ile birlikte arabaya biniyordum. Arabasını işgal eden küçük pa­ ketlerimin onun gözünden kaçtığını sanmıştım. Büyük bavul­ larım önceden yola çıkanlmıştı. Şimdi, yanımda fazla eşya kal­ dığım farketmiş oluyordum. Halbuki, o, bana, daha dün ak­ şam: "Yanınıza asgari gereklerinizi alın, yol hayli uzun." de­ memiş miydi? Bazan da dağlarda yol bulunmadığından yürü­ mek zorunda kalacağımızı belirtmemiş miydi? Kendisine: - Sadece gerekli eşyamı, kodak makinemi bir de harma13


niyemi alacağım cevabını vermiştim, gülümsemişti. Şimdi ise benim eşyamı eliyle düzenliyor, kendine bir yer sağlıyor, son­ ra da, motor çalışınca: - Paketlerinizi saydınız mı? diye soruyordu. - Hayır, demiştim. - olmaz, saymalı. İnsan, yolculukta, öteberisini daima saymalıdır. Böylece, çok incelikle ve hafif bir mizahla bu işi hallet­ miş oluyordu. Paketlerin sayılan, değişik boyutlarda, onu bu­ luyordu. Ne de olsa mahcup olmuştum, özür diledim: "Hayır pek fazla!" diyecek oldum. O, şoförün yanında oturan emir subayına hitaben: - Kadınlar çok sevimli insanlardır, bu kadar şeyin küçük bir arabaya sığabileceğini hiç düşünemezdim; onlardaki ce­ sarete talih hep yardım eder" dedi. Gülüştük, üzüntülerim uçup gitmişti. Hiç kimse, Türk ordusunun bu büyük teşkilatçısı kadar daha parlak bir konuşmacı, daha nazik bir davet sahibi, sade­ lik içinde daha sevimli bir kişi olamaz. En bozuk ve kazalara en elverişli şu yüz elli kilometrelik yolu geçerken, İsmet Pa­ şa, bir yandan savunma hatlannm nazik her noktasını dikkat­ le inceliyor, verdiği emirlerin gerçekten ve gereği gibi yerine getirilip getirilmediğine bakıyor, bir yandan da herşeyi yönet­ tiği gibi fikir alışverişini de yönetiyordu. Hiç bir zaman, gün bana bu kadar kısa görünmemiştir. Hava çok güzeldi, kış mevsiminin beklenmedik bir sonu, nefis bir tatlılık, mutedil bir ışık, ince bir pembelik getirmiş­ ti, bu pembe renk tepeler üzerindeki sert pınltılara canlılık ka­ tıyordu. Küçük vadileri, ırmaklan geçiyorduk ki, birden şo14


för durdu, önümüzdeki köprü üzerinde, orta kısmın sakatlığı­ nı farketmişti. İsmet Paşa: - Sen yine geçmene bak. Ben olunca bütün köprüler ge­ çit verir. Yalnız hızını iyi al." dedi. Böylece, esnek zemin üs­ tünde bir yandan ötekine sıçrayarak geçtik o köprüyü. Anadolu giysileri içinde, tatlı köylüler, küçük beygirleri üzerine övünçle abanmış, gözlerini otomobile dikmişlerdi. Paşa'yı tanımazlardı. Araba durdu, Paşa adamlara seslendi. İç­ lerinde en yaşlı olam, koştu geldi, sorulara nazik cevaplar ver­ di. Sıkılmaksızm, hiç övgü yapmadan, güven dolu bir doğru­ luk ifadesi vardı sözlerinde, soma yola devam ettik. İsmet Paşa'mn adeti idi bu. Habersiz ve yalnız giderdi. Ben de yanında, bütün bir gün, onun kadınlı erkekli köylüler­ le yakın ilişkisini izledim, böylece, kah askerlerin teftişi, kah bir iaşe birliğinin görülmesi, kah bir süvari topluluğu önlerin­ de kısa sürelerle duruyorduk. Bu görevlerin yerine getir­ ilmesinden soma, o yine, lafı bıraktığımız yerden alıyor, en ufak bir ayrıntıyı bile ihmal etmiyordu. Saatler çabuk ilerliyordu. Üzerinden geçtiğimiz ülke, yı­ kıntılarına rağmen göz kamaştıran bir güzellikteydi. Traş edil­ miş köyler, kapkara hale getirilen o taşlar, bu güzelliğin dere­ cesini yine de düşürememişti. Her yerde, yıkılacak duvarlar arasında yahut talim esnasında askerler vardı. Köylüler asker­ ler ile birlikte çalışıyor, kadın kolları hazır duruyordu. Öğle vakti gelmiş olmalıydı. Yan yıkık bir büyük ev kar­ şısında durmuştuk, .burası, Kenan Bey'in kurmay kararga­ hıydı. İsmet Paşa, bana dönmüştü. - Yemeği cephede yiyeceksiniz. Aynen bir asker gibi as­ ker karavanasından. Demişti. Kenan Bey, camsız pencerelerin noksanım bana unuttu15


rakcak güneşin çıkmasına sevinmişti. Bu savaş çerçevesi, bu savunma Merkezi, her top atışının temelinden sarstığı bu ev içinde yenen beklenmedik yemek gerçekten çok lezzetliydi; tam bir cephe yemeği, kahve ve sigara aşamasında; alayın mı­ zıkası şerefimize havalar çalmıştı. Ama ben bu misafirseverliğin neşesi ötesinde, o akşam güneş çekilip onları soğukluk­ la baş başa bıraktığı, yarın belki karın ortalığı kapladığı ve he­ le gözetime daha önemle gidildiği, sürprizlerin bertaraf edil­ mek istenildiği anlarda o insanların ne halde olacaklarım dü­ şünüp durmuştum. Şimdi, uzun dağlık bir bölgeyi aşarak yeniden yoldaydık. Bizim savaş esnasında çok duyduğum boğuk ve madeni bir ses uzun uzun devam etti: "Top ateşi" demiştim. - Evet, demişti İsmet Paşa, Yunan topçusu. Onların cep­ hesinden altı kilometre mesafedeyiz. Bu tepe, bizi korur. Bu anlamsız savaşın tüm ters mantığı, işte bu yok edici patlayış ile şu sakin ülke zıtlaşması sonucunda ortaya çıkmış oluyordu. Çok kalabalık bir bölgeye varmıştık. Burası köylü­ lerle, süvarilerle, acemi erlerle doluydu. Buradaki askerlerin bezlerle örtündüklerini, ayaklarında kumaş ve ip karışımı terlikimsi nesneler bulunduğunu görüyor gibi olmamak için ba­ şımı kasden öte yandan çeviriyordum. Bunlar, ayakkabısız, kaputsuz olarak kışa nasıl dayanabilirlerdi? Devamlı ilerliyorduk. General ara sıra duruyor, emirler veriyordu. Köylülerle selamlaşıyor, onların sorularını cevap­ lıyordu. Askeri kollardan geçiyor ve çok nüfuslu bir bölgeye giriyorduk. Burası Çay'dı. Her yer baştan başa yıkıntı halin­ deydi. Kederli yüzler, Paşa'nın gelişi ile az çok aydınlanmış­ tı. Tren, kalkmaya hazır, onu bekliyordu. Bizde koşa koşa bi­ niyorduk o trene.

16


Akşam, saat on; Akşehir'deyiz. Anadolu'nun eski mabet şehirlerinden biri olan bu yer, şimdi İsmet Paşa'nın genel Ka­ rargahıdır. Trenin varışını kalabalık bir halk kitlesi bekliyor­ du. Genç subaylar vagonlara atlıyor ve çalışma hemen yeni­ den başlıyordu. Birkaç günlük bir yokluğun birikmesine ne­ den olduğu işleri yoluna koymadan önce, İsmet Paşa, bana ayırdığı eve, beni bizzat götürmek istiyordu. Birkaç dakika içinde, araba, bizi geniş bir caddenin ortasına getiriyor, ben de en güzel, en sevimli ikametgahlardan birine giriyordum. Evin önünde askerler nöbet bekliyordu. Merdivenin üst bitiminde, alaturka bir büyük bir hol ge­ nişlemesine duruyor, onun üzerine evin tüm kapılan açılıyor­ du. Hol, aynı zamanda yemek odası işini de görüyordu. Ora­ da, bana tahsis edilmiş çok kadmsı bir yerleşim yeri, tatlı tat­ lı ısıtılmış bir çalışma odası, soma başka bir oda vardı ki, in­ san derhal kendini, öz evinde sanma hayallerine kaptınyor ve yorgunluğunu derhal unutuyordu. Bu defa, Türklerin bu se­ vimli misafirseverliği gereği, ben İsmet Paşa'ya ev sahipliği ediyordum, o da benim nüsafirim oluyordu. Böylece, aynlmadan önce yine bir süre konuşmuş oluyorduk. Sabah ışıklan ile birlikte erken uyanmıştım. Şehri gör­ mek için acele ediyordum. Paşa'nın subaylarından Ziya Bey, bu arzumu bildirmekle görevliydi. Sanırım Fransa'da öğrenim yapmıştı. Bana eski Akşehir'i, hiçbirşey, girişimi boşa çıkmış Yunan istilası kadar anlatamazdı. Eski Türkiye'nin incilerin­ den biri olan bu yere, dokunulmamıştı. Şimdi askeri hayatın hiçbir şekilde değişiklik getirmediği o maziye dalar, konuşa­ bilirdik. Azar, azar kar yağıyordu ve bizler soluk güneş alto­ da, bir geniş mezarlık ötesinde, Nasreddin Hoca'mn türbesi­ ni anyorduk. 17


Ziya Bey, ünlü mizah adamı, filozof, büyük düşünür ve yazar hocanın, en şirret kadınlardan birine düştüğü için duy­ duğu üzüntüye işaret ediyordu. Hoca, karısını bir türlü susturamamış ve ev içindeki bu afet karşısında çaresiz kalmış. Tüm Asya'da, güçlü mantığı ile ün salmış bu insan, kendini gerçek­ ten hasta hissedince, çareyi Sivrihisar'dan buraya kaçmakta bulmuş. Böylece burada ölmüş ve mezarda olsun, onun ya­ nında yatmamayı başarmış. Bu karlı havada bile, inanmış kişiler, hacılar halinde ho­ canın türbesi önünde dua ediyorlardı. Mezarlık, hayatta olan­ ların sessiz adımlarla, saygı içinde geçtikleri hakiki bir ölüler dünyasıydı. Etrafında yüksek duvarlar vardı. Akşehir, bugün, ismine özgü o beyazlığa layık biçimde idi. Ziya Bey oraların, ilkbaharda çiçek açmış meyve ağaçlarım, camileri gibi beyaz ve kuşlarla dolu güzelliğini anlatıyordu. Kuşların sesi oraya dua ve ziyaret eden gelen hacıları kendinden geçirirdi. Anadolu'nun bütün şehirlerinde, nehir ve dağ araşma do­ luşmuş böylesine meyve ağaçlan vardır. Ama bugün, kimbilir, ne kadan ölmüş, yok olmuştur. *** Akşehir'e aynlan şu üç kısa gün içinde, İsmet Paşa bana geldi ve yemeğe kaldı, ben de onun genel karargahında, kurmaylanyla birlikte yemek yedim. Yemeklerde geçen bu soh­ bet saati generalin kendine ayırdığı tek zamandı. Yine hep o feci şeylerden söz ederdik. Her defasmda, bilgileriyle okuduklanyla, beni hayrete düşürüyordu. Çok kez, onun gerçek ya­ şım unutur gibi olurdum. Otuz yedi yaşındaydı. Birden onu, çok genç çehresi, çok parlak bakışı ile bana dönmüş görür­ düm. Öylesine iyi kalpli bir gülüşü vardı ki, otuzdan çok yir­ misine yakın sanılırdı. Onu, herşeyi bilme eğilimi ve Avrupa 18


politikasına doymazlık içnide buluyordum. Ama, bir içgüdü ile herşeyi kendi eleştiri süzgecinden geçirmek istiyordu. Hiç­ bir zaman da gafil avlanmazdı. Olaydan ve rakamdan nefret edişim ve fikre bağlı oluşum ile eğlenip duruyordu. Kurmay heyeti nezdinde ilk akşam yemeğinde, ona Pa­ ris basım için, birgün önceki gezimiz üzerine kaleme alınmış birkaç telgraf getirmiş, bunları önce görüp, sonra büyük ka­ rargahtan çekmelerini rica etmiştim. Bu gibi çok ciddi haller­ de, istemeyerek de olsa açık vermek, sonuçlara neden olabi­ lirdi. Bu telleri, ağır ağır ve yüksek sesle okudu, sonra subay­ larına dönerek: - Hayret değil mi? Ne bir yerde bakıyor, nede not alıyor­ du. Hep bambaşka şeylerden söz ediyorduk, ben de kendi ken­ dime: Muhakkak hiçbirşeyi görmedi" diyordum. Ama işte, herşeyi dökmüş buraya. Hiçbir eksiği yok, küçücük bir ayrın­ tı bile eksik kalmamış, dedi. Tellere, en küçük bir rötuş bile yapılmadı. îşte bu, Ana­ dolu harekatı şeflerinin zarif tutumlarından bir örnekti. îsmet Paşa bu nezakete, son derecesine kadar sahip. Burada, herşeye hakim tek kişi o idi ve Paris'e kırksekiz saat içinde vara­ cak dikkatli bilgilerin sorumluluğunu taşıyordu. Buna rağ­ men tam serbestlik içinde konuşma imkanını vererek, bana bü­ tün inceliğini göstermiş oluyordu. 27 Aralık 1921 de (Le Matin) gazetesine (Sabah) çekti­ ğim tel şu: Akşehir, Garp orduları - İsmet Paşa Genel karargahı: Garp cephesi orduları kumandam İsmet Paşa ile birlikte, 19


oto içinde, Afyonkarahisar ve Eskişehir arasındaki Yunan hat­ larına paralel Sivrihisar, Aziziye, Bolvadin, Çay arasındaki Türk hatlarını geçtim. Afyon istikametinde Yunan topunu biz­ zat duydum. Tüm yolda muhteşem formda kalabalık birlikler sükûnet içinde. Bütün ahalinin fiili işbirliği ve organizasyon. Garp ordularının morali çok yüksek, Subaylar, askerler, ger­ çek savaşın kazanıldığından düşmanın hücum kabiliyetini yi­ tirdiğinden, savunmasını zor yapabildiğinden emin. Yol üze­ rinde, tümen kumandanı Kenan Bey nezdinde, İsmet Paşa ile birlikte öğle yemeği, düşmanın malzeme bolluğuna rağmen, şimdiye dek yenilmiş güçlüklere nisbeten, yenilecek güçlük­ ler herkesin fikrine göre, daha kolay olacak. Henüz geçtiği tüm geri çekilme hattında görülen korkunç Yunan tahripleri Türkiye mukavemet güçlerini azami coştur­ muş. İsmet Paşa'nm dediğine göre, yiyecek ve cephaneyi düş­ man ateşi altoda taşıyarak Sakarya harbini asıl kazanan Türk kadınıdır. • Anadolu içinde kahramanlığı atasözü haline varan Türk kadınları için, özel harp nişanlan oluşturuldu. Son yıkımlardan, kadınlara ve çocuklara tecavüzden za­ rar gören halk tabakalan, yeni istila hareketleri olacağına ölü­ mü yeğ tutuyor, tüm güçleriyle yardımcı oluyorlar. Hepsinde, ulaşılacak hedeflere mükemmel anlayış ve Yunan boyundu­ ruğu altında başlanna gelenlere nefret gördüm. Sonuna kadar, toprağın tam kurtuluşuna dek gitmeye kararlılar. Fransa'mn, bu kadar haksızca uğranılan ıztıraplardan heyecan duyacağı ümidir yaşıyor. Yıkılmış köyler, kalıntılar üstünde yaşayan insanlar gör­ düm. Herşeye rağmen insanların güveni öylesine ki, herkes sü­ ratle ve şikayetsiz çalışmakta, geçen nisanda olduğu gibi, her20


kes gördüklerim hakkında Fransa da bilgi vermemi istiyor. Ümit ediliyor ki, bu, halen işgalde bulunan bölgedeki yıkım­ ları durdurabilir ve yakın gelecekte boşaltma mecburiyetindeki Yunanlıları herşeyi yakmaktan alıkoyabilir. Yol üstünde, ismet Paşa, seferber halk tarafından selam­ lanıyor, alkışlanıyor. Şunu da "Le Temps" gazetesine (Vakit) telliyordum: Akşehir 27 Aralık 1921 Dün ismet Paşa ile birlikte bütün garp cephesini geçtim, ismet Paşa'nın teftişinde birliklerin mükemmel durumunu gördüm. Gönüllü seferber sivil halkın tutumundan çok etki­ lendim. Yeni bölgeyi ve geçen nisandakinden daha köklü yı­ kımları gördüm. Son Yunan taarruzunda yok edilenlerden ar­ da kalanların hiddetlerini dinledim. Hepsi, böylesine muame­ le yerine ölmeyi tercih ediyor. Kadınlar, erkekler gibi silah kul­ lanıyor, askerler kadar savaş veriyor. Bütün bu bölgede derin değişiklik var. Şimdi, herşey savaş emrinde. Sağ kalabilen halk tabakaları neleri varsa getiriyorlar. Adlan bulunamaya­ cak zulümler vatan duygusunu kamçılamış. Öyle ki şefler fe­ dakarlık isteme gereğini duymuyorlar. İnsanlar kendiliklerin­ den geliyor savaşmaya. Yolumuz boyunca, herkes silahlı. Heryerde uzun deve kervanlan iaşe ve cephane taşıyor. Kesin düzen içinde yoğun hareket. 150 kilometre boyunca, birlikler, tümen kurmay he­ yetleri, merhale hizmetleri ve savunma hatlan içinden geçtik. en modem usullerle güçlü ve kıvrak bir organizasyonun etkisindeyim. Ordu düşman karşısında kendi üstünlüğüne inanmış, yalanda hedefine varacağından emin. Hedef, mem­ leketin tam kurtuluşu. 21


Sakarya Zaferi, kesin aşamayı işaretledi. Türk kuvvetle­ ri hergün sayıca artıyor, Yunan kuvvetleri Türk süvarisince de­ vamlı hırpalanarak zayıflıyor. Cephanenin bu kesiminde, normal hayat sağlama bağlan­ mış, güven mükemmel, düzen var, her sivil unsur, işinde bi­ linçli. Her yerde savaşa, halk yalan ortaklık kuruyor, İsmet Pa­ şa düzeninin en çarpıcı karakteri bu. Böylece, mücahitler sa­ yışım giderek arttırıyor ve bu kadar geniş bir cepheyi besle­ yebiliyor. Güvenlik o kadar iyi sağlanmış, top sesi anormal geliyor. Asker ve köylüler cephe kumandanının simasını çok iyi tanı­ yor, o geçerken sevgiyle saygıyla selâmlıyorlar. Önümüzdeki Yunan geri çekilişinde Afyonkarahisar, Es­ kişehir, Bursa, İzmir acaba ne halde olacak? Fransa ve İtalya enerjik protestoda bulunmazlarsa, şu anda Yunan kuvvetlerin­ ce elde tutulan bölgeden ne kalacak? Tüm Anadolu aynı duygu içinde. Hepsi aynı şekilde ka­ rarlı, haklarını yoğun ve ortak çaba sonunda elde etmekten her­ kes emin. Askerler gibi sivillerde de kesin disiplin var. İstila­ cının ifa ettiği suçlardan nefret ediliyor. Information gazetesine (Haber) çektiğim tel: Aslında Türk halkının acımasız düşman karşısındaki duy­ gusunu hiddete çeviren, ülkeyi kurtarma iradelerine güç ve­ ren, ülkeyi harap eden ve tüm müslüman milletlerde en canlı lanetlemelere neden olan bu sistemli yıkma metoduna karşı Fransa'da hâlâ protestolar görülmeyecek mi? Her yerde eşref ile konuştum, kesin tutumlarım anladım, askeri şefleri etrafımda hepsinin birleşmesini, nihai başarıya inançlarım gördüm, Fransa'nın Batı Anadolu'da artakalan kıs22


mı kurtarma çabası göstereceği hususunda ümit hatta inanç­ ları dinledim. Akşam yemeği neşeli geçiyordu. Subaylar güven içindey­ diler, sohbet çok canlıydı. Bu sohbeti, kısa bir müddet yanda­ ki büyük bürodan takip etmiş, günün olaylarını gözden geçir­ miştik. Sonra kalktım biliyorum ki, ben gittikten sonra da ça­ lışma sabahın ikisine, üçüne kadar sürecek. Yanımda bir ga­ zete ve resimli dergiler desteği ile güzel ikametgahıma gidi­ yorum. O sabah, saat dokuzda çıkmıştık. Dikkatli düzenlenmiş bir programımız vardı: Okullar, belediye, mevki kumandanı, ticaret odası, Akşehir'in büyük turu bu düzenlemeyi teşkil ediyordu. Şehrin bu haline hemen alışmıştım. Pazarı, nehir ma­ hallelerini uzun uzun gezmiş, beni Eskişehir'de çok etkilemiş olan herşeyi orada da bulmuştum. Bu, İsmet Paşa'ya özgü bir düzendi. Daha ilk bakışta- anlamıştım. Sokağın ve dükkanla­ rın hali, sivilin de asker gibi oluşu, şose üzerinde, arabaların asla sürtüşmemesi şekliyle görülen intizam, insanların bağır­ madan kavga etmeden çalışması, bütün bunlar, kesin fakat as­ la katı olmayan bir disiplin eseriydi. Akşehir'i dolduran kala­ balık, sanki görünmez bir kanuna seve seve riayet ediyordu ve bu yoldaki görevli kişiler ortada yoktu. Onlar arasında yasaya yasaya, hallerini daha iyi anlama­ ya başlıyordum. Bu yığın içinde sefalet yoktu, dilenci yoktu, sokaklarda sürünen çocuklar yoktu. Çocukların hepsi, gidip göreceğim okullarda bulunuyordu. Köylüler iyi giyinmişti, ileri gelenler eski taşra elbiselerini tercih etmişlerdi. Ünifor­ maları içinde askerler de askere benziyordu. Altıyüz yıldan be23


ri, Anadolu ilk defa, kendini yönetenlerle işbirliği yapıyordu. Artık orası istese de istemese de, Trablusgarp için, Arabistan ya da uzak herhangi bir diyar için kanını akıtan, kendini İs­ tanbul'un ihtiraslarına feda eden taşra değildi. Devamlı ola­ rak kendine hiç bir menfaat sağlamayan fetihleri cam ile öde­ miş ve her zaman kendini gözetleyen Maliyeden zenginlikle­ rini gizlemiş olan bu çalışkan ve munis millet ilk defa, yaban­ cı bulmadığı şeflerin harekatına ortak oluyordu. İsmet Paşa, bu millete dayanma ve karşı koyma dersini sabırla öğretmişti. İngilizler ile Yunanlılar taklitçi bir gösteri­ den ileri geçemiyorlardı. Düşman, bu halkı topraklarından atmak istediğine göre, ya sefilce ölmek ya da tüm feragatle dövüşmek gerekiyordu. Bugün hâlâ ellerinde birşeyler kalmış olan kişiler, İsmet Paşa'ya: "Herşeyi al ve bizi kurtar" demekteydiler. Paşa da, Mustafa Kemal gibi savaşın uzayacağından emin olduğu için, herşeyi bu uzun zamanı öngörmek suretiyle düzenliyordu. - Şayet düşmanınızın adı Britanya İmparatorluğu ise, onu, birkaç ay içinde yenmeyi düşünemezsiniz. Diyordu baştaki şefler. Milleti hoş tutmak, onlan çalışmaya teşvik etmek, ma­ halli sanayii ayağa kaldırmak, milliyetçi formülün esaslarını teşkil ediyordu. Şefler, milleti, sadece kendi kaynaklama, kendi çabasına güvenmeye alıştırıyorlardı. Bu akıllı topluluk gayet güzel intibak ediyordu. İsmet Paşa'mn büyük güçlerinden biri, kadınları, izzeti nefislerini okşamak suretiyle, esere katmaktı. Onlar olmasa, olayların kendisini çoktan aşacağını söylerdi. Hatların bazı kı­ sımlarında gerçek hizmetlerde bulunan kadm taburlarını, on­ ların erkeklerden daha iyi daha süratli iaşe ve cephane kolla24


rmı bu amaçla yaratmıştı. Onların isteklerine, şikayetlerine da­ ima kulak verirdi. Anadolu'nun büyük şefierince yapılan yaklaşım, herke­ sin kabul edebileceği türdendir. Gençler, çalışan kişiler, da­ ima hareket halinde, herşeyin kendileri için olduğunu göre­ rek, aldanmış olmuyorlardı. Birinden ötekine giderek ziyaret ettiğim okullarda, aynı sıralar üstünde, üç dört yaş ile yedi sekiz yaş arasmda görü­ nen kız ve erkek çocuklar vardı. En fakir olanlarının bile ke­ sinlikle riayet ettiği Türk usulü temiz - pak olma herbirinde derhal görülüyordu. Küçücük başlar kalkmış, gelen yabancı­ yı dikkatle süzüyorlardı, bazısı sevimli çizgilere, çoğu da do­ ğunun o şahane gözlerine sahipti. Çarşaf giymiş Türk öğret­ menler, bunlardan en küçüklerim yanımıza çağırıyor, herbiri, bir masal yada bir manzume okuyordu. İlk çağrılan, çekingen­ lik içinde başlamış, sıkılmış,sonra canlanmış ve sonunu pek güzel getirmişti. O zaman ötekiler de aşka gelmiş, rekabet doğ­ muş, hepsi aynı başarıyı gösterme hevesine kapılmıştı. Ne ya­ zık ki, herbirini dinlemek mümkün olamıyor, sahneyi kısalt­ mak gerekiyordu, zira öteki sınıflar da bekleşiyorlardı. O ko­ caman bakışlar bir hayal kırıklığına uğruyor, birden bire ken­ dilerini üzüntüye kaptırıyorlardı. Bu çocuk kalabalığı içinde erken gelişmiş zekaya sahip çarpıcı kişiliklerde gözüküyordu. Pek ince, pek sansın, tam halk çocuğu bir küçük kız çıkmış, Mehmet Emin'in, tüm Ana­ dolu'yu altüst eden İzmir üstüne şiirini büyük, inanılmaz bir ateşli tavırla okuyuvermişti. Yanındaki Subaylann, bu esir şehri anlatan şiiri o muhteşem çocuk okurken gözleri dolu do­ lu olmuştu. Duyulan acıyı öylesine yürek parçalayan, öylesi25


ne gerçek biçimde ifade ediyordu ki küçük kız! Böyle okuya­ bilmek için acaba kendisi ne görmüştü? Gözlerinden böyle ateşler fışkırması için neler hatırlıyordu acaba? Ayrıca, öğretmenin kollan arasında, milliyetçi kıyafet içinde gördüğüm dört yaşlanndaki yavrunun vatansever mısralar söyleyişi, kendinden geçmiş bir büyük insan gibi hiddet­ li birlselsle^bağırışı^âlâ kulaklarımda. Bu savaş çocuklan, dövüşmenin yanı başında yaşıyorlar­ dı. Babalan, ağabeyleri savaşın kahramanlanydı. Birçoklan hafızalanndan iğrenç şeylerin silinmesi gerekli kurban kişi­ lerdi. Üzerime diktikleri gözlerini açmış, ülkeleri için ne ya­ pabileceğini sorarcasına bakıyorlardı. Bu okulda, bazı somlarım olmuştu. Çocuklara, sesleri, ha­ reketleri; yüz çizgileri hatta okuyuşlan ile Fransa'daki çocuk­ lara ne kadar benzediklerim söylemiştim. Her okulun bir kişiliği vardı. Öğrencilerinin bıraktığı iz­ lenimlere öğretmenler öyle önem veriyorlardı ki, oradan gi­ debilmek için gerçek bir gayret sarfetmek gerekirdi. İsmet Pa­ şa: "Gördüklerinizin hepsini bana anlatacaksınız" demişti. Akşama, eserinin bu temel kısmı üzerinde onu kolaylıkla teb­ rik edebilecektim. Büyüklerin sınıflannda, değerleri ayırma işi de yapılmış­ tı. Zekaları sayesinde yıldız durumuna gelmiş kızlan gördüm. Şimdi onlarda, yalanda bütün ülkeye dağılıp, milli anlayışın yayılması yanında öğrenci yetiştireceklerdi. Bu aşkları ile uzaklara giderek görev yapacaklardı. *** Az soma, Belediye binasında, başlıca ileri gelenler, etra­ fında toplanıp oturmuşlardı. Hepsi, arzularım belirterek ben26


den öğüt istiyordu. Madem ki Ankara anlaşması henüz imza­ lanmıştı, Fransa ile iktisadi ilişkilere girmek istiyorlardı. Herbiri, şahsi işini, açık sözlü belirtiyordu. Kimi, Akşe­ hir çıkarlarım biraraya toplayacak bir banka kurmak, kimi es­ ki bir halı fabrikasını yeniden çalıştırmak, kimisi de silah imal etmek niyetindeydi. Bütün bunları, düşmanın iki adım be­ risinde, kendilerine pek az bırakılan el emeği ile yapacaklar­ dı, bir koruyan belirdi mi, tüm Akşehir'de bu atmosfer görü­ lürdü. Akşam, İsmet Paşa, gönlünde en değerli iş olarak yatan bu meseleyi benden dinlemeyi büyük arzu ile dilemişti. O genç gülüşü ile "Ben onların babasıyım, birçok aile içinde güç günler yaşandı, ama benden hiçbir zaman kuşku duymadılar" diyordu. Kurmay heyetinin, üstünde haritalar, gazeteler, dergiler serpili ve günün telleri bulunan geniş masası etrafındaki ye­ mek sonrası sohbeti, çabuk konuşmalar halinde yapılırken, bu sevimli yüzlerin herbirinde bükülmez bir irade okuyordum. Hepsi, sanki: "Acaba sabiden anladı mı? Acaba hatırlayacak mı? " diyordu. Bu endişe, bu tür kişilerde çok meşhurdur. On­ lar ki, düşüncelerinin büyük bir kısmım açıklamış, soma, bir- • den bire, o endişeli vakarlarının arkasına gizlenmiş, böylece, herbirinin eşit derecede nefret ettiği duygulandırma ve övgü arama haline düşmekten sakınıyorlardı. Burada, henüz taze hassaslıklar, Batılı ile her temasta dikkatle saklanarak, çok yönlü acılara neden olabiliyordu. Tam güven, normal hayat hayali öyleydi ki, en içtenlikle dost bir yabancı, ertesi gün, savaşm yeniden başlayacağını unutuveriyordu. O kadar hararetle misafir edilen kişi için onca zahmete 27


girilmiş olması, elbette çıkar sebebiyle değildi. Bunda sade­ ce, doğru misafirseverliğinin cömert yasası hakimdi: Bu ka­ ide, geçiş halinde misafir edilen yolcunun hoşuna gidecek bi­ çimde konuşmayı öngörüyor; fikir alış-verişlerine varıncaya kadar. Öte yanda, bir yabancı için, çok yakından ve üç kez, is­ tilacı karşısında bir milletin verdiği acı savaşı, derinden heye­ can duymaksızın, takip etmesi mümkün olabilir miydi? Daha önce kendi çektiğimiz acılar üstüne, insan, hiç acı duymadan eğilemiyor... İsmet Paşa ve ben son bir defa konuşuyorduk. Subaylar, yakmımızdaydılar ve gara az soma hareket etmemizi bekli­ yorlardı. Tek başıma, olayın bütününü görmüş bulunuyordum. O da bana bunu hatırlatıyordu. Şimdiden, Nisan 1921 de Es­ kişehir'de hissettiğim gerçeğin ağırlığını duyuyordum. İleri­ de, kendi ülkemde, peşin yargılara ve kayıtsızlıklara karşı ve­ receğim mücadeleyi hisseder gibiydim. Burada görmek hiç de güç değildi; herşey açık ve seçikti: Ama sonraları bunu anla­ tabilmek? Hep birlikte, o çok hoşlandığım evi terkediyor, arabaya biniyorduk. Çift dizili ihtiyar ağaçların arasmda ve güneş al­ toda, beyaz evleriyle cadde panldıyor. Garda, halk birikmiş, bekliyor. Ben İsmet Paşa'mn vagonuna giriyordum. O, peron­ da, yanında subaylarıyla, bana son bir veda işaretinde bulu­ nuyor. Yine: - Unutmayın bizi! Diyordu. Gülümsüyordu. Işık altoda dimdikti. Bu şekilde, kendi insanları arasmda öylesine bir güç ve güven izlenimi bırakı­ yordu ki, beni bir kez daha selamlarken ona bakıyor, bakıyor. 28


- Sonuçtan şüphe edilemez diyordum. Tren de sarsılmış­ tı, yavaşça ilerliyordu. *** Çetin yolculuk bitmişti. Bu defa ardımda brraktığım, Ana­ dolu'ydu; harekat ve.savaşm Anadolusu. Bir kaç saat soma Konya'da olacağız. Orası bambaşka bir bölgedir. Ahalisi, ger­ çek savaşı yaşamamıştır; dolayısıyle, ne denli samimi olursa olsun, bazı duygulan, az önce kendilerinden aynldığım insan­ larınki gibi olamaz. Şu son beş günde gördüklerimi kesin biçimde kafamda toplamak ve özetlemek çabasına girdim: Öyle bir savunma hat­ tı ki, her balomdan zeka ile çizilmiş, her tabii durum beceri ile kullanılmakta, mükemmel bir ordunun ustalıkla bölünüp gerekli yerlere dağıtılmış bulunmasını, ben bile o bilgisiz id­ rakimle anlıyorum. Şimdi, dövüşen kitlelerin duygusunu iyi biliyordum. Ar­ tık, bu insanlarda yorgunluk bulunduğundan bana söz edile­ mez. Onlardaki kararlı, yürekli düşünceyi yakından görmüş­ tüm. Direnmelerinin sonsuz olacağını anlıyordum. Varolma­ nın öz elemanlan yiyecek maddelerini, yünü, odunu, ülke üre­ tiyordu. Felaket görmüş olanlar da bile gerçek sefalet yoktu. Ana­ dolu'da arta kalan halk tabakalarım ve ordulan bol bol besle­ meye yeterdi. Erkekler eksiksizdi, kadınlar da erkeklerin de­ recesinde değer taşıyordu. Şimdi, İngiliz entrikasının niçin başka yeri değil de burasını seçtiğini anlıyordum. Fakat gay­ retinin sonuçlanm, taarruzlanndaki kabalıkla sıfıra indirmiş­ ti. Özellikle, Yunanlıyı, işgal aracı olarak kullanıp, tamir edil­ mez hatasını tekrarlamıştı. Bugün, Anadolu, askerlerinin tartışılmaz üstünlüğünü bi29


liyor. Yunanlılara teslim edilen tüm malzeme hiç de yararlı ola­ mamıştı. Tasavvurlar teker teker yıkılıyordu; şöyleki: Türkle­ rin sayıca az oluşu tasavvuru, milliyetçi şeflerin baskılarına karşı, yerli halkın Yunanlıları yardıma çağıracağı düşünceleri, bu halk arasmda kavga çıkacağı düşünceleri. Bu üç savaş yılının her aşamayı mukavemet hareketindeki birleşme ve pekişmeyi kanıtlamıştı, fakat Avrupa'da hala hiç kimse, o denli kaba hücuma uğrayan bu topraktan fışkıran yep yeni usarenin farkında değildi. Onun çocukları koşup gel­ miş, ondaki meçhul gücü kazıp fışkırtıyorlardı. Onları, kaç kez, "Biz milletimizin cehaleti içinde yaşamışız" şeklinde iç­ tenlikle konuşur görmüştüm. Ama bu bağ, zaferden soma da, hep yaşayacaktı. Üç yıl süre ile birleşik çalışmalım, bu dere­ cede yakınlaşmanın, dökülen kamn izleri kalacaktı. Anado­ lu'nun tüm yöneticilerini tanımış, hepsinde, en mütevazi in­ sanların karşısında bile kardeş heyecamm görmüştüm. Arzum üzerine Mersin'den önce benden ayrılmaması ön­ görülen Mahmut Bey dikkatimi bu güzel manzara üstüne çe­ kiyordu. Tren süratle yürüyordu; kasabalar ve köyler, ovayı be­ yaz noktalar halinde süslemekteydi. Bunları, minarelerin ha­ vai çizgileri daha tatlı hale sokuyordu. Yoğun ışıklı menekşe ve gül renkleriyle ufuğu kesen bir çizgi doğmuştu. Üstü kar serpili dağa tırmanış ile birlikte soğuk da kendim hissettirme­ ye başlamıştı. Bütün bunlar, çok büyük çok şaşırtıcı, çok sa­ deydi. Anadolu arazisinde, henüz kat edemediğim ne çok böl­ ge, sonsuzluğu ile değişiklikler getirişi ile daha ne kadar top­ rak vardı, kimbilir! Güneşin batışı alevleniyor, soğuk daha çok ürpertiyordu. Bu sırada, İsmet Paşa'nm metrdoteli bir lamba ile çay getiri30


yordu, bizler susuyor, bu akşam, bizim bilgimiz dışında kala­ cak olayların ne olabileceğini düşünüyorduk. Büyük bir gar, bir kalabalık. Burası Konya. Halk tabaka­ larının heyecanlı karşılayışı, oto içinde, bir yokuşun süratle çı­ kılması, şoförün acı acı çaldığı düdükle gece içinde yol alın­ ması. Bu bir gerçek şehirdir. Geniş sokaklar, Avrupai evler, du­ rup araştıran, inceleyen bakan insanlar. Burada savaştan, onun anlatılmaz havasından eser yok. Ağır çeken bagajımızla, bizi aldılar, Konya'nın en zengin eşrafından Mustafa Efendi'nin evine yerleştirdiler. Ev sahibi, eski Türk usulü elbisesi içinde, bizi çok kibarca karşıladı. Burada, herşey çok batılı. İlk anda, doğrusu, biraz şaşır­ dım. Daha bir kaç saat önce, bambaşka bir dünyadaydım. An­ cak, az sonra, bu ikisi arasmda, sıkı bir bağlantı bulunduğu­ nu anlamış olacağım. Aynı akşam, Mustafa Efendi'nin gösterişli odalarına ka­ labalık bir kadın akını başladı. Ankara, Akşehir ve Anadolu'da­ ki yöneticiler hakkında beni soru yağmuruna tuttular. Burada da kadmda vatanseverlik ateşli, genç kızlar biraz vahşi çekin­ genlik içinde, bu genç kızlar bütün gece, yatmcaya kadar, ba­ na mısralar okuyacak, saf Türk musikisi dinletecekler. Sev­ dikleri şiirleri o müzikle seslendiriyorlar. İşte, onaltı yaşlarındaki bu kız çocukların sesiyledir ki da­ ha iyi anladım işgali, savaş ve bunların yarattığı duygunun şid­ detini. İçlerinden biri, evin beylerinden birinin kızıydı; heyeca­ nım tutamazken bir yandan ağlıyor, bir yandan gülüyordu; sonra da nefis bir sevimlilik içinde özür diliyordu. Onun kar31


deş çocuğu da kulağıma: "Bern Paris'e götürsenize" diye fı­ sıldıyordu. Ben itiraz edecek olmuştum. O, bu defa açıkladı: - Hayır, gezmek için değil, Paris'i görmek için değil, oku­ mak, öğrenmek için." Bugünkü haliyle Konya vilayeti 500.000 nüfusludur. Bun­ ların 23.000'i Hıristiyandır. Konya, 1908 ihtilalinin en derin­ den değiştirdiği Türk şehirlerinden biri. Şimdiye kadar, mo­ dern ticari kavramlar onun meçhulü olduğu için kullandığı ik­ tisadi yöntemler çok ilkeldi. 1908, halk tabakalarındaki uyuşukluğu sarstı ve giderdi. 1910 da Konya Milli Bankası kurulmuştu. Bu ilk deneme öy­ le sonuçlar verdi ki, cesaret alan müteşebbis eşraf hemen ar­ kasını getirdi: Kısa sürede yirmibeş banka ve Anonim Şirket çıktı ortaya. 1918 de, Konya elektrik şirketi, şehri aydınlatma işim yüklendi. Konyalı Müslüman halk işlere pek yatkın kişilerdir. 1921 aralık ayı sonunda, Klikya'nm açılışı ve Fransa ile an­ laşma imzalanması, onlara Adana ve Halep pazarlarım yeni­ den açmıştı; depolarında birikmiş stoklan biran önce satmak için acele ediyorlardı. Sevinçleri büyüktü. İşte Belediyenin şerefime verdiği, şehrin belli başlı kişi­ lerinin de hazır bulunduğu geniş kadrolu yemekte, dinledik­ lerim bunlar. Vali Galip Paşa, sofranın başmda oturuyordu; memnun­ du, milliyetçiliğin önde gelen simalanndandı. Yanımda otu­ ran bir generaldi ve bana, davetlileri, bir bir uzaktan tanıtıyor­ du. Daha küçük rütbeli subaylar, Konya Tekkesinin Postnişini Büyük Çelebi ki - İslam dünyasının büyük ünlerinden biridir 32


- Konya'nın önemli tüccarları, vilâyet erkanı, bir demokratik karışım halinde orada idi. Büyük Çelebi, o çok eski Türkiye'yi yeni rejime uyum sağlamış etmiş şekliyle, hayran olunacak bir halde temsil edi­ yor, barıştırıcı bir eda ile mesafeli duruyordu. Saat ikide bizi Tekke'ye götürecekti. Mustafa Kemal Paşa, Mahmut Bey'e gönderdiği bir özel mektupla, bana büyük tören yapılmasını ondan rica etmişti. Arada sırada, onunla gözlerimiz buluşuyor, incelemeye bakışıyorduk. Sonra yine gözlerimiz, böyle bir sırdaşlık ile ça­ bucak başka yere çevriliyordu. Tekke'ye ilk ziyaretimi hatır­ lamıştım. İki yıl önce milliyetçiliğin henüz şafağında, Rafet Paşa'mn cesur yönetiminde İngiliz güçlerinin üç adım ötesin­ de, bir genç subayla yalnızdım ve etrafımızı dervişlerin uğul­ tulu düşmanlığı sarmıştı.. Zaman değişmişti. Eski şeriat, İn­ giliz mandasının pek güçlü erdemlerine artık inanmıyordu. Konya çok kasırga geçirmişti, İngiliz-Yunan subaylarmca oluşturulan birlikler şehrin eğitimine memur edilmişlerdi. Bu­ gün Büyük Çelebi temsilcileri Konya'ya Allah için egemen olan yalnız Mustafa Kemal adı önünde eğiliyordu. Konya, entrikaların geleneksel yuvasıydı. Mağrur bir büyük şehir, yakın Asya'nın en güzel yollan kavşağında bulunsun ve her çağda dünyanın büyük pazarla­ rından biri olsun, bu durumu etki dışı kalması düşünülemez. Selçukluların ilk başkenti olan Konya, önce bunun kuv­ vetli damgasmı yedi, sonra kendini ve kendinden gelenleri et­ kiledi, bütün fatihlerini etkilediği gibi. Onun camilerini gezmek, müslüman Asya'da yapılabile­ cek en güzel sanat ve tarih gezişidir. Selçuklular Sultamnca konulan muazzam taştan tutan da, az sonra içine gireceğimiz 33


Tekke'nin bu kalıba tatlı uyumuna varıncaya dek, fethin tüm safhaları, halis kan Türklerin bu süratli çiçeklenmelerinde gö­ rülür, okunur. Bir kaç yıl içinde, sert ve erkek tutumlu ilk onlardan, edebiyatçı ve sanatçıların uyanıp açılmasına geçmiş, sonra, Asya'nın en güzel göklerinden biri altında, çok yetenekli, çok süslü yaşantıların parazitleri olan tatlı gevşemeler ve mantık oyunları ile rehavet durumuna gelmişlerdir. Türk uygarlığının ihtişam ve inceliğini anlayabilmek ve onu, İstanbul ile temas sonunda Bizanslaşmasından önce gö­ rebilmek için Konya ile Bursa'yı iyi tanımak gerekir. Şimdi, çanlar çalmış, iradeler yeniden gerilmişti. Türk'ün yuvası ilk defa olarak istila ediliyordu. Herkes, bir enerji sıç­ raması ile tepki gösteriyordu. Hafif bir iç çekişi ile Büyük Çelebi kalkmıştı; bana ön­ ceden geçmemi işaret etti, bizi, kendi nezdine götürüyordu. Zamanı gelmişti. Açık bir otoya biniyor ve çok iyi tanıdığım pazar yerinin kıvranlanm takiben ilerliyorduk. Kalabalık, be­ nim bu biçimde geçişimden bugün hayrete düşmüyordu. Mu­ hakkak ki Konya'da değişiklik olmuştu, ama Tekkenin zerre­ si bile değişmemişti. Kocaman baklaları ile ağır zincir, derin biçimde belvermiş, kapıyı bir bakıma kesiyor, durumu ne olur­ sa olsun, orayı aşmak isteyeni, huşu ile eğilme zorunda bıra­ kıyordu. Avluda, dervişler gidip geliyorlar, biz de Büyük Çelebi'nin özel odasma giriyorduk. Orada, değeri biçilmez ha­ lılarla kaplı, alçak ve geniş sedirler üstünde, her aralıktan sı­ zan yarım gün ışığı altında, etrafımızdaki harikalara bakıyor, Kur'ân-ı Kerim'in ilkel yazması metinlerim hafif hareketler­ le inceliyorduk. Tören başlamak üzereydi. Islamm en muhteşem mabet34


lerinden birine girmiş, isimleri hala ses veren, şahane kumaş­ larla örtülü sundukları altında, hayattakilere hala bu kadar ya­ kın duran büyük fatihler dizisine bakıyorduk. Hava, kıymetli ipek ve ahşap eşyadan gelme kokularla ağırlaşmıştı. Kristal avizelerin şeffaf damlaları da beş altı yüz yıllık mazileriyle he­ men hemen yere kadar sarkıyor, dünyanın en eski halıları, bir­ biri üstüne konulmuş olarak, zemini kaplıyordu. Semaya tahsis edilmiş daire biçimindeki salon içinde, dar bir set üstüne oturmuştuk. Neyin üflenmesi başlamıştı. Bu, kâh sonsuz uzayan, kah yükselen, soma bir şekva nağmesin­ de devamlı üflenen bir munis, içini dökme haliydi ve insan san­ ki bu çağrıya kayıtsız kalamazdı. Saz takımı da, en eski örf­ ler kadar uzak geçmişten geliyor, orada vezin veriyor, ebedi konuyu mırıldanıyordu. Selamlamalar halindeki uzun başlangıçta soma, derviş­ ler, bir bir çıktılar meydana: Kollar açık, başlar sağ omuz üze­ rine eğik, dönüyorlardı (semâ). Önce yavaş, farkedilmez hareketler,sonra gittikçe daha hızlı, sanki bir coşkunluk kabusu. İçlerinde her yaştan insan vardı: Çok yaşlı, daha az yaş­ lı hatta çocuk yaşta. Özellikle bu sonuncular olağan üstü ha­ reket kolaylığına sahiptiler. Eflatun, beyaz, mavi, pembe renk­ li çiçekler gibi, kendi eksenlerinde dönüyorlardı. Yüzleri bir ölüm sulukluğu içinde, zayıfm da ötesinde idi. Büyük Çelebi, ellerini göğsüne çapraz koymuş, ağır ağır dönmeye başlamıştı. Bunu kutsal zikrinde de muhafaza etti, azametli bir vakar içinde. Bu yavaşlık onun rütbesini belirti­ yordu. Bunların hepsi, geçmişten bir görüntü idi, o geçmiş ki, renkleri de anlamıda eskiye nisbetle hafifliyordu. Müminleraıtüm çabalama lağmsn'bAi, Vöy\e 35


Neyin üflenmesinde ani tereddütler de oluyordu: Bugü­ nün dervişleri, eskiler kadar bu kutsal coşkunluğu bulamıyor­ lar. Burada bile İslam içinde birşeylerin adamakıllı değiştiği görülüyor. Milliyetçilik, bu büyük sadeleştirici kuvvet, o çok ulvi hatıralar arasında kendini pek de rahat hissetmiyor. Onun egemenliğinin sim harekettir. *** Buna karşılık, aynı milliyetçi duygu, eski kıyametlerin pa­ ha biçilmezliğini de çok iyi anlıyor. Bana, camileri gezdiren, onların tarihini anlatan saygı değer ve bilgin hoca, yanımda­ ki subaylar tarafından dini bir tevazu ile dinlenmişti. Şimdi kar yağıyor. Dondurucu sis içinde, yan yıkık anıtlann haşmeti daha da parçalıyor yürekleri. Işıklı maviliklerveren İran fayanslan ile kaplı, kubbeleri mükemmel orantılar gösteren anıtlar. Konya, eskiden zengin, gelecekte zengin büyük şehir ol­ manın üstünlüğünü koruyor saklı tutuyor. Coğrafi durumu benzersizdir. Eksiği, denize açık olamayışıydı ki, şimdi Kilikya, bu imkanı da bahşediyor. Türklerin bizlere endişe verdiğine, insan nasıl olur da inanabilir? İngiltere'nin hasetliği o İskenderun deniz geçidi­ ni koruyan onlar değil mi?

36


SEKİZİNCİ KISIM İSTANBUL İNGİLİZ BASKISI Aralık 1921 Bir yandan Asya geçidi, bir yandan Uzak Batının son uzantısı olan İstanbul'a her zaman iki temel faktör hakim ol­ muştur: Coğrafi durum ve iklim. İstanbul her şeyden önce, şarklıdır. Bugün, o bozulmaz çizgilerini, anlaşılmaz ve kapalı bir çehre altında gizlemekte­ dir, bir maske taşımaktadır. Bunu da kendini tanımayan, ken­ dinin de tanımak istemediği yabancıyı daha rahat bir gözlem altında tutabilmek için yapıyor. Adamakıllı kansız gibi, fazlasıyla yıkık, harap oluşu kar­ şısında sanki kayıtsız. Aslında, seraba uyanık, yeniden doğu­ şu olayım pek yalandan kollamakta. Selamet Asya'dan gele­ cektir: Düşündüğü Asya hareketlerinde, Doğunun o büyük sabrı var. Bu sabırlı olmarim zaman kavramı ile ilgisi yok, onun için zamanın işleyişine ölçü konmaz, küçücük bölümleri bile bekliyor, gözetliyor, saatin belirsiz yaklaşmasından bü37


yük haz duyuyor. Buna karşın endişeli, haşin düşman, her yanda o görünmez tehdidi hissediyor ve hiçbirşey yapamıyor, çünki, gerçek nedenleri bilemiyor. İstanbul Türkleri, aym zamanda Anadolu Türkleridir. Ba­ tı, hâlâ bunu anlayamıyor. Batının, Doğu hakkındaki kötü bil­ gisi düşünülemeyecek halde. O hala, Sarayın Babıali'nin ent­ rikaları ile meşgul. O konuda bile sadece ön cepheyi görebi­ liyor. İçeride olup bitenler, onun için tamamen meçhul. Batı, topu topu bir kez, işgalcilere bağlı Pera (Beyoğlu) içine alın­ mıştır, ki Türklerin yüksek ve orta derecedeki memurları bu yerden ancak az bir ilgi görebilir. İstanbul Türklerinin gerçekten ne aradığını, Anadolu'nunkinden daha yavaş da olsa, nasıl bir değişiklik geçirmek­ te olduklarını, bu duygunun yürekten, tıpkı onlarınki gibi na­ sıl kaynaklandığım, aydınların bu doğrultudaki çalışmalarım, yalnız Ankara bilir, çünkü bunu yöneten odur. Binlerce entrikayı hasta ve ihtirasla takip eden, hep ay­ rıntılar üstünde hararetle durup, asıl olayı, Asya'nın ne düşün­ düğünü, aklına bile getiremeyen şu Avrupalıların acınacak du­ rumundan daha kötüsü yoktur. Gerçek İstanbul, Müslümanların İstanbul'u, bu olayı on­ lara anlatabilir ama, onlar, ne sormak, ne de dinlemek tenez­ zülünde bulunurlar. Aslında, gerçek İstanbul'da ancak aklı başmda konuşur. O, ne ölüm saçan düşmanı İngilizce, ne küçümsediği Rum'a yada Yunanlı'ya, ne de, nasıl yukarıdan baktığını bildiği Al­ mana güvenir. Onu aldatmış bulunan İtalyan'a karşı tetikdedir, ancak yine de görüşebilir. Şayet tamamıyla bağımsız, dü­ şünceleriyle hareketlerine baştan başa hakim bir Fransız'a hi­ tap edebilir ama onun da yüksek komiserler atmosferinde ya38


şamaması şarttır. O atmosfer ki, içinde, para karşılığında çafaşltmlan kulaklar vardır ve bunların duyduğu her kelime, der­ hal ttüm şehri dolaşır, istanbul Müslümanları, konuşmadan önce, soruşturmahmm yaparlar. Bu yolda gerekli imkanları vardır. Onlara so­ ra yöraehen Fransızın sır saklayabileceğinden, onu aydınlat­ mak i p n katlanılacak sıkıntıya değecek derecede durumu ve Mpsel mifimı bulunduğundan emin olursa, kendisini ikna edebîmle uğrunda tüm bilinçlerini, "kutsal dava" yolundaki tiükcnı hamlıklarını ortaya koyarlar. Oîslar için çok önemli olan şey, bizim de çabuk anlama­ mam sağlar biçimde söyledikleri Türkçe tabirdir: "Bir saat ev­ vel™ îabiri. Mücadele sert, insanları da, kaynaklan da kurutu­ yor, yok ediyor. Doğu harbinin kaç paraya patladığım, îngiİMerdışmdalrim bilebilir? İngilizler, büyük oyunculardır, bü­ yük para oyunları onlara özgüdür. Acaba 1918 den bu yana, Arap ve Türk ülkelerinde kaç tane üstün subayları hayatlanm kaçfeetmiŞtir? Londra büroları, bunu asla söyleyemezler. Paıdkfao sarsmaktır Boşluklar, giderek doldurulur. Doğu. birleşmiş olmasaydı, savaş bitmiş olurdu. Fakat birjp&Mİlkitada repki gösteriyor, bunu da aziz canlarım feda sü­ resiyle Türkler yönetiyor. Anadolu, Asya'nın büyük genel ka­ rargahıdır. İstanbul, onun siyasi çalışmasının merkezidir. Bu ımeAraririM mücadele gön ışığındakinin yamnda, daha tehlifaffi, daha acı, daha asap bozucudur. Anadolu savaşçılan da, sıra ife gelir, bu karanlık ve feragatlerin en büyüğünü şart ko­ şam mScadeleye baş koymuş kardeşleriyle nöbet değiştirirler. Amaç, bağımsızlıktır, İngiltere'nin, Hindistan için Mısır w Mezopotamya için icat ettiği göz boyama ve uydurmanın gpayci ile hiç ilgisi yoktur. Amaç, yasalar ve adetler gereğince 39


yaşamak, dilediği biçimde ticaretle meşgul olmak, ittifaklar yapmak, Avrupa ile kesin eşitlik içinde bulunmaktır. İşte, Doğu de\Tİminin yönü bu. O, Sovyetler yalarımdan olduğu kadar ingiliz yalanından da nefret duyar; asla bir ya­ bancı efendi kabul etmez kendi başı üstünde. Onu harekete ge­ tiren, kutsal cihad anlayışı değildir. Yobazlığı şiddetle yadır­ gar. Parola, Ankara'nın parolasıdır, bağrmsızlıktrr. Aslında, Müslümanlar arasındaki bağlar, kuvvetinden hiç bir şey kaybetmemiştir. Trakya Müslümanları, Anadolu'ya seslendikleri zaman ilgi görmüşlerdir. Yunan beceriksizliği, onların şikâyette bulunmalanm hiç de önleyecek biçimde de­ ğildi, Trakya Müslümanlanmn bağımsızlığı da, gelecekteki barış antlaşmasının temel maddeleri araşma girmişti. Modern çağlar içinde, ilk defa olarak, Müslüman toplu­ luklar önüne konulmuş, "yalnız bırakma" engelleri kaldırılı­ yor. Avrupa'nın devleri, Rusya, Almanya, İngiltere, saygınlık­ larım yitirmişlerdi. ' Acının, gerçekçi hale getirdiği Asya, selameti kendi için­ de arıyor, milletlerin en gerçekçi olanını da önder tanıyordu. Onu, sarsan ve sonunda bize yönelmesini sağlayan, şiddetli ve muazzam bir demokratik duygudur. Mustafa Kemal'in: "Ne ezen, ne de ezilen vardır, ancak kendi isteyen ezilir" sözü, Doğu'nun ümitlerine tam anlamı ile uyan sözdür ve Anadolu, bir avuç kararlı insanın, kendi öz­ lerine ve işletümemiş güçlerine başvurdukları zaman neler yapabileceğini kanıtlamış bulunuyor. Avrupalıyı kolaylıkla bölen İstanbul, Asyalıyı daha az ko­ laylıkla dilme durumundadır. Asyalı, iklime daha uyum sağlamaktadır, daha sade, sinirlerine daha hakimdir, bu yumuşak, plastik, tembelliği teşvik eden, hareketi uyutan, tatlı reaksi40


yonları bulunan, afyon gibi organizma üstüne etki yapan o ha­ vaya daha az yakalanır. Her Batılının fikri, burada en acaip değişikliklerle karşı kanşya. Bir benzersiz patlamanın getirdiği beyin uyuşukluğu onları, ne sanat ne de düşünce ifade edebilir. Bu anlar arka­ sından uzun ruh çöküntüleri, herhangi bir şeyi yaratma aczi gelir. Doğa, o kaçak hayali alır, buharlaştırrr. Herşey öyle bü­ yüktür ki, insan ifadesi, bir cüce aydın gibidir. Renklerin cüm­ büşü, gökteki tükenmez hareket,kitlelerdeki değişiklik, İhti­ rasların ani şiddeti, bu kitlelerin görünen uykuları, tesbite im­ kan vermeyen şeylerdir. O, tüm Asya'nın beslediği çanaktır ki, içinde herşey devamlı bir fokurdama ile kaynayarak erir. Bu da, büyük ufukların en görkemlileri önünde, en sersemletici havamn tatlı tatlı okşaması ile olur. Milletleri altüst eden dramlar burada hazırlanır. İstanbul, Asya devrimlerinin çocuk­ luk çağlari yeridir. En kötü düşmanı karşısmda insanoğlunun düşleyebileceğini, yine ö insanoğlu, bu kısa ömürlü mutluluk ve ani ölümler cennetinde hazırlamaktadır. İstanbul'da uzun süre yaşamış kişi, başka yerde yaşaya­ maz. Bir yerde az da olsa, birkaç yıl kalmak, Doğu'dan olsun, Batıdan olsun, yaratıkların hareketli sınırlarına varabilme yo­ lunda bir hayli dünyevi kontenjan sağlar. Avrupalı kişi ile As­ yalı kişi, şayet entellektüel yetişme yönünden birbirine epey­ ce uzak da olsalar, düşüncenin bazı yüksek yerlerinde birleşir ve hissetme çeşitlerinde rastlaşırlar. İngiliz sömürge psikolojisinin inanılmaz hatası, bunu an­ lamamış olmaktır. İngilizler, Doğu'nun esrarı kalkmamış ka­ pılarını aralık etme imkanlarını henüz ele geçirmişlerdir. Fa­ kat, kilitleri incelikle açma yerine, onları çekiç vurarak boz-

41


muşlardır. Sanki, bir idealin güç kattığı düşüncenin hakkın­ dan ancak kaba kuvvet gelebilirrniş gibi. İngiliz baskısına rağmen, istanbul Türk'ü her fesat taluşunda, düşüncesini tüm gücü ile belirtmiştir. Mütareke sonrasında, müttefiklerin işgali sırasında in­ saflarını istedi ve onlara el uzattı. Mayıs 1919 da , izmir'in Yunanlılarca işgali sırasında kibarlığı bıraktı, şiddetli mitingler düzenlendi ve bu toplantılara tüm Müslüman halk katıldı. Müslüman kadınların davranı şı güpe gündüz olmuştu. Bu halk toplantılarında kadınlar hatipler halinde milliyetçi fikri açıkça yaydılar. İstanbul'da İngiliz taarruzu 16 Mart 1920 T de yaptığı zaman, Müslüman kalabalık,bütün seslerden bin kez daha etki li biçimde, bir suskunluk içine girdi Anadolu'da savaşların her safhasında, İstanbul puan aldı. Ankara delegeleri, Londra dönüşlerinde, Mart 1921 de İstanbul'dan geçerken, Müslüman halk peşlerine takılmış arabacılar onlan bedava taşıma imtiyazı için kapışmışlardır. Her yerde alkışla karşılanmak ve binlerce göstericinin etraflarını doldurması suretiyle, Ankaralı temsilciler,İngiliz makamlarının kızgın bakışları arasında muzaffer bir eda ile geç mişlerdir. *** Mayıs 1921 de Ankara'dan geliyordum.İnebolu'da Gülnihal adlı yük gemisine binmiştim. Gemiyi, Karadeniz'in bu en neşeli limanmda günlerce beklemiştim. Anadolu dostlarım da bana: - Bizi unutun, bizi tanımaktan vazgeçin. belki sizin bindiğiniz vapura bizde bineriz, istanbul'da, belki de rastlarsınız bize. Ancak, gerçekten biraz dost iseniz, isimlerimizi de yüz­ lerimizi de unutun. Gülnihal gelince, basit bir yolcu gibi gjr42


dim gemiye ve kabinim ile kaptan köprüsü arasından başka yere gitmedim. Solculuk uzun sürecekti. Gemide, KzımKarabekir'inbin adamı vardı. Bunlar Erzurum ile Samsun arasındaki yolu ya­ ya geçmişlerdi, doğrudan doğruya vilayetlerinden geliyorlar­ dı. Burada da onları Gülnihai almıştı. Güneşten bronzlaşmış, muhteşem insanlardı: Fevkalade disiplinli idiler. Boş kaldık­ ları zaman çocuklar gibi oyun oynuyor, fakat bunun dışında­ ki anlarda genç kızlar gibi, mahcup ve sakin duruyorlardı. Bunların, boğaziçine bir kaç fersah mesafede gemiden çı­ kışları hadisesi kadar etkileyici bir şey seyretmemiştim. Bu işe alışık olduğu anlaşılan küçük bir balıkçı limanında demir at­ mıştık; zira hemen büyük kayıklar kıyıdan denize açıldılar, ko­ yu pembe yelkenlerini yükseltip altı çifte olarak, bizim gemi­ nin bordasına yanaştılar. Çalışmayı,benzersiz bir düzen, bir sü­ kunet ve ustalıkla, subaylar yönetiyordu. Kaşla göz arasında, kayıklara sıra sıra oturmuş insanlar sahile doğru yol alıyor, mü­ kemmel vezinli, duygulu şarkılar bunların mutluluklarının işa­ reti oluyordu. Kıyıya yanaşmca, genç adamlar atik hareketlerle kara­ ya atlıyor ve boşalan kayıklar, yenilerim almak için geri dö­ nüyorlardı. Üç saat içinde, herşey boşaltılmıştı: Askerler, top­ çu malzemesi, katırlar, atlar ve de kocaman karavana tencereleriyle mutfak, mızıka takımları, iaşe subayları, alay köpek­ leri ile. Soylu ve sakin gidişi ile Gülnihai, yeniden yola koyulmuş­ tu. Birkaç gün soma, (Temps) gazetesinin zor görülür köşele­ rinden birinde, "Kemalistlerin, Boğaz girişinde önemli yerle­ ri işgal ettikleri" haberini okuyordum. İngilizler, ne olayın ne de kayıplarının üzerinde durdular.

43


Akşam yemekte, subayların gidişiyle açılan bir çok boş­ luk ve gizlenen yolcuların yokluğu yanmda, istanbul'u bir iti­ raf gibi, yolculuklarına varış yeri seçmiş olanlar açık seçik gö­ rülüyordu. Bunlar elli kadar vardı, hepsi milli savaşçıydı; be­ nim tanıdığım büyük yıldızlar ortalarda gözükmüyorlardı. Acaba bunlar, karaya nasıl çıkacaklardı? Bunu, içine azbuçuk sıkıntı kansan, bir tecessüsle kendi kendime somp duruyor­ dum. Zira ben de karaya çıkacaktım. Ertesi sabah, şafak vakti, Kızkulesi açıklannda durmuş­ tuk. Bu, yeryüzünde en ahenkli ve mükemmel bir manzara­ dır. Makul, hatta ölçülü bir bekleyişten sonra, müttefikler ça­ tanası, bütün köhneliği ile göründü. Bir ingiliz subay yöneti­ yordu çatanayı. Stop etti, sonra yolculann listesini istedi ve benim gemide olup olmadığımı sordu. Kumanda köprüsü üze­ rinden, ona ben, bizzat, gerekli mizah tonu ile cevap verdim. Birkaç dakika içinde muameleler bitirildi ve çatana uzaklaş­ tı, içinde bulunan Fransız bröton bir gemici neşe içinde, bana " Yunanlıların nihayet güzel bir sopa yiyip yemediklerini" sor­ du. Candan görülüyordu bunu sorarken. Gülnihal'in etrafmda birçok küçük kayık oynaşıyordu. Türk kaptan bunlardan birine hemen binmemi ve rıhtıma ya­ naşmamızı beklemememi tavsiye etti. Sonra bir işarette bu­ lundu. Sivil giyinmiş bir subay yaklaştı ve kendisini izleme­ mi söyledi. Valizlerim ve ben, mutlu bir rastlantıale olacak, halı kaplı bir kayık içinde bulduk kendimizi. Hayli sert bir çalkantıya rağmen, yirmi dakika içinde gümrüğe gelmiştik. Hamimin bir hareketi, herkesi kenara çek­ ti, birkaç saniye sonra zarif bir araba içine valizlerimle yalnız­ dım. Avrupalı dostlarımın adresi arabacıya önceden verilmiş­ ti. Subay, görevi biter bitmez kaybolmuştu fakat Paris'e hare44


ketime kadar, her sabah, Anadolu'daki dostlarımdan biri tara­ fından ayrı ayrı ziyaret edildim. Ağır tehlikeler pahasına, Beyoğlu'nun göbeğinde, İngiliz polisi tarafından kesinlikle gö­ zetlenen eve geliyorlardı. Bir sıkıntı yada kazaya uğrayıp uğrayamadığım bilinmek isteniyordu. İşte hala Anadolu'nun hi­ mayesi altındaydım. Gülnihal'in tahliye ettiği elli kadar savaşçı, biran önce git­ mek için acele ediyorlardı. Bunlardan bazıları İngiliz polisle­ ri eline düşecek, bazıları da boş bir sokak köşesinde kurşun­ lanacak, bir kısmı ise keyfi biçimde hapsedilecek, ötekiler de Anadolu'ya geçeceklerdi ve her gün bir bu kadar yahut daha çok gönüllü çıkacaktı ortaya. Kara yollarından, denizden, her çeşit kıyafet tebdili içinde gelecektir bunlar. Hepsinde aynı bi­ çimde kendini adama var. İşte, üç sene oluyor ki, bu hep böy­ le, tehlikeli görevlere hepsi istekli. 1921 Ocak aymda, Ankara'dan Paris'e henüz gelmiş bir genç Türk subayı, ki çılgınlık halindeki cesareti ile tanınmış­ tır, bana İstanbul'da bir kaç gün geçirdiğini söylemişti. Bir gün, kendisini gizleyen dostlarının evine İngilizler hesabına çalı­ şan bir Türk polisi, onu ziyarete gelir: - Beni affet der, ben fakir bir adamım. Karıma ve çocuk­ larıma yiyecek götürmek zorundayım; ancak kurtarabileceğim bizimkileri kaçırabiliyorum. Sen burada yarın tutuklamrsın. İyisimi benim eve gel, orada kal, en iyi sığınak orasıdır." Bey, adamı izlemiştir. Böylece en tehlikeli takiplerden kurtulmuştur. Sonra bakmış ki daire daralmakta, cüret dolu ha­ reketlerle barajı aşmış, kendini Bulgaristan'a atmış. Bu, bin olaydan sadece biri. O yakın dayanışma olmasay­ dı, mücadele mümkün olamazdı. Ekim 1921 de, İstanbul'da, yol arkadaşım Celalettin Arif 45


Bey ile, Celio gemisinde geçirdiğim dört gün içinde, çok za­ lim muamelelere tabi tutulan Türk halkmdaki büyük cesareti daha yakından görebilme imkanını bulmuştum. Ankara' ya gi­ diyorduk, gemimiz, İngiliz polisi tarafmdan, çenber içine alın­ mıştı. Ama, İstanbul'da kalbur üstü kim varsa, geldi, Türk milletinin bu ünlü meb'us ve hukukçusuna saygılarını sundu. Celio'nun salonları bu kalabalığı tamamen alamıyordu, kala­ balık, şafaktan geceye hep geldi, onu dinledi durdu. Müşir İzzet Paşa gibi, ona Padişahın mesajlarını getiren (muteber zevat) bile, tanınmamak olanağım bulabilmek için, ortalığın sisli olmasını tercih ederlerdi. Ama, küçüklü büyük­ lü, hepsi bilmezmiyidi ki, İngiliz polisi bunların listesini ha­ zırlamaktadır ve ilk fırsatta bunun öcünü onlardan alacaktır? Akşam, tanınmış Avrupalılar da gemiye gelmişti. Ünlü bir milliyetçiyi yakından görüp inceleyebilmek için. O da, hasmının, kendisini zorlama yönündeki kudretsizliği ne ka­ dar net ortaya çıkıyorsa, o kadar büyük bir davranış içine gi­ riyordu. *#* 1918 den bu yana, İstanbul'daki İngiliz ekibi, değiştiril­ medi, yenilenmedi. Bu ekip içinde safkan İngiliz pek azdır. Buna karşın, Britanya üniforması giydirilmiş, albay yada ge­ neral yapılmış bir çok İngiliz - Levanten (yani İngliiz - Tatlı su frengi) karışımı kişiler vardır ki, işin gereği bu rütbeleri al­ mışlardır. İş bitince, bu geçici unvanları kaklakacaktır. İngilizleşmiş tatlı su frenkleri, savaştan çok ticarete yat­ kındırlar ve bu çift nitelikli durumlarım tam bir çıkar aracı yap­ maktadırlar. Her çeşit vicdani sorumsuzluk ile, piyasaya va­ kıf, Britanya bayağı altında şahsi işlerinin çabası içindedirler. Herşeyi para haline getireceklerdir. Londra gözlerini yuma46


cak, kulaklarını tıkayacaktır. Zira, yerlerini kayacağı adam yoktur. Başarısızlıklar çoğalacaktır. Herşeye rağmen, bunlara se­ bep olanlar oralardan alınmayacaktır. Arada teklif yoktur. Girişimlerini, atılganlıklarını gönül­ lerince tamir ederler. Öngördükleri işlerden hiç biri eksik kal­ maz. Aldıkları direktif değişmez cinstendir: Milliyetçileri yok etmek, Fransız nüfuzunu yok etmek, tüm araçlarla bu iki teh­ likeye karşı koymak ve meşhut cürüm halinde, hatta daha fe­ ci vaziyetlerde yakalanmamak! Yalandan tanındığı zaman İngiliz davranışı çok basit: İs­ tanbul'un Beyoğlu ve benzeri yerlerindeki karışık unsurları kullanmak, şarlan kalıntılarından oluşma bu bataklık içinden, her çeşit haydutluğa müsait bir takım şirketler çıkartmak. Bun­ ları, biraz yetiştirdikten sonra, Türk mukavemet hareketinin her zayıf noktasına saldırmıştır İngiliz politikası. Yapılan işteki başarısızlık gerçekten çarpıcıydı. Böylesi­ ne bir (kara dizi) karşısında bir parmak olsun gerilememek için ortada İngiliz inadının bulunması gerek. İstanbul civarında, Celio gemisinde, 4 Kasım 1921 de ben bunu not ederken, Ge­ neral Harington'un mahut komplosu denilen davramş, Avru­ pa hükümet merkezlerini aşka getirmekteydi. Bir kez daha, İngiliz politikasındaki kımıldamaz toru­ mun serinkanlılığı karşısında eğilmemek haksızlık olacaktır. Başarısızlık canını yakmaz onun. Şaşmadan, şaşırmadan, hiç­ bir engel tanımadan yoluna devam eder. Ajanları basan geti­ rememiş: Ne gam! onlara dokunmak yoktur. înisyatif ve di­ siplin imtiham geçirmişlerdir, çünkü başarısızlık tecrübe üs­ tüne büyük okuldur. İstanbul, İngiliz - Yunan filolarının toplan altında, kur47


takış bekleyen fakat bunu açığa vuramayan bir güzel esiri an­ dırıyor. Konuşma zamanı gelince, kimbilir ne patlama olacak; bugün böyle bir şey cesaretlerin en çılgını olur. Bununla bir­ likte İngiliz cephesinde çatışma var. Şimdi tüm İstanbul'u bir kahkaha etrafında ilk defa birleşik hale getiren o komplodan bu yana, sivil ve askeri makamlar çatışıyor. İstanbullular da bu komedi karşısında eğlenip duruyorlar. Burada, üç yıldan beri, İngiliz mandası kampanyasında beş adam, başı çekiyor. Bunlar, İngiliz Pastör Rahip Frew, Sa­ it Mollar, Mustafa Sabri, Miralay Sadık (Albay) ve Ali Ke­ mal'dir. Bu sonuncu isim, bana söylendiğine göre, tam kana­ at ile hareket eden tek Müslümandır. "Hürriyet ve İtilaf" partisinin, ilk anlardan itibaren başı bulunan bu faal kişiler, İngiltere'nin dama taşlandır. İngilte­ re'nin onlar için harcadığı para hayaller dışında kalır; Oyun öylesine büyüktür. Bunda kazanmak demek, uzun süre Müs­ lüman inkılabını yoldan çıkarmak demekti. Damat Ferit, bu gayretin daima başındadır, ruhudur onun. Bir zamandan beri, Frew, Sait Molla, Mustafa Sabri, Sa­ dık Bey ve Ali Kemal beşlisinin hisse senetleri düşük kıymet­ ler göstermektedir. İngiliz yüksek komiserliği, hoşnut değil­ dir ve onları hep soğuk karşılamaktadır. İstanbul Türkleri, onlann son başarısızlığı ile pek de açık alay etmeye başlamışlar­ dı. Ne pahasına olursa olsun, bir büyük darbe gerekliydi. Da­ mat Ferit sabırsızlanıyordu. "Hürriyet ve itilafın büyük baş­ lan büyük komplo hazırlığına karar verdiler, zira keseler bo­ şalıyor, sert kavgalar suikastçılar bölüyor ve onca gayretin işe yaramaz oluşu karşısında, İngiliz arslanı kükrüyordu. İngiliz askeri polisinin üçüncü şubesine para veildi. En aşağı cinsten bir maceracı olan Muzaffer adında biri, daha ön48


ce, birkaç kez izmit'e gitmiş,milliyetçilerin güvenini kazan­ maya çalışmıştı. Bu defa müteşebbisleri avlamakla görevlen­ dirildi. Bir takım yüz kızartıcı mektuplar hazırlatılarak, bun­ lar, en gözde milliyetçilerin ceplerine konuldu. İngiliz polisi gidip bu mektupları, o ceplerde bulacaktı. İnsanların üstünü aramak da nihayet sonuç vermeliydi. Bu mektuplarla, tutuk­ lamalar yapılabilirdi. Bununla birlikte, milliyetçiler, İstanbul'da öyle bir polis örgütüne sahiplerdi ki, her türlü tasavvurun üstünde idi bu dü­ zenleme. Bu suretle, meselenin ortaya çıkarılması güç olma­ dı ve her gelişim dikkatle izlendi. Bir gün Muzaffer Bey tu­ tuklandı, hapse atıldı. Adamın hiddeti o hale gelmişti ki, ba­ zı girişimler hayal ederek, yüksek komiserliğe bir mektup dö­ şendi, ifa ettiği hizmetleri bir bir saydı,edilen vaatleri hatırlat­ tı ve sonunda acele tarafmdan kendisi ve ailesi için, mahsu­ ben, beşyüz Türk lirası gönderilmesini istedi. Mektubu, bir dostu ile göndermişti. Talep, gönderildiği yere gitmemişti. Muzaffer, şaşkın şaş­ kın ikinci bir mektup yazdı, bunda birinciden de söz ediyor­ du. Bu mektup, yerine gitmişti.Böylece, general Harington, komplonun farkına varıldığını, meydana çıkarıldığını anla­ mış oluyordu. Bir sabah, üç müttefik komiser, acele toplantıya çağırıl­ dı. Komplo onlara açıklandı: Bir Türk kumandan General Haington'u öldürecekti. Sonra, İstanbul'daki milliyetçi şefler ik­ tidarı alacaklardı. Bu, en vahim durumlardan biriydi. Derhal tedbir almak gerekiyordu. General Pelle'ile Marki Garrani şüpheci kişiler­ dir. Bu nedenle, delil istiyorlar. İngiliz yüksek komiseri şaş­ kınlık geçiriyor. Elde, büyük sayıda Samsun'dan gelme siga49


ralarm izmaritleri var. Bunları Üsküdar'da bir evde bulmuş­ lar. Milliyetçilerin ceplerinde de mahut mektuplar, mahsul toplar gibi bulunmuş ve de sayısız şüpheler. Fransa ile İtalya: - Bunlar az, bunlar yetmez. Demişler. İngiliz yüksek komiseri İsrar ediyor. Mahut komplonun oluşması bütün kentte hazırlanmış, iyi düşünen gazetelere ha­ berler verilmiş, makaleler hazır. Fransa ile İtalya, gülümseme­ ye devam ediyor, meseleyi ciddiye almayı reddediyor ve tu­ tuklamaların ertelenmesini öğütlüyorlar. General Harington, suya saplanan bu kılıç darbesi ile or­ taya çıkan gülünç durumu açıklamak için Londra'ya gitmek zorunda kalıyor. Fakat İngiltere tahtı ile akrabalık halinde bu­ lunması, resmi suçlamaları önlüyor. Dönüyor, görevi basma geliyor. Bu traji-komik olay her gün oynanan, gizli kanlı ger­ çek trajediler yanında sadece anlamsız bir olay. Damat Ferit, "Hürriyet ve İtilaf" Yunan istilaları, İstan­ bul'da Anadolu'da entrikalar, bütün bunlar, acımasız feda edi­ len binlerce yaşam ve saldırının kuvvetlendirdiği bir nefretin ağır ağır oluşması demekti. Olayı teşvik etmiş olan tatlı su fren­ gi de şimdi bunun kurbanı. Şehrin üstünde gezen gizli sıkın­ tı ona da bulaşmış, fakat o Müslüman unsur yanında bin defa yönsüz kişi olduğu için, durumu çok müşkül. Zira Müslüman halk, hedefini bilmekte, savaşının bilincini taşımakta. Muazzam şehrin içinde, onca felâket yanında en ileri umursamazlığa beşik sallayan, sıkıntıdan kınşkınş olmuş çeh­ releri ve de hareketsizlik derecesindeki kayıtsız kişileri okşa­ yan o göz kamaştırıcı güneşin altoda bütün çelişkiler, bütün zıtlaşmalar dirsek teması halinde. Ateş renklerinin sağladığı kısmi gölgeler, en geniş bir ufuk üstünde, büyük büyük koşur. Her yerde, varlıklarını kamtlar. Kaldırımları ve yol ortasını 50


kendilerine almak suretiyle, İngiliz subay ve erleri, ellerinde­ ki bastonlarla oynamakta, topuklarım vurmaktalar. Bazan da, kendi şahıslan kendilerini rahatsız eder. Müslim halk dikkat­ le ve göstere göstere başını çevirir, bakmaz suratlanna. Bu kez Hıristiyan unsur, onlara çekingen bir nazari abakar. Bunlar, ya­ kın Şarkta, hem beraber hem yapayalnızdırlar ve çaresi de yoktur. Mısır'da, Hindistan'da olduğu gibi. İstanbul'da, yoldan geçenlerin kederli bakışlan ve abus çehreleri, gizli gizli yaşayan tehdidi daha belirgin hale getirir. Bu nedenle, orada İngiliz subaylar toplu ve silahlı gezerler, oy­ sa, Fransız üniforması, tek başına, açık açık, görünür biçim­ de alaycıdır, İngilizin can sıkıntısı karşısında; ve mavi ufak karşısında, Müslüman kalabalık tebessümünü bulur. Bütün mesele buradaydı. Fransa' mn doğudaki bu itibarını İngiltere kabul etmek is­ temiyordu. Bu itibar, onun doğu politikası üstüne, çekilmez,canlı bir tenkit sebebi oluyordu. Her yerden fazla da İs­ tanbul'da kendini kabul ettiriyordu bu Fransız itiban. Bizler, herkesin sempatilerine sahip olmakla, bir hareket kolaylığı içindeydik. Müttefikler işgalinin ilk zamanlarında, bizim subaylar, şeflerinin baskılı emirleri üzerine, İngiliz arkadaşlan ile bağ­ lantı kurmak istediler.onlar ise, açık biçimde bunu kötü kar­ şılaşmış ve iki cephe arasında bölünme olmuştur. Her taraf, yaşantısını da, zevklerini de kendine göre ayarlamıştır. Az sonra, İngiliz kampı çatışmalara başladı, önce yavaş­ tan aldılar, sonra, giderek şiddetlerini arttırdılar. Bizimkiler, uzun zaman anlamak istememişlerdi, tecavüz onlara öylesi-

51


ne anlamsız geliyordu. Oysa olay, mükemmel bir mantık ta­ şıyordu. 16 Mart 1920. İstanbul bu facia gününde, İngiliz yumru­ ğunun kendisine yöneldiğini hissetti ve İngiliz-Fransız bera­ berliği açıklık kazandı. Birçok Fransız subay, Türk subaylar­ la dost olmuştu, hepsi milliyetçiydi ve sakınmaksızın şehrin içinde idiler. Gerçek bir arkadaşlık birleştiriyordu onları: Ay­ nı dilden konuşmak, aynı kitpalan okumak dostluk kurar.tabiatıyle, hiçbir yönden haklı sayılamayacak o kaba tecavüz Türk dostlara darbesini indirince, Fransız subaylar, düşündük­ lerini belirtmekte tereddüt etmediler. O gün İstanbul, İngiliz üniforması karşısında tam bir gör­ mezlik halinde bulunurken,Fransız ufuk mavisini, rütbesi ne olursa olsun, uzun uzun selamlamakta idi. İşte, sıcağı sıcağına alınmış bazı notlar ki, İngilizlerin müttefikler hayaline kesinlikle son verme isteklerini berrak şe­ kilde ortaya koymaktadır. Pera'nm Büyük caddesinde (Beyoğlu İstiklal Caddesi) beş ile yedi arası tarif edilmez bir insan yığıni: Yeryüzünün bütün kalıntıları, bilinmez geri zekalı, beceriksiz, yalnızlık içinde bir kitleki, ancak İngiliz üniforması görünce yumuşar. Tatlısu Frengi ingiliz subaylar, elde sopalan, geçiyor ve Lövanten olduklan için, bunu unutturma gayreti ile daha da faz­ la kasılıyorlar. Sırmaların sayısını hesap etmek ne mümkün.Bunlar, çavuş bile olmadan albay oluveriyorlar. Birkaç tane hakiki Anglo-Sakson, bunlar meslekte subay­ dır, tüm emperyalizmi ile eski İngiltereyi temsil etmekteler; muzaffer edalanyla o laçka Beyoğlu halkım yanp geçiyorlar. Bir kısmı da enine boyuna, otolarda, arabalarda yayılıp otu52


ruyor. Şoförlerle arabacılar sürat yarışındalar, bakalım, yaya nisanı hangisi ezecek. Taksim-Şişli tramvayı geçiyor, her zamanki gibi dolup taşmış. Yanında karısı ile, bir Fransız subay biniyor ve ön sa­ hanlıkta kendisine bir yer arıyor. İçerisi tıklım tıklım dolu ve kadınların önde durması yasak. Fransız kadın tereddüt ediyor, duraklıyor; o esnada bir Türk subay yerinden kalkıyor, o yeri kadın yolcuya veriyor. Fransız subay, karısı adına teşekkür edi­ yor ve iki erkek dostça bir kaç kelime konuşuyorlar. Az sonra, iki İngiliz hemşire, oraya girme çabasındaîar. Üstlerinde resmi hemşire üniforması var: yaz kıyafeti ve kır­ mızı bandlı hasır şapka. İtişe kakışa, ayaklara basa basa, bir tanesi içeriyegirip ilişebiliyor, öteki ön sahanlıkta durmak is­ tiyor. Orası kadınlara yasak. Türk vatman ve biletçi, bu anar­ şinin içine biraz düzen verebilme amacı ile uğraşıp duruyor­ lar. Hakkı olmayan yerde duran kadma, kadınlara ayrılmış bölmede yer bulmak istiyorlar. Bir takım sert (Noo) 1ar, Türk­ lerce anlaşılması imkânsız acaip sözler, bu iyi niyetli gayrete karşı geliyor. Harpten yorgun çıkmış bu insanlar, boş veriyor, mücadeleye yanaşmıyorlar ve hasımlarım bakıcılar, zafer ka­ zanmış gibi, yerlerinden kımıldamıyor ve hasımlarını tepeden tırnağa süzmeye başlıyor fakat bu pek az kadınca olan kaba­ lıktan o kişilerin nasıl tiksindiklerinin farkında bile olamıyor­ lar. Fransız kadın ise, yerinden gülümsemekte. Bebekte, tramvay, Galata köprüsü istikâmetinde yürü­ mek üzere. O anda Boğaz olağanüstü. Gurubun ilk ışıklan ha­ fif şınltı sesleri veren akıntılı su üzerinde titreşimler yapıyor,onu bir güzel renklendiriyor; gökte sonsuz sadelik var. Herşeye rağmen, yaşanacak yer işte burası. Bir İngiliz asker, ön sahanlığa çıkıyor. Vatman, bu yerin 53


subaylara ve polislere ayrıldığını ona anlatmak isityor. Cevap: (Noo) dur. Kontrolör gelir, birçok hizmetli gelir. Onlara da Noo! Bu İngiliz Noosu, İstanbul'da ve Pera'da (Beyoğlu) dar­ bı mesel haline gelmiş. "Müttefikler subaylarına ve Polise ay­ rılmıştır" ibaresini taşıyan levha İngiliz'e gösteriliyor. Cevap yine Noo! Bari biri çıksa, bu inatçı kişiye bir bilet uzatsa! O, dişlerini gıcırdatıyor, sahanlığın ön kısmına yumruklanyla güm güm vuruyor, sopasıyle de vuruyor ve (Noo, Noo) diye kudurmuş gibi gürlüyor. İsrardan vaz geçiliyor; nihayet tram­ vay kalkıyor: İngiltere'nin zaferidir bu! Bir saat sonra, aynı araba Arnavutköy yolu ile Bebek'e dönmektedir. Genelkurmaydan iki Fransız subaydolmuş bu­ lunan ön sahanlığa geçmek isityorlar. Bir İngiliz subay, genç bir anglo-sakson kızı belinden yakalamış ve vatman yerinde­ ki manivelâlı yere dayamış, flört ediyor. İngiliz subayın sırtı, arabanm çalışmasına hepten engel olmakta. Vatman, adamın sırtına hafifçe dokunuyor: "Pardon mösyö " diyor sıkıntısın ifa­ de etmek için.. Ama adam, kızgın bir tavırla, başım çeviryor, bir küfür savuruyor, yine ilk durumuna dönüyor. Bu defa, vat­ man, kontrolöre, Türkçe bir kaç kelime söylüyor, hiddetini be­ lirtiyor. Fransız subaylar, bir diplomatik olay çıkmasını önlüyorlar. Onlara bu acele davranışlarından dolayı hep sitem edi­ lecektir. Tramvay, İngilizin sırtı ile engellene engellenen kap­ lumbağa yürüyüşüne devam edecektir. Şüphesiz, yalnız tramvay hikayeleri yok, ciddiyet dışın­ da sarhoşluk olayları, kırbacın kötü kullanılması olayları da var.Bütün bunlar, Mısır ile Hindistan'ın bağımsızlıklarını is­ temeleri hakkında daha iyi bir fikir veriyor. İstanbul'da akşama doğru saat beş Kapalı Çarşı alaca ka­ ranlığa bürünmüş, halı bedesteninde, Türk halıcılar dükkan54


lan önünde oturmuş, işlerin zor olduğundan söz ediyorlar. Müşteri az. Fransız subaylar geçiyor, daireye*, fan falılara faakıyorlar. Satıcılar, dostça gülümsüyoriar. omlar da uzaklaşıyor. Yarımda subayları ile bir ingiliz albay, eski bir Buhara ha­ lısı önünde duruyor, halıya bakıyor, mm ehyle tartıyor ve kı­ rıcı, kibirli bir sesle fiyatını soruyor. SöyMâkleri fek. heceli anlaşılmaz sözler. Hancı cevap veriyor. Albay tptmomş, sö­ vüyor, satıcıyı elindeki sopa île tehdit edKym; soma kıymetli halıyı çivilerinden çekiyor. Hah, tam kadifem»! ihtişamı ile yerde yatmakta. Satıcı, hareketsiz duruyor. alkış kakhnyor ve o sırada, nereden çıktıkları belli olmayan Terk askerler atılı­ yor ortaya. Yetişiyorlar. İngiliz SMbaylan g^kfadfcç alıyorlar. Onlar tereddütteler. Ne olacak şimdi? Son günlerde çok görüldüğü gibi, kavgamı çıkacak?Bunlar, ozamanın sert egemenleri hesabına iyi olmuyor. Zavallı Buhara fahsmı tek­ meliyor, loıfürler savuruyor ve çekip gJdtpMfar. Gittiler kayboldular. Türk askerler orada otusramışlar, et­ raflarında esnaf toplanmış. Kahve tepsisi efcbşıyDE; sîgaralaryakıhyor ve yavaş sesle, Anadolu teberim yoramlanıyor. Gece olmuştu. İstanbul'da o saalifeınde dHasaHieeek tek bir üniformalı İngiliz askeri düşünuleınez^BuMalkaı^^ sız subayların çoğu dolaşır, gider, gelir, lüçbir şeMdte fslamm sövgüsüne maruz kalmaz. Sevdikleri spoai; ay ışıklı gönlerde eski surlan oto ile dolaşmaktır Fransız ümilbEBnası en işe ya­ rar himaye edilme şeklidir. . Taksim meydanında akşam saat ornlm; iteps IRaşa Cadde­ si. Gece nefis. Bu semtte oturan Frangazfar. evlerine yaya dö­ nüyor, gecenin tadım çıkarıyorlar Sanki kemü Şikelerinde bir taşra şehrinde imişler gibi, gruplar Imbinyle fiftyor. Güçlüklerle geçmiş bir günün, çslgm ^aanstaom cartaya ar55


tıklan çelişkili haberlerin yarattığı sinirlilik sonrasında, bu ne rahatlık, ne gevşemedir! Esirinin sevimliliği, o kıyaslanmaz se­ vimlilik yemden doğuyor, içini döküyor. İyimserlik çabuk adımlarla gelmekte, hem burası, yeryüzü cenneti değil mi? Ama bir çatlak ses duyulur, bir İngiliz devriyesi geçer; talih ka­ dar katı. Ey kaderin istihzası! Ey intikam! Acaba hedef ola­ rak neyiseçecek! Günlük sert çalışmalar sonunda bir araya toplanan ve dinlenen askeri otolar arasmda,İngüiz subaylar, olunabildiği kadar sarhoş halde, aradan çıkmak için yol ararken, kerih ses­ leri yükselir; yumruklarda karışır bunlara. Ahenktennasibi bu­ lunmayan şarkılar, birden bire.bu suskunluk aşıklarının en mahrem düşüncelerini açığa vurmuş olur. Devriye yaklaşır, bakmaz, geçer. Hiçbir şey görmemiş, duymamıştır. İngiliz şa­ matası, şamata sayılmıyor. Bir yaşlı Türk diplomat, bu sahneye uzun uzun bakmış, küfürleri dinlemiş, sonra Avrupalı dostlanna dönerek: - İşte, demiştir; İngiliz huzuru bu. Bizimkinden daha mı iyi? Ne dersiniz? Ben, Anadolu'da gördüğüm o büyük sakinliği, düzeni ha­ tırlamıştım. 15 Mayıs 1922 İngiliz şehri haline gelmiş yabancılar İstanbul'unda, men­ gene yavaş yavaş sıkıştırıyor; cezalar, acımasız, dolu gibi ya­ ğıyor, müsadereler ulu orta yapılıyor; merhametsiz bir sert­ likle... Böylece, Türkler anlıyorlar ki, İngiliz siyasetinin ön­ derleri, kuvvetli kararlar almışlardı. Yakın tarihde, Mayıs 1922 de yatıştırmaya benzer birşey 56


görülmüştü, iyimserler memnundu, makul kişiler kafalarım sallıyorlardı. Bilmezler miydi ki bu kısa sakinlikler ardından şiddetli davranışlar gelir? Haklan vardı.Şiddet hareketi her zamankini aşmış olarak gözüktü. Acaba, bu, daima sakınıl­ ması gerekli birşeye çarpmaktan mı ileri gelmişti? İngiliz po­ lisi ve yüksek memurlar, sükûneti, ölçüyü kaybetmişlerdi. Nefretle irkilen en büyük karınca yuvası şehirde müşterek düşman İngiltere'ye karşı birleşiyordu. O ise, yumrukla, kam­ çı ile, hapisle, para cezası yada gaspla karşı koyuyor ve böy­ lece, bir kıt'adan ötekine, tüm İslam dünyası içine yayılma­ sına sebep olduğu milli güç kavramının ibrte dersini herkese belletiyordu. Acaba, Müslüman dünyada, varlıklı bir aile var mıdır ki, kendi mensuplarından yada dostlarından biri, arasıra, siyasi yada ticari amaçla istanbul'a gitmesin? Hepsi, yakınlarında­ ki savaşm yaşam kavgası ve ümit dolu havası içine girip çık­ maktan hoşlamyordu. Sabah Pera'dayız (Beyoğlu). Sıcak saatlerin öncesinde bir serinlik var. Açık havadaki satışlar hızını almış, en hara­ retli anlanndalar. İngiliz polisleri, sopalan ellerinde, alıcıla­ rın da satıcıların da bacaklarına vurup geçiyorlar, müdahale­ de buhmmalan için, onlar gözünde herşey bahane. Kalabalık mukavemet etmiyor, sadece yazıyor bir kenara. Bir tavuğu ba­ şı aşağıda mı taşıyorsunuz. Beş lira! Şayet anlamayıp da bir kelime söyleyecek olsanız on lira! Yine şayet bir patlama ha­ reketi ya da protestoda bulunacak olsanız, yirmi lira, otuz, kırk, lira! Bu da o cesareti gösterenin önemine bağlı. Bir yiyecek, maddesinin tazeliği şüpheli ise, yirmi lira! Ama^ bu vergiyi ödediniz mi, sakat malı yine satabilir, işportanızı yol üstünde bırakabilir, tavuğunuzu yine başı aşağıda taşıyabilir, para bo-

57


zaıksBİfflfeî^aMkjÎKî-ç^styolsuzluğagidebilirsiniz. Öde­ diniz ya, üst tarafı önemli değil. İngiliz polisi, îasgele bir dfiHcana girer. Dükkan sahibi aıriamaımşiır BiAaç lîra uzatın yetmez bu para. Adam gider, sonra geri döner, bir şey bulamaz, dışan çıkar. Eşikte, havayı kdüaı^upidiMışieytefceifeimigin Gerçek yada hayali, böy­ le birkötökcimi^inıOtıızlna. Adamın biri, merak etmiş, dur­ muş bakmakladır olaya; yüzânde hayret ifadesi var. Doğru en yakın karakola: orada, kendi gibi bir hayli insana rastlaya­ caktır. Ya beş lira serecek, yada karakol damındaki terasta bir saat zoraki yürüyüp sapacaktır. Cin fikirliler öderler, giderler. Safdiller, yörnoeyi tercih ederler. Bir saat sonra, dururlar, ayaklan y^mdmuştur. Bu defa yirmi lira yada bir saat daha yü­ rüyüşe hükmedilir. Adamlar inat ederler ve devam ederler. K a m p gayret yerir onlara. Ama üçüncü saat elli liradır. O za­ man kendilerinden geçer, oyunun farkına varrr, meselenin son bulması i d o n e istenirse verirler. Bir tipografi işçisi erine dönmektedir. Polisler durdurur, adamın üstünü ararlar İstanbul'da o saatte herkesin temkinle taşıyacağı bir tabanca bulunur üstünde. Alışılmış ceza yirmi liradır. İşçi, bu parayı vermeye hazırlanır. Bu kez, parayı kır­ ka çıkanriar. İtiraz eden Altmış olur. Bunu da reddeder. Üs­ tünü tekrar ararlar. Yem aylık almıştır: Seksen iki lira. Hepsini alırlar. Afe adapunn Fransız Palronu. ertesi gün, bu parayı İngiliz polisinden geri isteyecektir ama alamayacaktır. Fransız patamı ürtüiü ödenekler kasasma başvuracaktır. O da çabucak İnaammiştnı Bu işlerin vekilharcı da albay Maxwdlluin eşi îraessesadi ywktur bu adamın. Cezalar yaramda, bir de müsadereler var. Büyük sanatçı58


lar asıl burada değerlerini gösterirler. Bir kaç ay süre ile iyi ai­ le çocuğu Türkler, evlerine dönmeye teşvik edilmiştir. Bunun üzerine, adamlar, güven duygusu içinde, o tahrip edilmiş ev­ lerini tekrar döşemişler, boş çekmeceleri doldurmuş, ne saklayabildilerse ortaya çıkarmışlardır. İşte o zaman kaçınılmaz olay gelir başlarına; bir İngiliz subay kapılarını çalar. - Bir saat içinde, ben buraya taşınacağım, yerleşeceğim. Der. Ev, çevrilmiştir. Gitmek şart olmuştur. Hem de eksik olanları, örneğin, bir düzine çarşafı, kahve fincanlarım, bula­ şık takımını düzenlemek gerekecektir. İngiliz keyfinin icat edeceği başkaca acaipliklerde çaba. Bütün bunlar, kızgın bir şaşkınlık yaratır. Doğu, kendisi için yeni olan, İngiliz memurunun rüşvet yemesine alışık de­ ğildir. Son yıllara kadar, İngiltere sözü, onda, soğuk da olsa, gayri şahsi ve umursamazlık halinde de olsa bir adalet duygu­ su uyandırmakta idi. Bu kez görülüyor ki, İngiliz sömürge adamını bir intihar çılgınlığı tutmuştur. Feci olaylar yanında, neşeli olaylar da var. Mesela, Sad­ razam, sürat fazlalığı yüzünden otosu içinden alınmış, kara­ kola götürülmüş. Bir büyükelçilik sekreteri, vapur tam yanaş­ madan iskeleye atlayacak olmuş, o da alınmış. Adam İngiliz değil elbette. Gayretkeşlik kimseyi korumaz, uzaktan yakından anglosakson olanlar hariçtir. Söz konusu olanlar Militan Türkler ise, derhal ceza yoluna gidilir. İstanbul'da her düşünceden insan şöyle konuşuyor: "Bun­ lar, İstanbul'u asla bırakmayacaklar." konuşanlar, aynı za­ manda her kaynaktan insan; kimi rahatsız olmuş, kimi razı ol59


muş; çoğu kudurmuşcasma öfkeli, çünkü şehrin dörtte üçü ha­ rap edilmiş. İstanbul, Anadolu'dan da, Trakya'dan da koparılmış du­ rumda ve sefaletle, hoşnutsuzlukla, entrika ile dopdolu. Şe­ hir, bugün kendisinin ancak bir hayaletidir ve tükenmez deni­ len o güzelliğinden her gün kayba uğramaktadır. Ancak, bu göstermelik uzlaşma halinde, kendini savun­ ma yolunda nasıl da gerçek bir irade sahibi! Herşeyini bu yol­ da yitirmiş insanlar yepyeni bir güç, yepyeni bir karakter ta­ şımaya başlıyorlar. İngiliz Polisi, yeni ipuçları bulmuş. Birden, hayretler içinde, Türk unsurun burada nasıl egemen olduğu­ nun farkına varılmakta. *** Tüm Türkler için İstanbul geçmişi, Ankara, bugünü tem­ sil eder. Biri düşman elindedir, öteki direniş hareketinin kale­ sidir. Doğu ülkelerinde, İngiliz hatasının başta gelen yeri olan İstanbul tüm dünyaya, eskimiş, anlamsızca keyfi, kendini hak­ lı gösterebilme yolunda büyük imkânlara sahip ve düzenli bir politikayı sergilemektedir. Bu kadar büyük şiddet altında bir köhnelik saklı. Büyük patırdılarla yapılan işgaller, en uzun sü­ ren işgaller olmuyor. Halen, zavallı Fener politikası ile onun kısır ebedi poli­ tikası bir değer mi taşır? Neylenir ki, İstanbul'daki İngiliz dav­ ranışı bu çürük tahta üstüne basmaktadır. Türklerle savaştığı gibi, bizlerle ve eserlerimizle aynı acı biçimde savaşmakta­ dır. İngiltere, Rum ve Yunan kötülüklerini kendine yardımcı seçmiştir. İstanbul'da düşman karşısında herşey kaçırılıyor; düşma60


nın ele geçirebildiği sadece gölgeler. "întelligence Service" rüzgar ekmiş, fırtına biçmektedir. Milliyetçi düzen, her gün kazanıyor. Acaba, bizlere bu il­ giyi göstermekte niçin ısrarlıdırlar? Bunun nedeni, Doğu'daki Fransız - İngiliz anlaşmazlığının giderek daha görülür ha­ le gelmesi mi? Hayır, Türkler, müttefikler arasındaki bozuk­ luklar üstüne hesap yapmaktan çoktan vazgeçmişlerdir, zira hep onların kurbanı durumunda kalıyorlar. Onların bizler kar­ şısındaki tutumunu ifade edebilecek bambaşka bir sebep var. Türkiye'deki 1908 ihtilali ve şimdiki milli güçler bizim nüfusumuzu yadırgamaz. İşte İngilizlerin affetmediği budur. Bizim okullar, bizim kitaplar olmasaydı, yem fikirler bu de­ recede süratli yayılmazdı. Bizler, bilmeyerek de olsa, Doğu­ nun bu büyük hareketine, ilk anından bu yana hep katılmışız. Doğu'da yaşayanlar, gerçeği anlamakta bu kadar geç kalışı­ mıza hayret etmektedirler. Hatta, 1870 yılından sonra bile, Doğu'daki saygınlığımız önemli ölçüde azalmadı. İngiltere, İtalya, Avusturya, Alman­ ya, bu saygınlığı yok etmeye hep çalıştılar. Büyük, rahip ya­ da dindarların yönettiği okullarımız, Doğu'da sürekli prim yaptı. Bu da onların iz'anı, bilimi ve feragatleri ile olmuştur ki, kimse gerçekten bu işin farkında değildir Fransa'da. Bir Ga­ latasaray lisesi nedir? İstanbul'da yeni vefat etmiş olan M. Blanchong, o şehirde otuz dört yıl öğretmenlik yapmıştır. O da, birçok Fransız meslekdaşı gibi, 1914 de görevinden ayrıl­ mıştır. Müdür Salih Arif Bey'de Almanlara cesaretle kafa tut­ muştur. Tüm savaş boyunca dersler yine Fransızca okutulmuştur. Alman yüksek kumandanlığmca öngörülen karşılık­ lar da hiçbir işe yaramamıştır. Müesseseye sokulan Alman 61


hocalar kendilerini öylesine yalnız hissetmişlerdir ki, üst ta­ rafını beklemeksizin kendiliklerinden çekip gitmişlerdir. Galatasaray lisesinin 1868 de kuruluşundan önce, Türki­ ye'de ilk öğrenim sadece mahalle mekteplerinde olurdu. Yük­ sek öğrenim ise, medreselerde ve özel okullardaydı. Orta öğ­ renim, yani lise tedrisatı meçhuldü. Fransa Büyükelçisi Mösyö Bouree, Türk hükümetini, İm­ paratorluğun başlıca şehirlerinde lise öğrenimi açılması yo­ lunda teşvik etmiştir ve Abdülaziz'in himayesi altında, ilk de­ neme olmuştur. Müslümanlar, Gregoriyen Ermeniler, Rumlar, Bulgarlar, Katolik Ermeniler, Latinler ve Yahudiler arasında yüzelli burs verilmiştir. Bu da işin çekirdeğini oluşturmuştur. Paralı öğrenciler ise, kaynak farkı gözetilmeksizin kabul olun­ muştu. Fransa, müesseseseye, yılda beşyüz bin franklık bir ma­ li destek getirmiş, yönetim ile öğrenimin büyük bir kısmı, Fransız yöneticilere verilmiştir. Öğrenim, Fransa üniversite programına ilave olunan modern Grekçe ve Şark dilleri ile, zo­ runlu olarak Fransızca yapılmaktaydı. (Revue des Devx Mondes'un 15 Ekim 1874 tarihli sayısında, Galatasaray Lisesi ilk müdürü Mösyö De Salve tarafmdan yayınlanan yazı). Rumlar, İmparatorluğa güç ve ahenk katacak her işte is­ teksiz olduklarından, kendi dillerine ayrılan kayıtlanmış his­ seden hiç memnun değillerdi. Galatasaray, ilkin kasırgalar içinden geçti fakat ardından, o ana kadar görülmemiş bir basan sağladı. Bu basan, ırk kav­ galarının son bulması idi. Hoşgörü derecesi öyle oldu ki, kim­ de peşin hüküm varsa yok etti. Salih Arif Bey'in, savaş yıllannda görülen cesur davranışı, Almanlann İstanbul'da egemen oldukları zamanda bile, lisenin şöhretini korudu. Ancak bu da, 62


iki kış, yiyeceksiz ve yakıtsız geçirmesi pahasına oldu. Türk ailelerinin bağışlan, okulun kapılarının asla kapanmamasını sağladı. Herşeye rağmen 1916-1917 yıllan arasındaki dönem­ de, aşağı yukan hepsi Türk, dokuz yüz elli öğrenci Galatasaraya devam ediyordu. Bugün, bu sayı, yaklaşık, binbir, Liseyi 1921 de ziyaret ettiğim zaman, Abdül Hamit'in genç bir oğlunu, kederli, in­ ce çehresiyle, militan milliyetçilerin ve İmparatorluk sarayı­ nın yüksek memurlannm çocuklarıyla aynı sırada otururken görmüştüm. Sınıflann, yatakhanelerin intizamına, mutfakta­ ki temizliğe, çocuklann akıllı uslu oluşlanna, öğretmenlerin sabnna bayılmıştım. Galatasaray'daki büyük defter de Türkiye'nin en tanın­ mış isimleri vardır. Milli gücün açılışını görmek içinde bu defterin sayfalarını kanştırmak yeter. Hamdullah Suphi Bey 1921 de, Ankara'da (Maarif Vekili) olunca, Anadolu'nun tüm okullannda, Fransızca dersim zorunlu kılmıştı. O da Galata­ saray'ın geleneklerim takip etmişti. O ki, Fransızca'yı, bir Fransa Fransızı gibi konuşmaktadır. *** Dört yıl anlaşma şartlan altında kalan, Batı Anadolu ile Trakya'nın işgalinden etkilenen, onlardan akan binlerce göç­ mesini sinesine alan ve buna Sovyetlerden kaçarak oraya ak­ mış Rus dalgasını da katan kozmopolit İstanbul'da sefalet iğ­ rençtir. Türk'ün felaketi kendini gizler. Türk, acılarını sergilemiyecek kadar soyludur. İstanbul denilen o koca semtte, yangın­ dan nasılsa kurtulmuş, camiler var, ahşap evler var. Küçük As­ ya'dan gelen göçmenler yığınını, Trakya'dan gelenleri, hatta 63


Girit'ten gelenleri Kızılay buralarda misafir ediyor. Hemen hepsi, kadın ve çocuk. Her yeni kafile, kendilerine ayrılmış camilere yöneltil­ mekte. En korkunç yoksulluklar da burada görülür. Dünyada evvelki gün gelenler hala yalmayak başı kabak kabilinden çi­ ni çıplaktır. Yavaş yavaş kendilerine düzen vermeye gayret edi­ yor, bir köşe anyor, suya gidiyorlar. İntizam ve temizlik duy­ gusu yerleşme yolunda. Bir kaç adım ötede, bir kenar sokakta, henüz genç bir ka­ dın, yan yıkık bir ev içinde, sekiz çocuğu ile beraber kalıyor. Evi, oturulabilir hale getirmek için elinden geleni yapıyor. Fa­ kir giysileri içinde, çocuklar hem güzel, hem sağlam. Türkler'deki ev içi temizliği her yerde görülür. Vaktiyle bir yuva olan bu yerde şimdi birşey kalmamış, bazı parçalanmış öte­ beri bile, kaçış esnasında götürülmüş, felaketzedeler elinde, eski bir ipek kumaş, bir halı parçası kalmış. Bu biçim eşya ile yetiniyor ve yoksulluğu, çıplaklığı bunlarla karşılıyorlar. Ne var ki bugün yağmurlu ve rüzgarlı bir sert hava esiyor, se­ kiz çocuğun yattığı tavan arası bundan şiddetle etkileniyor. Kadm hiçbir şey talep etmemiştir, fakat o merhamet hareke­ ti karşısında heyecan duymuş, yüzünü elleriyle kapıyor ve kendinden geçmiş bir halde hıçkınyor. Maziden söz ediyor; o, dündü... Daha ileride, başka camiler, başka medreseler var; hepsi ağzına kadar dolu. Hep aynı intizam; bir örtü içine alınmış kü­ çük kare satıhlar, bölmeler halinde ailelere aynlmış ve birer bezle çevrelenmiş; hepsinde aynı titizlik. Kızılay ile dispanserlerinin, işçilerinin masraflan Türk­ lerin ve öteki Müslümanların bağışlan ile sağlanıyor. Hıristiyan semti Beyoğlu'nun kenarında, tüm yanmış 64


Türk mahallesinden arta kalabilmiş tek bina olarak, o koca­ man ahşap ev hala gözümün önünde. Bu, çocuklara aynlmış bakım evidir. Açık pencerelerinden hava ve ışık giriyordu, ya­ kacakları eksikti. Felakete uğramış yetimler en büyük yakın­ lıkla tedavi ediliyordu. Zaruri ihtiyaçları vardı. Hepsi de çalı­ şıyordu. Binanın büyüklüğü, göz kamaştıran temizliği, emsal­ siz manzarası, asık yüzlü çocuklara biraz neşe sağlıyordu. En büyük yaştakiler: - Savaş ne zaman bitecek? diye soruyordu. Türklerin takdire değer devamlı yardımları olmasa, mü­ tareke en korkunç savaşlardan daha kötü olurdu. 1918 den beri İstanbul'da oynanan dram, hem zulmü, hem de bağışlanmaz şekli ile saçmadır. Suriye dahil, bütün ül­ kelerde en iyi yönetim biçiminin İngiliz mandası olduğunu dü­ şünerek, barışı geri iten İngiltere, Avrupanın güzel ismim yok etmek için; gereğinde de fazla yıkım yapmış, nefret etmiştir. Pera (Beyoğlu) bugün ne haldedir? Batı uygarlığının ile­ ri karakolu olan, Asya eşiğindeki bu yer, halen tüm tutarsız­ lıkların modeli oldu. Onu, her an, bir sabah sürer gibi çiğneyen büyük insan akımı, katmerleri içinde Lövanten halkın bağışlanmaz hasta­ lığım saklar, zira o da öteki gibi ızdırap içindedir ve en büyük sefaletleri hafifleten anlayışa ve yardım duygusuna sahip de­ ğildir. O, hasta haliyle, hangi amaca yönelik olduğu bilinmek­ sizin zamanını yok eder durur. Çalışmak mı? Nerede? Hangi biçimde? Ticari ve iktisa­ di yaşantı ölüm darbesi yemiştir, güven duygusu kalmamıştır. Hırsızlık etmek mi? Evet, eğer mümkünse. 65


Bu kabalığın etnik karakterleri, böylesine bir sıkıntı dü­ zeyinde silinir. Yalnız, Ruslar su üstünde kalır, fiziki güçleri açlığa dayanıklıdır, iyimserlikleri, hayal kırıklıklarını yener. Ticaret işleri ve mülkleri darbe yiyince, Lövantenlerin bir tek ihtirasları kalmıştı: Entrika. Bu haliyle, her çeşit oyunu ile kendini gösteriyor, gerçeğinden daha yaygın ve daha sürekli bir veba, ayrıca göçmenleri getirdikleri tifüs vakaları ile öte­ ki hastalık belirtileri çıkıyor ortya. Entrika ile rüşvet Avrupa kesimini kasıp kavuruyor. İn­ giliz kötülükleri, Bolşevik, Asyalı, Avrupalı entrikası. Mütte­ fik entrikası ise daha beceriksiz. Alman istihkamları, Rusla­ rın dinleme postalan. Geceleri rahat ateş ediliyor. İngiliz bek­ çi hareketsiz baka kalıyor. Büyük kervansarayda, serbest ve tarafsız toprak olarak, bütün hilebazlar çalışır, iki şampanya kadehi arasmda hayal : leri zorlayan planlar yapılır. Pera, tüm ihtilallerin eğitim mer­ kezidir. Avrupa, sanıldığından çok daha uzaklarda, o da kendi zorluklarından yakasını kurtaramaz halde. Öte yandan, onu Asya'dan ayıran bir baraj vardır. Bütün bunlar, aşağı yukan tam bir yalnızlığa denk geliyor. Bu baraj, gerçek sağlık koro­ nu olarak, uzun süre bu rejime tabi olmuş asap sistemlerini harap ve yok edecek güçte. Bu kaynaşma içine birden bire düşerseniz, hal çaresinin yakınlığına kani olacaksınız mahalli ateş nöbetine kapılacak, etrafınızı saran sinir bozucu sıkıntıyı paylaşacaksınız. Ertesi gün ne olacaksa olacak, bu halin son bulacağma inanacaksı­ nız. Zaman geçiyor, eve gitmeli, temaşayı bırakmalı. Uzakla­ şır uzaklaşmaz, boşuna sorular yöneltmekten bıkkın, unuta66


caksınız. Sonunda, yine birden bire, yıldırım düşer, imkansız denilen şey oluşur ve Avrupa anlamaz bunu. Bizansın eski adamları "Hep böyle olmuştur bu işler" di­ yorlar. Hayır, bu tamamen doğru değil. Ufuk, adam akıllı ge­ nişledi. Asyalı milletler, düşüncelerini birbirine bağlamayı başardılar. İşte, yeni olay budur. İstanbul'da ne vardır? Titrek bir Padişah, şiddetli bir aynhkçıhk, ayrı olma eği­ limi, uyumsuz bir işgal, kararlı bir ezici taraf, ne istediklerini bilmez halde, şamatalar yapan azınlıklar, bir çoğunluğun kin­ leri üstüne kuluçka yatması ve uygun saati beklemesi, ulusla­ rarası büyük üçkâğıtçılık. Bazı namuslu kişiler de görülür. Ama bunların sayısı kü­ çüktür. Hergün, bu İngiliz işkencesi içinde ne işleri olduğunu sorup dururlar. Yangınlar şehri helak ediyor, yağma kasıp kavuruyor. An­ cak onun da kaderi. Trakya'da Batı Anadolu'da olduğu gibi ko­ nuşunca, o da, bir çeşit mezar yeri olacaktır ki, içinden, ma­ zinin hırsızlık ve yıkımla kemirilmiş bir kaç anıtı çıkacaktır, o kadar. Bu kuvvetlerin mahut ahenginin sonuna gelmesi olacak­ tır. Oluşma içinde yalnız Fransa, ilgisizliğin nankör rolünü oy­ nayacak... Herşeye rağmen İstanbul yaşayacaktır. Zira o, Asya gibi ölümsüzdür. Asya, bütün milletlerin anasıdır.

67


DOKUZUNCU KISIM PARİS VE LONDRA ARASINDA Bu, çok eski bir hikâye: 1920'lerden başlar. Fakat bir İn­ giliz olayı bir Fransız olayı gibi eskimez çabucak. Bizde öyle yenilemeler vardır ki, komşularımız bilmezler. Onlar öyle ya­ vaş değişimler içinde yaşarlar ki, başlangıçlar ile sonlar ara­ sına yüzyıllar girer. Böylece, iki yılın, Britanyah dostlarımız için hiç anlamı yok ve bu hikâye, bugün için de geçerli sayı­ labilir. *** Haziran 1920'deydi. 16 Mart 1920 İngiliz darbesinin so­ nuçlarım gördükten soma İstanbul'dan dönmüştüm. Orada, milli güçlerle uzun uzun görüşmüştüm. Anadolu'ya geçmek için uygun zamanı bekliyorlardı. Bu şekilde ben de mesele­ nin esaslarım öğrenmiş bir kişiydim. O zaman ki müttefiki­ mizin Doğu batağında nasıl bocaladığını görmüştüm. Bizler, yalnız kalmıştık, sadece ona bir sopa uzatabilme durumunday­ dık. Bütün delilleriyle anlıyordum ki, biz olmazsak, bu dos­ tumuz, mahvolurdu. İstanbul dönüşümde, hükümet başkanım ziyaret etmiştim. 69


O konuda hayli bilgi sahibi görünüyordu, fakat Alman mese­ lesi ile uğraşıyordu, bir bakımdan da Mr. Lıoyd George 'un ka­ tı tutumu vardı. Ayrıca, önünde, bir de öyle bir parlamento ve kamuoyu duruyordu ki, bunlar, Türk meselesi karşısmda ta­ mamen bilgisizdi. İngiliz - Ermeni - Yunan Propagandaları, yapacağını yapmıştı. Bunları yalanlayan da çıkmamıştı. Fran­ sa'da, zihinlerde muğlaklık o derecede idi ki, çok basit olan, yepyeni olan gerçek anlaşılmaz hale gelmişti. Hatta aşırı sa­ yılıyordu. Bu hızla, personel mağazasına düşmüş gibi idim. Nazik ve kırılacak eşya o zamanlar altınla tartüırdı. İttifak do­ kunulmaz bir doğma olmuştu. Hiç kimse, onu kurtarabilme­ nin en iyi çaresi, yaralı gerçeğin kızıl demiri ile dağlamak ol­ duğunu kabul etmiyordu. Kayda değer sonuçlar vermemiş bulunan bir takım gö­ rüşmelerden sonra, politikada ve diplomaside geçerli ne var­ sa, içinde barındıran bir müessese de öğle yemeğinde idim. Orada, benimle görüşmek için gelecek, İngiliz sefaretine men­ sup iki kişiyle buluşacaktım. Derhal, derinliğine, taarruza geçtim. Öylesine belgeler­ le doluydum, öylesine konuşma ihtiyacım vardı ki, sözlerim su gibi akıyordu. Beni, İngiliz yüksek aydm tabakasına men­ sup olanlarda görülen ve kendilerince ilginç bulunan kişiler­ den esirgenmeyen o sağlam dikkatleriyle dinlediler. Bunları ben dinlerken, yine sevimli, nazik, anlayışlı, bilhassa hayret etmiş bir halleri vardı, yahut öyle gözüke biliyorlardı. Soma, beni sorularla çevirerek, şimdi "derin bir hayret, hatta muaz­ zam bir infial içinde dinlediklerini" bizzat giderek Londra'da anlatmamı, İsrarla istediler. Dowining Street'deki Dışişlerine haber verilmiş olacaktı. İyi kabul göreceğimden emindim.Açıklamalanm, sorumlu makamları mutlaka etkileyecek 70


ve esaslı değişikliklere neden olabilecekti. Suçlu ajanlar, ge­ ri çağrılacaktı. Bundan emin olabilirdim. Anlattıklanmm hep­ si, onlarca bilinmez şeylerdi. Böylece, Londra'ya hareket ettim. *** Haziran 1920 Londra, Paris gibi, benzersiz bir sentez. Baştan aşağı ön yargılara, geleneklere bir çeşit tasavvufa, çalışmada inat etme haline varıncaya kadar Londra havasmda herşey var. Birden, o nefis Haziran ışığında, bunların hepsi çıkıyor ortaya.Londra'da gök, az görülen renk tonları verir, emsalsiz pırıltılar ve kurşuni renkler. ingiliz milleti ile başındakilerin kendileri (Self Control) yani nefsi denetimleri içinde ne sakladığını bilebilmek, onla­ rı anlayabilmek için, oralara gitmek, onları tam davranış, tam savaş halinde ve özel havalan içinde görmek gerekir. Londra'da, gayet güzel dengelenmiş oyun kuralları için­ de, herşey mücadeledir. Herşey, iki insan arasında, iki dav­ ranış arasmda, yada, iki amaç, iki görüş arasında bir düello­ dur. Her düello, sakınmalar ve atılmalar gerektirir, her oyun, geniş bir blöf saklar içinde. Bunun farkına varmak karşı ta­ rafa aittir, şaşırmamak, budala yerine konmamak onun bile­ ceği iştir. Hiçbir meselede, sonuna kadar mücadele etmedikçe, ka­ bul zorunluluğu yoktur. Ödünler arasında uyum bulunmazsa, onlan acı kuvvetle elde etmek gerektir. Albay Lawrence'e ait bu sözler, bütün bir doktrini özetler, Bunlar, tam formda bir genç mücadeceinin sözleri olarak yoğun biçimde telkin has­ sası taşır. Londra'da, inanılmaz bir söz ve delil özgürlüğü içinde 71


herşeyi konuşmak mümkün. Yalnız, görüşmenin belli verile­ rinden dışarı çıkmamak ve protokol kurallarını bozmamak kaydı vardır. Büyük Oxford okulu, dış politikaya birçok genç atlet verirken, onlara mantık biliminin gereklerini de öğretir. Bu insanlarda, bir kıvraklık, ani durumlarda bir güven duygusu, önsezilerinde bir gelişme vardır ki, yabancı hasım karşısında üstünlük teşkil eder ve onlar bunu, isteye isteye sömürürler. Mantık hatası yaparlarsa yollarını kaybeder, fante­ ziye kaçarlarsa güçlük çekerler. Londra'da, sağlam fikirli, orta derecede, alışılmış fikre kayıtsızlık gösteren büyük sayıda bir insan topluluğu vardır ama, yine orada, ilhamı olan, izlenim zenginliği taşıyan, oriji­ nalliği bulunan, bizlerin bilmediğimiz, çarpıcı ferdiyetçilikte binlerce kişi de mevcuttur. Çok defa, her çeşit engelden, dik­ kat duygusundan ayrı düşmüş, sağduyuyu, doğruluğu küçük görmüş bu kişiler, gözleri kapalı olarak, sabit fikre saplamr. 1ar. ingiltere'de, her kişi, sakındığı ya da sevdiği şeyleri şid­ detle savunur ve çevre bunu iyi karşılar. Londra'da tüm aşırılıklar mevcut: İklim meselesi, bir çe­ şit tek düzenlik sonucu kadrolaşma, kendi içine dönüklük, çok defa abartmalı bir ciddiyet, insanları da eşyayı da kaynak­ landıran o sebepsiz sıkıntı hali gibi. Herşey, o büyük gücü, fik­ ri, ticari, sportif mücadeleye çekiyor, oralarda topluyor. Bu­ rada, birgünden öteki güne, yani hergün, tek bir düşünceyi, tek bir tavrı tekrarlamak, ona, yaşamım zevklerini neşelerini uy­ durmak çok tabii. Oysa aynı biçimde Paris'te yaşanmaz. Ora­ da meşguliyetlerin dağılımı karşısında, her şeyi öğrenmek, benimsemek, her an fikirleri yada doktrini yenilemek ihtiya­ cı ile yaşanır. Londra'da, hissedilmez kişiler, sizi girdapları içine çek72


mek konusunda acele etmektedirler. Karşı koyanları sessizce ezerler, yeni gelen kişiyi aldatarak, onu azar azar, tüm bağım­ sızlığından soyarlar. O, nedenini de bilmeden, kendine ayrıl­ mış eve gidip yerleşecektir, ingiltere'de kaldığı süre içinde. Şa­ yet, sizi ilgilendiren birisine hemen raslayacak olursanız, ça­ buk tarafından çeşitli şeyler üstüne bilgi edinir, bir hayli za­ man kazanmış olursunuz! Burada, dünya denilen gezegenin tüm yankılan, çınlayan dalgalar halinde ses verirler. Onları du­ yabilmek için dinlemek gerek. Kişi, yıllarca oradan uzak kaldı mı, önceki tecrübeler hafiflmemiş, her şey acayip ve yeni görünmeye başlamıştır. Her şey en inatçı köhnelik ile nisbeten ilerlemiş fikirlerin karşı­ laşmasında görülür. Londra, yeryüzüne farkedilmez yüzlerce iple bağlar kendim: Çok özel, çok nüfuz eden, bir yabancı ya­ dırgaması onun niteliğini kanıtlar. Hemen hemen, boşluğu bulunmayan bu düzende için için yatan bir şiddet, bazan kaba bir hayatiyet vardır. Bu, yığınlan, büyük, çalışkan bir tabi oluş içinde, cereyanm kendi­ lerini attığı yere götürür. Buna karşılık düşüncenin ve sözün en sert cüretlerinin de kabul edilebileceği yer vardır. Şayet onlan yaymayı düşünmez, sadece kendi öz çevreniz içinde tut­ masını bilebilirseniz. Oradaki yüce yasa, devletin binasında­ ki özelleştirme sisteminden ibarettir. Onu ihlâle kalkışmayın, üzülürsünüz. Dışişleri, ingiltere'de çok eskidir. Orada her şey geçmi­ şin kuvvetli damgasını taşır. İçeriye girince, tarihi yasalar, ka­ rakter çizgileri, içinde biraz şüphe bulunan, inatçı köhne adet­ lerden oluşmuş, o tuhaf, o anlatılmaz hava ile karşılaşılır. Bir içgüdü ile, yabancı ziyaretçi sesini hafifletir, hatta tavnnı ve 73


düşüncesini de.Ziyaretçi, o katlanılmaz bekleyişe maruz kal­ mayacaktır. Londra'da dakikası dakikasına iş görmek, onun se­ vimli yanlarından biri. Kutsal yere, sinirlerinizi, hızınızı zor­ lamadan girersiniz. Fakat, bu başbaşa salonların, eski gravür­ ler ile süslü gerçek ingiliz stüdyolarının sevimliliğini kim an­ latabilir ki? Pencereler, ağaç ve çiçeklerle dolu büyük bahçe­ ler üzerine açılır. Kendinizi bir aile çevresinde bulduğunuzu sanırsınız ve birden güven hissiniz doğar. Meselenin can alı­ cı yerine dokunursunuz. Muhatabınız, ona ne getirdiğinizi, kuşkusuz, önceden bilir, hatta karşılığında ne isteyeceğinizi de bilir ve Anglo-Sakson usulü gereğince, konuyu derinleme­ sine inceleme zamanını isteyecektir. Burada, hayallere dalmanız baş gösterecektir. Size gös­ terilen bu dikkat, her sözünüzü özenerek kaydetme karşısın­ da hoş bir etkilenme geçirirsiniz. Ayrıca, muhatabınız, sizi meşgul eden konuyu takdir edilecek derecede bilmektedir. Bugün, sırf sizin hoşunuza gitmesi için, o konuyu, büyük ay­ dın edasıyla ele alacak, karanlık kalmış noktalara ışık tutacak­ tır. Düşüncenize daha iyi sızabilmek için, çelişkili bir tartış­ ma oluşturacaktır. Karşmızda sevimli olacak, fanteziye sapa­ cak, siz de çok ciddi bir meseleyi bu suretle daha az ciddi bir biçimde karşılamış olacaksınız. Kişisel sempati etkeni araya girmiştir: Bazı İngilizler, bununla emsalsiz şekilde oynarlar. Tartışmanın bu noktasında, tüm gerçeği tüm açıklığı ile söyleyeceksiniz. O da bunları, hiç renk vermeden, hele hiç kız­ madan dinleyecektir. Cevabı, tam nezaket kuralları içinde ola­ caktır. Böylece, görüşme,kesinlikle kendi sınırlarım aşmaya­ caktır, yoksa karışır ve kararır. Londra'da devlet adamlarına Fransız kamuoyunun kendi haklarındaki hoşnutsuzluktan he74


yecan duyduklarım söylerseniz, size İngiltere'nin müşkülleri sergilenir; şöyleki: - Müttefikler arası mücadelenin daha çok uzamayacağı, söylenebilir. Doğu bakımından evet, bizim sömürge yük­ sek komiserliğimizin gösterdiği katı tutum, cidden üzüntü ve­ ricidir. Hele ajanlarının gayreti büsbütün aşırı. İnanınız ki, işarette bulunduğunuz olaylar, tekrar etmeyecektir. Ama çok pratik bir sistem olan nüfuz bölgeleri meselesini çözümle­ mek daha doğru olmaz mı? O zaman, kimse, komşusunun işine karışmaz. Bunlar, Albay Lawrence'in sözlerinden daha az vurgulu olmakla birlikte aşağı yukarı aym kelimeler. - Türkleri siz alın Arapları bize bırakın! Sanki Türkler ile Araplar, alınır yada bırakılır nesnelermiş gibi. Fransız politikasma karşı üstü örtülü hücum, yaralayacak noktalara yaklaşıyordu: - Siz, bize hiç bir zaman, işleriniz üzerinde açık ve tamam bilgi vermiyorsunuz. Hükümetiniz şikayet eder ama,hiç sonuç getirmez, sonuç hakkında herhangi bir hüküm vermez. Aslın­ da ne ister? Biz tehlikelerin tehdidi altmda aktif bir politika izleme zorundayız ve bekleyemeyiz. Yani zorunlu haller, ani hamleleri gerektirir, o zaman sizler "Yaramaz Albion'u" ya­ ni yaramaz İngiliz'i suçlarsınız. Bizler, Fransa için hiç bir za­ man bir nitelik belirtmedik. Bunu kabul etmeniz gerek. Ba­ lon, bizim basın, sizin hücumlarınıza cevap vermemek için na­ sıl ölçülüdür, bizleri ayıran zorluklan, basm nasıl bir ölçü ile değerlendiriyor. Doğuda, İngiltere ile Fransa arasındaki durum fecidir: Bütün dünya banşı Doğu düzenlemesine bağlı." 75


Asya karışıklıkları üzerinde, en geniş, en doğru görüşler belirtilmişti: - Biz, anlamak konusunda biraz yavaş davrannıışızdır, fa­ kat, gerçekten, anladık. Buna göre belirleyeceğiniz davranışı­ mızı. Sizin tarafta, daha süratli bir anlayış oldu, ama, hareket­ leriniz keşiflerinizle bağdaşıyor mu? Hiç zannetmem. Bu zarif ve açık söz altında iki formül yer alıyordu: Bi­ zimki, parlaktı, süratliydi, ama yan yolda durmuştu, karar davranışı önünde tereddütlü; onlannki, daha yavaş, daha sa­ kınır halde, lehdekini aleyhtekini uzun uzun tartarak fakat olumlu gerçekleşmelerin şiddetli sopasına hazır durumda. Ay­ rıca uzakta bu küçüklü büyüklü maceracılara, usta sahne koyuculanna, tam zamanında patlayan mayın koymasını bilen­ lere ve nihayet, bana bu cevaplan veren gibi sevimli, nazik, inkâr ederken incelik gösteren, enerji ile destekleyen kişilere sahip. Büyük savaşta su üstüne çıkmış. Batı'nm bu iki büyük gücü aynlacak mıydı, yoksa birleşecek mi idi? Paris her tür­ lü ümit ihtiyacına rağmen hiç de ümitsizleşmiyor, Londra ise, bocalamakla, tereddütlerle vakit kaybetmekden vazgeçme yo­ luna asla gitmiyordu. Londra, sağlık verici çareler üstüne tar­ tışmaya razıydı: Geniş bir Müslüman politikası, fetih politi­ kasına son, yakında askeri boşaltmalar, ki, bütün bunlar, şart­ lara uydurulacka yerli bir siyaset ile yapılacaktı. Sevimli konuşmacı, gerçek bir İngiliz-Fransız anlaşma­ sında yarar görüyordu. Bu, Doğuda, banş üstüne tek ümit ola­ bilirdi. Böyle bir anlaşma, uçtakilerin sertleşmelerini önler, kadrolaşmış insanlan kendine çeker, onlan lekelemeksizin destekler, ne İngiliz sever ne Fransız sever, tarafsız bir işlek iktisadi politika güder, kısaca, istihbaratı azaltıp fiili işe da76


yalı, mahalli çekişmelerden çok gerçekleştirici bir politikanın sahibi olur. Böylesi, şimdiye dek izlenenin tam tersine, ideal bir çö­ züm değil miydi? - Birleşik çalışma ihtiyacı var; herkes için yer mevcut; ne yazık ki, ortak çalışmaktan çok, mücadeleye yakın kadroları bu fikirler etrafında birleştirmek güç oluyor." diyordu muha­ tabım. Sanki, Eskişehir'de ve Konya'da dilediklerimi, şimdi bu­ rada duyuyordum. Birkaç hafta önce bir Türk cephesinde, bir Türk şefinin, her yandan kendini İngiliz güçlerinin sıkıştırdı­ ğı, onun da yurdunu kurtarma yolunda adım adım savaştığı bir anda söylediklerini, şimdi İngiltere'nin bu seçkin yuvasında duymak kadar acayip bir şey olamazdı. O zamanlar, onarıcı davranışta bulunmak kolay sayılırdı, ama o zamandan beri, zalim adaletsizliğin yaptıkları pek ço­ ğalmıştı. *** Ertesi gün, bambaşka bir kadro içinde, bütün Londra'nın sözünü ettiği ünlü Albay Lawrance ile görüşecektim. Onun hakkında, Londra'da, kimi "Dahi" kimi "maceracının biri" demiş, ama hepsi "olağanüstü kişi" deyiminde birleşmişti. İlk anlardan itibaren, görüşme, sıkı, inatçı, gerçek bir çe­ kişme halinde geçti. Amansız hasmımızın, zeka derecesi ile ustalığını anlamak kolay olmuştu. Adam saklamıyordu. Evet, Doğu'da bizlere karşı kavgayı o İskenderun'a çıkmalarım red­ detmemiz, savaşı iki yıl uzatmış ve Çanakkale'deki felaket bunun sonucu olmuştu. Yanlışlığım takdir edemeyecek halde bulunduğum bu beyanlar karşısmda hayli şaşırmış olduğum için, Albay Lavvrance devam etti. Bizleri "cezalandırmak" 77


için "Sivil servis" Fransız aleyhtarı davranışını Doğu'da dü­ zenlemişti. Bizler, mutlaka Suriye'ye gitmek istemişiz; onlar da bize, içinde hamlamayacağımız bir Suriye hazırlamışlar. Albay Lawrance: - Bu, benim kişisel eserimdir." diye ekliyordu. - Sonra, diyordu, İstanbul'da bizimle mücadele etmek is­ tediniz. Orada da size en sert derslerden birini verdik." Bunlar, General Milne'nin, herşeyin üstünde olduğunu ve Türkiye'deki İngiliz memurlarının müzmin bir yeteneksizlik hastalığına müptelâ olduklarım, Oxford'un bu genç Profesörünce kabul edilmesini önlemiyordu, buna karşılık: - Türkiye 'deki ekip hiçbir işe yaramazdı ama, Arap ülke­ lerindeki takım, birinci sınıftı; Filistin olayı, bir düzenleme ör­ neği olarak görünebilir. Diyordu. - Kudüs'te, bir asımız var. Adı Stone, Sivil servis'in ye­ ni siyasi formülünü uyguluyor. Orada yönetimi eline alacak olan Herbert Samuel, birinci derecede bir yıldızdır. Adamda hiçbir şahsi cesaret yok ama olağanüstü bir düşünme yetene­ ği var. Onun, Filistin planı, Yahudi sorunu ile Arap sorunu bağ­ daştırıyor. - Curzon, bu günlerde, şiddetli hücum karşısında; yenil­ giden yenilgiye gidiyor ve rejiminin sonu geliyor. Kuvvet dar­ besi formülü zamanını doldurdu: Eski bir ekoldür artık bu. Lloyd George, içeride, dışarıda, yönetimi gittikçe daha çok ele alıyor. Bolşeviklerle Bolşevik, aşırılarla aşın oluyor; milliyet­ çiliğin kudretini o da anladı, bu yeni gücü hiçbir şeyin durdu­ ramayacağını biliyor. Asya'nın, belini doğrultabihnesi için daha enaz elli yıl ister. Biz, ona bu hastalığı, tam da tedavisi­ ne başladığımız anda aşıladık. Artık orada dini taassup yok-

78


tur: Şimdiki taassup, vatansevelik inancı, ötekinin yerini al­ mıştır. Bu da onun kadar güçlüdür. Muhatabım, bundan sonra, Fransa'ya karşı şiddetli hü­ cuma geçti. "Fransa, kendi içinde liberal, dışarıda gericidir." diyor­ du. İngiltere, kendi içinde gerici, dışarıda liberal olmak, Doğü'da, bizlerin hatalarımıza tahammül etmek istemiyormuş. Yalnız çalışmak istermiş. Bizlerle çalışmak imkansızmış. zi­ ra biz hep geç anlıyormuşuz. - Size Kilikya'yı kaybettiren neden, yüksek komiserleri­ nizin düştüğü hatalardır. Diyordu. - Sizin şahsı gayretiniz hiç mi olmadı? - Hayır, gerçekten benim fazla bir değerim görülmedi bunda. Sizi kendi davramşlarmızla başbaşa bırakmak yetti. Bu azılı mücadeleci, nasıl da bir aşkla, nasıl da dizginle­ miş bir ihtirasla tüm hatalarımızı, tüm boşluklarımızı sergili­ yordu. Zira Doğu topraklarında İngiltere kendi hatalarından başkalarını asla bağışlamaz. "Biz yeryüzünde bir numaralı milletiz, bizim kimseye ihtiyacımız yok ve tek başımıza ha­ reket etmek isteriz." diyordu, ünlü Albay. Bizlere karşı verdiği savaşm hala heyecam içinde olan bu sert düşman Lawrance şunları da ilave ediyordu: "İşler kötü gitse, iyiye yormalı, zira, bizde, herşeyin yitirildiği sanıldığı zaman gerçek güçlere başvurulur. Bizim bir değerimiz sahi­ den varsa, bu hep işlerim gelip dayandığında anlaşılır." Burada, o ana kadar hep destan içinde yaşamış, bir kral­ lık yaratmayı düşünmüş genç adamın ataklığı, tüm şiddetiyle gözüküyordu. Bedenen olsun, kafaca olsun, o büyük kıvrak kişilerki, İngiltere onları, en ince bir dikkat ile yetiştirdikten 79


sonra, bazı anlarda arena ortasına fırlatır. Sonra yine onları ge­ ri çeker, başkaca kavgalara hazırlar. O zaman, bu da, yemden Oxford havasıyla yıkamıştı ken­ dini. İlk zihinsel gelişimini yaptığı "Old Soul's College'in ilk kaynaklarına sanki yeniden dalmıştı. Bu dikkate değer bireycilik, ifadesini tam bağımsızlık halinde buluyordu. Ona göre, İngiliz çabasının merkezi bağdat'tı. Orası, Arabm gerçek başkenti idi. Bağdat daima ilk sı­ rayı işgal etmeliydi. Şam ise, ede tutulması kolay, akıllı uslu bir taşra şehri olabilirdi. İngilizler, Arapları kullanarak, Bağdat kozu ile Asya'yı ellerinde tutacaklardı. Yerliyi, hatta kalabalık bir orduyu yö­ netmek, sınırların ve içgüvenliğin korunması için gerekli ola­ caktı. İngilizler yeni imparatorluğun "danışmanları" ve "ida­ re Meclisi üyeleri" olacaklardı. Araplar ise asker kalacaklardı. Fihstinliler, teknisyen, us­ tabaşı, sivil eğitimci olacaklardı bu yeni ve muazzam düzen içinde. Mısır sorunu, Cromer sistemine dönmekle çözümlene­ cekti, bu da uzun vadeli olacaktı ve az soma da asabiyet so­ na erecekti. Hindistan'da, yeni metodlar uygulanacaktı ve ye­ ni Kral Naibi tarafından. Zaten, kendisi büyük değer taşıyan bir şahsiyetti, Curzon'un hatalarını onarmaya hazırdı. Bütün bunlar, artık milletlerin istemediği Halifeler dizisinin sonu de­ mekti. İran, İngiltere için yitirilmiştir. Hiç değilse, bir zaman için. ne olursa olsun, alınacaktır. Lawrance, Milliyetçi Türkiye'nin hayatiyeti hakkında hiçbir şüphe belirtmiyordu. 80


- Türkistan'da, Taşkent'te Enver'in önderliğideki milli hareket, tam hızıyla cereyan ediyor, kimse ona sataşma cesa­ reti gösteremiyor, diyordu Lavvrance. Soma şöyle devam edi­ yordu: - Kürdistan'da, kötü biçimde yönetilen işimizi bıraktık; İstanbul'da bizi rahat bırakırlarsa, Milliyetçilerden fazla Mil­ liyetçi kesileceğiz. - Ama, Türkiye işlerindeki hatamz? - Evet, hatalarımızı biliyorsunuz: Orada ekip aldanmıştır. Ama vakit henüz çok geç değildir; onarma imkanı var. For­ mülü değiştirmemiz ve kurtlarla birlikte ulumaya geçmemiz gerek, zira Asya vatansever inanca girmiştir. Bizim gerçek As­ ya düşmanımız sizler değilsiniz, kendini oluşturmakta bulu­ nan Rusya'dır. Az soma, varlığını hissettirecektir. İşte bunun için şimdi Bolşevik görünüveriyoruz. Bugünkü hasmı idare ederek. O, yarınki Doğuhasmımızdır. Lawrance'in (Sivil Ser­ vis) ile ilgili tezi de şöyle özetlenebilirdi: - Aklınızı başınıza alın, makul olun, bizlerle, boş müca­ deleden vazgeçin: Biz en kuvvetli tarafı teşkil ediyoruz. Ge­ çici olarak, küçük Suriyenizi elinizde tutun. İstanbul 'da bizim­ le birlik olarak çalışm, fakta hep ikinci planda kaim. Usulle­ rinizi gehştirmeye, düzeltmeye bakın, şayet yapmazsanız, siz­ siz harekete mecbur kalırız. Doğu bizim gücümüzü bilir." İşte bu, İngiliz kibirliydi, kendine inanılmaz derecede güvenli, (Sivil Servis) ile Intellicence department)ın büyük kuvveti. Hindistan ve Mısu için özel personel sağlamakta olan bu büyük (ekol)ün insan yetiştirme şekli, gerçekten üstün vasıf­ ta idi: Fazla titizlik gerekmez, oyunun tek kuralı, başarmak81


tır. Mücadele hassaları sonuna kadar geliştirilmiştir. Şayet bunların çalışması sırasında bir kaza olursa, Albay Lav/rence şahsında olduğu gibi, tatlı ve kısa süreli bir kızağa çekilme, herşeyi unutturur. Getirdiğim delillerden bir teki tutmuştu: İngiliz davranış­ ları karşısında, bizim Doğu ordumuzun öfkeye kapılması ve sonunda İngilizlerce ezilen milletlere sempati duyması göz­ lemi. O, bu tehlike içindeki bütün hakikati biliyordu ve sus­ muştu. Aramızdaki maç sona ererken, otelimin kapıcısı bana bir mektup getirdi; sonu şöyleydi: - Albion'lu (İngiliz dostlarımız, öküze bakıp şişmeye ko­ yulan kurbağayı andırıyorlar. Kurbağanm patlayacağı zaman­ da, yetişmiş bulunuyoruz. Şimdi bunu anlamaya başlamıştır. Ne yapacak? Bütün dünya gözlerini ona dikmiş. Sırf kibri yü­ zünden inat mı edecek? Bu hal, ilk sıralarda olan bizler için gerçekten heyecan verici nitelikte. Yarın ne olacağım da sa­ bırsızlıkla bekliyoruz.) Sırtını Dışişlerine dayamış, rakip müessese, hükümettir. Bitmez tükenmez koridorlar ile de olsa, İngilizlerin o nefis ve eskimiş taşka ikâmetgâhlarım andırır. Birçok küçük oda, ya­ şamlarının sonu gelmiş yaşlı ağaçlarla dolu bahçelere bakar. Bütün bunlar neşe, rahathk verir, sari bir yakınlaşma hali te­ mcin eder. Bu görünür huzur içinden dünya dengesini değiş­ tirecek nitelikte kararların çıkacağını düşünebilmek ve o gül­ lerinin tatlı fakat koklanmaz hale gelmiş kokulanyla, burası­ nın Dawm'ng Street (Başbakanlık evi) olduğunu düşünebilmek için, muhayyileye büyük bir çağrıda bulunmak gerek. İçeride, duvarların, kalınlığı serin bir bavayıkorumuş olu­ yor ama apaçık pencerelerden giren temiz hava odalardaki 82


ağır, soğuk havayı değiştiriyor, ıhklaştırıyor. Haziran sıcağı, Çay tepsilerinin hafif tıkırdayışma, kuş seslerinin nağmeleri karışıyor. Saat beş: Günlerden Cuma. Hafta sonu öncesi. Yüz­ ler neşeli, ama pazartesi günü, aynı yüzler aynı neşe ifadesi­ ni taşıyacak mı? Bu gülümseme bir kuvvettir, bütün bir poli­ tikadır. Lloyd George'un özel sekreteri Philip Kerr, bana gele­ neksel çayı ikram etmekteydi. Başbakan yorgundu, hekimle­ ri konuşmasını yasaklamışlardı, fakat şefinin düşüncelerini o güzel ifadeyle bana aktaran sekreterinin yanında gözükmek­ ten yine de kendini alıkoyamamıştı. Etrafımızda dolaşıyor, sürpriz karşı smda olduğu hissini vermeye bakıyor, bir gizlili­ ği ihlâl etmiş omasmdan özür diliyordu ama, Philip Kerr'in gülümsemesi, şefindeki düzeltilmez araştırmayı açığa vur­ muş oluyordu. Böylece, Britanya İmparatorluğu, efendisinin az çok fe­ nere benzer siluetini arada görmüştüm: Burada onun hakkın­ da "Manyetizması vardır" diyorlar. Sanki bu çeşit bir açıkla­ ma herşeyi aydınlatırmış gibi. Ben de manyetize olmadığım için, onun ardına benimle konuşan enerjik yüzlü parlak göz­ lü genç adamla görüşmüş bulunmaktan memnundum. Çünkü ihtiyar ise, etrafımızda bir kelebek gibi dolaştı durdu ve be­ lirtmeliyim ki bende büyük bir izlenim bırakmadı. Bu günlerin yeni diplomat-savaşçılanm niteleyen, onla­ rı seleflerinden ayıran husus, takındıkları, büyük hoşa gitme arzusudur. Bu sevimli olma gayreti, onlara, Oxford'daki bü­ yük kolejler tarafından aşılanmaktadır. Bunlarda, konunun özü olan deyimi ya da kelimeyi özel biçimde vurgulama hü­ neri var. Bu, bütün cümleye, nüfuz edici bir ahenk veriyor. Bir 83


kere, sempati akımı gelip yerleştimi, tartışma bütün acılığım yitiriyor. Hoş bir çehrenin ne kadar çok yardımı var. Oysa, o da, yandaki binadakilerin taktikleri kadar mücadeleci olmaktan geri kalmıyor. Philip Kerr de, Doğu'daki durumun trajik olduğunu ifa­ de ediyordu. İngiliz-Fransız anlaşmazlığını, siyasi olmaktan ziyade psiklojik bir kavga olarak koyuyordu ortaya. Ben de şu cevabı veriyordum: - Hayır, gayet gerçekçi ve pozitiftir, madem ki sizler herşeyi alıyor, bizlere de hiçbir şey bırakmıyorsunuz." bu söze, karşılıkları hazırlanmış olarak, bekliyordu: - Şimdiye kadar ne istediğinizi iyi açıkladınız mı? Sizle­ rin Doğu taleplerinizdeki plan nedir acaba? Bu serzeniş az çok yanıltıcı da olsa, hakikat payı taşıyor­ du. Doğu'daki hayal kırıklığımız hiddetimiz ,çok defa daha açık delillerin yerini alıveriyordu. Tek anlaşılır dilin, dosdoğ­ ru konuşmak olduğunu, hatta anlayabilmeleri için acaba bi­ zim devlet adamlarımızın kaç tecrübe içinden geçmeleri ge­ rekiyordu? İngiliz politikasını şahsında temsil eden, ne duyguya, ne titizliğe yer veriyordu. Sorunları ve insanları derinleştirmek­ ten tiksinirdi. Ölçü kabul etmeyen cehaleti, gerçek tembelli­ ği onlardan uzak tutmasını sağlıyordu. Önsezinin en ustaca kullamlması, görünür bir taşkınlık, bunun mükemmel ayarlan­ ması, hâsılı mahut manyetizma, blöf sanatı gibi, onun sevdi­ ği silâhlan vardı. Bunlar, Fransız sağduyusundan nefret etme­ lerini gerektiriyordu. Philip Kerc: "Lloyd George Fransızlara karşı değildir, 84


herşeyden önce Avrupalıdır, Avrupa'nın büyük bütünlüğü adı­ na çaba harcamaktadı, diyordu. Sonra, şunları da ekliyordu: - O, Almanya'nın elli yıl mağlup kalacağını tahmin ed­ er, şayet milliyetçiliğini tahrik etmezseniz... Sonuç olarak her bakımdan barışı gerçekleştirmek gerek. Bu da şunu gösterir ki, Fransız talepleri haklı da olsalar, diğer zorluklara hiç ya­ rar getirmez. Bize, Orta Avrupa'da barış gerek, Rusya ile ba­ rış gerek. - Peki Doğu'da, Fransa ile savaş mı gerek? Philip Kerr, bir an duraladı, sonra devam etti: "Lloyd George'un taktiği, tam kavga etmeden asla razı olmamaktır. Ödünler ondan kuvvet göstererek koparılabilir. Onları kazan­ mak sizin işiniz, özellikle, belirgin zamanda, istediğinizi or­ taya koymanız lâzım." Bunlar, aşağı yukarı, Albay Lawrence'in söyledikleri idi. Ona, Rus'ların Asya'daki davranışları ile bizimkilerin, İn­ giliz katılığı yüzünden her gün biraz daha Türk milliyetçisi ol­ duklarını işaret etmiş ve: - Lloyd George, bu oyunu bir saat uzatmaktan bile sakın­ malıdır." demiştim. Burada, büyük İngiliz kinciliğinin en na­ zik noktasına dokunmuş oluyordum: Anadolu'da, askeri yar­ dımda bulunmayı reddetmiştik. Bu red yüzünden Türklere karşı girişilmiş kampanya, bir sürü başarısızlıkla sonuçlanmış­ tı. Böylece, bizler, insan ve para bakımından ortaya çıkan bü­ yük İngiliz kayıplarının gerçek sorumluları oluyorduk. Bizim yüzümüzden, bütün Doğu, Britanya İmparatorluğu karşısma dikiliyordu. Philip Kerr, buna karşın, sadece, Trakya'dan hiçbir şey vermemeyi amaçlayan, İstanbul üstüne tasavvurları itiraf et85


miyordu. Fakat lngliiz Savaş Bakanrnm (War Office) ateşli bir avukatı kesiliyordu: - Ahi diyordu, daha çok askeri harekat, daha çok albay, daha çok General ve Kurmay heyetleri; Tanrı bize ö diplomat­ ları, o sivilleri verse, onlara, gerekiyorsa, birer üniforma giydiriversek!,. En tatlı sözlerle ayrılmıştık: " never had a more interes­ ting talk in my life" demişti. Yani "Hayatımda daha ilgi çeki­ ci bir konuşmada bulunmadım" diyordu. Ben de ona benzer bir muğlak formül ile cevap vermiştim. Sessiz avluda beni bek­ leyen, rahat Londra taksisine bindikten sonra, kendi kendime, bunlara, bizim de, yeni formasyondan insanlarla mukabele et­ memiz, onlarla savaşmayı bilmemiz, bu savaşta onların sila­ hım kullanmamız gerektiğini söylüyordum. Onlar kadar sa­ bırlı, onlar kadar oyunbaz olmamızı, delilleri istedikleri hale nasıl soktuklarını görmemizi, tam zamanında bir coşkunluk gösterip, düşüncelerin ötesine geçmeyi bilmemizi, bizimkile­ rin de becermesini istiyordum. Bu ingilizler, zaten, kendi işlerinden de pek emin olamaz­ lardı. Çok defa konu için gerekli olan gerçek bilgiden mah­ rumdular. Zamanlarının yandan fazlasmı spor alıyordu. Bir­ çok noktalarda, onların boşluklanndan yararlanmasını bilen insanlar karşısında pes ederler. Doğu topraklannda, çok ilkel biçimde, ancak Araplan ta­ nıyorlardı. Türkler hakkında bilgisizlikleri tamdı ve o kadar büyük masraflarla, Anadolu'da ve İstanbul'da kullandıklan ajanların aşağılığı da bundan ileri geliyordu. *** Birkaç saat soma, en eski İngiltere'nin sevimli şekilde dü­ zensiz binasına giriyordum. Burası, kâğıtla dolmuş taşmış, 86


sakin memurlarla doldurulmuşm ve huzurlu günler akıp gidi­ yordu. Milletler Cemiyetine tahsis olunmuş bu yuvanın tepesin­ de, onun ruhu sayılan insanın küçük bürosuna alınmıştım. Bu zat, Lord Robert Cecil'di; eski İngiliz ekolünün en kuvvetli, en iradeli, en kesin şahsiyetlerinden biri. Ermenistan'ın büyük savunucusu ve Anadolu'da İngiliz ehli sahibinin başlıca kahramanı olan bu kişi: "Ben, şahsen, Suriye üzerinde Fransız mandası fikrine daima karşı oldum. Bu yolda şöyle düşünüyordum. Filistin'i elinde tutan Suriye'yi de tutar. Bu şekilde, orada, sizlerle hep nüfuz anlaşmazlığına düşeceğiz. Ama beni dinlemediler. "Türkler'e gelince, Boğazlar meselesi dışında, İngilte­ re'nin, onlarla fazla meşgul olması gerekmez. Ama Araplar, işte ingiltere'yi ilgilendiren Doğu halkı budur." Bütün Doğu'daki İngiliz memurlarının, halk tabakaları­ na karşı tecavüz hareketleri ile ilgili olarak ettiğim şikayete, Lord Robert Cecil, şeytanca cevap veriyor: - Hayret değil mi! Bana getirdiğiniz bu şikayetlerin tü­ münü, bizimkiler, oradaki sizinkiler için yapıyorlar. İşte böy­ ledir, mahalli kavgalar, bütün üzücü sivrilikler böyle olur!" di­ yordu. Bununla birlikte, Londra ile Paris arasındaki müşkülleri kabullendikten sonra da, bizim bazı yakınmalanmıza hak ver­ mişti. Anlaşmazlığın çözümü ancak İstanbul'da olabilirdi; fa­ kat ben yine, orada, eski ingiltere'ye özgü egemen fikri göre­ cektim. Bu, banşm çabuk gelmesi şartlıydı, bütün çabaları­ mızın tek amacı olan kaçınılmaz banşm. Pek güzel ayarlanmış bir küçük nutuk, bundaki acele za­ rureti ortaya koymuştu. O halde, bu mutlu banşm tek düşma87


nı neydi? Almanya karşısında bu denli acımasız Fransa mı? Parayı amaçlayan o anlamsız istek, o kaba arzu yanında bizim katılığımızın ne değeri olabilirdi? Buna verebildiğim cevap, Doğu'daki Britanya barışının, bize ne kadar acaip biçimde güdülerek getirildiği şeklinde ol­ muştu. Londra'nın büyük gazetecisi, dış politikada en aktif, en parlak olan kişisi yanında, o gün öğleden sonra beş onbir ara­ sında, okkalı bir çay ve pek lezzetli bir yemeğin yardımı ile, birbirinden tamamen ayrı iki ekiple mücadele edecektim. Her yerde olduğu gibi, burada da, her gayretin itici kuv­ veti olan şahsi kavgalarına son verince, elle tutulur bir sonuç elde etmseye uğraşıyorlardı bu insanlar. Hemen her gittiği yerde görülen ve savuna geldiğim bu görüşmelerden, bazı tartışılmaz olaylar çıkıyordu, ingiltere ile Fransa arasındaki anlaşmazlık, her ikisi için Doğu'daki teh­ likeleri daha çekinilir hale getiriyordu. Vahim riskleri olmak­ sızın bu anlaşmazlık devam edemezdi. Fransız duygusunu, ingiltere'nin daha az bencil bir görüşü ile tatmin etmek gere­ kiyordu. İngiliz çıkarlarının abartılması dahi, bu çıkarları yok edecek nedenlerdendi. Türklerle olan andlaşmayı tehdit etmek, onlarda, milliyetçiliği on defa büyültmüştü. O halde, Türk milleti ile niçin daha adaletli bir düzene, İngiltere ile Fransa arasında da niçin daha samimi bir anlaşmaya gidilmiyordu?.. Asya milletlerinin kin ve tehdit duygusunu sakinleştirme ve onlarla kendisini bağdaştırma yolunda müttefiUerinin de çalışması gereğinin yararsız olmayacağını düşünebilmekten, İngiltere, hiç de uzak değildi. Bütün bu nedenlerle, Paris-

88-


Londra arasında görüş alış verişinin başlaması, acele edilme­ si gerekli bir iş değirmiydi? Esasen, bu görüş, o akşam sofrasında, her biri şahsi fi­ kirli, kimi hayalci kimi gerçeği yansıtmaya çalışan, çarpıcı si­ yasetleri toplamış bulunan, büyük ingiliz gazetecisinin de sev­ diği bir tez idi. Akşam yemeğinde, Albay Lawrence, yanımda oturmuş­ tu, irlanda horozlan gibi, onu ve beni birbirimizle karşılaştır­ mak istemişlerdi. Kendimizden rica ettirmeksizin, gönülden kapışmaya başlamıştık; evin efendisi, maçı yönetiyordu, öte­ kilerde çeşitli aşamalan izleyen seyircilerdi. Birdenbire, hasmım pes eder gibi yaptı. Bunu, takdire de­ ğer bir ustalıkla yapmıştı. Arap dünyası üzerindeki İngiliz ön­ celiğinin kesinliğini ileri sürdükten sonra, bizmi keşfimiz olan Türk milliyetçiliğini savunma hakkım, bizlere tanıyordu. Bu­ nu söylerken, gözlerimin ta içine bakıyordu. Amirallik dairesinden bir subay: - Elbette, demişti, bir Fransız duygusunu ciddi suretle yatıştırmazsak, kısa vade içinde bize karşı bir Fransız-Alman it­ tifakı doğar ve beş seneye kalmaz savaş çıkar. Bunu tasdik ederek, Lawrence "Most absürd" "Türkiye antlaşması" hikayesini, mizah katarak anlatıyordu. Bir gün, arkadaşlar arasında, bir siyasi İngiliz yemeği sırasında, birisi tutar, ona, doğu ile ilgili bir düzenleme tasansı yapmasını tek­ lif eder. O, gülerek, kağıt üstüne bir mizahi acaiplik yazar. Maksadı şaka etmektir. Birisi bu kağıdı ele geçirir, ona net an­ lam verir ve bu fantazi "anlamsız şey" "most absürd" Sevres (Sevr)'anlaşması haline geliverir. - O halde dedim, siz ki kötü bir şey yapmışsınız, bari şim89


di iyi bir şey yapsanız? O ise, bakışındaki şimşeğin yalanla­ dığı tatlı, ölçülü sesiyle konuşmaya başlıyordu: - Halifenin temsilciliğinde, İstanbul Türklerin olur, Fran­ sızlar da mali bakımdan egemen olurlar orada. Tabii kendile­ ri istiyorsa. - Edirne Türklerin olur, Trakya'da küçük bir sınır ile. - İzmir, antlaşmanın koyduğu rejim altmda ve geçici ola­ rak. Beş yıla kalmaz, Anadolu'nun efendisi milliyetçi Türk­ ler, Yunanlılardan kurtarırlar kenmlerini. Bu onlar için işten bile değildir. - Bir küçük Ermenistan ki ister istemez miliyetçi Türk­ lerle bağdaşacaklardır Türklerin Azerbeycan'ı ilhak etmele­ rine izin verilmeli ve Kafkas tarafında onlar rahatsız edilme­ meli. Türklerin Doğu'ya açılmaları teşvik edilmeli, Turancı­ lık rüyaları görmelerinde serbest olmahlar, Anadolu'da bir kurucu meclis kurmalanna karışmamalı. - Mustafa Kemal'in ardında, fiili ve uzun süreli bir hü­ kümet kurma ehliyetinde şahsiyetler mevcut. Milli hareketin büyük kuvveti, bu adamların kimler olduğunu saklamış bu­ lunmakta toplamr. Yalanda, Türkler, Kafkas dolayısıyle Rus­ ya'ya çarpacaklar, zira, tatmin edici bir barış yapar yapmaz, halen Çarlığın yerini almakta olan Bolşevik Rusya'yı terketmekte acele edeceklerdir. Sonunda Rusya ile süresiz anlaşmaz­ lık halinde olacaklar. Lawrence'in benim yammda ifade edemediği şey, İsken­ derun körfezini ve Şam'ı elde etmek ve Suriye'de bizi Lüb­ nan'ın bekçisi yapmak fikriydi. Bu, yine: "Siz Türklerle meşgul olun" "Arapları bize bı­ rakın" sözünden başka bir şey değildi. Bu konuşma serbestliği beni hayrete düşürüyordu. Biz90


de, en açık sözlü çevrelerde bile buna benzer bir olay kayde­ dilmezdi. Ama bu denli mizah ve eğlenebilme hürriyeti, oto­ riteye karşı o canlı bağlılıktan ve aşırı derecedeki uzman oluş­ tan ileri geliyor değil mi idi? O otorite, bütün değişik işleri dü­ zenliyordu. Lloyd George'a olsun Curzon'a olsun, yapılan bu hareketler, onların en ufak davranışlarının, en ufak direktifle­ rinin harfi harfine yerine getirilmesine engel olmazdı. Hiyerarşik düzende, onlar baştı. Onlara itaat görevdi, işte bu, o in­ sanlara, diledikleri biçimde düşünebilme, tam sorumluluk ha­ linde söz etme özgürlüğünü veriyordu. Başbakan hakkında biri şöyle demişti: - Şimdilik tam basan içinde. Bu, ona ölene kadar yeter, sapasağlam duruyor. Bir diğeri: - Portakalın kabuğuna bakalım (Mind the orange Peel) di­ yordu. Ama hepsi, "dehası", "manyetizması" önünde eğiliyor, onun beyni ve gücü olan Philip Kerr'i övüyordu. *** . • • Tek bir gün içinde, Londra halkı Krassine'i alkışlamış, İşçi Partililer seslerini duyurmuşlar, irlanda üstüne alaylar sevkedilmiş ve İran'ın Sovyetler elinde olduğu haberi yayıl­ maya başlamıştı. Gazete başlıklan, bu heyecan verici olaylan yansıtıyor, ama hayat, değişmez düzeni içinde sürüp gidiyordu. İnsanla­ rın yüzünde o konulara dair hiçbir görüntü yoktu. Bütün bunlar, büyük bir imparatorluğun günlük mücade­ lesi haliydi, ingilizlerin sinirleri sağlamdır, tehlikeye alışık­ tırlar. Dünyaya hükmeden bu bir avuç insanın acaipliği için­ de yaşayabilmek, tehlikeli hayatı anlayabilmek, sağlam bir iş91


tam besleyebilmek, derin derin nefes alabilmek için adalele­ ri de beyni de formda tutabilmek gerekir. Dünya yıkılabilir ama Londra kontluğunda ne "hafta so­ nu" ne şehir hayatı, ne de arz küresinden arta kalamn yürüyü­ şüne devam etmesi işi durur. Bunlar hep devam eder. O kor­ kunç bencillik, herşeyin temelidir. Bu terbiye beşikte başlar. Yeni doğan çocuk önce bebekler klanına girer, soma çocuk­ lar klanına, daha soma yetişkinler klanına girecektir. Bu so­ nuncu klan, hepsinden kapalıdır. Her klanın dikkatle tesis olunmuş bir protokolü vardır. Onu ihlal edenin vay haline. Her yerde aynı yasa uygulanır: "Benim menfaatim ve sizinki." Her yerde Pratik duygu öne geçer. Fair Play kanunu (Hoşgörü), doktrinde görülebilecek kısırlığı düzeltir. Times gazetesi yönetimi, son Doğu deneylerim üzerinde benden iki makale istedi. Daily Telegraph'in başındaki Lord Burnham da aynı taleplerde bulundu. Bu etüdlerimin yayın­ landığını sanmıyorum: Times için yazdıklarım şunlar: Haziran 1920 İngiltere, bütün Doğu'da, silahla ve fikir vadisinde, Fran­ sa'ya karşı acaba niçin gerçek bir savaştadır? Öyle bir savaş ki, 1&. yüzyılda, her çeşit nüfuz sahasında çatışan iki büyük sömürge gücünün mücadelelerini andırıyor. Yolculuk şartlan içinde, her Fransız kadın, erkek böyle bir sorun karşısında kalmaktadır. Yolcu, bunun dışında tutul­ mayı ne kadar isterse istesin, muvaffak olamayacaktır, olay­ lar ondaki iradeye hakim olacaklardır. İster istemez, bir tara­ fı tutmak, taarruzlan tescil etmek zorunda kalacaktır, müca­ dele o denli serttir. O zaman, yolcu, birbirinden tamamen ayn iki İngiliz po92


litikası bulunup bulunmadığnıı düşünecektir: Biri Londra'da, öteki Doğu'da. Birincisi, Şark'ta bulunanın davranışlarını hoş görecek, aşırılıklara göz yumacak ve o Şark'taki merkezdekinin öğütlerini es geçecektir. Doğru mu bu? ya da sadece bir boş hayal mi? Bütün Doğu'da, haşmetli güdüme malik İngiliz emper­ yalist düzenlemesi, geçişler düşünüyor, yürüyüşünü her vası­ ta ile sürdürüyor. Kendinin olmayan her nüfuza karşı üstünkörü ve kararlı yöntemler kullanıyor. Bu yöntemleri, amaçları­ na erişmek için İngiliz sömürgecileri daima kullanmışlardır. Nedir bu yöntemler? Birinci sınıf bir haberalma servisi ki, çalıştığı bölgede bir sürü tatlı süfrengi (Lövanten) ajan ile içli dışlı çalışmaktadır. Sınır tanımayan bir dizi rüşvet, yerli unsurları ayırıp birbirine düşürecek bir siyaset, en kötü iftira­ larla dolu bir sözlü propaganda, kışkırtıcı ajanlar ve nihayet, bütün bunlar kâr etmez ise, askeri harekata başvurmak, herşeyde yalnız İngiltere'nin söz konusu olduğunu belirtmek. Bütün Doğu'da, Fransa, bu politika ile ele alınmış, o po­ litika ile savaş verilmiştir. Acaba, onun nüfuzu niçin bu dere­ ce çekinilecek nitelikte görülmektedir? Ona karşı niçin her ça­ reye başvurulmaktadır? Çünkü Fransa, bugün, milliyetçi uyanışlara demokratik bir politikayı tanımaktadır ve bu hal dünyanın her yerinde ay­ nı biçimde olmaktadır. Eski sömürge siyaseti vaktini doldur­ muş, geçirmiştir. Milliyetçilikler iyice büyüme yolundadır. Doktrinlerinin özeti şu: "Herkes kendi evinin efendisidir". Ama İngiltere, her yerde hazır olduğu içindir ki, en kötü tepki­ lere, haliyle o maruz kalacaktır. Bununla birlikte, Fransa'nın da yalnız iki noktada zorluklan olduğunu belirtmek yerinde olur. Bunlar, Suriye ile Kilikya'dır. (Şimdiki Çukurova). 93


Suriye'de Araplarla, Kilikya'da Türklerle basiretsiz bi­ çimde tutuşmuştur. O zorluklar karşısmda, İngiltere'nin tutumu acaba nasıl? Bu, amansız bir düşmanm tutumundan ibaret. Ben bunu, ye­ rinde gördüm, öğrendim. Şam'da yirmi beş gün süre ile İngi­ liz ajanlarınca sürdürülen, Fransa aleyhtarı propagandaya ta­ nık oldum. Lübnan'da, Beyrut'ta, aym davranışa rastladım. Ki­ likya'da aynı şey. Nihayet, İstanbul'da geçen 16 Mart'ta ve son­ rasındaki İngiliz gösterilerinde bu iki büyük entrika arasında­ ki bağı keşfedebildim. Bu, Fransa'yı bütün eski nüfuz bölge­ lerinden etme siyasetidir. Şayet, Fransa aleyhtarı büyük kampanya amaçlarına ula­ şırsa, ne olacak? Fransa'nın Doğu'yu geçici olarak bırakma­ sı. Geçici diyorum, çünkü Fransız enteilektüel varlığının kök­ leri oralarda çok derindir ve oradan kopup gitmek hiç de ko­ lay değildir. Hem de birkaç ay içinde. Daha şimdiden Anado­ lu'da, İngiliz silahlı kuvvetlerinin içine düştüğü başarısızlık, Britanya itibarını ciddi surette sarsmıştır. Öyle ki, şimdi İn­ giltere, Fransa'nm usta ve güçlü ağırlığım, Doğu'da kendi ak­ tifinde gösteremeyecek haldedir. Orada nereye gitseniz, İngil­ tere'nin adı menfurdur, oysa yirmi yıl önce saygındı. İngilte­ re, bugün, ancak baskı politikası ile kaba kuvvetle kendini ka­ bul ettirebiliyor. Onunla, Doğu milletleri arasında hiçbir kay­ naşma yok. Her yerde kesin ayrılık hükmediyor. O halklardaki inkılapları kabul etmiyor, hatta halkları hakir görüyor. İşte, Doğu'nun en büyük yakınması budur. İngiltere, inandırmak değil, yenmek davasmdadır. Bu da ya silahla, ya rüşvetle ya da çeşitli yerli toplulukları birbirinden ayırmakla oluyor ve nef­ ret duygusunu her şeyden fazla yaratmış bulunuyor. Fransa ise, tam tersine, başkalarının fikirlerini çok çabuk 94


anlama yolunda, en tabii rolü, insanları birleştirmektir ki, aşı­ rılık istidadı gösterenleri de bir sağ duyu havası içine sokarak, uyumlu hale getirmektedir. Bu rol, bugünkü durum için özel­ likle yararlıdır. Avrupa'nın iki büyük gücü, doğu probleminin karmaşık­ lığı önünde yalnızdırlar. İngiltere, kendisine karşı kitle halin­ deki ayaklanmaları önleme gücünde değil, bunlara ölüm teh­ likesi olmaksızın tahammül edemiyor. Bunun içindir ki, onun doğudaki tutumu, birdenbire bu eski sömürge kavgası karşı­ sında kalan Fransız yolcuya acayip ve günün şartlarına pek kö­ tü adapte edilmiş görünüyor. Yolcu, hayal gördüğünü sanmak­ tadır, ne var ki, orada yerleşmiş vatandaştan, çok alıştıklan bir mücadeleyi ona çeşitli safhalan ile kanıtlıyor ve ingiltere ile Fransa'nın, Almanya karşısında birlikte harp etmelerine mu­ kabil, mgiltere'nin Doğu ile yalnız başına savaştığmı belirti­ yorlar; Asya'daki davranışı, kendisi için temel teşkil ediyor. İki girişimi birden üstlenerek, kuvvetini ve gayretini Ren nehri ile Bağdat şehri arasında dağıtarak, İngiltere kaldırabi­ leceğinden üstün bir mücadele içine girmiştir. Mütareke, Do­ ğu'da onu kararsızdan da öte bir duruma sokmuştur. O zamandan bu yana, hatalan sayısız halde. İKİNCİ MAKALE Haziran 1920 Yakın Doğu'daki bugünkü durum nasıl? Fransa, Suriye'de ve Kilikya'da hücuma uğramış. Suriye'de İngiliz gönüllü subaylan ve şerif çeteleri tarafından, Kilikya'da ise Türk Milliyetçilerince... 95


Suriye'de, maruz kaldığı hücumlar, beklemediği halk gü­ vensizliği, İngiltere'nin (Civil Service) sivil servisinin mari­ fetidir. Fransa'nın elinde buna dair tüm kanıtlar var. Ne yazık ki, bu hal, hükümet erkanının sırlan olarak kalamamıştır. Su­ riye'de, Kilikya'da, ya da İstanbul'da, tek bir asker, tek bir si­ vil Fransız yoktur ki bunu bilmesin ve kurulan tuzaklan, ayak­ lan altındaki mayınlan size izah edemesin. Doğu'daki Arap ve Türk kamplannda acaba neler oluyor? Önce İngiltere'ye karşı gerçek bir patlama vardır ve şöyle de­ nilmektedir: - Fakat, onun sizin için de en zararlı düşman olduğunu anlayamıyor musunuz? Bütün Doğu'da, ihanet görmüş, gülünç hale getirilmiş olarak ittifaka nasıl sadık kalabilirsiniz? Siz bi­ zi kendi işimizle başbaşa bırakın, kendiniz çekilin, uzak du­ run, biz sizin gerçek düşmanınızın hakkından gelmesini bili­ riz. Onu güçlendiren, sizin desteğinizdir. Gördüğünüz mükâ­ fat da meydanda." Türkler ve Araplar, ortak bir duygu üzerine kutsal birlik ilan ettiler: Bu birleşme emperyalist İngiltere'ye karşı nefret demektir, ilan edilen odur. Hesaplann görülmesi saatinin çal­ dığını düşünüyor, ziyaretlerine giden her Fransız'a bunun ge­ rekçesini izah ediyorlar. Daima: "Bizi serbest bırakın, siz çe­ kilin" şeklinde aynı sözler tekrarlanıyor. İnsan Doğu'ya gidince görüyor ki, iki büyük kudrete da­ yalı Avrupa pek ufak bir şeydir. Onun aynlıklan, ondaki çat­ lamalar çöküş işaretleri gösteriyor. Tabiatı ve yetişmesi yönlerinden liberal olan, kendine ait bulunmayan fikirleri anlamaya çalışan Fransa, her zaman mil­ liyetçi Asya ile, birkaç yüzyıl gecikmesi bulunan Büyük Bri­ tanya arasında, birleştirme çizgisi olmaya hazudı. Onu anla96


mamak, Doğu'daki tek eş kuvveti yok etmeye çalışmak, İngilterenin inanılmaz hatasıdır; bizlerin, her biri, büyük uygarlık fikrinin bir gerilemesini teşkil eden yanlışları üzerine, gözle­ rimizi nasıl açarak diktiğimizi anlamıyor. Şu anda dörtte üçünden fazlası üstüne gölge düşmüş bu durum nasıl düzeltilebilir? Önce, o çılgın Şark siyasetine son vermeli; bizim karşımızda gerçek savaştan daha kötü olan kü­ çük savaşını durdurmalı ve Doğu'da da olsa, milletlerin hak­ larını tanır bir gerçek İngiltere'nin var olduğunu ve de As­ ya'ya, şimdiye dek yanılgılar içinde kaldığını ifade etmeli. *** Londra'da rastladığım iyi haber alan Fransızlardan biri, bana trene kadar eşlik ederken şunları söylemişti: - Eğer burada görüp duyduklarınızı iyice düzene sokmak istiyorsanız, şunu unutmayın: Londra'da her yeni gün, bir ye­ ni politika vardır. Pazartesi Politikası; Lloyd George'un çeliş­ kili ve uçucu, Dışişlerinin Salı politikası; uzlaştırıcı ve yatış­ tırıcı, Çarşamba Politikası; Curzon'un bütün şimşekleri, Per­ şembe Politikası; Lord Cecil'in dünya barışını ve milletler ce­ miyetini vaaz eden politikası, cuma politikası da "Wait and see" denilen "Bekle gör" politikası yaşar Londra'da. Cumar­ tesi, politika yoktur, herkes dinlenir. Bütün dünya bu dinlen­ me zamanına uymak zorundadır. Bakın bu formül ne kadar uygundur, beklenmedik bir olay çıkarsa ne de çok siyasi kaynak mevcuttur. O hallerde, du­ ruma en uygun görülen çözüm şekli uygulanıverir. "Burada, sizin görüşlerinizi Doğu konusunda paylaşan kişiler tanıdınız. Emin olunuz, onlar vakti gelince gereğini ya­ pacaklardır. O zaman, kendini kabul ettiren davranış incelik­ le hatta oldukça samimilikle harekete geçecektir." 97


Bazı hataları düzelttiğinizi mi sanıyorsunuz! Belki öyle­ dir, fakat aldanmış olmayın, bu büyük Londra okyanusunda, fikirler, son derece hafif çeker, bunlar, dalgaların tepesinde­ ki köpükler gibidir. Var olan sadece, kaba, apaçık savaştır. Olumlu sonuç tüm durumlara egemen olur."

98


ONUNCU KISIM İSLAM VE BATI . Bakü'de toplanan ikinci Sovyetler kongresinde, Kasım 1920'de, Lenin İslam dünyası için, isteklerine yatkın bir poli­ tika getiriyordu. Rus komünizmi, görünüşte, Doğu karşısın­ da haklarını güya bırakıyor, ona sadece, Milliyetçilikten söz ediyordu. Bu ikinci kongre, Asya ile Afrika Müslüman şeflerini te­ masa geçirmiş oluyordu. Anlaşmazlıklarına son verip tek bir ihtiras uğrunda birleşeceklerdi. Bu da ingiltere karşısında hep birlikte duydukları nefretin gereği idi.. Diğer birçok noktalar üzerinde görüldüğü gibi, bu nokta üzerinde de, fikir, ümit, şi­ kâyet alışverişinde bulunacak, müşterek davranışlarının pla­ nını çizeceklerdi. Mısır, Hindistan, Türkiye, İran, Irak, Afganistan ile Tür­ kistan, Buhara Özbekistan insanları kardeşlik haline geliyor­ lar. Bütün Asya, buluşma yerine geliyor; Kafkas, orada Ara­ bistan ile buluşuyor. Bu, evveli olmayan bir olay. Sovyetler, herkes nazarında şüpheli iken, işte İslam dünyası onları kul­ lanıyor, fakat hiç bir şeyi de unutmuyor: Rusya Çarcı da olsa, 99


menşevist, Komünist de olsa, her zaman düşmandır, zira As­ ya'daki çizgisi değişmiyor. Bir Türk atasözü "Denize düşen yılana bile sarılır" der. Türkiye ve kardeş Asyalılar için, Rusya tehlikeli bir komşu­ dur, ingiliz, acımasız düşmandu. Bu iki afet arasmda yaşamak söz konusu. Bugün taarruz ingiltere'de; o halde, Mısır'dan Hindistan'a, istanbul'dan Bombay'a, aşağı Fırat'tan İran'a, Kafkasya'dan Afganistan'a, tek bir parola: Bağımsızlıklar düş­ manı ingiltere'ye savaş! O zaman şu soru akla geliyor: Hin­ distan'ı, Mısır'ı, hep elinde tutacak mı ingiltere? Bugün, bu soru, artık sorulmuyor. Rusya'ya gelince, herşey için herşey ile oynayacak. Şa­ yet Asya Müslümanları gaflete gelir, başlan dönerse, Türk Moğol yığınlanndan kaynaklanmak suretiyle, onlann büyük kahramanlıklanm kullanacak olan, Kızılordular dünyayı fet­ hedecekler. Asya ile Avrupa arasında büyük önemde geçit olan istanbul, az zaman sonra, onlann avı haline gelecek. On­ ların bu tepmelerine karşı koyacak set neresi? Bu set Anado­ lu'dadır. Eylül 1920'de Lenin'in Asya planı, Enver Paşa tarafın­ dan benimsenerek alman Alman planıdır: Türkistan ve Afga­ nistan yolundan Hindistan ile temas kurmak, Enver Taşkent'te, Cemal, Kabil'de askeri yönetecekler. Türk davranışı karşısmda, Sovyetler çok kez tutum de­ ğiştirecekler. Yerine göre, övecek ve korkutacaklar, bu da Kaf­ kasya ve Hazer'deki küçük Cumhuriyet müslümanlanndan in­ tikam almak suretiyle olacak, şayet Türk şefler hayal kınklıklanna sebep olurlarsa... Zira, Müslüman burjuvazisi ile dini şefleri Moskova doktrinini, ne kadar yumuşatılmış olursa ol100


sun, red edeceklerdir. Şeriat, Bolşevik vecizeleriyle ters düşer. Kafkasya'daki Türk ordusu, kadroları, askerleri, cephaneleriyle, Mısırlı Milliyetçileri de kapsamına almak suretiyle bir Türk - Arap konfederasyonu kuran Mustafa Kemal kuv­ vetlerine temel teşkil etmiştir. Enver, bu hareketler üzerine, Hindistan istikametine el koymak ister, Mısır doğrultusuna gidnelere de aynı biçimde davranır; o ateşli bir Panislamist'tir, sonunda Mustafa Kemal'e çarpmış olur. Mustafa Kemal, inan­ mış milliyetçidir ve Müslüman milletlerin en büyük şefidir. Bayrağı istiklalin bayraıdrr. Enverinki ise sıkı sıkıya Padişah'a bağlı. Ganj'dan Nil'e, Yemen'den Sibirya'ya İslam harekatı, ümitlerini türkiye üstünde toplamıştır. Trablus Şeyhi Süley­ man El Baruni, Türk Basınına hitap eden mektubunda, şöyle diyordu 1919'da: - İstiklaline kavuşmuş Türkiye, Müslüman dünyasının emniyet supabıdır. Bu supabı kapamak, bütün İslam'a Müs­ lüman enerjisini yayma sonucunu getirir, ingilizler, bu çılgın­ lığı yapmışlardır." Asya, çoktan beri, Avrupa'nın güçlülüğüne inanmamaya başlamış ve Batı medeniyetleri üstünlüğü doğmasını acı acı tartışmaya koyulmuş bulunduğundan basiretsizlik büsbütün ortadaydı. Asya, bu medeniyetlerin savaş alanında karşılıklı şoklar içinde kaldıklarını ve kavgadan adam akıllı yorgun çık­ tıklarım da görmüştü. Artık direkt konuşma dili yalnız Doğü'da vardı; Avrupa'da ise, dolaylı, kararsız konuşmalar. 27 Ocak 1920 günlü Islamic News (İslam Haberleri) ga­ zetesi şöyle yazıyordu: 101


- Afrika Sinüsilerinin reisi Büyük Şeyh, Eskişehir'e ge­ lip Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı seiamlamıştır. "Eskişehir'de bulunan mukaddes Şerif Sait Ahmet Haz­ retleri hakkında aldığımız haberde, kutsal kişiliklerinin daha önce, 1911-1912 Trablusgarp savaşlarında Arap muharip güç­ lerinin çekirdeğini atmak için Gazi Enver Paşa ile oluşturulan işbirliğinin anısıyla, şimdi Anadolu'yu teşriflerinin oralarda­ ki Arap dünyası ile Hicaz Araplarında bir heyecan patlaması yapacağı ve onları Türk milli davasına daha çok bağlayacağı ümit edilmektedir." "Şeyh Hazretlerinin, Yunanhiarm Türkler tarafından ye­ nilgiye uğratılmalanna rastlayan bu teşriflerinde, Gazi Mus­ tafa Kemal Paşa'ya uzun bir tasvip mesajı gönderdiği ve bun­ da siyasi ve askeri harekatın Ankara Meclisince izlendiğine de memnunluğunu belirttiği bildirilmektedir. Reis Hazretleri, Cenab-ı Hakk'm, bencil davalar uğrunda değil de, kendi ba­ ğımsızlıklarını koruma yolunda savaşanlarla daima beraber ol­ duğunu, Türk milletine temin etmiş bulunmaktadırlar. Bu sa­ vaşçıların bütün dünyadaki kardeşleri, milliyetçilerin kahra­ manca davranışlarında, ilahi adaletin, ırk, kudret ve ülke far­ kı göztemeksizin çiğnenmiş haklan teslim ettiğini görmekte­ dirler. Her yerde, Sunusi'ler,' Türk ordusunun gayretleri üstü­ ne zafer tacının yerleşmesi için dua etmektedirler. "Şunu da haber almış bulunuyoruz: Bu aym başlarında, bir Pan-îslamik konferans Sivas'ta aktedilmiştir. Bu konferan­ sa başkanlık eden Sunusilerin Şeyhi Elsait Ahmet Hazretleri, Türk hükümeti adma da konuşmuşlardır. Toplantıya katılan­ lar arasında, Faysal'm kardeşi Emir Abdullah, Kerbela Emir­ lerinden biri, İmam Yahya'nın bir temsilcisi, Yemen Şam­ asından bir Emir bulunmaktadır. 102


"Konferansın amacı, İslam Birliğini kurmak için, Müs­ lüman devletlerin çaba birleşimini sağlamaktı. Bu konuda şu da belirtilmiştir ki, İstanbul hükümeti, Evkaf nezaretini, bu amaçla, derhal Şeyhül İslam emrinde bir daire haline getirme­ ye hazırdır. Teklifin bir maddesi, görevlerinden birinin Müs­ lüman birleşmeleri yönetimi için bir Meclis (Konsey) kurul­ masını öngörmektedir. Bu birleşme yöntemlerini belirtecek statüler, Osmanlı İmparatorluğu'nda yüz yıllardan beri faali­ yette olan Hıristiyan birleşmeleri statüleri esas alınarak yapı­ lacakta-." Gerçekten İslam içinde bir çeşit ihtilaldi bu. Aktif biçi­ mi, bahtsız Sevres (Sevr) muahedesi tarihinden başlayacaktı. Bu ihtilal, her yabancı egemenliğe fakat özellikle İngiliz ege­ menliğine karşı çıkıyordu. Yine islamic News gazetesi (Sev­ res) muahedesini zikrederek şöyle yazıyordu: - İngiliz Mezopotamyasındaki tükenmez savaş hali, Ingüizlerin Ortadoğu'da tutunmalannı imkansızlaştınyor, ayrı­ ca yukarı Kafkasya'daki Türk koruyucu kuvveti, petrol hesap­ larının çöllerin bir serabı olduğunu kanıtlıyor. WrangePin ye­ nilgisi ile Venizelos'un sürgüne gönderilmesi, müttefik dip­ lomasisinin çözülmesi sonucunu getiriyor, ayrıca müttefikler İmparatorluğundaki karışıklıkların kaynaşması süratle çoğa­ lıyor. Zağlul Paşa karşısındaki Milner tutumu, Mısır milleti­ nin her zamandan çok, gerçek hakkının peşinde bulunduğu­ nu göstermektedir." "Hindistan'daki 'Non-cooperation' beraber çalışmama kararının büyük başarısı, doğu dominyonunda Britanya dene­ timinin geleceğini karanlık hale sokmaktadır. Bunlar öyle işa­ retlerdir ki, yıkılmış İmparatorlukların verdiği ibret dersinden

103


daha elle tutulur, daha gerçek nitelikler taşır. Müttefikler için­ deki devlet adamları, bu işaretleri dikkate almalıdırlar. Bun­ lar, her zaman geçerli olmuş gerçekleri belirgin hale sokuyor­ lar; şöyle ki, yerine getirilmemiş vaatlerim harabeleri üstün­ de kurulmuş imparatorluklar, imparatorluk olmaz, milletlerin mezarları olurlar. Çok geç kalınmadan, bugünkü karmakarı­ şık durumdan sorumlu olanların, fetih tasavvurlarından vaz­ geçip, gelecekteki tutumlannm gerekçelerini yeni baştan in­ celemeleri gerekmektedir; böylece, yeryüzüne, çalınmış ba­ rış iade edilmiş ve yerini bulmuş olacaktır." Bu tenkitlerin tümüne cevap verme yolunda, geriye işle­ necek bir hata kalmıştı: Anadolu'ya karşı girişilen savaşa bir Anglikon-Ortodoks ehlisalibi biçimini vermek. 1920 Temmu­ zundan bu yana harp orada herşeyi kırıp geçiriyor, İncil ile enaz bağdaşır yöntemleri kullamyor, öyle ki, Anadolu'daki Or­ todokslar, dindaşlarının yaptıklarına çok az arzulu görünerek, Fener Patrikhanesinden kopup, bir Ortodoks kilisesi kurmak suretiyle, Yunanistan'daki ve İstanbul'daki dindaşlarına ve Anglikon-Ortodoks din birlemesine karşı çıkıyorlar. Bu dahi, eski Doğu'dan arta kalanlara inanılmaz görünür ama, Doğu ruhundaki derin değişikliğe apaçık bir işarettir. Milliyetlerin uyanışı, tamamen dini olan birleşmelerin yerini almakta. Ankara'da olsun, İstanbul'da olsun, Mısırlılar ile Suriye­ lilerin başka deyimlerle söyledikleri, bana yüz defa tekrarlan­ mıştır. - Bizi iyi anlayın demişlerdir, biz, hiçbir suretle, Asya fe­ tihlerinin kısa ömürlü olmasına benzer bir imparatorluk pe104


sinde değiliz. Asya fetihleri, ömürlü olamayacak kadar fazla genişlemesine olmaktadır. Bugün, müşterek düşman karşısın­ da birleşiyorsak, afetin hepimizin gırtlağımıza sarılmış olma­ sındandır. Balon, Ankara'da Suriyeli, Mezopotamyalı, İranlı, Arap, Mısırlı vekil ve mebus göremezsiniz: Biz, Milli Meclis sıralarına ancak Türkoğlu Türkleri sokuyoruz. Mısırlılar da, kendi diyarlarında, aynı biçimde hareket ediyorlar. Hindis­ tan'da ülkeyi Hintliler yönetiyor. Bugünkü İslam Birliği, Müs­ lüman milletlerin hiçbirini iç işlerinde bağlamaz. Silahların birleşmesi ancak yabancı tehlikesi karşısında harekete geçer. İngiltere, boğazımıza hançerini dayamış, bizleri savaşmaya zorlamaktadır. Barışa, bütün güven duygusu ile kavuştuğumuz zaman herkes kendi davranış özgürlüğüne sahip olacaktır. Kuşkusuz, İslamm bağlan yine bulunacak ama, milliyetçili­ ğin hareket serbestliği hiçbir şekilde azalmayacak, zira her bi­ rimiz için öz amaç budur." Bütün Doğu'da aynı sözleri buluyorsunuz, fakat muzaf­ fer Türkiye için muazzam bir saygı var; çünkü istiklalleri kur­ tarmaya gelen odur. İngiltere, hükmetmek için bölmeli siyasetine ne kadar sanlırsa sanlsrn, Rusya, el altından onu ne denli taklide yel­ lenirse yeltensin, yine İngiltere, para yardımı ile kullandığı kü­ çük devletlere ne kadar sahte bir yaşama getirirse getirsin, so­ nunda Müslümanlar, onun, ancak kuvvet karşısında dize ge­ len, kör, inatçı bir düşman olmaya devam ettiğini daha iyi an­ lamaktadırlar. *** İslam nezdinde Britanya itibanna vurulan öldürücü dar­ be, Mustafa Sagir davası ile olmuştur. 1921 Mayısında, An­ kara'da, bu davayı takip etme fırsatım elde etmiştim. 105


Suçlanan kişinin adı, bir savaş adı idi. Benares'li büyük bir ailenin ismini taşıyor fakat bunu, o sahte isim altında giz­ li tutuyordu, infazından önce, halk huzurundaki itiraflarına karşılık, gerçek adının açılanmamasını istemişti. Muhakeme­ sinde, aleni bütün duruşmalarda hazır bulundum. Bizzat, zan­ lı tarafından, en güzel Oxford İngilizcesi ile yazılmış veskiayı da elde ettim. Bu belge de, hayatını, çalışmalarım, India Office için gördüğü hizmetleri sergiliyordu. Şimdiye dek bun­ dan daha inandırıcı bir şey okumuş değilim. Çok açık, çok za­ rif bir üslupla yazılmış olan, itiraf şeklindeki bu biyografi, in­ giliz siyasi entrikasını, geniş bütünü ve aynntılanyle ortaya koyuyordu. Belge, bütün İslam dünyasına yayılmıştı. Müslüman delegasyonu ve Ankara halkı tarafından leba­ lep doldurulmuş salonda, Mustafa Sagri, yüksek ve anlaşılır sesle, İngiltere'nin kendisinden istediğini anlatmıştı. Eğitimi­ ni nasıl yetiştirildiğim, aldığı menfaatler karşısmda, neler yap­ masının kendisinden istendiğini de belirtti. Bu adam, şüphe yok ki, seçkin bir ajan olmalı idi, Zira İndia Office, en mahrem listelerini, en gizli fikirlerini, her aja­ na bu kadar kolaylıkla vermezdi. Yaşı otuz ya da otuzbeşti, din kardeşlerine karşı yaptığı kötülükleri, mertçe itiraf ediyordu. O ana kadar, kötülüğü an­ layamamış, doğru hareket ettiğini sanmıştı. Ümitsiz durumu­ na rağmen, kendini o hale sokanlar hakkında, hiçbir nefret duy­ gusu belirtmeksizin konuşuyor "Britanya İmparatorluğunun ekmeğini yedim, herşeyimi ona borçluyum. Şimdi o sırlan or­ taya döküyorsam, bu kendi, insanlanma istemeden yaptığım kötülüğü tamir içindir. Ankara'yı görmeden, o kötülük hak­ kında bir fikir sahibi olamazdım." diyordu. Daha çocuk iken, erken oluşmuş zekası ile, Benare'sde106


klÖgiliz mernürlâriaı etkilemişti. Âilesrhiıi rîzası ile, İngiliz­ ler onu, İngiltere'ye götürmüşler, orada, eri dikkatli, en ince biçimde yetişmesini sağlamışlardı! Tavırları, aslında bunu ka­ nıtlıyordu. Kendisine soylu kişiler muamelesi yapıldığı Lincoln Col­ lege'den (Oxford) mezun olurken, İndia Office'in "Chief Sekretary " şef sekreteri önünde, yanında iki İngiliz subayı ol­ duğu halde Kur'an-ı Kerim üzerine el koyarak yemin etmiş, kendisine bahşedilen bu yetişmeye karşılık, İngiltere tahtı ile Hindistan kral naipliğine kesin sadakat göstereceğini vaadetmişti. ;-• •' Bunun üzerine, Arapça öğrenmesi bahanesi ve aslında Mısır milliyetçi davranışını izlemek maksadıyla Kahire'ye gönderilir. Soma, değerli istihbarat kaynağı olan İran'a gide­ cek, daha soma Londra'ya çağrılacaktı. Orada Asya mesele­ leri kısmımda çalışacak ve Türkiye, İran, Afganistan, Hindis­ tan dış politikaları üzerinde ihtisas yapacaktır. Geniş bir sa­ hadır bu. 1914 Ağustosunda Hindistan'a soma da, bütün As­ ya politikalarının merkezi İsviçre'ye gönderilir. Mütareke yıllarında, İngiltere'nin, İslam işleri yönünden durumu, acınacak haldeydi. Taahhütlerinin Mçbirini tutmamış­ tı. Askeri Parti tarafından yönetiliyor, aslmda Lord Curzon'un emri altında bulunuyordu. O da Lloyd George görüntüsü al­ toda despotik bir idare tarzı bulunuyordu. Türkiye üzerinde manda tesisi konusunda, İstanbul'da bütün dümenleri bu as­ kerî parti yönetmiştir. Hariciye İstanbul'da görevli, (British High Commissioner)'den Anadolu'nun siyasi durumu hak­ kında bir rapor isteyince, bu makam, şu karşılığı veriyordu: "İngliizlik şerefi adına bu haydutlarla (Cut-throats) bir anlaş­ ma yapmak çok zararlı olacaktır." 107


"Bu sözlere inanan İngiltere, diyor Mustafa Sagir, ilkin bekleme oyununa başvurdu, sonra Yunan oyununu yaptı. Bek­ leme siyaseti, milliyetçiliğin var olduğunu son ana kadar in­ kâr etme oyunuydu." "İstanbul'da İngiliz propagandası, padişah tarafından, Damat Ferit'in eski kabinesi üyeleri tarafından, şehrin içinde kurulu askerî kurul marifetiyle yapılmıştır. İngiliz yürütme ko­ mitesinin üyeleri, Albay Nelson, binbaşı D. Monford, Yüzba­ şı Stone, Yüzbaşı Benett." İngiliz propagandası gerçek Türk olanlardan pek az yar­ dım gördü. Onlar, kendilerine başvuranlara güven duymuyor­ lardı. Mustafa Sagir, Mustafa Kemal Paşa'nın öldürülmesi için kurulan komite üyelerinin adlarını da veriyordu. Bunlar, Al­ bay Nelson, Binbaşı Monford Pastör Frew, yüzbaşılar Benett ve Stone. Sagir, Ankara'da bu öldürme görevini bizzat yerine getirecekti, öyle ilâve ediyordu: - Milliyetçilerin Hindistan'da, Afganistan'da, Mezopo­ tamya'da, Mısır'da savaştan vazgeçeceklerine İngiltere inanabilse idi, derhal bir anlaşma olabilirdi, fakat bu inanç ona gel­ mediği sürece, mücadele devam edecekti. Amaç, Anadolu'yu İngiliz mandası altına koymaktı; böylece, İngiltere, Türki­ ye'nin İslam politikasını kontrol altma alma imkânına sahip olacaktı." Heyecandan titreyen halkın gözleri önünde, İngiliz altı­ nı marifetiyle elde edilen Müslümanların isimlerini de veri­ yordu Mustafa Sagir. Başta, aylığının rakamı ile birlikte Ha­ life geliyordu. Açıklaması için teşvik edilince Mustafa Sagir öteki isimleri de sayıyordu; teker teker ve yavaş yavaş.. Bir cel­ se aralığında, Dışişlerinde siyasi işler müdürü Hikmet Bey'e 108


sormuştum; "Bu kadar ileri derecede bir casusun sözlerine na­ sıl inamlabilir?" demiştim. Hikmet Bey, tatuklanmasmdan sonra, suçluyu ilk sorguya çeken adamdı; bana o ince gülüm­ semesi ile: - Bizim, kontrol imkanlarımız var. Şimdiye kadar, bütün o incelemeler, suçlunun itiraflarım doğruladı, demişti. O denli tehlikeli şartlar içinde Mustafa Sagir'in seyahat amacı, demek ki Paşa'yı öldürmekti. Bu itiraf karşısmda, din­ leyiciler homurdanmıştı. Yargıç: - Bu fiili yerine getirme hususunda neden sizi seçtiler? diye sormuşta. Sagir: - Çünkü, demişti, birkaç ay önce, Afganistan'da, başka bir tehlikeli görevi basan ile yerine getirmiştim. Bu görev, Emir'in öldürülmesi idi. Bu kez, dinleyiciler, daha kuvvetle homurdanmıştı. Böylesine fizik ve entellektüel bakımlardan tam güçlü bir kişinin, ölüme mahkûm olduğunu bile bile, mahkemeden zi­ yade Tannsma anlatırcasına vaki bu konuşmasını, o gencecik kişiden bu rakamlan, bu isimleri duymak ve birden bire bu bi­ çim gerçekler karşısında kalmak suretiyle bir müslüman halk topluluğunun hissettiği heyecanı tasavvur edebilmek Batı için cidden güçtür. Ankara'ya göndermeden önce, her çeşit şüpheyi izale et­ mek için İngilizler, onu, bir süre, ünlü Agopyan Han hapisanesinde tutmuşlardı. Kaçmış gibi yaparak, bir genç denizci Türk subay ve üçüncü derecede bir milliyetçi ajanla birlikte, Sagir kendini Varna'ya atmıştı. Oradan, İnebolu'ya geçerler. Bu üç kişi, İnebolu'da nizamî bekleme süresi olan, aşağı yukan onbeş gün geçirmişlerdi. Mustafa Sagir, aklına bile getir109


miyordu ki, İstanbul'dan kaçtığmdan beri, onu götüren araba­ cılar bile, gayet dikkatli emniyet mensuplarından seçilmişti. Orada, çok iyi bir kabul gördü, bütün hareketlerinde serbest­ lik içinde idi. Böylesine bir rahatlıkla casusluk teşkilatım kur­ du. Ona: - Ankara'ya ne yapmaya geldiniz? diye sormuşlardı. - Türklerle İngilizler arasında yaklaşım sağlayaak bir ga­ zete çıkarmak istiyordum. Cevabını vermişti. - İngiliz, siyasi yüksek şahsiyetleri arasında kimleri ta­ nırsınız? - İstanbul'da Albay Nelson ile bir sürü daha az önemde subay tanırım. - Lord Curzon'u tanımaz mısınız? - Londra'ya, pasaport almak üzere, Dışişlerine gittiğim­ de, ona bir kez rastlamıştım. - Sizin Anadolu'ya geçeceğinizi biliyor muydu, size her­ hangi talimatta bulundu mu? - Evet birkaç defa. - Buraya, niçin Bulgaristan yolu ile geldiniz?.. - İngilizler, Anadolu'da oluşan örgütlerden endişe ediyor­ lardı. Bu örgütleri kuvvetlendirmek için, Bulgaristan Türkle­ ri de bazı topluluklar kurmuşlardı. İngilizler bunların ayrıntı­ larını bilmek istiyorlardı. Aynı zamanda, Türkiye'deki öğüt­ lerle de ilişkileri olup olmadığını merak ediyorlardı. İlk sorgulan esnasında, Sagir, bu işe Hilafet adında bir Hint komitesinin delegesi olarak girdiğim, görevinin, muka­ vemet hareketini destekleme yolunda Türk mücahitlere çek­ ler dağıtmak olduğunu söylemişti. İstanbul'daki (intelligence Department) yani İntellicens dairesini haberle besleme misyonu ile hareket ettiğini, bunun 110


amacının da Milli Mecliste (Sivil servis) lehinde bir çatlama sağlamak olduğunu belirten Mustafa Sagir, Hint komitesi Hi­ lafet'in on milyar sterling lirası topladığım, bundan bir buçuk milyonun Roma'da bulunduğunu, şayet Mustafa Kemal, ingil­ tere ile anlaşırsa, bunun hem kendisine verileceğini, onun öldürmektense bu biçimde hareketi yeğ bulduklarım da bilgi ola­ rak veriyordu. Bu da, her zamanki davranıştan başka bir şey değildi: Şa­ yet mümkünse rüşvet vermek, değilse, son çare olara katlet­ mek! Mustafa Kemal, kendisine tahsis edilen meblağdan ha­ berdar edilince, gülümsemiş, "Kendimde bu kadar ticari de­ ğer bulunduğunu bilmezdim" demiştir. Bu oturumlar dizisini yerinde takip etmek gerekir. Hava ateşlidir, nefretle doludur. O halkı, titrerken görmek lazım. Bu suskunluktaki titreyiş, hiddette olandan çok daha korkunçtur. Yüzler dikkat kesilip gerilir, ter damlaları ağır ağır akarken hâsılı, bu ifşaat ile oluşan derin izlenimi anlamaya çalışırken, kalkpaklann -sarıkların salamşma şahit olmak lâzımdır. Hakimler, yüzlerinde tebessüm, en ince nezaket formül­ leri ile sorgulanıyorlardı. Sanık da, aynı tebessüm, aynı ton ile cevap veriyor, bu tarz, mücadeledeki faciayı ortaya daha iyi koyuyordu. Bu, İslam kitlesi huzurunda, bütün bir İngiliz şark poli­ tikasının davası idi. Bu, (İntelligence Service)'in, Asya bağım­ sızlıklarına ve Mısır'a karşı olan plamn gözler önüne serilme­ si idi. Sagir'in apaçık sözleri ne büyük bir çözülme örneği ve­ riyordu; adam bir ara nağme halinde, ikide bir "Lord Curzon" deyip duruyordu. Kısa bir zaman için elime geçen uzun belge içinde, müt111


refikler lehine takdirlerimi toplayan rakamlarla onların gizli kaynaklarını okumuştum. 1919 planın bükülmez, eğilmez çiz­ gisini orada görüyor ve 1920'de Londra'da bana söylenenleri daha iyi anlıyordum. "Bizim kimseye ihtiyacımız yok; biz yalnız hareket etmesini biliriz, işin içine, gerekli zamanı da, insanlan da, kaynaklan da, koyarız." demişlerdi. Gerçekten, Doğu'daki durumunu berbat etmek için, İn­ giltere kimsenin yardımına ihtiyaç duymamıştı. Birkaç gün soma Paris'te idim. İngilizler, talihsiz durum­ larını benim makalelerimden öğrendiler. Sagir'in ele geçme­ si, eksiksiz ifşaatı, (Sivil Servis)'in, Doğu'daki örgütlenmesi­ ni baştan başa yeniden kuraıasmı gerektiriyordu. Şefleri de­ ğiştirmek, ekipleri yenilemek, bu dehşetli kazayı biran önce tamir etmek icap ediyordu. Büyük Doğu harbinin bütün pla­ nı, işte düşman eline geçmişti. Hiç kimse Sagir'in yakalana­ cağını ve bundan sonra büyük İslâm dayanışmasma kapılarak konuşacağını düşünmemişti. Londra ile İstanbul'u altüst eden ve Ankara'nın Fransa kanalıyle dünyaya yaymaktan memnun olduğu bu kararın, Pa­ ris'in derin bir heyecan duyacağı umulurken aksine, ancak fa­ landa olunabilirdi. Pariste, Mustafa Sagir'miş, Hindistanmış, Ankara imiş, bunlar anlaşılması ne yazık ki güç ve kavranabilme ihtimalinden uzak şeylerdi. Afganistan, milliyetçi Türk­ ler bunlann istekleri gibi konular, kafalara çok kanşik işler gi­ bi geliyor, anlaşılma yolu hep kapalı kalıyordu. İslam sorunlarında uzmanlaşmış birkaç kişi gerçi ilgi duymadı değil ama, onlar da, Halifenin söz konusu edilebile­ ceğini akıllanna sığdıramıyorlardı. Görüşleri hep o eski Doğu'ya, o doğmalara bağlı idi; Milliyetçi anlayış onlan ilgilen112


dirmiyordu. Halka gelince, en okumuşlan bile, her türlü araştırmadan uzak kalacak kadar bilgisizdi. Tarih, Mayıs 1921. Doğu'nun değiştiğinin anlaşılabilmesi, Fransa aleyhine taar­ ruzlara her yönden geçilmesi ve yeni İngiliz hatalarının belir­ mesi için, daha bir yıl geçmesi gerekecektir. *** Bizler, hepimiz, az ya da çok, İngiliz propagandasının ga­ fil kurbanıyız. Bu propaganda, ötekiler arasında ustadır; be­ ceri ile gizlenmekte, herkeste bir zayıf nokta bulmaktadır. Ye­ rinde haber almaya gidip, yüksek sesle hiddet edenlere: "sa­ bırlı olun, gereğini yapacağım, değiştireceğim, bırakın biraz düşüneyim ve özellikle beni bu değişiklik çalışmalarımdan şa­ şırtmayın, işi geciktirirsiniz" demektedir. - Lloyd George mu? Curzon mu? Evet biliyorum, bunlar tahammül edilmez, kötülükler yapan yaratıklar. Ama susun, saldırmayın onlara. Biz hükümet adamlarımıza çatılmasından hoşlanmayız. Şimdilik ağzınızı kapatın, göreceksiniz, herşey değişecektir. Sözlerinizin o kadar doğru, çabalarınız o denli takdire değer ki! Büyük tasarılarımız var. Şimdilik açıklaya­ nlayız." Bizim hükümetin başmdakilere, İngiltere şu cevabı ve­ riyor: - Almanya işi var, tamirler işi var, müttefik borçlan, ko­ münizm var ve başka bir sürü iş var ki, bunlann sırlanna he­ nüz vakıf değilim." Bizim devlet adamlan da frenlerini gıcır­ datıyorlar ve boşuna, çenberin dört köşeliğini, yani olmaya­ cak bir işi çözüme çalışıyorlar. Esasen, hepsi Şark hakkında bilgisiz. Bir teki olsun seyahat etmez, bir teki olsun milliyet­ çilik akımlan ne demektir, daha doğrusu bağımsızlık müca­ deleleri ne demeloir, bilmez. Hepsi hâlâ Asya'nın para muka-

113


bilinde herşeyi verebileceğine, şeflerinin de öyle olduğuna, Asya yalanı diye bir yalanın halâ var oluşuna inanıyor da İn­ giliz yalanını bir türlü iblemiyor. Evet, doğrudur, Londra'da bugün, hatta bütün İngiltere'de, iyi niyetli kişiler yok değildir, bunlar samimilik içinde titiz olurlar, Doğu'da olanlar hakkında en ufak fikirleri yoktur. An­ cak, bunların, gözleri açıklıncaya, Mars ya da Sirius gezegen­ leri hakkındaki bilgilerinden farksız olarak bildikleri o meç­ hulleri Şark diyarlarım öğrenip anlamalarına dek ne kadar yıl geçecek, bu kazalar ne belalar başgösterecek, oluşacak. Ve ingiltere'deki o dürüst insanlar, safdilliğin hiçbir za­ man bu derecede sömürüleceğini asla kabul etmezler. O ingi­ liz iyi niyeti içinde, Britanya politikasının, kendi ardlannda barındığı, değer biçilmez bir güç olmaktadır. İşler kötü gidin­ ce, bu durum görülmektedir. O masumlar ordusu olmasa, yapılan oyun bozan çok güç­ leşecektir. Liberal ingiltere'nin, geniş görüşlü, her çeşit dü­ şünceyi, en zıtlaşanlan bile dinlemek ve gerekli zamanda onun yararlı hayalciliğini ortaya koymak imkâm yine bu ma­ sumlar ordusunun işidir. *** Doğu'daki ingiliz politikasına karşı, bir sorgulama yap­ mış bulunuyorum. Bu demek midir ki, bizler, orada hiçbir hata işlemedik ve islam bir anlayış noksanı ile itham etmekte, bizi yavaş ve te­ reddüt içinde görmekte haksızdrr? Bizler, Fransa'da hatalarımızı kabul etme adeti içindeyizdir. Biliniz ki, Paris'te, Şarkın kendine çektiği herkesin gelip başvuracağı, gerçek bilgi erbabında yönetilen bir büyük İslam politikası merkezi yoktan Yok olduğu içindi ki, hiç kimse, Do114


ğu'daki fikir itibanmızı ayakta tutmaya çalışamaz. Şayet bu­ gün, bütün anlayışsızlığımız ve bütün boşluklarımıza rağmen, islam bize başvuruyor ve kitle halindeki ayaklanmasının ge­ rekçelerini anlatmak istiyorsa, bu, derhal elde edilebilecek türden çıkarlarımızı kaybetme pahasına da olsa, bütün dünya­ da büyük bir Fransız fikri hareketinin baş göstereceğine inan­ dığı içindir. Bu davranış gerçekleştiği zaman, sonucu şöyle olacaktır ki, tali derecedeki düşünceler bir anda kaybolacaktır. Bu gibi hallerde hükümet adamlarımız, o denli itiş hareketlerini izler­ ler ve doğacak kanaat onları sürükler. Bizim, Şark ile anlaş­ ma haline girmemiz gerçekleşecektir; ingiltere de, bunu bil­ miyor değil. Hakikat kendini kabul ettirdiği zaman da, ona bağlı sayılı birkaç adamımız kaybolup gidecektir. Doğrudur; Şark'ın kusurları var, aşırılıkları da var, ancak bizdeki büyük hata, onu, Batı karşısında aşağı seviyede ün yap­ mış larak görmemizdedir. Bu, baştan başa yanlış bir görüştür. Doğu, çok öğrenmiştir, çok mücadele etmiş, çok acı çek­ miştir. Ondaki eski atalet, kendi kendine yetme, en ufak kay­ naklarını kullanma, hasılı başının çaresine bakma sebepleriy­ le tamamen değişmiş bulunuyor. Ben her yerde, Moskova doktrinlerinden tiksinerek, bütün güçleriyle çalışan, olunabildiği kadar enerjik ve kararlı olan insanlar gördüm. *#* Orada, iki kez kapışmış halde. Biri, hergün mesafe kay­ beden ve daha az taraftan bulunan, zoraki batılılaşma. Öteki daha büyük sayıda, özeti şu: Batı taklitçiliğinde bulunmayın; size bütün kötülükler bu taklitçilikten gelmiştir. Bugün iki ay115


rı dünya var: Hıristiyanlık ve İslam. Bunun böyle olmasını hiç­ bir şey önleyemez. Islamdaki bütün sosyal yapı Şeriat'm yani Müslümanlık kanununun egemenliğine dayalıdır. Müslüman toplum, bu egemenliğe tabi olur. Şeriatı Peygamberler tarafından açıklan­ mış moral ve sosyal gerçeklerin tümü sayar. Bu değişmez ka­ nunların insan iradesine bağımlı olmadığını da kabul eder. Şeriatın tabiat üstü ve din adamlarından gelme bir tarafı yok, bu, Cenabı Hakk'ın (Resulü) Elçisi tarafından açıklanmış bir tabiî kanun. Prens Sait Halim şöyle derdi: - İnsanoğlunun, yer yüzüne, bazı tabiat kanunları ve o ara­ da tam hürriyet haline geldiğini iddia suretiyle büyük libera­ lizm taslayanlar vardır. Bundan daha yanlış, daha az libera olan hiçbir şey yoktur. İnsanoğlunun, doğuştan gelme hiçbir hak­ kı yok, fakat birçok görevleri mevcut. Bunlar arasında, çev­ resine intibak etme, onun yasalarım takip etme görevleri var. Şeriat vazifeleri ile vecibelerini belirtir, Şark milletleri­ nin ihtiyaçlarına cevap veren sosyal bir durumu tesis eder, sı­ nıflar, kastlar arasındaki rekabeti kaldırır ve müslüman mil­ letlerin tesanüt anlayışına dayalı olur. Bugün müslümanlar ai­ lesi, dörtyüz milyon insana sahip. "Müslüman medeniyetin inkirazı -ki iki yüzyıldan beri açık görülüyor- yine müslümanlara göre, onun maddi refahının düşmesinden, iktisadi ceha­ letten ileri gelmektedir. Bu dünyadaki düşme hali, bir çeşit "Skolastik"in, Müs­ lüman kardeşler fikrinin ortaya çıkışından beri görülmekte­ dir. Oysamüslümanlık, din uygulayıcılarından gelme her tür­ lü anlayışa karşıdır. "Bu düşme hali, aydm ve fikir dünyası müslümanlanm, batılılaşmaya sevketmiş. Batı da bizi gayet kötü biçimde ka116


bul etmiştir. Biz, sadece, eksiğimiz olan tekniği öğrenmeli, okullarımızı bilgilere açmaklı, bu suretle, tabii durumumuzu geliştirmeliydik." "Müslüman toplumun Batı'dan isteyeceği, gayet açık se­ çik bir nitelikteydi ve sosyal olsun, politik olsun bir karakter taşımamalı idi. Müslüman dünyanın batılılaşması bir büyük hatadır." "Müslüman ülkede, Devlet Başkam, milletçe seçilmiş bir kişi olmalıdır. O, yürütme organının ve bütün siyasi sisteminin büyük başı olacaktır. Gerek Şeriat, gerek millet karşısmda, şahsen so­ rumludur." "Batı da, siyasi iktidarlar çok güçlüdür, siyasi faaliyet, diğer hepsine egemen olur. Şark'ta ise, yürütme organı, yasa­ ma organı ve murakabe organı ayrı ehliyet içindedirler, her bi­ rinde özel kıymet ve bağımsızlık esastır. Şeriat fikrine uygun gelen fikri durum budur. îslâmın tezi de şöyle: Bizim gelişme ve çağdaşlaşma de­ diğimiz, gerçekte, onun kendi kaynaklarına dönmesidir. El Ahzar'dan çıkma bugünkü hareket, Anadolu tarafından pek güçlü biçimde etkilenmiş bulunuyor. İlk adımlarını atarken, müslüman milliyetçiler, aşağı yu­ karı, sadece vatan fikri üstünde duruyorlardı: Toprağına sa­ hip olmak, yabancı boyunduruğu altma girmemek. Hemen her yerde: "Sosyal düzenlemeyi bundan sonra düşünürüz" diyor­ lardı. Zaman aktı gitti, iç başkaldırmalar iz bıraktı. Hindis­ tan'da, Mısır'da, Mezopotamya'da dahili karşı çıkışlar, Tür­ kiye'ye müslüman sürgün, pek de rahat şartlar içine gireme­ diler. Avrupa'nın sosyal bunalımlarını, iktisadi rahatsızlığı­ nı, taşıdığı güvensizlik duygusunu yakından incelediler. Şim117


di, Avrupayı kemiren o sessiz hoşnutsuzluğu biliyorlar: eri âcil arzuları da, ülkelerinde, bizim rahatsızlıklanmızm görül­ memesi. Fransa, onlara, maddi ve manevi cihetlerden, öteki Avru­ pa milletlerinden daha az yararlı görülüyor; ama kendisini doğrudan ilgilendirmediği için, hakikati anlamakta yavaş dav­ ranıyor. Şimdi, sınırları, o büyük Avrupa rahatsızlığına açık bu­ lunacak müslüman ülkelere, sirayeti önlemek acaba nasıl mümkün olabilir? Acaba Fransa'ya başvurmak suretiyle mi? Amao da ancak tam istiklâl içinde "Batılılaşmaymız". Bu, iç siyaset için gerekli doktrinin temelidir. "Yalnız kendinize benzeyin, taklitten sakının" diyordu benim yanımda Celalettin Arif Bey, Türk köylüsüne. Bu, Avrupa'ya karşı düşmanlık an­ lamına asla gelmez, onun müesseseleri elbette red edilemez. Fakat herkes kendine ait olam muhafazaya bakmalı, herkes kendi mizacına uygun gelen yasalar ve örfler dairesinde ya­ şamalı. Şarklılar, bu dili, fevkalade güzel anlıyorlar. Şayet bir gün, Doğa Avrupa'daki madai refaha gıpta ede­ cek olursa, onu, çalışması ve becerisi sayesinde bizzat elde edecektir. Üstün milletler doğması çağı geçmiştir ve dört yüz milyon düşünen inşan tek bir inanışı paylaşırsa, kendi yolunu bulması imkânı elbet vardır. Şu anda, sonbahar 1922'de, Asya'nın sosyal durumu nedir? Milliyetçi Türkiye, onun şefleri ve bayrağı, büyük savaş sonucunda istiklallerine kavuştular. Anadolu kurtarıldı. Pek yakında, İstanbul ve Edirne Türklüğüne kavuşacak. Yunanis­ tan, çılgınlığım pahalı ödedi, ama orduları, ülkenin ve sakin118


lerinin kökten yüalmasma yönelik o felaket isteme, doğrusu, sonuna dek sadık kaldılar. Son cinayetleri, sadizm ve nefret yönünden öncekilere taş çıkarttı. İngiltere yenilmiştir. Bunu bilir ama hala gizlemeyi ba­ şarabiliyor. Türk zaferi, onun yıldırım yürüyüşü, ağır ağır, akıllıca ha­ zırlanmıştı. Herşey hazır olduktan soma, şefler, yeniden kan akmasına ve yeni tahriplere engel olabilmek için, son bir gay­ ret saffettiler. Fethi Bey Londra'ya gitti ama onu dinlemeye İngilizler tenezzül etmediler. Silâhlar konuştu. Herşeye rağmen, yaşamak, hükümet et­ mek, yeni ihtiyaçlara göre iç düzeni genişletmek, barış hali sanki devamda imiş gibi, yasa yapmak ve yönetmek gereki­ yordu; zira ülke bekleyemezdi: Günlük ihtiyaçlar her an ken­ dini hissettiriyordu. Türklerde, bunları ihmal ettirmemek için zaferlerini kullanma, eksiksiz bir devlet hali gösterme yoluna gittiler. Devlet esasen sağlam yapısı ile tesis olunmuştu. .Asya, Ankara'ya teslim edilmiştir. Kıta, şimdi, elde edi­ len sonuçların farkmda olmaya başlamıştır. Anadolu başken­ tinin o çok özel hayatına, Asya'nın delegeleri de katıldılar. Gözlemci oldular. Böylece, askeri ve sivil yönlerdeki çifte çabası ve iç dü­ zeni ile Türkiye, sapasağlam çıktı ortaya. Kafkasya'da ve hazar'daki küçük cumhuriyetler ile Kırım Müslümanları, bu so­ nuçtan etkilenmiş durumda. Özbekistan, Buhara, Türkistan gibi, Sovyetlerin muhta­ riyetlerini tanımakta olduğu Cumhuriyetler, federal devletler oldular. Türklük, böylece, yakın Asya'da, güçlü bir temel, ko­ lay elde edilmez bir durum sahibi oldu. 119


Kırgız'lar, Tatar'lar, Bakış'lar, Türk subaylarına hayran. Afganistan'da, Cemal Paşa, mahirane bir mtunıla silik gö­ rünüp Emire yetkileri verir gibi olduğu için, sapa sağlam dü­ zenlenmiş bir Afgan ordusu bırakıyor gerisinde. Afganistan'da Türk ekibi işine devam ediyor, birinci smıf insan bakımından eksiği yok: Eser sürekli olacağa benzer. Afganistan, büyük mücadele vermek suretiyle İngiliz si­ lâhlarına üstün gelerek bağımsızlığım ilk elde etmiş olmakla, hakkıyla övünmekte. Amacı Hindistan'ın yakın kurtuluşu, Hint Cumhuriyetlerinin oluşmasıdır. Cemal Paşa bunları ya­ vaştan hazırlamıştı. Üst tarafı zaman, hem de kısa zaman me­ selesidir. Şimdi bütün bunlar sağlam temel haline gelmektedir ve her fırsatta gücünü arttıracaktır. Koyu dindar, feodal Afganis­ tan, Hindistan'a gözcülük ediyor. Afgan orduları dindaşları yö­ nüne gidecek olurlarsa, durdurmak mümkün olabilir mi? İran, İngiltere için yitirilmiştir. Irak' a Türkler hakim. Du­ rumu değiştirecek olan, birkaç ingiliz hava filosu değildir her­ halde. Ben, İsmet Paşa'mn harikulade havacılarını bizzat gör­ düm. Bugün uçakları da eksik değil. Mısır'da, sonuna gelmiş bulunuyor. Bütün müslüman As­ ya gibi, onun için de gerçekleştirme zamanı gelmiştir. Gerçek kuvvetlerini bilen, meselenin her yöünü inceleyebilmiş, sabır­ lı ve tam feragatli olabilme smavmdan geçmiş bir avuç ener­ jik adam bu işin haline yetecek gibi görünüyor. Milletlerin hayatı içinde, karar safhalarında, her zaman bir şef çıkar, mukavemet hareketinin dehasım kendinde bulur, tümü ile kendini vakfeder: Beceri, gençlik, yaşama arzusu gi­ bi herşeyi atar kantarın üstüne. 120


Türkiye, Mustafa Kemal Paşa'ya olan minnetini ne yap­ sa, hakkıyla bilemeyecektir. Daha uzun yıllar, Anadolu, bu yeni Asya'nın hayat kay­ nağı olacaktır. Bu yeniliği, askeri şefler yönetecek, kanalma sokacak, aydınlar ona yön verecektir. Daha şimdiden fevka­ lade yayılmış bulunan Türk dili bütün Müslüman dünyada ge­ çerliliğini sürdürecektir. Türkçe bugün, muzaffer kişilerin, şeflerin dilidir, soylu dildir. Bu tür akımlara karşı koymaya çalışmak, sadece çılgın­ lıktır. Bunlar, büyük dünya savaşının, Alman acılığının, ingi­ liz anlayışsızlığının, Rus ümitlerinin sonucu oluyor. Onların gücü, dar birleşme halindeki Avrupa'nın gücüne elbet üstün olacaktır; iyice bölünmüş bir Avrupa yanında, Asya ne değil­ dir ki? Ben, basan karşısında, Şarkın ilk denemelerini, ilk şaşrrmalannı ve elde edilen üstünlükler karşısında ihtiyatlı dav­ ranıyorlardı. Bugün, gelen zaferlerin sarhoşluğu var; biraz ne­ fes alıp, son engelleri devirdikten soma, iç organlanndaki şid­ det, zaferlerinin ilk belirtilerine dikkat etme zahmetine girme­ miş olanlan hayrete sevk edecektir. Bu Türk ve Türk-Moğol milliyetçilikleri Avrupa için bir tehdit olur mu? Şayet, onlara hayat veren sebep iyi anlaşılabilirse, hiçbir zaman tehdit olmaz: Bu fetih hevesi değil, kendi yerinde hürriyet içinde yaşama ihtiyacının derin arzusudur. Herkesin, yalnız kendi evinde bile, yıllarca sürecek işi var. Her­ kesin gözünde Rus kargaşasının korkunç örneği var. Ondan nefret ederler ve de çeldnirler. Anadolu'nun verdiği disiplin dersi, onlar için örnek olmuştur. *** Bu büyük Şark ülkelerinde Fransa'nm rolü ne olmalıdır? Orada, dalma, onun gerçek davranışı beklenmiş, dost, öğütçü 121


olması fakat asla müdahaleci olmaması istenmiştir. Avrupa ile Asya arasında Fransa'nın sakinleştirici rolü ne olmalıdır? Fransa, oraya en geniş biçimde ışık tutmalı, kendisinin hiç çıkan olmaz şekilde öğüt vermelidir. Öğütün böyle olam en yararlısı en doğrusudur. Yalan politikası, emperyalist Ingiltereyi yok etmiştir. Şark, tam berrak, tam sade hakikate muhtaçtır. Bundan böyle, herşeyi kendileri için alıp götür­ mekten vazgeçebilen, kendilerini başkalan yerine koymasını bilen kimselere açacaktır kapılarını. Bizlerden bekleyeceği, fi­ ili bir iştiraktir. Bunun ortaklığa dayalı olması şartı vardır. Bu da, son derece nazik bir iştir; hüner ister, kesin dürüstlük is­ ter. İzan gibi, çok emin bir muhakeme gibi, ölçü hissi gibi, Fransız'a özgün üstünlükler kendini kabul emrecektir. Birlik­ te çalışma ilkesi, çok ciddî biçimde göz önünde tutulacaktır. Batının büyük düzensizliği içinde, bizler tek istikrarlı un­ suruz. Birçoklarının söndüğü bir zamanda bizdeki hayatiyet, bizdeki mantık ayakta kalmıştır. Kendi çizgimizi hiç değiştirmemişizdir; fikirlerimizi keza. Şark bunu biliyor ve değerlen­ diriyor. Biliyor ki, bizlerde hiçbir fetih düşüncesi yoktur. Doğu'nun, Amerika hakkındaki son hayal kırıklığı mu­ azzamdır; o da, bizler gibi, Başkan Wilson'un demeçleriyle aldatılmıştır. Önce ona yürekten inanılmıştır; bu inanç, Türk milliyetçiliğinin hareket noktası olmuştur. Amerika'dan iste­ nen hakemlik işine, o kah yan ticari kah yan dini heyetler gön­ dermek suretiyle karşılık vermiş, o heyetler ise, bütün varlıklanyla, Anglikan-Ortodoks ehli salibine katdarak Anadolu'yu ateş ve kan içinde bırakmışlardır. Amerikan misyonerlerinin çoğu, Anadolu'da Hıristiyan azmlıklarca oluşturulan ihtilalci örgütlerin büyük sorumlulandir. Bu örgütler, bir an gelmiş, Ankara devletini boğuntuya getirme yolunda aldatmaya kal122


kısmışlardır. İşte o zamandır ki, Mustafa Kemal bir an aldanarak, kaçınılmaz mukabelesini durdurmaya razı olmuş, so­ nucunda, kendi insanları, onu geç kalmakla itham etmişlerdir. Bu mukabeleler bir ölüm kalım meselesi olmuştu. Ben, bunu, Mayıs 1921 'de yerinde bizzat gördüm. Şark arazisi üstünde, serbestliğimizi* acaba niçin daha ön­ ce gerçekleştirmedik? Yapılmaması gerekli hatalarımız olmuştur; bunlar tama­ men İngiliz hatalarıdır: Anlayışsızlık noktası, yukarıdan ba­ kan, üstün millet fikrine dayalı anlamsız teoriler gibi... Şark bunlardan bıkmıştır. Yolu üstünde rastladığı en kibirli mille­ tin, şu son yıllar içinde, huzura ve dürüstlüğe karşı, ondaki en geri kalmış kabilelerin bile kastetmediği kadar kanunsuzluk yaptığını görmüştür. Gerçekçilik adı altında, İngiliz 'deki bu muazzam bencil­ liği asla taklit etmemek özellikle gereklidir. O bencillik, bu­ gün, bütün dünyayı asabileştirmekte. Asla taraf tatmamak, ortaya asla peşin tezler atmamak, biraz daha eksik şüphecilik, iyi huy, hızlı hareket; işte bizden beklenecek bunlar. Bir Fransız ile bir Anadolu insanı arasındaki fark, tasav­ vur edilebilecke olandan çok azdır. Anadolu insanında, sos­ yal peşin hüküm, yarım bildiği şeyler karşısındaki cehalet da­ ha azdır. Olayları bütünü ile görebilme hassası daha geniştir, başındaki kişilere olan güveni ondaki kişiliği asla iptal etmez, aksine, onun yaşamını kolaylaştırır, onu iyimser yapar. Onda­ ki eleştiri gücü öylesine keskin bilenmiştir ki, bizdeki her tür­ lü boş hayal onun dışında kalır. Anadolu'ya, kendi insanlarını hoşnutsuzluğa götüren şef, 123


asker olsun, sivil olsun, ortadan kaybolmalıdır. Bağlılığı ve be­ cerisi galip gelen de, herkesten saygı ve feragat bekleme du­ rumuna girer. Bu eleştiri gücü, Şark'ta göze en çok görünen çizgiler­ den biri. Bir müşahede yeteneği ki, göz ucu ile, kendi üstün­ deki ya da eşitliğindeki insana değer biçer ve onu yargılar. Şarklılar ile olan her tartışmada, yararlı tek silah, bir mü­ kemmel samimilik ve her türlü övünmenin yokluğudur. On­ lar, bugün, kalbin en üstün meziyetlerine sahiptirler. Onlarda­ ki dostluğa hitap etmek, derhal acımasız mizahlarını ellerin­ den alıp, bütün iyilik severlerim kazamvermek olur. Onlar, kendilerine gösterilen güveni hiçbir zaman kötü­ ye kullanmayacaklardır, zira, onlardaki çok büyük gurur, ken­ di karşısında da eşit bir gurur duygusu istemektedir.

124


ESER İÇİNDE BÂZI İLGİNÇ B Ö L Ü M L E R • İleri geçen Türk topçusu ile karşılaşıyoruz. Malzeme ve iaşe toplamalarının korkunç (git-gel)leri... Düşman, köp­ rüleri atmış, köyleri yakmış, her yerde, üstleri hâlâ tüten ka­ rarmış taşlar. Yok edilmiş yuvalan yerinde oturtmuş zavallı in­ sanlar, ölümeyvalıklanna, harap tarlalanna bakıp duruyorlar. Bütün bunlar, Anadolu'nun o muhteşem ilkbaharının yeşer­ mesi içinde oluyor. * • Bazı kasabalılar, yıkılan evleri yerinde çadır kurmuş, taş yığmlan arasında ve çadı altında oturuyorlardı. Yunanlı­ lar herşeyi yağma etmiş, yakmış, kadınlara, küçük kızlara te­ cavüz etmiş, genç erkekleri öldürmüş, öldürmediklerini de alıp götürmüşlerdi. • • Ben, bu feci mukavemeti adım adım izledim, barış ara­ yan, savaş içine zorla itilen o insanları, başlanndakilerle bir­ likte gördüm. * • Yeniden yoldaydık. Bizim savaşlarda çok duyduğum boğuk ve madeni bir ses uzun uzun devam etti. 125


- Top sesleri! deıruştim. - Evet, diyordu, İsmet Paşa, Yunan topçusu. Onların cep­ hesinden altı kilometre mesafedeyiz. * • Pazarcık yakınlannda, İsmet Paşa'mn en parlak tümen­ lerinden biri olan Birinci Tümenden, bir süvari müfrezesi şar­ kı söyleyerek geliyordu. Düşman ileri karakolları üzerine bir taarruz yapılmış, zafer kutlanıyordu. * • Ordu, düşman karşısında, kendi üstünlüğüne inanmış, yakında hedefine varacağından emin. Hedef, memleketin tam kurtuluşu. * • Sakarya zaferi, kesin aşamayı işaretledi. Türk kuvvet­ leri her gün sayıca artıyor. Yunan kuvvetleri, Türk suvarisince devamlı hırpalanarak zayıflıyor. * • Etrafına dostlar, ortaklar alarak, herşey hakkında son anda karar vermesi, varlığının sebebim oluşturan, bu tarih sahifesi için yaşayarak, onun büyük, güzel istikrarlı olmasını düşündüğünü görmek, bu genç adam hakkında garip fakat www.eskikitaplarim.com duygu dolu bir temaşa oluyor. -SON-

126


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.