AYDINLANMA DİZİSİ:
189
Ç A N K A Y A A K Ş A M L A R I III
Dizgi - Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş, Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti. Ocak 2001
B E R T H E G. GAULİS
Ç A N K A Y A A K Ş A M L A R I III
Türkçesi: Firuzan Tekil
Cumhuriyet
YEDİNCİKISIM İSMET PAŞA NEZDİNDE AKŞEHİR - KONYA Aralık 1921 Ankara'dan ayrılmış bulunuyoruz. Ayrılış, 25 Aralık şa fak vakti oldu. Drezin, ray üzerinde kayıyordu. Son bir kez kü çük istasyona dönüp baktığım zaman, dostlarımı belirli belir siz görebilmiştim. Bundan sonra o kederli bakışların ifadesi ni bulmak ve "İşte yol elbisenizi giydiniz, şimdiden burada sayılmazsınız" diyen sesleri, ancak hâtıralarım içinde bulabi lecektim, insanlar, karşılıklı olarak, tamamlanıp gerçekleş mesi mümkün olmayan şeyleri son sözler içine teksif edebil mek yolunda ne kadar gayret sarfederler. Onlardan ayrılırken, en acısı, herşeyi iyice anlayıp da, bu çok özel atmosferi kendi diyarımda biraz olsun yaşatıp yaşatamayacağım endişesi idi. Onlar hakkında düşünebildiğim şey, elbet bir hayal kırıklığı içinde bulunmaları değildi ama, sadece kendilerinin güvenme duygusuna sarıldıkları da ger çekti. İlk seyahatimde, gözlenmeklerine razı olmanın yetece5
ğini, ancak bundan sonra o inatçı entrikanın üstündeki örtü nün kaldırılabileceğini düşünmüşlerdi. Ancak, bu defa kesin likle boş hayalleri yoktu. Şimdi yeniledikleri bu büyük çaba kendilerini iyi tanıtma yolunda diğer belirli duygulardan faz la, sonsuz bir dostluk ve iftihar içinde görünmeye çalışmak içindi. Herhangi bir mücadeleyi uzun süre götürenler iy bilirler ki, Avrupalı seyirci uzayan bir usanç getirir, onunla ilgilen mez olur. İlk günlerin sempatileri, hafifler. Bu duygulan ha yata yeniden getirmek için, yankı uyandıran bir basan gere kir. Çok büyük tehlikeler göze alınmadan ulaşılamayacak bir basan. Şayet Ankara hükümeti böyle bir tehlike durumunu gö ze almasa bile, bir gün Anadolu halkını tamamen tatmin ede cek bir fırsatı gözlemek zorundadır, aynca, askeri hareket ile iç düzen, bir an bile ihmal edilmemelidir. Uzaklaşma başla dıkça, o elektrikli atmosferden yeni çıkmış bir kişi olarak, bu merkezi üzerinde toplanan tehlikeleri daha net biçimde görü yordum. Şimdi yeni bir bölgeye dalacaktım: Elle tutulabilir so nuçlan bulunan tek bir çalışma bölgesine. Bugünkü aşama uzun olacaktı. Hareketlerimizi çabuklaş tırmamız emri çıkmıştı. Uzun bataklık mesafelerini geçiyor, bereketli topraklara rastlıyorduk. Bunlar Ankara etrafında ya yılıyordu. Doğruca Sakarya üstüne yürüyorduk. Herşey don muştu. Hattın iki yanında, vahşi kuşlar alçalıyor, avlanna sal dırıyorlardı. Sürüler bir kasabadan ötekine göç ediyordu. İşte ilk yıkıntılar görülmeye başlamıştı, iskelet haline getirilmiş ka sabalar, atılmış köprüler. Hayat boyunca, işçiler, durmadan dinlenmeden pnanm yapıyorlardı. Yavaşlamamız gerekiyordu. Yangın ve patlama6
İarın kalıntılanna bakarak Yunan geri çekilmesi hareketini izlemek kolay oluyordu. Biz ilerledikçe, felaket bölgesi geniş liyordu. Türk topçusunun parçaladığı iki büyük tank tarlalar da, leş halinde yatıyordu. Acıklı görüntünün değişmezliği ka tı ve feci haliyle devam ediyordu. Şimdi, Sakarya'nın uzayan ağızlama varmıştık. Mahmut Bey, arazi üzerinde savaşın çeşitli aşamalarını açıklıyor. Ze min, hâlâ tümüyle altüst edilmiş bulunuyor ve işçi ekipleri, ka rınca nıisali, durmadan, dinlenmedenbüyük bir çabukluk için de çalışıyorlardı. Şu tepe önünde, Türk askerleri, on kez, oniki kez sün gü harbi yapmıştı. Burada, Mustafa Kemal, taarruza bizzat kumanda etmiş, askerlerinin moralini kuvvetlendirmişti. Şu rada, ordunun en genç generali, Kâzım Paşa, berbat edilmiş bir durumu büyük başarı ile düzeltmiş, rütbesinin sırmala rını bu alanda hak etmişti. Bu akşam onun karargahında ye mek yiyecektik. Zemin, birbirini izleyen çukurlar ve büyük birikintiler halinde kalıntılarla doluydu. Ekipler, devamlı te mizlik yapıyor, yol gittikçe daha az emin hale geliyordu. Beylikköprü'de savaşm kudurmuşeasma yapılmasına sahne olan noktalardan birinde, makinemizin sürücüsü, birbirine geçmiş bir demir yığmı önünde durdu. Çalışma, büyük bir sabırla devam ediyordu. Şimdi, drezinden inmiştik. Makine Ankara'ya dönüyor du. Kazım Paşa emrinde bir subay bizi generalin otomobili ve bagaj arabası ile bekliyordu. Bunlar düzenlenirken, ben, birliklerin geliştirme ameli yelerini takip ediyordum. Canlı, neşeli bir çalışma ile ellerin den geleni yapıyor, son ray üstünde durmuş uzun bir treni bo şaltıyorlardı. 7
Acele edersek, akşam, Kâzım Paşa'nın karargahına var mamız mümkün olacaktı. Orada İsmet Paşa da beni bekliyor du. Karşılamaya gelerek, bana büyük bir sürpriz yapmıştı. Fa kat Beylikköprü ile Sivrihisar arasında, yağmurun sular altın da bıraktığı yolu terkedip engeller ve hendeklerle dolu arazi de yol arayarak ilerliyecektik. Arabada en ufak bir arıza, bizi hareketsiz kılar, geceye bırakırdı. Öyle bir gölge ki, bütün ka sabaları harap edilmişti. Sorumlu subay, biran önce yola çı kılması için çaba gösteriyordu. Bagaj arabası, imkan dahilin de bizi izlemeye çalışıyordu. Yağmur tclıdıde başlamıştı. Git mek gerekiyordu. Yola çıkmıştık. Nehirde doğa koşan cilveli dönemeçler le dolu dar yolda mücadelemiz başlamıştı. Anadolu arazisi ka dar değişik, onun kadar nazlı zemin mevcut değildir. İçten bir ilgi ile otomobil ve tren arasındaki yansı seyrediyorduk. Kah dikine çıkıyorduk, tekerlekler çukura girdikçe yukan tabaka ya değmeye çabalıyor, kah, bazı ırmakların içine dalıp geçi yorduk. Bir kere daha Türk şoförlerin yılmazlığına hayran ka lıyordum. Engeller zıplattıkça, kaçınılmaz şoktan nasibimizi almamak için vücutlarımızı yumuşaklık içinde idare ediyor duk. Araba gıcırdıyor, sıkıntılara giriyor, su kaynatmaya baş lıyordu. Şoför, tehlikeli bir cimnastik yapar gibi, ırmağa ka dar iniyor, oradan tekrar harekete geçiyor, bir çamur gölüne düşüyor, sonra kurtuluyor ve köylülerin arabalan ile karşı kar şıya kalıyorduk. Onlar, bizi yeni canbazlıklara zorluyorlardı. Şimdi, karşımızda tamamı yıkılmış bir büyük kasaba vardı: Bu defa, mukadder arıza baş göstermişti. Bazı kasabalılar, yıkılan evleri yerine çadır kurmuş, taş yığmlan arasında, çadır altında oturuyorlardı. Hemen koşup geldiler, başlarına gelen felaketi anlatmaya koyuldular. Yunan8
lılar herşeyi yağma etmiş, yakmış, kadınlara küçük kızlara te cavüz etmiş, gençleri öldürmüş, öldürmediklerini de alıp gö türmüşlerdi. Altmış kadar, canını kurtarmış insan dağa çıkmış orada yaşıyordu. Şimdi geri dönmüşlerdi, tüm telkinlere rağmen ka saba içine girip yaşamayı reddediyorlardı. Kendilerine: - Hiçbir şeyiniz kalmamış elinizde, ne sürü, ne çalışma aleti; soğuktan ölürsünüz, deniyordu ama, onlar kafa sallıyor, fikir değiştirmiyorlardı. Bir kaç kadınla bir kaç çocuk, orada bir çadır altında, duruyor, ayrı yaşıyorlardı. Sebebini sorma ya cesaret edememiştik. Şoförümüz, bir demirci, bir de arabacı bulmuş, onarımı süratle yaptırıyordu. Bu şikayetsiz, isyan duygusundan uzak sefaletin üstüne gecenin soğuğu ve karanlığı iniyordu. Bana refakat eden iki subay bu adamlara oradan kalkıp başka yere hareket etmeleri yolunda salık veriyorlardı ama onlar, tarlala rı ve evlerinin yıkıntılarını göstererek: - Ne güzel kasabaydı burası. Etrafta toprak verimlidir, kal mak istiyoruz. Diyorlardı, kışa felakete rağmen Anadolu va dilerinin tatlılığı az da olsa, devam ediyordu orada... Motor çalışmaya başlamıştı. Yola çıkabilecektik. İşlerin en zoru başarılmıştı. Şimdi olsa olsa, karanlıkta, ulaşım zor luğu vardı, bunun hakkından gelmek gerekiyordu. Biz de çabuklaşmıştık. Bir şehrin varoşları, büyük bağlan saran duvar lar, yokuş sokaklar, yüksek binalar, müphen şekilde görün meye başlamıştı. Otomobil, yüksekçe bir eşik önünde dur muştu. Eşit set biçimindeydi, üzerinde, ellerinde fenerler, in sanlar vardı. Sivrihisar ileri gelenlerinin bir numaralısı sayı lan kişinin evine giriyorduk. Herşey görkemli bir ziyaret için hazırlanmıştı. Neylenirki, yolcular bazan hayal kınklığı ge9
tiren kişiler olurlar. Bizi, bekleyen karargaha ulaşabilme ace leciliği içinde, her çeşit engeli bertaraf ederek, süratle ayrı lacaktık oradan. Bu kez, nihayet, hedefe varmıştık: Burası,tüm bölgenin askeri hayat merkezi olan, büyük ahşap ve sade bir evdi. İs met Paşa beni bekliyordu. Ankara'da fazla kalıp, kendine az zaman ayırdığım yolunda, bana dostça sitemde bulunuyordu. O sevimli dikkat ve izanı ile, şunu anlatmak istiyordu. Bura ya kadar gelip bana ulaşabilmek için uzun bir yolculuk yap mıştı ve kendi harekat sahasını bizzat göstermek istiyordu. Ertesi sabahtan itibaren onun misafiri olacaktım. Bizim o usta şoför ile Sivrihisar ve Çay'daki Türk hatlarını gezecek tik. Bu hatlar, Eskişehir ye Afyonkarahisar'daki Yunan hatla rı ile paralellik halindeydi. İsmet Paşa, gülerek, bana hem ha ber veriyor, hem takılıyor: - Hareket saat dokuzda. Bu asker saatidir. Sizinle hiçbir zaman gecikme söz konusu olmaz." diyordu. Son olayları, şöyle çabucak gözden geçiriyorduk: Eski şehir'in, Sakarya'nın boşaltılması gibi. Bugün İsmet Paşa, Garp cephesine kumanda ediyordu. O cepheyi de geçecek, gö recektik. Burada olup bitenden tek sorumlu olarak, kendi ih tiyaçlarım karşılar, düşmanın her hareketini önceden görür dü. Mustafa Kemal Paşa ile bütün dostluk, bütün samimilik le birlikte çalışıyordu ve kendi sorumluluğu da eksiksizdi, ta mamdı. Harcadığı büyük çabayı, bizzat gelerek göstermek is temesi, bizi herşeyden çok duygulandırmıştı. - Canım yarın konuşacağız, vaktimiz de olacak. Şimdi, siz gelin Kazım Paşa'yı görün." Gerçek bir cephe kampı olan Sivrihisar kumandamnm ça lışma odasma giriyorduk. Burası, düşmanın bir hayli tutulduk10
tan soma, yakın zamanda kaçmasından bu yana düzenlenmiş ti. Düşman, çok önemli olan bu yeri korumak için canını di şine takmış, onu her an geri alma ümidiyle yaşamış, o sebep le yakıp yıkmamış, sadece kötü muamele, yağma ve tehditle yetinmişti. Kazım Paşa, şiddetli bir girişimle Sivrihisar'ı kur tarmıştı. Şefin övgülerinden mahcubiyet duyuyor, yavaş ses le, cephe kıyafeti içinde tam iş ortasında bulundukları için biz den özür diliyordu. Doğrusu, kendileri o akşam beni beklemi yorlardı. Ne kadar genç, ne kadar gerçekti, bununla birlikte savaşa ne kadar da alışmıştı; dik bakışlı, tam bir asker yüzüydü bu; dürüst bir gülümsemesi vardı. "Burada biz sadece savaş yapar, sadece onu düşünürüz" diyordu, iki Paşa, bizi, Anka ra hakkında. Meclis hakkında sorguya çekiyorlardı. Buralar da, Batı 'da görüldüğünün aksine, halkın duygusu, başarının te mel nedeni sayılıyor. Yüzlerce işaret vardı ki, düşmanın önümüzdeki teşebbüs leri hakkında fikir veriyordu. Daha yeni kurtarılmış Sivrihi sar'da, tehdit devam ediyor, sivil halk sinirli yaşıyordu. Bu kü çük şehir, dağa yaslanmış, titreşiyor, gece yansı bile korku ge çiriyor, bir türlü uyuyamıyordu. Şehir ileri gelenlerin o bir numaralı insanın evine bu kez yeniden gitmiştik. Bizi telaş içinde, devamlı sorguluyordu. "Paşalar ne diyor?" "Düşmanın hakkından geleceklerinden emin midirler?" "Tekrar işgal edilecek miyiz?" "Bize silah versinler, çektiğimiz çileleri yeniden çekmek niyetinde deği liz" gibi konuşmalan vardı bu muteber kişinin. Beni, ertesi sabah, yediden itibaren beklediğini söyledi ği için, fazla konuşmak istemiyor ve ne kurtanlabildiyse on larla bezenmiş o pek geniş odada yalnız başıma, kısa bir din lenme için kalıyordum. Saat hayli ilerlemiş bulunmasına rağ11
men, şehirdeki uğultulu sıkıntı devam ediyordu. Süvarilerin koşuşması, otomobillerin geçişi, köpeklerin uluması, birbiri ne karışıyordu. Benim küçük pencerelerimin hemen yarımda ki kara bir dağın girişinde Eskişehir ve Yunan öncü karakol ları vardı. Hiçbir yatak, ipek ve munis çarşaflarla örtülü, yere seril miş birkaç şiltenin verdiği rahatı veremez, o değerde olamaz. Sivrihisar nihayet uyumuştu, yahut ben, artık onun hareketle rini duymuyordum. Her ne ise, bir an geldi, evdeki kadınlar dan birinin, benim alkışım için hazırlık yaptığını farkettim. Ben ise o mukadder anı geciktirmek istiyordum. Ama, o, ses siz sedasız ısrar ediyor, odunları tutuşturuyor, içi kaynar su do lu gümüş kabı ısıtmak için geniş bakır mangalı eşeliyor, ala turka çaydanlığı mangalın ateşle karışmış külleri üzerine otur tuyor ve geniş bir tepsi içinde kahvaltı getiriyordu. Sonra, caydı, oturdu, ellerini kavuşturarak, gözlerimi aç mamı bekledi. Saatime baktım: Beş olmuştu. Ben ise saat ye dide hazır olacağımı vaadetmiştim. Huysuzluk edip yeniden uykuya dalmak vardı ama hafif adımlar, evime yaklaşıyor, bütün ev benim kalkışımı gözlüyordu. En doğrusu, onlara uy maktı.. Tuvalet ve hazırlık bittikten sonra, başkaca kadın gölge leri belirmiş, sihirli bir hareketle, yatak, bavullar, tuvalet ak şamı, kahvaltı tepsisi falan ortadan kaybolmuştu. Halıların dipdiri duruşu mobilyaların elden geçmiş olması karşısmda, hiç kimse, bu salonun, geçici olarak, az önce yatak odası ha line getirilmiş bulunduğunu düşünemezdi. Türk evlerindeki o titiz temizlik, en ufak ayrıntılara kadar görülüyordu. Odaya önce, evin efendisi girdi. Eski Türk elbisesi giy12
misti, bana, ailesinin fertlerini takdim etti. Annesi, hanımı, bal dızları sonra her yaştan bir hayli çocuk vardı ki, üç kardeş ta rafından işgal edilen bu evde hep birlikte yetiştiriliyorlardı. En son doğan bebekten tutun da, astragan kalpağı ve milliyetçi kıyafetiyle övünç içinde erkeklik taslayan ondört yaşındaki de likanlıya kadar, hepsi biraraya gelmişti, dil yönünden hayli za yıf kaldığım için, aile reisi usulca odadan çıktı. İşte o zaman, defalarca dinlenilmiş o feci hikaye yeniden başladı. Bunları anlatanlar, hiçbir şeyin teselli edemeyeceği ni çilelerin kurbanı kişilerdi, kadınlardan biri, devamlı olarak "Yunan, İngiltere" sözcüklerini tekrarlıyordu. Bu kelimeler, tüm Anadolu'daki o büyük nefreti ifade eder. Anlattıkları bittikten soma, yaşlı efendi tekrar geldi, on ları dışarı aldı, sonra bana: "Dinledin değil mi? Bizde niçin silah yok? Söyle Paşalara da bize si/ah versinier. Bundan son ra bıraksınlar o zalim düşmam, gelsin buraya. Görsün baka lım, anaların gözleri önünde oğullan yakmak nasıl olurmuş. Biz üstleniriz o görevi. Bir teki bile sağ çıkamaz buradan." dedi. Saat dokuzda, Kazım Paşa ile vedalaştıktan soma, karar gah önünde birikmiş halkın bakışlan altında, İsmet Paşa ile birlikte arabaya biniyordum. Arabasını işgal eden küçük pa ketlerimin onun gözünden kaçtığını sanmıştım. Büyük bavul larım önceden yola çıkanlmıştı. Şimdi, yanımda fazla eşya kal dığım farketmiş oluyordum. Halbuki, o, bana, daha dün ak şam: "Yanınıza asgari gereklerinizi alın, yol hayli uzun." de memiş miydi? Bazan da dağlarda yol bulunmadığından yürü mek zorunda kalacağımızı belirtmemiş miydi? Kendisine: - Sadece gerekli eşyamı, kodak makinemi bir de harma13
niyemi alacağım cevabını vermiştim, gülümsemişti. Şimdi ise benim eşyamı eliyle düzenliyor, kendine bir yer sağlıyor, son ra da, motor çalışınca: - Paketlerinizi saydınız mı? diye soruyordu. - Hayır, demiştim. - olmaz, saymalı. İnsan, yolculukta, öteberisini daima saymalıdır. Böylece, çok incelikle ve hafif bir mizahla bu işi hallet miş oluyordu. Paketlerin sayılan, değişik boyutlarda, onu bu luyordu. Ne de olsa mahcup olmuştum, özür diledim: "Hayır pek fazla!" diyecek oldum. O, şoförün yanında oturan emir subayına hitaben: - Kadınlar çok sevimli insanlardır, bu kadar şeyin küçük bir arabaya sığabileceğini hiç düşünemezdim; onlardaki ce sarete talih hep yardım eder" dedi. Gülüştük, üzüntülerim uçup gitmişti. Hiç kimse, Türk ordusunun bu büyük teşkilatçısı kadar daha parlak bir konuşmacı, daha nazik bir davet sahibi, sade lik içinde daha sevimli bir kişi olamaz. En bozuk ve kazalara en elverişli şu yüz elli kilometrelik yolu geçerken, İsmet Pa şa, bir yandan savunma hatlannm nazik her noktasını dikkat le inceliyor, verdiği emirlerin gerçekten ve gereği gibi yerine getirilip getirilmediğine bakıyor, bir yandan da herşeyi yönet tiği gibi fikir alışverişini de yönetiyordu. Hiç bir zaman, gün bana bu kadar kısa görünmemiştir. Hava çok güzeldi, kış mevsiminin beklenmedik bir sonu, nefis bir tatlılık, mutedil bir ışık, ince bir pembelik getirmiş ti, bu pembe renk tepeler üzerindeki sert pınltılara canlılık ka tıyordu. Küçük vadileri, ırmaklan geçiyorduk ki, birden şo14
för durdu, önümüzdeki köprü üzerinde, orta kısmın sakatlığı nı farketmişti. İsmet Paşa: - Sen yine geçmene bak. Ben olunca bütün köprüler ge çit verir. Yalnız hızını iyi al." dedi. Böylece, esnek zemin üs tünde bir yandan ötekine sıçrayarak geçtik o köprüyü. Anadolu giysileri içinde, tatlı köylüler, küçük beygirleri üzerine övünçle abanmış, gözlerini otomobile dikmişlerdi. Paşa'yı tanımazlardı. Araba durdu, Paşa adamlara seslendi. İç lerinde en yaşlı olam, koştu geldi, sorulara nazik cevaplar ver di. Sıkılmaksızm, hiç övgü yapmadan, güven dolu bir doğru luk ifadesi vardı sözlerinde, soma yola devam ettik. İsmet Paşa'mn adeti idi bu. Habersiz ve yalnız giderdi. Ben de yanında, bütün bir gün, onun kadınlı erkekli köylüler le yakın ilişkisini izledim, böylece, kah askerlerin teftişi, kah bir iaşe birliğinin görülmesi, kah bir süvari topluluğu önlerin de kısa sürelerle duruyorduk. Bu görevlerin yerine getir ilmesinden soma, o yine, lafı bıraktığımız yerden alıyor, en ufak bir ayrıntıyı bile ihmal etmiyordu. Saatler çabuk ilerliyordu. Üzerinden geçtiğimiz ülke, yı kıntılarına rağmen göz kamaştıran bir güzellikteydi. Traş edil miş köyler, kapkara hale getirilen o taşlar, bu güzelliğin dere cesini yine de düşürememişti. Her yerde, yıkılacak duvarlar arasında yahut talim esnasında askerler vardı. Köylüler asker ler ile birlikte çalışıyor, kadın kolları hazır duruyordu. Öğle vakti gelmiş olmalıydı. Yan yıkık bir büyük ev kar şısında durmuştuk, .burası, Kenan Bey'in kurmay kararga hıydı. İsmet Paşa, bana dönmüştü. - Yemeği cephede yiyeceksiniz. Aynen bir asker gibi as ker karavanasından. Demişti. Kenan Bey, camsız pencerelerin noksanım bana unuttu15
rakcak güneşin çıkmasına sevinmişti. Bu savaş çerçevesi, bu savunma Merkezi, her top atışının temelinden sarstığı bu ev içinde yenen beklenmedik yemek gerçekten çok lezzetliydi; tam bir cephe yemeği, kahve ve sigara aşamasında; alayın mı zıkası şerefimize havalar çalmıştı. Ama ben bu misafirseverliğin neşesi ötesinde, o akşam güneş çekilip onları soğukluk la baş başa bıraktığı, yarın belki karın ortalığı kapladığı ve he le gözetime daha önemle gidildiği, sürprizlerin bertaraf edil mek istenildiği anlarda o insanların ne halde olacaklarım dü şünüp durmuştum. Şimdi, uzun dağlık bir bölgeyi aşarak yeniden yoldaydık. Bizim savaş esnasında çok duyduğum boğuk ve madeni bir ses uzun uzun devam etti: "Top ateşi" demiştim. - Evet, demişti İsmet Paşa, Yunan topçusu. Onların cep hesinden altı kilometre mesafedeyiz. Bu tepe, bizi korur. Bu anlamsız savaşın tüm ters mantığı, işte bu yok edici patlayış ile şu sakin ülke zıtlaşması sonucunda ortaya çıkmış oluyordu. Çok kalabalık bir bölgeye varmıştık. Burası köylü lerle, süvarilerle, acemi erlerle doluydu. Buradaki askerlerin bezlerle örtündüklerini, ayaklarında kumaş ve ip karışımı terlikimsi nesneler bulunduğunu görüyor gibi olmamak için ba şımı kasden öte yandan çeviriyordum. Bunlar, ayakkabısız, kaputsuz olarak kışa nasıl dayanabilirlerdi? Devamlı ilerliyorduk. General ara sıra duruyor, emirler veriyordu. Köylülerle selamlaşıyor, onların sorularını cevap lıyordu. Askeri kollardan geçiyor ve çok nüfuslu bir bölgeye giriyorduk. Burası Çay'dı. Her yer baştan başa yıkıntı halin deydi. Kederli yüzler, Paşa'nın gelişi ile az çok aydınlanmış tı. Tren, kalkmaya hazır, onu bekliyordu. Bizde koşa koşa bi niyorduk o trene.
16
Akşam, saat on; Akşehir'deyiz. Anadolu'nun eski mabet şehirlerinden biri olan bu yer, şimdi İsmet Paşa'nın genel Ka rargahıdır. Trenin varışını kalabalık bir halk kitlesi bekliyor du. Genç subaylar vagonlara atlıyor ve çalışma hemen yeni den başlıyordu. Birkaç günlük bir yokluğun birikmesine ne den olduğu işleri yoluna koymadan önce, İsmet Paşa, bana ayırdığı eve, beni bizzat götürmek istiyordu. Birkaç dakika içinde, araba, bizi geniş bir caddenin ortasına getiriyor, ben de en güzel, en sevimli ikametgahlardan birine giriyordum. Evin önünde askerler nöbet bekliyordu. Merdivenin üst bitiminde, alaturka bir büyük bir hol ge nişlemesine duruyor, onun üzerine evin tüm kapılan açılıyor du. Hol, aynı zamanda yemek odası işini de görüyordu. Ora da, bana tahsis edilmiş çok kadmsı bir yerleşim yeri, tatlı tat lı ısıtılmış bir çalışma odası, soma başka bir oda vardı ki, in san derhal kendini, öz evinde sanma hayallerine kaptınyor ve yorgunluğunu derhal unutuyordu. Bu defa, Türklerin bu se vimli misafirseverliği gereği, ben İsmet Paşa'ya ev sahipliği ediyordum, o da benim nüsafirim oluyordu. Böylece, aynlmadan önce yine bir süre konuşmuş oluyorduk. Sabah ışıklan ile birlikte erken uyanmıştım. Şehri gör mek için acele ediyordum. Paşa'nın subaylarından Ziya Bey, bu arzumu bildirmekle görevliydi. Sanırım Fransa'da öğrenim yapmıştı. Bana eski Akşehir'i, hiçbirşey, girişimi boşa çıkmış Yunan istilası kadar anlatamazdı. Eski Türkiye'nin incilerin den biri olan bu yere, dokunulmamıştı. Şimdi askeri hayatın hiçbir şekilde değişiklik getirmediği o maziye dalar, konuşa bilirdik. Azar, azar kar yağıyordu ve bizler soluk güneş alto da, bir geniş mezarlık ötesinde, Nasreddin Hoca'mn türbesi ni anyorduk. 17
Ziya Bey, ünlü mizah adamı, filozof, büyük düşünür ve yazar hocanın, en şirret kadınlardan birine düştüğü için duy duğu üzüntüye işaret ediyordu. Hoca, karısını bir türlü susturamamış ve ev içindeki bu afet karşısında çaresiz kalmış. Tüm Asya'da, güçlü mantığı ile ün salmış bu insan, kendini gerçek ten hasta hissedince, çareyi Sivrihisar'dan buraya kaçmakta bulmuş. Böylece burada ölmüş ve mezarda olsun, onun ya nında yatmamayı başarmış. Bu karlı havada bile, inanmış kişiler, hacılar halinde ho canın türbesi önünde dua ediyorlardı. Mezarlık, hayatta olan ların sessiz adımlarla, saygı içinde geçtikleri hakiki bir ölüler dünyasıydı. Etrafında yüksek duvarlar vardı. Akşehir, bugün, ismine özgü o beyazlığa layık biçimde idi. Ziya Bey oraların, ilkbaharda çiçek açmış meyve ağaçlarım, camileri gibi beyaz ve kuşlarla dolu güzelliğini anlatıyordu. Kuşların sesi oraya dua ve ziyaret eden gelen hacıları kendinden geçirirdi. Anadolu'nun bütün şehirlerinde, nehir ve dağ araşma do luşmuş böylesine meyve ağaçlan vardır. Ama bugün, kimbilir, ne kadan ölmüş, yok olmuştur. *** Akşehir'e aynlan şu üç kısa gün içinde, İsmet Paşa bana geldi ve yemeğe kaldı, ben de onun genel karargahında, kurmaylanyla birlikte yemek yedim. Yemeklerde geçen bu soh bet saati generalin kendine ayırdığı tek zamandı. Yine hep o feci şeylerden söz ederdik. Her defasmda, bilgileriyle okuduklanyla, beni hayrete düşürüyordu. Çok kez, onun gerçek ya şım unutur gibi olurdum. Otuz yedi yaşındaydı. Birden onu, çok genç çehresi, çok parlak bakışı ile bana dönmüş görür düm. Öylesine iyi kalpli bir gülüşü vardı ki, otuzdan çok yir misine yakın sanılırdı. Onu, herşeyi bilme eğilimi ve Avrupa 18
politikasına doymazlık içnide buluyordum. Ama, bir içgüdü ile herşeyi kendi eleştiri süzgecinden geçirmek istiyordu. Hiç bir zaman da gafil avlanmazdı. Olaydan ve rakamdan nefret edişim ve fikre bağlı oluşum ile eğlenip duruyordu. Kurmay heyeti nezdinde ilk akşam yemeğinde, ona Pa ris basım için, birgün önceki gezimiz üzerine kaleme alınmış birkaç telgraf getirmiş, bunları önce görüp, sonra büyük ka rargahtan çekmelerini rica etmiştim. Bu gibi çok ciddi haller de, istemeyerek de olsa açık vermek, sonuçlara neden olabi lirdi. Bu telleri, ağır ağır ve yüksek sesle okudu, sonra subay larına dönerek: - Hayret değil mi? Ne bir yerde bakıyor, nede not alıyor du. Hep bambaşka şeylerden söz ediyorduk, ben de kendi ken dime: Muhakkak hiçbirşeyi görmedi" diyordum. Ama işte, herşeyi dökmüş buraya. Hiçbir eksiği yok, küçücük bir ayrın tı bile eksik kalmamış, dedi. Tellere, en küçük bir rötuş bile yapılmadı. îşte bu, Ana dolu harekatı şeflerinin zarif tutumlarından bir örnekti. îsmet Paşa bu nezakete, son derecesine kadar sahip. Burada, herşeye hakim tek kişi o idi ve Paris'e kırksekiz saat içinde vara cak dikkatli bilgilerin sorumluluğunu taşıyordu. Buna rağ men tam serbestlik içinde konuşma imkanını vererek, bana bü tün inceliğini göstermiş oluyordu. 27 Aralık 1921 de (Le Matin) gazetesine (Sabah) çekti ğim tel şu: Akşehir, Garp orduları - İsmet Paşa Genel karargahı: Garp cephesi orduları kumandam İsmet Paşa ile birlikte, 19
oto içinde, Afyonkarahisar ve Eskişehir arasındaki Yunan hat larına paralel Sivrihisar, Aziziye, Bolvadin, Çay arasındaki Türk hatlarını geçtim. Afyon istikametinde Yunan topunu biz zat duydum. Tüm yolda muhteşem formda kalabalık birlikler sükûnet içinde. Bütün ahalinin fiili işbirliği ve organizasyon. Garp ordularının morali çok yüksek, Subaylar, askerler, ger çek savaşın kazanıldığından düşmanın hücum kabiliyetini yi tirdiğinden, savunmasını zor yapabildiğinden emin. Yol üze rinde, tümen kumandanı Kenan Bey nezdinde, İsmet Paşa ile birlikte öğle yemeği, düşmanın malzeme bolluğuna rağmen, şimdiye dek yenilmiş güçlüklere nisbeten, yenilecek güçlük ler herkesin fikrine göre, daha kolay olacak. Henüz geçtiği tüm geri çekilme hattında görülen korkunç Yunan tahripleri Türkiye mukavemet güçlerini azami coştur muş. İsmet Paşa'nm dediğine göre, yiyecek ve cephaneyi düş man ateşi altoda taşıyarak Sakarya harbini asıl kazanan Türk kadınıdır. • Anadolu içinde kahramanlığı atasözü haline varan Türk kadınları için, özel harp nişanlan oluşturuldu. Son yıkımlardan, kadınlara ve çocuklara tecavüzden za rar gören halk tabakalan, yeni istila hareketleri olacağına ölü mü yeğ tutuyor, tüm güçleriyle yardımcı oluyorlar. Hepsinde, ulaşılacak hedeflere mükemmel anlayış ve Yunan boyundu ruğu altında başlanna gelenlere nefret gördüm. Sonuna kadar, toprağın tam kurtuluşuna dek gitmeye kararlılar. Fransa'mn, bu kadar haksızca uğranılan ıztıraplardan heyecan duyacağı ümidir yaşıyor. Yıkılmış köyler, kalıntılar üstünde yaşayan insanlar gör düm. Herşeye rağmen insanların güveni öylesine ki, herkes sü ratle ve şikayetsiz çalışmakta, geçen nisanda olduğu gibi, her20
kes gördüklerim hakkında Fransa da bilgi vermemi istiyor. Ümit ediliyor ki, bu, halen işgalde bulunan bölgedeki yıkım ları durdurabilir ve yakın gelecekte boşaltma mecburiyetindeki Yunanlıları herşeyi yakmaktan alıkoyabilir. Yol üstünde, ismet Paşa, seferber halk tarafından selam lanıyor, alkışlanıyor. Şunu da "Le Temps" gazetesine (Vakit) telliyordum: Akşehir 27 Aralık 1921 Dün ismet Paşa ile birlikte bütün garp cephesini geçtim, ismet Paşa'nın teftişinde birliklerin mükemmel durumunu gördüm. Gönüllü seferber sivil halkın tutumundan çok etki lendim. Yeni bölgeyi ve geçen nisandakinden daha köklü yı kımları gördüm. Son Yunan taarruzunda yok edilenlerden ar da kalanların hiddetlerini dinledim. Hepsi, böylesine muame le yerine ölmeyi tercih ediyor. Kadınlar, erkekler gibi silah kul lanıyor, askerler kadar savaş veriyor. Bütün bu bölgede derin değişiklik var. Şimdi, herşey savaş emrinde. Sağ kalabilen halk tabakaları neleri varsa getiriyorlar. Adlan bulunamaya cak zulümler vatan duygusunu kamçılamış. Öyle ki şefler fe dakarlık isteme gereğini duymuyorlar. İnsanlar kendiliklerin den geliyor savaşmaya. Yolumuz boyunca, herkes silahlı. Heryerde uzun deve kervanlan iaşe ve cephane taşıyor. Kesin düzen içinde yoğun hareket. 150 kilometre boyunca, birlikler, tümen kurmay he yetleri, merhale hizmetleri ve savunma hatlan içinden geçtik. en modem usullerle güçlü ve kıvrak bir organizasyonun etkisindeyim. Ordu düşman karşısında kendi üstünlüğüne inanmış, yalanda hedefine varacağından emin. Hedef, mem leketin tam kurtuluşu. 21
Sakarya Zaferi, kesin aşamayı işaretledi. Türk kuvvetle ri hergün sayıca artıyor, Yunan kuvvetleri Türk süvarisince de vamlı hırpalanarak zayıflıyor. Cephanenin bu kesiminde, normal hayat sağlama bağlan mış, güven mükemmel, düzen var, her sivil unsur, işinde bi linçli. Her yerde savaşa, halk yalan ortaklık kuruyor, İsmet Pa şa düzeninin en çarpıcı karakteri bu. Böylece, mücahitler sa yışım giderek arttırıyor ve bu kadar geniş bir cepheyi besle yebiliyor. Güvenlik o kadar iyi sağlanmış, top sesi anormal geliyor. Asker ve köylüler cephe kumandanının simasını çok iyi tanı yor, o geçerken sevgiyle saygıyla selâmlıyorlar. Önümüzdeki Yunan geri çekilişinde Afyonkarahisar, Es kişehir, Bursa, İzmir acaba ne halde olacak? Fransa ve İtalya enerjik protestoda bulunmazlarsa, şu anda Yunan kuvvetlerin ce elde tutulan bölgeden ne kalacak? Tüm Anadolu aynı duygu içinde. Hepsi aynı şekilde ka rarlı, haklarını yoğun ve ortak çaba sonunda elde etmekten her kes emin. Askerler gibi sivillerde de kesin disiplin var. İstila cının ifa ettiği suçlardan nefret ediliyor. Information gazetesine (Haber) çektiğim tel: Aslında Türk halkının acımasız düşman karşısındaki duy gusunu hiddete çeviren, ülkeyi kurtarma iradelerine güç ve ren, ülkeyi harap eden ve tüm müslüman milletlerde en canlı lanetlemelere neden olan bu sistemli yıkma metoduna karşı Fransa'da hâlâ protestolar görülmeyecek mi? Her yerde eşref ile konuştum, kesin tutumlarım anladım, askeri şefleri etrafımda hepsinin birleşmesini, nihai başarıya inançlarım gördüm, Fransa'nın Batı Anadolu'da artakalan kıs22
mı kurtarma çabası göstereceği hususunda ümit hatta inanç ları dinledim. Akşam yemeği neşeli geçiyordu. Subaylar güven içindey diler, sohbet çok canlıydı. Bu sohbeti, kısa bir müddet yanda ki büyük bürodan takip etmiş, günün olaylarını gözden geçir miştik. Sonra kalktım biliyorum ki, ben gittikten sonra da ça lışma sabahın ikisine, üçüne kadar sürecek. Yanımda bir ga zete ve resimli dergiler desteği ile güzel ikametgahıma gidi yorum. O sabah, saat dokuzda çıkmıştık. Dikkatli düzenlenmiş bir programımız vardı: Okullar, belediye, mevki kumandanı, ticaret odası, Akşehir'in büyük turu bu düzenlemeyi teşkil ediyordu. Şehrin bu haline hemen alışmıştım. Pazarı, nehir ma hallelerini uzun uzun gezmiş, beni Eskişehir'de çok etkilemiş olan herşeyi orada da bulmuştum. Bu, İsmet Paşa'ya özgü bir düzendi. Daha ilk bakışta- anlamıştım. Sokağın ve dükkanla rın hali, sivilin de asker gibi oluşu, şose üzerinde, arabaların asla sürtüşmemesi şekliyle görülen intizam, insanların bağır madan kavga etmeden çalışması, bütün bunlar, kesin fakat as la katı olmayan bir disiplin eseriydi. Akşehir'i dolduran kala balık, sanki görünmez bir kanuna seve seve riayet ediyordu ve bu yoldaki görevli kişiler ortada yoktu. Onlar arasında yasaya yasaya, hallerini daha iyi anlama ya başlıyordum. Bu yığın içinde sefalet yoktu, dilenci yoktu, sokaklarda sürünen çocuklar yoktu. Çocukların hepsi, gidip göreceğim okullarda bulunuyordu. Köylüler iyi giyinmişti, ileri gelenler eski taşra elbiselerini tercih etmişlerdi. Ünifor maları içinde askerler de askere benziyordu. Altıyüz yıldan be23
ri, Anadolu ilk defa, kendini yönetenlerle işbirliği yapıyordu. Artık orası istese de istemese de, Trablusgarp için, Arabistan ya da uzak herhangi bir diyar için kanını akıtan, kendini İs tanbul'un ihtiraslarına feda eden taşra değildi. Devamlı ola rak kendine hiç bir menfaat sağlamayan fetihleri cam ile öde miş ve her zaman kendini gözetleyen Maliyeden zenginlikle rini gizlemiş olan bu çalışkan ve munis millet ilk defa, yaban cı bulmadığı şeflerin harekatına ortak oluyordu. İsmet Paşa, bu millete dayanma ve karşı koyma dersini sabırla öğretmişti. İngilizler ile Yunanlılar taklitçi bir gösteri den ileri geçemiyorlardı. Düşman, bu halkı topraklarından atmak istediğine göre, ya sefilce ölmek ya da tüm feragatle dövüşmek gerekiyordu. Bugün hâlâ ellerinde birşeyler kalmış olan kişiler, İsmet Paşa'ya: "Herşeyi al ve bizi kurtar" demekteydiler. Paşa da, Mustafa Kemal gibi savaşın uzayacağından emin olduğu için, herşeyi bu uzun zamanı öngörmek suretiyle düzenliyordu. - Şayet düşmanınızın adı Britanya İmparatorluğu ise, onu, birkaç ay içinde yenmeyi düşünemezsiniz. Diyordu baştaki şefler. Milleti hoş tutmak, onlan çalışmaya teşvik etmek, ma halli sanayii ayağa kaldırmak, milliyetçi formülün esaslarını teşkil ediyordu. Şefler, milleti, sadece kendi kaynaklama, kendi çabasına güvenmeye alıştırıyorlardı. Bu akıllı topluluk gayet güzel intibak ediyordu. İsmet Paşa'mn büyük güçlerinden biri, kadınları, izzeti nefislerini okşamak suretiyle, esere katmaktı. Onlar olmasa, olayların kendisini çoktan aşacağını söylerdi. Hatların bazı kı sımlarında gerçek hizmetlerde bulunan kadm taburlarını, on ların erkeklerden daha iyi daha süratli iaşe ve cephane kolla24
rmı bu amaçla yaratmıştı. Onların isteklerine, şikayetlerine da ima kulak verirdi. Anadolu'nun büyük şefierince yapılan yaklaşım, herke sin kabul edebileceği türdendir. Gençler, çalışan kişiler, da ima hareket halinde, herşeyin kendileri için olduğunu göre rek, aldanmış olmuyorlardı. Birinden ötekine giderek ziyaret ettiğim okullarda, aynı sıralar üstünde, üç dört yaş ile yedi sekiz yaş arasmda görü nen kız ve erkek çocuklar vardı. En fakir olanlarının bile ke sinlikle riayet ettiği Türk usulü temiz - pak olma herbirinde derhal görülüyordu. Küçücük başlar kalkmış, gelen yabancı yı dikkatle süzüyorlardı, bazısı sevimli çizgilere, çoğu da do ğunun o şahane gözlerine sahipti. Çarşaf giymiş Türk öğret menler, bunlardan en küçüklerim yanımıza çağırıyor, herbiri, bir masal yada bir manzume okuyordu. İlk çağrılan, çekingen lik içinde başlamış, sıkılmış,sonra canlanmış ve sonunu pek güzel getirmişti. O zaman ötekiler de aşka gelmiş, rekabet doğ muş, hepsi aynı başarıyı gösterme hevesine kapılmıştı. Ne ya zık ki, herbirini dinlemek mümkün olamıyor, sahneyi kısalt mak gerekiyordu, zira öteki sınıflar da bekleşiyorlardı. O ko caman bakışlar bir hayal kırıklığına uğruyor, birden bire ken dilerini üzüntüye kaptırıyorlardı. Bu çocuk kalabalığı içinde erken gelişmiş zekaya sahip çarpıcı kişiliklerde gözüküyordu. Pek ince, pek sansın, tam halk çocuğu bir küçük kız çıkmış, Mehmet Emin'in, tüm Ana dolu'yu altüst eden İzmir üstüne şiirini büyük, inanılmaz bir ateşli tavırla okuyuvermişti. Yanındaki Subaylann, bu esir şehri anlatan şiiri o muhteşem çocuk okurken gözleri dolu do lu olmuştu. Duyulan acıyı öylesine yürek parçalayan, öylesi25
ne gerçek biçimde ifade ediyordu ki küçük kız! Böyle okuya bilmek için acaba kendisi ne görmüştü? Gözlerinden böyle ateşler fışkırması için neler hatırlıyordu acaba? Ayrıca, öğretmenin kollan arasında, milliyetçi kıyafet içinde gördüğüm dört yaşlanndaki yavrunun vatansever mısralar söyleyişi, kendinden geçmiş bir büyük insan gibi hiddet li birlselsle^bağırışı^âlâ kulaklarımda. Bu savaş çocuklan, dövüşmenin yanı başında yaşıyorlar dı. Babalan, ağabeyleri savaşın kahramanlanydı. Birçoklan hafızalanndan iğrenç şeylerin silinmesi gerekli kurban kişi lerdi. Üzerime diktikleri gözlerini açmış, ülkeleri için ne ya pabileceğini sorarcasına bakıyorlardı. Bu okulda, bazı somlarım olmuştu. Çocuklara, sesleri, ha reketleri; yüz çizgileri hatta okuyuşlan ile Fransa'daki çocuk lara ne kadar benzediklerim söylemiştim. Her okulun bir kişiliği vardı. Öğrencilerinin bıraktığı iz lenimlere öğretmenler öyle önem veriyorlardı ki, oradan gi debilmek için gerçek bir gayret sarfetmek gerekirdi. İsmet Pa şa: "Gördüklerinizin hepsini bana anlatacaksınız" demişti. Akşama, eserinin bu temel kısmı üzerinde onu kolaylıkla teb rik edebilecektim. Büyüklerin sınıflannda, değerleri ayırma işi de yapılmış tı. Zekaları sayesinde yıldız durumuna gelmiş kızlan gördüm. Şimdi onlarda, yalanda bütün ülkeye dağılıp, milli anlayışın yayılması yanında öğrenci yetiştireceklerdi. Bu aşkları ile uzaklara giderek görev yapacaklardı. *** Az soma, Belediye binasında, başlıca ileri gelenler, etra fında toplanıp oturmuşlardı. Hepsi, arzularım belirterek ben26
den öğüt istiyordu. Madem ki Ankara anlaşması henüz imza lanmıştı, Fransa ile iktisadi ilişkilere girmek istiyorlardı. Herbiri, şahsi işini, açık sözlü belirtiyordu. Kimi, Akşe hir çıkarlarım biraraya toplayacak bir banka kurmak, kimi es ki bir halı fabrikasını yeniden çalıştırmak, kimisi de silah imal etmek niyetindeydi. Bütün bunları, düşmanın iki adım be risinde, kendilerine pek az bırakılan el emeği ile yapacaklar dı, bir koruyan belirdi mi, tüm Akşehir'de bu atmosfer görü lürdü. Akşam, İsmet Paşa, gönlünde en değerli iş olarak yatan bu meseleyi benden dinlemeyi büyük arzu ile dilemişti. O genç gülüşü ile "Ben onların babasıyım, birçok aile içinde güç günler yaşandı, ama benden hiçbir zaman kuşku duymadılar" diyordu. Kurmay heyetinin, üstünde haritalar, gazeteler, dergiler serpili ve günün telleri bulunan geniş masası etrafındaki ye mek sonrası sohbeti, çabuk konuşmalar halinde yapılırken, bu sevimli yüzlerin herbirinde bükülmez bir irade okuyordum. Hepsi, sanki: "Acaba sabiden anladı mı? Acaba hatırlayacak mı? " diyordu. Bu endişe, bu tür kişilerde çok meşhurdur. On lar ki, düşüncelerinin büyük bir kısmım açıklamış, soma, bir- • den bire, o endişeli vakarlarının arkasına gizlenmiş, böylece, herbirinin eşit derecede nefret ettiği duygulandırma ve övgü arama haline düşmekten sakınıyorlardı. Burada, henüz taze hassaslıklar, Batılı ile her temasta dikkatle saklanarak, çok yönlü acılara neden olabiliyordu. Tam güven, normal hayat hayali öyleydi ki, en içtenlikle dost bir yabancı, ertesi gün, savaşm yeniden başlayacağını unutuveriyordu. O kadar hararetle misafir edilen kişi için onca zahmete 27
girilmiş olması, elbette çıkar sebebiyle değildi. Bunda sade ce, doğru misafirseverliğinin cömert yasası hakimdi: Bu ka ide, geçiş halinde misafir edilen yolcunun hoşuna gidecek bi çimde konuşmayı öngörüyor; fikir alış-verişlerine varıncaya kadar. Öte yanda, bir yabancı için, çok yakından ve üç kez, is tilacı karşısında bir milletin verdiği acı savaşı, derinden heye can duymaksızın, takip etmesi mümkün olabilir miydi? Daha önce kendi çektiğimiz acılar üstüne, insan, hiç acı duymadan eğilemiyor... İsmet Paşa ve ben son bir defa konuşuyorduk. Subaylar, yakmımızdaydılar ve gara az soma hareket etmemizi bekli yorlardı. Tek başıma, olayın bütününü görmüş bulunuyordum. O da bana bunu hatırlatıyordu. Şimdiden, Nisan 1921 de Es kişehir'de hissettiğim gerçeğin ağırlığını duyuyordum. İleri de, kendi ülkemde, peşin yargılara ve kayıtsızlıklara karşı ve receğim mücadeleyi hisseder gibiydim. Burada görmek hiç de güç değildi; herşey açık ve seçikti: Ama sonraları bunu anla tabilmek? Hep birlikte, o çok hoşlandığım evi terkediyor, arabaya biniyorduk. Çift dizili ihtiyar ağaçların arasmda ve güneş al toda, beyaz evleriyle cadde panldıyor. Garda, halk birikmiş, bekliyor. Ben İsmet Paşa'mn vagonuna giriyordum. O, peron da, yanında subaylarıyla, bana son bir veda işaretinde bulu nuyor. Yine: - Unutmayın bizi! Diyordu. Gülümsüyordu. Işık altoda dimdikti. Bu şekilde, kendi insanları arasmda öylesine bir güç ve güven izlenimi bırakı yordu ki, beni bir kez daha selamlarken ona bakıyor, bakıyor. 28
- Sonuçtan şüphe edilemez diyordum. Tren de sarsılmış tı, yavaşça ilerliyordu. *** Çetin yolculuk bitmişti. Bu defa ardımda brraktığım, Ana dolu'ydu; harekat ve.savaşm Anadolusu. Bir kaç saat soma Konya'da olacağız. Orası bambaşka bir bölgedir. Ahalisi, ger çek savaşı yaşamamıştır; dolayısıyle, ne denli samimi olursa olsun, bazı duygulan, az önce kendilerinden aynldığım insan larınki gibi olamaz. Şu son beş günde gördüklerimi kesin biçimde kafamda toplamak ve özetlemek çabasına girdim: Öyle bir savunma hat tı ki, her balomdan zeka ile çizilmiş, her tabii durum beceri ile kullanılmakta, mükemmel bir ordunun ustalıkla bölünüp gerekli yerlere dağıtılmış bulunmasını, ben bile o bilgisiz id rakimle anlıyorum. Şimdi, dövüşen kitlelerin duygusunu iyi biliyordum. Ar tık, bu insanlarda yorgunluk bulunduğundan bana söz edile mez. Onlardaki kararlı, yürekli düşünceyi yakından görmüş tüm. Direnmelerinin sonsuz olacağını anlıyordum. Varolma nın öz elemanlan yiyecek maddelerini, yünü, odunu, ülke üre tiyordu. Felaket görmüş olanlar da bile gerçek sefalet yoktu. Ana dolu'da arta kalan halk tabakalarım ve ordulan bol bol besle meye yeterdi. Erkekler eksiksizdi, kadınlar da erkeklerin de recesinde değer taşıyordu. Şimdi, İngiliz entrikasının niçin başka yeri değil de burasını seçtiğini anlıyordum. Fakat gay retinin sonuçlanm, taarruzlanndaki kabalıkla sıfıra indirmiş ti. Özellikle, Yunanlıyı, işgal aracı olarak kullanıp, tamir edil mez hatasını tekrarlamıştı. Bugün, Anadolu, askerlerinin tartışılmaz üstünlüğünü bi29
liyor. Yunanlılara teslim edilen tüm malzeme hiç de yararlı ola mamıştı. Tasavvurlar teker teker yıkılıyordu; şöyleki: Türkle rin sayıca az oluşu tasavvuru, milliyetçi şeflerin baskılarına karşı, yerli halkın Yunanlıları yardıma çağıracağı düşünceleri, bu halk arasmda kavga çıkacağı düşünceleri. Bu üç savaş yılının her aşamayı mukavemet hareketindeki birleşme ve pekişmeyi kanıtlamıştı, fakat Avrupa'da hala hiç kimse, o denli kaba hücuma uğrayan bu topraktan fışkıran yep yeni usarenin farkında değildi. Onun çocukları koşup gel miş, ondaki meçhul gücü kazıp fışkırtıyorlardı. Onları, kaç kez, "Biz milletimizin cehaleti içinde yaşamışız" şeklinde iç tenlikle konuşur görmüştüm. Ama bu bağ, zaferden soma da, hep yaşayacaktı. Üç yıl süre ile birleşik çalışmalım, bu dere cede yakınlaşmanın, dökülen kamn izleri kalacaktı. Anado lu'nun tüm yöneticilerini tanımış, hepsinde, en mütevazi in sanların karşısında bile kardeş heyecamm görmüştüm. Arzum üzerine Mersin'den önce benden ayrılmaması ön görülen Mahmut Bey dikkatimi bu güzel manzara üstüne çe kiyordu. Tren süratle yürüyordu; kasabalar ve köyler, ovayı be yaz noktalar halinde süslemekteydi. Bunları, minarelerin ha vai çizgileri daha tatlı hale sokuyordu. Yoğun ışıklı menekşe ve gül renkleriyle ufuğu kesen bir çizgi doğmuştu. Üstü kar serpili dağa tırmanış ile birlikte soğuk da kendim hissettirme ye başlamıştı. Bütün bunlar, çok büyük çok şaşırtıcı, çok sa deydi. Anadolu arazisinde, henüz kat edemediğim ne çok böl ge, sonsuzluğu ile değişiklikler getirişi ile daha ne kadar top rak vardı, kimbilir! Güneşin batışı alevleniyor, soğuk daha çok ürpertiyordu. Bu sırada, İsmet Paşa'nm metrdoteli bir lamba ile çay getiri30
yordu, bizler susuyor, bu akşam, bizim bilgimiz dışında kala cak olayların ne olabileceğini düşünüyorduk. Büyük bir gar, bir kalabalık. Burası Konya. Halk tabaka larının heyecanlı karşılayışı, oto içinde, bir yokuşun süratle çı kılması, şoförün acı acı çaldığı düdükle gece içinde yol alın ması. Bu bir gerçek şehirdir. Geniş sokaklar, Avrupai evler, du rup araştıran, inceleyen bakan insanlar. Burada savaştan, onun anlatılmaz havasından eser yok. Ağır çeken bagajımızla, bizi aldılar, Konya'nın en zengin eşrafından Mustafa Efendi'nin evine yerleştirdiler. Ev sahibi, eski Türk usulü elbisesi içinde, bizi çok kibarca karşıladı. Burada, herşey çok batılı. İlk anda, doğrusu, biraz şaşır dım. Daha bir kaç saat önce, bambaşka bir dünyadaydım. An cak, az sonra, bu ikisi arasmda, sıkı bir bağlantı bulunduğu nu anlamış olacağım. Aynı akşam, Mustafa Efendi'nin gösterişli odalarına ka labalık bir kadın akını başladı. Ankara, Akşehir ve Anadolu'da ki yöneticiler hakkında beni soru yağmuruna tuttular. Burada da kadmda vatanseverlik ateşli, genç kızlar biraz vahşi çekin genlik içinde, bu genç kızlar bütün gece, yatmcaya kadar, ba na mısralar okuyacak, saf Türk musikisi dinletecekler. Sev dikleri şiirleri o müzikle seslendiriyorlar. İşte, onaltı yaşlarındaki bu kız çocukların sesiyledir ki da ha iyi anladım işgali, savaş ve bunların yarattığı duygunun şid detini. İçlerinden biri, evin beylerinden birinin kızıydı; heyeca nım tutamazken bir yandan ağlıyor, bir yandan gülüyordu; sonra da nefis bir sevimlilik içinde özür diliyordu. Onun kar31
deş çocuğu da kulağıma: "Bern Paris'e götürsenize" diye fı sıldıyordu. Ben itiraz edecek olmuştum. O, bu defa açıkladı: - Hayır, gezmek için değil, Paris'i görmek için değil, oku mak, öğrenmek için." Bugünkü haliyle Konya vilayeti 500.000 nüfusludur. Bun ların 23.000'i Hıristiyandır. Konya, 1908 ihtilalinin en derin den değiştirdiği Türk şehirlerinden biri. Şimdiye kadar, mo dern ticari kavramlar onun meçhulü olduğu için kullandığı ik tisadi yöntemler çok ilkeldi. 1908, halk tabakalarındaki uyuşukluğu sarstı ve giderdi. 1910 da Konya Milli Bankası kurulmuştu. Bu ilk deneme öy le sonuçlar verdi ki, cesaret alan müteşebbis eşraf hemen ar kasını getirdi: Kısa sürede yirmibeş banka ve Anonim Şirket çıktı ortaya. 1918 de, Konya elektrik şirketi, şehri aydınlatma işim yüklendi. Konyalı Müslüman halk işlere pek yatkın kişilerdir. 1921 aralık ayı sonunda, Klikya'nm açılışı ve Fransa ile an laşma imzalanması, onlara Adana ve Halep pazarlarım yeni den açmıştı; depolarında birikmiş stoklan biran önce satmak için acele ediyorlardı. Sevinçleri büyüktü. İşte Belediyenin şerefime verdiği, şehrin belli başlı kişi lerinin de hazır bulunduğu geniş kadrolu yemekte, dinledik lerim bunlar. Vali Galip Paşa, sofranın başmda oturuyordu; memnun du, milliyetçiliğin önde gelen simalanndandı. Yanımda otu ran bir generaldi ve bana, davetlileri, bir bir uzaktan tanıtıyor du. Daha küçük rütbeli subaylar, Konya Tekkesinin Postnişini Büyük Çelebi ki - İslam dünyasının büyük ünlerinden biridir 32
- Konya'nın önemli tüccarları, vilâyet erkanı, bir demokratik karışım halinde orada idi. Büyük Çelebi, o çok eski Türkiye'yi yeni rejime uyum sağlamış etmiş şekliyle, hayran olunacak bir halde temsil edi yor, barıştırıcı bir eda ile mesafeli duruyordu. Saat ikide bizi Tekke'ye götürecekti. Mustafa Kemal Paşa, Mahmut Bey'e gönderdiği bir özel mektupla, bana büyük tören yapılmasını ondan rica etmişti. Arada sırada, onunla gözlerimiz buluşuyor, incelemeye bakışıyorduk. Sonra yine gözlerimiz, böyle bir sırdaşlık ile ça bucak başka yere çevriliyordu. Tekke'ye ilk ziyaretimi hatır lamıştım. İki yıl önce milliyetçiliğin henüz şafağında, Rafet Paşa'mn cesur yönetiminde İngiliz güçlerinin üç adım ötesin de, bir genç subayla yalnızdım ve etrafımızı dervişlerin uğul tulu düşmanlığı sarmıştı.. Zaman değişmişti. Eski şeriat, İn giliz mandasının pek güçlü erdemlerine artık inanmıyordu. Konya çok kasırga geçirmişti, İngiliz-Yunan subaylarmca oluşturulan birlikler şehrin eğitimine memur edilmişlerdi. Bu gün Büyük Çelebi temsilcileri Konya'ya Allah için egemen olan yalnız Mustafa Kemal adı önünde eğiliyordu. Konya, entrikaların geleneksel yuvasıydı. Mağrur bir büyük şehir, yakın Asya'nın en güzel yollan kavşağında bulunsun ve her çağda dünyanın büyük pazarla rından biri olsun, bu durumu etki dışı kalması düşünülemez. Selçukluların ilk başkenti olan Konya, önce bunun kuv vetli damgasmı yedi, sonra kendini ve kendinden gelenleri et kiledi, bütün fatihlerini etkilediği gibi. Onun camilerini gezmek, müslüman Asya'da yapılabile cek en güzel sanat ve tarih gezişidir. Selçuklular Sultamnca konulan muazzam taştan tutan da, az sonra içine gireceğimiz 33
Tekke'nin bu kalıba tatlı uyumuna varıncaya dek, fethin tüm safhaları, halis kan Türklerin bu süratli çiçeklenmelerinde gö rülür, okunur. Bir kaç yıl içinde, sert ve erkek tutumlu ilk onlardan, edebiyatçı ve sanatçıların uyanıp açılmasına geçmiş, sonra, Asya'nın en güzel göklerinden biri altında, çok yetenekli, çok süslü yaşantıların parazitleri olan tatlı gevşemeler ve mantık oyunları ile rehavet durumuna gelmişlerdir. Türk uygarlığının ihtişam ve inceliğini anlayabilmek ve onu, İstanbul ile temas sonunda Bizanslaşmasından önce gö rebilmek için Konya ile Bursa'yı iyi tanımak gerekir. Şimdi, çanlar çalmış, iradeler yeniden gerilmişti. Türk'ün yuvası ilk defa olarak istila ediliyordu. Herkes, bir enerji sıç raması ile tepki gösteriyordu. Hafif bir iç çekişi ile Büyük Çelebi kalkmıştı; bana ön ceden geçmemi işaret etti, bizi, kendi nezdine götürüyordu. Zamanı gelmişti. Açık bir otoya biniyor ve çok iyi tanıdığım pazar yerinin kıvranlanm takiben ilerliyorduk. Kalabalık, be nim bu biçimde geçişimden bugün hayrete düşmüyordu. Mu hakkak ki Konya'da değişiklik olmuştu, ama Tekkenin zerre si bile değişmemişti. Kocaman baklaları ile ağır zincir, derin biçimde belvermiş, kapıyı bir bakıma kesiyor, durumu ne olur sa olsun, orayı aşmak isteyeni, huşu ile eğilme zorunda bıra kıyordu. Avluda, dervişler gidip geliyorlar, biz de Büyük Çelebi'nin özel odasma giriyorduk. Orada, değeri biçilmez ha lılarla kaplı, alçak ve geniş sedirler üstünde, her aralıktan sı zan yarım gün ışığı altında, etrafımızdaki harikalara bakıyor, Kur'ân-ı Kerim'in ilkel yazması metinlerim hafif hareketler le inceliyorduk. Tören başlamak üzereydi. Islamm en muhteşem mabet34
lerinden birine girmiş, isimleri hala ses veren, şahane kumaş larla örtülü sundukları altında, hayattakilere hala bu kadar ya kın duran büyük fatihler dizisine bakıyorduk. Hava, kıymetli ipek ve ahşap eşyadan gelme kokularla ağırlaşmıştı. Kristal avizelerin şeffaf damlaları da beş altı yüz yıllık mazileriyle he men hemen yere kadar sarkıyor, dünyanın en eski halıları, bir biri üstüne konulmuş olarak, zemini kaplıyordu. Semaya tahsis edilmiş daire biçimindeki salon içinde, dar bir set üstüne oturmuştuk. Neyin üflenmesi başlamıştı. Bu, kâh sonsuz uzayan, kah yükselen, soma bir şekva nağmesin de devamlı üflenen bir munis, içini dökme haliydi ve insan san ki bu çağrıya kayıtsız kalamazdı. Saz takımı da, en eski örf ler kadar uzak geçmişten geliyor, orada vezin veriyor, ebedi konuyu mırıldanıyordu. Selamlamalar halindeki uzun başlangıçta soma, derviş ler, bir bir çıktılar meydana: Kollar açık, başlar sağ omuz üze rine eğik, dönüyorlardı (semâ). Önce yavaş, farkedilmez hareketler,sonra gittikçe daha hızlı, sanki bir coşkunluk kabusu. İçlerinde her yaştan insan vardı: Çok yaşlı, daha az yaş lı hatta çocuk yaşta. Özellikle bu sonuncular olağan üstü ha reket kolaylığına sahiptiler. Eflatun, beyaz, mavi, pembe renk li çiçekler gibi, kendi eksenlerinde dönüyorlardı. Yüzleri bir ölüm sulukluğu içinde, zayıfm da ötesinde idi. Büyük Çelebi, ellerini göğsüne çapraz koymuş, ağır ağır dönmeye başlamıştı. Bunu kutsal zikrinde de muhafaza etti, azametli bir vakar içinde. Bu yavaşlık onun rütbesini belirti yordu. Bunların hepsi, geçmişten bir görüntü idi, o geçmiş ki, renkleri de anlamıda eskiye nisbetle hafifliyordu. Müminleraıtüm çabalama lağmsn'bAi, Vöy\e 35
Neyin üflenmesinde ani tereddütler de oluyordu: Bugü nün dervişleri, eskiler kadar bu kutsal coşkunluğu bulamıyor lar. Burada bile İslam içinde birşeylerin adamakıllı değiştiği görülüyor. Milliyetçilik, bu büyük sadeleştirici kuvvet, o çok ulvi hatıralar arasında kendini pek de rahat hissetmiyor. Onun egemenliğinin sim harekettir. *** Buna karşılık, aynı milliyetçi duygu, eski kıyametlerin pa ha biçilmezliğini de çok iyi anlıyor. Bana, camileri gezdiren, onların tarihini anlatan saygı değer ve bilgin hoca, yanımda ki subaylar tarafından dini bir tevazu ile dinlenmişti. Şimdi kar yağıyor. Dondurucu sis içinde, yan yıkık anıtlann haşmeti daha da parçalıyor yürekleri. Işıklı maviliklerveren İran fayanslan ile kaplı, kubbeleri mükemmel orantılar gösteren anıtlar. Konya, eskiden zengin, gelecekte zengin büyük şehir ol manın üstünlüğünü koruyor saklı tutuyor. Coğrafi durumu benzersizdir. Eksiği, denize açık olamayışıydı ki, şimdi Kilikya, bu imkanı da bahşediyor. Türklerin bizlere endişe verdiğine, insan nasıl olur da inanabilir? İngiltere'nin hasetliği o İskenderun deniz geçidi ni koruyan onlar değil mi?
36
SEKİZİNCİ KISIM İSTANBUL İNGİLİZ BASKISI Aralık 1921 Bir yandan Asya geçidi, bir yandan Uzak Batının son uzantısı olan İstanbul'a her zaman iki temel faktör hakim ol muştur: Coğrafi durum ve iklim. İstanbul her şeyden önce, şarklıdır. Bugün, o bozulmaz çizgilerini, anlaşılmaz ve kapalı bir çehre altında gizlemekte dir, bir maske taşımaktadır. Bunu da kendini tanımayan, ken dinin de tanımak istemediği yabancıyı daha rahat bir gözlem altında tutabilmek için yapıyor. Adamakıllı kansız gibi, fazlasıyla yıkık, harap oluşu kar şısında sanki kayıtsız. Aslında, seraba uyanık, yeniden doğu şu olayım pek yalandan kollamakta. Selamet Asya'dan gele cektir: Düşündüğü Asya hareketlerinde, Doğunun o büyük sabrı var. Bu sabırlı olmarim zaman kavramı ile ilgisi yok, onun için zamanın işleyişine ölçü konmaz, küçücük bölümleri bile bekliyor, gözetliyor, saatin belirsiz yaklaşmasından bü37
yük haz duyuyor. Buna karşın endişeli, haşin düşman, her yanda o görünmez tehdidi hissediyor ve hiçbirşey yapamıyor, çünki, gerçek nedenleri bilemiyor. İstanbul Türkleri, aym zamanda Anadolu Türkleridir. Ba tı, hâlâ bunu anlayamıyor. Batının, Doğu hakkındaki kötü bil gisi düşünülemeyecek halde. O hala, Sarayın Babıali'nin ent rikaları ile meşgul. O konuda bile sadece ön cepheyi görebi liyor. İçeride olup bitenler, onun için tamamen meçhul. Batı, topu topu bir kez, işgalcilere bağlı Pera (Beyoğlu) içine alın mıştır, ki Türklerin yüksek ve orta derecedeki memurları bu yerden ancak az bir ilgi görebilir. İstanbul Türklerinin gerçekten ne aradığını, Anadolu'nunkinden daha yavaş da olsa, nasıl bir değişiklik geçirmek te olduklarını, bu duygunun yürekten, tıpkı onlarınki gibi na sıl kaynaklandığım, aydınların bu doğrultudaki çalışmalarım, yalnız Ankara bilir, çünkü bunu yöneten odur. Binlerce entrikayı hasta ve ihtirasla takip eden, hep ay rıntılar üstünde hararetle durup, asıl olayı, Asya'nın ne düşün düğünü, aklına bile getiremeyen şu Avrupalıların acınacak du rumundan daha kötüsü yoktur. Gerçek İstanbul, Müslümanların İstanbul'u, bu olayı on lara anlatabilir ama, onlar, ne sormak, ne de dinlemek tenez zülünde bulunurlar. Aslında, gerçek İstanbul'da ancak aklı başmda konuşur. O, ne ölüm saçan düşmanı İngilizce, ne küçümsediği Rum'a yada Yunanlı'ya, ne de, nasıl yukarıdan baktığını bildiği Al mana güvenir. Onu aldatmış bulunan İtalyan'a karşı tetikdedir, ancak yine de görüşebilir. Şayet tamamıyla bağımsız, dü şünceleriyle hareketlerine baştan başa hakim bir Fransız'a hi tap edebilir ama onun da yüksek komiserler atmosferinde ya38
şamaması şarttır. O atmosfer ki, içinde, para karşılığında çafaşltmlan kulaklar vardır ve bunların duyduğu her kelime, der hal ttüm şehri dolaşır, istanbul Müslümanları, konuşmadan önce, soruşturmahmm yaparlar. Bu yolda gerekli imkanları vardır. Onlara so ra yöraehen Fransızın sır saklayabileceğinden, onu aydınlat mak i p n katlanılacak sıkıntıya değecek derecede durumu ve Mpsel mifimı bulunduğundan emin olursa, kendisini ikna edebîmle uğrunda tüm bilinçlerini, "kutsal dava" yolundaki tiükcnı hamlıklarını ortaya koyarlar. Oîslar için çok önemli olan şey, bizim de çabuk anlama mam sağlar biçimde söyledikleri Türkçe tabirdir: "Bir saat ev vel™ îabiri. Mücadele sert, insanları da, kaynaklan da kurutu yor, yok ediyor. Doğu harbinin kaç paraya patladığım, îngiİMerdışmdalrim bilebilir? İngilizler, büyük oyunculardır, bü yük para oyunları onlara özgüdür. Acaba 1918 den bu yana, Arap ve Türk ülkelerinde kaç tane üstün subayları hayatlanm kaçfeetmiŞtir? Londra büroları, bunu asla söyleyemezler. Paıdkfao sarsmaktır Boşluklar, giderek doldurulur. Doğu. birleşmiş olmasaydı, savaş bitmiş olurdu. Fakat birjp&Mİlkitada repki gösteriyor, bunu da aziz canlarım feda sü resiyle Türkler yönetiyor. Anadolu, Asya'nın büyük genel ka rargahıdır. İstanbul, onun siyasi çalışmasının merkezidir. Bu ımeAraririM mücadele gön ışığındakinin yamnda, daha tehlifaffi, daha acı, daha asap bozucudur. Anadolu savaşçılan da, sıra ife gelir, bu karanlık ve feragatlerin en büyüğünü şart ko şam mScadeleye baş koymuş kardeşleriyle nöbet değiştirirler. Amaç, bağımsızlıktır, İngiltere'nin, Hindistan için Mısır w Mezopotamya için icat ettiği göz boyama ve uydurmanın gpayci ile hiç ilgisi yoktur. Amaç, yasalar ve adetler gereğince 39
yaşamak, dilediği biçimde ticaretle meşgul olmak, ittifaklar yapmak, Avrupa ile kesin eşitlik içinde bulunmaktır. İşte, Doğu de\Tİminin yönü bu. O, Sovyetler yalarımdan olduğu kadar ingiliz yalanından da nefret duyar; asla bir ya bancı efendi kabul etmez kendi başı üstünde. Onu harekete ge tiren, kutsal cihad anlayışı değildir. Yobazlığı şiddetle yadır gar. Parola, Ankara'nın parolasıdır, bağrmsızlıktrr. Aslında, Müslümanlar arasındaki bağlar, kuvvetinden hiç bir şey kaybetmemiştir. Trakya Müslümanları, Anadolu'ya seslendikleri zaman ilgi görmüşlerdir. Yunan beceriksizliği, onların şikâyette bulunmalanm hiç de önleyecek biçimde de ğildi, Trakya Müslümanlanmn bağımsızlığı da, gelecekteki barış antlaşmasının temel maddeleri araşma girmişti. Modern çağlar içinde, ilk defa olarak, Müslüman toplu luklar önüne konulmuş, "yalnız bırakma" engelleri kaldırılı yor. Avrupa'nın devleri, Rusya, Almanya, İngiltere, saygınlık larım yitirmişlerdi. ' Acının, gerçekçi hale getirdiği Asya, selameti kendi için de arıyor, milletlerin en gerçekçi olanını da önder tanıyordu. Onu, sarsan ve sonunda bize yönelmesini sağlayan, şiddetli ve muazzam bir demokratik duygudur. Mustafa Kemal'in: "Ne ezen, ne de ezilen vardır, ancak kendi isteyen ezilir" sözü, Doğu'nun ümitlerine tam anlamı ile uyan sözdür ve Anadolu, bir avuç kararlı insanın, kendi öz lerine ve işletümemiş güçlerine başvurdukları zaman neler yapabileceğini kanıtlamış bulunuyor. Avrupalıyı kolaylıkla bölen İstanbul, Asyalıyı daha az ko laylıkla dilme durumundadır. Asyalı, iklime daha uyum sağlamaktadır, daha sade, sinirlerine daha hakimdir, bu yumuşak, plastik, tembelliği teşvik eden, hareketi uyutan, tatlı reaksi40
yonları bulunan, afyon gibi organizma üstüne etki yapan o ha vaya daha az yakalanır. Her Batılının fikri, burada en acaip değişikliklerle karşı kanşya. Bir benzersiz patlamanın getirdiği beyin uyuşukluğu onları, ne sanat ne de düşünce ifade edebilir. Bu anlar arka sından uzun ruh çöküntüleri, herhangi bir şeyi yaratma aczi gelir. Doğa, o kaçak hayali alır, buharlaştırrr. Herşey öyle bü yüktür ki, insan ifadesi, bir cüce aydın gibidir. Renklerin cüm büşü, gökteki tükenmez hareket,kitlelerdeki değişiklik, İhti rasların ani şiddeti, bu kitlelerin görünen uykuları, tesbite im kan vermeyen şeylerdir. O, tüm Asya'nın beslediği çanaktır ki, içinde herşey devamlı bir fokurdama ile kaynayarak erir. Bu da, büyük ufukların en görkemlileri önünde, en sersemletici havamn tatlı tatlı okşaması ile olur. Milletleri altüst eden dramlar burada hazırlanır. İstanbul, Asya devrimlerinin çocuk luk çağlari yeridir. En kötü düşmanı karşısmda insanoğlunun düşleyebileceğini, yine ö insanoğlu, bu kısa ömürlü mutluluk ve ani ölümler cennetinde hazırlamaktadır. İstanbul'da uzun süre yaşamış kişi, başka yerde yaşaya maz. Bir yerde az da olsa, birkaç yıl kalmak, Doğu'dan olsun, Batıdan olsun, yaratıkların hareketli sınırlarına varabilme yo lunda bir hayli dünyevi kontenjan sağlar. Avrupalı kişi ile As yalı kişi, şayet entellektüel yetişme yönünden birbirine epey ce uzak da olsalar, düşüncenin bazı yüksek yerlerinde birleşir ve hissetme çeşitlerinde rastlaşırlar. İngiliz sömürge psikolojisinin inanılmaz hatası, bunu an lamamış olmaktır. İngilizler, Doğu'nun esrarı kalkmamış ka pılarını aralık etme imkanlarını henüz ele geçirmişlerdir. Fa kat, kilitleri incelikle açma yerine, onları çekiç vurarak boz-
41
muşlardır. Sanki, bir idealin güç kattığı düşüncenin hakkın dan ancak kaba kuvvet gelebilirrniş gibi. İngiliz baskısına rağmen, istanbul Türk'ü her fesat taluşunda, düşüncesini tüm gücü ile belirtmiştir. Mütareke sonrasında, müttefiklerin işgali sırasında in saflarını istedi ve onlara el uzattı. Mayıs 1919 da , izmir'in Yunanlılarca işgali sırasında kibarlığı bıraktı, şiddetli mitingler düzenlendi ve bu toplantılara tüm Müslüman halk katıldı. Müslüman kadınların davranı şı güpe gündüz olmuştu. Bu halk toplantılarında kadınlar hatipler halinde milliyetçi fikri açıkça yaydılar. İstanbul'da İngiliz taarruzu 16 Mart 1920 T de yaptığı zaman, Müslüman kalabalık,bütün seslerden bin kez daha etki li biçimde, bir suskunluk içine girdi Anadolu'da savaşların her safhasında, İstanbul puan aldı. Ankara delegeleri, Londra dönüşlerinde, Mart 1921 de İstanbul'dan geçerken, Müslüman halk peşlerine takılmış arabacılar onlan bedava taşıma imtiyazı için kapışmışlardır. Her yerde alkışla karşılanmak ve binlerce göstericinin etraflarını doldurması suretiyle, Ankaralı temsilciler,İngiliz makamlarının kızgın bakışları arasında muzaffer bir eda ile geç mişlerdir. *** Mayıs 1921 de Ankara'dan geliyordum.İnebolu'da Gülnihal adlı yük gemisine binmiştim. Gemiyi, Karadeniz'in bu en neşeli limanmda günlerce beklemiştim. Anadolu dostlarım da bana: - Bizi unutun, bizi tanımaktan vazgeçin. belki sizin bindiğiniz vapura bizde bineriz, istanbul'da, belki de rastlarsınız bize. Ancak, gerçekten biraz dost iseniz, isimlerimizi de yüz lerimizi de unutun. Gülnihal gelince, basit bir yolcu gibi gjr42
dim gemiye ve kabinim ile kaptan köprüsü arasından başka yere gitmedim. Solculuk uzun sürecekti. Gemide, KzımKarabekir'inbin adamı vardı. Bunlar Erzurum ile Samsun arasındaki yolu ya ya geçmişlerdi, doğrudan doğruya vilayetlerinden geliyorlar dı. Burada da onları Gülnihai almıştı. Güneşten bronzlaşmış, muhteşem insanlardı: Fevkalade disiplinli idiler. Boş kaldık ları zaman çocuklar gibi oyun oynuyor, fakat bunun dışında ki anlarda genç kızlar gibi, mahcup ve sakin duruyorlardı. Bunların, boğaziçine bir kaç fersah mesafede gemiden çı kışları hadisesi kadar etkileyici bir şey seyretmemiştim. Bu işe alışık olduğu anlaşılan küçük bir balıkçı limanında demir at mıştık; zira hemen büyük kayıklar kıyıdan denize açıldılar, ko yu pembe yelkenlerini yükseltip altı çifte olarak, bizim gemi nin bordasına yanaştılar. Çalışmayı,benzersiz bir düzen, bir sü kunet ve ustalıkla, subaylar yönetiyordu. Kaşla göz arasında, kayıklara sıra sıra oturmuş insanlar sahile doğru yol alıyor, mü kemmel vezinli, duygulu şarkılar bunların mutluluklarının işa reti oluyordu. Kıyıya yanaşmca, genç adamlar atik hareketlerle kara ya atlıyor ve boşalan kayıklar, yenilerim almak için geri dö nüyorlardı. Üç saat içinde, herşey boşaltılmıştı: Askerler, top çu malzemesi, katırlar, atlar ve de kocaman karavana tencereleriyle mutfak, mızıka takımları, iaşe subayları, alay köpek leri ile. Soylu ve sakin gidişi ile Gülnihai, yeniden yola koyulmuş tu. Birkaç gün soma, (Temps) gazetesinin zor görülür köşele rinden birinde, "Kemalistlerin, Boğaz girişinde önemli yerle ri işgal ettikleri" haberini okuyordum. İngilizler, ne olayın ne de kayıplarının üzerinde durdular.
43
Akşam yemekte, subayların gidişiyle açılan bir çok boş luk ve gizlenen yolcuların yokluğu yanmda, istanbul'u bir iti raf gibi, yolculuklarına varış yeri seçmiş olanlar açık seçik gö rülüyordu. Bunlar elli kadar vardı, hepsi milli savaşçıydı; be nim tanıdığım büyük yıldızlar ortalarda gözükmüyorlardı. Acaba bunlar, karaya nasıl çıkacaklardı? Bunu, içine azbuçuk sıkıntı kansan, bir tecessüsle kendi kendime somp duruyor dum. Zira ben de karaya çıkacaktım. Ertesi sabah, şafak vakti, Kızkulesi açıklannda durmuş tuk. Bu, yeryüzünde en ahenkli ve mükemmel bir manzara dır. Makul, hatta ölçülü bir bekleyişten sonra, müttefikler ça tanası, bütün köhneliği ile göründü. Bir ingiliz subay yöneti yordu çatanayı. Stop etti, sonra yolculann listesini istedi ve benim gemide olup olmadığımı sordu. Kumanda köprüsü üze rinden, ona ben, bizzat, gerekli mizah tonu ile cevap verdim. Birkaç dakika içinde muameleler bitirildi ve çatana uzaklaş tı, içinde bulunan Fransız bröton bir gemici neşe içinde, bana " Yunanlıların nihayet güzel bir sopa yiyip yemediklerini" sor du. Candan görülüyordu bunu sorarken. Gülnihal'in etrafmda birçok küçük kayık oynaşıyordu. Türk kaptan bunlardan birine hemen binmemi ve rıhtıma ya naşmamızı beklemememi tavsiye etti. Sonra bir işarette bu lundu. Sivil giyinmiş bir subay yaklaştı ve kendisini izleme mi söyledi. Valizlerim ve ben, mutlu bir rastlantıale olacak, halı kaplı bir kayık içinde bulduk kendimizi. Hayli sert bir çalkantıya rağmen, yirmi dakika içinde gümrüğe gelmiştik. Hamimin bir hareketi, herkesi kenara çek ti, birkaç saniye sonra zarif bir araba içine valizlerimle yalnız dım. Avrupalı dostlarımın adresi arabacıya önceden verilmiş ti. Subay, görevi biter bitmez kaybolmuştu fakat Paris'e hare44
ketime kadar, her sabah, Anadolu'daki dostlarımdan biri tara fından ayrı ayrı ziyaret edildim. Ağır tehlikeler pahasına, Beyoğlu'nun göbeğinde, İngiliz polisi tarafından kesinlikle gö zetlenen eve geliyorlardı. Bir sıkıntı yada kazaya uğrayıp uğrayamadığım bilinmek isteniyordu. İşte hala Anadolu'nun hi mayesi altındaydım. Gülnihal'in tahliye ettiği elli kadar savaşçı, biran önce git mek için acele ediyorlardı. Bunlardan bazıları İngiliz polisle ri eline düşecek, bazıları da boş bir sokak köşesinde kurşun lanacak, bir kısmı ise keyfi biçimde hapsedilecek, ötekiler de Anadolu'ya geçeceklerdi ve her gün bir bu kadar yahut daha çok gönüllü çıkacaktı ortaya. Kara yollarından, denizden, her çeşit kıyafet tebdili içinde gelecektir bunlar. Hepsinde aynı bi çimde kendini adama var. İşte, üç sene oluyor ki, bu hep böy le, tehlikeli görevlere hepsi istekli. 1921 Ocak aymda, Ankara'dan Paris'e henüz gelmiş bir genç Türk subayı, ki çılgınlık halindeki cesareti ile tanınmış tır, bana İstanbul'da bir kaç gün geçirdiğini söylemişti. Bir gün, kendisini gizleyen dostlarının evine İngilizler hesabına çalı şan bir Türk polisi, onu ziyarete gelir: - Beni affet der, ben fakir bir adamım. Karıma ve çocuk larıma yiyecek götürmek zorundayım; ancak kurtarabileceğim bizimkileri kaçırabiliyorum. Sen burada yarın tutuklamrsın. İyisimi benim eve gel, orada kal, en iyi sığınak orasıdır." Bey, adamı izlemiştir. Böylece en tehlikeli takiplerden kurtulmuştur. Sonra bakmış ki daire daralmakta, cüret dolu ha reketlerle barajı aşmış, kendini Bulgaristan'a atmış. Bu, bin olaydan sadece biri. O yakın dayanışma olmasay dı, mücadele mümkün olamazdı. Ekim 1921 de, İstanbul'da, yol arkadaşım Celalettin Arif 45
Bey ile, Celio gemisinde geçirdiğim dört gün içinde, çok za lim muamelelere tabi tutulan Türk halkmdaki büyük cesareti daha yakından görebilme imkanını bulmuştum. Ankara' ya gi diyorduk, gemimiz, İngiliz polisi tarafmdan, çenber içine alın mıştı. Ama, İstanbul'da kalbur üstü kim varsa, geldi, Türk milletinin bu ünlü meb'us ve hukukçusuna saygılarını sundu. Celio'nun salonları bu kalabalığı tamamen alamıyordu, kala balık, şafaktan geceye hep geldi, onu dinledi durdu. Müşir İzzet Paşa gibi, ona Padişahın mesajlarını getiren (muteber zevat) bile, tanınmamak olanağım bulabilmek için, ortalığın sisli olmasını tercih ederlerdi. Ama, küçüklü büyük lü, hepsi bilmezmiyidi ki, İngiliz polisi bunların listesini ha zırlamaktadır ve ilk fırsatta bunun öcünü onlardan alacaktır? Akşam, tanınmış Avrupalılar da gemiye gelmişti. Ünlü bir milliyetçiyi yakından görüp inceleyebilmek için. O da, hasmının, kendisini zorlama yönündeki kudretsizliği ne ka dar net ortaya çıkıyorsa, o kadar büyük bir davranış içine gi riyordu. *#* 1918 den bu yana, İstanbul'daki İngiliz ekibi, değiştiril medi, yenilenmedi. Bu ekip içinde safkan İngiliz pek azdır. Buna karşın, Britanya üniforması giydirilmiş, albay yada ge neral yapılmış bir çok İngiliz - Levanten (yani İngliiz - Tatlı su frengi) karışımı kişiler vardır ki, işin gereği bu rütbeleri al mışlardır. İş bitince, bu geçici unvanları kaklakacaktır. İngilizleşmiş tatlı su frenkleri, savaştan çok ticarete yat kındırlar ve bu çift nitelikli durumlarım tam bir çıkar aracı yap maktadırlar. Her çeşit vicdani sorumsuzluk ile, piyasaya va kıf, Britanya bayağı altında şahsi işlerinin çabası içindedirler. Herşeyi para haline getireceklerdir. Londra gözlerini yuma46
cak, kulaklarını tıkayacaktır. Zira, yerlerini kayacağı adam yoktur. Başarısızlıklar çoğalacaktır. Herşeye rağmen, bunlara se bep olanlar oralardan alınmayacaktır. Arada teklif yoktur. Girişimlerini, atılganlıklarını gönül lerince tamir ederler. Öngördükleri işlerden hiç biri eksik kal maz. Aldıkları direktif değişmez cinstendir: Milliyetçileri yok etmek, Fransız nüfuzunu yok etmek, tüm araçlarla bu iki teh likeye karşı koymak ve meşhut cürüm halinde, hatta daha fe ci vaziyetlerde yakalanmamak! Yalandan tanındığı zaman İngiliz davranışı çok basit: İs tanbul'un Beyoğlu ve benzeri yerlerindeki karışık unsurları kullanmak, şarlan kalıntılarından oluşma bu bataklık içinden, her çeşit haydutluğa müsait bir takım şirketler çıkartmak. Bun ları, biraz yetiştirdikten sonra, Türk mukavemet hareketinin her zayıf noktasına saldırmıştır İngiliz politikası. Yapılan işteki başarısızlık gerçekten çarpıcıydı. Böylesi ne bir (kara dizi) karşısında bir parmak olsun gerilememek için ortada İngiliz inadının bulunması gerek. İstanbul civarında, Celio gemisinde, 4 Kasım 1921 de ben bunu not ederken, Ge neral Harington'un mahut komplosu denilen davramş, Avru pa hükümet merkezlerini aşka getirmekteydi. Bir kez daha, İngiliz politikasındaki kımıldamaz toru mun serinkanlılığı karşısında eğilmemek haksızlık olacaktır. Başarısızlık canını yakmaz onun. Şaşmadan, şaşırmadan, hiç bir engel tanımadan yoluna devam eder. Ajanları basan geti rememiş: Ne gam! onlara dokunmak yoktur. înisyatif ve di siplin imtiham geçirmişlerdir, çünkü başarısızlık tecrübe üs tüne büyük okuldur. İstanbul, İngiliz - Yunan filolarının toplan altında, kur47
takış bekleyen fakat bunu açığa vuramayan bir güzel esiri an dırıyor. Konuşma zamanı gelince, kimbilir ne patlama olacak; bugün böyle bir şey cesaretlerin en çılgını olur. Bununla bir likte İngiliz cephesinde çatışma var. Şimdi tüm İstanbul'u bir kahkaha etrafında ilk defa birleşik hale getiren o komplodan bu yana, sivil ve askeri makamlar çatışıyor. İstanbullular da bu komedi karşısında eğlenip duruyorlar. Burada, üç yıldan beri, İngiliz mandası kampanyasında beş adam, başı çekiyor. Bunlar, İngiliz Pastör Rahip Frew, Sa it Mollar, Mustafa Sabri, Miralay Sadık (Albay) ve Ali Ke mal'dir. Bu sonuncu isim, bana söylendiğine göre, tam kana at ile hareket eden tek Müslümandır. "Hürriyet ve İtilaf" partisinin, ilk anlardan itibaren başı bulunan bu faal kişiler, İngiltere'nin dama taşlandır. İngilte re'nin onlar için harcadığı para hayaller dışında kalır; Oyun öylesine büyüktür. Bunda kazanmak demek, uzun süre Müs lüman inkılabını yoldan çıkarmak demekti. Damat Ferit, bu gayretin daima başındadır, ruhudur onun. Bir zamandan beri, Frew, Sait Molla, Mustafa Sabri, Sa dık Bey ve Ali Kemal beşlisinin hisse senetleri düşük kıymet ler göstermektedir. İngiliz yüksek komiserliği, hoşnut değil dir ve onları hep soğuk karşılamaktadır. İstanbul Türkleri, onlann son başarısızlığı ile pek de açık alay etmeye başlamışlar dı. Ne pahasına olursa olsun, bir büyük darbe gerekliydi. Da mat Ferit sabırsızlanıyordu. "Hürriyet ve itilafın büyük baş lan büyük komplo hazırlığına karar verdiler, zira keseler bo şalıyor, sert kavgalar suikastçılar bölüyor ve onca gayretin işe yaramaz oluşu karşısında, İngiliz arslanı kükrüyordu. İngiliz askeri polisinin üçüncü şubesine para veildi. En aşağı cinsten bir maceracı olan Muzaffer adında biri, daha ön48
ce, birkaç kez izmit'e gitmiş,milliyetçilerin güvenini kazan maya çalışmıştı. Bu defa müteşebbisleri avlamakla görevlen dirildi. Bir takım yüz kızartıcı mektuplar hazırlatılarak, bun lar, en gözde milliyetçilerin ceplerine konuldu. İngiliz polisi gidip bu mektupları, o ceplerde bulacaktı. İnsanların üstünü aramak da nihayet sonuç vermeliydi. Bu mektuplarla, tutuk lamalar yapılabilirdi. Bununla birlikte, milliyetçiler, İstanbul'da öyle bir polis örgütüne sahiplerdi ki, her türlü tasavvurun üstünde idi bu dü zenleme. Bu suretle, meselenin ortaya çıkarılması güç olma dı ve her gelişim dikkatle izlendi. Bir gün Muzaffer Bey tu tuklandı, hapse atıldı. Adamın hiddeti o hale gelmişti ki, ba zı girişimler hayal ederek, yüksek komiserliğe bir mektup dö şendi, ifa ettiği hizmetleri bir bir saydı,edilen vaatleri hatırlat tı ve sonunda acele tarafmdan kendisi ve ailesi için, mahsu ben, beşyüz Türk lirası gönderilmesini istedi. Mektubu, bir dostu ile göndermişti. Talep, gönderildiği yere gitmemişti. Muzaffer, şaşkın şaş kın ikinci bir mektup yazdı, bunda birinciden de söz ediyor du. Bu mektup, yerine gitmişti.Böylece, general Harington, komplonun farkına varıldığını, meydana çıkarıldığını anla mış oluyordu. Bir sabah, üç müttefik komiser, acele toplantıya çağırıl dı. Komplo onlara açıklandı: Bir Türk kumandan General Haington'u öldürecekti. Sonra, İstanbul'daki milliyetçi şefler ik tidarı alacaklardı. Bu, en vahim durumlardan biriydi. Derhal tedbir almak gerekiyordu. General Pelle'ile Marki Garrani şüpheci kişiler dir. Bu nedenle, delil istiyorlar. İngiliz yüksek komiseri şaş kınlık geçiriyor. Elde, büyük sayıda Samsun'dan gelme siga49
ralarm izmaritleri var. Bunları Üsküdar'da bir evde bulmuş lar. Milliyetçilerin ceplerinde de mahut mektuplar, mahsul toplar gibi bulunmuş ve de sayısız şüpheler. Fransa ile İtalya: - Bunlar az, bunlar yetmez. Demişler. İngiliz yüksek komiseri İsrar ediyor. Mahut komplonun oluşması bütün kentte hazırlanmış, iyi düşünen gazetelere ha berler verilmiş, makaleler hazır. Fransa ile İtalya, gülümseme ye devam ediyor, meseleyi ciddiye almayı reddediyor ve tu tuklamaların ertelenmesini öğütlüyorlar. General Harington, suya saplanan bu kılıç darbesi ile or taya çıkan gülünç durumu açıklamak için Londra'ya gitmek zorunda kalıyor. Fakat İngiltere tahtı ile akrabalık halinde bu lunması, resmi suçlamaları önlüyor. Dönüyor, görevi basma geliyor. Bu traji-komik olay her gün oynanan, gizli kanlı ger çek trajediler yanında sadece anlamsız bir olay. Damat Ferit, "Hürriyet ve İtilaf" Yunan istilaları, İstan bul'da Anadolu'da entrikalar, bütün bunlar, acımasız feda edi len binlerce yaşam ve saldırının kuvvetlendirdiği bir nefretin ağır ağır oluşması demekti. Olayı teşvik etmiş olan tatlı su fren gi de şimdi bunun kurbanı. Şehrin üstünde gezen gizli sıkın tı ona da bulaşmış, fakat o Müslüman unsur yanında bin defa yönsüz kişi olduğu için, durumu çok müşkül. Zira Müslüman halk, hedefini bilmekte, savaşının bilincini taşımakta. Muazzam şehrin içinde, onca felâket yanında en ileri umursamazlığa beşik sallayan, sıkıntıdan kınşkınş olmuş çeh releri ve de hareketsizlik derecesindeki kayıtsız kişileri okşa yan o göz kamaştırıcı güneşin altoda bütün çelişkiler, bütün zıtlaşmalar dirsek teması halinde. Ateş renklerinin sağladığı kısmi gölgeler, en geniş bir ufuk üstünde, büyük büyük koşur. Her yerde, varlıklarını kamtlar. Kaldırımları ve yol ortasını 50
kendilerine almak suretiyle, İngiliz subay ve erleri, ellerinde ki bastonlarla oynamakta, topuklarım vurmaktalar. Bazan da, kendi şahıslan kendilerini rahatsız eder. Müslim halk dikkat le ve göstere göstere başını çevirir, bakmaz suratlanna. Bu kez Hıristiyan unsur, onlara çekingen bir nazari abakar. Bunlar, ya kın Şarkta, hem beraber hem yapayalnızdırlar ve çaresi de yoktur. Mısır'da, Hindistan'da olduğu gibi. İstanbul'da, yoldan geçenlerin kederli bakışlan ve abus çehreleri, gizli gizli yaşayan tehdidi daha belirgin hale getirir. Bu nedenle, orada İngiliz subaylar toplu ve silahlı gezerler, oy sa, Fransız üniforması, tek başına, açık açık, görünür biçim de alaycıdır, İngilizin can sıkıntısı karşısında; ve mavi ufak karşısında, Müslüman kalabalık tebessümünü bulur. Bütün mesele buradaydı. Fransa' mn doğudaki bu itibarını İngiltere kabul etmek is temiyordu. Bu itibar, onun doğu politikası üstüne, çekilmez,canlı bir tenkit sebebi oluyordu. Her yerden fazla da İs tanbul'da kendini kabul ettiriyordu bu Fransız itiban. Bizler, herkesin sempatilerine sahip olmakla, bir hareket kolaylığı içindeydik. Müttefikler işgalinin ilk zamanlarında, bizim subaylar, şeflerinin baskılı emirleri üzerine, İngiliz arkadaşlan ile bağ lantı kurmak istediler.onlar ise, açık biçimde bunu kötü kar şılaşmış ve iki cephe arasında bölünme olmuştur. Her taraf, yaşantısını da, zevklerini de kendine göre ayarlamıştır. Az sonra, İngiliz kampı çatışmalara başladı, önce yavaş tan aldılar, sonra, giderek şiddetlerini arttırdılar. Bizimkiler, uzun zaman anlamak istememişlerdi, tecavüz onlara öylesi-
51
ne anlamsız geliyordu. Oysa olay, mükemmel bir mantık ta şıyordu. 16 Mart 1920. İstanbul bu facia gününde, İngiliz yumru ğunun kendisine yöneldiğini hissetti ve İngiliz-Fransız bera berliği açıklık kazandı. Birçok Fransız subay, Türk subaylar la dost olmuştu, hepsi milliyetçiydi ve sakınmaksızın şehrin içinde idiler. Gerçek bir arkadaşlık birleştiriyordu onları: Ay nı dilden konuşmak, aynı kitpalan okumak dostluk kurar.tabiatıyle, hiçbir yönden haklı sayılamayacak o kaba tecavüz Türk dostlara darbesini indirince, Fransız subaylar, düşündük lerini belirtmekte tereddüt etmediler. O gün İstanbul, İngiliz üniforması karşısında tam bir gör mezlik halinde bulunurken,Fransız ufuk mavisini, rütbesi ne olursa olsun, uzun uzun selamlamakta idi. İşte, sıcağı sıcağına alınmış bazı notlar ki, İngilizlerin müttefikler hayaline kesinlikle son verme isteklerini berrak şe kilde ortaya koymaktadır. Pera'nm Büyük caddesinde (Beyoğlu İstiklal Caddesi) beş ile yedi arası tarif edilmez bir insan yığıni: Yeryüzünün bütün kalıntıları, bilinmez geri zekalı, beceriksiz, yalnızlık içinde bir kitleki, ancak İngiliz üniforması görünce yumuşar. Tatlısu Frengi ingiliz subaylar, elde sopalan, geçiyor ve Lövanten olduklan için, bunu unutturma gayreti ile daha da faz la kasılıyorlar. Sırmaların sayısını hesap etmek ne mümkün.Bunlar, çavuş bile olmadan albay oluveriyorlar. Birkaç tane hakiki Anglo-Sakson, bunlar meslekte subay dır, tüm emperyalizmi ile eski İngiltereyi temsil etmekteler; muzaffer edalanyla o laçka Beyoğlu halkım yanp geçiyorlar. Bir kısmı da enine boyuna, otolarda, arabalarda yayılıp otu52
ruyor. Şoförlerle arabacılar sürat yarışındalar, bakalım, yaya nisanı hangisi ezecek. Taksim-Şişli tramvayı geçiyor, her zamanki gibi dolup taşmış. Yanında karısı ile, bir Fransız subay biniyor ve ön sa hanlıkta kendisine bir yer arıyor. İçerisi tıklım tıklım dolu ve kadınların önde durması yasak. Fransız kadın tereddüt ediyor, duraklıyor; o esnada bir Türk subay yerinden kalkıyor, o yeri kadın yolcuya veriyor. Fransız subay, karısı adına teşekkür edi yor ve iki erkek dostça bir kaç kelime konuşuyorlar. Az sonra, iki İngiliz hemşire, oraya girme çabasındaîar. Üstlerinde resmi hemşire üniforması var: yaz kıyafeti ve kır mızı bandlı hasır şapka. İtişe kakışa, ayaklara basa basa, bir tanesi içeriyegirip ilişebiliyor, öteki ön sahanlıkta durmak is tiyor. Orası kadınlara yasak. Türk vatman ve biletçi, bu anar şinin içine biraz düzen verebilme amacı ile uğraşıp duruyor lar. Hakkı olmayan yerde duran kadma, kadınlara ayrılmış bölmede yer bulmak istiyorlar. Bir takım sert (Noo) 1ar, Türk lerce anlaşılması imkânsız acaip sözler, bu iyi niyetli gayrete karşı geliyor. Harpten yorgun çıkmış bu insanlar, boş veriyor, mücadeleye yanaşmıyorlar ve hasımlarım bakıcılar, zafer ka zanmış gibi, yerlerinden kımıldamıyor ve hasımlarını tepeden tırnağa süzmeye başlıyor fakat bu pek az kadınca olan kaba lıktan o kişilerin nasıl tiksindiklerinin farkında bile olamıyor lar. Fransız kadın ise, yerinden gülümsemekte. Bebekte, tramvay, Galata köprüsü istikâmetinde yürü mek üzere. O anda Boğaz olağanüstü. Gurubun ilk ışıklan ha fif şınltı sesleri veren akıntılı su üzerinde titreşimler yapıyor,onu bir güzel renklendiriyor; gökte sonsuz sadelik var. Herşeye rağmen, yaşanacak yer işte burası. Bir İngiliz asker, ön sahanlığa çıkıyor. Vatman, bu yerin 53
subaylara ve polislere ayrıldığını ona anlatmak isityor. Cevap: (Noo) dur. Kontrolör gelir, birçok hizmetli gelir. Onlara da Noo! Bu İngiliz Noosu, İstanbul'da ve Pera'da (Beyoğlu) dar bı mesel haline gelmiş. "Müttefikler subaylarına ve Polise ay rılmıştır" ibaresini taşıyan levha İngiliz'e gösteriliyor. Cevap yine Noo! Bari biri çıksa, bu inatçı kişiye bir bilet uzatsa! O, dişlerini gıcırdatıyor, sahanlığın ön kısmına yumruklanyla güm güm vuruyor, sopasıyle de vuruyor ve (Noo, Noo) diye kudurmuş gibi gürlüyor. İsrardan vaz geçiliyor; nihayet tram vay kalkıyor: İngiltere'nin zaferidir bu! Bir saat sonra, aynı araba Arnavutköy yolu ile Bebek'e dönmektedir. Genelkurmaydan iki Fransız subaydolmuş bu lunan ön sahanlığa geçmek isityorlar. Bir İngiliz subay, genç bir anglo-sakson kızı belinden yakalamış ve vatman yerinde ki manivelâlı yere dayamış, flört ediyor. İngiliz subayın sırtı, arabanm çalışmasına hepten engel olmakta. Vatman, adamın sırtına hafifçe dokunuyor: "Pardon mösyö " diyor sıkıntısın ifa de etmek için.. Ama adam, kızgın bir tavırla, başım çeviryor, bir küfür savuruyor, yine ilk durumuna dönüyor. Bu defa, vat man, kontrolöre, Türkçe bir kaç kelime söylüyor, hiddetini be lirtiyor. Fransız subaylar, bir diplomatik olay çıkmasını önlüyorlar. Onlara bu acele davranışlarından dolayı hep sitem edi lecektir. Tramvay, İngilizin sırtı ile engellene engellenen kap lumbağa yürüyüşüne devam edecektir. Şüphesiz, yalnız tramvay hikayeleri yok, ciddiyet dışın da sarhoşluk olayları, kırbacın kötü kullanılması olayları da var.Bütün bunlar, Mısır ile Hindistan'ın bağımsızlıklarını is temeleri hakkında daha iyi bir fikir veriyor. İstanbul'da akşama doğru saat beş Kapalı Çarşı alaca ka ranlığa bürünmüş, halı bedesteninde, Türk halıcılar dükkan54
lan önünde oturmuş, işlerin zor olduğundan söz ediyorlar. Müşteri az. Fransız subaylar geçiyor, daireye*, fan falılara faakıyorlar. Satıcılar, dostça gülümsüyoriar. omlar da uzaklaşıyor. Yarımda subayları ile bir ingiliz albay, eski bir Buhara ha lısı önünde duruyor, halıya bakıyor, mm ehyle tartıyor ve kı rıcı, kibirli bir sesle fiyatını soruyor. SöyMâkleri fek. heceli anlaşılmaz sözler. Hancı cevap veriyor. Albay tptmomş, sö vüyor, satıcıyı elindeki sopa île tehdit edKym; soma kıymetli halıyı çivilerinden çekiyor. Hah, tam kadifem»! ihtişamı ile yerde yatmakta. Satıcı, hareketsiz duruyor. alkış kakhnyor ve o sırada, nereden çıktıkları belli olmayan Terk askerler atılı yor ortaya. Yetişiyorlar. İngiliz SMbaylan g^kfadfcç alıyorlar. Onlar tereddütteler. Ne olacak şimdi? Son günlerde çok görüldüğü gibi, kavgamı çıkacak?Bunlar, ozamanın sert egemenleri hesabına iyi olmuyor. Zavallı Buhara fahsmı tek meliyor, loıfürler savuruyor ve çekip gJdtpMfar. Gittiler kayboldular. Türk askerler orada otusramışlar, et raflarında esnaf toplanmış. Kahve tepsisi efcbşıyDE; sîgaralaryakıhyor ve yavaş sesle, Anadolu teberim yoramlanıyor. Gece olmuştu. İstanbul'da o saalifeınde dHasaHieeek tek bir üniformalı İngiliz askeri düşünuleınez^BuMalkaı^^ sız subayların çoğu dolaşır, gider, gelir, lüçbir şeMdte fslamm sövgüsüne maruz kalmaz. Sevdikleri spoai; ay ışıklı gönlerde eski surlan oto ile dolaşmaktır Fransız ümilbEBnası en işe ya rar himaye edilme şeklidir. . Taksim meydanında akşam saat ornlm; iteps IRaşa Cadde si. Gece nefis. Bu semtte oturan Frangazfar. evlerine yaya dö nüyor, gecenin tadım çıkarıyorlar Sanki kemü Şikelerinde bir taşra şehrinde imişler gibi, gruplar Imbinyle fiftyor. Güçlüklerle geçmiş bir günün, çslgm ^aanstaom cartaya ar55
tıklan çelişkili haberlerin yarattığı sinirlilik sonrasında, bu ne rahatlık, ne gevşemedir! Esirinin sevimliliği, o kıyaslanmaz se vimlilik yemden doğuyor, içini döküyor. İyimserlik çabuk adımlarla gelmekte, hem burası, yeryüzü cenneti değil mi? Ama bir çatlak ses duyulur, bir İngiliz devriyesi geçer; talih ka dar katı. Ey kaderin istihzası! Ey intikam! Acaba hedef ola rak neyiseçecek! Günlük sert çalışmalar sonunda bir araya toplanan ve dinlenen askeri otolar arasmda,İngüiz subaylar, olunabildiği kadar sarhoş halde, aradan çıkmak için yol ararken, kerih ses leri yükselir; yumruklarda karışır bunlara. Ahenktennasibi bu lunmayan şarkılar, birden bire.bu suskunluk aşıklarının en mahrem düşüncelerini açığa vurmuş olur. Devriye yaklaşır, bakmaz, geçer. Hiçbir şey görmemiş, duymamıştır. İngiliz şa matası, şamata sayılmıyor. Bir yaşlı Türk diplomat, bu sahneye uzun uzun bakmış, küfürleri dinlemiş, sonra Avrupalı dostlanna dönerek: - İşte, demiştir; İngiliz huzuru bu. Bizimkinden daha mı iyi? Ne dersiniz? Ben, Anadolu'da gördüğüm o büyük sakinliği, düzeni ha tırlamıştım. 15 Mayıs 1922 İngiliz şehri haline gelmiş yabancılar İstanbul'unda, men gene yavaş yavaş sıkıştırıyor; cezalar, acımasız, dolu gibi ya ğıyor, müsadereler ulu orta yapılıyor; merhametsiz bir sert likle... Böylece, Türkler anlıyorlar ki, İngiliz siyasetinin ön derleri, kuvvetli kararlar almışlardı. Yakın tarihde, Mayıs 1922 de yatıştırmaya benzer birşey 56
görülmüştü, iyimserler memnundu, makul kişiler kafalarım sallıyorlardı. Bilmezler miydi ki bu kısa sakinlikler ardından şiddetli davranışlar gelir? Haklan vardı.Şiddet hareketi her zamankini aşmış olarak gözüktü. Acaba, bu, daima sakınıl ması gerekli birşeye çarpmaktan mı ileri gelmişti? İngiliz po lisi ve yüksek memurlar, sükûneti, ölçüyü kaybetmişlerdi. Nefretle irkilen en büyük karınca yuvası şehirde müşterek düşman İngiltere'ye karşı birleşiyordu. O ise, yumrukla, kam çı ile, hapisle, para cezası yada gaspla karşı koyuyor ve böy lece, bir kıt'adan ötekine, tüm İslam dünyası içine yayılma sına sebep olduğu milli güç kavramının ibrte dersini herkese belletiyordu. Acaba, Müslüman dünyada, varlıklı bir aile var mıdır ki, kendi mensuplarından yada dostlarından biri, arasıra, siyasi yada ticari amaçla istanbul'a gitmesin? Hepsi, yakınlarında ki savaşm yaşam kavgası ve ümit dolu havası içine girip çık maktan hoşlamyordu. Sabah Pera'dayız (Beyoğlu). Sıcak saatlerin öncesinde bir serinlik var. Açık havadaki satışlar hızını almış, en hara retli anlanndalar. İngiliz polisleri, sopalan ellerinde, alıcıla rın da satıcıların da bacaklarına vurup geçiyorlar, müdahale de buhmmalan için, onlar gözünde herşey bahane. Kalabalık mukavemet etmiyor, sadece yazıyor bir kenara. Bir tavuğu ba şı aşağıda mı taşıyorsunuz. Beş lira! Şayet anlamayıp da bir kelime söyleyecek olsanız on lira! Yine şayet bir patlama ha reketi ya da protestoda bulunacak olsanız, yirmi lira, otuz, kırk, lira! Bu da o cesareti gösterenin önemine bağlı. Bir yiyecek, maddesinin tazeliği şüpheli ise, yirmi lira! Ama^ bu vergiyi ödediniz mi, sakat malı yine satabilir, işportanızı yol üstünde bırakabilir, tavuğunuzu yine başı aşağıda taşıyabilir, para bo-
57
zaıksBİfflfeî^aMkjÎKî-ç^styolsuzluğagidebilirsiniz. Öde diniz ya, üst tarafı önemli değil. İngiliz polisi, îasgele bir dfiHcana girer. Dükkan sahibi aıriamaımşiır BiAaç lîra uzatın yetmez bu para. Adam gider, sonra geri döner, bir şey bulamaz, dışan çıkar. Eşikte, havayı kdüaı^upidiMışieytefceifeimigin Gerçek yada hayali, böy le birkötökcimi^inıOtıızlna. Adamın biri, merak etmiş, dur muş bakmakladır olaya; yüzânde hayret ifadesi var. Doğru en yakın karakola: orada, kendi gibi bir hayli insana rastlaya caktır. Ya beş lira serecek, yada karakol damındaki terasta bir saat zoraki yürüyüp sapacaktır. Cin fikirliler öderler, giderler. Safdiller, yörnoeyi tercih ederler. Bir saat sonra, dururlar, ayaklan y^mdmuştur. Bu defa yirmi lira yada bir saat daha yü rüyüşe hükmedilir. Adamlar inat ederler ve devam ederler. K a m p gayret yerir onlara. Ama üçüncü saat elli liradır. O za man kendilerinden geçer, oyunun farkına varrr, meselenin son bulması i d o n e istenirse verirler. Bir tipografi işçisi erine dönmektedir. Polisler durdurur, adamın üstünü ararlar İstanbul'da o saatte herkesin temkinle taşıyacağı bir tabanca bulunur üstünde. Alışılmış ceza yirmi liradır. İşçi, bu parayı vermeye hazırlanır. Bu kez, parayı kır ka çıkanriar. İtiraz eden Altmış olur. Bunu da reddeder. Üs tünü tekrar ararlar. Yem aylık almıştır: Seksen iki lira. Hepsini alırlar. Afe adapunn Fransız Palronu. ertesi gün, bu parayı İngiliz polisinden geri isteyecektir ama alamayacaktır. Fransız patamı ürtüiü ödenekler kasasma başvuracaktır. O da çabucak İnaammiştnı Bu işlerin vekilharcı da albay Maxwdlluin eşi îraessesadi ywktur bu adamın. Cezalar yaramda, bir de müsadereler var. Büyük sanatçı58
lar asıl burada değerlerini gösterirler. Bir kaç ay süre ile iyi ai le çocuğu Türkler, evlerine dönmeye teşvik edilmiştir. Bunun üzerine, adamlar, güven duygusu içinde, o tahrip edilmiş ev lerini tekrar döşemişler, boş çekmeceleri doldurmuş, ne saklayabildilerse ortaya çıkarmışlardır. İşte o zaman kaçınılmaz olay gelir başlarına; bir İngiliz subay kapılarını çalar. - Bir saat içinde, ben buraya taşınacağım, yerleşeceğim. Der. Ev, çevrilmiştir. Gitmek şart olmuştur. Hem de eksik olanları, örneğin, bir düzine çarşafı, kahve fincanlarım, bula şık takımını düzenlemek gerekecektir. İngiliz keyfinin icat edeceği başkaca acaipliklerde çaba. Bütün bunlar, kızgın bir şaşkınlık yaratır. Doğu, kendisi için yeni olan, İngiliz memurunun rüşvet yemesine alışık de ğildir. Son yıllara kadar, İngiltere sözü, onda, soğuk da olsa, gayri şahsi ve umursamazlık halinde de olsa bir adalet duygu su uyandırmakta idi. Bu kez görülüyor ki, İngiliz sömürge adamını bir intihar çılgınlığı tutmuştur. Feci olaylar yanında, neşeli olaylar da var. Mesela, Sad razam, sürat fazlalığı yüzünden otosu içinden alınmış, kara kola götürülmüş. Bir büyükelçilik sekreteri, vapur tam yanaş madan iskeleye atlayacak olmuş, o da alınmış. Adam İngiliz değil elbette. Gayretkeşlik kimseyi korumaz, uzaktan yakından anglosakson olanlar hariçtir. Söz konusu olanlar Militan Türkler ise, derhal ceza yoluna gidilir. İstanbul'da her düşünceden insan şöyle konuşuyor: "Bun lar, İstanbul'u asla bırakmayacaklar." konuşanlar, aynı za manda her kaynaktan insan; kimi rahatsız olmuş, kimi razı ol59
muş; çoğu kudurmuşcasma öfkeli, çünkü şehrin dörtte üçü ha rap edilmiş. İstanbul, Anadolu'dan da, Trakya'dan da koparılmış du rumda ve sefaletle, hoşnutsuzlukla, entrika ile dopdolu. Şe hir, bugün kendisinin ancak bir hayaletidir ve tükenmez deni len o güzelliğinden her gün kayba uğramaktadır. Ancak, bu göstermelik uzlaşma halinde, kendini savun ma yolunda nasıl da gerçek bir irade sahibi! Herşeyini bu yol da yitirmiş insanlar yepyeni bir güç, yepyeni bir karakter ta şımaya başlıyorlar. İngiliz Polisi, yeni ipuçları bulmuş. Birden, hayretler içinde, Türk unsurun burada nasıl egemen olduğu nun farkına varılmakta. *** Tüm Türkler için İstanbul geçmişi, Ankara, bugünü tem sil eder. Biri düşman elindedir, öteki direniş hareketinin kale sidir. Doğu ülkelerinde, İngiliz hatasının başta gelen yeri olan İstanbul tüm dünyaya, eskimiş, anlamsızca keyfi, kendini hak lı gösterebilme yolunda büyük imkânlara sahip ve düzenli bir politikayı sergilemektedir. Bu kadar büyük şiddet altında bir köhnelik saklı. Büyük patırdılarla yapılan işgaller, en uzun sü ren işgaller olmuyor. Halen, zavallı Fener politikası ile onun kısır ebedi poli tikası bir değer mi taşır? Neylenir ki, İstanbul'daki İngiliz dav ranışı bu çürük tahta üstüne basmaktadır. Türklerle savaştığı gibi, bizlerle ve eserlerimizle aynı acı biçimde savaşmakta dır. İngiltere, Rum ve Yunan kötülüklerini kendine yardımcı seçmiştir. İstanbul'da düşman karşısında herşey kaçırılıyor; düşma60
nın ele geçirebildiği sadece gölgeler. "întelligence Service" rüzgar ekmiş, fırtına biçmektedir. Milliyetçi düzen, her gün kazanıyor. Acaba, bizlere bu il giyi göstermekte niçin ısrarlıdırlar? Bunun nedeni, Doğu'daki Fransız - İngiliz anlaşmazlığının giderek daha görülür ha le gelmesi mi? Hayır, Türkler, müttefikler arasındaki bozuk luklar üstüne hesap yapmaktan çoktan vazgeçmişlerdir, zira hep onların kurbanı durumunda kalıyorlar. Onların bizler kar şısındaki tutumunu ifade edebilecek bambaşka bir sebep var. Türkiye'deki 1908 ihtilali ve şimdiki milli güçler bizim nüfusumuzu yadırgamaz. İşte İngilizlerin affetmediği budur. Bizim okullar, bizim kitaplar olmasaydı, yem fikirler bu de recede süratli yayılmazdı. Bizler, bilmeyerek de olsa, Doğu nun bu büyük hareketine, ilk anından bu yana hep katılmışız. Doğu'da yaşayanlar, gerçeği anlamakta bu kadar geç kalışı mıza hayret etmektedirler. Hatta, 1870 yılından sonra bile, Doğu'daki saygınlığımız önemli ölçüde azalmadı. İngiltere, İtalya, Avusturya, Alman ya, bu saygınlığı yok etmeye hep çalıştılar. Büyük, rahip ya da dindarların yönettiği okullarımız, Doğu'da sürekli prim yaptı. Bu da onların iz'anı, bilimi ve feragatleri ile olmuştur ki, kimse gerçekten bu işin farkında değildir Fransa'da. Bir Ga latasaray lisesi nedir? İstanbul'da yeni vefat etmiş olan M. Blanchong, o şehirde otuz dört yıl öğretmenlik yapmıştır. O da, birçok Fransız meslekdaşı gibi, 1914 de görevinden ayrıl mıştır. Müdür Salih Arif Bey'de Almanlara cesaretle kafa tut muştur. Tüm savaş boyunca dersler yine Fransızca okutulmuştur. Alman yüksek kumandanlığmca öngörülen karşılık lar da hiçbir işe yaramamıştır. Müesseseye sokulan Alman 61
hocalar kendilerini öylesine yalnız hissetmişlerdir ki, üst ta rafını beklemeksizin kendiliklerinden çekip gitmişlerdir. Galatasaray lisesinin 1868 de kuruluşundan önce, Türki ye'de ilk öğrenim sadece mahalle mekteplerinde olurdu. Yük sek öğrenim ise, medreselerde ve özel okullardaydı. Orta öğ renim, yani lise tedrisatı meçhuldü. Fransa Büyükelçisi Mösyö Bouree, Türk hükümetini, İm paratorluğun başlıca şehirlerinde lise öğrenimi açılması yo lunda teşvik etmiştir ve Abdülaziz'in himayesi altında, ilk de neme olmuştur. Müslümanlar, Gregoriyen Ermeniler, Rumlar, Bulgarlar, Katolik Ermeniler, Latinler ve Yahudiler arasında yüzelli burs verilmiştir. Bu da işin çekirdeğini oluşturmuştur. Paralı öğrenciler ise, kaynak farkı gözetilmeksizin kabul olun muştu. Fransa, müesseseseye, yılda beşyüz bin franklık bir ma li destek getirmiş, yönetim ile öğrenimin büyük bir kısmı, Fransız yöneticilere verilmiştir. Öğrenim, Fransa üniversite programına ilave olunan modern Grekçe ve Şark dilleri ile, zo runlu olarak Fransızca yapılmaktaydı. (Revue des Devx Mondes'un 15 Ekim 1874 tarihli sayısında, Galatasaray Lisesi ilk müdürü Mösyö De Salve tarafmdan yayınlanan yazı). Rumlar, İmparatorluğa güç ve ahenk katacak her işte is teksiz olduklarından, kendi dillerine ayrılan kayıtlanmış his seden hiç memnun değillerdi. Galatasaray, ilkin kasırgalar içinden geçti fakat ardından, o ana kadar görülmemiş bir basan sağladı. Bu basan, ırk kav galarının son bulması idi. Hoşgörü derecesi öyle oldu ki, kim de peşin hüküm varsa yok etti. Salih Arif Bey'in, savaş yıllannda görülen cesur davranışı, Almanlann İstanbul'da egemen oldukları zamanda bile, lisenin şöhretini korudu. Ancak bu da, 62
iki kış, yiyeceksiz ve yakıtsız geçirmesi pahasına oldu. Türk ailelerinin bağışlan, okulun kapılarının asla kapanmamasını sağladı. Herşeye rağmen 1916-1917 yıllan arasındaki dönem de, aşağı yukan hepsi Türk, dokuz yüz elli öğrenci Galatasaraya devam ediyordu. Bugün, bu sayı, yaklaşık, binbir, Liseyi 1921 de ziyaret ettiğim zaman, Abdül Hamit'in genç bir oğlunu, kederli, in ce çehresiyle, militan milliyetçilerin ve İmparatorluk sarayı nın yüksek memurlannm çocuklarıyla aynı sırada otururken görmüştüm. Sınıflann, yatakhanelerin intizamına, mutfakta ki temizliğe, çocuklann akıllı uslu oluşlanna, öğretmenlerin sabnna bayılmıştım. Galatasaray'daki büyük defter de Türkiye'nin en tanın mış isimleri vardır. Milli gücün açılışını görmek içinde bu defterin sayfalarını kanştırmak yeter. Hamdullah Suphi Bey 1921 de, Ankara'da (Maarif Vekili) olunca, Anadolu'nun tüm okullannda, Fransızca dersim zorunlu kılmıştı. O da Galata saray'ın geleneklerim takip etmişti. O ki, Fransızca'yı, bir Fransa Fransızı gibi konuşmaktadır. *** Dört yıl anlaşma şartlan altında kalan, Batı Anadolu ile Trakya'nın işgalinden etkilenen, onlardan akan binlerce göç mesini sinesine alan ve buna Sovyetlerden kaçarak oraya ak mış Rus dalgasını da katan kozmopolit İstanbul'da sefalet iğ rençtir. Türk'ün felaketi kendini gizler. Türk, acılarını sergilemiyecek kadar soyludur. İstanbul denilen o koca semtte, yangın dan nasılsa kurtulmuş, camiler var, ahşap evler var. Küçük As ya'dan gelen göçmenler yığınını, Trakya'dan gelenleri, hatta 63
Girit'ten gelenleri Kızılay buralarda misafir ediyor. Hemen hepsi, kadın ve çocuk. Her yeni kafile, kendilerine ayrılmış camilere yöneltil mekte. En korkunç yoksulluklar da burada görülür. Dünyada evvelki gün gelenler hala yalmayak başı kabak kabilinden çi ni çıplaktır. Yavaş yavaş kendilerine düzen vermeye gayret edi yor, bir köşe anyor, suya gidiyorlar. İntizam ve temizlik duy gusu yerleşme yolunda. Bir kaç adım ötede, bir kenar sokakta, henüz genç bir ka dın, yan yıkık bir ev içinde, sekiz çocuğu ile beraber kalıyor. Evi, oturulabilir hale getirmek için elinden geleni yapıyor. Fa kir giysileri içinde, çocuklar hem güzel, hem sağlam. Türkler'deki ev içi temizliği her yerde görülür. Vaktiyle bir yuva olan bu yerde şimdi birşey kalmamış, bazı parçalanmış öte beri bile, kaçış esnasında götürülmüş, felaketzedeler elinde, eski bir ipek kumaş, bir halı parçası kalmış. Bu biçim eşya ile yetiniyor ve yoksulluğu, çıplaklığı bunlarla karşılıyorlar. Ne var ki bugün yağmurlu ve rüzgarlı bir sert hava esiyor, se kiz çocuğun yattığı tavan arası bundan şiddetle etkileniyor. Kadm hiçbir şey talep etmemiştir, fakat o merhamet hareke ti karşısında heyecan duymuş, yüzünü elleriyle kapıyor ve kendinden geçmiş bir halde hıçkınyor. Maziden söz ediyor; o, dündü... Daha ileride, başka camiler, başka medreseler var; hepsi ağzına kadar dolu. Hep aynı intizam; bir örtü içine alınmış kü çük kare satıhlar, bölmeler halinde ailelere aynlmış ve birer bezle çevrelenmiş; hepsinde aynı titizlik. Kızılay ile dispanserlerinin, işçilerinin masraflan Türk lerin ve öteki Müslümanların bağışlan ile sağlanıyor. Hıristiyan semti Beyoğlu'nun kenarında, tüm yanmış 64
Türk mahallesinden arta kalabilmiş tek bina olarak, o koca man ahşap ev hala gözümün önünde. Bu, çocuklara aynlmış bakım evidir. Açık pencerelerinden hava ve ışık giriyordu, ya kacakları eksikti. Felakete uğramış yetimler en büyük yakın lıkla tedavi ediliyordu. Zaruri ihtiyaçları vardı. Hepsi de çalı şıyordu. Binanın büyüklüğü, göz kamaştıran temizliği, emsal siz manzarası, asık yüzlü çocuklara biraz neşe sağlıyordu. En büyük yaştakiler: - Savaş ne zaman bitecek? diye soruyordu. Türklerin takdire değer devamlı yardımları olmasa, mü tareke en korkunç savaşlardan daha kötü olurdu. 1918 den beri İstanbul'da oynanan dram, hem zulmü, hem de bağışlanmaz şekli ile saçmadır. Suriye dahil, bütün ül kelerde en iyi yönetim biçiminin İngiliz mandası olduğunu dü şünerek, barışı geri iten İngiltere, Avrupanın güzel ismim yok etmek için; gereğinde de fazla yıkım yapmış, nefret etmiştir. Pera (Beyoğlu) bugün ne haldedir? Batı uygarlığının ile ri karakolu olan, Asya eşiğindeki bu yer, halen tüm tutarsız lıkların modeli oldu. Onu, her an, bir sabah sürer gibi çiğneyen büyük insan akımı, katmerleri içinde Lövanten halkın bağışlanmaz hasta lığım saklar, zira o da öteki gibi ızdırap içindedir ve en büyük sefaletleri hafifleten anlayışa ve yardım duygusuna sahip de ğildir. O, hasta haliyle, hangi amaca yönelik olduğu bilinmek sizin zamanını yok eder durur. Çalışmak mı? Nerede? Hangi biçimde? Ticari ve iktisa di yaşantı ölüm darbesi yemiştir, güven duygusu kalmamıştır. Hırsızlık etmek mi? Evet, eğer mümkünse. 65
Bu kabalığın etnik karakterleri, böylesine bir sıkıntı dü zeyinde silinir. Yalnız, Ruslar su üstünde kalır, fiziki güçleri açlığa dayanıklıdır, iyimserlikleri, hayal kırıklıklarını yener. Ticaret işleri ve mülkleri darbe yiyince, Lövantenlerin bir tek ihtirasları kalmıştı: Entrika. Bu haliyle, her çeşit oyunu ile kendini gösteriyor, gerçeğinden daha yaygın ve daha sürekli bir veba, ayrıca göçmenleri getirdikleri tifüs vakaları ile öte ki hastalık belirtileri çıkıyor ortya. Entrika ile rüşvet Avrupa kesimini kasıp kavuruyor. İn giliz kötülükleri, Bolşevik, Asyalı, Avrupalı entrikası. Mütte fik entrikası ise daha beceriksiz. Alman istihkamları, Rusla rın dinleme postalan. Geceleri rahat ateş ediliyor. İngiliz bek çi hareketsiz baka kalıyor. Büyük kervansarayda, serbest ve tarafsız toprak olarak, bütün hilebazlar çalışır, iki şampanya kadehi arasmda hayal : leri zorlayan planlar yapılır. Pera, tüm ihtilallerin eğitim mer kezidir. Avrupa, sanıldığından çok daha uzaklarda, o da kendi zorluklarından yakasını kurtaramaz halde. Öte yandan, onu Asya'dan ayıran bir baraj vardır. Bütün bunlar, aşağı yukan tam bir yalnızlığa denk geliyor. Bu baraj, gerçek sağlık koro nu olarak, uzun süre bu rejime tabi olmuş asap sistemlerini harap ve yok edecek güçte. Bu kaynaşma içine birden bire düşerseniz, hal çaresinin yakınlığına kani olacaksınız mahalli ateş nöbetine kapılacak, etrafınızı saran sinir bozucu sıkıntıyı paylaşacaksınız. Ertesi gün ne olacaksa olacak, bu halin son bulacağma inanacaksı nız. Zaman geçiyor, eve gitmeli, temaşayı bırakmalı. Uzakla şır uzaklaşmaz, boşuna sorular yöneltmekten bıkkın, unuta66
caksınız. Sonunda, yine birden bire, yıldırım düşer, imkansız denilen şey oluşur ve Avrupa anlamaz bunu. Bizansın eski adamları "Hep böyle olmuştur bu işler" di yorlar. Hayır, bu tamamen doğru değil. Ufuk, adam akıllı ge nişledi. Asyalı milletler, düşüncelerini birbirine bağlamayı başardılar. İşte, yeni olay budur. İstanbul'da ne vardır? Titrek bir Padişah, şiddetli bir aynhkçıhk, ayrı olma eği limi, uyumsuz bir işgal, kararlı bir ezici taraf, ne istediklerini bilmez halde, şamatalar yapan azınlıklar, bir çoğunluğun kin leri üstüne kuluçka yatması ve uygun saati beklemesi, ulusla rarası büyük üçkâğıtçılık. Bazı namuslu kişiler de görülür. Ama bunların sayısı kü çüktür. Hergün, bu İngiliz işkencesi içinde ne işleri olduğunu sorup dururlar. Yangınlar şehri helak ediyor, yağma kasıp kavuruyor. An cak onun da kaderi. Trakya'da Batı Anadolu'da olduğu gibi ko nuşunca, o da, bir çeşit mezar yeri olacaktır ki, içinden, ma zinin hırsızlık ve yıkımla kemirilmiş bir kaç anıtı çıkacaktır, o kadar. Bu kuvvetlerin mahut ahenginin sonuna gelmesi olacak tır. Oluşma içinde yalnız Fransa, ilgisizliğin nankör rolünü oy nayacak... Herşeye rağmen İstanbul yaşayacaktır. Zira o, Asya gibi ölümsüzdür. Asya, bütün milletlerin anasıdır.
67
DOKUZUNCU KISIM PARİS VE LONDRA ARASINDA Bu, çok eski bir hikâye: 1920'lerden başlar. Fakat bir İn giliz olayı bir Fransız olayı gibi eskimez çabucak. Bizde öyle yenilemeler vardır ki, komşularımız bilmezler. Onlar öyle ya vaş değişimler içinde yaşarlar ki, başlangıçlar ile sonlar ara sına yüzyıllar girer. Böylece, iki yılın, Britanyah dostlarımız için hiç anlamı yok ve bu hikâye, bugün için de geçerli sayı labilir. *** Haziran 1920'deydi. 16 Mart 1920 İngiliz darbesinin so nuçlarım gördükten soma İstanbul'dan dönmüştüm. Orada, milli güçlerle uzun uzun görüşmüştüm. Anadolu'ya geçmek için uygun zamanı bekliyorlardı. Bu şekilde ben de mesele nin esaslarım öğrenmiş bir kişiydim. O zaman ki müttefiki mizin Doğu batağında nasıl bocaladığını görmüştüm. Bizler, yalnız kalmıştık, sadece ona bir sopa uzatabilme durumunday dık. Bütün delilleriyle anlıyordum ki, biz olmazsak, bu dos tumuz, mahvolurdu. İstanbul dönüşümde, hükümet başkanım ziyaret etmiştim. 69
O konuda hayli bilgi sahibi görünüyordu, fakat Alman mese lesi ile uğraşıyordu, bir bakımdan da Mr. Lıoyd George 'un ka tı tutumu vardı. Ayrıca, önünde, bir de öyle bir parlamento ve kamuoyu duruyordu ki, bunlar, Türk meselesi karşısmda ta mamen bilgisizdi. İngiliz - Ermeni - Yunan Propagandaları, yapacağını yapmıştı. Bunları yalanlayan da çıkmamıştı. Fran sa'da, zihinlerde muğlaklık o derecede idi ki, çok basit olan, yepyeni olan gerçek anlaşılmaz hale gelmişti. Hatta aşırı sa yılıyordu. Bu hızla, personel mağazasına düşmüş gibi idim. Nazik ve kırılacak eşya o zamanlar altınla tartüırdı. İttifak do kunulmaz bir doğma olmuştu. Hiç kimse, onu kurtarabilme nin en iyi çaresi, yaralı gerçeğin kızıl demiri ile dağlamak ol duğunu kabul etmiyordu. Kayda değer sonuçlar vermemiş bulunan bir takım gö rüşmelerden sonra, politikada ve diplomaside geçerli ne var sa, içinde barındıran bir müessese de öğle yemeğinde idim. Orada, benimle görüşmek için gelecek, İngiliz sefaretine men sup iki kişiyle buluşacaktım. Derhal, derinliğine, taarruza geçtim. Öylesine belgeler le doluydum, öylesine konuşma ihtiyacım vardı ki, sözlerim su gibi akıyordu. Beni, İngiliz yüksek aydm tabakasına men sup olanlarda görülen ve kendilerince ilginç bulunan kişiler den esirgenmeyen o sağlam dikkatleriyle dinlediler. Bunları ben dinlerken, yine sevimli, nazik, anlayışlı, bilhassa hayret etmiş bir halleri vardı, yahut öyle gözüke biliyorlardı. Soma, beni sorularla çevirerek, şimdi "derin bir hayret, hatta muaz zam bir infial içinde dinlediklerini" bizzat giderek Londra'da anlatmamı, İsrarla istediler. Dowining Street'deki Dışişlerine haber verilmiş olacaktı. İyi kabul göreceğimden emindim.Açıklamalanm, sorumlu makamları mutlaka etkileyecek 70
ve esaslı değişikliklere neden olabilecekti. Suçlu ajanlar, ge ri çağrılacaktı. Bundan emin olabilirdim. Anlattıklanmm hep si, onlarca bilinmez şeylerdi. Böylece, Londra'ya hareket ettim. *** Haziran 1920 Londra, Paris gibi, benzersiz bir sentez. Baştan aşağı ön yargılara, geleneklere bir çeşit tasavvufa, çalışmada inat etme haline varıncaya kadar Londra havasmda herşey var. Birden, o nefis Haziran ışığında, bunların hepsi çıkıyor ortaya.Londra'da gök, az görülen renk tonları verir, emsalsiz pırıltılar ve kurşuni renkler. ingiliz milleti ile başındakilerin kendileri (Self Control) yani nefsi denetimleri içinde ne sakladığını bilebilmek, onla rı anlayabilmek için, oralara gitmek, onları tam davranış, tam savaş halinde ve özel havalan içinde görmek gerekir. Londra'da, gayet güzel dengelenmiş oyun kuralları için de, herşey mücadeledir. Herşey, iki insan arasında, iki dav ranış arasmda, yada, iki amaç, iki görüş arasında bir düello dur. Her düello, sakınmalar ve atılmalar gerektirir, her oyun, geniş bir blöf saklar içinde. Bunun farkına varmak karşı ta rafa aittir, şaşırmamak, budala yerine konmamak onun bile ceği iştir. Hiçbir meselede, sonuna kadar mücadele etmedikçe, ka bul zorunluluğu yoktur. Ödünler arasında uyum bulunmazsa, onlan acı kuvvetle elde etmek gerektir. Albay Lawrence'e ait bu sözler, bütün bir doktrini özetler, Bunlar, tam formda bir genç mücadeceinin sözleri olarak yoğun biçimde telkin has sası taşır. Londra'da, inanılmaz bir söz ve delil özgürlüğü içinde 71
herşeyi konuşmak mümkün. Yalnız, görüşmenin belli verile rinden dışarı çıkmamak ve protokol kurallarını bozmamak kaydı vardır. Büyük Oxford okulu, dış politikaya birçok genç atlet verirken, onlara mantık biliminin gereklerini de öğretir. Bu insanlarda, bir kıvraklık, ani durumlarda bir güven duygusu, önsezilerinde bir gelişme vardır ki, yabancı hasım karşısında üstünlük teşkil eder ve onlar bunu, isteye isteye sömürürler. Mantık hatası yaparlarsa yollarını kaybeder, fante ziye kaçarlarsa güçlük çekerler. Londra'da, sağlam fikirli, orta derecede, alışılmış fikre kayıtsızlık gösteren büyük sayıda bir insan topluluğu vardır ama, yine orada, ilhamı olan, izlenim zenginliği taşıyan, oriji nalliği bulunan, bizlerin bilmediğimiz, çarpıcı ferdiyetçilikte binlerce kişi de mevcuttur. Çok defa, her çeşit engelden, dik kat duygusundan ayrı düşmüş, sağduyuyu, doğruluğu küçük görmüş bu kişiler, gözleri kapalı olarak, sabit fikre saplamr. 1ar. ingiltere'de, her kişi, sakındığı ya da sevdiği şeyleri şid detle savunur ve çevre bunu iyi karşılar. Londra'da tüm aşırılıklar mevcut: İklim meselesi, bir çe şit tek düzenlik sonucu kadrolaşma, kendi içine dönüklük, çok defa abartmalı bir ciddiyet, insanları da eşyayı da kaynak landıran o sebepsiz sıkıntı hali gibi. Herşey, o büyük gücü, fik ri, ticari, sportif mücadeleye çekiyor, oralarda topluyor. Bu rada, birgünden öteki güne, yani hergün, tek bir düşünceyi, tek bir tavrı tekrarlamak, ona, yaşamım zevklerini neşelerini uy durmak çok tabii. Oysa aynı biçimde Paris'te yaşanmaz. Ora da meşguliyetlerin dağılımı karşısında, her şeyi öğrenmek, benimsemek, her an fikirleri yada doktrini yenilemek ihtiya cı ile yaşanır. Londra'da, hissedilmez kişiler, sizi girdapları içine çek72
mek konusunda acele etmektedirler. Karşı koyanları sessizce ezerler, yeni gelen kişiyi aldatarak, onu azar azar, tüm bağım sızlığından soyarlar. O, nedenini de bilmeden, kendine ayrıl mış eve gidip yerleşecektir, ingiltere'de kaldığı süre içinde. Şa yet, sizi ilgilendiren birisine hemen raslayacak olursanız, ça buk tarafından çeşitli şeyler üstüne bilgi edinir, bir hayli za man kazanmış olursunuz! Burada, dünya denilen gezegenin tüm yankılan, çınlayan dalgalar halinde ses verirler. Onları du yabilmek için dinlemek gerek. Kişi, yıllarca oradan uzak kaldı mı, önceki tecrübeler hafiflmemiş, her şey acayip ve yeni görünmeye başlamıştır. Her şey en inatçı köhnelik ile nisbeten ilerlemiş fikirlerin karşı laşmasında görülür. Londra, yeryüzüne farkedilmez yüzlerce iple bağlar kendim: Çok özel, çok nüfuz eden, bir yabancı ya dırgaması onun niteliğini kanıtlar. Hemen hemen, boşluğu bulunmayan bu düzende için için yatan bir şiddet, bazan kaba bir hayatiyet vardır. Bu, yığınlan, büyük, çalışkan bir tabi oluş içinde, cereyanm kendi lerini attığı yere götürür. Buna karşılık düşüncenin ve sözün en sert cüretlerinin de kabul edilebileceği yer vardır. Şayet onlan yaymayı düşünmez, sadece kendi öz çevreniz içinde tut masını bilebilirseniz. Oradaki yüce yasa, devletin binasında ki özelleştirme sisteminden ibarettir. Onu ihlâle kalkışmayın, üzülürsünüz. Dışişleri, ingiltere'de çok eskidir. Orada her şey geçmi şin kuvvetli damgasını taşır. İçeriye girince, tarihi yasalar, ka rakter çizgileri, içinde biraz şüphe bulunan, inatçı köhne adet lerden oluşmuş, o tuhaf, o anlatılmaz hava ile karşılaşılır. Bir içgüdü ile, yabancı ziyaretçi sesini hafifletir, hatta tavnnı ve 73
düşüncesini de.Ziyaretçi, o katlanılmaz bekleyişe maruz kal mayacaktır. Londra'da dakikası dakikasına iş görmek, onun se vimli yanlarından biri. Kutsal yere, sinirlerinizi, hızınızı zor lamadan girersiniz. Fakat, bu başbaşa salonların, eski gravür ler ile süslü gerçek ingiliz stüdyolarının sevimliliğini kim an latabilir ki? Pencereler, ağaç ve çiçeklerle dolu büyük bahçe ler üzerine açılır. Kendinizi bir aile çevresinde bulduğunuzu sanırsınız ve birden güven hissiniz doğar. Meselenin can alı cı yerine dokunursunuz. Muhatabınız, ona ne getirdiğinizi, kuşkusuz, önceden bilir, hatta karşılığında ne isteyeceğinizi de bilir ve Anglo-Sakson usulü gereğince, konuyu derinleme sine inceleme zamanını isteyecektir. Burada, hayallere dalmanız baş gösterecektir. Size gös terilen bu dikkat, her sözünüzü özenerek kaydetme karşısın da hoş bir etkilenme geçirirsiniz. Ayrıca, muhatabınız, sizi meşgul eden konuyu takdir edilecek derecede bilmektedir. Bugün, sırf sizin hoşunuza gitmesi için, o konuyu, büyük ay dın edasıyla ele alacak, karanlık kalmış noktalara ışık tutacak tır. Düşüncenize daha iyi sızabilmek için, çelişkili bir tartış ma oluşturacaktır. Karşmızda sevimli olacak, fanteziye sapa cak, siz de çok ciddi bir meseleyi bu suretle daha az ciddi bir biçimde karşılamış olacaksınız. Kişisel sempati etkeni araya girmiştir: Bazı İngilizler, bununla emsalsiz şekilde oynarlar. Tartışmanın bu noktasında, tüm gerçeği tüm açıklığı ile söyleyeceksiniz. O da bunları, hiç renk vermeden, hele hiç kız madan dinleyecektir. Cevabı, tam nezaket kuralları içinde ola caktır. Böylece, görüşme,kesinlikle kendi sınırlarım aşmaya caktır, yoksa karışır ve kararır. Londra'da devlet adamlarına Fransız kamuoyunun kendi haklarındaki hoşnutsuzluktan he74
yecan duyduklarım söylerseniz, size İngiltere'nin müşkülleri sergilenir; şöyleki: - Müttefikler arası mücadelenin daha çok uzamayacağı, söylenebilir. Doğu bakımından evet, bizim sömürge yük sek komiserliğimizin gösterdiği katı tutum, cidden üzüntü ve ricidir. Hele ajanlarının gayreti büsbütün aşırı. İnanınız ki, işarette bulunduğunuz olaylar, tekrar etmeyecektir. Ama çok pratik bir sistem olan nüfuz bölgeleri meselesini çözümle mek daha doğru olmaz mı? O zaman, kimse, komşusunun işine karışmaz. Bunlar, Albay Lawrence'in sözlerinden daha az vurgulu olmakla birlikte aşağı yukarı aym kelimeler. - Türkleri siz alın Arapları bize bırakın! Sanki Türkler ile Araplar, alınır yada bırakılır nesnelermiş gibi. Fransız politikasma karşı üstü örtülü hücum, yaralayacak noktalara yaklaşıyordu: - Siz, bize hiç bir zaman, işleriniz üzerinde açık ve tamam bilgi vermiyorsunuz. Hükümetiniz şikayet eder ama,hiç sonuç getirmez, sonuç hakkında herhangi bir hüküm vermez. Aslın da ne ister? Biz tehlikelerin tehdidi altmda aktif bir politika izleme zorundayız ve bekleyemeyiz. Yani zorunlu haller, ani hamleleri gerektirir, o zaman sizler "Yaramaz Albion'u" ya ni yaramaz İngiliz'i suçlarsınız. Bizler, Fransa için hiç bir za man bir nitelik belirtmedik. Bunu kabul etmeniz gerek. Ba lon, bizim basın, sizin hücumlarınıza cevap vermemek için na sıl ölçülüdür, bizleri ayıran zorluklan, basm nasıl bir ölçü ile değerlendiriyor. Doğuda, İngiltere ile Fransa arasındaki durum fecidir: Bütün dünya banşı Doğu düzenlemesine bağlı." 75
Asya karışıklıkları üzerinde, en geniş, en doğru görüşler belirtilmişti: - Biz, anlamak konusunda biraz yavaş davrannıışızdır, fa kat, gerçekten, anladık. Buna göre belirleyeceğiniz davranışı mızı. Sizin tarafta, daha süratli bir anlayış oldu, ama, hareket leriniz keşiflerinizle bağdaşıyor mu? Hiç zannetmem. Bu zarif ve açık söz altında iki formül yer alıyordu: Bi zimki, parlaktı, süratliydi, ama yan yolda durmuştu, karar davranışı önünde tereddütlü; onlannki, daha yavaş, daha sa kınır halde, lehdekini aleyhtekini uzun uzun tartarak fakat olumlu gerçekleşmelerin şiddetli sopasına hazır durumda. Ay rıca uzakta bu küçüklü büyüklü maceracılara, usta sahne koyuculanna, tam zamanında patlayan mayın koymasını bilen lere ve nihayet, bana bu cevaplan veren gibi sevimli, nazik, inkâr ederken incelik gösteren, enerji ile destekleyen kişilere sahip. Büyük savaşta su üstüne çıkmış. Batı'nm bu iki büyük gücü aynlacak mıydı, yoksa birleşecek mi idi? Paris her tür lü ümit ihtiyacına rağmen hiç de ümitsizleşmiyor, Londra ise, bocalamakla, tereddütlerle vakit kaybetmekden vazgeçme yo luna asla gitmiyordu. Londra, sağlık verici çareler üstüne tar tışmaya razıydı: Geniş bir Müslüman politikası, fetih politi kasına son, yakında askeri boşaltmalar, ki, bütün bunlar, şart lara uydurulacka yerli bir siyaset ile yapılacaktı. Sevimli konuşmacı, gerçek bir İngiliz-Fransız anlaşma sında yarar görüyordu. Bu, Doğuda, banş üstüne tek ümit ola bilirdi. Böyle bir anlaşma, uçtakilerin sertleşmelerini önler, kadrolaşmış insanlan kendine çeker, onlan lekelemeksizin destekler, ne İngiliz sever ne Fransız sever, tarafsız bir işlek iktisadi politika güder, kısaca, istihbaratı azaltıp fiili işe da76
yalı, mahalli çekişmelerden çok gerçekleştirici bir politikanın sahibi olur. Böylesi, şimdiye dek izlenenin tam tersine, ideal bir çö züm değil miydi? - Birleşik çalışma ihtiyacı var; herkes için yer mevcut; ne yazık ki, ortak çalışmaktan çok, mücadeleye yakın kadroları bu fikirler etrafında birleştirmek güç oluyor." diyordu muha tabım. Sanki, Eskişehir'de ve Konya'da dilediklerimi, şimdi bu rada duyuyordum. Birkaç hafta önce bir Türk cephesinde, bir Türk şefinin, her yandan kendini İngiliz güçlerinin sıkıştırdı ğı, onun da yurdunu kurtarma yolunda adım adım savaştığı bir anda söylediklerini, şimdi İngiltere'nin bu seçkin yuvasında duymak kadar acayip bir şey olamazdı. O zamanlar, onarıcı davranışta bulunmak kolay sayılırdı, ama o zamandan beri, zalim adaletsizliğin yaptıkları pek ço ğalmıştı. *** Ertesi gün, bambaşka bir kadro içinde, bütün Londra'nın sözünü ettiği ünlü Albay Lawrance ile görüşecektim. Onun hakkında, Londra'da, kimi "Dahi" kimi "maceracının biri" demiş, ama hepsi "olağanüstü kişi" deyiminde birleşmişti. İlk anlardan itibaren, görüşme, sıkı, inatçı, gerçek bir çe kişme halinde geçti. Amansız hasmımızın, zeka derecesi ile ustalığını anlamak kolay olmuştu. Adam saklamıyordu. Evet, Doğu'da bizlere karşı kavgayı o İskenderun'a çıkmalarım red detmemiz, savaşı iki yıl uzatmış ve Çanakkale'deki felaket bunun sonucu olmuştu. Yanlışlığım takdir edemeyecek halde bulunduğum bu beyanlar karşısmda hayli şaşırmış olduğum için, Albay Lavvrance devam etti. Bizleri "cezalandırmak" 77
için "Sivil servis" Fransız aleyhtarı davranışını Doğu'da dü zenlemişti. Bizler, mutlaka Suriye'ye gitmek istemişiz; onlar da bize, içinde hamlamayacağımız bir Suriye hazırlamışlar. Albay Lawrance: - Bu, benim kişisel eserimdir." diye ekliyordu. - Sonra, diyordu, İstanbul'da bizimle mücadele etmek is tediniz. Orada da size en sert derslerden birini verdik." Bunlar, General Milne'nin, herşeyin üstünde olduğunu ve Türkiye'deki İngiliz memurlarının müzmin bir yeteneksizlik hastalığına müptelâ olduklarım, Oxford'un bu genç Profesörünce kabul edilmesini önlemiyordu, buna karşılık: - Türkiye 'deki ekip hiçbir işe yaramazdı ama, Arap ülke lerindeki takım, birinci sınıftı; Filistin olayı, bir düzenleme ör neği olarak görünebilir. Diyordu. - Kudüs'te, bir asımız var. Adı Stone, Sivil servis'in ye ni siyasi formülünü uyguluyor. Orada yönetimi eline alacak olan Herbert Samuel, birinci derecede bir yıldızdır. Adamda hiçbir şahsi cesaret yok ama olağanüstü bir düşünme yetene ği var. Onun, Filistin planı, Yahudi sorunu ile Arap sorunu bağ daştırıyor. - Curzon, bu günlerde, şiddetli hücum karşısında; yenil giden yenilgiye gidiyor ve rejiminin sonu geliyor. Kuvvet dar besi formülü zamanını doldurdu: Eski bir ekoldür artık bu. Lloyd George, içeride, dışarıda, yönetimi gittikçe daha çok ele alıyor. Bolşeviklerle Bolşevik, aşırılarla aşın oluyor; milliyet çiliğin kudretini o da anladı, bu yeni gücü hiçbir şeyin durdu ramayacağını biliyor. Asya'nın, belini doğrultabihnesi için daha enaz elli yıl ister. Biz, ona bu hastalığı, tam da tedavisi ne başladığımız anda aşıladık. Artık orada dini taassup yok-
78
tur: Şimdiki taassup, vatansevelik inancı, ötekinin yerini al mıştır. Bu da onun kadar güçlüdür. Muhatabım, bundan sonra, Fransa'ya karşı şiddetli hü cuma geçti. "Fransa, kendi içinde liberal, dışarıda gericidir." diyor du. İngiltere, kendi içinde gerici, dışarıda liberal olmak, Doğü'da, bizlerin hatalarımıza tahammül etmek istemiyormuş. Yalnız çalışmak istermiş. Bizlerle çalışmak imkansızmış. zi ra biz hep geç anlıyormuşuz. - Size Kilikya'yı kaybettiren neden, yüksek komiserleri nizin düştüğü hatalardır. Diyordu. - Sizin şahsı gayretiniz hiç mi olmadı? - Hayır, gerçekten benim fazla bir değerim görülmedi bunda. Sizi kendi davramşlarmızla başbaşa bırakmak yetti. Bu azılı mücadeleci, nasıl da bir aşkla, nasıl da dizginle miş bir ihtirasla tüm hatalarımızı, tüm boşluklarımızı sergili yordu. Zira Doğu topraklarında İngiltere kendi hatalarından başkalarını asla bağışlamaz. "Biz yeryüzünde bir numaralı milletiz, bizim kimseye ihtiyacımız yok ve tek başımıza ha reket etmek isteriz." diyordu, ünlü Albay. Bizlere karşı verdiği savaşm hala heyecam içinde olan bu sert düşman Lawrance şunları da ilave ediyordu: "İşler kötü gitse, iyiye yormalı, zira, bizde, herşeyin yitirildiği sanıldığı zaman gerçek güçlere başvurulur. Bizim bir değerimiz sahi den varsa, bu hep işlerim gelip dayandığında anlaşılır." Burada, o ana kadar hep destan içinde yaşamış, bir kral lık yaratmayı düşünmüş genç adamın ataklığı, tüm şiddetiyle gözüküyordu. Bedenen olsun, kafaca olsun, o büyük kıvrak kişilerki, İngiltere onları, en ince bir dikkat ile yetiştirdikten 79
sonra, bazı anlarda arena ortasına fırlatır. Sonra yine onları ge ri çeker, başkaca kavgalara hazırlar. O zaman, bu da, yemden Oxford havasıyla yıkamıştı ken dini. İlk zihinsel gelişimini yaptığı "Old Soul's College'in ilk kaynaklarına sanki yeniden dalmıştı. Bu dikkate değer bireycilik, ifadesini tam bağımsızlık halinde buluyordu. Ona göre, İngiliz çabasının merkezi bağdat'tı. Orası, Arabm gerçek başkenti idi. Bağdat daima ilk sı rayı işgal etmeliydi. Şam ise, ede tutulması kolay, akıllı uslu bir taşra şehri olabilirdi. İngilizler, Arapları kullanarak, Bağdat kozu ile Asya'yı ellerinde tutacaklardı. Yerliyi, hatta kalabalık bir orduyu yö netmek, sınırların ve içgüvenliğin korunması için gerekli ola caktı. İngilizler yeni imparatorluğun "danışmanları" ve "ida re Meclisi üyeleri" olacaklardı. Araplar ise asker kalacaklardı. Fihstinliler, teknisyen, us tabaşı, sivil eğitimci olacaklardı bu yeni ve muazzam düzen içinde. Mısır sorunu, Cromer sistemine dönmekle çözümlene cekti, bu da uzun vadeli olacaktı ve az soma da asabiyet so na erecekti. Hindistan'da, yeni metodlar uygulanacaktı ve ye ni Kral Naibi tarafından. Zaten, kendisi büyük değer taşıyan bir şahsiyetti, Curzon'un hatalarını onarmaya hazırdı. Bütün bunlar, artık milletlerin istemediği Halifeler dizisinin sonu de mekti. İran, İngiltere için yitirilmiştir. Hiç değilse, bir zaman için. ne olursa olsun, alınacaktır. Lawrance, Milliyetçi Türkiye'nin hayatiyeti hakkında hiçbir şüphe belirtmiyordu. 80
- Türkistan'da, Taşkent'te Enver'in önderliğideki milli hareket, tam hızıyla cereyan ediyor, kimse ona sataşma cesa reti gösteremiyor, diyordu Lavvrance. Soma şöyle devam edi yordu: - Kürdistan'da, kötü biçimde yönetilen işimizi bıraktık; İstanbul'da bizi rahat bırakırlarsa, Milliyetçilerden fazla Mil liyetçi kesileceğiz. - Ama, Türkiye işlerindeki hatamz? - Evet, hatalarımızı biliyorsunuz: Orada ekip aldanmıştır. Ama vakit henüz çok geç değildir; onarma imkanı var. For mülü değiştirmemiz ve kurtlarla birlikte ulumaya geçmemiz gerek, zira Asya vatansever inanca girmiştir. Bizim gerçek As ya düşmanımız sizler değilsiniz, kendini oluşturmakta bulu nan Rusya'dır. Az soma, varlığını hissettirecektir. İşte bunun için şimdi Bolşevik görünüveriyoruz. Bugünkü hasmı idare ederek. O, yarınki Doğuhasmımızdır. Lawrance'in (Sivil Ser vis) ile ilgili tezi de şöyle özetlenebilirdi: - Aklınızı başınıza alın, makul olun, bizlerle, boş müca deleden vazgeçin: Biz en kuvvetli tarafı teşkil ediyoruz. Ge çici olarak, küçük Suriyenizi elinizde tutun. İstanbul 'da bizim le birlik olarak çalışm, fakta hep ikinci planda kaim. Usulle rinizi gehştirmeye, düzeltmeye bakın, şayet yapmazsanız, siz siz harekete mecbur kalırız. Doğu bizim gücümüzü bilir." İşte bu, İngiliz kibirliydi, kendine inanılmaz derecede güvenli, (Sivil Servis) ile Intellicence department)ın büyük kuvveti. Hindistan ve Mısu için özel personel sağlamakta olan bu büyük (ekol)ün insan yetiştirme şekli, gerçekten üstün vasıf ta idi: Fazla titizlik gerekmez, oyunun tek kuralı, başarmak81
tır. Mücadele hassaları sonuna kadar geliştirilmiştir. Şayet bunların çalışması sırasında bir kaza olursa, Albay Lav/rence şahsında olduğu gibi, tatlı ve kısa süreli bir kızağa çekilme, herşeyi unutturur. Getirdiğim delillerden bir teki tutmuştu: İngiliz davranış ları karşısında, bizim Doğu ordumuzun öfkeye kapılması ve sonunda İngilizlerce ezilen milletlere sempati duyması göz lemi. O, bu tehlike içindeki bütün hakikati biliyordu ve sus muştu. Aramızdaki maç sona ererken, otelimin kapıcısı bana bir mektup getirdi; sonu şöyleydi: - Albion'lu (İngiliz dostlarımız, öküze bakıp şişmeye ko yulan kurbağayı andırıyorlar. Kurbağanm patlayacağı zaman da, yetişmiş bulunuyoruz. Şimdi bunu anlamaya başlamıştır. Ne yapacak? Bütün dünya gözlerini ona dikmiş. Sırf kibri yü zünden inat mı edecek? Bu hal, ilk sıralarda olan bizler için gerçekten heyecan verici nitelikte. Yarın ne olacağım da sa bırsızlıkla bekliyoruz.) Sırtını Dışişlerine dayamış, rakip müessese, hükümettir. Bitmez tükenmez koridorlar ile de olsa, İngilizlerin o nefis ve eskimiş taşka ikâmetgâhlarım andırır. Birçok küçük oda, ya şamlarının sonu gelmiş yaşlı ağaçlarla dolu bahçelere bakar. Bütün bunlar neşe, rahathk verir, sari bir yakınlaşma hali te mcin eder. Bu görünür huzur içinden dünya dengesini değiş tirecek nitelikte kararların çıkacağını düşünebilmek ve o gül lerinin tatlı fakat koklanmaz hale gelmiş kokulanyla, burası nın Dawm'ng Street (Başbakanlık evi) olduğunu düşünebilmek için, muhayyileye büyük bir çağrıda bulunmak gerek. İçeride, duvarların, kalınlığı serin bir bavayıkorumuş olu yor ama apaçık pencerelerden giren temiz hava odalardaki 82
ağır, soğuk havayı değiştiriyor, ıhklaştırıyor. Haziran sıcağı, Çay tepsilerinin hafif tıkırdayışma, kuş seslerinin nağmeleri karışıyor. Saat beş: Günlerden Cuma. Hafta sonu öncesi. Yüz ler neşeli, ama pazartesi günü, aynı yüzler aynı neşe ifadesi ni taşıyacak mı? Bu gülümseme bir kuvvettir, bütün bir poli tikadır. Lloyd George'un özel sekreteri Philip Kerr, bana gele neksel çayı ikram etmekteydi. Başbakan yorgundu, hekimle ri konuşmasını yasaklamışlardı, fakat şefinin düşüncelerini o güzel ifadeyle bana aktaran sekreterinin yanında gözükmek ten yine de kendini alıkoyamamıştı. Etrafımızda dolaşıyor, sürpriz karşı smda olduğu hissini vermeye bakıyor, bir gizlili ği ihlâl etmiş omasmdan özür diliyordu ama, Philip Kerr'in gülümsemesi, şefindeki düzeltilmez araştırmayı açığa vur muş oluyordu. Böylece, Britanya İmparatorluğu, efendisinin az çok fe nere benzer siluetini arada görmüştüm: Burada onun hakkın da "Manyetizması vardır" diyorlar. Sanki bu çeşit bir açıkla ma herşeyi aydınlatırmış gibi. Ben de manyetize olmadığım için, onun ardına benimle konuşan enerjik yüzlü parlak göz lü genç adamla görüşmüş bulunmaktan memnundum. Çünkü ihtiyar ise, etrafımızda bir kelebek gibi dolaştı durdu ve be lirtmeliyim ki bende büyük bir izlenim bırakmadı. Bu günlerin yeni diplomat-savaşçılanm niteleyen, onla rı seleflerinden ayıran husus, takındıkları, büyük hoşa gitme arzusudur. Bu sevimli olma gayreti, onlara, Oxford'daki bü yük kolejler tarafından aşılanmaktadır. Bunlarda, konunun özü olan deyimi ya da kelimeyi özel biçimde vurgulama hü neri var. Bu, bütün cümleye, nüfuz edici bir ahenk veriyor. Bir 83
kere, sempati akımı gelip yerleştimi, tartışma bütün acılığım yitiriyor. Hoş bir çehrenin ne kadar çok yardımı var. Oysa, o da, yandaki binadakilerin taktikleri kadar mücadeleci olmaktan geri kalmıyor. Philip Kerr de, Doğu'daki durumun trajik olduğunu ifa de ediyordu. İngiliz-Fransız anlaşmazlığını, siyasi olmaktan ziyade psiklojik bir kavga olarak koyuyordu ortaya. Ben de şu cevabı veriyordum: - Hayır, gayet gerçekçi ve pozitiftir, madem ki sizler herşeyi alıyor, bizlere de hiçbir şey bırakmıyorsunuz." bu söze, karşılıkları hazırlanmış olarak, bekliyordu: - Şimdiye kadar ne istediğinizi iyi açıkladınız mı? Sizle rin Doğu taleplerinizdeki plan nedir acaba? Bu serzeniş az çok yanıltıcı da olsa, hakikat payı taşıyor du. Doğu'daki hayal kırıklığımız hiddetimiz ,çok defa daha açık delillerin yerini alıveriyordu. Tek anlaşılır dilin, dosdoğ ru konuşmak olduğunu, hatta anlayabilmeleri için acaba bi zim devlet adamlarımızın kaç tecrübe içinden geçmeleri ge rekiyordu? İngiliz politikasını şahsında temsil eden, ne duyguya, ne titizliğe yer veriyordu. Sorunları ve insanları derinleştirmek ten tiksinirdi. Ölçü kabul etmeyen cehaleti, gerçek tembelli ği onlardan uzak tutmasını sağlıyordu. Önsezinin en ustaca kullamlması, görünür bir taşkınlık, bunun mükemmel ayarlan ması, hâsılı mahut manyetizma, blöf sanatı gibi, onun sevdi ği silâhlan vardı. Bunlar, Fransız sağduyusundan nefret etme lerini gerektiriyordu. Philip Kerc: "Lloyd George Fransızlara karşı değildir, 84
herşeyden önce Avrupalıdır, Avrupa'nın büyük bütünlüğü adı na çaba harcamaktadı, diyordu. Sonra, şunları da ekliyordu: - O, Almanya'nın elli yıl mağlup kalacağını tahmin ed er, şayet milliyetçiliğini tahrik etmezseniz... Sonuç olarak her bakımdan barışı gerçekleştirmek gerek. Bu da şunu gösterir ki, Fransız talepleri haklı da olsalar, diğer zorluklara hiç ya rar getirmez. Bize, Orta Avrupa'da barış gerek, Rusya ile ba rış gerek. - Peki Doğu'da, Fransa ile savaş mı gerek? Philip Kerr, bir an duraladı, sonra devam etti: "Lloyd George'un taktiği, tam kavga etmeden asla razı olmamaktır. Ödünler ondan kuvvet göstererek koparılabilir. Onları kazan mak sizin işiniz, özellikle, belirgin zamanda, istediğinizi or taya koymanız lâzım." Bunlar, aşağı yukarı, Albay Lawrence'in söyledikleri idi. Ona, Rus'ların Asya'daki davranışları ile bizimkilerin, İn giliz katılığı yüzünden her gün biraz daha Türk milliyetçisi ol duklarını işaret etmiş ve: - Lloyd George, bu oyunu bir saat uzatmaktan bile sakın malıdır." demiştim. Burada, büyük İngiliz kinciliğinin en na zik noktasına dokunmuş oluyordum: Anadolu'da, askeri yar dımda bulunmayı reddetmiştik. Bu red yüzünden Türklere karşı girişilmiş kampanya, bir sürü başarısızlıkla sonuçlanmış tı. Böylece, bizler, insan ve para bakımından ortaya çıkan bü yük İngiliz kayıplarının gerçek sorumluları oluyorduk. Bizim yüzümüzden, bütün Doğu, Britanya İmparatorluğu karşısma dikiliyordu. Philip Kerr, buna karşın, sadece, Trakya'dan hiçbir şey vermemeyi amaçlayan, İstanbul üstüne tasavvurları itiraf et85
miyordu. Fakat lngliiz Savaş Bakanrnm (War Office) ateşli bir avukatı kesiliyordu: - Ahi diyordu, daha çok askeri harekat, daha çok albay, daha çok General ve Kurmay heyetleri; Tanrı bize ö diplomat ları, o sivilleri verse, onlara, gerekiyorsa, birer üniforma giydiriversek!,. En tatlı sözlerle ayrılmıştık: " never had a more interes ting talk in my life" demişti. Yani "Hayatımda daha ilgi çeki ci bir konuşmada bulunmadım" diyordu. Ben de ona benzer bir muğlak formül ile cevap vermiştim. Sessiz avluda beni bek leyen, rahat Londra taksisine bindikten sonra, kendi kendime, bunlara, bizim de, yeni formasyondan insanlarla mukabele et memiz, onlarla savaşmayı bilmemiz, bu savaşta onların sila hım kullanmamız gerektiğini söylüyordum. Onlar kadar sa bırlı, onlar kadar oyunbaz olmamızı, delilleri istedikleri hale nasıl soktuklarını görmemizi, tam zamanında bir coşkunluk gösterip, düşüncelerin ötesine geçmeyi bilmemizi, bizimkile rin de becermesini istiyordum. Bu ingilizler, zaten, kendi işlerinden de pek emin olamaz lardı. Çok defa konu için gerekli olan gerçek bilgiden mah rumdular. Zamanlarının yandan fazlasmı spor alıyordu. Bir çok noktalarda, onların boşluklanndan yararlanmasını bilen insanlar karşısında pes ederler. Doğu topraklannda, çok ilkel biçimde, ancak Araplan ta nıyorlardı. Türkler hakkında bilgisizlikleri tamdı ve o kadar büyük masraflarla, Anadolu'da ve İstanbul'da kullandıklan ajanların aşağılığı da bundan ileri geliyordu. *** Birkaç saat soma, en eski İngiltere'nin sevimli şekilde dü zensiz binasına giriyordum. Burası, kâğıtla dolmuş taşmış, 86
sakin memurlarla doldurulmuşm ve huzurlu günler akıp gidi yordu. Milletler Cemiyetine tahsis olunmuş bu yuvanın tepesin de, onun ruhu sayılan insanın küçük bürosuna alınmıştım. Bu zat, Lord Robert Cecil'di; eski İngiliz ekolünün en kuvvetli, en iradeli, en kesin şahsiyetlerinden biri. Ermenistan'ın büyük savunucusu ve Anadolu'da İngiliz ehli sahibinin başlıca kahramanı olan bu kişi: "Ben, şahsen, Suriye üzerinde Fransız mandası fikrine daima karşı oldum. Bu yolda şöyle düşünüyordum. Filistin'i elinde tutan Suriye'yi de tutar. Bu şekilde, orada, sizlerle hep nüfuz anlaşmazlığına düşeceğiz. Ama beni dinlemediler. "Türkler'e gelince, Boğazlar meselesi dışında, İngilte re'nin, onlarla fazla meşgul olması gerekmez. Ama Araplar, işte ingiltere'yi ilgilendiren Doğu halkı budur." Bütün Doğu'daki İngiliz memurlarının, halk tabakaları na karşı tecavüz hareketleri ile ilgili olarak ettiğim şikayete, Lord Robert Cecil, şeytanca cevap veriyor: - Hayret değil mi! Bana getirdiğiniz bu şikayetlerin tü münü, bizimkiler, oradaki sizinkiler için yapıyorlar. İşte böy ledir, mahalli kavgalar, bütün üzücü sivrilikler böyle olur!" di yordu. Bununla birlikte, Londra ile Paris arasındaki müşkülleri kabullendikten sonra da, bizim bazı yakınmalanmıza hak ver mişti. Anlaşmazlığın çözümü ancak İstanbul'da olabilirdi; fa kat ben yine, orada, eski ingiltere'ye özgü egemen fikri göre cektim. Bu, banşm çabuk gelmesi şartlıydı, bütün çabaları mızın tek amacı olan kaçınılmaz banşm. Pek güzel ayarlanmış bir küçük nutuk, bundaki acele za rureti ortaya koymuştu. O halde, bu mutlu banşm tek düşma87
nı neydi? Almanya karşısında bu denli acımasız Fransa mı? Parayı amaçlayan o anlamsız istek, o kaba arzu yanında bizim katılığımızın ne değeri olabilirdi? Buna verebildiğim cevap, Doğu'daki Britanya barışının, bize ne kadar acaip biçimde güdülerek getirildiği şeklinde ol muştu. Londra'nın büyük gazetecisi, dış politikada en aktif, en parlak olan kişisi yanında, o gün öğleden sonra beş onbir ara sında, okkalı bir çay ve pek lezzetli bir yemeğin yardımı ile, birbirinden tamamen ayrı iki ekiple mücadele edecektim. Her yerde olduğu gibi, burada da, her gayretin itici kuv veti olan şahsi kavgalarına son verince, elle tutulur bir sonuç elde etmseye uğraşıyorlardı bu insanlar. Hemen her gittiği yerde görülen ve savuna geldiğim bu görüşmelerden, bazı tartışılmaz olaylar çıkıyordu, ingiltere ile Fransa arasındaki anlaşmazlık, her ikisi için Doğu'daki teh likeleri daha çekinilir hale getiriyordu. Vahim riskleri olmak sızın bu anlaşmazlık devam edemezdi. Fransız duygusunu, ingiltere'nin daha az bencil bir görüşü ile tatmin etmek gere kiyordu. İngiliz çıkarlarının abartılması dahi, bu çıkarları yok edecek nedenlerdendi. Türklerle olan andlaşmayı tehdit etmek, onlarda, milliyetçiliği on defa büyültmüştü. O halde, Türk milleti ile niçin daha adaletli bir düzene, İngiltere ile Fransa arasında da niçin daha samimi bir anlaşmaya gidilmiyordu?.. Asya milletlerinin kin ve tehdit duygusunu sakinleştirme ve onlarla kendisini bağdaştırma yolunda müttefiUerinin de çalışması gereğinin yararsız olmayacağını düşünebilmekten, İngiltere, hiç de uzak değildi. Bütün bu nedenlerle, Paris-
88-
Londra arasında görüş alış verişinin başlaması, acele edilme si gerekli bir iş değirmiydi? Esasen, bu görüş, o akşam sofrasında, her biri şahsi fi kirli, kimi hayalci kimi gerçeği yansıtmaya çalışan, çarpıcı si yasetleri toplamış bulunan, büyük ingiliz gazetecisinin de sev diği bir tez idi. Akşam yemeğinde, Albay Lawrence, yanımda oturmuş tu, irlanda horozlan gibi, onu ve beni birbirimizle karşılaştır mak istemişlerdi. Kendimizden rica ettirmeksizin, gönülden kapışmaya başlamıştık; evin efendisi, maçı yönetiyordu, öte kilerde çeşitli aşamalan izleyen seyircilerdi. Birdenbire, hasmım pes eder gibi yaptı. Bunu, takdire de ğer bir ustalıkla yapmıştı. Arap dünyası üzerindeki İngiliz ön celiğinin kesinliğini ileri sürdükten sonra, bizmi keşfimiz olan Türk milliyetçiliğini savunma hakkım, bizlere tanıyordu. Bu nu söylerken, gözlerimin ta içine bakıyordu. Amirallik dairesinden bir subay: - Elbette, demişti, bir Fransız duygusunu ciddi suretle yatıştırmazsak, kısa vade içinde bize karşı bir Fransız-Alman it tifakı doğar ve beş seneye kalmaz savaş çıkar. Bunu tasdik ederek, Lawrence "Most absürd" "Türkiye antlaşması" hikayesini, mizah katarak anlatıyordu. Bir gün, arkadaşlar arasında, bir siyasi İngiliz yemeği sırasında, birisi tutar, ona, doğu ile ilgili bir düzenleme tasansı yapmasını tek lif eder. O, gülerek, kağıt üstüne bir mizahi acaiplik yazar. Maksadı şaka etmektir. Birisi bu kağıdı ele geçirir, ona net an lam verir ve bu fantazi "anlamsız şey" "most absürd" Sevres (Sevr)'anlaşması haline geliverir. - O halde dedim, siz ki kötü bir şey yapmışsınız, bari şim89
di iyi bir şey yapsanız? O ise, bakışındaki şimşeğin yalanla dığı tatlı, ölçülü sesiyle konuşmaya başlıyordu: - Halifenin temsilciliğinde, İstanbul Türklerin olur, Fran sızlar da mali bakımdan egemen olurlar orada. Tabii kendile ri istiyorsa. - Edirne Türklerin olur, Trakya'da küçük bir sınır ile. - İzmir, antlaşmanın koyduğu rejim altmda ve geçici ola rak. Beş yıla kalmaz, Anadolu'nun efendisi milliyetçi Türk ler, Yunanlılardan kurtarırlar kenmlerini. Bu onlar için işten bile değildir. - Bir küçük Ermenistan ki ister istemez miliyetçi Türk lerle bağdaşacaklardır Türklerin Azerbeycan'ı ilhak etmele rine izin verilmeli ve Kafkas tarafında onlar rahatsız edilme meli. Türklerin Doğu'ya açılmaları teşvik edilmeli, Turancı lık rüyaları görmelerinde serbest olmahlar, Anadolu'da bir kurucu meclis kurmalanna karışmamalı. - Mustafa Kemal'in ardında, fiili ve uzun süreli bir hü kümet kurma ehliyetinde şahsiyetler mevcut. Milli hareketin büyük kuvveti, bu adamların kimler olduğunu saklamış bu lunmakta toplamr. Yalanda, Türkler, Kafkas dolayısıyle Rus ya'ya çarpacaklar, zira, tatmin edici bir barış yapar yapmaz, halen Çarlığın yerini almakta olan Bolşevik Rusya'yı terketmekte acele edeceklerdir. Sonunda Rusya ile süresiz anlaşmaz lık halinde olacaklar. Lawrence'in benim yammda ifade edemediği şey, İsken derun körfezini ve Şam'ı elde etmek ve Suriye'de bizi Lüb nan'ın bekçisi yapmak fikriydi. Bu, yine: "Siz Türklerle meşgul olun" "Arapları bize bı rakın" sözünden başka bir şey değildi. Bu konuşma serbestliği beni hayrete düşürüyordu. Biz90
de, en açık sözlü çevrelerde bile buna benzer bir olay kayde dilmezdi. Ama bu denli mizah ve eğlenebilme hürriyeti, oto riteye karşı o canlı bağlılıktan ve aşırı derecedeki uzman oluş tan ileri geliyor değil mi idi? O otorite, bütün değişik işleri dü zenliyordu. Lloyd George'a olsun Curzon'a olsun, yapılan bu hareketler, onların en ufak davranışlarının, en ufak direktifle rinin harfi harfine yerine getirilmesine engel olmazdı. Hiyerarşik düzende, onlar baştı. Onlara itaat görevdi, işte bu, o in sanlara, diledikleri biçimde düşünebilme, tam sorumluluk ha linde söz etme özgürlüğünü veriyordu. Başbakan hakkında biri şöyle demişti: - Şimdilik tam basan içinde. Bu, ona ölene kadar yeter, sapasağlam duruyor. Bir diğeri: - Portakalın kabuğuna bakalım (Mind the orange Peel) di yordu. Ama hepsi, "dehası", "manyetizması" önünde eğiliyor, onun beyni ve gücü olan Philip Kerr'i övüyordu. *** . • • Tek bir gün içinde, Londra halkı Krassine'i alkışlamış, İşçi Partililer seslerini duyurmuşlar, irlanda üstüne alaylar sevkedilmiş ve İran'ın Sovyetler elinde olduğu haberi yayıl maya başlamıştı. Gazete başlıklan, bu heyecan verici olaylan yansıtıyor, ama hayat, değişmez düzeni içinde sürüp gidiyordu. İnsanla rın yüzünde o konulara dair hiçbir görüntü yoktu. Bütün bunlar, büyük bir imparatorluğun günlük mücade lesi haliydi, ingilizlerin sinirleri sağlamdır, tehlikeye alışık tırlar. Dünyaya hükmeden bu bir avuç insanın acaipliği için de yaşayabilmek, tehlikeli hayatı anlayabilmek, sağlam bir iş91
tam besleyebilmek, derin derin nefes alabilmek için adalele ri de beyni de formda tutabilmek gerekir. Dünya yıkılabilir ama Londra kontluğunda ne "hafta so nu" ne şehir hayatı, ne de arz küresinden arta kalamn yürüyü şüne devam etmesi işi durur. Bunlar hep devam eder. O kor kunç bencillik, herşeyin temelidir. Bu terbiye beşikte başlar. Yeni doğan çocuk önce bebekler klanına girer, soma çocuk lar klanına, daha soma yetişkinler klanına girecektir. Bu so nuncu klan, hepsinden kapalıdır. Her klanın dikkatle tesis olunmuş bir protokolü vardır. Onu ihlal edenin vay haline. Her yerde aynı yasa uygulanır: "Benim menfaatim ve sizinki." Her yerde Pratik duygu öne geçer. Fair Play kanunu (Hoşgörü), doktrinde görülebilecek kısırlığı düzeltir. Times gazetesi yönetimi, son Doğu deneylerim üzerinde benden iki makale istedi. Daily Telegraph'in başındaki Lord Burnham da aynı taleplerde bulundu. Bu etüdlerimin yayın landığını sanmıyorum: Times için yazdıklarım şunlar: Haziran 1920 İngiltere, bütün Doğu'da, silahla ve fikir vadisinde, Fran sa'ya karşı acaba niçin gerçek bir savaştadır? Öyle bir savaş ki, 1&. yüzyılda, her çeşit nüfuz sahasında çatışan iki büyük sömürge gücünün mücadelelerini andırıyor. Yolculuk şartlan içinde, her Fransız kadın, erkek böyle bir sorun karşısında kalmaktadır. Yolcu, bunun dışında tutul mayı ne kadar isterse istesin, muvaffak olamayacaktır, olay lar ondaki iradeye hakim olacaklardır. İster istemez, bir tara fı tutmak, taarruzlan tescil etmek zorunda kalacaktır, müca dele o denli serttir. O zaman, yolcu, birbirinden tamamen ayn iki İngiliz po92
litikası bulunup bulunmadığnıı düşünecektir: Biri Londra'da, öteki Doğu'da. Birincisi, Şark'ta bulunanın davranışlarını hoş görecek, aşırılıklara göz yumacak ve o Şark'taki merkezdekinin öğütlerini es geçecektir. Doğru mu bu? ya da sadece bir boş hayal mi? Bütün Doğu'da, haşmetli güdüme malik İngiliz emper yalist düzenlemesi, geçişler düşünüyor, yürüyüşünü her vası ta ile sürdürüyor. Kendinin olmayan her nüfuza karşı üstünkörü ve kararlı yöntemler kullanıyor. Bu yöntemleri, amaçları na erişmek için İngiliz sömürgecileri daima kullanmışlardır. Nedir bu yöntemler? Birinci sınıf bir haberalma servisi ki, çalıştığı bölgede bir sürü tatlı süfrengi (Lövanten) ajan ile içli dışlı çalışmaktadır. Sınır tanımayan bir dizi rüşvet, yerli unsurları ayırıp birbirine düşürecek bir siyaset, en kötü iftira larla dolu bir sözlü propaganda, kışkırtıcı ajanlar ve nihayet, bütün bunlar kâr etmez ise, askeri harekata başvurmak, herşeyde yalnız İngiltere'nin söz konusu olduğunu belirtmek. Bütün Doğu'da, Fransa, bu politika ile ele alınmış, o po litika ile savaş verilmiştir. Acaba, onun nüfuzu niçin bu dere ce çekinilecek nitelikte görülmektedir? Ona karşı niçin her ça reye başvurulmaktadır? Çünkü Fransa, bugün, milliyetçi uyanışlara demokratik bir politikayı tanımaktadır ve bu hal dünyanın her yerinde ay nı biçimde olmaktadır. Eski sömürge siyaseti vaktini doldur muş, geçirmiştir. Milliyetçilikler iyice büyüme yolundadır. Doktrinlerinin özeti şu: "Herkes kendi evinin efendisidir". Ama İngiltere, her yerde hazır olduğu içindir ki, en kötü tepki lere, haliyle o maruz kalacaktır. Bununla birlikte, Fransa'nın da yalnız iki noktada zorluklan olduğunu belirtmek yerinde olur. Bunlar, Suriye ile Kilikya'dır. (Şimdiki Çukurova). 93
Suriye'de Araplarla, Kilikya'da Türklerle basiretsiz bi çimde tutuşmuştur. O zorluklar karşısmda, İngiltere'nin tutumu acaba nasıl? Bu, amansız bir düşmanm tutumundan ibaret. Ben bunu, ye rinde gördüm, öğrendim. Şam'da yirmi beş gün süre ile İngi liz ajanlarınca sürdürülen, Fransa aleyhtarı propagandaya ta nık oldum. Lübnan'da, Beyrut'ta, aym davranışa rastladım. Ki likya'da aynı şey. Nihayet, İstanbul'da geçen 16 Mart'ta ve son rasındaki İngiliz gösterilerinde bu iki büyük entrika arasında ki bağı keşfedebildim. Bu, Fransa'yı bütün eski nüfuz bölge lerinden etme siyasetidir. Şayet, Fransa aleyhtarı büyük kampanya amaçlarına ula şırsa, ne olacak? Fransa'nın Doğu'yu geçici olarak bırakma sı. Geçici diyorum, çünkü Fransız enteilektüel varlığının kök leri oralarda çok derindir ve oradan kopup gitmek hiç de ko lay değildir. Hem de birkaç ay içinde. Daha şimdiden Anado lu'da, İngiliz silahlı kuvvetlerinin içine düştüğü başarısızlık, Britanya itibarını ciddi surette sarsmıştır. Öyle ki, şimdi İn giltere, Fransa'nm usta ve güçlü ağırlığım, Doğu'da kendi ak tifinde gösteremeyecek haldedir. Orada nereye gitseniz, İngil tere'nin adı menfurdur, oysa yirmi yıl önce saygındı. İngilte re, bugün, ancak baskı politikası ile kaba kuvvetle kendini ka bul ettirebiliyor. Onunla, Doğu milletleri arasında hiçbir kay naşma yok. Her yerde kesin ayrılık hükmediyor. O halklardaki inkılapları kabul etmiyor, hatta halkları hakir görüyor. İşte, Doğu'nun en büyük yakınması budur. İngiltere, inandırmak değil, yenmek davasmdadır. Bu da ya silahla, ya rüşvetle ya da çeşitli yerli toplulukları birbirinden ayırmakla oluyor ve nef ret duygusunu her şeyden fazla yaratmış bulunuyor. Fransa ise, tam tersine, başkalarının fikirlerini çok çabuk 94
anlama yolunda, en tabii rolü, insanları birleştirmektir ki, aşı rılık istidadı gösterenleri de bir sağ duyu havası içine sokarak, uyumlu hale getirmektedir. Bu rol, bugünkü durum için özel likle yararlıdır. Avrupa'nın iki büyük gücü, doğu probleminin karmaşık lığı önünde yalnızdırlar. İngiltere, kendisine karşı kitle halin deki ayaklanmaları önleme gücünde değil, bunlara ölüm teh likesi olmaksızın tahammül edemiyor. Bunun içindir ki, onun doğudaki tutumu, birdenbire bu eski sömürge kavgası karşı sında kalan Fransız yolcuya acayip ve günün şartlarına pek kö tü adapte edilmiş görünüyor. Yolcu, hayal gördüğünü sanmak tadır, ne var ki, orada yerleşmiş vatandaştan, çok alıştıklan bir mücadeleyi ona çeşitli safhalan ile kanıtlıyor ve ingiltere ile Fransa'nın, Almanya karşısında birlikte harp etmelerine mu kabil, mgiltere'nin Doğu ile yalnız başına savaştığmı belirti yorlar; Asya'daki davranışı, kendisi için temel teşkil ediyor. İki girişimi birden üstlenerek, kuvvetini ve gayretini Ren nehri ile Bağdat şehri arasında dağıtarak, İngiltere kaldırabi leceğinden üstün bir mücadele içine girmiştir. Mütareke, Do ğu'da onu kararsızdan da öte bir duruma sokmuştur. O zamandan bu yana, hatalan sayısız halde. İKİNCİ MAKALE Haziran 1920 Yakın Doğu'daki bugünkü durum nasıl? Fransa, Suriye'de ve Kilikya'da hücuma uğramış. Suriye'de İngiliz gönüllü subaylan ve şerif çeteleri tarafından, Kilikya'da ise Türk Milliyetçilerince... 95
Suriye'de, maruz kaldığı hücumlar, beklemediği halk gü vensizliği, İngiltere'nin (Civil Service) sivil servisinin mari fetidir. Fransa'nın elinde buna dair tüm kanıtlar var. Ne yazık ki, bu hal, hükümet erkanının sırlan olarak kalamamıştır. Su riye'de, Kilikya'da, ya da İstanbul'da, tek bir asker, tek bir si vil Fransız yoktur ki bunu bilmesin ve kurulan tuzaklan, ayak lan altındaki mayınlan size izah edemesin. Doğu'daki Arap ve Türk kamplannda acaba neler oluyor? Önce İngiltere'ye karşı gerçek bir patlama vardır ve şöyle de nilmektedir: - Fakat, onun sizin için de en zararlı düşman olduğunu anlayamıyor musunuz? Bütün Doğu'da, ihanet görmüş, gülünç hale getirilmiş olarak ittifaka nasıl sadık kalabilirsiniz? Siz bi zi kendi işimizle başbaşa bırakın, kendiniz çekilin, uzak du run, biz sizin gerçek düşmanınızın hakkından gelmesini bili riz. Onu güçlendiren, sizin desteğinizdir. Gördüğünüz mükâ fat da meydanda." Türkler ve Araplar, ortak bir duygu üzerine kutsal birlik ilan ettiler: Bu birleşme emperyalist İngiltere'ye karşı nefret demektir, ilan edilen odur. Hesaplann görülmesi saatinin çal dığını düşünüyor, ziyaretlerine giden her Fransız'a bunun ge rekçesini izah ediyorlar. Daima: "Bizi serbest bırakın, siz çe kilin" şeklinde aynı sözler tekrarlanıyor. İnsan Doğu'ya gidince görüyor ki, iki büyük kudrete da yalı Avrupa pek ufak bir şeydir. Onun aynlıklan, ondaki çat lamalar çöküş işaretleri gösteriyor. Tabiatı ve yetişmesi yönlerinden liberal olan, kendine ait bulunmayan fikirleri anlamaya çalışan Fransa, her zaman mil liyetçi Asya ile, birkaç yüzyıl gecikmesi bulunan Büyük Bri tanya arasında, birleştirme çizgisi olmaya hazudı. Onu anla96
mamak, Doğu'daki tek eş kuvveti yok etmeye çalışmak, İngilterenin inanılmaz hatasıdır; bizlerin, her biri, büyük uygarlık fikrinin bir gerilemesini teşkil eden yanlışları üzerine, gözle rimizi nasıl açarak diktiğimizi anlamıyor. Şu anda dörtte üçünden fazlası üstüne gölge düşmüş bu durum nasıl düzeltilebilir? Önce, o çılgın Şark siyasetine son vermeli; bizim karşımızda gerçek savaştan daha kötü olan kü çük savaşını durdurmalı ve Doğu'da da olsa, milletlerin hak larını tanır bir gerçek İngiltere'nin var olduğunu ve de As ya'ya, şimdiye dek yanılgılar içinde kaldığını ifade etmeli. *** Londra'da rastladığım iyi haber alan Fransızlardan biri, bana trene kadar eşlik ederken şunları söylemişti: - Eğer burada görüp duyduklarınızı iyice düzene sokmak istiyorsanız, şunu unutmayın: Londra'da her yeni gün, bir ye ni politika vardır. Pazartesi Politikası; Lloyd George'un çeliş kili ve uçucu, Dışişlerinin Salı politikası; uzlaştırıcı ve yatış tırıcı, Çarşamba Politikası; Curzon'un bütün şimşekleri, Per şembe Politikası; Lord Cecil'in dünya barışını ve milletler ce miyetini vaaz eden politikası, cuma politikası da "Wait and see" denilen "Bekle gör" politikası yaşar Londra'da. Cumar tesi, politika yoktur, herkes dinlenir. Bütün dünya bu dinlen me zamanına uymak zorundadır. Bakın bu formül ne kadar uygundur, beklenmedik bir olay çıkarsa ne de çok siyasi kaynak mevcuttur. O hallerde, du ruma en uygun görülen çözüm şekli uygulanıverir. "Burada, sizin görüşlerinizi Doğu konusunda paylaşan kişiler tanıdınız. Emin olunuz, onlar vakti gelince gereğini ya pacaklardır. O zaman, kendini kabul ettiren davranış incelik le hatta oldukça samimilikle harekete geçecektir." 97
Bazı hataları düzelttiğinizi mi sanıyorsunuz! Belki öyle dir, fakat aldanmış olmayın, bu büyük Londra okyanusunda, fikirler, son derece hafif çeker, bunlar, dalgaların tepesinde ki köpükler gibidir. Var olan sadece, kaba, apaçık savaştır. Olumlu sonuç tüm durumlara egemen olur."
98
ONUNCU KISIM İSLAM VE BATI . Bakü'de toplanan ikinci Sovyetler kongresinde, Kasım 1920'de, Lenin İslam dünyası için, isteklerine yatkın bir poli tika getiriyordu. Rus komünizmi, görünüşte, Doğu karşısın da haklarını güya bırakıyor, ona sadece, Milliyetçilikten söz ediyordu. Bu ikinci kongre, Asya ile Afrika Müslüman şeflerini te masa geçirmiş oluyordu. Anlaşmazlıklarına son verip tek bir ihtiras uğrunda birleşeceklerdi. Bu da ingiltere karşısında hep birlikte duydukları nefretin gereği idi.. Diğer birçok noktalar üzerinde görüldüğü gibi, bu nokta üzerinde de, fikir, ümit, şi kâyet alışverişinde bulunacak, müşterek davranışlarının pla nını çizeceklerdi. Mısır, Hindistan, Türkiye, İran, Irak, Afganistan ile Tür kistan, Buhara Özbekistan insanları kardeşlik haline geliyor lar. Bütün Asya, buluşma yerine geliyor; Kafkas, orada Ara bistan ile buluşuyor. Bu, evveli olmayan bir olay. Sovyetler, herkes nazarında şüpheli iken, işte İslam dünyası onları kul lanıyor, fakat hiç bir şeyi de unutmuyor: Rusya Çarcı da olsa, 99
menşevist, Komünist de olsa, her zaman düşmandır, zira As ya'daki çizgisi değişmiyor. Bir Türk atasözü "Denize düşen yılana bile sarılır" der. Türkiye ve kardeş Asyalılar için, Rusya tehlikeli bir komşu dur, ingiliz, acımasız düşmandu. Bu iki afet arasmda yaşamak söz konusu. Bugün taarruz ingiltere'de; o halde, Mısır'dan Hindistan'a, istanbul'dan Bombay'a, aşağı Fırat'tan İran'a, Kafkasya'dan Afganistan'a, tek bir parola: Bağımsızlıklar düş manı ingiltere'ye savaş! O zaman şu soru akla geliyor: Hin distan'ı, Mısır'ı, hep elinde tutacak mı ingiltere? Bugün, bu soru, artık sorulmuyor. Rusya'ya gelince, herşey için herşey ile oynayacak. Şa yet Asya Müslümanları gaflete gelir, başlan dönerse, Türk Moğol yığınlanndan kaynaklanmak suretiyle, onlann büyük kahramanlıklanm kullanacak olan, Kızılordular dünyayı fet hedecekler. Asya ile Avrupa arasında büyük önemde geçit olan istanbul, az zaman sonra, onlann avı haline gelecek. On ların bu tepmelerine karşı koyacak set neresi? Bu set Anado lu'dadır. Eylül 1920'de Lenin'in Asya planı, Enver Paşa tarafın dan benimsenerek alman Alman planıdır: Türkistan ve Afga nistan yolundan Hindistan ile temas kurmak, Enver Taşkent'te, Cemal, Kabil'de askeri yönetecekler. Türk davranışı karşısmda, Sovyetler çok kez tutum de ğiştirecekler. Yerine göre, övecek ve korkutacaklar, bu da Kaf kasya ve Hazer'deki küçük Cumhuriyet müslümanlanndan in tikam almak suretiyle olacak, şayet Türk şefler hayal kınklıklanna sebep olurlarsa... Zira, Müslüman burjuvazisi ile dini şefleri Moskova doktrinini, ne kadar yumuşatılmış olursa ol100
sun, red edeceklerdir. Şeriat, Bolşevik vecizeleriyle ters düşer. Kafkasya'daki Türk ordusu, kadroları, askerleri, cephaneleriyle, Mısırlı Milliyetçileri de kapsamına almak suretiyle bir Türk - Arap konfederasyonu kuran Mustafa Kemal kuv vetlerine temel teşkil etmiştir. Enver, bu hareketler üzerine, Hindistan istikametine el koymak ister, Mısır doğrultusuna gidnelere de aynı biçimde davranır; o ateşli bir Panislamist'tir, sonunda Mustafa Kemal'e çarpmış olur. Mustafa Kemal, inan mış milliyetçidir ve Müslüman milletlerin en büyük şefidir. Bayrağı istiklalin bayraıdrr. Enverinki ise sıkı sıkıya Padişah'a bağlı. Ganj'dan Nil'e, Yemen'den Sibirya'ya İslam harekatı, ümitlerini türkiye üstünde toplamıştır. Trablus Şeyhi Süley man El Baruni, Türk Basınına hitap eden mektubunda, şöyle diyordu 1919'da: - İstiklaline kavuşmuş Türkiye, Müslüman dünyasının emniyet supabıdır. Bu supabı kapamak, bütün İslam'a Müs lüman enerjisini yayma sonucunu getirir, ingilizler, bu çılgın lığı yapmışlardır." Asya, çoktan beri, Avrupa'nın güçlülüğüne inanmamaya başlamış ve Batı medeniyetleri üstünlüğü doğmasını acı acı tartışmaya koyulmuş bulunduğundan basiretsizlik büsbütün ortadaydı. Asya, bu medeniyetlerin savaş alanında karşılıklı şoklar içinde kaldıklarını ve kavgadan adam akıllı yorgun çık tıklarım da görmüştü. Artık direkt konuşma dili yalnız Doğü'da vardı; Avrupa'da ise, dolaylı, kararsız konuşmalar. 27 Ocak 1920 günlü Islamic News (İslam Haberleri) ga zetesi şöyle yazıyordu: 101
- Afrika Sinüsilerinin reisi Büyük Şeyh, Eskişehir'e ge lip Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı seiamlamıştır. "Eskişehir'de bulunan mukaddes Şerif Sait Ahmet Haz retleri hakkında aldığımız haberde, kutsal kişiliklerinin daha önce, 1911-1912 Trablusgarp savaşlarında Arap muharip güç lerinin çekirdeğini atmak için Gazi Enver Paşa ile oluşturulan işbirliğinin anısıyla, şimdi Anadolu'yu teşriflerinin oralarda ki Arap dünyası ile Hicaz Araplarında bir heyecan patlaması yapacağı ve onları Türk milli davasına daha çok bağlayacağı ümit edilmektedir." "Şeyh Hazretlerinin, Yunanhiarm Türkler tarafından ye nilgiye uğratılmalanna rastlayan bu teşriflerinde, Gazi Mus tafa Kemal Paşa'ya uzun bir tasvip mesajı gönderdiği ve bun da siyasi ve askeri harekatın Ankara Meclisince izlendiğine de memnunluğunu belirttiği bildirilmektedir. Reis Hazretleri, Cenab-ı Hakk'm, bencil davalar uğrunda değil de, kendi ba ğımsızlıklarını koruma yolunda savaşanlarla daima beraber ol duğunu, Türk milletine temin etmiş bulunmaktadırlar. Bu sa vaşçıların bütün dünyadaki kardeşleri, milliyetçilerin kahra manca davranışlarında, ilahi adaletin, ırk, kudret ve ülke far kı göztemeksizin çiğnenmiş haklan teslim ettiğini görmekte dirler. Her yerde, Sunusi'ler,' Türk ordusunun gayretleri üstü ne zafer tacının yerleşmesi için dua etmektedirler. "Şunu da haber almış bulunuyoruz: Bu aym başlarında, bir Pan-îslamik konferans Sivas'ta aktedilmiştir. Bu konferan sa başkanlık eden Sunusilerin Şeyhi Elsait Ahmet Hazretleri, Türk hükümeti adma da konuşmuşlardır. Toplantıya katılan lar arasında, Faysal'm kardeşi Emir Abdullah, Kerbela Emir lerinden biri, İmam Yahya'nın bir temsilcisi, Yemen Şam asından bir Emir bulunmaktadır. 102
"Konferansın amacı, İslam Birliğini kurmak için, Müs lüman devletlerin çaba birleşimini sağlamaktı. Bu konuda şu da belirtilmiştir ki, İstanbul hükümeti, Evkaf nezaretini, bu amaçla, derhal Şeyhül İslam emrinde bir daire haline getirme ye hazırdır. Teklifin bir maddesi, görevlerinden birinin Müs lüman birleşmeleri yönetimi için bir Meclis (Konsey) kurul masını öngörmektedir. Bu birleşme yöntemlerini belirtecek statüler, Osmanlı İmparatorluğu'nda yüz yıllardan beri faali yette olan Hıristiyan birleşmeleri statüleri esas alınarak yapı lacakta-." Gerçekten İslam içinde bir çeşit ihtilaldi bu. Aktif biçi mi, bahtsız Sevres (Sevr) muahedesi tarihinden başlayacaktı. Bu ihtilal, her yabancı egemenliğe fakat özellikle İngiliz ege menliğine karşı çıkıyordu. Yine islamic News gazetesi (Sev res) muahedesini zikrederek şöyle yazıyordu: - İngiliz Mezopotamyasındaki tükenmez savaş hali, Ingüizlerin Ortadoğu'da tutunmalannı imkansızlaştınyor, ayrı ca yukarı Kafkasya'daki Türk koruyucu kuvveti, petrol hesap larının çöllerin bir serabı olduğunu kanıtlıyor. WrangePin ye nilgisi ile Venizelos'un sürgüne gönderilmesi, müttefik dip lomasisinin çözülmesi sonucunu getiriyor, ayrıca müttefikler İmparatorluğundaki karışıklıkların kaynaşması süratle çoğa lıyor. Zağlul Paşa karşısındaki Milner tutumu, Mısır milleti nin her zamandan çok, gerçek hakkının peşinde bulunduğu nu göstermektedir." "Hindistan'daki 'Non-cooperation' beraber çalışmama kararının büyük başarısı, doğu dominyonunda Britanya dene timinin geleceğini karanlık hale sokmaktadır. Bunlar öyle işa retlerdir ki, yıkılmış İmparatorlukların verdiği ibret dersinden
103
daha elle tutulur, daha gerçek nitelikler taşır. Müttefikler için deki devlet adamları, bu işaretleri dikkate almalıdırlar. Bun lar, her zaman geçerli olmuş gerçekleri belirgin hale sokuyor lar; şöyle ki, yerine getirilmemiş vaatlerim harabeleri üstün de kurulmuş imparatorluklar, imparatorluk olmaz, milletlerin mezarları olurlar. Çok geç kalınmadan, bugünkü karmakarı şık durumdan sorumlu olanların, fetih tasavvurlarından vaz geçip, gelecekteki tutumlannm gerekçelerini yeni baştan in celemeleri gerekmektedir; böylece, yeryüzüne, çalınmış ba rış iade edilmiş ve yerini bulmuş olacaktır." Bu tenkitlerin tümüne cevap verme yolunda, geriye işle necek bir hata kalmıştı: Anadolu'ya karşı girişilen savaşa bir Anglikon-Ortodoks ehlisalibi biçimini vermek. 1920 Temmu zundan bu yana harp orada herşeyi kırıp geçiriyor, İncil ile enaz bağdaşır yöntemleri kullamyor, öyle ki, Anadolu'daki Or todokslar, dindaşlarının yaptıklarına çok az arzulu görünerek, Fener Patrikhanesinden kopup, bir Ortodoks kilisesi kurmak suretiyle, Yunanistan'daki ve İstanbul'daki dindaşlarına ve Anglikon-Ortodoks din birlemesine karşı çıkıyorlar. Bu dahi, eski Doğu'dan arta kalanlara inanılmaz görünür ama, Doğu ruhundaki derin değişikliğe apaçık bir işarettir. Milliyetlerin uyanışı, tamamen dini olan birleşmelerin yerini almakta. Ankara'da olsun, İstanbul'da olsun, Mısırlılar ile Suriye lilerin başka deyimlerle söyledikleri, bana yüz defa tekrarlan mıştır. - Bizi iyi anlayın demişlerdir, biz, hiçbir suretle, Asya fe tihlerinin kısa ömürlü olmasına benzer bir imparatorluk pe104
sinde değiliz. Asya fetihleri, ömürlü olamayacak kadar fazla genişlemesine olmaktadır. Bugün, müşterek düşman karşısın da birleşiyorsak, afetin hepimizin gırtlağımıza sarılmış olma sındandır. Balon, Ankara'da Suriyeli, Mezopotamyalı, İranlı, Arap, Mısırlı vekil ve mebus göremezsiniz: Biz, Milli Meclis sıralarına ancak Türkoğlu Türkleri sokuyoruz. Mısırlılar da, kendi diyarlarında, aynı biçimde hareket ediyorlar. Hindis tan'da ülkeyi Hintliler yönetiyor. Bugünkü İslam Birliği, Müs lüman milletlerin hiçbirini iç işlerinde bağlamaz. Silahların birleşmesi ancak yabancı tehlikesi karşısında harekete geçer. İngiltere, boğazımıza hançerini dayamış, bizleri savaşmaya zorlamaktadır. Barışa, bütün güven duygusu ile kavuştuğumuz zaman herkes kendi davranış özgürlüğüne sahip olacaktır. Kuşkusuz, İslamm bağlan yine bulunacak ama, milliyetçili ğin hareket serbestliği hiçbir şekilde azalmayacak, zira her bi rimiz için öz amaç budur." Bütün Doğu'da aynı sözleri buluyorsunuz, fakat muzaf fer Türkiye için muazzam bir saygı var; çünkü istiklalleri kur tarmaya gelen odur. İngiltere, hükmetmek için bölmeli siyasetine ne kadar sanlırsa sanlsrn, Rusya, el altından onu ne denli taklide yel lenirse yeltensin, yine İngiltere, para yardımı ile kullandığı kü çük devletlere ne kadar sahte bir yaşama getirirse getirsin, so nunda Müslümanlar, onun, ancak kuvvet karşısında dize ge len, kör, inatçı bir düşman olmaya devam ettiğini daha iyi an lamaktadırlar. *** İslam nezdinde Britanya itibanna vurulan öldürücü dar be, Mustafa Sagir davası ile olmuştur. 1921 Mayısında, An kara'da, bu davayı takip etme fırsatım elde etmiştim. 105
Suçlanan kişinin adı, bir savaş adı idi. Benares'li büyük bir ailenin ismini taşıyor fakat bunu, o sahte isim altında giz li tutuyordu, infazından önce, halk huzurundaki itiraflarına karşılık, gerçek adının açılanmamasını istemişti. Muhakeme sinde, aleni bütün duruşmalarda hazır bulundum. Bizzat, zan lı tarafından, en güzel Oxford İngilizcesi ile yazılmış veskiayı da elde ettim. Bu belge de, hayatını, çalışmalarım, India Office için gördüğü hizmetleri sergiliyordu. Şimdiye dek bun dan daha inandırıcı bir şey okumuş değilim. Çok açık, çok za rif bir üslupla yazılmış olan, itiraf şeklindeki bu biyografi, in giliz siyasi entrikasını, geniş bütünü ve aynntılanyle ortaya koyuyordu. Belge, bütün İslam dünyasına yayılmıştı. Müslüman delegasyonu ve Ankara halkı tarafından leba lep doldurulmuş salonda, Mustafa Sagri, yüksek ve anlaşılır sesle, İngiltere'nin kendisinden istediğini anlatmıştı. Eğitimi ni nasıl yetiştirildiğim, aldığı menfaatler karşısmda, neler yap masının kendisinden istendiğini de belirtti. Bu adam, şüphe yok ki, seçkin bir ajan olmalı idi, Zira İndia Office, en mahrem listelerini, en gizli fikirlerini, her aja na bu kadar kolaylıkla vermezdi. Yaşı otuz ya da otuzbeşti, din kardeşlerine karşı yaptığı kötülükleri, mertçe itiraf ediyordu. O ana kadar, kötülüğü an layamamış, doğru hareket ettiğini sanmıştı. Ümitsiz durumu na rağmen, kendini o hale sokanlar hakkında, hiçbir nefret duy gusu belirtmeksizin konuşuyor "Britanya İmparatorluğunun ekmeğini yedim, herşeyimi ona borçluyum. Şimdi o sırlan or taya döküyorsam, bu kendi, insanlanma istemeden yaptığım kötülüğü tamir içindir. Ankara'yı görmeden, o kötülük hak kında bir fikir sahibi olamazdım." diyordu. Daha çocuk iken, erken oluşmuş zekası ile, Benare'sde106
klÖgiliz mernürlâriaı etkilemişti. Âilesrhiıi rîzası ile, İngiliz ler onu, İngiltere'ye götürmüşler, orada, eri dikkatli, en ince biçimde yetişmesini sağlamışlardı! Tavırları, aslında bunu ka nıtlıyordu. Kendisine soylu kişiler muamelesi yapıldığı Lincoln Col lege'den (Oxford) mezun olurken, İndia Office'in "Chief Sekretary " şef sekreteri önünde, yanında iki İngiliz subayı ol duğu halde Kur'an-ı Kerim üzerine el koyarak yemin etmiş, kendisine bahşedilen bu yetişmeye karşılık, İngiltere tahtı ile Hindistan kral naipliğine kesin sadakat göstereceğini vaadetmişti. ;-• •' Bunun üzerine, Arapça öğrenmesi bahanesi ve aslında Mısır milliyetçi davranışını izlemek maksadıyla Kahire'ye gönderilir. Soma, değerli istihbarat kaynağı olan İran'a gide cek, daha soma Londra'ya çağrılacaktı. Orada Asya mesele leri kısmımda çalışacak ve Türkiye, İran, Afganistan, Hindis tan dış politikaları üzerinde ihtisas yapacaktır. Geniş bir sa hadır bu. 1914 Ağustosunda Hindistan'a soma da, bütün As ya politikalarının merkezi İsviçre'ye gönderilir. Mütareke yıllarında, İngiltere'nin, İslam işleri yönünden durumu, acınacak haldeydi. Taahhütlerinin Mçbirini tutmamış tı. Askeri Parti tarafından yönetiliyor, aslmda Lord Curzon'un emri altında bulunuyordu. O da Lloyd George görüntüsü al toda despotik bir idare tarzı bulunuyordu. Türkiye üzerinde manda tesisi konusunda, İstanbul'da bütün dümenleri bu as kerî parti yönetmiştir. Hariciye İstanbul'da görevli, (British High Commissioner)'den Anadolu'nun siyasi durumu hak kında bir rapor isteyince, bu makam, şu karşılığı veriyordu: "İngliizlik şerefi adına bu haydutlarla (Cut-throats) bir anlaş ma yapmak çok zararlı olacaktır." 107
"Bu sözlere inanan İngiltere, diyor Mustafa Sagir, ilkin bekleme oyununa başvurdu, sonra Yunan oyununu yaptı. Bek leme siyaseti, milliyetçiliğin var olduğunu son ana kadar in kâr etme oyunuydu." "İstanbul'da İngiliz propagandası, padişah tarafından, Damat Ferit'in eski kabinesi üyeleri tarafından, şehrin içinde kurulu askerî kurul marifetiyle yapılmıştır. İngiliz yürütme ko mitesinin üyeleri, Albay Nelson, binbaşı D. Monford, Yüzba şı Stone, Yüzbaşı Benett." İngiliz propagandası gerçek Türk olanlardan pek az yar dım gördü. Onlar, kendilerine başvuranlara güven duymuyor lardı. Mustafa Sagir, Mustafa Kemal Paşa'nın öldürülmesi için kurulan komite üyelerinin adlarını da veriyordu. Bunlar, Al bay Nelson, Binbaşı Monford Pastör Frew, yüzbaşılar Benett ve Stone. Sagir, Ankara'da bu öldürme görevini bizzat yerine getirecekti, öyle ilâve ediyordu: - Milliyetçilerin Hindistan'da, Afganistan'da, Mezopo tamya'da, Mısır'da savaştan vazgeçeceklerine İngiltere inanabilse idi, derhal bir anlaşma olabilirdi, fakat bu inanç ona gel mediği sürece, mücadele devam edecekti. Amaç, Anadolu'yu İngiliz mandası altına koymaktı; böylece, İngiltere, Türki ye'nin İslam politikasını kontrol altma alma imkânına sahip olacaktı." Heyecandan titreyen halkın gözleri önünde, İngiliz altı nı marifetiyle elde edilen Müslümanların isimlerini de veri yordu Mustafa Sagir. Başta, aylığının rakamı ile birlikte Ha life geliyordu. Açıklaması için teşvik edilince Mustafa Sagir öteki isimleri de sayıyordu; teker teker ve yavaş yavaş.. Bir cel se aralığında, Dışişlerinde siyasi işler müdürü Hikmet Bey'e 108
sormuştum; "Bu kadar ileri derecede bir casusun sözlerine na sıl inamlabilir?" demiştim. Hikmet Bey, tatuklanmasmdan sonra, suçluyu ilk sorguya çeken adamdı; bana o ince gülüm semesi ile: - Bizim, kontrol imkanlarımız var. Şimdiye kadar, bütün o incelemeler, suçlunun itiraflarım doğruladı, demişti. O denli tehlikeli şartlar içinde Mustafa Sagir'in seyahat amacı, demek ki Paşa'yı öldürmekti. Bu itiraf karşısmda, din leyiciler homurdanmıştı. Yargıç: - Bu fiili yerine getirme hususunda neden sizi seçtiler? diye sormuşta. Sagir: - Çünkü, demişti, birkaç ay önce, Afganistan'da, başka bir tehlikeli görevi basan ile yerine getirmiştim. Bu görev, Emir'in öldürülmesi idi. Bu kez, dinleyiciler, daha kuvvetle homurdanmıştı. Böylesine fizik ve entellektüel bakımlardan tam güçlü bir kişinin, ölüme mahkûm olduğunu bile bile, mahkemeden zi yade Tannsma anlatırcasına vaki bu konuşmasını, o gencecik kişiden bu rakamlan, bu isimleri duymak ve birden bire bu bi çim gerçekler karşısında kalmak suretiyle bir müslüman halk topluluğunun hissettiği heyecanı tasavvur edebilmek Batı için cidden güçtür. Ankara'ya göndermeden önce, her çeşit şüpheyi izale et mek için İngilizler, onu, bir süre, ünlü Agopyan Han hapisanesinde tutmuşlardı. Kaçmış gibi yaparak, bir genç denizci Türk subay ve üçüncü derecede bir milliyetçi ajanla birlikte, Sagir kendini Varna'ya atmıştı. Oradan, İnebolu'ya geçerler. Bu üç kişi, İnebolu'da nizamî bekleme süresi olan, aşağı yukan onbeş gün geçirmişlerdi. Mustafa Sagir, aklına bile getir109
miyordu ki, İstanbul'dan kaçtığmdan beri, onu götüren araba cılar bile, gayet dikkatli emniyet mensuplarından seçilmişti. Orada, çok iyi bir kabul gördü, bütün hareketlerinde serbest lik içinde idi. Böylesine bir rahatlıkla casusluk teşkilatım kur du. Ona: - Ankara'ya ne yapmaya geldiniz? diye sormuşlardı. - Türklerle İngilizler arasında yaklaşım sağlayaak bir ga zete çıkarmak istiyordum. Cevabını vermişti. - İngiliz, siyasi yüksek şahsiyetleri arasında kimleri ta nırsınız? - İstanbul'da Albay Nelson ile bir sürü daha az önemde subay tanırım. - Lord Curzon'u tanımaz mısınız? - Londra'ya, pasaport almak üzere, Dışişlerine gittiğim de, ona bir kez rastlamıştım. - Sizin Anadolu'ya geçeceğinizi biliyor muydu, size her hangi talimatta bulundu mu? - Evet birkaç defa. - Buraya, niçin Bulgaristan yolu ile geldiniz?.. - İngilizler, Anadolu'da oluşan örgütlerden endişe ediyor lardı. Bu örgütleri kuvvetlendirmek için, Bulgaristan Türkle ri de bazı topluluklar kurmuşlardı. İngilizler bunların ayrıntı larını bilmek istiyorlardı. Aynı zamanda, Türkiye'deki öğüt lerle de ilişkileri olup olmadığını merak ediyorlardı. İlk sorgulan esnasında, Sagir, bu işe Hilafet adında bir Hint komitesinin delegesi olarak girdiğim, görevinin, muka vemet hareketini destekleme yolunda Türk mücahitlere çek ler dağıtmak olduğunu söylemişti. İstanbul'daki (intelligence Department) yani İntellicens dairesini haberle besleme misyonu ile hareket ettiğini, bunun 110
amacının da Milli Mecliste (Sivil servis) lehinde bir çatlama sağlamak olduğunu belirten Mustafa Sagir, Hint komitesi Hi lafet'in on milyar sterling lirası topladığım, bundan bir buçuk milyonun Roma'da bulunduğunu, şayet Mustafa Kemal, ingil tere ile anlaşırsa, bunun hem kendisine verileceğini, onun öldürmektense bu biçimde hareketi yeğ bulduklarım da bilgi ola rak veriyordu. Bu da, her zamanki davranıştan başka bir şey değildi: Şa yet mümkünse rüşvet vermek, değilse, son çare olara katlet mek! Mustafa Kemal, kendisine tahsis edilen meblağdan ha berdar edilince, gülümsemiş, "Kendimde bu kadar ticari de ğer bulunduğunu bilmezdim" demiştir. Bu oturumlar dizisini yerinde takip etmek gerekir. Hava ateşlidir, nefretle doludur. O halkı, titrerken görmek lazım. Bu suskunluktaki titreyiş, hiddette olandan çok daha korkunçtur. Yüzler dikkat kesilip gerilir, ter damlaları ağır ağır akarken hâsılı, bu ifşaat ile oluşan derin izlenimi anlamaya çalışırken, kalkpaklann -sarıkların salamşma şahit olmak lâzımdır. Hakimler, yüzlerinde tebessüm, en ince nezaket formül leri ile sorgulanıyorlardı. Sanık da, aynı tebessüm, aynı ton ile cevap veriyor, bu tarz, mücadeledeki faciayı ortaya daha iyi koyuyordu. Bu, İslam kitlesi huzurunda, bütün bir İngiliz şark poli tikasının davası idi. Bu, (İntelligence Service)'in, Asya bağım sızlıklarına ve Mısır'a karşı olan plamn gözler önüne serilme si idi. Sagir'in apaçık sözleri ne büyük bir çözülme örneği ve riyordu; adam bir ara nağme halinde, ikide bir "Lord Curzon" deyip duruyordu. Kısa bir zaman için elime geçen uzun belge içinde, müt111
refikler lehine takdirlerimi toplayan rakamlarla onların gizli kaynaklarını okumuştum. 1919 planın bükülmez, eğilmez çiz gisini orada görüyor ve 1920'de Londra'da bana söylenenleri daha iyi anlıyordum. "Bizim kimseye ihtiyacımız yok; biz yalnız hareket etmesini biliriz, işin içine, gerekli zamanı da, insanlan da, kaynaklan da, koyarız." demişlerdi. Gerçekten, Doğu'daki durumunu berbat etmek için, İn giltere kimsenin yardımına ihtiyaç duymamıştı. Birkaç gün soma Paris'te idim. İngilizler, talihsiz durum larını benim makalelerimden öğrendiler. Sagir'in ele geçme si, eksiksiz ifşaatı, (Sivil Servis)'in, Doğu'daki örgütlenmesi ni baştan başa yeniden kuraıasmı gerektiriyordu. Şefleri de ğiştirmek, ekipleri yenilemek, bu dehşetli kazayı biran önce tamir etmek icap ediyordu. Büyük Doğu harbinin bütün pla nı, işte düşman eline geçmişti. Hiç kimse Sagir'in yakalana cağını ve bundan sonra büyük İslâm dayanışmasma kapılarak konuşacağını düşünmemişti. Londra ile İstanbul'u altüst eden ve Ankara'nın Fransa kanalıyle dünyaya yaymaktan memnun olduğu bu kararın, Pa ris'in derin bir heyecan duyacağı umulurken aksine, ancak fa landa olunabilirdi. Pariste, Mustafa Sagir'miş, Hindistanmış, Ankara imiş, bunlar anlaşılması ne yazık ki güç ve kavranabilme ihtimalinden uzak şeylerdi. Afganistan, milliyetçi Türk ler bunlann istekleri gibi konular, kafalara çok kanşik işler gi bi geliyor, anlaşılma yolu hep kapalı kalıyordu. İslam sorunlarında uzmanlaşmış birkaç kişi gerçi ilgi duymadı değil ama, onlar da, Halifenin söz konusu edilebile ceğini akıllanna sığdıramıyorlardı. Görüşleri hep o eski Doğu'ya, o doğmalara bağlı idi; Milliyetçi anlayış onlan ilgilen112
dirmiyordu. Halka gelince, en okumuşlan bile, her türlü araştırmadan uzak kalacak kadar bilgisizdi. Tarih, Mayıs 1921. Doğu'nun değiştiğinin anlaşılabilmesi, Fransa aleyhine taar ruzlara her yönden geçilmesi ve yeni İngiliz hatalarının belir mesi için, daha bir yıl geçmesi gerekecektir. *** Bizler, hepimiz, az ya da çok, İngiliz propagandasının ga fil kurbanıyız. Bu propaganda, ötekiler arasında ustadır; be ceri ile gizlenmekte, herkeste bir zayıf nokta bulmaktadır. Ye rinde haber almaya gidip, yüksek sesle hiddet edenlere: "sa bırlı olun, gereğini yapacağım, değiştireceğim, bırakın biraz düşüneyim ve özellikle beni bu değişiklik çalışmalarımdan şa şırtmayın, işi geciktirirsiniz" demektedir. - Lloyd George mu? Curzon mu? Evet biliyorum, bunlar tahammül edilmez, kötülükler yapan yaratıklar. Ama susun, saldırmayın onlara. Biz hükümet adamlarımıza çatılmasından hoşlanmayız. Şimdilik ağzınızı kapatın, göreceksiniz, herşey değişecektir. Sözlerinizin o kadar doğru, çabalarınız o denli takdire değer ki! Büyük tasarılarımız var. Şimdilik açıklaya nlayız." Bizim hükümetin başmdakilere, İngiltere şu cevabı ve riyor: - Almanya işi var, tamirler işi var, müttefik borçlan, ko münizm var ve başka bir sürü iş var ki, bunlann sırlanna he nüz vakıf değilim." Bizim devlet adamlan da frenlerini gıcır datıyorlar ve boşuna, çenberin dört köşeliğini, yani olmaya cak bir işi çözüme çalışıyorlar. Esasen, hepsi Şark hakkında bilgisiz. Bir teki olsun seyahat etmez, bir teki olsun milliyet çilik akımlan ne demektir, daha doğrusu bağımsızlık müca deleleri ne demeloir, bilmez. Hepsi hâlâ Asya'nın para muka-
113
bilinde herşeyi verebileceğine, şeflerinin de öyle olduğuna, Asya yalanı diye bir yalanın halâ var oluşuna inanıyor da İn giliz yalanını bir türlü iblemiyor. Evet, doğrudur, Londra'da bugün, hatta bütün İngiltere'de, iyi niyetli kişiler yok değildir, bunlar samimilik içinde titiz olurlar, Doğu'da olanlar hakkında en ufak fikirleri yoktur. An cak, bunların, gözleri açıklıncaya, Mars ya da Sirius gezegen leri hakkındaki bilgilerinden farksız olarak bildikleri o meç hulleri Şark diyarlarım öğrenip anlamalarına dek ne kadar yıl geçecek, bu kazalar ne belalar başgösterecek, oluşacak. Ve ingiltere'deki o dürüst insanlar, safdilliğin hiçbir za man bu derecede sömürüleceğini asla kabul etmezler. O ingi liz iyi niyeti içinde, Britanya politikasının, kendi ardlannda barındığı, değer biçilmez bir güç olmaktadır. İşler kötü gidin ce, bu durum görülmektedir. O masumlar ordusu olmasa, yapılan oyun bozan çok güç leşecektir. Liberal ingiltere'nin, geniş görüşlü, her çeşit dü şünceyi, en zıtlaşanlan bile dinlemek ve gerekli zamanda onun yararlı hayalciliğini ortaya koymak imkâm yine bu ma sumlar ordusunun işidir. *** Doğu'daki ingiliz politikasına karşı, bir sorgulama yap mış bulunuyorum. Bu demek midir ki, bizler, orada hiçbir hata işlemedik ve islam bir anlayış noksanı ile itham etmekte, bizi yavaş ve te reddüt içinde görmekte haksızdrr? Bizler, Fransa'da hatalarımızı kabul etme adeti içindeyizdir. Biliniz ki, Paris'te, Şarkın kendine çektiği herkesin gelip başvuracağı, gerçek bilgi erbabında yönetilen bir büyük İslam politikası merkezi yoktan Yok olduğu içindi ki, hiç kimse, Do114
ğu'daki fikir itibanmızı ayakta tutmaya çalışamaz. Şayet bu gün, bütün anlayışsızlığımız ve bütün boşluklarımıza rağmen, islam bize başvuruyor ve kitle halindeki ayaklanmasının ge rekçelerini anlatmak istiyorsa, bu, derhal elde edilebilecek türden çıkarlarımızı kaybetme pahasına da olsa, bütün dünya da büyük bir Fransız fikri hareketinin baş göstereceğine inan dığı içindir. Bu davranış gerçekleştiği zaman, sonucu şöyle olacaktır ki, tali derecedeki düşünceler bir anda kaybolacaktır. Bu gibi hallerde hükümet adamlarımız, o denli itiş hareketlerini izler ler ve doğacak kanaat onları sürükler. Bizim, Şark ile anlaş ma haline girmemiz gerçekleşecektir; ingiltere de, bunu bil miyor değil. Hakikat kendini kabul ettirdiği zaman da, ona bağlı sayılı birkaç adamımız kaybolup gidecektir. Doğrudur; Şark'ın kusurları var, aşırılıkları da var, ancak bizdeki büyük hata, onu, Batı karşısında aşağı seviyede ün yap mış larak görmemizdedir. Bu, baştan başa yanlış bir görüştür. Doğu, çok öğrenmiştir, çok mücadele etmiş, çok acı çek miştir. Ondaki eski atalet, kendi kendine yetme, en ufak kay naklarını kullanma, hasılı başının çaresine bakma sebepleriy le tamamen değişmiş bulunuyor. Ben her yerde, Moskova doktrinlerinden tiksinerek, bütün güçleriyle çalışan, olunabildiği kadar enerjik ve kararlı olan insanlar gördüm. *#* Orada, iki kez kapışmış halde. Biri, hergün mesafe kay beden ve daha az taraftan bulunan, zoraki batılılaşma. Öteki daha büyük sayıda, özeti şu: Batı taklitçiliğinde bulunmayın; size bütün kötülükler bu taklitçilikten gelmiştir. Bugün iki ay115
rı dünya var: Hıristiyanlık ve İslam. Bunun böyle olmasını hiç bir şey önleyemez. Islamdaki bütün sosyal yapı Şeriat'm yani Müslümanlık kanununun egemenliğine dayalıdır. Müslüman toplum, bu egemenliğe tabi olur. Şeriatı Peygamberler tarafından açıklan mış moral ve sosyal gerçeklerin tümü sayar. Bu değişmez ka nunların insan iradesine bağımlı olmadığını da kabul eder. Şeriatın tabiat üstü ve din adamlarından gelme bir tarafı yok, bu, Cenabı Hakk'ın (Resulü) Elçisi tarafından açıklanmış bir tabiî kanun. Prens Sait Halim şöyle derdi: - İnsanoğlunun, yer yüzüne, bazı tabiat kanunları ve o ara da tam hürriyet haline geldiğini iddia suretiyle büyük libera lizm taslayanlar vardır. Bundan daha yanlış, daha az libera olan hiçbir şey yoktur. İnsanoğlunun, doğuştan gelme hiçbir hak kı yok, fakat birçok görevleri mevcut. Bunlar arasında, çev resine intibak etme, onun yasalarım takip etme görevleri var. Şeriat vazifeleri ile vecibelerini belirtir, Şark milletleri nin ihtiyaçlarına cevap veren sosyal bir durumu tesis eder, sı nıflar, kastlar arasındaki rekabeti kaldırır ve müslüman mil letlerin tesanüt anlayışına dayalı olur. Bugün müslümanlar ai lesi, dörtyüz milyon insana sahip. "Müslüman medeniyetin inkirazı -ki iki yüzyıldan beri açık görülüyor- yine müslümanlara göre, onun maddi refahının düşmesinden, iktisadi ceha letten ileri gelmektedir. Bu dünyadaki düşme hali, bir çeşit "Skolastik"in, Müs lüman kardeşler fikrinin ortaya çıkışından beri görülmekte dir. Oysamüslümanlık, din uygulayıcılarından gelme her tür lü anlayışa karşıdır. "Bu düşme hali, aydm ve fikir dünyası müslümanlanm, batılılaşmaya sevketmiş. Batı da bizi gayet kötü biçimde ka116
bul etmiştir. Biz, sadece, eksiğimiz olan tekniği öğrenmeli, okullarımızı bilgilere açmaklı, bu suretle, tabii durumumuzu geliştirmeliydik." "Müslüman toplumun Batı'dan isteyeceği, gayet açık se çik bir nitelikteydi ve sosyal olsun, politik olsun bir karakter taşımamalı idi. Müslüman dünyanın batılılaşması bir büyük hatadır." "Müslüman ülkede, Devlet Başkam, milletçe seçilmiş bir kişi olmalıdır. O, yürütme organının ve bütün siyasi sisteminin büyük başı olacaktır. Gerek Şeriat, gerek millet karşısmda, şahsen so rumludur." "Batı da, siyasi iktidarlar çok güçlüdür, siyasi faaliyet, diğer hepsine egemen olur. Şark'ta ise, yürütme organı, yasa ma organı ve murakabe organı ayrı ehliyet içindedirler, her bi rinde özel kıymet ve bağımsızlık esastır. Şeriat fikrine uygun gelen fikri durum budur. îslâmın tezi de şöyle: Bizim gelişme ve çağdaşlaşma de diğimiz, gerçekte, onun kendi kaynaklarına dönmesidir. El Ahzar'dan çıkma bugünkü hareket, Anadolu tarafından pek güçlü biçimde etkilenmiş bulunuyor. İlk adımlarını atarken, müslüman milliyetçiler, aşağı yu karı, sadece vatan fikri üstünde duruyorlardı: Toprağına sa hip olmak, yabancı boyunduruğu altma girmemek. Hemen her yerde: "Sosyal düzenlemeyi bundan sonra düşünürüz" diyor lardı. Zaman aktı gitti, iç başkaldırmalar iz bıraktı. Hindis tan'da, Mısır'da, Mezopotamya'da dahili karşı çıkışlar, Tür kiye'ye müslüman sürgün, pek de rahat şartlar içine gireme diler. Avrupa'nın sosyal bunalımlarını, iktisadi rahatsızlığı nı, taşıdığı güvensizlik duygusunu yakından incelediler. Şim117
di, Avrupayı kemiren o sessiz hoşnutsuzluğu biliyorlar: eri âcil arzuları da, ülkelerinde, bizim rahatsızlıklanmızm görül memesi. Fransa, onlara, maddi ve manevi cihetlerden, öteki Avru pa milletlerinden daha az yararlı görülüyor; ama kendisini doğrudan ilgilendirmediği için, hakikati anlamakta yavaş dav ranıyor. Şimdi, sınırları, o büyük Avrupa rahatsızlığına açık bu lunacak müslüman ülkelere, sirayeti önlemek acaba nasıl mümkün olabilir? Acaba Fransa'ya başvurmak suretiyle mi? Amao da ancak tam istiklâl içinde "Batılılaşmaymız". Bu, iç siyaset için gerekli doktrinin temelidir. "Yalnız kendinize benzeyin, taklitten sakının" diyordu benim yanımda Celalettin Arif Bey, Türk köylüsüne. Bu, Avrupa'ya karşı düşmanlık an lamına asla gelmez, onun müesseseleri elbette red edilemez. Fakat herkes kendine ait olam muhafazaya bakmalı, herkes kendi mizacına uygun gelen yasalar ve örfler dairesinde ya şamalı. Şarklılar, bu dili, fevkalade güzel anlıyorlar. Şayet bir gün, Doğa Avrupa'daki madai refaha gıpta ede cek olursa, onu, çalışması ve becerisi sayesinde bizzat elde edecektir. Üstün milletler doğması çağı geçmiştir ve dört yüz milyon düşünen inşan tek bir inanışı paylaşırsa, kendi yolunu bulması imkânı elbet vardır. Şu anda, sonbahar 1922'de, Asya'nın sosyal durumu nedir? Milliyetçi Türkiye, onun şefleri ve bayrağı, büyük savaş sonucunda istiklallerine kavuştular. Anadolu kurtarıldı. Pek yakında, İstanbul ve Edirne Türklüğüne kavuşacak. Yunanis tan, çılgınlığım pahalı ödedi, ama orduları, ülkenin ve sakin118
lerinin kökten yüalmasma yönelik o felaket isteme, doğrusu, sonuna dek sadık kaldılar. Son cinayetleri, sadizm ve nefret yönünden öncekilere taş çıkarttı. İngiltere yenilmiştir. Bunu bilir ama hala gizlemeyi ba şarabiliyor. Türk zaferi, onun yıldırım yürüyüşü, ağır ağır, akıllıca ha zırlanmıştı. Herşey hazır olduktan soma, şefler, yeniden kan akmasına ve yeni tahriplere engel olabilmek için, son bir gay ret saffettiler. Fethi Bey Londra'ya gitti ama onu dinlemeye İngilizler tenezzül etmediler. Silâhlar konuştu. Herşeye rağmen, yaşamak, hükümet et mek, yeni ihtiyaçlara göre iç düzeni genişletmek, barış hali sanki devamda imiş gibi, yasa yapmak ve yönetmek gereki yordu; zira ülke bekleyemezdi: Günlük ihtiyaçlar her an ken dini hissettiriyordu. Türklerde, bunları ihmal ettirmemek için zaferlerini kullanma, eksiksiz bir devlet hali gösterme yoluna gittiler. Devlet esasen sağlam yapısı ile tesis olunmuştu. .Asya, Ankara'ya teslim edilmiştir. Kıta, şimdi, elde edi len sonuçların farkmda olmaya başlamıştır. Anadolu başken tinin o çok özel hayatına, Asya'nın delegeleri de katıldılar. Gözlemci oldular. Böylece, askeri ve sivil yönlerdeki çifte çabası ve iç dü zeni ile Türkiye, sapasağlam çıktı ortaya. Kafkasya'da ve hazar'daki küçük cumhuriyetler ile Kırım Müslümanları, bu so nuçtan etkilenmiş durumda. Özbekistan, Buhara, Türkistan gibi, Sovyetlerin muhta riyetlerini tanımakta olduğu Cumhuriyetler, federal devletler oldular. Türklük, böylece, yakın Asya'da, güçlü bir temel, ko lay elde edilmez bir durum sahibi oldu. 119
Kırgız'lar, Tatar'lar, Bakış'lar, Türk subaylarına hayran. Afganistan'da, Cemal Paşa, mahirane bir mtunıla silik gö rünüp Emire yetkileri verir gibi olduğu için, sapa sağlam dü zenlenmiş bir Afgan ordusu bırakıyor gerisinde. Afganistan'da Türk ekibi işine devam ediyor, birinci smıf insan bakımından eksiği yok: Eser sürekli olacağa benzer. Afganistan, büyük mücadele vermek suretiyle İngiliz si lâhlarına üstün gelerek bağımsızlığım ilk elde etmiş olmakla, hakkıyla övünmekte. Amacı Hindistan'ın yakın kurtuluşu, Hint Cumhuriyetlerinin oluşmasıdır. Cemal Paşa bunları ya vaştan hazırlamıştı. Üst tarafı zaman, hem de kısa zaman me selesidir. Şimdi bütün bunlar sağlam temel haline gelmektedir ve her fırsatta gücünü arttıracaktır. Koyu dindar, feodal Afganis tan, Hindistan'a gözcülük ediyor. Afgan orduları dindaşları yö nüne gidecek olurlarsa, durdurmak mümkün olabilir mi? İran, İngiltere için yitirilmiştir. Irak' a Türkler hakim. Du rumu değiştirecek olan, birkaç ingiliz hava filosu değildir her halde. Ben, İsmet Paşa'mn harikulade havacılarını bizzat gör düm. Bugün uçakları da eksik değil. Mısır'da, sonuna gelmiş bulunuyor. Bütün müslüman As ya gibi, onun için de gerçekleştirme zamanı gelmiştir. Gerçek kuvvetlerini bilen, meselenin her yöünü inceleyebilmiş, sabır lı ve tam feragatli olabilme smavmdan geçmiş bir avuç ener jik adam bu işin haline yetecek gibi görünüyor. Milletlerin hayatı içinde, karar safhalarında, her zaman bir şef çıkar, mukavemet hareketinin dehasım kendinde bulur, tümü ile kendini vakfeder: Beceri, gençlik, yaşama arzusu gi bi herşeyi atar kantarın üstüne. 120
Türkiye, Mustafa Kemal Paşa'ya olan minnetini ne yap sa, hakkıyla bilemeyecektir. Daha uzun yıllar, Anadolu, bu yeni Asya'nın hayat kay nağı olacaktır. Bu yeniliği, askeri şefler yönetecek, kanalma sokacak, aydınlar ona yön verecektir. Daha şimdiden fevka lade yayılmış bulunan Türk dili bütün Müslüman dünyada ge çerliliğini sürdürecektir. Türkçe bugün, muzaffer kişilerin, şeflerin dilidir, soylu dildir. Bu tür akımlara karşı koymaya çalışmak, sadece çılgın lıktır. Bunlar, büyük dünya savaşının, Alman acılığının, ingi liz anlayışsızlığının, Rus ümitlerinin sonucu oluyor. Onların gücü, dar birleşme halindeki Avrupa'nın gücüne elbet üstün olacaktır; iyice bölünmüş bir Avrupa yanında, Asya ne değil dir ki? Ben, basan karşısında, Şarkın ilk denemelerini, ilk şaşrrmalannı ve elde edilen üstünlükler karşısında ihtiyatlı dav ranıyorlardı. Bugün, gelen zaferlerin sarhoşluğu var; biraz ne fes alıp, son engelleri devirdikten soma, iç organlanndaki şid det, zaferlerinin ilk belirtilerine dikkat etme zahmetine girme miş olanlan hayrete sevk edecektir. Bu Türk ve Türk-Moğol milliyetçilikleri Avrupa için bir tehdit olur mu? Şayet, onlara hayat veren sebep iyi anlaşılabilirse, hiçbir zaman tehdit olmaz: Bu fetih hevesi değil, kendi yerinde hürriyet içinde yaşama ihtiyacının derin arzusudur. Herkesin, yalnız kendi evinde bile, yıllarca sürecek işi var. Her kesin gözünde Rus kargaşasının korkunç örneği var. Ondan nefret ederler ve de çeldnirler. Anadolu'nun verdiği disiplin dersi, onlar için örnek olmuştur. *** Bu büyük Şark ülkelerinde Fransa'nm rolü ne olmalıdır? Orada, dalma, onun gerçek davranışı beklenmiş, dost, öğütçü 121
olması fakat asla müdahaleci olmaması istenmiştir. Avrupa ile Asya arasında Fransa'nın sakinleştirici rolü ne olmalıdır? Fransa, oraya en geniş biçimde ışık tutmalı, kendisinin hiç çıkan olmaz şekilde öğüt vermelidir. Öğütün böyle olam en yararlısı en doğrusudur. Yalan politikası, emperyalist Ingiltereyi yok etmiştir. Şark, tam berrak, tam sade hakikate muhtaçtır. Bundan böyle, herşeyi kendileri için alıp götür mekten vazgeçebilen, kendilerini başkalan yerine koymasını bilen kimselere açacaktır kapılarını. Bizlerden bekleyeceği, fi ili bir iştiraktir. Bunun ortaklığa dayalı olması şartı vardır. Bu da, son derece nazik bir iştir; hüner ister, kesin dürüstlük is ter. İzan gibi, çok emin bir muhakeme gibi, ölçü hissi gibi, Fransız'a özgün üstünlükler kendini kabul emrecektir. Birlik te çalışma ilkesi, çok ciddî biçimde göz önünde tutulacaktır. Batının büyük düzensizliği içinde, bizler tek istikrarlı un suruz. Birçoklarının söndüğü bir zamanda bizdeki hayatiyet, bizdeki mantık ayakta kalmıştır. Kendi çizgimizi hiç değiştirmemişizdir; fikirlerimizi keza. Şark bunu biliyor ve değerlen diriyor. Biliyor ki, bizlerde hiçbir fetih düşüncesi yoktur. Doğu'nun, Amerika hakkındaki son hayal kırıklığı mu azzamdır; o da, bizler gibi, Başkan Wilson'un demeçleriyle aldatılmıştır. Önce ona yürekten inanılmıştır; bu inanç, Türk milliyetçiliğinin hareket noktası olmuştur. Amerika'dan iste nen hakemlik işine, o kah yan ticari kah yan dini heyetler gön dermek suretiyle karşılık vermiş, o heyetler ise, bütün varlıklanyla, Anglikan-Ortodoks ehli salibine katdarak Anadolu'yu ateş ve kan içinde bırakmışlardır. Amerikan misyonerlerinin çoğu, Anadolu'da Hıristiyan azmlıklarca oluşturulan ihtilalci örgütlerin büyük sorumlulandir. Bu örgütler, bir an gelmiş, Ankara devletini boğuntuya getirme yolunda aldatmaya kal122
kısmışlardır. İşte o zamandır ki, Mustafa Kemal bir an aldanarak, kaçınılmaz mukabelesini durdurmaya razı olmuş, so nucunda, kendi insanları, onu geç kalmakla itham etmişlerdir. Bu mukabeleler bir ölüm kalım meselesi olmuştu. Ben, bunu, Mayıs 1921 'de yerinde bizzat gördüm. Şark arazisi üstünde, serbestliğimizi* acaba niçin daha ön ce gerçekleştirmedik? Yapılmaması gerekli hatalarımız olmuştur; bunlar tama men İngiliz hatalarıdır: Anlayışsızlık noktası, yukarıdan ba kan, üstün millet fikrine dayalı anlamsız teoriler gibi... Şark bunlardan bıkmıştır. Yolu üstünde rastladığı en kibirli mille tin, şu son yıllar içinde, huzura ve dürüstlüğe karşı, ondaki en geri kalmış kabilelerin bile kastetmediği kadar kanunsuzluk yaptığını görmüştür. Gerçekçilik adı altında, İngiliz 'deki bu muazzam bencil liği asla taklit etmemek özellikle gereklidir. O bencillik, bu gün, bütün dünyayı asabileştirmekte. Asla taraf tatmamak, ortaya asla peşin tezler atmamak, biraz daha eksik şüphecilik, iyi huy, hızlı hareket; işte bizden beklenecek bunlar. Bir Fransız ile bir Anadolu insanı arasındaki fark, tasav vur edilebilecke olandan çok azdır. Anadolu insanında, sos yal peşin hüküm, yarım bildiği şeyler karşısındaki cehalet da ha azdır. Olayları bütünü ile görebilme hassası daha geniştir, başındaki kişilere olan güveni ondaki kişiliği asla iptal etmez, aksine, onun yaşamını kolaylaştırır, onu iyimser yapar. Onda ki eleştiri gücü öylesine keskin bilenmiştir ki, bizdeki her tür lü boş hayal onun dışında kalır. Anadolu'ya, kendi insanlarını hoşnutsuzluğa götüren şef, 123
asker olsun, sivil olsun, ortadan kaybolmalıdır. Bağlılığı ve be cerisi galip gelen de, herkesten saygı ve feragat bekleme du rumuna girer. Bu eleştiri gücü, Şark'ta göze en çok görünen çizgiler den biri. Bir müşahede yeteneği ki, göz ucu ile, kendi üstün deki ya da eşitliğindeki insana değer biçer ve onu yargılar. Şarklılar ile olan her tartışmada, yararlı tek silah, bir mü kemmel samimilik ve her türlü övünmenin yokluğudur. On lar, bugün, kalbin en üstün meziyetlerine sahiptirler. Onlarda ki dostluğa hitap etmek, derhal acımasız mizahlarını ellerin den alıp, bütün iyilik severlerim kazamvermek olur. Onlar, kendilerine gösterilen güveni hiçbir zaman kötü ye kullanmayacaklardır, zira, onlardaki çok büyük gurur, ken di karşısında da eşit bir gurur duygusu istemektedir.
124
ESER İÇİNDE BÂZI İLGİNÇ B Ö L Ü M L E R • İleri geçen Türk topçusu ile karşılaşıyoruz. Malzeme ve iaşe toplamalarının korkunç (git-gel)leri... Düşman, köp rüleri atmış, köyleri yakmış, her yerde, üstleri hâlâ tüten ka rarmış taşlar. Yok edilmiş yuvalan yerinde oturtmuş zavallı in sanlar, ölümeyvalıklanna, harap tarlalanna bakıp duruyorlar. Bütün bunlar, Anadolu'nun o muhteşem ilkbaharının yeşer mesi içinde oluyor. * • Bazı kasabalılar, yıkılan evleri yerinde çadır kurmuş, taş yığmlan arasında ve çadı altında oturuyorlardı. Yunanlı lar herşeyi yağma etmiş, yakmış, kadınlara, küçük kızlara te cavüz etmiş, genç erkekleri öldürmüş, öldürmediklerini de alıp götürmüşlerdi. • • Ben, bu feci mukavemeti adım adım izledim, barış ara yan, savaş içine zorla itilen o insanları, başlanndakilerle bir likte gördüm. * • Yeniden yoldaydık. Bizim savaşlarda çok duyduğum boğuk ve madeni bir ses uzun uzun devam etti. 125
- Top sesleri! deıruştim. - Evet, diyordu, İsmet Paşa, Yunan topçusu. Onların cep hesinden altı kilometre mesafedeyiz. * • Pazarcık yakınlannda, İsmet Paşa'mn en parlak tümen lerinden biri olan Birinci Tümenden, bir süvari müfrezesi şar kı söyleyerek geliyordu. Düşman ileri karakolları üzerine bir taarruz yapılmış, zafer kutlanıyordu. * • Ordu, düşman karşısında, kendi üstünlüğüne inanmış, yakında hedefine varacağından emin. Hedef, memleketin tam kurtuluşu. * • Sakarya zaferi, kesin aşamayı işaretledi. Türk kuvvet leri her gün sayıca artıyor. Yunan kuvvetleri, Türk suvarisince devamlı hırpalanarak zayıflıyor. * • Etrafına dostlar, ortaklar alarak, herşey hakkında son anda karar vermesi, varlığının sebebim oluşturan, bu tarih sahifesi için yaşayarak, onun büyük, güzel istikrarlı olmasını düşündüğünü görmek, bu genç adam hakkında garip fakat www.eskikitaplarim.com duygu dolu bir temaşa oluyor. -SON-
126