Balıkhane Nazırı A. Rıza: Bir Zamanlar İstanbul

Page 1

. •

BALII<HANE NAZlRI Ali RlZA BEY

Tereüman

1001 TEMEL ESER


1001 TEMEL ESER

Yaza n: Balıkhane Nizın ALİ

tlaveli

Rı'ZA

notıarla baskıya

hazırlayan :

Niyazi

Ahmet

BANOOLU

ESKİ ADE TLER- EÖLENCELER- SOSYAL HAYAT­ ESNAF KURULUŞLARI - BÜTÜN YÖNLERİ İLE

BIR ZAMANLAR İSTANBUL •


Tenüman bu

eser

gazetesinde

Kervan

hazırlanan

Kitapçılık A.

ofset tesislel"inde basılmıştıi· Resimkopya : Remaveı·

Ş.


1001 Temel Eser'i

iftiharla sunuyoruz Tarihimize mana, milli benliğimize

güç

ka­

tan kütüphaneler dolusu birbiıjnden seçme eser­ Iere sahip bulunuyoruz. Edebiyat, tarih, sosyo­ loji, felsefe, folklor gibi milli ruhu geliştiren,ona yön veren konularda "Gerçek eseder" ..elimizin altındadır.

N� var ki, elimizin altındaki .bu

eserlerden çoğunlukla istifade edemP.yiz. Çünkü devirler değişmelere yol açmış, dil değişmiş, yazı değişmiştir. •


Gözden ve gönülden uzak kalmış unutul­ maya yüz tutmuş -Ama değerinden hiçbir şey kaybetmemlş, çoğunluğu daha da önem kazan­ mış- binlerce cilt eser, bir süre daha el atılmazsa, tarihin derinliklerinde kaybolup gideceklerdir. Çünkü

onları

günümüzün

derleyip

türkçesi

ile

-

topadayacak

baskıya

ve

hazırlayacak

değerdeki kalemler, gün geçtikçe azalmaktadır. Bin yıllık tarihimizin içinden

süzülüp gelen

ve bizi biz yapan, kültürüiiiüzde

"Köşetaşı"

vazifesi gören bu eserleri, tozlu raflardan kurta­ rıp, nesillere ulaştırrnayı planladık. Sevinçle

karşılayıp,

ümitle alkışladığımız

"1000 Temel Eser" serisi, Milli Eğitim Bakanlı­ ğınca durdurulunca, bugüne kadar yayınlanan 66

esere. ·yüzlerce

"Tercüman

ek

yapmayı

düşündük ve

1001 Temel Eser" dizisini yayınla" 1000 Temel Eser" serisini maya karar verdik. .

,

hazırhiyan: çok değerli bilginler heyetini, yeni üyelerle genişlettik. Ayrıca dan

yardım

vaadi aldık.

200

ilim adamımız­

Tercüman'ın

yayın

hayatındaki geniş imkanlarını 1001 Temel Eser

için daha da güçlendirdik. Artık karşınıza gu­

rurla, cesaretle çıkmamız, eserlerimizi gözlere· ve gönüllere sergilememiz zamanı gelmiş bulu­ nuyor. Milli değer ve manada her kitap ve her yazar bu serimizde yerini bulacak, hiç bir art düşünce ile değerli değersiz, değersiz de değerli gibi ortaya konmayacaktır. Çünkü esas gaye bin yıllık

tarihimizin

temelini,

mayasını

gözler


önüne sermek, onları layık oldukları yere oturt­ mak tır.

Bu bakımdan

1001

Temel Eser'den maddi

hiç bir kar beklemiyoruz. Karımız sadece gu­ rur, iftihar, hizmet zevki olacaktır. KEMAL ILICAK

Tercüman Gazetesi Sahibi


ÖN SÖZ Bir nehir gibl akıp giden zaman, Insanlarm Içinde yaşadıklan madde ve mAnA alemini de delifddyor.

. Dedelerlmlz ve babalanmızın ya.tayış ve duyuflan lle bizim yaşayış v� duyuşlamnız arasm.dakt ölçüsüz ay­ nlık, ,çocukl� ve tonınlanmız Uzertnde de söriile­ cektlr. Bu, bir tabtat kanunudur.

Şu var kt, bir nehlr gibi akıp gld.eD. mman, biz �­ sanlah ne kadar ayn bir hayata götüriir80' götüııRbı. hiçbir zaman kökünden kopmUf birer yaratık olama­ yız. Böyle olsaydı, milletler, tarihleri Ue )i.famazlaniJ. Annemiz, başörtüsü lle de annemlzdlr, Jnumız da mini etelf Ue kınmızdır. Maziyl gömenek, lle­ rfmiz de karanbp gömülür. O zaman biz, bir nehlr gibi akıp giden zaman Içinde, duygusuz bir saman çöpün­ den farksız robotlar haline gellrlz.

Geçmişe hasret, şüphesiz boştur, o

kadar Id, biz bl­

le gençlik hayatımızıiı özlemi Içinde, bu günlerimize dönmenin JınkAnsızlıjma . Inanarak yaşamaktayız .

.•)

***

Şu her zaman güzel ve şirin İstanbul'da eski nesil· lerln geçirmiş olduklan hayatı .,nmemtz lledir kt, bir ömür tüketmenin � duyabllmekteylz. Biz, geçmlf:l anmaz, eserlerlmlzde yaşatmazsak, ulnıyacaiJmız akı·


8

bet, bizim için de ayni olacaktır ki, lnsanollu, şu fant

dünyada hoşça bir sada bırakabllecell Inancı ile tesel· li bulabilmektedir.

İşte elinizdeki eser, bu tarlhi gerçete ve Insaniann his örgülerine de cevap vennektedlr.

***

Çalmuzm ünlü taıihçlsi,

Bemard Lewis (Osmanlı

Devri tarihi hakkında eşsiz eserler müelllfl), inceleme­ lerde bulunmak üzere memleketimize geldili geçen yıl· larda, tarllıiınh konusunda bir sohbette şöyle demişti: •Batı ülkelerinde bir lise ötrenclsi, eski metinleri okur ve anlar. Sl.ı, bir harf devrimi yaptuuz, eski metinler, kütüphanelerde kaldı. Eski metinler. zamamnda çok aldalı idi. Blnaenaleyh, Türk tarlhçUerlne çok önemli vazife düşmektedir.» Ve, Bamard Lewis, sözünü şöyle bitlrmiştl: •Tarih, bir mll1etln hafızasıdır. Tarihini bilmeyen millet, hafıza­ sını kaybetmiş Insana . benzer.• Bu .bakımdan, bu eser, bafızamızda tarlhiınizin sos­ yal hayatını canlandırarak, ünlü tarihçinin işaret ettiAi · hakikati gerçekleştirmektedir.

***

Eser hakkmda bizim fazla birşey söylememiz, sa· dece zamanımızı alacaktır. Yalnız kısa bir açıklamayı lüzumlu görmekteyiz:

Balıkhane Nazın AU Rı:ıa Bey, yaşad$ ve gördü­ Iii hayatı, hakikatıere çok sadık kalarak anlattıktan başka, tarihin daha eski devirlerini de lncellyerek ken-


9 dt andanna eklemlş, bu suretle de bir hizmette bulun­ muştur. Biz, eski yazariann bir gel�nele uyarak fazla tumturaklı ve lüzumsuz keJime şatafatma bolduldan vakaları, bu günkü dtlle a,ktannaya çalıştık ve açıklan­ ması zarurl ünvan ve o devrln deyimlerinin karşılıpm da not halinde verdik. Eski İstanbul Hayatı'nda, dış alemin yanında, o

devrln iç alemini de bula�aksınız. Bu günün şartlarına

uymayan hayat tarzına d:\ldak bükmek, hatta onlan gü­ lünç bulmak, kelimenin hakiki manası ile bizi gülünç hale getirir. Sokaklarında fener ile gıezllen, dünyamn eşsiz ve benzersiz bo�n mavi sularında sadece kayık. la seyahat edilen gü!llerln, bu günümüze uymayan adet­ lerini kabul etmeliyiz ki, devrine göre en llerl ve me­ sut bir hayat tarzı ldl. Biz, bu gün bunlara dudak bü­ kersek, yarın belki de gök boşlulunda şehirler kura­ cak bizden sonraki İlesil de en üstün medeni alemda yaşadıAJna inanan bu günkü nesle, bizlere dudak bük­ ınesi lAzımdır ki, yukarıda da :kaydettllfmlz gibi, da­ ha güzele ve daha lyiye doyamıyan insanlık, ancak ya­ şan� hayi'tm llhaını ile durmadan ilerllyebllmektedlr. Dünyanın bugün en me().eni milleti oldulunu bütün Insanlığa kabul ettlnniş bulunan Amerika Ikiyüz yıl önceki yaşayışı aynen devam ettiren canlı müzeler VÜ· cuda getirmiştir. İneklerl sağ�m, bizim hala kullanmak­ ta olduğumuz süpürgelerl, aynı metodlarla hazırlıya­ rak, Ikiyüz yıl evvelki dekorla döşenmiş evlerini bu süpürge . lle süpüren bir topluluk bu müze-köylerde ikiyüz yıl önceki şartlar içinde yaşamaktadırlar ve bun­ lar bu müzenin aylıklı memurlarıdır. Bu günkü Ame· rika'lılar, bu canlı müzelerl gezerken hayretlıerlni sak-


10

hyamamak.ta, fakat dedelerlnln nasıl �,adlklııınıiU söz. leri lle görmektedirler.

***

Bir zamanlar İstanbul'u All Rııa Bey (Onüçüncii

Asn Hlcride İstanbul Hayatı) başbp altında ı 9ZZ yı­

hnda Peyarn Sabah ve Alemdar Gazetelerinele eski harf· lerle yayınlamış, kitap baline getirUememlştl. Bu ya· zıların özelllğt, bütün nak.edUenlerln görgüye diay anma­

olmuş baldkatlertiı bir ·objektif sadaka­ tl ile canlandınlımş bulUiliD8Sid.ır. sı,

artık tarıh

Ali Rıza Beyl nlhmetle anabm.

Niyazi

Ahmet BANOOLU


c

. .� . ,._ .

..... ·- · -

-

.

.

'

.. ..

.

_

•.

'

-- __...._,.

.

·-

Mahalle çocuklannın oyunlan. Eskiden cami rında,

avlularında, mahalle

çevirme, '

eşek, atma,

İstanbul'da

alay

yangın

alay

mahalle

yerlerinde

aralannda

körebe,

çocukları

mezarlık

esir

tarlala­

almaca,

topaç

pilav pişti, çıplak yavrum, kapamazsın, uzun

adım

atlama,

tahterevalli,

uçurtma seke

uçurtma,

seke

ben

birdir

geldim,

bir,

aşık

saklambaç,

ceviz açma, yazı mı tura mı isimleri anılan

oyunları

oynarlar, kış aylarında yokuşlarda kızak kayarlar,

bir­

birlerini

yu­

murta

kar

toplan

tokuştururlar,

ile

topa

tulumba

tutarlar,

ilkbaharda

sandığı

kaldırıp

yangın

taklidi yaparlardı. Kuş geçimi mevsiminde ökse ve ka,


12

panca denilen tuzaktarla kuş tutariardı (1). Bu oyun­ lardan başka tehlikeli bir oyun daha vardı ki, bir ma­ halle çocukları ile diğer. mahalle çocuklannın taş sa­ vaşı etmeleri idi. Bu oyun bir muharebe halini alırdı. Oyunlarda ortaya çıkan anlaşmazlıklarda uyuşmazlar­ sa Perşembe günü öğleden sonraya karar verirler, buna karar veren takımın İlbaşı (2) iki çocuğu hasım tarafa gönderip resmen davet ederdi. ·Bunlar gözlerini taştan sakınmaz, dayaktan yıl­ maz, her tehlikeye meydan okur takımından oldU:kları için, her iki taraf birkaç gün önceden irili ufaklı taş­ ları toplamaya başlarlar, bunları münasip yerlere kü­ me küme istif ederlerdi. Kararlaştırdıklan saatte mey. dan çocuklarla dolar, iki taraf birbirlerine saldırır, yağmur gibi taş yağdırırlardı. Bu çatışma akşama ka­ dar sürerdi. Bir taraf zaferi kazanamamışsa akşam an­ laşmaya varırlar, her iki taraf birbirlerinden alıp nö­ betçi dikerek sokaklarda hapsettikleri esideri geceyi evlerinde geçirmek üzere serbest bırakırlardı. Ama ikinci gün bu esirler yerlerine gelmeye mecburdu­ tar (3) Çocuklar tuttuklan kuşları kafeslere koyup cami avlulanna götürürlerdi. Birçok kimseler bunlara be· şer onar para verip kuşları azad ettirirlerdi. Çocuk· lar kuşları kafeslerden çıkarıp salıverirken «azad bo­ zad, cennet kapısında beni gözet» derlerdi. (2) Her mahalle oyununun İlbaşı en büyüklerinden se· çilir, oyunları onlar idare ederlerdi. (3) Çocuklar Perşembe ve Cuma günlerinden gayrı gün· lerde öğle ve ikindi zamanında iki defa mektepten çıkarlardı. Perşembe günleri öğleden sonra akşama kadar serbest kalırlardı. Cuma günleri bütün tatildi. (1)


13

Ertesi gün sabahın erken saatinde savaşa tekrar başlanırdı. Medet Allah. İki tarafta kumandalar, çığ. lıklar, haykırmalar dünyayı tutar, taşlar kar tipisi ha­ lini alır, bir saldındır giderdi. Evlerde camlar kınlır, kadınlar avazlan çıktığı kadar haykırır.. Sonunda bir tarafta yenilgi baş gösterir, yenilenterin herbiri bir ta­ rafa kaçar. Kazananlar oyunun merkezini ele geçirir· Ierdi. Bu zaferin neşesi sonsuzdu. Civar mahalle çocuk­ larına da haber salınır, çocuklar arasmda kimlerin ne gibi yararlıklar gösterdiği anlatılırdı. Çatışmada başı yarılan, eli burkulan, yaraları kanayanlar yaralarını mendil ile bağlar, yaptıklarını ana babalarından sak­ lıyarak sokakta düştüklerini söylerlerdi.. ÇOCUKLARlN RAMAZAN AYLARINDAKi . YARAMAZLIKLARI

Çocuklar Ramazam büyük bir sabırsızlıkla bek­ lerler. Çünkü hiç sevmedikleri okul bu ayda hafifler, her gün yarım azad olurlar, g�celeri Karagöz'e gider­ ler, her taraf kandillerle donanır, bir de gündüzleri vi­ ranelerden ve yangın yerlerinden yoğurt çanakları kı­ rıkları, kiremit parçaları toplanır, mahalle aktanndan kestane, altı patlar fişekleri, çanak ve el meh­ taplan alırlar. Kandil uçurtmalan tertip olunur. Ge" eeleri yatsı ezanından evvel oyun merkezinde toplam­ br, herkes kendi vazifesine baŞlar. Büyük bir dikkatle çanak terslerine zeytin yağları ve fitiller konur, kiremit parçalarına muşambalar ve mumlar dikilir� yaya kaldınınlar üzerine diziİir, meh1


14 ..

taplar yanmaya, fişekler patlamaya başlar, artık gelip geçenlerden ya� ve meyve, mum parası toplamak için eski adet üzere hak kazanılmış olur. Alay alay sokak­

larda ya� ve inum parası sesleri u�damaya b�şlar. Fenerlileri ürkütrnek ve onlara mt,ım parası verdirrneK için (bakkalda üzüm, fenerde gözüm) tekerlemelerini hızli hızlı söylerler. Böylece gelip geçenlerden ya� ve mum parası alırlar. Vermeyenierin fenerlerini patlat­ mak, ya da kapıp kaçmak, hatta yal ve mum parası vermeyenierin evlerinin camını kırmak adet haline gel­ mişti. Eskiden şimdiki gibi sokak aydınlatılmadı� için fenersiz gezinmek yasaktı, sokakta gezen herkes fener bulundurmaya mecburdu. Bir Ramazan gecesi Fatih Camii önünden geçer­

ken birçok sesler duyduk. Sebebini anlamak için hal­ kın birikmiş bulunduğu yere geldik. Me�er çocukların

oyununa u�rıyan biri fenersiz kalmış, başka fener de bulamamış, çaresiz karanlıkta yoluna devam etmek zo­ runda kalmış. Bu sırada zaptiyeler önüne çıkarak fe­ nersiz soka�a çıktığı için karakota götürmek istemiş­ ler, adamca�ız güç halle başına geleni anlatarak ken­

dini kurtarmış.. MAHALLE OKULLARI .

Çocukların sokak yaramazlıklarınm başlıca sebebi okullanmızın intizamsızlı�ı idi. Çünkü Sübyan okul-


ıs

lannın çoğu vakıftı (1). İmamla beraber Kur'an-ı Kerimi ezberlemiş; Hafız olmuş olan ö�etmenler idare eder­ lerdi. Ama Hafız olamamış ölretmenler . de babaların­ dan kendilerine geçen �tmenlili. başlarına bir . sa- . nk sarmak suretiyle yapariardı (2). .

Bu sübyan okullarıılın Kalfa adı verilen. iki de öğ­ retmen yardımcısı vardı. Bu Kalfalar da geçindiri�mek için kayırılmış cahil kimselerdi. Bunlar, zengin çocuk. larına yüz vermekle yüzsüz, fakir çocuklannı da hırpalayarak, .hakaretler ederek arsız ederlerdi. Kalfalar, hafta başı olan Cumartesi günleri haftalıklarını almak­ tan başka birşey düşünmezlerdi. Haftalıklarını getir­ memiş çocuklan sıkıştınrlar, bu yüzden başlan ağn­ yan ana baba ne yapıp yaparak Kalfalatın haftalıkla­ nnı temin ederlerdi. Çocuklar okusa da olurdu oku­ masa da.. Okula gidiyordu ya bu yeterdL. Hoca ve Kal·· falar çocukların dersl�ri ile fazla da ilgilenmezlerdi.. Yalnız her çocuk okula getirildiği gün ana ve babası ölretmen Hocaya: «Eti senin kemiği benim• dediği için yaramazlık yapan çocuk hemen falakaya yatınrdı. · .

(1)

Bu gibi Vakıf okullann çoğunda Çocuklara Kapama adiyle her yıl bayramlık elbise ve ayakkabı verilir· di. Bu Kapamalar, Ramazan'ın onbeşinden sonra Üsküdar tarafında olanlara Ayazma, İstanbul tara· tında olanlara Hamidiye İmarethanelerinde verilir· di. Halk çocuklannı kapama veren mekteplere yer­ leştirmeye çalışırdı. Bu usul 1861 yılına kadar $Ür· müştü.

(2)

1911 tarihinde yayınlanan bir nizarnname ile bu gibi okulZara verilecek öğretmenlerin iyi ·seçilmesi ka· rarlaştı . ve int-ızama sokuldu.


16

.

Falakada çocuğun ayaklarını iki kişi tutar, hoca veya kalfa kızgınlığını giderineeye kadar kızılcık değneği­ ni yapıştırıp dururdu .. Çocuklar ağlar, feryad eder ama acıyan yok. İş bitince topallaya topallaya gider yerine otururdu. Sübyan okullannda kulağı çekmek, şamarla­ mak, falakaya yatırmak adet haline gelmiş olduğun­ dan, gelişmiş çocuklar artık dayaktan yılmaz, azarlan­ maktan utanmaz olurlardı. Bunların işi gücü nasıl bir yaramazlık ve arsızlık yapacaklarını düşünmekti, ken­ dilerinden küçük olanlara da bu yolu gösterirlerdi. . Okulların çoğu bir katlı bina idi. Dört taş duvar ve toprak bir oda.. İçinde sıra sıra diziimiş rahleler Ço­ cuklar bu ralıle önünde karşılıklı, evlerinden getirmiş oldukları minderler üzerine otururlardı. Öğretmenin yeri köşede idi.. Baş ucunda uzun bir sırık ile değnek­ leri asılı dururdu. Sırıkla oturduğu yerden çöcuklan döğebilirdi. Kalfalar da birer köşede otururlardı. ..

O zamanlar çocukların hava almaya bahçeye çık­ maları adet olmadığından yüzlerce çocuk-sabahtan ak-. şama kadar kafese tıkılmış kuşlar gibi tıkılı kalırlardı. Hep çıkma saatini beklerlerdi. Dışarı salıverildik­ _ leri zaman da ortalığı velveleye verirlerdi. Bazı aileler çocuklarını haylazlıktan kurtarmak için beş, altı yaşında iken esnaf yanına verirlerdi. ve tabii cahil kalırlardı. Bir de babalarımız çocukların terbiyesini diz çö­ küp utangaç bir halde oturmalarında gördüklerinden mesela onbeş yaşına gelmiş bir çocuk, konuşmalara karışır da bir soru sorarsa: �Büyüklerin sözüne karı­ şılmaz» diye bir de azar işitirdi. Bundan dolayı da ko-


17

caman birer delikanlı olan gençler iki kelimeyi bir araya getirip. koQuşamazlardı. PADİŞAH ÖNÜNDE BİR KARAGÖZ OYUNU Sübyan okullarında derslere (Elifba) ile başlanırdı. A yerine geçen Elif'in üstüne bir kısa çizgi konulduğu ;zaman (E) okunur, bu çizgi alta konulduğu zaman da (İ) okunurdu. Yalnız üste konana (Üstün) alta konana da (Esre) denirdi. Mesela (Elif üstün E), (Elif esre İ) olurdu. · Sultan Mahmut zamanında meşhur Karagözcü Sait

Efendi, Padişahın huzurunda Karagöz oynatırken ko­ nuya Sübyan okullannı almış. Hacivat öğretmen, Ka­ ragöz de öğrenci olmuş .. Hacivat (Bir üstün) der, Ka· ragöz de bu sözü tekrarlar. Hacivat (Bir esre) deyince Karagöz, (Üstün) ün karşı anlamı olan (Bir altın) der. Hacivat (Esre) diyeceksin deyince Karagöz: «Yanlış okutuyorsun, Üstün'den sonra altın gelir, bir Altın) diye direnir. Öğretmen Hacivat, öğrenci Karagöze bir tokat atar, (Esre) diyeceksin der, Karagöz inat eder: (Bir altın) demekte ayak dj,rer. Padisah, Karagöz'ün nüktesini anlar ve bir altın gönderir. Bu defa Hacivat: (İki üstün) der, Karagöz tekrarlar, (İki esre) deyince Karagöz, gene: (İki altın) diye tepinir. En sonunda Sultan Mahmut iki altın daha gönderir ama, Sait Efen­ diye de: «Halt ediyorsun» der. Sait Efendi: «Padişa­ hım okullarımızın halini belirtiyorum» karşılığını verir. Bu oyunun tesiri olsa gerektir ki Padişah 1828 yılında İstanbul Kadılığına bir Ferman göndererek okullara önem verilmesini bildirdi. Çocukların altı yedi yaşlarınF:2


18

da okula verilmeyip iş.lerde çalıştırıldığı, bu yüzden cahil kaldıkları, okuma yazma ö�nmeyeiılerin bun­ dan sonra işe verilmemeleri emredildi. Mahalle okullarının ç�da yazı dersi olmadJtın­ dan çocuklara yazı dersleri evlerd� ya da yazı .öğret­ menlerinin evlerinde bir ücretle verilii"di. Üstün zeka­ ya sahip olanlar, zamanın bilginlerinden ders alarak yetişirlerdi. Bu da çok güç ve enderdi. Eğitimin bu kı­ sırlığı yüzünd�n, Pertev, Akif, Reşi�, Ali, Fuat,. Ah­ met Vefik, Mithat ve Ziya Paşalar, Şinasi ve Namık Kemal gibi üstün kimselerin yetişmesi kolay olmazdı. ,

ZENGİN VE FAKiR ÇOCUKLAR

.

Zenginler, çoctiklannın okuması için hususi ö�ret­ menler tutarlardı. Bunlara Arapça, Farsça, yazı ve şiir öğretirlerdi. Bununla beraber, zengin çocuklan içinde böyle hususi öğretmenlerden yetiş.enler parmakla gös­ terilecek kadar azdı. Çünkü bu çocuklann ço� zen­ ginlikleri ile şımarmışlardı. Nasıl olsa zengindiler, ba­ balarının itiban ile istedikleri memuriyeti de alabile­ ceklerine inanırlar, okuma devresinde zevk ve e�lence­ den vaz geçmezlerdi. Öğretmenleri de onlan sık.mazdı, çünkü çoc� danltacak olursa kazançları ellerinden gideceği için şımank çocuklann suyuna gitmeyi uygun bulurlardı. ·

Mahalle çocuklannın şikayet ettiğimiz yaramazlık­ lan, hiç olmazsa vücut yapılanm klivvetlendiriyor, kuvvetli ve çevik oluyorlardı, zengin çocuklannda bu da yoktu, çünkü lalaların ve dadıJarın kucaklarında bin­ bir itina ile büyütülmeleri sonucu hastalıklı olurlar,


19

nezledeİı ödleri kopar, kansız, çelimsiz, cılız kalırlar­ dı. Hatta çoğunun vücut yapıları bile bozulurdu. Zenginlerin devlet hizmetinde bulunmuş bilginler sınıfından olan çocukları ise hoppalıklarla ün yapar­ lardı. Çoğu tenbel, beceriksiz idiler. Çünkü ilk terbi­ yelerini haremde kakavan çerkez dadı ve çetrefil Arap . kadınlanndan, selamhkta uzun yıllar sofra hizmetinde saç sakal ağartmış, emektarlıklanndan dolayı konağvı kapıcılığına

verilmiş,

köpekleri

kovalamaktan

aciz

adamlardan alırlardı. Çocuklar (Keloğlanın Karakonco­ losu, Dev kansının Gulyabanisi) masallarını dinlerler, bunları dinliye dinliye de uroacıdan korkar kirpi gibi büzülür, yabancı insanlardan kaçar, htiysuz birer yara· tık olurlardı. Bu çocuklar nazar değer diye selamlıkta misafir· lere gösterilmez, terbiyeleri bozulmasın diye de konak halkı ile karşılaştırılmazdı. Her vakit gördüğü, bildiği dadısı ve lalası idi. Şayet konakta bir misafire ras­ Iarsa utanır, sıkılır, kaçar (Yuh) diye lalasını korku­ tur, süpürge sopasına çuha kenarını bağlayıp üstüne at gibi biner, bahçede koşar, geçerken ayvazın ayağını çeker, yemek tablasını devirir,. daha böyle nice yara­ mazlıklar yapa yapa büyür, sakallanır, cinler, periler korkusundan odasında yatamazdı,

çünkü çocuk

kal­

mıştı.

DEVLET MEMURLARI NİÇİN CAHİL KALlRDI? Hükumet merkezi İstanbul'da yüksek okul olarak Mühendishane (Teknik Üniversite), Harbiye ve Deniz okulları vardı. Coğrafya, Kimya, Hendese gibi dersler


20

okunurdu. Devlet memurlarının tahsil görmeleri düşü­ nülmezdi (1). Devletler arası anlaşmalarda murahhas­ larımız cahil oldukları ve bu yüzden zarariara uğra­ dığımız tarihlerde yazılıdır. Rusların Akdeniz'e donanma göndere�eklerine dair Fransız'lar tarafından verilen haber üzerine Baltık De­ nizinden donanmanın

gelebileceğine akıl erdiremiyen

devlet erkanı Rus donanınası uçup m u Akdeniz'e gele­ cek diye inanmamışlar, Çeşme limanında Osmanlı do­ nanmasının yakılmasından sonra akıllan başlarına ge­ lerek hayret etmişlerdi.

1826 muharebesi yenilgisinden gönderilen murahhaslanmıza

Rusya

sonra

Edi.rne'ye

murahhaslannın

harita üzerinde gösterdikleri yerleri bizimkilerin tayin edernemeleri ve meselenin Bab-ı Alice de hal edilerne­ mesi üzerine Fransa ile Avusturya elçilerine baş vurul­ muş, bu murahhaslann tazminat konusunda ileri sür­ dükleri bir milyonu, bir yük (2). Yani yüzbin sanarak

(1)

Eskiden devlet erlainının en milhimleri Enderun· dan, daire kalemlerinden ve Vezirlerin dairelerin· den yetişirdi. Bununla beraber. hiç okuma yaz. ma bilmeyenlerden de devletin en büytlk makamıa­ nna geçenler vardı. Enderuna Arapça ve Farsça · öğretmenleri seçilerek tayin edilmiş olduklanndan buradan birçok şair ve edip yetişmiştir. Yalnız Coğ­ rafya ve Matematik gibi bilgilerin okutuZması tldet olmamıştı.

(2)

Eskiden halk arasında ve resmi dairelerde milyon kullanılmaz (yük) ve (kese) diye hesaplanırdı. (Yük· 100,000 akçe, bunun yansı Kese olarak ifade edilirdi.)


21

kabul etmişler, aradaki korkunç hrkı anladıkları za­ man da şaşırmışlardı. Politikamızı idare edenler, memleketimizin hudu­

rlunu ve hatta nerelere bağlı bulunduğunu da bilmez­ lerdi. Cevdet Tarihinin II inci cildinin başlarında ya­ zılı bulunan şu fıkraya dikkat edilsin: «Şu karışıklığı bak ki. Bab-ı Ali bir adamın idamı için ferman yazıyor da nerede ve hangi sancağa bağlı bulunduğunu bilmiyor.

Memleketin coğrafyasını bil­

meyen devlet adamları işte böyle karaltıya kubur sı­ kar.»

1845 tarihinde Abdülmecidin Bab-ı Ali'de okı,ınan buyrultusunda «din ve dünya için» lüzumlu bilgilerin öğretilmesine işaret etmesi üzerine, Sübyan okullarının ıslahı için bir komisyon kurulmuş, komisyon program hazırlamış, birkaç yerde de Rüştiye okulu açılmıştı. Fakat 1875 yılında Reşit Paşa kabinesinin düşmesi üze­ rine Başkomutan tayin edilen Sait Paşa (1) okulları yeni fikirlerden ve fikirlilerden uzaklaştırmak istemiş, okullarda

resim

dersinin

okutulmasından

dolayı

kendisinden öncekileri suçlamıştı. Nazır Vahbi Molla'­ nın teftiş olunur

korkusu ile ne kadar harita

sa toplatıp kuburlara

attırdığı

var­

(Ahmet Cevdet Paşa

ve Zamanı) isimli kitapta yazılmaktadır. Halkın bilgiye

{1)

Sait Paşa aslen Bursa'lıdır. 1882 tarihinde Enderun'a girmiş, Hazine Kahyasina imam olmuş, sonra Ma­ beyinct, daha sonra padişaha damat olarak birçok mülki ve askeri memuriyetEerde bulunmuştur. Azıe­ dildikten sonra bir kenara çekilmiş ve dervişçe bir hayat sürmilştür.


22

kavuşması, okumanın artması için harcanan emek, Sübyan okuHanna elifba ve ahlak broşürleri dağıtmak. tan ileri gidememiştir. .

ÇOK ESKi .ZAMAN LARDAKi tiSTtiNLÜ�ÜMtiZti NİÇİN·YİTİRDİK? Vaktiyle var olmak, milletçe yükselebilmek maarif ile mümkün old\İğu hakikati kabul edilerek Fatih Camii etrafında yüksek tahsil için medr�seler kurulmuştu. Sonraları Osmanlı Sultanlan tarafından cami yap­ tınldıkça etrafında mükemmel medreselerin kurulması adet haline gelmişti. Padişahlannın gidişine uymayı gelenek haline getiren Vezirlerin çoğu İstanbul'un tür­ lü semtlerinde cami, medrese ve zengin kütüphaneler kurmuşlardır. Gene Osmanlı Padişahlannın bazıları Medreselerin yakınlarında ilkokullar yaptırmışlardır. O zamanki ilk­ okullar hakkında yeteri derecede bilgimiz yoksa da Medreselere kabul edilecek okuyucuların buralarda ye­ tiştirildikleri muhakkaktır. Bu arada zengin devlet adamlarının da mescit ve okullar yaptırmaları adeti gelenek haline getirilmiş, memleket ·adım başında bu gibi kuruluşlarla. dolmuştu. Şunu da belirtmek icabeder ki, Medrese ve okul yapmak, dört duvar binalar yükseltmek demek değildi. Zamanın ihtiyacını ve tahsilin devamını sağlıyacak va­ kıflar da kuruluyor, bunları idare edecek adamlar ta­ yin ediliyordu. Sonraları bu güzelim idare ehil olma­ yanlar elinde kalmış, bu suretle de iş çı�rından çık­ mıştır. Bu hali doğuran sebeplerin başlıcası, mesela


23

üçyüz yıl önce kurulan bir okul öğretmenine verilen para, zamanına göre o öğretmeni geçindirmeye kafi iken üçyüz yıl sonra o para, bir öğretmeni değil bir fa­ kiri geçindjremeyecek kadar kıymetini kaybetmiş, bu yüzden de okullar ehil olmayan öğretmenierin elinde kalmış, onlar da çocuklan sıkıştırmak suretiyle geçim­ lerini sağlamaya başlamışlardır. Ne yazık ki, memleke­ timizin okumuş insanları geçim kaygısı ile ilkokul öğ­ retmenliğini kabul etmemişler, bu yüzden ilkokul ça­ ğındaki çocuklar okulsuz kalmışlardır. Oskü r tara­ fında 115, Galata civarında 120 ve İstanbul'da 300 ilk­ okul varken, bunlann içinde ,ancak on okulda öğret­ men bulunabiliyordu ki, bunun ne derece okumaya yar­ dım edebileceği kolayca anlaşılır. Vaktiyle Medresele­ rimizde bunca hekim ve bilim adamı. sanatkar yetiş­ tirilmiş olduğu halde, sonralan bu bilgiler yerine din bilgisi öğretilmeye başlanmış, ilim ve fen Avrupa'da ilerledikçe bizde unutulmuştur. Bizim tarihimizi bile Avrupa'lılar türlü iftiralılarla yazmışlardır. Halbuki biz felsefe okumak günahtır yollu muzır telkinlere kapıla­ rak, İslamlığın üstün varlığını unutarak İslam alıka­ mma uymayan garip bir taasup içinde siyasi menfaat­ lerimizi ·koruyamamış, komşularımızia münasebetlerde ticaret bakımından muhtaç olduğumuz .vabancı dil öğ­ renmek şöyle dursun, Avrupa1ılann bize dair kötü ni­ yetlerle yazdıklarından bile haberimiz olmamıştır (1).

(1)

1830 tarihinde Enderun ve Tıbbiye okulu ö�encile­ rinden Avrupa'ya 150 kişinin gönderilmesi Sultan tarafından emredilmiş ise de bir takım Mahmut mutaassıplar bu emri çirkin görerek tilrlil dediko­ dularla bu karara mani olmUJlardır.


i

24

Bununla beraber müneccimlerin haberlerine, geleceği keşf ettiklerine dair sözlerine önem vererek bir işe başlamak için mutlaka uğurlu gün aradık. Bir takım cahi.J vaızlar kürsülerde türlü safsata­ larla birçok masumlann zihinlerini karıştırmaktan ge­ ri durmadılar. Ve mesela: «Büyük medeniyetler ve bü­ yük eserler vücuda getirenierin dünyası ile bizim ilgi­ miz yoktur. Dört günlük ömür için gökyüziıne yükse­ len binalara ne lüzum vardır?» diyerek evlerimizin bi­ le rahatlığına heves ettirmediler. Bir lokma ekmeğe razı ederek halkı geleceği düşünmekten men ettiler (1). Hele o tekke şeyhlerinin cahilleri (2) dervişlik, ma­ neviyat, tasavvuf adı altında halka hep hurafeler aşı­ lamakta, sanat ve ticaretten uzaklaştırılan zavallılar (bir hırka, bir lokma) ya kanaat ederek, tevekkülle bodrum katlarında, izbe köşelerde, mezarlık kenarla­ nnda yarısı toprağa gömülmüş kovuklarda çürür gider­ lerdi. Edebiyat, yazarlık kelimeleri otuz kırk yıl içinde işitilmeye başlandı. Babalanmız, dedelerimiz kahramanlık duygularını kuvvetlendirrnek için Hamzaname, Kan Kalesi, Battal

(1)

İsUi.m dininin fazilet dini ve medeniyettn kurucusu ol(iuı'junu bütün dünyaya yayacak bilginler yetiştir­ mek Uzere 1911 yılında (Medrestülvaizin) kurul­ muştu. -

(2)

Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri Ankara'da ömrünün sonuna kadar manevi hizmetlerde bulundJ,lğu gibi dünya işleri Ue de meşguldu. Kendisi başta olmak üzere genç müritleri zıraat, sanat ve ticaretle meş· guldUler.


25

Gazi masallarını dinlemeye alıştırırlardı. Pikiderimizi aydınlatmak için okuduğumuz romanlar Aşık Kerem, Tahir ile Zühre, Köroğlu hikayeleri gibi şeylerdi. İnsaf olunsun, bir çocuk küçüklüğünden delikan­ lılık çağına kadar sokaklarda büyür, yazıları heceleye­ meyen öğretmenlerden terbiye görürse artık ondan ne beklenir? Sonraları maarifin önemi anlaşıldı. Sultan Harnit . zamanında bir Üniversite kuruldu. Maarif İşleri Ba­ kanlığa bağlandı, bir Meclisi Maarif. kuruldu. İlk v e ortaokullar açıldı. Maarif Meclisi azasından Mehmet Fuat ve Ahmet Cevdet efendiler (paşalar) tarafından Kavaidi Osmaniye kitabı yazılıp bastırıidı. Darüşşafa­ ka, Sanayi Okulları açıldı. Yaşlan uygun olanlar bura­ lara verildi. Buralarda çalışmak isterdi. Başarılı ol­ mak isteği insanı dürttüğü için eskisi gibi sokaklardaki çocuklar alayı kalktı. Ana, babalar da okumanın fay­ dasını anladılar. Bilgisiz, sanatsız yaşamanın kabil ol­ madığı anlaşıldı. 1870 yılında iyi tahsil görmüş kim­ selerden (Cemiyeti İlmiyei Osmaniye) kuruldu. · İlme ve fenne dair kitaplar basıldı. Yabancı qilden çeviriler yapıldı. Mektebi Saltani (Galatasaray Lisesi) (1) ku­ ruldu, ecnebi dil öğreten okullar çoğaldı. Günlük ga­ zeteler yayınlandı. •

(1)

İstanbul'da bütün dersleri Fransızca olmak üzere 900 öğrenci okutan Galatasaray Lisesi kuruldu. Lü­ zumlu araç için 400,000 frank sarfedildt. Senelik masrafı için 500,000 frank ayrıldı.


\

••• '

; !: ! ••

.

'

ı·

:'

• .

·'

.;

'i

'· ' ; !•

·/

.: '

._.;

.

,.

:

•.

--

1

Ol •

.

1

1

1

1 \ ' :

1

/' . ,

'ı

(

1 .

,'\ •

1

1 1J 1

-

1

•• ';'·1'• �

r

.1 ••

• Ji.

. �-

1

ı

-

'"1' ! '­ 11 •

'

ıliij\' 1

·:::ıl:''\ •

r

'

ı •\

'

• ,

1 1 •

' 1 ı . r

' •J

1

1

1 l ·� 1 '.

1

•'

,

•• -1

1 •(

r 1

• •1

'

J

1

i '

-

'

-

j

ıı

:i �

'

1'

ı

)

P ·! ! . ı

'1

• ..

' .,..

. �.

.

..

. �·: f '\

ı.

"""' ·-

.

$, -

•. .

-

1

'•

'�

·�·

j

,. 1

ı .

1

• 'J

'

\ '

.

.

'·

1

'

(rf_ 1

.... 1

,

.. •• '.

'

_.,

ı 1 ,.

:, \1'_/ ,

ıp 1 . . 1 ll .

'i .

1 4

•�

•• ..

{

:,�·i

.

,,.i ı''·(ı\\1 ·' •

1

'• 1 1

· � z l

ı.

'

�; i

1t

,cf

-�

--

ı

1

.

' ı

-

:::;

.

,.

J,.

·�

..,

"

-

1

'" "

ı::


Istanbul Esnafları Kırım getirdiği sonucu

Muharebesinden yenilik,

Türk

sonra

Avrupa'lılada

usulü

yaşamış

ve

daha

olan

bu

muharebenin

yakın

halkımızın

temasımız yiyecek,

giyeceklerinde, evlerimizin düzeninde büyük değişiklik­ ler

doğurmuştu.

Zamanın

padişahından, ·milletin

fert­

lerine kadar herkes ziynete ve gösterişe düştü. Her çeşit süs eşyası dıştan oluk gibi akınaya baş­ ladı ve hele 1272 ve 1273 (1856-1857) tarihlerinde ya­ pılan saray düğünleri için lüzumlu görülen ipekli ku­ maşlar ve dış ülkelerde yapılan eşyalar, doğrudan doğ-


28

ruya Avrupa fabrik�larına ısmarlanmaya

(1)

başlandı.

Bundan sonra da yerli kumaşlar günden güne itibar­ dan düştü. Binlerce liralık

sermayedara sahip

olan

memleketimiz genellikle sefalet içinde kaldı. Sanat ve ticaret

hususunda İslam ahali, yüzde

uğradı. Zavallı halkımız bundan

beşyüz zarara

sonra emile

emile

bir iskelet haline geldi. (Eski vakitlerde İstanbul'a gelen ecnebi gemileri Gelibolu'da yoklamaya tabi tutulur, memlekete sokul­ ması yasak olanlara izin verilmez,

gümrük vergisine

tabi olanlardan da vergi aynen alınırmış.) Osmanlı ticaret gemileri yazın Karadeniz !iman­ larına, kışın Suriye ve Mı�ır taraflarına giderlerdi. Ba­ zıları da Akdeniz'in batı memleketlerine sefer ederler­ di. Ticaret

gemileri, Hayriye Tüccarı denilen

İslam·

tüccarının malı idi. Bu tUccarlardan herbirinin yirmi

(1)

Saraya Ulzım olan eşya Tophane Müşürü Fet· hi Paşa'nın aracılığı üe Fransız tebaasından meş­ hur Krenpler eliyle Avrupa fabrikalarına ısmarlanır­ dı. Bu ısmarlanan eşya dolayısı ile de Fethi Paşaya (Bezirgan Paşa) adı verilmişti. Hatta 1858 yılında Fethi'Paşa'nın lildüğilnü duyan devrin Kaptanpaşası Mehmet Alt Paşa, (Çok şükür şu Bezirgan Paşa'dan kurtulduk) demişti. Bu tarihlerde başlıyan Avrupa eşyası hayranlığı bütün hızı ile devam etti. Sultan Hamit biltün giyim eşyasını çocuklarınınkine kadar Paris Büyük Elçisi Tahsin Paşa vasıtası ile Avru­ pa'dan getirtirdi. Bunun milletçe çok zararlarını çek­ ttk. Bilyük Türk'çü Ziya Gökalp, çok sevdiği kızının bir Avrupa terliği alma istemesine karşı gelmiş, «evime Tilrk malından başka birşey giremez» de­ mişti. (N.A.B.)


29

otuzar ve belki d� fazla gemileri vardı. Bu gemiler Tophane, Kasımpaşa, Galata semtlerindeki inşaat yer­ lerinde gemi yapıcı marangoz ustalan tarafından yapı­ lırdı. Lazım olan kereste, çivi, zift, reçine, katran, ma­

kara gibi maddeler için de bunları yapan esnaf fay­ dalanırlardı ..

Kalafatçılar, Kalafat yerinde iş görürlerdi. Yelken bezleri tamamiyle Gelibolu'daki fabrikalanmızda do­ kunurdu. Bu bezlerden Livama, Çenber gibi isimler verilen yelkenler yapılırdı. Tersane arkasında ve Ok­ meydanında bulunan Urgancılar hurma lifi ve kendir­ den halatlar ve türlü ipler yaparlardı. Eyüp'te, İplikhane Kışiası diye anılan

Hançerli

Sultan Sarayı yerinde 1868 tarihinde iplik büküp ter· sane için yelkenbezi yapan ve fazlası satılarak Vakıf hizmetlerinde kullanılmak üzere safi kan tamantiyle

Evkaf Hazinesine ait olmak üzere İplikhane adiyle bir bina kurulmuştu. Bir zamanlar ipek ve iplik büken esnaf da vardı. Dikiş iğnesi bile Gelibolu'da yapılırdı. Eskiden Tahta­ kale'den Zeytinyağı Iskelesi'ne kadar mevcut mağaza­ lar İslam tüccanna aitti. Galata ve İstanbul Yağkapa­ nı, Balkapanı, Asmaaltı mağazaları hınca hınç İslam tüccarının mallan ile dolu idi.

TÜTÜN TÜCCARLARI VE TÜTÜNCÜLER Kutucular, Zindankapısı, Rüstempaşa Camii etra­ fındaki mağazaların çoğu İslam ve Osmanlı tebaasından tütün tüccarının tütün denkleri ile dolu idi. Tütün tüc­ carı Osmanlı ülkesinin tütün ekilen yerlerinden kendi


30

gernileri ile tütün denklerini getirir, Tütün Gürnrü�n­ de cinslerine göre vergisi ödendikten sonra mağazala­ ra doldurulurdu. Bu mağazalardan da rnühim miktar. da Avrupa'ya satıılırdı. İstanbul ve taşrada bulunan Ge­ dikli Tütüncü Esnafı da bu mağazalardan aldıkları yaprak iütünleri dükkanlannda çeşit yapıp kıydırır ve terazi ile açık olarak satarlardı. Herkes içeçeği tütü1\_ ü muayene ederek alırdı. O ne nefis tütünlerdi. 1871 cıa resmi vergiden başka Duhuliye (giriş) adıyle bir okka

yaprak tütün için bir rnecidiye altın vergi konrnuştu. Bir müddet sonra yalnız İstanbul içinde sarfolunacak tütünleri kıyıp kapalı olarak ahaliye satmak ve senede hazineye dörtyüz bin lira ödemek şartiyle Mösyö Za­ rifi ile Hristaki· Zoğrafos efendiye ihale edildi. Sonra

1872 tarihinde bu Tekel emaneten idareye kaldı. Bu

idare yaprak

tütünleri

şimdiki

Reji gibi çeşit

ya­

parak kıydınyor, devlet hesabına bandrole tabi tuta­ rak sattınyordu. Bir müddet sonra bu idare de Iağv edilerek ülkenin her tarafında devlet vergisinden başka satış fiatına göre iç sarfiyat vergisi alınmaya başlan­ dı. Bu vergi kapianna bandrol konulmak suretiyle alı· nırdı. Osmanlı tebaasına tanınan hak olarak tütün fabrikalan kurulmasına da izin verildi.

Bu fabrikalar

imal ettikleri tütünleri dükkaniarda kapalı olarak sa• tarlardı. Fabrikaların yaptıklan tüt.ünlerin nefasetinden dolayı halkımız bu ·fabrikalardan son derece memnun kalmışlardı. Birkaç· yıl bu usul devarn etti. Daha son­ ra şimdiki Reji kuruldu, artık İstanbul'da tütüncülük . sanatı ort.�dan kayboldu. Yalnız Rejiden ondalık kar. şılığı tütün alıp satmak bakkallara, aktarlara kaldı.


(\

. .

_ ....

.. _-

..

­

- · ,...... . --

_ ,......

Yü::;yıl evvelki Kapahçarşı'da kadınların alış-verişi.


32

KAPALIÇARŞI VE BEDESTEN ESNAF!

Büyükçarşıda Qeapalıçarşı) her gün biri Yağlık­ çılarda, biri Be­ destende

dua e­

dilir, ondan son­ ra

işe

başlanır­

dı. Hocaki deni­ Bedestenli­

len

ler vaktiyle üçer bin

kese

fazla

daha

sermayeli

idi.

Bedestende

mühim

miktar­

da kıymetli eşya alınıp

satılırdı.

Zenginlerin çoğu paralarını ve kıyBedestenden bir köşe., devrin en ;;en­ gin esnafinm toplandığı yer.

metli nı

eşyalarıBedestende

saklatırlardı. Buranın ayrı muhafızları vardı. Not: sında bir

1 099 (1687) tarihinde Yeniçeri Bedestende

zorbaların Şerif Ağa

ayaklanma­ isminde

bir

Hocaki ile kavga çıkarıp Dolap adı verilen dükkanını yağma eder.

Şerif Ağa bir sınğın ucuna yeşil bir bez

takarak: «İhadullah, ne duruyorsunuz!» diye ortaya


33

atılarak etrafı velveleye verir. Bu sırada: «Şerif Ağa Sancağı Şerif ile çıkmış» haberi yayılır, toplanan halk ağanın etrafına toplanır ve doğru Saraya giderler. Bu­ rada devJet erkanı kararı ile hakiki Sancağı ·Şerif çı­ karılır, Topçubaşı, Bostancıbaşı ve diğer tarafsız su­ bayların bu topluluğa katılması zorbaları korkutur, birkaç ileri gelenleri idam edilerek karışıklık savuş­ turulur.) Bedestenliler İstanbul ve civarındaki koltukçu­ lar ve oturakçılar diye anılan esnaf ile anlaşarak te­ rekelerden, ya da · sıkışarak eşyalarını satanlardan eş­ yalan müzayedelerderi çok ucuza adeta kapattreasma satın almakta, sonra Çıkışma usulü ile ka rı aralannda paylaşmakta, büyük menfaatler sağlamakta idiler. Be­ destenlilerin bu hareketleri meydana çıkınca hepsi ya­ kalanarak İhtisap Nezaretine getirilmişler, burada sor­ guya çekilmişlerdir. Bedestenliler suçlarını itiraf et­ mek zorunda kaldılar. Bunun üzerine bir defaya malısus olmak üzere, içlerinde bir daha böyle hareket eden olursa haber vermeye hep birlikte söz vererek birbir­ lerine müteselsil kefil olduklarından 1838 yılına kadar serbest bırakılmışlar ve bu durumları İstanbul Ka­ dılığı ile bütün mahkemeler dosyasına kaydedilmişti. .

Büyükçarşı'nın Gebeci ve Bodrum hanları ile San­ dal Bedesteni Bizans devrinden kalmadır. Mühim bir kısmı Fatih Sultan Mehmet tarafından, Bitpazarından itibaren küçük bir kısmı Sultan Beyazıt (Fatih'in oğlu 1481-1512). bir kısmını da Nuruosmaniye camiini bi­ tiren Üçüncü Osman (Saltanatı 1754-1757) tarafından yaptırılmıştır.

F:3


KAŞIKÇI ESNAFI Büyükçarşı'dan Beyazıt Meydanı'na giden ve Kaşık­ çılar Kapısı denilen yerde Kaşıkçı Esnafı dükkfmlan vardı. Bunlar şimşirden alelade yemek kaşıkları, hoşaf ve tatlılar için, koka, abanoz, gergedan, manda boy­ nuzlarından, sığır tırnağından Hindistan Cevizi kabu­ ğundan mercan ve sedef kaplı kaşıklar da yaparlardı. Sonraları Avrupa'dan madeni kaşık ve çatallar gelme­ ye ve halkımızın gittikçe bu cins malları kullanmaya başlamaları, yerli mallara olan rağbeti günden güne azaltmıştı. Beyazıtda Kazancılar denilen bakırcı esna­ fı bir dereceye kadar eski hallerini muhafaza etmekte iseler de bir müddet sonra gelmeye başlayan Avrupa çini kaplar bu mağazaları

doldurduğundan

esnafın

yaptığı mallar da itibardan düşmeye başlamıştır.


Binbir nnlikn eşya ile be=enmiş Kapalıçarşı 'dan bir köşe.


o o

o

o

o

o

�. Jo

1

, o "

o o J

....

o

·-· . _... .. ...

o

....._ - o:"> ...

- -

...

......:::.-. '

)� ,_

-

';--

� <;..r.

...... .. ...._

�· o

"

-

' -·' �... ....

.... ... · -� .

--

l

'"

... .

.

· -..o

'... -.

-

-

-

·-....::--..,_,:;:..;:.

Her devrde i k.adınların uğrağı oları Kapalıçarşı'da alış-veri,ş.


37

MtiREKKEPÇİ, ÇUBUKÇU, TESBİHCİ BALMUMCU VE İNCi SATAN ESNAF Beyazıt'ta Mürekkepçiler Kapısı denilen yerde kırk tane gedikl� Mürekkepçi dükkanı vardı. Bu esnaf si­ yah ve kırmızı mürekkep yapardı. Avrupa'dan her tür­ lü boya gelmeye başladıktan sonra ve bunlar çok ucuz satıldığından, hatta resmi daireler de Avrupa boyaları kullanmaya başladıklarından yerli mürekkepler reka­ bet edemedi. Uzunçarşı'nm bir tarafında boydan boya Kehribar­ cı esnafı vardı. Süslü çubuk ve cins cins tesbihler bu­ rada yapılıp satılırdı. Zenginlik bakımından bu esna­ fın itibarı vardı. Misk yağcılar Kapalıçarşı'da ve Uzun­ çarşı'nın alt tarafındaki

dükkaniarda

bulunurlardı.

Eskiden balmumundan ağaç taklidi yaparak bunu süs­ lerlerdi, Nahılbent denilen bu ağaçlar düğünlerde ve hatta saray düğünlerinde damat

evinden gelin evine

gönderilir ve Nahıl Alayları tertip edilirdi. İstanbul'da inci ticareti eskiden beri Musevilerin elinde idi. İnci istiridyesi

Basra Körfezi ve Hürmüz

Adası sularından ve Hindistan taraflarından getirilir­ di. Yalnız bunların avianınası güçtü, çünkü bu İstirid­ yelerin bulunduğu denizlerde fazlaca Köpekbalığı ve diğer canavarlar bulunduğundan kolay ve çok miktar­ da elde edilemezdi. İnsan vücudunu süslüyen en kıy­ metli ve en makbulu hiç şüphesiz inciydi. Basra Kör­ fezi ineisi Panama gibi diğerlerine

üstündür. Yalnız

bunların küçük olanları kıyınetten düşer. Bu yüzden kıymetleri ölçü ile takdir edilir. İncinin her rengi olur. Kıymeti de büyüklüğü ile ölçülür. Saf ve beyaz ve pen-


38

be olanı makbuldür. Siyah, yeşil, lacivert ve penbeler tartılarak fiyat bulur.

DOCRAMACILIK, CİLTCİLİK VE ÇİNİCİLİK Eskiden doğrarnacılık da oldukça ileri idi. Kapı ve pencere kanatları, oda tavanları, abanoz ve gümüş kaplamalar, ralıleler yapıp üzerierini sü sleyen sanat­ karlar vardı. Bu gün çoğu kaybolmuştur. Döğmecilik sanatı da ilerlemek üzere idi. Süslü parmaklıklar, oymalı yaldızlı kapı takımlan, kilit ve halkalar, döğme demir işçilikleri milli sanatlarımız­ dandı. CiJt ve tezhip bizde eskidir. Birçok kitap ve mus­ hafışerifler işlcnir, renkli nakışlarla süslenirdi. Bunlar sanatça çok güzel şeylerdi. Eskiden bizde çinicilik de en üstün seviyesine ulaş­ mıştı. Bursa'daki Çelebi Mehmed'in cami ve türbele­ rindeki çiniler Deli Mehmet adında bir sanatkar tara­ fından yapılmıştı. Üçüncü Ahmet

zamanında Tekfur

sarayı civarında bir çini fabrikası kurulmuş olduğunu tarihler yazar. Yakın zamanlarda çömlekçi esnafından bazıları soba

Eyüp

civarındaki

çinileri yapmaya

başlamışlardı. Hatta bu çini sobaları yapan esnafın bir­ kaçı Sultanahmet zamanında Yıldız'da açılan çini fab­ kasına alınmışlardı. Çok gelişmeye mi.isait olan b u milli sanayiimizi, yeni ihtiyaçlara göre ileri

götüremedik,

teşvik ve himaye edemedik, tamamiyle mahvoldu.


39

. ÇATMA, KİLİM VE HALI ESNAFI İstanbul ve Bilecik tezgahlarında yapılmakta olan çatma yastıklar da milli sanayiimizin başlıcalarından İstanbul idi. Bir vakitler unututmaya yüz tunnuştu. Hayriye tüccarlarından Ahmet ve Emin efendiler

1862

tarihinde istida ile büklımete baş vurdular, bu iç sa­ nayiimizin eski haline getirilmesi için on yıl vergiden muaf tututmasını ve çatma dokumak için Avrupa'dan getirtilecek makine ve diğer aletlerden gümrük vergisi alınmamasını istediler, Bab-ı Ali'den bu müsaade ve­ rilmesi üzerine imalat arttı. Gene İstanbul Hayriye tüccarlarından Uşaklı Hacı Mehmet Ağa ile Gördesli Hacı Ahmet Ağa Uşak ve Gördeste halı, kilim, seccade işliyerek ucuz fiyatla sat­ mak üzere muafiyet istelider. 1847 tarihinde bu eşya­ nın gümrük vergisinden muaf tutulması kararı verildi ve ülkede bu gibi işler yapmak istiyenlere de bu karar tatbik edilerek halıcılık teşvik edildi.

1851 ve 1862 tarihlerinde Londra'da açılan sergiye Anadolu, Rumeli ve İstanbul'da

çıkan

ürün ve sa­

nayi m.addelerinden birçok çeşit gönderildi. O zaman bu gibi eşya gönderenlerden çoğu, diğer devletlerden daha çok ilgi görmüşler ve imtiyaz nişanları almışlar­ dı. Çünkü bu sergilerde teşhir edilen eşyalarda daya­ nıklık ve nefaset yanında ucuz olması da göz önünde tutularak Türk eşyası bu vasıflara uygun görülerek be­ ğenilmişti. Uşak, Kula ve Gördeslilerin yaptıklan ki­ timleri Avrupa'lılar taklit etmek istemişlerse de mu­ vaffak olamadıkları için bu halı ve kilimler hala mak­ bul tutulmaktadır.


40

Avrupa'dan getirilmekte olan Merinos, Lohuraki, Şalaki isimlerindeki kumaşlar Ankara ·şah ve sof'unun taklididir. Bunlar bizim Ankara şaliarı ve Sofları gibi nefis ve dayanıklı şeyler değildir.

KIZLAR ÇEYİZLERİNİ KENDİ ELLERi İLE HAZlRLARDI

.

Eskiden İstanbul kadınları içinde yazmacı kadın­ lar vardı. Başları bağlamak ve elde kullanmak üzere yazma, yemeni, yorgan yüzleri yaparlardı. Çevre, uç­ kur, havlubaşı gergefle nakışla işlenirdi, güzel oyalar yaparlardı. Bunlar için göz nuru dökülürdü. Gene kadınlanmızın iğ ile ellerinde büktükleri ince iplik, evlerde bulundurulan tezgahlarda pamukbezi, börümcek, idare, hilali isimleri ile gömleklik, donluk bezler do­ kurlar, kocalarma yük olmadan ihtiyaçlarını temin ederlerdi. Hele gelinlik kızlar iç çamaşırları gibi çeyiz­ lerini kendilerinin hazırlamaları milli bir geleneğimiz halinde idi. Bugüne de pamuk bükmek şöyle dursun, iğci esnafı bile kalmadı. Direklerarasında Hacı Kamil efendinin dükkanında Gergedan ve Kokadan yapılan kahve fincanı ve zarflar, yazı takımları kaseler büyük şöhret yapmıştı. En titiz kimseler beğenirlerdi. Bu­ gün bu da kayboldu. .

Bir zamanlar çubukçu esnafı da vardı. Yasemin ve kiraz ağaçlarından yaptıkları çubuklar çok makbul­ dü. Sonraları sigara ağızlığı yapımı başladı. Lüleci es­ nafı Tophane'den Kulekapısı'na kadar sıra dükkan­ Iarda iş görürlerdi . Sonralan bu lüleciler yaldızh kah­ ve fincanları, su kupaları, yazı takımları gibi şeyler


41

yapmaya başladılar. Bu toprak mamulatı üzerine vur­ duklan cilalar, hemen hemen çini cilası haline geti­ rilmişti. Hele üzerindeki nakış'ar ne hoş şeylerdi. Lü­ le kullanmak kalktığı gibi, kahve fincanı, su kupası ve yazı takımları da himayesizlik Yüzünd�n söndü, gitti. Bıçakçı ve kılıççı esnafı da gözde idi. Hatta 1864 tarihlerinde Ahmet Usta adında birinin yaptığı kılıç­ lar askerler arasında çok makbul tutulurdu. Ruhi Efendinin yaptığı kalemtraşlar, devlet dairelerinin her şubesinde rağbet görüyordu. Büyükçarşının hakkaklarından başka hakkakhk sanatının inceliğini Avrupa'da tahsil etmiş olan Ben­ deroğlu Mığırdıç efendi isminde bir hünerli, yarım kı­ rattan küçük bir yakutun ortasındaki sathın üçtebiri kadar yere tuğra kazarak Sergii Osmani'de teşhir et­ miş, çok büyük takdir kazanmıştı.

1863 OSMANLI SERGİSiNDE TEŞHiR EDİLEN EŞYA Osmanlı Sergisinde Çolha İmameci (1), Uzunçarşı esnafı, Muytaf, miskyağcı, işlemeci, zenneci, kahve cezvesi ve kahve değirmencisi, eğerci, abacı, marpuç­ cu ve bunlara benzer .esnaf takdir görmüşlerdi. İkin­ ci Mahmud'un kahvecibaşısı iken sonradan Evkaf Na­ zırlığında çalışan Kani Beyin oğlu Rauf Beyin yaptığı

(1)

Çolha denilen esnaf İstanbul ahalisinin giydikleri gömlek ve don bezlerini dokurlardı. Sonradan halkı· mız Avrupa'dan gelen bezleri tercih ettiklerinden bun· ların yapımı tarihe karıştı.


' / , rJnf 1 ı 1 ,. }1 . C) \ l ,, ı. J ;,� 1

1

ı

.

1\

.fl ••

ı


43

ok (1), müderrislerden Ali Şevki Efendinin pirinçten yaptığı küre (dünya yuvarlağı) ve gene prinçten çek­ mece çok beğenilmişti. Bu sergi, 1863 tarihinde Sul­ tanahmet meydanında şimdiki parkın yerinde yedibin zıra kare arsa üzerinde kurulmuştu. Serginin yapımı otuzbin İngiliz lirasına malolmuştu. Mısırlı Fazıl Mus­ tafa Paşa, Fuat Paşa ve Nazım Jley, Azmi Bey sergi komiseri idiler. Sergide eşya teşhir edenlerin birinci­ lerine Mecidi nişanı, ikincilere gümüş ve üçüncülere prinç madalya verilmişti. Burada teşhir edilen, Topkapı Hazinesinde bulu­ nan kıymetli mücevherat ile saray eşyası arasında şun­ lar vardı: Dört köşe ve sabun kahbı biçiminde zümrüt, ge­ ne yuvarlak zümrüt ortası otuz kırat pırlanta ile süs­ lü bir çift piruze, 280 tane büyük pırlanta ile süslü ger­ danlık, ortası otuz kırat pırlanta ile süslenmiş bir ger­ danlık, ortası 36 kırat pırlanta ve birçok büyük pır­ lantalada süslü gerdanlık, ortası yirmişer kıratlık iki büyük roze taşlarla donanmış bir gerdanhk, ortası yir­ mişer kıratlık pırlanta ve etrafı birçok taşlarla süs­ lenmiş üç gerdanhk, kuş resminde pırlanta taşlarla süslü bir gerdanlık, büyük inci habbeli pırlanta ile süs­ lü gerdanhk, ineili bir çift küpe, bir çift zümrüt hab­ beli pırlanta ile süslü gerdanhk, ortası elli kırat pır-

(1)

Bu Kani Bey, Sultan Mahmud'un emri ile (Telhisi Resaili Rimad) adı ile okçuluğa ait bir kitap yaz­ mıştır. Oğlu Rauf Bey, Sonradan Okmeydanı Der­ gtihına şeyh olmuştur.


44

lanta ve etrafı birçok pırlanta taşlarla süslü broş, yir­ misekiz kırat bir çift peru ve küpe, ortası gök yakut ve etrafı birçok pırlanta ile süslü bilezik, ortası büyük bir pırlanta ile süslü akarsu bilezik, ortası üçyüz kırat zümrüt ve etrafı pırlanta taşlarla süslü kemer, ortası büyük yakut ve etrafı birçok pırlantali kemer, ortası laal ve etrafı pırlanta kemer, gene mücevhe­ rat ile süslü kemer, fildişinden oymalı kemer, pırlan­ talı tarak, biri altın, diğeri gümüş üzerine üç pırlanta taç, laal, zümrüt ve .elmas ile süslü dokuz tane sorguç, zümrüt ve elmas ile süslü üç tane Hint hançeri, mer­ can ile süslü hançer, elmas, yakut ve zümrüt ile süs­ lü bir ok ve yay kabı, elmas ile süslü iki eski kılıç, süslü dört tane kiraz çubuk, yeşim üzerine yakut ve elmas ile süslü iki ayna, biri yekpare yeşim, diğeri ne­ cefli iki topuz, padişah tahtının iki zümrüt askısı, biri altın üzerine yakut ve elmas ile, diğeri taşlı gergedan boynuzundan ve bir üçüncüşü yakut, elmas ve zümrüt ile süslü üç t::me yazı takımı, gümüş üzerine yakut ve laal ile süslü tas ve maşrapa, ortası zümrüt ve yakut ile süslü bir tane arabesk yazı takımı.• -

Bu eşya, ceviz ağacından dört köşeli ve yerli bir sehpa üzerine konmuş, dört köşesi camlı, içi güvez ka­ dife kaplı bir dolap içinde bulunuyordu. DÖKKANLARINA ALAMET KOYAN ÇARŞI ESNAFI İstanbul esnafının çoğu öteden beri bir semtte kürkçüler, toplanırlardı. Hasırcılar, kurukahveciler, çadırcılar, bakırcılar, zahireciler, yağlıkçılar balmum-


}

� --·-

--

-

-· -

;:.

-

....

. - -----­ -

·-

.

.._

--

••

-

-

- -·

,,� .. . ... . :·-

--

..

.

..

.

.

.

- ·

--

Yü=yıl evvelki bir seyyar satıcı tipi.

·-

-

.

7


46

cular, örücüler, gümüş ve altın eritip satanlar, tülbent­ çiler, kavaflar, sahaflar gibi. .. . Mısırçarşısı esnafı vaktiyle ilaç da satarlardı. Sılı­ lıiye Dairesi son zamanlarda ilaç satışlarını sınırladı. Bıi çarşıdaki dükkaniara ufak bir gemi modeli, bir de­ vekuşu yumurtası, bir fener, bir püskül gibi işaretler koyarlardı. Yakın zamana kadar Büyük Çarşı esnafı, Beyazıt'taki dükkancılar da bu gibi işaretleri koyarlar­ dı. Bunların sebebi, mesela bir adam Mısırçarşısında bir şey alır da, aldığı şey iyi çıkarsa, nereden aldın di­ yenlere; «Mısırçarşısında fenerli, veya yumurtalı dük­ kandan» diyebilmek içindi. Mısırçarşısı, Yeni Cami'in kurucusu Turhan Vali­ de Sultan tarafından makas biçiminde Yeni Cami mi­ marı Kasım Ağaya yaptırılmıştır. Bu çarşı ve cami ye­ ri Bizans zamanında Musevilerin semti idi. Museviler çarşı yaptınldıktan sonra kaldırılıp Hasköy'e götürül­ düler. Rivayete göre, Valide Sultanın bu çarşıyı yaptır­ ması cami imam, müezzin ve hademelerinin Mısırçar­ şısında satılan attariye eşyası ile geçindirilmeleri için­ di. Dükkanlar vakıftı.

Çarşıda satılan eşyanın hepsi vaktiyle Mısır'dan getirildiği için· Mısırçarşısı ismi ve­ rilmişti.

* * * Beyazıt etrafındaki Kökçülerkapısı da

vaktiyle

meşhurdu. Bu Kökçüler, şimdiki eczacılann yerine ge­ çerdi. Doktorlar ilaçlarını burada yaptırırlardı. Kök­ çüler kendilerine lazım olan otları .İ stanbul civarın-

n


47 dan, İzmit, Bursa ve diğer yerlerden getirtirlerdi. Ya­ İlaçlan ralar ve çıbanlar için türlü ilaç bulunurdu. (Nüzhetülebdan fi tercümei afiyet) kitabından yapar­ larmış . . .

DİŞ ÇEKEN BERBERLERE VERiLEN iZiNNAMELER Eskiden kan almak, diş çıkarmak berber esnafı. na aitti. Bu sanatta ihtisası olanlara Saray Başhekimi izinname verirdi. Bunlardan birer örnek verelim:

İzinname

« İstanbul'da Mahmutpaşa'da Sultan Odaları kar­ şısında dükkanı olan ve diş çıkarmakta bulunan Alek­ san'a bu sanatlarda mahareti olduğundan tarafımızdan izin ve ruhsat verilmiştir. Irz ve edebi ile sanatından başka işle meşgul olmazsa tarafımızdan ve başka kim­ se tarafından müdahale edilmeyecek.

Fese alarnet takma Jzni

Mahmutpaşa civarında Sultan Odalarında berber Aleksan oğlu Lutfi, kan almak ve sülük yapıştırmak ve diş çıkarmakta mahareti olduğundan fesine cerrah ale­ ti olan (kerpeten) işareti takınasma izin

verilmiştir.

Gerektir, bu sanattan başka sanata girmeyerek ırz ve edebiyle olduğu halde kimse tarafından müdahale edil­ meye

1810. * * *

Yukardan beri anlattığımız gibi İstanbul'un fethin­ den Ondokuzuncu Yüzyıl ortalarına kadar, İstanbul'u-


. •

'V \1 1 1 '

.

ı

••

ı ı . ı1

·,

,.

'1

ı

1

ı •

1

'

.!:;

·� -!::'

!:; .

� ..ı::


49 muzun sanat ve ticareti bugüne göre çok üstündü. Bu­ J1Un pek mühim kısmı sarıklı, çuha şalvarlı ağa baba­ larımızın elinde idi. Vezirlerin, devlet büyüklerinin, zenginlerin ve halkın bütün ihtiyaçlarını

biraz kaba

da olsa yerli mallarla karşılıyorlardı. Tanzimatm ilan edilmesiyle Osmanlı Hükumeti bir değişikliğe uğradı.

1840

tarihinde Avrupa devletleriyle ticaret anlaşmala­

rı yapıldı. Kırım muharebesi yüzünden temaslar çoğal­ dı; halkımııda Batı medeniyetine bir temayül hasıl ol­ du. Galata ve İstanbul ticarethaneleri yabancılara geçti: Hayriye Tüccan adını bilen kalmadı. Rağbetsizlikten ve zamanın ihtiyacına göre uyduramadığımız sanayii­ miz, inkıraza uğradı. Tezgahlar kaldırıldı. i malat yer­ leri kapandı. Gerçi, elli - altmış yıl önce Islahı Sanayi Komisyonu adıyle bir kurul, bazı ıslahat yaptıysa da, o da türlü sebeplerden dolayı başarılı olamadı. En so­ nunda, şu bildiğimiz hale geldi.

İSTANBUL SOKAKLARI NASIL TEMİZLENİRDİ? Gerek dükkancılık ve gerek gezgincilik suretiyle ti­ caret yapan esnafın belediyeye karşı sorumlulukları ve bunlar hakkında vaktiyle Şehremini (Belediye Reisi) Hüseyin Bey tarafından verilen cezalardan bir parça bal;ı.sedeyim. Eskiden, şimdiki gibi temizlik işleri yok­ tu. Herkes ev, dükkan ve mağazaların önünde biriken süprüntüleri süpürüp, çöpçü

denilen süprüntücülere

ücret karşılığı kaldırtmak mecburiyetinde idiler. Be­ l'ediye kavasları, bütün gün şehri dolaşıp temizlik işle­ rini kontrol ederlerdi. Halbuki mahalle aralarında, ça­ murlu ve çapraşık sokaklarda, yarık yıkık duvarların

F:4


so

diplerinde yaz kış mezbelelik eksik olmazdı. Buraları }(edi, köpek, fare leşleri ile dolu idi. İşte mahalle ara­ sındaki · sokaklar bu halde iken belediye kavasları yal­ nız çarşı ve pazarlarda dolaşır, dükkfmcıları cezalandırırlardı. ·

Bütün yiyecek maddeleri narha tabi olduğundan, narhtan fazla satanlar ceza görürlerdi. Gerek bunlar, gerek halkın gelip geçmesine engel olacak şekilde so­ kaklara küfe ve işporta tablalarını koyarak satıcılık yapanlar, yakalanarak belediyeye getirilir, alt katta tahta parmaklıklarla ayrılmış toprak bir odaya tıkı­ lırlar, geceyi orada geçirirlerdi. Kavasların okuyup yazması olmadığından esnafın kabahatleri kavasların verdikleri bilgi üzerine tomruk katipleri tarafından birer kağıda yazılırdı. İkinci günü Belediye Reisi Hüseyin Bey dört çifte kayığiyle gelip köprü. başındaki iskelesine çıkardı. (Eskiden Emanet Dairesi köErÜ başında olduğu için bu yere de Eminönü denmişti) İskeleden dairenin kapısına kadar, iki sıra diziimiş kavasların arasından sağa sola selam vererek geçen Hüseyin Bey, alt katta, konulan koltuk sandal­ yesinde otururdu. Esnaf kalemi memurlan, kavasbaşı ve maiyeti karşısında el - pençe divan dururla.rdı. Hü­ seyin Beyin işareti üzerine kağıt okunınaya başlanır­ dı. (Köfteci Hüseyin, üzümün okkasinı narhtan beş pa­ 'ra fazlasından satmış) denir, Şehremini Bey (Beş gün) emrini verir, kavaslardan biri herifi tuttuğu gibi hap­ se atardı. Arkasından öbür kağıtlar okunur ve cezalar tayin edilirdi. Şayet ceza görenlerden biri verilen ce­ zaya itiraz edecek olursa ceza bir misli arttırılırdı. Çünkü hükümetin emrine karşı gelmiş sayıhrdı.


MERKEP YÜKÜNÜ SAHİBİNE YÜKLEYEN BELEDiYE BAŞKANI Hüseyin Bey ekseriya teftişe çıkardı. Hüseyin Bey teftişe çıkmış, Mahmutpaşa tarafından geliyormuş, sö­ zü duyulur duyulmaz, ne kadar küfeci, işportacı gibi gezginci esnaf varsa hepsi çil yavrusu gibi dağılır bir tarafa gizleJ!irdi. Hele dükkfmcılar tirtir titrerlerdi. Hü­ seyin Bey bir gün gene teftişe çıkmış. Edirnekapısı ci­ varında iki Çuval yüklü bir merkebi bir tarafa bağlı görmüş , sah_ibini sormuş. Aramışlar, herifi bir kahve­ de bulmuşlar. Kaldırıp huzuruna getirmişler. Sorgu­ sunda, sur dışındaki köylerden birinden yarım saat ev� vel geldiğini, kahve, çubuk içmek· ve biraz yorgunluk almak için hayvanı bağlayip kahveye girdiğini söyle­ miş. Hüseyin Beyin verdiği emirle hayvanın sırtından çuvallar alınır ve boynuna bir torba yem takılır. Son­ ra bu iki çuval, sahibinin sırtına yükletilir, oraya bağ­ lanır. Yük bir insanın kaldıramayacağı ağırlıkta oldu­ ğu için herif yalvarmaya başlar, ağlar, sızlar, bağınr, kimse kulak asmaz, hayvan torbadaki yemi yeyip bi· tirineeye kadar çuvallar adamın sırtında bağlı kalır. Hüseyin Bey, daha bu gibi birçok cezalar verir, esnaf takımının insafsızlıklarına meydan vermez, nerede bir yolsuzluk görse önünü alır ve şehir halkı da memnun olurdu. İSTANBUL TABAKHANELERİ Tabak esnafı, vaktiyle zenginlikçe diğer esnaftan çok üstündüler. İstanbul'da bulunan tabakhaneler


52

Eyüp, Kasımpaşa, Topha11:e, Üsküdar, Yedikule semt­ lerinde idi. Her semtte

onbeş yirmi gedikli dükkfm

vardı. Bu dükkaniarın her biri birer fabrika -halinde ikişer üçer katlı büyük binalardı. Her dükkan bir us­ tanın idaresinde idi. Her birinde bostan kuyusu bü­ yüklü�nde kuyular; büyük kazanlar ve aletler bulu­ nurdu. Çırak ve kalfalar onar, onbeşer işçilerle sabahın erken saatlerinde işe başlar, akşama kadar durmadan çalışırlardı. Her tabakhanenin hayvanla taşınır birer değirmenleri bulunur, burada palam<ıt öğütülürdü. Son . altmış yetmiş yıl içinde bu esnafın işleri iti­ bardan düştü. Ticaretleri de söndü. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi Fatih'ten Üçüncü Selim devrine kadar bazı padişahlar tarafından verilen fermanlar gereğince İ stanbul içindeki salhanelerde kesilen bütün hayvan­ ların derileri üzerindeki kılları ile beraber tabakhane esnafına verilirdi. Bu derileri tabakhane esnafı rayiç kıymeti ile satınalır derisini işler, kıllarını da satarak ikisinden de faydalanırdı. Bunlar gedikleri muhafaza edemediler, dışardan, hissedar olmayan kimseler deri­ leri

toplayarak başka yerlere satmaya başladılar ve

tabak esnafı işieyecek deri bulamamaya başladı. Topla­ yıcılar ise fazla para istediklerinden ham deri alamaz oldular. Tabak esnafının çökmesine diğer bir sebep, bu sa­ natın Avrupada gelişmesi, bizimkilerin bu gelişmeye ayak uyduramamaları, eski halde kalmaları, itibarlan­ nın düşmesine yol açtı. Altmış yıl önce kurulan Sanayii Islah Komisyonu, tabak esnafının durumunu göz önüne alarak, bunlara


53

verilmiş olan gedik imtiyazının eskisi gibi verilmesine karar vermiş, yalnız ayrı ayrı çalışmalanna müsaade edilmeyerek, bütün esnaf birleştirilerek bir şirket ku­ rulmuş, ikibin hisselik ve her hisse beşer tane yüzlük Osmanlı altını ile alınmak üzere onbin altın sermaye­ li (Şirketi Debbağiye) kurulmuştu. 30 maddelik bir ni­ zamname ile işe başlandı. Bu kolaylık ve teşvik sonun­ da az zamanda iş gelişti. hatta Avrupa ayarında mal yapıldığından şirketin itibarı arttı, devrin büyük dev· let adamları bile hisse senetleri almak suretiyle teş­ vikte devam ettiler. Tıp öğrencilerinden birkaçı Avru­ pa'ya gönderilerek okutuldu, bu öğrenciler döndükle­ rinde o tarihlerde Beykoz'da açılan askeri tabakhane­ de çalıştırıldılar. J

Tabak esnafının böylece himaye görmesinden son­ ra, onların yarnakları hükmünde olan güderici, tirşeci, meşin ve köseleci esnafı da intizama bağlandı. Fakat bu esnafın yaşaması yukarıda da söylediğimiz gibi ge­ dikler imtiyazının muhafazasına bağlı bulunduğu için, bu imtiyaza ehemmiyet verilmemesi yüzünden gene iş- · leri bozuldu, şirket dağıldı, şirketin dağılmasından son­ ra tek başlarına bu sanatı yürütmek isteyenler de şe­ hir içinde tabakhanelerin sağlığa zararlı olduğu gerek­ çesiyle kaldırılması üzerine, bir kısmı Yedikule dışına nakledilerek şehir içindeki atölyeler yok oldu. SARAÇLAR Saraçiarın Tabak esnafı ile bir tutulmaları dolayısı ile Tabaklar hakkında alınan tedbir sırasında Saraç­ lar da gözönünde tutulmuş bulunuyordu. Bu yüzden


54 saraç eşyalarımız arasında

Avrupa işlerine yakın

el

çantaları, hayvan takımları yapımında hayli ilerlemeler görülmüştü. Yukanda bahsettiğimiz Tabaklar Şirketi dağıldıktan sonra Saraçlar da sarsılmışlar, bu arada Saraçhane de yanmıştı. Şimdi $urada burada bazı sa­ raç dükkaniarı görülmekte ve bazı eşyal�r yapılmak­ tadır.

SİMKEŞLER Dediğim tarihlerde intizama alınan esnafın biri de Simkeşhane Esnafı

(1)

idi. Simkeşhane Koska'da Erne­

tuilah Başkadın Efendi tarafından kurulmuştu. Mescidi, sebili ve çeşmesi de vardı. Emetullah Başkadın Efendi, her yıl Mevlut okun­ masını da vasiyet etmiş, vakfa bağlamıştı. O gün, bü· yük avluya Otağ kurulur, Simkeşhane Emini tarafm­ dan davet edilen ulema, şeyhler ve esnaf öğle yeme­ ğinden sonra Mevlutta bulunurdu. Bu törenler

1835

yd­

larına kadar devam etti. Esnafın ıslahını ele alan komisyon, Simkeşlerl.e il­ gisi bulunan altın vaı:akçı esnafını da Tiryaki Çarşısm­ dan Simkeşhaneye getirerek burada çalışmasını sağla­ dı. Bundan soriradır lci, Hazine hesabına son derece

has ve halis olmak üzere san ve beyaz tellerle sırma

(1)

Simkeşhane, gümüş ve sırma işleyenler Bu sanat, devlet emrinde idi. İlk Simkeşhane Çarşıkapı'da idi. Şimdi Koska'da onanlmakta olan Siinkeşhane 1716' da burada bulunan Darphanenin kaldırılması üzerine kurulmuştu (N.A.B.) ...


*SS

klaptan resmi elbiseler, kordon ve püsküller, apqlet, gaytan ve bükme şeritler -yapılmaya başlandı. Bunlar büyük rağbet gördü. Altın varakçı esnafı da altın · ve gümüş varakların yapımını son derece geliştirdiler. SOnraları türlü sebeplerle bu iki esnaf da söndü. Bunun sebebini sanatkarlar da düşünemediler, gerek hükumet gerek sanatkarlar sanatın değerini bilmediler, geliştir­ meye önem vermediler. Sanatkarlar sanatları ile geçi­ nemediklerinden çocuklarını devlet dairelerine yerleş­ tirmeye başladılar, sanat da tamamiyle inkıraz buldu. TUZCULAR İstanbul'da bulunan gedikli esnafın önemlilerinden biri de Tuzcu Esnafı idi. Bu esnaf devlet tarafından tayin edilmiş bir Tuz Emini'nin idaresinde idi. Kırk ta­ ne gedikli dükkandan ibaretti. İstanbul'da tuz satmak hakkı bunlara verilmişti. Yelken gemileri ile İstanbul'a gelen tüccarlar · tuzları bunlardan alırlardı. 1861 tarihinde Istanbul ve bütün Osmanlı ülkesin­ de tuz satma Tekele alındı. Bunun sebebi de İstanbul'a kaçak ve tezkeresiz ecnebi ve yerli tuzun piyasaya sev­ kedilerek dükkaniarda gizlice satılması idi. Fırınlarda kurotulup çekilen tuzlar kaçak tuzlardan ayırd edile­ miyordu. Bunun üzerine tuzun kurutulması imtiyazı birkaç fırına verildi, bunları satmak da gedikli dük­ kaniara bırakıldı. Buna riayet etmeyenler için çok ağır cezalar konuldu. Bilindiği gibi memlehalar.dan İstanbul'a getirilen tuzlar iki türlü harcanırdı . Biri tabaklar, fınncılar .,


56 balık tuzlayıcılar ve ham dericiler esnafının kullandığı tuz idi ki, bunlar fırınlarda kuru'tulur, çektirildikten sonra satılırdı. Bir de tuz tekeli olmadan sofralarda şişeler içinde kullanılan ince Avrupa tuz vardı ki, halk buna alışmıştı. Bunların İstanbul'da yapımı tecrü be edildi ve istenen sonuç alındığından ayni tuzdan yanm­ şar okka, gene şişelerde satılır tuz yapıldı. Şişelere yirmi paralık bandrol pulu yapıştınlıyor, gene gedikli dükkl:mlar tarafından satılıyordu. Tuz tekele alındıktan

sonra İstanbul

ahalisinin

muhtaç olduğu tuzun sağlanması için esnafın memle­ halardan vaktiyle tuz getirmeyip halkı sıkıntıya dü­ şürmemesi için memlehalardan devlet hesabına tuz getirilerek Kasımpaşa'daki devlet arnbarianna kondu, buradan esnafa dağıtıldı. Bu arada bandrollü şişe satışında hazineyi zarara sokacak durumlar doğduğu görüldüğünden, gedik usulü kaldırıldı, şişelerdeki bandrol mecburiyeti baki kalmak üzere tuz satma serbest bırakıldL

BALlKÇlLAR Dalyan, voli, iğrip yerlerinde kayıklarla balık ve di­ ğer deniz ürünleri aviayıp . Balıkhanede satan roadra­ bazların gediksizleri her yıl yüz elli kuruş tezkere har­ cı verdikleri

halde

gedikli

madrabazlann verdikleri

yedi buçuk kuruştu. Gedikli taze balıkçı esnafı midye, istiridye gibi deniz mahsüllerinin deniz altındaki taria­ lanna el koymuşlardı. Bu tarlalar Samatya'dan Rumeli Kavağı, Fenerbahçe'den Anadolu Kava�ı kıyısına ka­ dar dokuz yerdi. Bu gedikli balıkçılardan başkası ka-

·


57 buklu deniz mahsülü avlayamaz ve satamazdı. Avianan yabancı da olsa beş liradan yirmi beş liraya kadar ce­ za öderdi. Bunlara Gedikli Tazeci Esnafı da derlerdi. Ondahkçı adı verilen adamları vasıtası ile de aviadık­ ları mahsülü sattırab.iliyorlardı. İstanbul ve Galata Balık Pazarlarındaki havyarcı­ lar her gün Balık Pazarına gelen balıklardan tuzlama­ ya elverişli olanları müzayededen alır, otuz bir gün sonra parasını öderlerdi. Taze balık alıp satan gedik­ li balıkçılar ise balıkları bir haftalığına veresiye ala­ biliyorlardı. Böylece sermayelerinin kat kat üstünde iş yapabiliyorlardı. KASAPLAR Eskiden kasaparın hepsi gedikli idi. Bunlardan başkası et alıp satamazdı. Şehir içinde satılan etler narha tabi idi. Bu gedikli kasaptarın dükkaniarı için­ de hususi lağım vardı. Geniş bir mezbaha, ayrı kapısı ve kuyusu olan aynca bir salhane bulunur, buralar sık sık İstanbul Kadıliğınca ve İhtisap Nezaretince tef­ tiş edilir, kayıtlan tutulurdu. Etin yağlı olmasına, za­ yıf hayvan bulundurulmamasına, ayarı bozuk terazi kullanılmamasına, etin üzerinde ciğer, bağırsak ve pos­ teki parçaları, içyağı gibi şeyler bırakılmamasına dik­ kat edilir, bu yasağa uymayanlar cezalandırılırlardı. Etin daha bol ve ucuz bulunması için gedikler fesh­ edildi ve et satmak serbest bırakıldı. Hatta, Belediye 1861 tarihinde Eminönü'nde barakalar kurdurdu, se­ miz etin okkasını kırk para noksanına satmak üzere iki sene müddetle ihaleye çıkardı. Sonraları sur içinde


58

salhane açılması yasak edildi, gerek esnaf ve gerek halk Yedikule dışında kurulan salhanelerde hayvan ke­ simine başladılar. Bu arada kasap dükkanı açacak olanlara Belediyece bir mahzuru olmadığı anlaşıldık­ tan sonra ruhsat verildi. Celeplerden mühim miktarda koyun satın alınarak etin Tekel

altına alınması gibi

ihtikara meydan veren durumun önüne geçilmesi dü­ şUncesiyle de narh kaldınldı. .

Karaman, Osmancık, Türkman, Mıhahç taraflarından ve Rumeliden İstanbul'a gönderilen koyunlardan başka zenginler İstanbul civanndaki çiftliklerinden de şehre koyun ve keçi getirmeye başladılar. Askerlerin tayını için lüzumlu hayvanın çoğu lstranca . meraların­ daki beylik mandıralardan getirilerek Yedikule Mez­ bahasında kesilip dağıtılınaya başlandı. Yedikule'den Etmeydanı (Sultanahmet Meydanı) na et getiren Yeniçeri Seğirdim ustalannın beygirleri ()nün­ den geçen bir ihtiyar müslümanı dövmelerinden dola­ yı onu koruyan bir imaını ve imama yardım edenleri yakalayıp Sekbanbaşıya

(1)

götürmüşler ve idamlannı

istemişler. Bir türlü bu isteğin önüne geçHememiş ve •

zavallılan öldürmüşler. Yeniçeriterin inanışiarına göre et taşıyan beygirlerin önünden geçmek uğursuzluk sayıhyormuş.

(ı)

Yeniçeri Ağasından sonra gelen amir. Yeniçeri Oca· ğının 65'inci cemaat ortasını teşkil eden sekbanların kumandanı. (N.A.B.)


59 MUMCULAR Eskiden saraylarda ve zengin konaklannda balmu­ mu ve halk evlerinde yağ mumu yakıldığı için, mum döküp satan mumcu esnafı vardı. Bu esnaf, devlet ta­ rafından tayin edilmiş Şem'ahane Emini tarafından idare edilirdi. Bu makam damgası ile damgalanmamış mum satanlar cezalandırılırdı. Sonraları saray ve ko­ naklarda Avrupa'dan· gelen lspermeçet mumu kulla­ nılmaya başlayınca 1863 yılında Beykoz'da bir lsper­ �eçet fabrikası kuruldu. KAHYALAR .

Vaktiyle Enderun Ağaları (1) emektarları Zeamet (2), Tirnar (3), Mukataa (4) gibi şeylerle vazifeden ayrı­ lan kimselerle, Teberdaran denilen Baltacılar ve bun­ lara benzer saray hademeleri esnaf kahyalıklarına ta­ yin edilirlerdi. Bunlar Bahçıvanlar Kahyası, Balık av­ cıları Kahyası, Tülbentçiler Kahyası, Galata ve İstan­ bul Gümrükleri Hammalbaşılığı gibi vazifelerdi.

(1)

Babüssaade denilen Enderun: Topkapı Sarayında Üçüncü Kapı'dan sonra gelen kısım ki, burası bir eğitim merkezi idi. (N.A.B.)

(2)

Zeamet: Geliri en az yirmibin ve ençok 99,999 akçe olan toprak dirliği. Bu, büyük hizmetler karşılığı ve· rilirdi. (N.A.B.)

(3)

Timar: Yılda 20.000 akçeden az geliri olan toprak sa· hipleri. (N.A.B.) Mukataa: Hazineye ait bir gelirin muayyen bir be· del ile verilmesi. (N.A.B.)

(4)


60 Bahçıvanlar Kahyası terağı yapılan bahçe veya bos­ tanın devletçe alınan harçlardan başka yüzde dört harç, yüzde bir oda (1) ve yüzde bir ustalara şerhetlik ki, yüzde altı aidat alırdı. Balıkçılar, balık avlı yanlann büklımete verdikleri yedibuçuk kuruş tezkere harcı dışında ikibuçuk kuruş da Kahyaya verirlerdi. Kahya­ lar ayrıca Balıkhaneden beşyüz kuruş maaş alırlardı. Gümrük hamallarının da bunlara benzer kazançları vardı.

ZAHİRE VE ALICILARI Üçüncü Selim zamanında İstanbul ahalisinin ek­ mek ihtiyacını karşılamak ve devlet dairelerinin ihti­ yaçlarını sağlamak için bir Zahire Nezareti kurulmuş­ tu. Bu Nezaretin, taşradan zamanında ucuz zahire satın alan mübayaacıları vardı. Bunlar Unkapanındaki Kapan Naibine bağlı idiler. Satın alınan zahire tüc­ carlar arasında bir. davaya sebebiyet verirse, Kapan Naibi davayı görürdü. Mübayaacıların getirdikleri Za­ hire Üsküdar'da Paşa Limanında, sonraları Kasımpa şa'da İskele civarında kurulan büyük ambarlarda mu­ hafaza edilirdi ki, her zaman buralarda şehrin bir yıl­ lık ihtiyacını karşılayacak zahire bulunurdu. Bu mübayaacıların köylüye envaı zulüm yaptığı şi­ kayetlerden öğrenilmiş ve 1840 yılında Avrupa devlet­ leri ile ticaret anlaşmaları yapıldığından Mübayaacı­ lık tamamiyle kaldırıldı, herkes mahsulünün vergisini •

(1)

Oda: Koğuş ve kışla. (N.A.B.)


61

verdikten sonra serbest bırakıldı. Tekelden satın ahn­ makta iken devlet senede yetmiş bin kese menfaat sağ­ ladığı halde ticareti serbest bırakmak için bu varidatı '

feda etti. Ticaret işleri mahkemelerde görülmeye başladık­ tan sonra da Unkapanı'ndaki naiplik kaldır.ıldı. 1840 yılında zahire satın alma usulü kaldırıldıktan

sonra

<leğirmenci · ve ekmekçi esnafı gedikleri de kalkmış ol­ du. Kim değirmen ve fırın açmak isterse müsaade edil­ di, yalnız bulundukları yerin ihtiyacına göre yazın iki ve kışın dört aylık zahireyi anbarlarında bulundurma­ ları mecbur kılındı.

FRANCALA ESNAFI Francalacı esnafı çıkarmakta olduğu trancalaları türlü fiyatlarda satarak hileye baş vurdukları anlaşıl­ mış, 1844 tarihinde Baş Has ve Orta Has olmak üzere iki türlü francala çıkarmalarına, Baş Has trancalanın kırk beş dirhemi on ve doksan dirhemi yirmi, ikiyüz dirhemi kırk paraya satılmasına karar verildi.

ZIRAATİMiZ

ve

YAŞ MEYVECiLiK

Türkler esasen çiftçi oldukları halde köylülerimi­ zin gelenekiere düşkün olmaları yüzünden tatbik edi­ len ziraat usulü eskimiş olduğundan mahsulalımız da başka memleketlerin mahsüllerinden aşağı oluyordu ve bu mahsüller de muhtekirlerin eline geçmekte idi. Hiçbir milletin zıraati bizimki kadar iptidai değildi. Sonraları bu halin ıslahı için Zıraat Bankası ve Zıraat


62 ·•4•

Bakanlığı kuruldu. Ziraatimizden, ormanlarımızdan, madenlerimizden faydalanmak üzere mütehassıslar ye. tiştirilmeye geçildi. İstanbul suru içinde ve dışında, Üsküdar, Eyüp, Kasımpaşa ve Boğaziçi çevresinde ve mahalle araların· da bile bostanlar vardı. Bu bostanlarda külliyeıli sebze ve meyve yetiştirilirdi. Bu mahsul şehirlinin ihtiyacını karşıladıktan başka dışarı da gönderilirdi. Eyüp bos­ tanlarında okka gülü yetiştirilir, gül mevsiminde Eyüp civarında Yavedut semtinde şafakla başlıyan gül pazarı kurulurdu. Mevsim müddetince pazar işlerdi. Eskiden beri İstanbul'un taze meyve pazarı vardı. Bu pazara devlet tarafından tayin edilen Pazarbaşı bakardı. İstan· bul'umuzun başlıca meyvelerinden biri de üzümdü. Çamlıcalar, Bulgurlu ve Erenköy çevresindeki bağlar­ da nefis üzüm yetiştirilir ve bunların çoğu sofra üzü­ mü olarak çarşı pazarda satılırdı. Hele bu bağların çavuş üzümleri nefaset itibarı ile bütün dünyada yeti· şenlerin en lezzetlisi idi. Rumeli tarafının da Yapıncak üzümü son derece nefis ve boldu. Filoksera hastalığı bağlarımızın çoğunu harap etti. Kiraz, vişne, incir, dut ağaçları bağları bezernekte idi. Bunlar da kurudu, mahvoldu, bağlar tarla halint: geldi. Yakın vakitlere kadar birçok bahçe ve ağaç me­ raklılarımız vardı. Evlerinin idaresine yetecek sebze­ leri, aşı gülleri, nefis meyve ağaçları yedştirir ve bun­ ları kendileri aşılarlardı. Her mevsim reçel, şurup, tatlı kaynatılırdı. Bu meraklılar da kalmadı. Eskiden Eyüp ve Bahariye bahçelerinde menekşe, Jale, sünbül ve Bahariye sırtlarında fulya yetiştirilir,


63

tatlı ve şurup kaynalırmak üzere şekerci esnafı tarafın­ dan sa tın alınırdı.

NARH Taze yenmek. üzere pazar yerine getirilen her tür­ lü meyve ile sebzelere narli konur, perakendeci esnaf bu narh üzerinden karını koyup satardı. Fakat narha ne kadar dikkat edilse tesiri görülemiyor, zararın çoğu bağcı ve bahçıvanlara, bir kısmı da şehirliye oluyor, şatıçılar kar ediyorlardı. Narbın fayda vermediği anla­ şılınca 1864 tarihinde bütün satışlar serbest bırakıldı ve narh kaldırıldı. İstanbul'da esnafımızın sattıkları meyve ve sebze­ ye narh konularak kıymetinden fazlaya sattınlmaması halkımızın menfaatine düşünülmüş ve eski vakitlerde bu usule büyük önem verilmiş, narha bakmak işi İs­ tanbul Kadılığı ve İhtisap Nezareti memurlarının bi­ rinci vazifeleri arasına alınmıştı. Sonraları hakikatın bu merkezde olmadığı anlaşılmıştır. Çünkü bir mem­ lekette satılık eşyaya narh vermek ve tayin olunan fi­

yattan fazlaya satılmasıılı men etmek, o eşyayı kayd ve şart altına koymak demek ve halka faydalı olacağı

düşünülmüş ve faydalı da olmuş bulunmasına rağmen, o zaman ile bu zaman arasındaki fark, imkanların ge­ nişlemesi ile meydana çıkmıştır. Eskiden, şimdiki gibi ticareti kolaylaştıracak yollar olmadığından halk elin­

deki malı olduğu yerde satmaya mecburdu. Nakil ko­ laylığı artınca ve narh, belirli bir fiyattan fazlaya sat­ tırmayınca, mal sahibi malını dilediği yere götürüp sat­ tabileceğinden, malın ardı kesilecektir. Bu suretle nar-



65

lun bir parça faydası olsa bile, sonralan zararlı olaca­ ğı tecrübe ile meydana çıkması üzerine zamanın icaba­ tma uyularak narh kaldırılmıştır. Önceleri İstanbul ahalisinin ihtiyaçlarını ehven te­ darik etmesi için narh ne kadar faydalı olmuşsa, son­ raları narbın kaldırılması bu faydayı sağlamıştır.

· Narh usulü kaldırıldıktan sonra lstanbul'umuza her taraftan eşya dökülüp gelmiş, ve ucuzluk başlamıştır.

P: 5



Tiryaki Çarşısı Tiryakller Hayab Tiryaki Çarşısı çok eskidir. Bu çarşıcİa bulunan dülekAnlar şimdiki gibi birkaç harap kahvehaneden iba­ ret de�ildi. Vaktiyle muşamba feneı:ciler, divitçiler, altın varakçı esnafı da bu Çarşıda sanatlarını icra eder­ lerdi. Zenci, köle ve cariyelerin satıldıkları esir pazarı da bu çarşıdaydı.

MUŞAMBA FENERCİLER: Eskiden sokaklarımız şimdiki

gibi havagazı.

ve

elektrikle aydınlatılmıyordu. Fenersiz gezmek de ya­ sak olduğundan geceleri sokağa çıkan "'herkes fener taşımağa mecburdu. Fenerler iki türlü idi. Biri çerçe­ veli cam fener, diğeri de muşamba fenerlerdi. Cam fenerleri. ekseriya bahçelerde, avlularda, sokak kapıla­ rında ve dükkaniarda münasip yerlere asmak suretiyle kullanırlar, sokaklarda dolaşırken ç_ok kişi muşamba fener kullanırdı. Bunlar da üç türlü yapılırdı. Büyük­ leri bazı vezirler ve ulu kişilerin geceleri bir yere gi­ dişlerinde, bindikleri hayvanların öniİnde yürüyen se­ ' yisler taşırlardı. Orta boylarını, yine gidişlerinde ko­ nak uşakları, önlerinden yürüyerek taşırlardı. Halk ta­ bakası ise bizzat taşıdıkları için muşamba fenerierin ufaklarını seçerlerdi, bunlar ioabında cepte de taşı­ nırdı.


68 Latife kabilinden bu muşamba fener bahsinde şu­ nu da kaydedelim: İtibarlı dostlanından bir zatın biz. metkarlarından bir hödüğe efendisi muşamba fenerin kirini gösterir ve temizlemesini tenbih eder, o birşey­ den haberi olmayan hödük de su ısıtır ve feneri suyun içine sokarak sabunla bir güzel yıkar, birde bakar ki muşamba fener bir bez yığını halinde sudan çıkar. Er­ tesi gün ben o zatın konağına gittiğimde kimini hid­ detli kimini de güler yüzlü görünce sebebini sotup öğ­ rendim ve ben de gülrnekten kendimi alamadım. Bir de muşamba kağıttan yapılan fenerler vardı ki, bunlar mahalle bakkallannda satılırdı. Bunları ek­ seriya ayak takımından geceleri sokakta gezenler ve bilhassa meyhanelerde akşamcılık edenler kullanırlar- · dı. Mahalle çocuklarının Ramazanlarda ve mübarek ge­ celer�e fener kapmak yağınacılıklan da bu kağıt fe­ nerlere münhasır gj.�iydi. Sonraları sokaklar havagazı ile aydınlattidığından muşamba feneriere ihtiyaç kal­ madı ve bunları yapıp satan esnaf da dağıldı . . DİVİDCİ ESNAFI Divitler kalem, kalemtraş, Makta (üzerinde kamış kalemlerin ucunun düzeltildiği kemik, şimşir madeni alet) gibi malzemenin saklanmasına ve mürekkep kon­ roağa mahsustu. Bunlar bele sarılan kuşağa sokularak taşınırdı. Divitleri büyük memurların yanında çalışan kalem efendileri, katipler, tüccar ve esnaf yazıcıları kullanırlardı. Divitler gümüşten, sarı pirinç vesair ma. denlerden yapılırdı. Sonralan Divit kullanmaktan vaz · geçildi ve esnafı da battı.


ZENCİ ESİRI.ER PAZARI Eskiden Çerkez ve Gürcü köle ve cariyeler Avrat pazarında zenciler de Tiryak.i çarşısındaki esir paza­ rında alınıp satılırdı. Esaretin resmen lağvından son­ ra bu pazar yerleri de kaldırıldı. .

TİRYAKİ KAHVELERİ VE TİRYAKlLER Tiryaki çarşısındaki kahvehanelere gelince; vaktiy­ le bu çarşıda ilim ve irfan sahibi kibar ve zarif kişiler için muntazam kahvehaneler vardı. Terbiye ve güzellik­ ten mahrum muaşeret bilmeyen bir takım kimseler bu gibi topluluklardan zevk alamadıklan için onların kahvehaneleri de ayrı idi. Kibar kahvelerinde satranç, dama ve benzeri oyun meraklıları da b�lunurdu. Za­ manın irfan sahibi bu gibi oyun meraklıları İstanbul'un her tarafından bilhassa bu kahvelere gelirlerdi. Tiryakilerin kahvehaneleri de ayrı idi. Btmlar boy· ları büyüklüğündeki hastonları ellerinde olarak gezen iki büklüm bir takım ihtiyarlardı. Bu adamlar hareket­ sizliğe mahkum ve müzmin bronşile tutulmuş oldukla­ rından kullandıkları çubukların lülesinden bulut taba­ kası teşkil eder, kulakları tırmalayan nargile fokurtu­ su, öksiirük ve göğüs hırıtısının ardı arası kesilmezdi. Hele peyketerin önündeki öbek öbek tükrük ezintisin­ den tiksinip iğrenmemek kabil olmazdı. Ötedenberi peykelerin üzerine ya Mısır hasırı veyahut kar keçesi çivilenirdi. Sonralan frenk keçesi serilir oldu. Maa-ma. fih kibar kahvehanelerinde sedirli minderler, yastıklar da bulunurdu.


70 Tiryaki kahvelerinde yoğurt çanağına yakın bü­ yüklük-::e kahve fincanları ocağın etrafında dizilir çu­ buklaı , nargileler köşeleri doldururdu. Kahvehanelerin hepsinde (gönül ne kahve ister ne •

kahvehane, gönül ahbap ister kahve bahane) veyahut (Ehli keyfin keyfini kim tazeler? taze elden taze piş­ miş taze kahve tazeler.) gibi yazılı levhalar vardı. Ka­ badayı kahvelerine levha yerine resimler asılmıştı. Bu resimler Hazreti Ali'nin Zülfikar ile İfriti öldürüşünü, Veyselkarani Hazretlerinin Yemen illerinde deve güt­ tüğünün ve Hacı Bektaşı Veli'nin duvarı yürüttü�nün, Karaca Ahmet Sultanın yılandan dizginli Aslana bine­ rek, yılandan kamçı ile «ah! mirielaşkıo ibaresinde (H) harfi göz farz edilip bundan çıkan gözyaşlarının dere haline geldiğinin resimleri idi. Bunlar gayet kaba saba boyalarta boyanmış şeylerdi. Tiryaki meşrep kimseler kahve, tütün, tömbeki ile enfiyeyi hafif keyif. verici maddelerden sayarlardı .. En­ fiye kulanmayı itiyat edinenierin ekserisi yüksek ilim adamları, şeyhler, mülkiyeliler ve muharrirlerin ileri gelenleri ve daha bu gibi ağır başlı kimselerdi. Bunlar . arasında enfiyenin cinsi ve nefaseti hakkında uzun uzun konuşmalar yapılır ve mesela Fransa'nın Rende enfiyesi ile Felemenk eniiyesinin birbirine

kanştınl­

masından. ve rutubetini muhafaza için Çiçek veya De­ niz suyu ile terbiye ed�Jmesinden bahsedilirdi. Enfiye tiryakileri sokaktaki karşılaşmalarında bile birbirleri­ ne derhal enfiye malıfazalarmı takdim ederler ve bu­ na da «kaldırım ziyafeti ıo derlerdi. Eski sadrıazam Tunuslu Hayrettİn Paşa Hind en­ fiyesi kullanırmış,, kendisinin saclareti zamanında bü-


71

yük devlet ricalinden bazılan da bu cins enfiyeyi ter� cih etmeğe başlamışlardı. Enfiye kullananlar ekseriyetle Ramazanlarda tir� yaki olurlar ve nefes almada bile güçlük çekerlerdi. Ah­ baplarımızdan ve eski Babı·.Ali. mensup larından en­ fiye müptelası bir zat ile iftarda birlikte bulunuyor­ duk. Bu zat gündüzden itina ile terbiye ederek malı­ fazasma koyduğu taze enfiy�sinden iftar vakti bir tu­ tam enfiye aldı. İftar topunu bekliyordu. Top atılma. siyle beraber burnu için hazırladığı o bir tutanı enfi­ yeyi acele ile ağzına atıverdi. Zavallı adam sofradan kalktı, kustu ve bir hayli sıkıntı çektiydi. Eskiden Benefşe (Menekşe), Kani Bey enfiyesi · isimleri ile yerli enfiyeler de yapılırdı. İstanbul tütün inhisan idaresinde enfiye fabrikası bile açılmıştı. Bu Kani Bey ikinci Sultan Mahmut'un Kahvecibaşısı olup sonradan evkaf nazırlığında da bulunan zattır. Bu cins enfiyeyi kendisi icad ettiği için O'nun adı verilmiştir.

Enfiye tirylkileri, kokusunu bozduğu çin lavanta gibi kokular katarak enfiyeya terbiye etmezlerdi. Hatta merhum Mümtaz efendi çiçek suyunu bile kul• lanmaz, enfiye terbiyesi için yalnız den.iz suyu tercih ederdi. .

.

Tömbeki ııiüptelisı olan meraklılardan bazılan kahvecilerin hazırladı� nargileyi hemen içivermezler­ di. KoJlannı dirsekierine kadar sıvar, nargilenin süra­ hisini, lülesini, marpucunu bizzat uğuşturarak temiz­ ler, sürahisine suyu kendi koyar, lüleyi kendi doldurur, kendi ateşler, hattA bazıları marpuç başlığını ağızlan­ na değdirmemek için bir ki�t parçasını zıvana gibi


72

başlığın deliğine sokmuş olduğu halde içerlerdi. Kah­ vehanelerin çubuklarını içmek istemeyen tütün tirya­ kileri kendi çubuklarını beraber taşırlardı. Bu gibi me­ raklılar geçme çubuklar yaptırırlardı. Bu geçme çu­ buklar birer karış uzunluğunda üç parça çubuğun zı­ vanalı vidalarla birbirlerine eklenmelerinden meydana gelirdi. Lülesi imamesi beraber olarak çuhadan bir ke­ se içinde- olduğu halde kaput, cübbe gibi elbiseterin altında kaytan ile belde asılı olarak sallanırlardı. Şair­ lerden meraklı bir zat zamanın cömertlerinden vaat ettiği geçme çubuğu alamayınca şu kıt'a ile tekrar is­ temiştir: Çöp gayriden duham içmezlz, .

Hasılı ol geçme'den biz geçnıeylz, Acı tatlı her ne ise kaiUz,

Yusufi badem çubuğa mailiz. Demek ki eskiden geçme çubuklar arasında Yusufi namında bir çeşidi varmış. ·

Eskiden tirkeş denilen orta boy, çubuklar vardı ki bu nevi çubuklan vezirler ve büyükler kayıklarda ve hususi odalarında kullanırlar ve resmi yerlerde yi­ ne uzun çubuk içerlerdi. Afyon'dan börş denilen ma­ cun kullanmaya alışanların ekserisi bu keyif verici nesnenin basura ve gölüs hastalıkianna en tesirli ilaç olduğundan bahsederlerdi. Afyon kullanmayı alışkanlık haline getirenierin çoğu gençlikleri zamanında içki düşkünü oldukları hal­ de son zamanlannda içkiyi terk edip kendilerini avut-


73 mak ve neşelerini temin etmiş olmak için afyon kul­ lanmayı alışkanlık haline getirmişlerdir. Neşelerini ta­ zelemek istedikleri için afyonun miktarını günden gü­ ne arttırdıklarından zavallıların tak.atleri kesilmiş, si­ nirleri gevşemiş, hacakları sarsak, elleri titrek olmuş­ tur, gayet titizdirler. Mesela oda kapısı biraz sertçe kapansa kıyameti koparırlar, gürültü patırdıyı hiç sev.

mezler, daima rahat ve sükfınu arzu ederler. Bir de alıngandırlar, her sözden alınır, izzeti nefislerine do­ kunulmuş addedeler. Onlarca ufak bir şaka bile büyük saygısızhktır, asabi halleri daima parlamaya hazır ol­ duğundan bazen pek ufak bir mesele için çoşup taş. tıkları olur. Yüzleri daima asık durur. TiryakHer afyonu gizli olarak kullanırlar, kullan­ dıklarını kimseye göstermek istemezler ve kullandık­ tan sonra mutlaka kahve içerler. Afyona cila verdiği için tatlıyı pek severler. Hatta çoğu yanında peynir şekeri kutusu taşır. Afyon kutusu, macun kutusu, en- . fiye kutusu, tütün kutusu, tömbeki kutusu, kav çak� mak kutusu tiryakiterin daima beraberlerinde bulun­ durmağa muhtaç oldukları avadan lıklardır. •

Tiryakilerin keyifleri tazelendikçe kendilerine bir neşe gelir, yarı kapalı gözler yavaş yavaş açılmaya baş­ lar ve bir parlaklık hasıl olur. Titrek ellerinde me­ tanet, seslerinde kuvvet peyda olur.

Neşeleri kıvama

gelince tatlı dilli, gi.iler yüzlü olurlar. Musikiye aşi­ na olanları semai gibi şeyler bile okurlar. Öyleleri var­ dır ki, can ve gönülden onu dinlemekten hoşlanır. Tanınmış üstadlardan Deliaizade İsmail efendi mer.

hum tiryaki ve gayet öfkeli bir zattı. Bir toplantıda


74

zamanın muı;ikişinaslanndan bir fasıl takımı (nü­ hüft) besteyi okuyorlardı. İsmail efendi kızdı, hiddet· lendi, yan yerde faslı tatil etti. Kendisi afyonu attı ve çubuğu birkaç nefes çektikten sonra besteyi tek başına okudu idi. Hazır olanlar ve bilhassa mus.ikiye vukufu olanlar hayran oldular, hatta bir çoklan da elini öptüler. İşte afyonun neş'esi bir, birbuçuk saat kadar böyle olmakla beraber hükmü geçince yağı tÜ· kenmiş kandil gibi yavaş yavaş bu neş'e de söner, gözlerdeki panltı azalmağa, el ve . ayaklar evvelce ol· duğu gibi yine titrerneğe başlar. Uykuları gelir, başları kannlanna doğru sarkar, yan açık kalan dudaklan arasından horultular işitilir. Ağzından salyalar bol bol akar, kamburları çıkar, olduklan yerde 'çöreklenip ka­ lırlar. \

rtirtiNC'Ü' D'OKKANLARI Eskiden devlet adamları, kibarlar ve asrın zarif kişileri gelip geçişi seyretmek için büyük caddelerdeki maruf tütüncü dükkaniarında İstirahat edip dinlenir· lerdi. Bilhassa Ramazanlarda tütüncü dükkaniarına rağbet birkat daha artardı. Hatta Ramazan akşamları Padişahların bile tütüncü dükkaniarına rağbet ettikleri olurdu. Şimdiki Darülfünun (Üniversite) binasının ye. rinde bulunan Necip Paşa Konağının altındaki tütün· cü dükkanında Sultan Mahmut'un ve Tophanede eski Salıpazarı caddesindeki Yani'nin dükkanında da Abdülmedt'in İstirahat ettikleri def'alarca görülmüştür. Tütüncü dükkaniarının duvarlan kırmızıya boya­ nır ve içierini de kanepe ve sandalyelerle döşer ve süs­ lerlerdi. •


'

...

(

..

.

,..,

.. •

,, .

L � .,/,.,

• •

,.

,

1


1

\

ib \

.'·

,!

1

ı . •• ı

ı 1

-

'

c .

.

-

.

1 '•\ \

\ 1

·,

'

,.

..

.

!••

,1j

•1 '

i

'

\


Esrarkeşler ve· Meczuplar Gerek Avrupa'da, gerekse dünyanın öteki kıtalann· daki bütün ülkelerde varlıklı, bilgili, sanat ve ticarette nam

salmış kimselerle Devlet hizmetindeki memurlar

sınıfı bulunduğu gibi, hiç bir işle uğraşmayarak sefaJet içinde ve başkalannın yardımlan ile geçinip giden se­ fihler ve düşkünler de var dır

. •

Tabiatıyla İstanbul'da da öylesi adamlar vardır ki, bunların arasında bilhassa (Esrarkeş) olarak tanınan kişiler, bu bahtsızlar zümresinin önde gelenlerini teşkil etmektedir. Gerçi bugün tiksinti veren bu zümreye ale· nen mensup kimse kalmamış gibidir. Ancak bunlar na­ sıl kimselerdi,

ne

yapariardı ve hayatlarını nasıl sür­

dürurlerdi? Bunu öğrenmek ve İstanbul'un hususi hal­ lerine dair bilgi edinmek isteyenler için faydalı olaca. ğını düşünerek - ve bir müddet önce (Esrarkeşler) adıyla bir kitapçık · da yayımlandığından - ben de bu mevzudaki bigilerimi aÇıklamayı uygun buldum. Esrarkeş denilen adamlar, bütün vakitlerini ken­ dilerine mahsus kahvehanelerde

geçirirlerdi.

Esrar

kahveleri Tahtakale, Tophane, Silivrikapı, Mevlevihane­ kapı yakınında ve bir de İshakpaşa'ya inen yokuşta idi. Bu yerler, bildiğimiz kahvehanelere hiç benzemezdi. İç­ leri gayet pis, murdar, tavanlan isle kararmış, her ta-


78 rafını örümcek agları sarmış, sıvaları dökülmüş, cam­ ları asla silinmemiş, karanlık, iğrenç kokular saçan bi­ rer sefalet yuvası idiler. Iç�risinde bir kaç kerevet, bir kınk su testisi, paslı bir tas bulwıur ve her birinde barınan yedişer kişisine (Kıdemli Dede) denirdi. Bu dedeler, kımıldamağa mecali kalmamış bir takım mis­ kin .ve tiksinti veren ihtiyarlardı. Vaktiyle tenbellik veya sefahat, yahut yaradılışiarının sevkiyle bu setalet •

batağına düşmüşler ve günden güne insanlıklarını kaybetmişlerdi. Halkımızdan bazılannın inancına göre bu ihtiyar­ lar dünya işlerinden elini eteğini çekmiş, Tanrı'dan baş­ ka her şeyle ilgisini kesmiş, Kırklar'a karışmışlardan oldukları için, kimseyle konuşmazlar; başlannda havı dökülmüş, yağı tepesine kadar çıkmış birer fes ve fesin kenarına kapkara olmuş bir sank sanlnııştır. Tırnak­ ları hiç · kesilmemiş, yıllarca bir defa bile traş olma· mış, yüzleri ve gözleri kıllar içinde kalmıştır. Vücut­ Jan su yüzü görmediğinden tenlerinde kara bir kir ta­ bakası hasıl olmuştur. Giydikleri gömlekler kara bir muşamba haline gelmiş, sırtlanndaki lime lime abalar yağ içinde ve leş gibidir. Bunların -sağlık durumuna gelince: Omuzları çök­ müş, kambuhırı çıkmış, yüzleri süzülmüş,

gözlerini.n

feri sönmüş ve bulanık bir hal almıştır. İşte böylesine iğrenç yerlerde yaşayan bu bahtsız insanlar, daima dirsekierini dizlerine ve ellerini de şa­ kaklarına koyup kendi iç alemlerine dalmış bir halde bulunurlardı. Her birinin önünde tenekeden yapılmış köhne birer tükrük hokkası duran bu bedbahtlara karş: insan bir nefret hissi duymaktan kenc:Uni alamazdı.


79

Herhangi bir ziyaretçi bunlarla konuşulamayaca­ ğını bilmeyip de şayet bir s8yleyecek olursa, cdalgamı­ zı bozma » diyerek azarlanır, belki kapı dışan bile atı­ lırdı..

Bu yedişer kişlik (Kıdemli Dede) lerden başka her kahvenin birer de (Ocakçı Dede) si vardı.

Bu Ocakçı

Dedelerin vazifesi, daima ocak başında bulunmak ve

.Ltiıtmak, nargileleri dolclurmak, bir de çay ocağı örtüU pişirip vermekten ibarettir. Nargiteler Hindistan cevizi kabuğundan yapılmıştır. Esrara (Kınna) derler. Bu kır­ ınayı tömbeki ile karıştırıp nargilelerin Iiliesini bunun­ la doldurulurlardı. Kıdemli Dedelerin aynca üçer kişilik

aveneleri

vardır; vazifeleri tahsildarlıktır, bütün gün gezer du­ rurlar. Kıdemli Dedelerin ermiş kişiler olduğuna ina­ nan bir takım Allahlık adamlar onlara haftalık bağla­ mış ve dileklerinin gerçekleşmesi uğruna adaklar ada­ mış olduklanndan,

tahsildarlar bunlan

toplamakla

meşgul olurlar ve ayrıca kendi tanıdıklarından da pa­ ra İstemeği ihmal etmezler.

Bu esrar kahvelerinin bir de gelip giden müşteri­ leri vardır ki, bunlara (Muhip: Dost) derler: Gerek tahsildar müritlerin, gerekse

muhiplerin getirdikleri

paralar Ocakçı Dedeye tesli� edilir. Bu kahveTere girenler, Kıdemli Dedelerin huzurun· da boyun kesrnek · (eğilip saygıyla selamlamak) mec­ buriyetindedirler. Bu gelen kişiye hepsi birden, asla söz söylemeksizin bir kaç dakika öylece bakarlar; ba­ kışları gayet öfkeli ve hiddetlidir. Aralanna girenler, evvela edeplice boyun kestikten ve yalvanp yakanna ifade eden bir vaziyet aldıktan sonra doğruca Ocakçı


80 Dedenin yanına gideler, elini öpüp

getirdikleri para­

r�yı teslim ederler. Dede parayı sayar, sonra «Üç baş» der. Her (Baş) bir kuruş demektir. Mesela getirilen pa­ ra beş kuruş ise, üç kuruşluk üç baş nargile doldurur, kalan iki kuruşa karşılık da çay pişirip birer miktar ekmek hazırlar. Gıdaları bundan ibarettir. Nargile ön­ ce bir baş dolar, üzerini ateşler. Bir ıslık çalar. Ora­ da bulunan yedi Dede ağır ağır başlarını kaldırırlar. Evvela Ocakçı Dede nargileyi, soluk almaksızın, gayet kuvvetli olarak içine çeker; dumanını tavana salıve­ rir. Parayı getiren adama da bir nefes çektirir. Sonra da dedelere, «Hod nefes» diyerek her birine birer ne­ fes çe'ktirir. Artık o zaman kahvenin içini son derece pis kokulu ve tahammül edilemez bir duman kaplar. Hazır bulunaniann hepsi şiddetli bir öksürükle sarsı­ lır, önlerindeki tenekeye tükürürler. Nargile, birbiri ardı sıra böylece doldurulur ve çekilir. Arkasından da çay ile ekmek verilir. Nihayet yine daha önceki vazi­ yetlerine dönerler; yani dirsekierini dizlerine ve elle­ rini de şakaklarına koyup kendi iç alemlerine dalıp ·

giderlerdi. Esrardan hasıl olan keyfe gelince: Kendilerini es� rarın keskin ve uyuşturucu tesirine kaptıran esrarkeş­ ler, öylesine tatlı ve derin bir hülyaya dalmış oluyor­ lar ki, bundan duydukları zevki, keyif verici sair · içki­ lerden hasıl olan zevklerin hepsine tercih ediyorlar. Hatta öyle ki, bu zevkin uğruna hayatlarını bile feda­ dan çekinıniyorlar. Bu garip ye esrarlı halin ne suret· le oluştuğunu yeterince

bilemediğimiz için, zevk ve ne­

şesine dair ortaya şahsi bir görüş sürebilecek durumda değiliz.

·


'Meczuplar, Sebilciler Yakın zamanlara kadar

meczuplar güruhundan

birçok adamlar cuma günleri ve kandil geceleri Eyüp' te toplanırlardı.· Toplantı yerleri

Akgömlek Mehmet

Efendi mezarı ile Beşir Ağa türbesinin yanları idi. Bun­ lar, dilenci kıyafetinde, perişan kimseler'di.

Kimileri

güpegündüz elinde koca bir fener olduğu halde dola­ şır, kıi.mi de çubuk içerek gezer; bir başkası yalınayak, başı açık, durmaksızın koşardı. O bir elinde bir asa, aya�nda yüks'ek nalınlar olduğu halde ağır ağır gidip gelir, bazısı hiç söz söylemez, suskundur . Bir diğeri ise bir şeyler söyler, ba�rır durur. Öteki mütemadiyen ba­ şını sallar, dervişlik eder. Hepsinin üstleri başlan pis ve kirlidir. Şunun bunun kolundan çekerek para is.

terJer. Süslü ve kibar hanımlar böylesine kirli ellerin üstlerine sürüldüğünü istemezler, lakin vesveseye ka­ pılmış olmaktan da çekinerek hareketlerine engel ot­

l

mazlardı. Bir zarar arı dokunmasın diye para da ve­ rirlerdi.

Bir vakitler, mübarek günlerde, tahta sedye üze­ rinde Eyüp Camii şadırvan avlusunda bulunmayı adei edinmiş (Eyüplü Yatalak Efendi) derler. kötürüm bir adam vardı.

Tevekkül ehlinden bir kısım halk bu

adamdan medet umar, sedyesi çevresinde öbek öbek

P: 6


82 toplanır, onunla konuşmayı bir şeref ve uğur sayarlar­ dı. Yatalak efendi oldukça güzel söz söyler, manevi­ yattan bahseder; o civardaki meczuplardan hangileri­ nin ne gibi kerametleri olduğunu sayar döker ve ke­ ·r ametlerine dair fıkralar·, hikayeler anlatırdı. Yatalak Efendinin kanaatına göre bunlar zamanın uluları ve yüceleri imiş. İnsaniann dünyaya ait işleri­ ni hep bunlar idare ederlermiş. Her şey onların elin­ de olduğu için dış görünüşlerine bakıp da üzülmek yer­ siz olurmuş. İşte bu gibi sözlere inanan o mütevekkil insanlar, daima gönül rahatlığı içinde yaşarlar ve bu meczuplann mukaddes ilhamlarından yardım görme­ ye çalışır, sevgilerini kazanmak için de onları besler, bağışta bulunurlardı. Yatalak Efendinin bir meziyeti de

meşhurlardan

Eyüp civarında kimlerin gömülü olduklannı -bütün rivayetleri ve tafsilatıyla- anlatması idi. Hatta bun­ lardan çoğunun mezar taşlarındaki tarih beyitleri bile ezberinde idi. Eyüp'te bir de badi - hadi yürüyüşlü (Sallabaş Emi· ne Hanım) vardı. Bu yetmişlik kadın, Eyüp dilencile­ rinin en hatıriısı sayılırdı.

Konuşması düzgün, üstü

başı da temizce olduğundan bir yolunu bularak ziya­ retçi hanımların yanına sokulur, bir terbiye ve neza­ ket örneği kesitir, devletli hanımefendinin faziletleri­ ni ve ziyaretindeki manevi menfaatları sayıp döktük­ ten sonra, yakında gelin olacak yoksul bir kızcağızın nasıl yardıma muhtaç olduğunu, veyahut o günlerde yetim kalan bir yavrucağın ne derece sefalete düştü- · �nü ve bunlara yardımdan hasıl olacak sevap ve el-


83 de edilecek mükafatları birer birer sayar; karşılığın­ da hiçbir şey beklemeksizin yardım toplamak zahme­ tine katlandığını söyler ve bu suretle bir 'hayli para kazanırdı. Tatlı sözlü ve halden anlar bir kadın oldu­ ğundan cumaları ve mübarek günlerin akşamları zi­ yarete, ramazanda da türbe iftarına gelen hatırlı ki­ şileri adabına uygun, olarak selamlar, mizaçiarına .uy­ gun sözler bulur söyler, eğlendirir ve yüksek değf;rde hediyeler alırdı. İstanbul'da birtakım da (Sebilciler) vardı. Ak tak­ ke üzerine yeşil veya beyaz sarık sarar, meşin şalvar üzerine yakasız, düğmesiz ve iliksiz, kollan bolca kısa . bir ceket giyerlerdi. Meşinden yapılma musluklu su kabını (kırbayı) omuzlarına asarlar, ellerinde de sarı pirinçten su tası bulunurdu. Kandil akşamları cami avlularında, sair günler<;le de sokaklarda ve mesire yerlerinde dolaşırlardı. Kadınların bir çoğu ölmüşle­ rinin ruhları için sebil edilmek üzere bunlara para verirler, parayı aldıkça «Sebilullah, şehidan-ı deşt-i Kerbela ervahı için sebil» (1) diye bağırırlardı. , Bir gün bunlardan biri, «İnsan yediği lokmayı hak etmek gerektir. Helal olması için alınteri ile kazanıl­ malı. Her nimet bir külfet karşılığıdır» demişti. Bu iti- barla sebilcilik, dilenciliğin daha seçkin bir sınıfı olu­ yor. Çünkü avuç açıp dilenmezler; emeklerinin karşı­ lığını almış olurlardı.

(1)

«Tanrı yoluna, Kerbela Çölünde susuzluktan ölen şe­ hitlerin ruhları için» anlamına gelmektedir. (N.A.B.)



Dilenciler İstanbul'da dilenciliği sanat edinmiş olanlar iki türlüdür. Bunlardan birinci kısma gi.r:enler sürekli, ikin­ ci kısımdakiler ise geçici dilencilerdir. Sürekli dilenciler yerli olup 60 yıl önce yapılan nüfus sayımında müslim ve gayrimüslim umumi miktarı (2700) kişiye ulaştığı anlaşılmıştır. Taşrab gel -geç dilenciler bu hesaba da­ hil değildir. Bu seb�ple miktarı tahmin edilemiyor. Dilencilerin dileome tarzları çeşitlidir. Bir takımı kasidecidir. Mahalle aralarında, cami avlularında do­ la�rlar; yüksek sesle kaside ve maval okurlar. Körler, gören arkadaşlarının yedeğinde gererler. Körlerden tek başına gezenleri de vardır. Böyleleri , hiç görmedik­ leri halde İstanbul'un tenha ve kalabalık sokaklarını pek iyi bilirler. Gezerken de ağızları bir dakika dur­ maz, mütemadiyen söylerler. Bu kasi.decilerin çoğu Araptır. Arap olmayanlan da sözlerini Arap şivesine benzeten Çingenelerdir. Birtakım dilenciler de cami kapılarını, sokak başlarını, işlek caddelerin köşeleri­ ni kendilerine durak edinmişlerdir. Bunlar yaşlı, sa­ kat, kör veya bakar kör, topal, oturup kalkmaya me­ calleri olmadığından bütün gün yerlerinden ayrılmaz­ lar. Bu gibilerin devamlı olarak durdukları yerlere kendi aralarında (Gedik) derler. Muharrem ayında so-


86

kaklarda ve birbirinin yedeğinde dolaşmak hakkı bu gediklilere aittir. Bunlar evlerin önünde dururlar, bir­ birlerinin omuzlarına dayanıp, yaslanarak ilahi okuma­ ya başlarlar. Okudukları ilahinin nakaratı «Gökte me­ lek, yerde her can ağladı» beyitidir. Bu beyitin sonu­ na . bir de «Hoy Goy Canım» diye eklerler. Çocuklu­ �mdan beri işittiğim güfte hep budur,

asla değiş­

mez. İlahinin sonunda içlerinden biri yüksek sesle dua eder, ötekiler •amin» derler. Evierden kuru bakla, ·fa•

sulye, nohut, buğday, pirinç, şeker kuru üzüm gibi aşure malzemesi verirler. Aldıklan malzemeyi omuzla­ rında asılı olan torbalara korlar; diğer evlere geçerler. İlk on gün içinde toplıadıklan aşure harcı bir hayli miktara ulaşır� Tabii. bunlan satıp bedelini aralarında paylaşırlar. .

Sanatlarını gezgincilik suretiyle yapan dilencilerin çoğtı Eyüp, Edirnekapı, Karacaahmet gibi büyük me­ zarlıklarda bulunurlar; · çarşı - pazarlarda gezerler. Bunların çoğu sağlam olduklan halde kendilerine acın­ dırıp merhamet çek�ek için körleri, topalları taklit ..

ederek d,olaşan zıpır heriflerden

ve bütün hayatını

halka avuç açma•kla geçiren ne idüğü belirsiz ihtiyar­ lardan, ar damarlan çatlamış zırzop kızlardan, haya­

sızlıkta eli bayraklı at gibi kanlardan ve kendisini sü­ rükleyerek dolaşan cadılardan ve bunlara mensup tah­ sil ve terbiyeden mahrum,

üstleri başları murdar,

ayakları çıplak, burunlan sümüklü, bit içinde sıska çocuklardan mürekkeptir. Bunlara dilenciliğin başlı usul ve kaideleri öğretilmiştir.

belli


87 Bu gezginci güruhu, dilenrne sanatında tecrübe ve ihtisas kazanmış takımından oldukları için, ekmekle­ rini taştan çıkarırlar. Sabahları zırva (1) ve çorba; per­ şembe günleri pilav, zerde dağıtımından faydalanmak için imarethanelerin (2) kapılarında beklerlerdi. Hayır sahipleri tarafından Eyüp'te kestirilen kurban etinden pay almak maksadıyla kurbanhane önünde bekleşir­ ler; aldıklan kurban payını kebapçılara satarlardı. İs­ tanbul ve Beyoğlu lokantaları ile aşçı dükkanlan kapı­ lanndaki yemek artıkları, ekmek kırıntıları ve kışla arkalanndaki karavana döküntüleriyle kannlarını do­ yururlardı. Ötekinin berikinin içip attığı sigaralan toplayıp bunların tütünlerinden yaptıklan sigaralan tellendirirlerdi. Mezariıkiara getirilen cenazelerin sa­ daka dağıtımında hazır bulunurlar; cenaze peşinden koşar, birbirleriyle dalaşıp boğuşurlardı. Cuma gün­ leri ve kandil akşamları toplandıkları yerler cami ka­ pıları ve şadırvan avlulandır. Kendilerine . acındıracak . surette yanıp yakmarak ve ant vererek dilenirler. Eyüp · ziyaretçilerinden biri sıadaka verecek gibi olursa, öte-

·

Zırva: Eskiden imarethanelerde (aş ocaklannda) pirinç, şeker,. incir, üzüm ve hurma ile yapılan ıd. paya benzer bir çeşit tatlı. (N.A.B.) (2) İmarethanelerde evvelce vazijelilere, medrese talebe· lerine ve yoksullara verilmek üzere pişirilen yemek· ler, sonraları artık yenemez bir hal almış ve bu da suiistimalden üeri gelmiş olduğundan, biri İstanbul'da diğeri Üsküdar'da ve sadece fakirZere mahsus olmak üzere iki imarethaneden gayrisi kaldırılmış; Tasar· ruj olunan paralar medrese talebelerine tahsis edil· miş olduğu Evkaf tarihçesinde yazılıdır.

{1)


88

ki dilenciler derhal biçarenin başına üşüşerek orta· larına alırlar. Bunların elinden kurtulmak pek zordur. -

Bu kısım dilenciler, «inayet ola, bozuk para yok» gibi red sözlerinden utanip defolmazlar. Zorlamakta ısrar ve insanı adeta iz'aç ederler. Devamlı dilencilerin

bir de (kahya)ları

vardır.

Kahya, dilencilerin kıdemlilerinden ve iktidariılarm­ dan olmak üzere kendileri tarafından seçilir. Bir va­ kitler dilencilikte derin bilgi sahibi, cerbezeli, iri yarı bir kahya vardı. Dilencilere karşı daima sert davranır; kurban eti, cenaze sadakası dağıtımında iki defa pay almak isteyen dilencilerin hile ve desiselerine meydan vermezdi. (Yeri gelmişken bu mevzuda bir fıkra anlatalım: Eski Sadrıazamlardan Hüsrev Paşa, bir bayram günü Emirgan'daki yalısında tebrik maksadıyla gelmiş ol�n misafirleri ile sohbet ederken oda kapısında dilenci­ ler kahyasının beklediğini görmesiyle derhal ayağa kal­ karak herifi içeriye davet edip baş sedire çıkarır; bil­ hassa onun için kahve ve çubuk ısmarlar, izaz ve ik­ ram eder. Bu hali gören ziyaretçilerio hayret ve taac­ cüpleiini gidermek için de «Efendim bu zat ileride he­ pimizin amiri olacaktır. · Bu sebeple bir ihtiyat tedbi­ ri olmak üzere lazım gelen savgıvı şimdiden göster­ mekte kusur etmemektiğimiz gerekir.» dedi�ni hika·

ye ederler.)

Gözünü İstanbul'a dikerek gelen taşrah dilencile­ rin içlerinde çırılçıplak, yalınayak. başı ler Çingenelerd ir.

açık gezen­

Adalardan hirtaktm Hristiyan ka-


89 dınlan yine kendi cinslerinden olan kız .ve erkek ço­ cukları toplayıp İstanbul'a gelirler. Bu masumları ken­ di menfaatledne alet edip Çok küçük yaşta olanları­ nı -herkes hasta zannetsin diye- çeşitli uyuşturucu ilaç ve esanslarla .sersem ve bitkin bir hale sokup sa­ bahtan akşama kadar sokak ortalarında yatırır; da­ ha büyüklerini de gelip geçenlerin peşleri sıra saldır­ tıp dilendirirlerdi. Bir takım da, mübarek Ramazan ayının

sadaka

bolluğundan faydalanmak üzere, İstanbul'da toplanıp biriken şahıslar vardı.

Bu zümrenin çoğu taşradan

yeni gelen çiçeği burnundalardan olmayıp, sair gün­ lerde Osküdar ateş kayıklarında (1) ve mavnalarda ay­ lakçılık

(2)

eden veya sokaklarda elinde kalbur, sırtın­

da kara kıldan yapılma bir heybe olduğu halde kuru üzümle karışık leblebi satan hetiflerdi. Bunlar, Bitpa­ zarından birkaç kuruşla şal eskisi l:lir sarık ve çarşaf bozuntusu bir cübbe edinerek dilenir gezerlerdi. Bir kısİm da taşradan gelen, doğru dürüst dili dönmediği halde düzensiz bazı kaside beyitleri ezberleyen yontul­ mamış dangalaklardı. Bunlar bazen kendi aralarında birleşip ve daimi dilencilerle de toplaşarak büyük bir kumpanya şeklini alır, işte o zaman İstanbul sokakla­ rı çıplak ve iğrenç, sırnaşık, . mütecaviz dilencilerden

(1)

(2)

Ateş Kayı(lı: Eskiden yangın olduğu zaman, yangın söndürme tulumbalarını Boğaz'ın bir yakasından öteki yakasına taşımak için kulanılan dar, 1uıfif ve süratli kayıklar. Aylakçı: Belli başlı bir işi olmayıp gündelikle veya boğaz tokluğuna çalışan işçi


90 geçilemez bir hale gelirdi. Bir takımı da teravih nama­ zından

sonra

kalabalık kahvelere girip selam vererek

ilahi okur .ve hikAyeler anlatırlardı. Bir kısmı ise ca­ milerde nainaz kılmakta olaniann önlerine (mekAnın cennet ola) ibaresi yazılı beyit şeklinde küçük kilit­ lan bir baştan bırakıp ötelci baştan toplarlardı. Di�er bir grup, cami avlulannda birleşip (a�lar Yakup �­ lar, Yusufum deyu) tarzında derviş Yunus'un şu ka­ dar yüz yıllık ilAhisini hep bir a�ızdan, lWn galiz ses­ lerle okurlar, ve birçoklan da halk camiden çıkarken

cami kapılannda dizilip dilenirlerdi.

Akşamlan iftar

maksadıyla konaklan dolaşır, pervasızca SQfralara çö­ kerler ve sonra da (diş kirası) namıyla para isterlerdi. İstanbul dilencHerinin

bu yakışıksız hareketleri

sonradan hükumetçe göz önüne alınarak hususi bir (Darülaceze) . tesis edilmişti. Ama ne var ki, manlarda yine türeyip ürediler.

son

za­


istanbul Sefilleri, Kopuklar Işsiz güçsüz Istanbul serserilerinin diğer tabaka­ larını teşkil eden1er arasında eski külhanbeylerinin karşılığı olan ve sonralan (kopuk) adı verilen bir sü­ rü aşağılık, terbiyesiz, ayak takımı kimseler türemiş­ tir ki, }>unların yaşayışları kayda değer. (1)

Kopukların çoğu 15 - 16 yaşlannda iken kendile­ rince nüfuzlu addolunan ve biraz yaşını almış olan azılı ve edepsizlete sığınır ve onların koltuğu altında yaşarlar. Bu gençlere, aralarında (filanın kınğı) denir, onlara bağlılıklarının derecesi sonsuzdur. Azılılar kı­ rıklarının yetiştiricisi, terbiyecisi sıfatını takınmışlar­ dır. Bu yaşlarda kopukluğa atılanlardan tek başına yaşayanlar enderdir. Züppe, hoppa, zırzop, zorba gibi mizaç ve terbi­ yece birtakım sınıfiara ayrılmış olan başarat da ko­ puklardan sayılabilir. Kopuklar arasında her mezhep ve milletten adam bulunur. .Çoğu adiliği, ahlaksızlığı sebebiyle mektep-

(1)

Öküz ve inek ahırlarının d/Jşemelerinin içinde zaman­ la kurıtJIUP bir tabaka teşkil eden gübreleri. ahırcı· lar demir küreklerle parça parça atarlar. Bu parça· Zara Rumeli'ler kopuk derler.


92 lerden atılmış, ailesinden şunu bunu çaldığı için ev­ den kovulmuş kimselerdir. Bazıları da kibar çocukları veya servet sahibi mirasyedilerden oldukları halde se­ fahat uğruna bu yola düşmüşlerdir. İçlerinde aşırı de­ recede zekaya ve üstün bir iş adamı olacak kadar akıl ve istidada sahip olanları da vardı. Kopukların kıyafetleri kendilerine mahsus moda­ ya tabidir. Birinci tabakadan olanların başlarında dar Beyoğlu siyah fesi, yaz ve kış siyah ceket, siyah pan­ tolon, siyah yelek giyerler. İpek Trablus kuşağının ye­ leğin kemerinden görunmesi şarttır. Yakalık ve kra· vat takmazlar. Kapamacı işi, veya aba kostüm giyrnek ve Trablus kuşağına karşılık beyaz yün kuşak sarmak daha aşağı tabakanın alametidir. Kuşaksız gezilemez. Ceketin kollarını giymeyip (kartal kanat) denilen omu­ za alma şekli de bunlarca kabul edilmiş sistemlerden­ dir. Çoğu iskarpin veya yemeniyi ökçesi basık kulla­ nırlar. Çekme fotin kullanmak da caizdir. İçlerinde ip kuşaklı, keçe külahiılan da vardır. Bunlar kendilerine bir yürüyüş tarzı icat etmişlerdir; adımlannı açık atar, kollarını serbest sallar, kuvvetli ve azametli bir çalım­ la yürürler. Kopuklar mesleklerince adı ve sanı olan kişiler­ dir. Her birinin bir lakabı vardır: •Kavanoz Meh­ met», «Kampana Ahmet», «Seyrekbasan Osman», «İs­ kete Hakkı», «Yumurta Hüseyin», «Çiroz İzzet», «Kırık Salih», «Palabıyık Serkis», «Dertli Şevket», «Raconcu Cafer», «Çıplak İstirati», «Pr.rmaksız Yorgi», «Kılefte­ ci İlya», «Kabakoz Dimitri», v.s. gibi isimler... Ko­ pukların yürüyüşleri ve hareketleri sırasında sağ omuz-


93

ları s0ia nispetle daima kaikık durur, bu da ceketle­ rinin sol tarafında kama, bıçak gibi şeylerin gizlenmiş olmasındandır. Kopuklarca silah taşımak mecburi gi­ bidir. Silahları; altı patlar, bıçak, kama, kurşunlu bas­ ton, lobut, usturpa gibi şeylerdir. Kırbaç, hasır iskem­ lc, soba odunu, yumruk da icap ettiği zaman silah va­ zifesini göriir. Kopuklar birbirleri ile buluştukları zaman evvelce tanışmamış olsalar dı} derhal tanışır ve ahbap olurlar. Zira hepsinin gençlikleri serseriyane bir muhit içinde beslendiğinden ahhlkça aynı seviyededirler. Birbirleri­ ne saygı ve sevgi gösterirler, fakat zabıtaya daima düş­ mandırlar, onları hiç sevmezler. Şayet içlerinden biri zabıtaya karşı müşkül bir durumda kalırsa diğerleri onu derhal himaye ve müdafaa için ayaklanırlar. Kopukların arasında cesur ve gözüpek, hiçbir teh­ likeden yılmamış ve bilakis herkesi yıldırmış, bütün umumhaneleri (genelev) kasıp kavurmuş, korku sal­ mış kahramanların hatırı sayılır. Bu gibiler umumha­ nelerde dost tutmuşlar ve onlara belalı olqıuşlardır. Karılar kazanır onlar yer, bu karılar da paralı birta­ kım avanakları dost edinerek güzelce onları yolarlar. Bazen belahsı, karının aşıkı tavrını takınır ve rakibi­ ne karsı silah kullanır. Bu şekildeki tutkunculann tes­ pit ettikleri evleri tamamiyle yolmadan bırakmazlar. '

Kopukların mutlaka bir fahişe sevmeleri, fahişe­ terin de onları severek hırs ve arzularına boyun eğme­ leri lazımdır. Aksi takdirde, kopuklar dünyayı alt-üst etmek isterler. Meyhanelerde masasını terk edip bir başkasının yanma giden Kınk'ın gitmesinden, veya şan


94

ve şöhretine nakise getirecek bir laf atmasından, ve­ yahut aftosunun başka bir haspayı dost tutmasından dolayı kopuklar hır çıkarır ve kavga ederler, vuruşur ve bıçaklaşırlar. Bu gibi çatışma ve vuruşmalar daima vuku bulur. Kolaylıkla uzlaşamayan kopukların içle­ rinde öyleleri vard,ır ki, bin türlü belaya uğradıklan halde kafalarının dikliğinden dolayı uslanmaz,

yola

gelmezler. Düşmanıarına karşı kin ve husumetleri son bulmaz. Kaba kaba tabirlerle

küfreder ve hakaret

ederler. Zaman olur ki gözler'inde vahşi bir panltı ve yüzlerinde müthiş bir se}lirme hasıl olur, dişlerini gı­ cırdatarak hücum etmek isterler. Defalarca hapisha­ nelere girip çıkmış

olan sabıkahlar,

yardakçılarının

yanında seçkin bir mevki kazanmışlardır. Onlann üze.

rinde hüküin ve söz sahibi olmuşlardır, çünkü .şeytanlık ve rlubaracılık icadında maharetleri dolayısiyle on­ ları uyarır ve fikirlerini aydınlatırtar. Tarih dersi ve· ren öğretmenler gibi geçmişlerine ait vakaları anlatır­ lar. Genç kafalarda bu dersler sonuna kadar yer eder ve bu yardakçılar öğretmenlerinin her keyfine ve em.. rine uymaya kendilerini mecbur sayarlar. Bu azılılar takımı yardakçılarını kendi işleri peşinde koştururlar ve köle gibi kullanırlar, icap ettikçe ortalığı alt - üst et­ tirirler. Kumar kahvelerinde (mano)ya hissedar olurlar.

kahvecilerin aldıkları

Kerhanecilerden aldıkları

paraya karşılık oraları himayeleri altına almışlardır, bunların, zararlı şahısların aranmasında polise

yar­

dımları olduğu için, polis de bunların vurgunculukla.. nna goz yumar.


95

İnkı!aptan önee

(1908)

kopuklardan bazıları saray

hatiyelerinin maiyetinde bulunurdu. Bu gibiler vazi­ felerini yapartarken kanuna aykırı hallerde bulunsa­ lar bile verdikleri işaret iizerine, zabıta bunları tev­ kif edip sorguya çekemezdi, hatta yaptıkları alemiere de göz yumarlardı. Bu kopuk takımı, meyhanecilere, kerhanecilere ve hatta meslekdaşlanna karşı da gayet azamedi bir tavır takınırlardı. Kopuklardan, güreş etmek, koç ve horoz dövüş­ türrnek merakında olanlar da vardır. Gönüllerini

eğ­

lendirınek için en aşağılık yerlere dalıp çıkarlar. En ziyade devam ettikleri yerler kumar kahvele�, mey­

haneler ve balozlar (i·çkili gemici meyhanesi) dır. İç­ kiye tutkuodurlar fakat nezih eğlenceyi tatsız bulur­ lar. Hatta ince sazı bile

sevmez, oynak

havalardan

tezzet alırlar. Haİk kahvelerinde semai okurlar, tosun ağzı mani söylerler, balozlarda orta oyunu oynayanla­ rı çoktur. Zeybek ve çifteteili oyunlarında seyircilerin takdirini kazanırlar.

Çalgıcılara bol

bahşiş verirler.

Tiyatrolarda perdecilik eden ve perde aralarında ka­

bakçekirdeği, fıstık, fındık gibi şeyler satan kopuklar, mali ve bedeni bakımdan kudretsiz oıanlardır. Kopuklar nazanndıa sarhoşluk, kumarbazlık, ya· lancılık, sahtekarlık, dolandırıcılık, dalaveracılık, kar­ manyolacılık gibi işler mubah sayılır. Kopukların bir kısmı kendi evlerinde, hususi ikametgahlannda, bir kısmı ucuz otellerde ve birkaçı bir odada, parasız kal­ dıkları zamanlar da sabahçı kahvelerinde yatarlar. Sa­ bahçı kahvelerinde hasır iskemteler üzerinde uyukla-


96 yanları da çoktur. Bugün paraları yokmuş; varsın ol­ masın, yann gelecektir diye bir ümit içindedirler. Bu gençleri sefalet pek çabuk ihtiyarlatır. Bir er­ kek kırkına gelince kemale erer derler. Halbuki bun­ lar içkiye düşkün oldukları için, gezer ve uykusuz ka­ lırlar; gündüz uykulan da, uyku değil, bir ızdıraptır. Açgözlü ve pisboğaz olduklarından ne bulurlarsa he­ men mideye indirirler. Nefsi heveslerini gidermekte fazla ileri gider ve bir hudut tayin edemezler. Vücut­ lan daimi bir yorgunJuk içinde yuvarlanır. Hayatları tabii cereyanını şaşırmıştır. Hastalığa ehemmiyet ver­ mezler, tedavi ettirmezler. Hasılı kopuklar sınıfına mensup olanlar içerisinde sıhhi vaziyetieri ve adli ve­ sikaları temiz adam bulmak güçtür.


\ 1 \ \� t \\ ' l .• �. �v ,. ..:_:: •

' \._

· .

'·

(

...

(

..•

---'( ,?' � -- 'T __.,

,

(

..

;· ·

,, \

....,:, •\

-: r

'

..

.

. 1 ....�

'\.

" ' ' ' ..

-

' \ ,

l, ' ( -......

·

.

...

..

-'

. ... ...._

�-- ·--- .._

(

.. (

'

-

'----.. ''

' -R."·

...

:..

'\

-

\

....

'

-

""'\ ..

......

.. . -·� �--

---...._

--

· .

, ....

,

'

'

..

'......

'

\

'

\ \

• •

'

·-

\

-

-

-

İstanbul 'u kasıp kavuran yarıgm/arı sörıdümıek için kurulmuş Tulumbacılardarı bir grup.

Tulunıbacdar, Kö�klüler, Küplü takımı Kopukların bir kolu sınıfa heves

da

tulumbacılar sınıfıdır.

Bu

edenlerin ekserisi İslam gençlerinden ol­

duğu için bunların, önce çocuklukları zamanından · bah­ sedelim. Ana baba, çocuklarını tahsil ve terbiye için okula verirler. Çocuk bir zaman okula devam eder. Bunların arasında

ele

avuca

sığmayan yaramazları,

zaman

bir

gelir ki, okula gidiyorum diye evden çıkar, bir gün ev­ vel

kendilerini

teşvik

eden

arkadaşlan

ile

birlikte

okuldan kaçıp oyun yerlerine giderler. Köşe başların'

"

F: 7


98 da zar atarlar ve denize girmek için deniz kenarların­ da ve tulumba talimi yapılan yerlerde akşamı eder­ ler. Akşam da, okuldan geliyoruz, diye evlerine döner­ ler. Bu hal çocuklara o kadar tatlı gelir ki, artık alış­ kanlık halinde bütün günlerini bu gibi yerlerde geçi­ rirler. Deniz kenarına gittiği günlerden birinde tulum­ bacı takımından bir sandalcı bunları görerek alıbab olur, sandalına alır. Çocukların bir kısm� kürek çek­ meye ve yelken açmaya ve bir kısmı balık tutmaya hevesli olduklarından biraz kürek çeker, yelken açar ve olta tedarik ederek balık tutınakla eğlenirler. San­ dalemın yardımı ile tuttuklan balıklan pişinnek is­ terler. Yanın gaz tenekesinin içine biraz kömür koyup ateş yakarlar ve. balıklan pişirmeye başlarlar. Sandal­ cı başaltından mkı şişesini çıkarır. Çocuklan da içme­ leri için kışkırtır ve içirir, içlerinden bazılan evleri­ ne geç kaldıklanndan üzülünce sandalcı hemen lakır­ dıya karışarak (Okula gidip de ne olacaksınız sanki, her gün hocadan azar işitip dayak yiyorsunuz. Bakın ben i'dadi (lise) ikideydim, bir dalgasına getirip mek­ tepten tart olundum, kocakan da evden kovdu, şimdi bakın bey gibi yaşıyorum. Yangın olursa giderim. Ora­ da kıyak dalavera döner. Bir dalga çevirdin mi, parn­ sı insana bir sene yetişir) diyerek ve daha buna ben­ zer nice kandırıcı kelimeler ilave ederek çocukl'ann akıllarını çeler. Artık çocuklar iyice haylazlığa alışıp ne okula giderler, ne de evde dururlar, daima bu gibi yerlerde serseriyane dolaşmaya başlarlar. Bir arnlık sandalcı bunları tulumbacılığa meyhanede biraz atanz,

teşvik eder.

«Önce

sonra bizim koğuşa gideriz,

orada darbuka, zitli maşa ve kıyak çiftetelli oynayan-


99 larımız vardır, sabaha kadar vur patlasın eğleniriz» der. Çocuklar gereken çağa gelmiş ve bu gibi eğlence­ lere de istidatlt olduklarından kolaylıkla buna razı olur ve koğuşa gitmeye karar verirler. Sandalcı, tu­ lumbacı reisi görür ve durumu anlatır. Akşam mey­ hanede biraz atıp doğruca koğuşa giderler. Koğuşun içerisinde sırasiyle yataklar diziimiş. ve reise mahsus yatağın baş ucunda bir fener ve yanında bir kamçı, iki adet baskı, kolu yarım gocuk, darbuka, zilli maşa asılmıştır. ·

Çocuklar bu hali görünce hoşlarına gider. «Biz de koğuşa yazılırsak bizim de böyle yatağımız olacak» di­ ye heveslenmeye başl'arlar. O aralık içeriye, kolunda üç sıra s.ırmah reis ni­ şam, başında sıfır numara k.alıplı fes ve fesin kenarın­ da ipekli bir mendil sarılı, belinde Girit kuşağı, aya­ ğında yumurta ökçeli iskarpin, sol omuzundan asılmış bir köstek olduğu halde kendine mahsus bir çalım ile camedanın (gardropçu) kolunda reis girer ve maka­ mına oturur. Bu sırada herkes ayağa kalkmaya mec­ burdur. Reisi takiben Künkçü, Borucu, Hortumcu, Fe­ nerci gibi vazifelilerle tulumbanın diğer adamlan bi­ rer birer gelirler. Tulumbacı takımı koğuşta tamamlanınca çocuk­ lar hepsine takdim olunurlar ve birbirleriyle konuş­ maya başlarlar. Reisin emri ile (soba kurulur). Bu meclis demektir, tulumba erkanı arasmda müzakere vapılır, delikanlıların heves ve arzuları ortava çıkar ve hepsini tulumbacılığa kaydederler. Artık tulumbanın beşinci takım efradı olmuşlardır. Ayaklarına birer çift


100

tulumbacı yemenisi, dizlerine beyaz dizlik, bellerine bi­ rer kuşak, sırtıanna yanın kukuletalı ceket giydirirler. Bunların bedeli tamamen koğuş sandığından ödenir. Gündüzleri tulumba tatimi ile meşgul olurlar ve artık yangına da gitmeye başladar. ·

Yangın olan yerlerde mülk sahiplerinden alınan ücretler koğuş sandığına ait olmak üzere reiste kalır. Her gün için bir mecidiyyeye (20 kuruşluk gümüş pa­ ra) bir kuruş faiz ödenmek şartı ile reis tarafından bu delikanhlara sermaye verilir. Bu s ermaye ile malıai­ lelerin çarşılarında mevsimine göre balık, üzüm ve mesire yerlerinde dondurma satarlar ve birkaçı bir araya gelerek kavun karpuz sergisi açarlar. İçlerinden biri, bir ara reisle bozuşup koğuştan kaçar. Galata ve İstanbul yangın kulelerinden birine müracaat ederek köşklü yazılır. Oranın bir çift ekmeği ve bir mecidiyye de aylığı vardır. Sırtına giydiği kırmızı ceket de kule­ den verilir. Kendisine bir harbe (kısa mızrak, süngü), bir fener, bir de tokıa teslim edilir. Köşklünün vaziİfesi, yangın zuhurunda kendine ve­ rilmiş olan bölgenin hududuna kadar seğirtip yangın çıktığını konaklara ve bekçilere haber vermek, nö­ betçi olduğu zamanlarda kulede dolaşarak yangmı gö­ zetlemek ve yangın çıktığında kule ağasını derhal uyandırmaktır. O anda köşklü ile kule ağası arasında şöyle bir konuşma geçer: « Ağa bir çocuğun oldu», « Kız mı? Oğlan mı?». Üsküdar, Galata ve Boğaziçi tarafları kız, İstanbul tarafı erkek itibar edilmiş ol­ duğu için köşklü, ağanın bu suatine ona göre cevap verır. -

-

Ağa hemen kalkar, dolaptan bir çanak maytabı çı-


101 karıp· yakarak icacliyeye işaret verir. Orası da haberi alınca, yedi pare top atarak yangını ilan etmiş olur. Yangın söndürülünceye kadar, kulenin fenerleri asılı durur.. (Münasebetıi gelmişken şunu belirt�lim k:i; İs­ · tanbul'da ve ÜSküd.ar, Galata, Eyüp semtlerinde yan­ gın çıktığında halkın

derhal haberdar edilmesi için

Harbiye Nezaretinde (şimcliki üniversite) bulunan yan­ gın kulesine fener asılmasiyle beraber maytap yakı­ hp Yaniköyündeki icadiye Köşkü civarında Ken'an Tepesine işaret verilmesi için memurlar tayin oluna­ top atılması 1840 tarihinde usul edinilmiş ve da­ ha sonra bu, 7 topa çıkarılmıştır.) · rak

5

Köşklü yazılan delikanlı içkiye fevkalade düşkün­ lüğünden dolayı vazifesini hakkiyle yapmaya muktedir olamadığından kuleden tard edilir. Diğer arkadaşla­ rından birkaçı Unkapanıı, Tophane, Üsküdar tarafla­ nnda kira beygirleri sürücülüğüne girmiş oldukların­ dan onların teşviki ile. bu da beygir sürücülüğüne baş­ lar. Fakat içki belası ile bu işte de hayır etmez ve ar­ tık serseriyane dolaşır durur.

K'OPL"Ü' TAKIMI Kopuklardan daha sefil bir san'at vardır ki, o da küplü takımıdır. Son dereceye varan sarhoşluğu yü­ zünden hiçbir işe eli varmayan ayyaş takımının, rakı­ sı su küpünde durduğu için küplü adı verilmiş olan meyhaneye düşerler. Bu küplü · meyhanesi, Galata'nın en izbe bir yerinde olup adeta bir batakhaneyi andırır, dışardan içerisi görünmez,

dükkan kapalı zannedilir.

İçerde iki adet kınk iskemle ile

ayakları kıvnlmış,

iizeri pis, murdar bir masa vardır. Meyhanecinin yü-


102

zü ııözü berbattır. Tezgah namına, sedir üzerinde bir­ kaç şişe ile pRslı bir teneke maşraba mevcuttur. B u maşraba elli dirhemJ.iktir. Müşteri on para verir, bu ınaşrabadaki rakıyı içer, bunun lezreti sulu gazdan az farklıdır. Buraya devam edenler, içip içip meyhane­ nin bir köşesine kıvrılır yatar, bunlar meyhanenin kı­ demli müşterileridir. Bunlardan bazıları da küplüde içip Karaköy Hamamının külhanmda gecelerler. Bir gecelik ücret on paradır. Mamafih gök tavan altında yatıp yıldızlan sayanları da vardır. Küplüye devam edenler, gündüzleri, eski tanıdık­ larından bazı kimselerin önlerine çıkıp (Mevlana bizi unutma, dem parası) gibi manasız sözlerle para ister­ ler ve aldıkları parayı doğruca küplü meyhanesine gö­ türürler. Bu küplü müdavimleri gece ve gündüz böy­ le sarhoş halde mahvolup giderlerdi. Bu haller yakın zamana kadar devam etmektey­ di, · bundan on, oniki sene evveline kadar bu hallerin cereyan ettiği işitiliyordu. Daha sonraları İstanbul gençlerinin mukaddes askerlik hizmetine alınmaları ile bu gençler için bir köşede sefalet içinde yaşamak artık tarihe karışmıştır.

Not: Ali Rıza Bey'in anlattığı bu iki tip tulumba­ cı, şüphesiz İstanbul hayatında yaşamıştır. Yalnız, tu­ lumbacılar içinde devrin ünlü sporcuları da yer almış, hatta Babıali Kaleminde çalışan katip tulumbacılar, yangın çıktığı ilan edildiği zaman, işlerini bırakıp men· sup oldukları tulumbacı koğuşuna koşarlardı. Tulum­ bacılık tarihi, ayrı ve uzun bir fasıldır. Burada nakle­ dilen, ·1stanbul'un başıboş serseri takımıdr. (N.A.B.)


DoğUm adetleri, lohusa eğlenceleri Eski kadınlarımızın doğum ve lobusalık zamanla­ rında garip ve efsanevi birtakım adetleri vardı. San'.at bakımından ebelerimiz de esef verici bir durumda idi­ ler. Gerek bunları, gerekse lobusalık eğlencelerince yapılması gerekli birtakım geleneklerin hatırda kalanlarını özetleyerek, gelecek kuşaklara hikaye etmek ga­ yesiyle aşağıya sıraladım: . -

Ailelerce, doğumdan önce gözönüne alınan mese­ lelerio ilki, münasip bir ebe bulmaktı. Çünkü eskiden okul görmüş, imtihan vermiş ebeler yoktu. Mevcut ebeier, ya annelerinden öğrendikleri sanatı yürüten veya geçimlerini sağlamak için bu işi öğrenmiş bulu­ nan birtakım yaşlı kadınlardan ibaretti. O çağın za­ rif nüktecilerinden biri (karnı burnunda olursa gebe, burnu karnında olursa ebedir) diyerek bu husu'u ' lx·­ Iirtmiştir. Bu ·yaşlı kadınlar, ebe hanımların �·;ın tb kısa bir süre bulunarak iılkel bir bilgi edinir. h nu kendilerine sermaye edinip ebelik san'atını yap m�ya kendilerini yetkili kabul ederlerdi. Bunların çoğunun cahillikleri yüzünden birtakım elim olaylar eksik ol­ mazdı_ Bu bakımdan, kadınlar arasında çocuk doğur­ mak büyük bir felaket addolunurdu. İşte bu mühim ve korkulu durum yüzünden, gerek ebe kadının ve ge-


104 rekse ailesinin kalben güven ve emniyet hasıl edebil­ meleri için konu - komşu -vaktiyle İslam mahallele­ rinde bir samirniyet vardı. Komşu, komşuya akrabası gibi bakar, onun ·ihtiyacını kendi ihtiyacı gibi görür­ dü- hısım akraba, aralarında haftalarca görüşme ve müzakereler yapar, uzun araştırma ve soruşturmalar­ la, bin müşkilatla bir ebe tedarik edilebilird.i. Ebe ha­ nımın resmen haberdar edilmesi, kendisine hediye ola­ rak birkaç okka şeker ve kahve gönderilmesi adetine uyularak yapılırdı. Bu suretle seçilen ebe, zaman za­ man gebe kadının evine gelir ve muayenelerini yapar­ dı. Yaklaşık olarak doğumdan bir hafta, on gün evvel çocuğun kundağını hazırlaması , ebenin ilk ·vazifelerin­ dendi. Bir de sır saklamakta emniyet kazanıp, gizli doğuracak veyahut çocuk düşürecek kadınlara arzu ettikleri gibi bakmaya çalışan ebeler vardı. Bunların çoğu Musevi kadınian idi ve daha ziyade işlerini ev­ lerinde yaparlardı. Çocuk düşürme mevzuunda, istan­ bullutann hareketleri dikkat çekici bir raddeye geldi­ ğinden, halk .arasında cereyan eden bu çirkin halin men edilmesi için 1858 tarihinde hükiımetçe bazı ted­ birler kondu. Evvela doktor ve eczacılara, bununla il­ gili ilaçları vermemeleri için İstanbul Kadılığı ve dört topluluk (�üslüman, Yahudi, Ermeni, Rum) Patrik ve Hahambaşıları tarafından yemin ettirildi. Ayrıca, ma­ hallesi imam ve muhtarlarınca geçim sıkıntısında olup beş çocuktan fazla çocuğu olanlar bildirilince, bunla­ ra yardım yapılıyordu. Çocuk düşürenler de ihbar edi­ liyordu. 1861 tarihinde yayınlanan bir nizarnname ge­ reğince, İslam, Hristiyan ve Musevi ebelerinin Tıbbiye


105 Okulunca imtihanlan yapılarak

ellerine izinnameler

verildi; bunu haiz olmayanlar san'attan men edildi. Aksine hareket edenlerin isim ve şöhretleri ile adres­ lerinin imam ve muhtarlarca bildirilmesi emir ve ilan edildi.

DoGUM ZAMANI ADETLERİ Doğum zamanı layıkı ile tayin olunamazsa da ba­

zı belirtilerle ayın ve günün son bulduğu anlaşılır ve doğum işareti olan sancıların başlaması ile ebe hanım derhal çağırıhr. Hususi iskemiesi de birlikte getirtilir. Doğum yapacak kadının feryadını duyan ve yakıcı bir ağrı ile kıvranışını gören

ev

halkı arasında üzüntü git­

tikçe artar, kadere boyun eğilerek netice beklenir. Bu arada lobusanın etrafında biriken yaygaracı kadınla­ rın

telaşı, güçlüğü arttınr. Bu ara, «çocuk ters gelmiş

veya çatıda kalmış» gibi zıt ve hakikale uymayan ve heyecan verici sözler ortada dolaşır durur, helecan bir kat daha şiddetlenıneye başlar

ve evde bir bunalım

başlar. Bu arada, san'atında zaten nasibi olmayan ebe hanım da şaşırıp doğumun normal olmayacağını samr ve böylece birtakım hatalar ve bu yüzden de acı vakaların meydana geldiği görülürdü.

çeşitli

Sonraları

fikir ayrılıklarını gidermek ve muhtemel bir hadise­ yi önlemek için, yeni türemiş mütehassıs

doktorların

çağrılması ebe hanım tarafından aile reisine

teklif

edilmesi adet oldu. Çocuk selametle alındığı ve gebe kadın kurtulduğu anda ev halkı (bir oğlumuz veya bir kızımız oldu) diyerek sevinçlerini belirtir ve müjde-


106 lerler. Kurbanlar kesilir, sadakalar verj.lir, böylece ai­ lenin eski sevinç ve neşesi yerine gelir. Doğumdan sonra ebe hanım çocuğu yıkar, tuzlar. Tatlı dilli <?lması için ağzına şeker sürer, sesinin güzel olması isteniyorsa, göbeğini uzunca keser ve çocuğu kendisi kundaklayarak sırası ile aile efradının kucak­ larına verir. Aile erkanının hepsi de ebe hamının balı- . .

şişini vermekten kaçınmazlar.

Evvelce

-

hazırlanmış

olan bir kat elbise, usul gereğince birkaç kalıp sabun da ilave edilerek bit bohçaya konur ve ebe hanıma ve­ rilir. Lohusa kadın önce yer yatağına yatırıhr. Arkası­ na ve ayaklarına sıcak suyla doldurulmuş şişeler ko­ nur, çay veya ılılarnur gibi sıcak şeyler içirtilerek üs­ tü iyice ürtülüp istirahati sağlanır.

LOHUSA YATA�I Öteden beri adet olan; her ailenin haline ve kud­ retine göre muntazam bir lohusa yatağı hazırlamaktır. Doğumun ertesi günü, lohusa ve çocuk bu yatağa alı­ nır. O günden

itibaren, lohusaya,

baldırıkara deni­

len ottan kaynatılarak günde birer fincan olmak üze­ re içirilir. Çocuğun yüzüne biri beyaz diğeri yeşil ol.

mak üzere tülden iki duvak konur, kundağına ineili nazarlık takıhr, başucuna da bir Kur'an-ı Kerim asılır. Lobusanın başına kırmızı tülden ·bir çatkı atmak da adettir. Şekercilerde satılan bakiava biçimi şerhetlik şekerlerden alınıp kaynatılır

kesilmiş

ve sürahilere

konur. Sürahiler, kırmızı tüle sarılır. Eğer çocuk er­ kek ise, sürahinin kapağı sarılmaz; kız ise, kapağın da


107 tülle sarılması lazımdır. Bu şekilde hazırlanan sürahi­ ler akrabalara, din adamlarına ve ahbaplara gönderi­ lerek resmer.. bildirilmiş olur. Şerheti götürene, gitti­ ği yerden balışişler verilir. Eski kadınlarımızca dikkat ve itina edilen konu­ lardan biri de albasmamak için lohusayı

odasında

yalnız bırakmamaktır. . Her ihtimale karşı oda kapısı­ nın arkasına bir süpürge koymak ihmal edilmez. O sı­ ralarda lobusaya bir rahatsızlık gelirse «SÜt hastası­ dır» diyerek ehemmiyet vermezlerdi. İkinci, üçüncü günden itibaren konu - komşu, hı­ sım, akraba gözaydına gelirler; çocuğa altın takar ve­ yahut kurabiye ve benzeri

hediyeler getirirler.

Zi­

retçilere önce Jmhve, daha sonra da sıcak lohusa şer­ beti ikram olunur. Şerheti içenterin (Allah lobusanın sütünü gür etsin) diye dua etmesi adettir. Doğumun üçüncü günü, yıldızlar ilmindeki bilgisi aile reisince bilinen münecciminin tayin ettiği uğurlu ve mesut saatte çocuğun adı konur. Bu da belirtilen vakitten hemen evvel aile büyükleri hazır olduğu hal­ de çocuğun babası tarafından yapılır. Baba, lobusanın yanına gelere.lc çocuğu kucağına alır, kulağına üç de. fa ezan okur ve kararlaştırılan ismi de üç defa söy­ ler ve bu suretle çocu�un adı konmuş olur.

SON GON TOPLANTISI VE KINA GECESİ ADETLERİ Lobusalığın altıncı günü, son günü toplantısıdır. Evveloe hatır sormaya gelmiş olanlar, özellikle davet


108 .

edilirler. Bu toplantıların çoğunda bir hoca hanımına mevlid okutturulur. Akaşama kına gecesidir. Bütün davetliler beklenir, sabaha kadar çengiler oynar. Gece yarısı (Beşik Çıkma) merasimi yapılır. Beşik, ince oy­ malı ve san'atkarane y·apılmış ve içine ağır kumaşlar· dan sırma yorgan ve yastık konulmuştur. Beşiğin al­ tında oyulmuş yere konulan çocuğun lazımlığının içi badem şekeri ile doldurulmuştur. (Bu şeker ebe hanı­ ma aittir). Beşiğe, çocuğun babası ve hısım akrabası tarafından ağır kumaşlardan askılar asılır. (Bunlar da ebe hamının hakkıdır) Bu askılar arasına şaldan askılar bile asıhrdı. Çocuğun beşiği bütün teferruatı ile lobusanın annesi tarafından hediye edilir ve hazırla­ nır. Lobusanın kayınpederi çocuğa mücevherli (Maa­ .

.

şallah), kayınvalidesi (Armudiye) ve diğer aile efradı da kudretlerine göre (Mahmud iye) veya (Rab'iye) al­ tunu takmak mecburiyetindedirler.

BEŞİK ÇlKMA MERASİMİ : Ebe hanım çengilerle birlikte aşağı kata iner. Be­ şiği muhafaza edildiği odadan çıkarırlar, önünden ve arkasından ikişer kadın tutmuş, soygun d'enilen ve dü­ ğünlerde hizmetçilik eden Hamam ustaları beşiğin dört tarafında kırnuzı, yeşil fitilli mumlan (1) elleri­ ne almış ve Ebe Hanım renk renk askılarla süslen­ miş beşiğin önüne düşmüş olduğu halde çalgıcılar ça'

·

(1)

Şem'a denilen bu mumlar çeşitli resimlerden ve Na· hilct dı."nilen esnaf tarafından yapılırdı.


109 larak ve çengiler ayriayarak yavaş yavaş yukarı kata çıkarlar

(1).

Alay misafir hanımların önünden geçerek

lahusanın odasına girer. Beşik odanın ortasına konur oturarak ince sesle ninni Ebe 'H anım baş tarafına söylerneğe başlar. Buna çalgı da kıatılır. Beşiğin etra­

fında dönerler. Bu esnada aile fertleri tarafından çen­ gilerin her birine çeşitl.i kumaşlardan askılar asılır, misafirler tarafından altunlar yapıştırılır. Sıracılann defleri bahşişlerle dolar.

YEMİŞ ÇlKMA MERASİMİ: Gece yemiş çıkarılması da kına gecesi adetlerin­ dendir. Büyük madeni tepsilere yemiş tabaklan ko­ nur, tepsinin etrafı allı yeş.i.Ui mumlarla donatılır ve yemişler mevcut misafirlere yetecek

ı,.-ıiktardan

kat

kat fazla hazırlanır. Kına gecesi yemişleri Badem, Kuru İncir, Kesta­ ne, İğde, Keçiboynuzu, Habbütle22iz (Akdeniz bölge­ sinde yetişen bir ağacın yağlı ve tatlı meyvesi olup dut kurusuna benzer), Hurma, Fındık, Üzüm ve ben­ zeri kuru yemişlerden ibaret olup sonraları taze, mev­ sim meyvaları verilmeye başlanmıştır.

(1)

(2)

Beşik çıkma merasimi hakikaten görülmeye değerdi. Çünkü o zamanın kadınları bu gibi merasime büyilk ehemmiyet verirler, çengiler de san'atlarında çok ma­ hir oldukları için vazifelerini ustalıkla yaparlardı. Bu oyun şimdiki çiftetelli veya Arap oyunlarının ben· · zeridir.


110

Beşik Çıkma merasiminin bitiminde çengiler tek­ rar aşağı kata iner'ler. Hazır olan yemiş tepsilerini iki­ şer kadın taşımakta ve önde çengiler oynamakta ol­ dukları halde yukarı kata çıkarırlar (Hanımlar darısı evinize!) sözü üzerine çalgıcıların alkışlariyle herkes yemişe saldırırdı. Bu yemiş eğlencelerinden sonra çengiler taklitli oyunlar oynarlar, sabaha kadar eğlenceler devam eder­ di. Bir lohusa toplantısında çengilerden birisi lohusa olmuş, Kolbaşı da · Ebelik vazifesini yaparak pek eğ­ lenceli bir oyun oynamışlardı. Lobusalığın yedinci günü yatak kalkar. Lobusanın karnının büyük kalmaması için Ebe Hanım tarafın­ dan bağlanır. Ebe Hanım ayrıca çocuğu yıkar, kun­ daklar ve sonra evine gider.

KlRK HAMAMI ADETLERİ: Bir de Kırk Hamarnı adeti vardır. Kırkıncı günü lobusayı ve çocuğu Hamama götürü·tler. Hısım akra­ ba, konu komşu .Kırk Hamamma davetlidirler. Ha­ mamın dışansında lobusayı ve Ebe Hamının kucağın­ daki çocuğu çengiler ve ça}gıcılar çalıp oynayarak üç defa dolaştırırlar. Bundan sonra içeriye götürürler. Artık Hamamın dışında çengi ve çalgı akşama kadar devam eder. Lohusa ile çocuk Harnarnda iken, şayet Kırk Ha­ mamı için başka bir lohusa

getirilecek

olursa kırk

basmamak için, çocuğu hemen kucağa alıp yukarı kal� dırmak lazımdır. Bu gibi hallerde etrafında bulunan,


111

kadınlar açıkgöz olurlar. Bir mahallede kırk gün içirı­ de iki çocuk doğarsa bunların kırkları karışmış oldu­ ğundan herhangi bir evdeki ilk karşılaşmalarında ço­ cukları sırt sırta getirmek gerekir, zira kırk basması büyük bir ihtimal dahilindedir. Halk takımı çocuktann bulunacağı odayı, hizmeti kolay olsun için ekser'iyıa evlerin alt katında seçerler­ di. Eski evlerin alt kat tavanları basık olduğundan, sıcak olur diyerek rutubet durumunu hiç düşünmez­ ler, soğuktan bir derece daha korunmak için pencere kenariarına çirişli kağıt yapıştırır, oda kapılarına pa­ muklu perdeler asarlar, sabah ve akşam pencereleri açıp odanın havasını değiştirme.lüzumunu düşünemez­ lerdi. Çocuğun geceleri huysuzluk etmeyip rahatça uyu­ ması için (Körükçüoğlu macunu) yedirir veyahut Haş­ haş şurubu içirirler. Birkaç aylık olunca, arkasında ufak ufak kabarcıklar belirmişse derhal

(Hacamatçı

Kadına götürüp (Hacamat) ettirirler, pis kanı çıkar­ mak lüzumuna inanırlar. Çocukların beşikte iken Güneş ışığından gözleri kamaşıp sonradan şehla ve şaşı olmamaları için dai­ ma gözlerinin üstüne beyaz bir tülbent örtülür. Beşi­ ğinde, altını kirlettiğinde kullanılmak üzere

Sübek.

(Çiş şişe veya borusu) bulunduğu gibi ayrıca altına pamuklular ve bezler sarılır. Uykusu esnasında elleri­ ni kımıldatıp korkmaması için beşiğinin üzerini sar­ mak gereklidir. Çocuğu na�ar değmesinden

korumak


112 için Beşiğinin üstüne yedi delikli mavi boncuk, çö­ rek otu,· bir adet sarımsak, çitlenbik dalı, Hurma çe­ kirdeğinin oyulmasiyle vücude getirilmiş nahn şekli gibi şeyler asmak lazımdır. Çocuğu 6 aylık olana ka­ dar kundaktan çıkarmak caiz değildir. 6 aylık olunca belinden yukarısı serbest bırakılır, buna (yarım kun­ dak) denir. Çocuk 5 aylık olunca zaman zaman ve bi­ rer parmak miktarında pirinç unu

bulamacı verilir.

Halk takımı ona sütü besiemiyor diye henüz yaşına gelmemiş çocuklara,

kadınların tabirince

(çiğneme)

verirler. Bu yemek esnasında ananın veya başka biri­ nin ağzındaki lokmayı çiğnedikten sonra çıkarıp sal­ yaları akarak çocuğa verilmesidir. Çocuğa meme verildiği halde almaz da olarak kıvranıp ağiarsa

sancılandığına

karnma sedef veya bademyağı

sürütüp

devamlı

hükmedilerek oğuşturulur.

Bir de sağ kolunu sol kolunun, sağ ayağını sol aya­ ğının üştüne getirip çöreklerler. Bunlar da fayda ver­ mezse yine ilk tedbir olarak kurşuncu kadın çağınlır ve kurşun döktürütür. Çocukları dık suyla yıkamak lazımken sık sık ma­ halle Hamamma götürür ve orada ya hamam ustaları veya kendileri kaynar sular dökerek yedi sekiz defa sabunlarlar. Bu esnada çocuğun feryadına kulak asılmaz, bu sıcak suya ve Hamamın hararetine dayanıp dayana­ ınıyacağı asla dikkate alınmaz. Çocuk bu yüzden has­ talansa bile birşeyden korktuğunu sanıp korku damar­ larını hasıcı kadına götürürler ve baba Caferde tes�


113

bihten geçirirler. Yine fayda etmezse Havale illeti ol­ duğıında şüphe kalmaz ve hemen bu hastahğın teda­ visi çareleri aranır. Bir de çocukların uzun ömürlü olmaları için, ka· dmiarın tabiri ile doğumdan sonra bir Tekkeye bağ­ lanmış ise zaman zaman o Tekkenin mukabele günle­ rinde çocuğu götürüp Şeyh efendiye okuturlar, içece­ ği suyu sürahi veya testiye koyup Şeyh efendi ile zi­ kir edenlere ve dervişlere üfletirler. Hastalığı zama­ nında çamaşırlarını da götürüp aynı şekilde nefesle­ tirler. Çocuğun bezleri yıkandıkça kirli suları delikli ta­ şa dökmek lazımdır. Eğer şuraya buraya dökülüp pe­ rilerin üzerine sıçrarsa çocuk Havale hastalığına tu­ tulur. Bu gibi korkulu hallere meydan vermemek için evin yaşlı kadınları gayet dikkatli davranılmasını her zaman telkin ederler. Çocukları sokakta veya bahçede gezdirmek için dangalak uşakların, kJZ veya erkek çocukların kucak­ larına .verirler. Bunlar çocuğun başını omuzuna daya­ mak ve kolundan çekmernek gibi ihtiyatlan bilmedik­ lerinden ve çocuğu dikkatsizlikle düşürseler de söy­ Jemekten çekindiklerinden, çocuk çeşitli arızatara uğ­ rar, hatta bu yüzden çirkin endamlı olur. Çocuklar için bir safha da memeden kesitdikleri zamandır. Ekseriya birbuçuk veya lld yaşlarında me­ mede!l kesrnek İstanbul kadınlannca adet haline gel­ mişti.

F: 8


114

Erkek çocukları memeden daha geç keserler. Fa­ kat çocuklar 9-10 ayhkken anneleri yeniden gebe ka­ lırsa süt çalkadı, süt bozuldu denebilir. Bu durumda çocuk mecburen sütten kesilir. Memeden kesmede usul meme üzerine mürekkep veya başka bir boya sürmektir. Bunu gören çocuk tİk­ sinerek memeyi almaz, fakat · huysuzlanır ve bu hali uzun günler devam eder. İnsanlarca sevdiğinden mah­ rum olma acılarının birincisi memeden kesilme ol­ duğu söylenir. KURŞUN DÖKME TEDAVtst Eski kadınlarımızın inançlarına göre herhangi bir hastalığa karşı derhal kurşun döktürülürse hastalık hafifler, çünki bu inancın Fatma anamızdan kaldığı­ nı söylerler. Bir de kurşun baş, karın ve ·ayak olmak üzere üç yere döküldüğünden hangisinde kurşun faz­ la patlamışsa hastalığın o kısımda olduğuna kanaat getirir, ona göre çaresine başvururlardı. Kurşun dökücü, damar hasıcı ve kırhacı (karın şişmeleriqi tedavi eden) kadınlar mizaçtan anlayan ve nabza göre şerbet veren kimselerdir. Müşterilerine kar­ şı güler yüzlü ve tatlı dillidirler, onların halleriyle hemhal olur, türlü diller dökerler. Hastalık görülen evde yapılan davet .üzerine kur­ şuncu kadın takımını alarak gelir. Takım bir külçe kurşun, uzunca saph bir tava, içi sırlı büyükçe bir yo­ ğurt çanağı ile iki mavi peştemaldan ibarettir. Kur­ şuncu kadının gelişiyle beraber hastanın geçinnektc


115 olduğu haller ev halkı tarafından kendisine bir bir an� latılır. Böylece kadın' bilgi sahibi kılınır. Bundan son­ ra kadın mangal başına geçer ve içinde kurşun bulu­ nan tavayı ateşe sürer; kurşunu eritir. İyi saatte ol­ sunlar Perllerin erkeklerinden sakıharak başını örter. Hastanın odasına gider, hasta arkası üstü yatırı� lır ve mavi peştemal ile örtülür. Kurşuncu kadın has­ tanın baş ucuna gelir, ızdırabı ne taralında olduğunu önceden öğrendiği için kurşunu o tarafa doğru yük­ sekten döker, o esnada şiddetiice bir ses çıkar. Kur­ şun parçaları sıçrayıp etrafa yayılır, bu da hastahğın şiddetine alamettir. Sonra ev halkı ile birlikte çanak­ taki su içinden kurşun çıkanlıp dikkatle muayene edilir. Kurşunun arasında meydana gelen ince ince delikler «gÖz» e alamettir, nazar değmiş olduğunda şüphe kalmaz. O günlerde evlerine gelmiş .olan misa- . firler arasında çocuğa maaşallah dememiş olan filan­ ca hanımın nazarı değdiği, müzakere sonunda meyda­ na çıkar, kabil olup da o hanımla temas imkanı bu­ lunursa pabucundan bir parça kesilip hasta bununla tütsülenir. Bu mümkün olamazscı. karanfil çatiatmak gerekir. Hastalık sancılı ve karın kısmında ise kurşun­ da bu kısımda dökülürken fazla ses çıkarmışsa ço­ cuk dalak olmuştur, bu takdirde dalakçı kadına, eğer kurşunun tetkik-inde hayvana benzer bir şekil görül­ müşse korkmuş olduğuna hükmedilip korku damarla­ rını basıcı kadına başvurmak lazımdır. Üçüncüsü dı­ şarlık alameti havale hastalığıdır. Artık bu gibi has­ talıklara bakan hocaya müracaat icabeder. Fakat bu müracaatler kurşuncu kadının buluş, görüş ve tavsi-


116 yesine uyularak yapılır. Kurşun döküldükten sonra çanaktaki küllü su okunup üflenir, bir miktarı şifa niyetinde hastaya içirilir, geri kalanı hastanın yattı­ ğı odanın tavanının dört köşesine (kefareti budur. kefareti budur) diye elle serpilir ve bir okka ekmek doğranıp aynı çanağa konup üç defa hastanın başın­ da çevrildikten sonra köpeklere verilir. Başka biri yetkili olmadığı için bu işlerin hepsini kurşuncu ka­ dın yapar. Vazifesi biten kurşuncu kadına ücreti ve­ rilir. Bundan başkıa hastanın hayratı olarak bir mik­ tar da kurşun vermek lazımdır. Hemen kurşun bu­ lunamadığı hallerde Abdeshane kurşunlarının sökü­ lüp verildiği de vakidir. Kurşun döktürüldüğü zaman çocuğun hastalığı köpek veya sair bir hayvandan korkmuş olmasından mevdana geldi�ne kanaat edildiği zaman korku da­ marlarını hasıcı kadına müracaat edili.r. Basıcı kadın cocueu arkaüstü yatınr, çünki korku damarları ka­ sıkl?-r arasındadır. Hoca hanım iki elivle çocuğun ka­ sıklarına hasar ve (Bas gitsin) der yere vurur ve bu sözü üç defa tekrar ettikten sonra okur üfler. Bu sı­ rada Hoca hanıma hastanın ağırlığının işareti sayı­ lan esnemeler gelir, okudukça bu esnemeler yok olur ve böylece korku damarları yerine gelmiş sayılır. Çocuğun karnının şişi için de dalak kesici, kırha­ cı kadınlara müracaat edilir.

ÇOCUK DİLİ İstanbul kadınları, çocuk ana dilini çat pat söy­ leyebilecek duruma gelince onlara ilk önce aşağıdaki


117

sözleri öğretirler: Küçücük .. Bebek», Uyku «Ninni»,

YürüSu «Buva» Ekmek «Mama», Sokak «Att.acık», . rnek «Hoppacık», Kesici «Kı.h», El sürülmeyecek «Cıs», İyi şey «Cici», Fena şey «Kaka», At «Dahdah», Akar­ su «Cıp Cıp», Kedi «Pisi•, Köpek «Öşöş», Mehtap «Ay­ .

dede», Büyükanne «Haminne» v.s. Bundan sonra çocuğa kendi dili öğretilmeye baş­ lanır. Çocuk huysuzluk ederse Uroacı'dan korkuturlar. Bir çocuk· 3 yaşına geldiğinde

annesini 6 yaşında

da babasını sevrneğe başlar. 10 yaşında tatil günleri­ ni, 16 yaşında iyi giyimi sever ve 20 yaşında da sev­ meye başlar. 25 yaşı geçince evlenıneye teşebbüs eder

40 yaşında çocuklarına karşı sevgisi artar, 60 yaşına vannca da muhabbeti kendi nefsine döner derler.

AİLE KAVGALARI· Halk tabakalarında karı ve koca arasmda dirlik­ sizlik ekseriya çocukları olduktan sonra başgösterir. Zira artık kadının hizmeti ikiye bölünmüştür. Öncele­ ri kocasının en ince

teferruatma kadar bütün

hiz­

metlerini kusursuz olarak yapmaya çalışan kadın, ar- . tık çocuğu ile de meşgul olduğu için bunda kusur et­ rneğe başlar. Kendi tuvaletinde (süslenme) de ihmale düşer ve akşam kocası gelince onu pejmürde bulur. Lohusalığı müteakip emzirme safhası da kadının za­ yıflamasına sebep · olduğu için yıpranma başlar ve ev­ velki tazelik ve körpelik kaybolur. Kocasının istekle­ rini hakkiyle yerine getiremez. Hele çocuğun gecele­ ri birkaç defa uyanıp ağlaması babanın rahatını bo-


118 zar, uyku haliyle hemen kalkıp da meme vrrip çocu­ ğu susturamaması aralarında kavga çıkmasına sebep olur. Eğer, evde kaynana ve görürnce de birlikte ise­ ler aile saadetinde büsbütün derin yaralar açılır. Kaynanaların çoğu gelinlerini sevmez ve onların kusurlarından bahsederler. Bir kusurlarını bulamasa­ !ar bile yaratmaya çalışırlar. Onların inançlarına göre ailenin kızları kocadan, erkekl�ri de karıdan yana ta­ Jihsizdir. Kaynana oğlunun karıya düşemediği mukaddeme­ siyle söze başlar ve: «Biz de taze olduk, ondört ya­ şında köşeye oturdum. İlkim Memomu (Mehmet) do­ ğurduğum zaman evimizde Arap halayık da vardı, öy­ le iken yavrumun bezlerini kendim yıkardım. Kayna­ nam öyle bir kadındı ki atiıyı attan attırır, yayayı yol­ dan çevirirdi. Bizim gelinin acaba öyle bir kaynana· sı olsaydi ne yapardı?, Mekanı cennet olsun kocamın içkisi de yoktu. Beş vaktine beş daha katardı. Bizim oğlanın içkiye darlanması da hep bu gelinin .yüzünden­ dir. Yorgun argm eve geliyor, hiçbir şeyine bakılmı­ yor. Ayol kocanın şusuna busuna baksana diye güzel­ likle ne kadar söyledim. «Aman. Sen de hanım ne (ni­ ne) diye beni payiadı (Kaynana-Görümce) adı var. Ar­ tık birşeylerine karışmayım dedim ve kızımla bera­ ber yemeğimizi ayırdık. Yine içim götiirmüyor. Sabu­ nu leğenin içine bırakmış. Koca dilim ekmeği kedinin kapmış olduğunu gözümle gördüm ve söylendim. Ki­ min kulağına girecek? Ziyankar mı ziyankar. (Emzikli­ yim, evde birşey yok, ne yiyeceğim?) diye bana soru-


119 yor. Ben de «Ziftin pekini ye» diyecek oldum, hanı­ rnın gücüne gitmiş, ağlaması bitmedi. Şirret mi şir­ ret. Ah! oğlana yazık oldu, kanya düşemedi. Kederin­ den içkiye vurdu» diyerek ve daha buna benzer bir takım saçma sapan sözler ilave ederek akşamları su dotdururken çeşme başındaki kadınlara, geceleri bu­ luştuğu komştilara, pazar kayıklarında, hasılı şurada burada rastgele yerlerde tanıdık tanımadık herkese mütemadiyen gelininden bahseder. Geline gelince; aşağı odada ağzı ile çocuğa ninni söyleyip uyutınaya çalışır, eliyle mangal başında bez­ lerini yıkar, bir ayağı ile beşik sallar. Akşam yemeği­ ni hazırlamak da geline aittir. Ne yazık ki bu vazifeyi yapabilmek için evde erzak kalmamıştır, kocasının ge­ tireceği şeyi bekler. Halbuki herif akşamcı olduğundan gece meyhane dönüşü ağız eğri, göz şaşı, yüz haşin, üstbaş çarnuriara batmış, güya evi içiıi bir okka balık almış onu da yolda gelirken köpekler kapmış ve sapı elinde kalmıştır. Ekmekçi çetelenin dolduğundan ve para verilmediğinden dolayı gündüzden ekmek bırak­ mamıştır. Sarhoş koca mütemadiyen bomurdahıp ya­ vaş konuşmasını İhtar eden karısı güya büyük bir ka­ bahat işlemiş gibi ağzına, yüzüne, dinine ve imanına küfürler savurur. Bu gürültü arasmda çocuk uyarur ve çatiareasma ağlamaya başlar. Kaynana ve görüm­ ce hanımlar güya kavgayı ve çekişmeyi teskin etme­ ye gelirler, halbuki geLinin aleyhine, sarhoş kocanın hiddetini bir kat daha şiddetlendirlrler. Zavallı gelin vemek yerine temiz bir dayak yer. Bu hal bir de�il, beş değil bütün günler böyledir. Kadın sonunda (ni-


120 kahım helcil canım azat) diye yavrusunu kucağına alıp kaçmaya mecbur olur. Hatta (bağnma taş basanm) de­ yip eviadını da bırakıp giden gelinler çok görülmüş­ tür. Bundan sonra nikahın feshi (boşanma) ve nafaka davaları başlar. Biçare kadın bütün sırlarını arzuhal­ cilere ve mahkeme katipierine açıklamaya mecbur ka­ lır ve mahkemelerde uğraşır dururdu.


Ramazan adetleri Devlet adamlarının, zenginlerin ve halkın yaşayı­ şında yılda bir ay değişiklik olurdu ki, bu da Ramazan ayı idi. Halkın en çok sevdiği ve kutladığı ay, şüphe­ siz Ramazan ayıdır. Bütün müslümanlar hasretle Ra­ mazanı beklerler, bu ay içinde ruhani zevkin en üstü­ nü ile ruhlarını temizlerlerdi. Bu ayın ibadetinde da­ ha başka duygu sarar insanı. Yemekte, içmekte, ge­ ceyi ve gündüzü geçirmekte, hatta zevk ve safada da bir başkalık vardır.

MiNARELERDE KANDİL YAKILMASI· Mevlit ve Regaip gecelerinde minarelerde kandil yakılması İkinci Selim (San Selim-Saltanatı: 1566-1574) zamanında başladı. Yatsı namazından sonra vaazda Padişah da hazır bulunurmuş. (Sultan Hamit, müba­ rek günlerde şeyhleri nöbetle saraya davet ederek adetleri olan ayini dervişleri ile beraber sarayda da yaptırmayı adet haline getirmişti.) Berat ve Miraç Kandili de 1577 tarihinde '()çüncü Murat zamanında Kocamustafa Paşa Dergahı Şeyhi iken Hac'dan sonra Yemen'de ölen Necmeddin Hasan efendi tarafından padişah fermanı ile gelenek haline getirilmişti. Rama-


122

zanın birinci gecesinden Bayram gecesine kadar mi­ narelerin kandil ile aydınlanması Ahmet (saltanatı:

1603- 1617)

1610

yılında Birinci

tarafından adet haline ge­

tirilmiştir. Ramazan geceleri

mahya kurmak

Süleymaniye,

Sultan Ahmet, Valide Sultan ve Osküdar'da gene Va­ lide Sultan camilerine . mahsus iken - Üçüncü Ahmet (saltanatı:

1703-1730)

zamanında Damat İbrahim Pa­

şanın tenbihi ile Ayasofya, Fatih, Beyazıt, Sultan Se­ lim, Şehzade ve Eyüp camilerinde. . de mahya kurul­ muştur. Bir gece Şehzade camiinde kurulan malıyada Zulfikar resmi yapılmış, o zaman Şeyhulislam olan tarihçi Çelebizade Asım bir kıta yazmıştı. Ramazanlarda Bayram gecesine kadar kandil ya­ kılarak Bayram gecesi kandil yakılınaması adet hali­ ne gelmişken, bütün İslam aleminde bayram geceleri şenlikler yapıldığı halde İstanbul'da minarelerin ka­ ranlık kalması, gene Damat İbrahim Paşa'nın padişa­

ha bir ferman çıkartması ile değiştirilmiş, minaretere geceleri ateşten kaftan giydirilmiştir. Mübarek Mevlit gecelerinde de kandil yakılması bu fermandan sonra adet haline gelmiştir.

Yalnız Mevlit geceleri

kandil

yakılınakla beraber şehirde ev ve dükkaniarın önlerine .

kandil asılması ve beşer defa top atılması 1835 tarihinde · İkinci Sultan Mahmut (Saltanatı: 1808 - 1839) zamanında başlamıştır. İftar ve İmsak vakitlerinde Rumeli Hisarında kı­ zının yaptırdığı Muvakkithane

(1)

{1)

önünde birer defa

Muvakkithane, ekseriya camilere yakın yerlerde ku· rulan doğru vakit gösteren yerlerdir.) (N.A.B.)


. . •

-

-

-

•1

... .

..

.

.

-

.

. ..;.•

·­ .

.

.

· -

., ,

""

-

... -

·­

.

.

:,.·-ı�- :

-

4

;'

_

..'"'- .;

...

....

...

-

..

... ...

.

.

.

_,.

-

..

.,:.... ... - ..

-

-�

... �-

, �,-�.,

· .

h.. f

... .....

-�

-

··--

. -. ·-��i��--·.� - .

.

. .

.,.

. ..

l'. ...

J...

.

-

-

· � __, ..

_:..._

.

.. . .. ,

Ranıa=arılarda cami önleri ayni =amanda birer sergi halinde idi.. Yü=yıl önceki Yeni Cami avlusunu görüyoru=.

...

--

yeri

.

-

-�

..

...


124 top attırma Üçüncü Mustafa (saltanatı: 1757-1774) za­ manında adet olmuş, sonraları Yedikulede de birer defa top atılması adet olmuş, daha sonra şehrin tür­ lü semtlerine bu hak tanınmıştır.

Resmi günlerde Sitte ricaline (1) kadar mülkiye memurları ile Kazaskerden Yeniçeri Kassamlığına (2), kadar ilmiye ricali, Topçubaşı, Arabacıbaşı, Tüfekçi-

(1)

(2)

Menasıb-ı Sitte-Tanzimattan önce Nişancı, Defter­ dar, Reisülküttap, Defteremini, Şıkk-ı sani, Şıkk·ı sa· lis defterdarları gibi yüksek makam sahibi memur· lar. (Nişanc;t-Tevkii,, tuğrai) vazifesi devlet kanun· larını iyi bilmek, yeni ve eski kanunları ve bunlarla şeri ahkô.mı telif etmek, divanda icabında bu husus­ ta fikir beyan etmek, yabancı hükümdarZara yazıla· cak mektupların müsveddelerini hazırlamak, ahitna­ me, berat, menşur ve fermanların baş tarafına pa· dişahın imzası demek olan tuğrayı çekmek idi. Ni· şancıların, ayrıca arazi işlerinde rolleri vardı. Arazi defterlerini kontrol ederler, defterlerde padişahın fermanı ile değişikiği yalnız Nişancılar yapabilirler· di. Bu vazife 1836 yılında lağvedilmiştir. Defterdar.Osmanlı devlet idaresinde en büyük mev­ ki idi. Para hazinesi ile devlet arazisinin yazılı bu· lunduğu defter onda bulunur, bu (j.efter Defterdar bulunmadıkça açılamazdı. Devletin hudutları geniş· leyince, yukarıdaki notta adları geçen Şıkk·ı evvel Şıkk-ı sani adıyle ayrıca memuriyetler kuruldu.) Rei­ sülküttap - Devlet dairelerinde bulunan · katiplerin reisi anlamına gelirdi, sonraları devletin dış işlerine de bakmaya başlamışlar, Dışişleri Bakanlığı vazifesi· ni görmüşlerdir. Defteremini - Defterhanenin en büyük amiri idi. (N.A.B.) Kasarn - Miras taksimi ile meşgul olan, mirasın bö· lünmesine bakan. (N.A.B.)


125 başı (1) gibi askeri makam sahipleri konakları önle­ rinde mehter çaldırmaları ve Ramazan geceleri sıra ile mahya kurmaları adet haline getirilmişti. 1845 in­ kılabından sonra bu adetlerden vazgeçildi.

RAMAZAN HAZIRLIKLARI Ramazan başlamadan önce hükumet

tenbilıleri

ilan edilirdi. Bu ilanlarda nelerin yazıldığını belirt­ mek için biri Yeniçeriliğin kaldırılmasından diğeri de Tanzimatın ilanından sonra yayınlanan iki ilan örne­ ği sunacağız. Serasker Hüsrev Paşa'nın İstanbul kadısına gön­ derdiği ilanda özetle ş�le denmekte idi: «Ramazan münasebetiyle ibadet için padişahımız inşaallah aralık aralık İstanbul camilerine gelecektir. Bu günlerde halkın her zamandan fazla saygılı olması icabeder. Esnaf ve halk, askerlere mahsus yaka ve yenleri kırmızılı ve zırhlı elbise giyip bellerine kılıç takmamalıdırlar. Herkes dükkan ve evlerinin önünü temiz tutmah, çöp ve hayvan leşleri görlilmemelidir. Konak ve evlerin kapılarına uzun yıllardanberi çamur sıçrayarak silinmediğinden ve her yıl fazlalaşan bu ça­ murlarla kapılar çamurdan· birer kapı haline geldiği, pen.celerin önlerinden de top top örümcekterin s3rk-

(1)

Topçubaşı, top dökümhane-&inin, topçuocağının başı, Arabacıbaşı - Top arabacıları ocağının ağası, ami­ ri, Tüfekçibaşı - Yeniçeri teşkildtında mühim yeri vardı ve miri tüfekçilere nezaret ederlerdi. (N.A.B.)


126 tığı görülmüştür (1). Bu konak ve ev sahiplerinin ve hizmetçilerinin girip çıktıkları bu kapıları silip süpür­ meyip böyle' acaip ve yakışıksız bırakmaları maazal. lahı Taala hastalık getirebileceği gibi, kalplere de sıkıntı vereceğinden başka (Temizlik imandan gelir) s� zü müslümanlığın şıarı olduğundan bu gibi ev ve ko­ naklann ve dükkanıarın sokak yüzleri ve kapıları da örümcek ve çamurdan temizlenmelidir. Evlerin önü­ ne süprüntü ve hayvan leşleri atılrnamalı. Padi­ şahımız cami içinde ve yolda iken halk edeple hare­ reket etmelidir. Padişahımız bir yerde otururken önün­ den geçmiyelim, yahut saparak başka yoldan gidelim gibi hareket edilmemelidir. Gerek atlı ve gerek y�ya herkes ırz ve edebi ile padişahın önünden gelip geçme­ lidir. Padişahımız camide iken veya bir yerden bir yere giderken rastayanlar gözlerini dikerek bakmama­ lı, ancak bulunduğu yerden biraz geri çekilerek el­ lerini kavuşturup, önlerine bakarak durmalı, efendi-

(1)

1

Yakın zamanlara kadar İstanbul'un evleri ahşap ve çoğu boyasız ve boyalı olanlar da büyük konaklardı, bunlar aşı boyası ile boyalı idi. Evlerin çoğu çamur kuruları ile kirlenmiştt. Evler birbirlerine bitişik, ba­ sık girintili, çıkıntılı şeylerdi. İçlerinde tareler ve iirümcekler mekdn tutmuş gibi idi. Avlular, daima loş, ıslak solucanlı, sokaklardan çirkef sızardı. O kasvetli çarpık, çapraşık sokaklarda, yarık, yıkık du­ varların dipleri yaz, kış çamur ve mezbele idi, kii­ pek ve fare leşleri ile dolu idi. En işlek Hocapaşa ile Bab-ı Ali caddesi olduğu halde, bu . caddeler de gayet dar olduğundan karşılıklı evlerin damlanndan kedi· ler atlar, evlerin pencere ve cumbalannda kadınların karşılıklı konuştukları duyulurdu.


127 miz geçtikten sonra işlerine gitmelidirler. Padişahı­ mız gerek camiye geldiğinde veya bir yerde dinlenir­ lerken öbek öbek önünde toplanmamalı veya arkasın­ dan gene öyle topluca gitmemelidirler. Saygısız ha­ reket eden her kimi görürsem haklarında şiddetli ce­ zalar tertip ederim. Sonra pişmanlık fayda vermez. Ramazan ayında Cuma günlerinden başka hiçbir gün kimse arzuhal (1) vermemelidir, veren olursa cezalan­ dırılacaktır. Siz de (İstanbul Kadısı) mahalle imam­ larını, muhtarlarını, hanlarda yatıp kalkan bekar ta­ kımı için hancılar kahyasını çağınp bu tenbihlerimi bildiresin, iyice anlatmalı, kulaklarına sokmalısın (2). O mübarek ve mesut günde ben de her an padişa­ hımız ile beraber bulunacağımdan, bu tenbihlerime aykın hareket edeni, Cuma günlerinden ma-ada arzuhal vereni , padişahımızın bol bol sadaka vermek adetleri bulunmakta, sadaka için arzuhal verilmesini hoş gör­ mediklerinden, tama' ederek sadaka almak için arzu-

(1)

Padişahlara arzuhal vermek usulü Bizanslılardan kalma bir adettir. Fetfhten iJnce İstanbul İmr>f.,..,. . torlan her hafta Pazar günleri atla kiliseye gider­ ken halkın arzuhallerini alırlardı.

(2)

Eskiden hükumet tarafından halka tenbihat yapıl· mak icabettiği zaman mahalle imamlanna haber ve­ rilir ve akşam ezanına yakın bekçiler: «Tenbih var akşama camiye buyurun» diye sopalannı kaldınmla­ ra vurup yüksek sesle bağırarak mahalleyi dolaşır,

herkese haber verirlerdi. Akşam namazından sonra da imam efendi tenl;ıihi halka bildirirdi.


128 hal verenleri (1) çağırıp bağırarak şamata ederek pa­ dişahımıza saldırıp edepsizlik ve tacizlik edenleri gö­ rürsem gerek erkek, gerek kadın olsun Huda hakkı için o edepsizliği yapanı fena tedip ederim. . 1\\dişahımız arzuhal veı-ecekler için bu arzuhal­ leri alıp kendisine götürecek memurlar tayin etmiştir. Arzuhal vermek isteyenler, arzuhallerini ellerinde tu­ tarak bir ·kenarda dursunlar, memurlar gelip hemen alılar. Böylece tenbih ederim. Dinlemeyenlerin vebah boyunlarına » ..

TANZiMATlN iLANINDAN SONRA YAYlNLANAN İLAN «Padişahımızın camileri teşrif huyuracağı umuldu� ğundan, herkesin . edep dahilinde hareket edeceğinden şüphe etmiyoruz. Herkesin intizamla camiler ve. diğer yerlerde vakit geçirmelerine diyecek yoktur. Ancak çarşı içinde, Beyazıt ve Şehzadebaşında, Doğruyol üze­ rindeki dükkanlarda_ halkın birikmesi yasaktır. Gece­ leri büyük caddelerde iskemle ile sokak ortalarıru:la, halkın gidip gelmelerine mani olacak şekilde oturmak yasaktır.

(ı)

Abdülazizin son yıllarına kadar Cuma günleri ve ba­ zan diğer günlerde ş i için Padişaha arzuhal veril· dikten başka, fakir takımı da sadaka için arzuhal vermeyi adet edinmişlerdi. Hatta Sultan Mecit, ak­ şamları Tophane Kasrına geldikçe kendisine verilen arzuhaller Uzerine yaverleri vasıtası ile büyük top­ luluklara sadaka daDıtırdı.


129 Arabalar arasında dolaşıp arabalı ve arabasız ge­ len geçen kadınlara insanlık terbiyesine aykırı har�-· ket edenler olursa cezalandırılacaklardır. Arabalar da Beyazıt ve Şehzadebaşında sokak ortalarında durma­ yıp gezeceklerdir. Halkın ve hele kadınların elbisele­ rine dair evvelce ilan edilen

kararlar

bilindiğinden

herkesin bu tenbihlere uyması ve hilafına hareket et­ memeleri icabetrnektedir. Dini vazifelerini yapmak, vaazlarda bulunmak is­ tiyen kadınlar için Sultanahmet ve Şehzadebaşı cami­ leri ötedenberi ayrılmış olduğundan kadınlar bu cami­ lerden başka büyük camilere gitmekten menedilmişler­ dir. Namaz vaktinden başka etikekierin camiye girme­ leri yasaktır. Kadınlar açık saçık kıyafetle gezmeye­ cek, saat onbirden sonra sokaklarda kadınlardan kirn­ se kalmıyacaktır. Kadınlar eşya almak için çarşı için­ de, dükkan ve mağazalarda içeri girip alışveriş ede­ meyecekler, alacağı ne ise bunu satan

dükkaniann

önünde edebi ile durup istediği şeyi isteyecek, aldık­ tan sonra hemen evine dönecektir. Herkesin her va­ kit, hele Ramazan ayında camilere giderek cemaatle ibadet etmeleri tabiidir. Teravih vakti işi icabı bir ye­ re gidip gelen haderneden başka kimseler dükkaniar­ da oturamazlar, ancak teravih narnazına gidebilirler_. Geceleri kimse sokaklarda

fenersiz

gezmeyecek,

fenersiz tutulanlar cezalandırılacak1ardır. Saz ve Ka­ ragöz oyunlarına gidenler de ırz ve edepleri · ile otu­ racaklardır. Ne zaman olursa olsun yasak olan kumar için ev ve kahvelerde toplanıp oynayanlar, mahalle ara�arında halkın huzurunu kaçıracak hallerde bulu. .

'

P: 9


130

nanlar cezalandırılacaklardır. Hakiki mazereti olmı­ yanlar oruca devam edecekler, özrü olanlar da çarşı­ zamay acaklar, bu gibiler de ceza­ da açıkça oruç bo landırılacaktır. Her zaman temizli�e riayet etmek; sokak ortala­ rına öteberi süprüntü döküp bırakmak, etrafı koku­ taca�ndan, büyük, küçük ev ve dükkan sahipleri halk· ve esnaf ev ve dükkaniarını süprüntü ve iğrenç şey­ lerden temizlerneye dikkat · edeceklerdir. Sokaklarda fişek atmak, mehtap yakmak, halkın

h\lZurunu kaçırmak yasaktır.

Bu tenbihleri memurlar sureti katiyede takip ede­ ceklerdir. Tenbihe aykırı hareket edenler görülürse cezalandınlmalan kararlaşmıştır.• Her yıl Ramazan yaklaşırken Evkaftan camilere kandil yağları ve balmumları dağıtılırdı. Berat Kan­ dilinin ertesi günü de Salatin camilerine mahya iple­ ri kurulmaya başlanırdı. Eskiden Ramamnlarda Sad­ nazam, Reisülküttap, Kihya ve Defterdar gibi devlet büyükleri padişah sarayına Yıllık Hümayun adiyle bobçalar sunar, tamnmış hoca efendilere ve maiyet memurlanna İftariye . adiyle saatler, · ·e. nfiye kutulan gibi şeyler hediye ederlerdi. Ramazanın onbeşinci günü askerlere bakiava da­ �tmak adet oldu�an o gün Yeniçeriler, saraya gi­ derek bakiava tepsilerini alırlar, ertesi günü tepsileri saray mutfa�na teslim ederlerdi.


131

Ramazanın. , birinci

akşamı, Padişah

tarafından

sadnazam iftariye kahvaltısiyle yemek gönderilirdi. .

.

Ramazanın onbeşinden sonra, muayyen bir gece

vezirler ve büyük dereceli �vlet memurlannın Paşa­ kapısı ve Bab.ı Asafi denilen .Sadrazamların resmi ma� karnlarında ziyafet verilirdi. Bu ziyafet eski teşrifat icabıydı.

SESLENMİYEN BiNDILER 1775 yılında Şeyhülislam tayin edildikten onyedi .

ay sonra aziedilen vt: Bursa'ya sürgün edilen Salih Za­ de Mehmet Emin Efendinin yemek meraklısı olduğu biliniyordu. Mehmet Efendi Şeyhülislaiii iken daire­ sinde pişirilen yemekleri İstanbul'da ün salmış bu­ lunuyordu. Hatta Saraya sunduğu yemekler Padişah

tarafından da be�enilmekte idi. Mehmet Emin Efen­ dinin zamanında Ramazan'ın onbeşinden sonra sadna­ kona�ında verilen ziyafete karşı kendisi de zam bir ziyafet vermeyi adet haline getirmiş ve bu 1834

yılına kad.ar devam etmişti. Em4l Efendinin gözleri zayıf olduğundan gözlük kullanır ve bu yüzden de ken­ disine (Camgöz Emin Efendi) derlerdi. · Üçüncü Mustafa (saltanıatı 1757 - 1774) Bir gün

Emin Efendinin babasının · gömülü bulunduğu Topka­

pıda Ahmet Paşa Camii yanında bulunan kona�na git­ miş, konuşma sırasında

Padişah:

- Efendi, Aralıkta size gelmek isterim, ama ko­ na�nız pek uzak yerde deyince Emin Efendi:


132

- Sayenizde yakın yerlerde de bir ev· tedariki mümkündür. Fakat bu civarda gördüğünüz evlerin hiçbirinde mutfak yoktur. Padişah hayretle: - Acaip. Bu evl�rde yemek pişirmezler mi? - Hepsinin sabah ve akşam yemekleri fakirhaneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem. Sadrıazamlardan Vassaf Efendi Zade Esat Efendi ile Emin Efendi arasında bir soğukluk varmış. 1776 yılı Ramazan ayında Emin Efendinin verdiği ziyafette bu Esat Efendi de bulunmuş. Mevsim kışmış, sofra· ya hindi dolması gelmiş. Emin Efendi: (Bu sene hin· di seslenemedi) diyerek lengeri kaldırtmış. Bu hare­ keti Esat Efendinin babası Vassaf Efendi (Hindi Mol­ la) diye anılmakta olduğundan, Esat Efendi alınmış ve: (Onun da vakti vardır, vakti gelince sesleri çıkar) karşılığını vermiş. Esat Efendi yirmibeş gün sonra Şeyhülislamlık makamına gelerek Ermn Efendiyi Bursa'ya sürdürmek suretiyle inti�amını almış, Emin Efendi 1777 de Bursa'da ölmüştür. ·

ŞEYHtlLİSLAM'IN KISKANÇ KARISI Üçüncü Selim, (saltanatı 1789-1807) devri Şeyhül· islamlanndan biri ziyafet için hazırlanan akşam ye· rneklerini gözden geçirmek istemiş · mutfak Harem dairesinde olduğundan . ikindi üstü hazırlığı görmek üzere mutfağa gitmiş. Sorulanna .bir cariyenin verdiği karşılık hoşuna gide.rek, yanağından okşamış ve bir·


133

kaç laf söylemiş. İşleri güçleri bu gibi şeyleri takip etmek olan dedikoducular bu hali tellendirmişler, pul­ landırmışlar, hanımefendiye yetiştirmişler. Son dere­ ce hiddetlenen Hanımefendi

kocasından intikam al­

makta güçlük çekmemiş, hemen mutfak dairesine ine­ rek kocası tarafından

yüzü

okşanan cariyeyi yok ettik·

ten sonra hazırlanmış nefis yemekleri tabakları ile beraber kınp dökmüş ve hepsini dışarı attırmış, ak­ şama ne bir tas çorba, ne bir sahan yemek kalmış. - Böyle Şeyhülislamın haddi böyle· bildirilir di­ yerek odasına çekilmiş. Bu durumu gören kahya kadın dönme dolaba (1) gelerek kahya efendiyi çağırmış ve olan biteni anlat­ mış. Zavallı kahya sakalım eline alarak düşünmeye başlamış. O saatten sonra yeniden yiyecek terlariki imkanı olamıyacağından durumu

saraya bildirmeye

karar vermiş. Meşhur mabeyinci Ahmet beyin yanına giderek olan biteni anlatmış. Durum, Padişaha arze­ dilmiş, Padişahm emriyle

saray mutfağmdan

tabla yemekler hazırlanarak

tabla

Şeyhülislam Konağına

gönderilerek, gelen misafirlere ikram edilmiş. Bir iki haderne ile konak kahyasından başka kimsenin bu du­ rumdan haberi olmamış.

·

(1)

Eski haremli selamlıklı evlerde. bilindiği gibi harem buraya erkekler gire· taratında kadınlar bulunur. mez, selamlık kısmında ise erkek misafirler kabul edilirdi. İki kısım arasında. bir taraftan lJbür tarafa bir $€11 vermek, ve11a haber vermek için (dönme do­ Zap) bulunurdu. (N.A.B.)


134

DÜRRİ ZADENİN BUZDAN K.ASESİ Meşhur Dürri Zade Şeyhülislam Abdullah Molla, İkinci Mahmut zamanında zenginliği, el açıklığı ve ki­ barlığıyle meşhurdu. Abdullah Molla'nın bu şöhretini Padişah da duymuştu, fakat söylenenleri pek mübalağa­ lı bulduğu için bir defa Molla'nın konağını görmek is­ temişti. Bir Ramazan günü Osküdar'da Yeni Camii zi­ yaret ederek ikindi namazını iskeledeki Mihrimalı Ca­ münde kıldıktan sonra bu camiin denize bakan cephesi karşısındaki Nizarniye karakolhanesine giderek oturmuş. Padişah bir tertip hazırlamış, bütün vükela ve devrin büyük devlet adamlannın da orada toplanma­ lanm emretmiş. Abdullah Molla Doğancılardaki kona-. ğında aziedilmiş olarak oturuyormtış. O gün Vükela ve devlet Heri gelenlerinin ı;>oğancılara doğru gelmekte ol­ duklan ve Padişahın da maiyetiyle arkalanndan gel­ diği görülmüş. :Şütün bu kalabalık do!ru Dürri Zadenin ·konağına girmişler. Konakta kimsenin hiçbir şeyden haberi yokmuş. Kahya telaşa düşerek doğru efendisine koşmuş ve heyecanla durumu haber vermiş. Dürri Zade: '

- Efendi ne telaş ediyorsun, harerne haber gönde. rin, tablalardan bir iki tanesini dışanya versinler, be­ nim yemeğimi de efendimize takdim.. ediniz, diyerek yerinden kalkmış ve Padişahı karşılamış. Zaten vakit gelmiş olduğundan herkes iftar sofrasına oturmuş ve umduklarından fazla nefis yemeklerle karınlarını do­ yurmuşlar. Sultan ·Mahmut, efendiyi karşısına alarak iftar etmiş. Padişa,h, yemekierin nefasetini takdir ettikten baş­ ka her yemek kabının çok kıymetli ve nefis şeyler


135 olduğunu görmüş, yalnız pilavdan sonra gelen hoşafın bulunduğu kap billur olmakla beraber diğer kaplar· kadar nefis olmadığının sebebini

efendiden sormuş.

Dürri Zade: - Kulunuz hoşahn lezzetini bozmasın diye buz par­

çalannı. hoşahn içine attırmıyorum. Gördüğünüz gibi

buzdan kase yaptınp hoşafı onun içine koyduruyoruro demiş. Padişah bunu naklederken, hoşaf kabının buz ka­ scsi olduğunu anlamadığım da açıklıyarak,: (Pek utan­ dım) dermiş. Yemekten sonra Padişah: - Sizin ahçı pek iyi. İsterseniz bizim ahçı ile de­ ğiştirelim diye de Dürri Zadeye iltifatta bulunmuş. Bu vakadan sonra tan Mahmut:

OOni

Zadenin adı anıldığı zaman Sul·

(Herif kibardır)·derm

iş.

·

O G'ONK'O YİYECEK FİYATLARI Çarşı pazarda ve geztnti yerlerinde bulunan clük.

\

ll aç demetleri, pastırma, sucuk, kan ve mağazalarda gü zeytin, peynir ve havyar gibi çerezler daha fazla görün­

rneğe başlar, Galata ve İstanbul bal ve yağ kapanla­

rmda ve Asmaaltı ma�zalannda, tüccar ve esnafın ça­ lışmalan artar. Mahalle kahvelerinde yiyecek fiyatlan

ve nefaseti hakkında konuşmalar olur.

1831 senesi Ramazan'ımn gelmesinden önce, İhtisap

· Nazareti (o zamanki Belediye Başkanlığı) tarafından çıkarılan narbın bir suretini aşağıya alıyorum:


136 Cinsi Adıedi Reçel Şerhetlik renkli şeker Kelle şekeri Yarına denilen toz şeker Yumurta 100 Ala mermer tozu nişasta Orta nişasta Ala Şer'iye Zeytin Şümnü Peyniri Kaşar peyniri Salarnura peyniri Atina ve Rumeli balı Ala nohut Mercimek Ala un Orta un Arpacık soğanı Şişe momu Sade mum Yerli mum

Okka

ı ı ı ı ı ı ı

ı 1 ı ı ı ı ı ı ı

ı

ı ı ı

kuruş

4 5 5 4 13 4 4 ı

ı 2 3 2 3

ı

Para

20

20 25 20 28 18 30 16 28 23 26 32 lO

4 4 3

ıs 5 38

RAMAZAN HEDiYELERİ VE BÜYÜK BA(;IŞLAR Yakın zamanlara kadar vekil, vezir ve zengin semt. lerinde kendilerine yakınlığı olanlara Ramazanlarda hediyeler verilir ve din adamı olacak öğrencilere, tek­ ketere erzak gönderilirdi. Bu münasebetle Ramazan yaklaşınca bir takım yiyecek maddelerinin tedarik ve


137 da�ıtılması kibar konaklarının başlıca ödevlerinden bi­

riydi. Mısırlı Fazıl Mustafa Paşa 1862 yılında Milli Eği­ tim

Bakanlığından Maliy� Bakanh�ına atandığından

o senenin Ramazanında, Bakanlığın odacılarına yüzbin kuruş Ramazaniye dağıttırmışt.ı

1863 yılı Ramazanının

yaklaştığında da Hidiv İs·

mail Paşa'nın gönderip dağıttırdığı para ve erzakın cins ve miktarı da aşağıda sıralanmıştır.)

Daptılan yerler

Tekketere Medreselere

Şeker 40 Kantar 30 Kantar

ölçek

10 kantar 43 ölçek

42.500

80 Kantar 296 ölçek

251.000

Boğaziçi semtlerinde Galata, Tophane, Fındıklı Kasımpaşa Eyüp ve Eğrikapı

Silivri Kapı Yedikule Ötede heride kalmış olduğu

Toplam

Hidiv, Yenikapı

100 50 20 18 10 10 17 14 14

83.000 43.000 15.000 15.000 10.000 10.000 12.500 10.000 10.000

Üsküdar mahallelerine

haber verileniere

Pirlnç Nakit kunı!J

ölçek ölçek ölçek ölçek ölçek ölçek

ölçek ölçek

Mevlevihanesinin sema'lıane

ve

hücrelerinin tamiri için bin kese gönderdiği gibi, 1866 tarihinde meydana gelen Hocapaşa yangnınında bir


138 defada verdiği bin beşyüz kese akçeden başka, bu yan­ gında evi barkı yanıp büsbütün kül olmuş ve · tutulan defterine göre tutarı sekiz bin beşyü:z kişiye varan ih­ tiyaç sahiplerinin her kişisine altı ay kış, ayda alttnı­ şar kuruş ile otuzar okka pirinç ve ikişer okka da sa­ de yağ vermiş ve Sultan Abdülaz.izin hastalıktan iyi­ leşınesi şerefine olmak üzere beşyüz bin kuruş gönde­ rip, fakiriere dağıttınnıştı.)

Ramazan'1 !lrda Şehzadelerin dairelerine ve sul tan

sarayiarına ve eski padişah eşierine ve bunlann yalı­ larına, bir takıin halk ve bazı ilim adamları, şeyh ve dervişler iftara gidip, derecelerine göre hediyeler alır­ lar, rütbe ve memuriyet sahibi olanlar da zamanın ba­ kan ve vezirlerinin

konaklarına gitmeği

kendilerine

resmi bir ödev sayardı. Mahalli adet gereğince, iftara gidecekler, ezana beş on dakika kala geldiklerinden, halbuki, hangi akşam ne kadar misafir geleceği beÜi olmadığı için, bundan başka ayrıca ve saray konak kapılanna üçer beşer sof­ ralık da fakir kimseler toplandığından, gerek misa­ firterin

ağırlanması ve gerek fukaranın

dayurulması

için Ramazan . akşamlan her mutfakda normalinden fazla yemek bulundurmak mecburiyeti vardı. Bundan ötürü kahya efendiler, vekilharçlar ve katipleri Rama­ zan'ın yaklaşması ile, buna göre ihtiyaçlarını tespit ederek, kilercilere, kahvecilere, çubukçularla, aşçılara, tablakarlara, ayvazlara, yarnaklara talimat verir ve bun­ lar olmayan konaklara bu gibi elemanlar tedarik edi­ lirdi. Harem dairelerine de bu nispette iftara gelenler olduğundan, onlar da ayrıca tedarikde kusur etmez­ lerdi.


139 BESTEKAR DEDE EFENDiYE OYNANMAK iSTENEN OYUN Büyük yerlerin

hepsinde teravih

namazlarının,

�yin ve ilahiler ile kıllınması �det oldu�dan, her dai­

re mevcut imarnından başka, bilhassa Ramazan ayı

için, Kuran-ı Kerimi güzel okuyan imamlar ve musiki­ de ihtisası olan, güzel sesli beşer altışar da müezzin seçip ahrlardı. Teravih için her akşam konakların geniş divanha­ nelerine halılar ve seecadeler serilir, beşizli şamdan­ lar salonun münasip yerlerine yerleştirilirdi. Şehzade

dairelerinde, sultan saraylarında, bazı büyük konak­ larda harem ile . sel�lık arasını ayırmak için sofalara büyük kafesler çekilir, kafesin arka tarafından da hiz­ metçiler için yere sırmalı seecadeler sererler. Müez­ zinler yatsı vakti olunca, çifte ezan okurlar. Misafir­ ler ağır ağır kollarını sıvayarak abdest almaya başlar­ lar. Müezzin efendiler arka safda cemaatın toplanma­ sını bekleder. Saflar yavaş yavaş dolar. Ayinler ve ila­ hilerle namaz kılınır. Yatsı namazında belirli bir bes­ te takip edilmez ise de, teravih namazının her dört rek�tı kıhndıkça

müezzinler t�rafından

il�hiler ve

ayinler yüksek sesle okunur. İlk dört rekat bitince, saba veya düg�h ve yahut da bestenigar ve ikinci dört rekatta hüzam, üçüncü dört rekatta ekseriya farah­ nak, dördüncüde mutlaka Eviç, beşineide de acem bes­ telerinden ilahi okumak, imarnın da mihrabda okunan ilahinin bestesine uygun olarak okumaya devam etme­ si şarttı. Şeyhülislam Cemalettin Efendi Şeyhülislam bulunduğu müddetçe, fetva kapısında ve oradan ayrıl-


140

dıktan sonra da yalısında bu şekildeki iftar ve teravih adetlerini devam ettirmişti. Meşhur Kırımlı Ahmet Ka­ mil Efendiden sonra Sultan İkinci Mahmud'un imam­ lığına tayin olunan Alıdulkerim Efendi ile, o aralık Sul­ tan

Mahmud'un müezzin başlığında

bulunan meşhur

musiki üstadı Dede Efendi arasında kırgınhk varmış._ Bir

Ramazan

ha, acemlerin

günü,

Abdulkerim.

Efendi,

saltanatınız hakkındaki

Padişa­

ihaneti her­

kes tarafından bilinmekte bulunduğu halde, Dede Efen­ di bunu düşünerek, teravih namazında acem besteden ilahi okumamak ve buna karşılık Şevkefza bestesini tercih etmek lazım gelirken, kendisinin şevkefza beste­ sini kullanmaya bilgisi kafi gelmemesi bu davranışına sebep olmaktadır» cevabını

verince; padişah,

Dede

Efendinin sanatındaki iktidar: derecesini bildiği için ve ayrıca kendisi de bir musikişinas olduğu cihetle, bu hu­ susta bir kanaati de mevcut bulunduğundan bir gece bir sınav yapılmasına karar verir. Fakat bu karar Dede Efendiye duyurulmaz. Gece, teravih namazı kılınn:ken, dördüncü dört re kattan sonra, Eviç bestesinden ilahi okunduğu sırada, karar gereğince, Sultan Mahmut tarafından gönderilen biri, müezzinlerin yanına gelerek, Dede Efendiye, acem makamını değil, Şevkefzayı kullanması fermanını teb­ liğ eder.

O zamana kadar Şevkefza bestesinden hiç bir ila­ hi yapılmamış

olduğundan ne yapacaklarını

şaşıran

müezziri efendiler, Dede Efendinin yüzüne hayretle ba­ karla�en, içlerinden biri Dede Efendinın işareti üzeri· ne Şevkefzadan tekbir getirm·eğe başladığı gibi, ima-


141 mm da fatiha-i şerifi Şevkefza makamından okumak­ ta olduğunu anlamışlar, Dede Efendi «hele bir namazı kılalım da, bakalım» demiş ve dört rekat teravih nama­ zı kıhnıncaya kadar Şevkefza makamından bir ilahi bestelemiş ve selam verilir verilmez hemen ilahiye baş­ layıvermiş. Arkadaşlarının hemen hepsi musiki ilmin­ de birer üstad olduklarından , Dede Efendiye kulak ve· rerek, ağız kalabalığı ile ilahiyi güzelce okuyup _bitir­ mişler. Padişahın da takdirlerini kazanmışlardır. ·.

BVYVK KONAKLARDA TERAVİH NAMAZLAlll VE BAZI ADETLER Bazı büyük konaklarda bulunan müezzin efendi­ ler, geceleri konaklarda kalırlar. Ev sahipleri müez­ zin efendileri getirterek güzel fasıllar yaptırırlar. Sa­ burdan sonra, sabah namazından evvel,

imam efendi

tarafından mukabele okunduğunaan, ekseri imamlar, güzel sesli olduklarından bu okurnada dinleyenleri vee­ de getirirlerdi. Bütün konaklarda teravih namazından sonra tep­ silerle şerbet dağıtılması da adetti. Ondan sonra çu· buklar tazelenir, kahveler gelir, bir yandan da teravih­ den sonra ziyaretçiler sökün ederdi. Konaklar geceleri dolar dolar boşalır, Şefler maiyyetterindeki memurları; kalem amirleri katipleri, tüccar ve esnaf takımı kalfa ve çırak gibi adamlarını, özellikle herkes haline göre, eşini dostunu, akrabasını, komşularını iftara davet et­ meleri adet olduğundan, aşçısı erkek olanlar bir çırak, kadın aşçısı ol;mlar da ayrıca bir erkek aşçı tedarik cderlerdi.


..

'

.

-

.,.

"'"

.,.._ -

-.,.;. . .

.

'

--

1 -

.

---

.

1 1

,.

.,.. ı ! ı

1

ll

. . •

ı

\

.

' •

.. ' •

ı

Tipik ve tal'ihz ahşap evierden biri. . .

..

\fl )

,.,

., ..

.

.

ı


143 Aşçılann ücreti ·R amazan için iki misli verilir di. En fakirin bile iftar tepsisinde çeşitli, reçeller, zeytin­ ler, peynir, pastırma, sucuk gibi çerezler bulunur, bu sebeple şekerci dükkaniarında ufak tabaklarla reçel numuneleri, şerhetlik şekerler, şurup şişeleri, reçel ka­ vanoz1�ı vitrinlerde yer afırdı.

TVTON KAHVE VE ENFİYE İSTANBUL'A NE ZAMAN GELDi? İstanbul'da tekel usulünün konulduğu 1871 tarihine kadar tütüncü dükkanlannda, tütünler terazi ile t�rtı­ lıp, açık olarak satılmakta ve herkes içeceği tütünü muayene ettikten sonra saun alırdı. Bu yüzden tütün­ cüler gerek zengin ve kibar ve gerekse halkın Ramazan­ lık tütünlerini çeşit çeşit kıyıp, hazırlardı. Tütünün İs­ tanbul'a getirilmesi 1687 tarihinde olup, önceden ilaç için getirilmiş ve 1735 tarihine doğru kullanılması yay­ gınlaşmış olduğu söylenir. TiryakHer Ramazanda ken­ dilerine mahsus tütünleri satın almakta çok titiz dav­ ranırlardı. Eskiden (Berş) adı verilen bir çeşit keyif verici macun kullanan tiryak.iler mevcut · imiş. Bu macunu icad eden meşhur tabib Yusuf Sinan Rahiki adında bi­ risi olup, önceleri Mahmutpaşa civarında bir dükk.an açarak, yaptığı macunlan bu dükkanda satınağa baş­ lamış. Kendisi de buna benzer keyif verici şeylerin müptelası olduğu için macununa

(Rahiki)

adı veril­

mişti. Yusuf Sinan ölüm tarihi olan 1546 yılında Beşiktaş'da Yahya Efendi dergahı bahçesine gömüldüğü (Ha.

dikatül Cevami) de yazılmaktadır.

.


144

1656 tarihinde vefat eden (Esami-i kütüp ve Fez­ leke-i Cihannüma) sahibi Katip Çelebi müstear ismiyle b;linen Mustafa Efendi (Mizan-ül Hak) isimli nsalesin­ de tütün bahsinde Dördüncü Muradın yasaklaması sebe­ biyle, halk tütün yapraklarını ufalıyarak, burunlarına çeker oldular piye yazdığına bakılırsa, o vakiter İstan­ bul'da enfiye bilinmiyor manası anlaşılmaktadır. Hal­ buki Üsküdarlı Hasip efendi (vefiyat-ı meşhure) sinde enfiyenin İstanbul'da 1640 tarihinde kullanılmaya b�ş­ lanıldığını yazmasına göre, Dördüncü Murat zamanın­ da'da bir dereceye kadar enfiyenin bilindiği anlaşılır, diye Süleyman Faik Efendi Mecmuasında bir not gö­ rümüştür. Enfiyeyi evvela bir Musevi Galata'da Kur­ şuolu mahzen civarında bir dükkan açarak, (Burun otu) adı ile satmaya başladığı ve Bulgaristan'da da çam yaprağından bir çeşit enfiye yapılarak {Purunt) adı ile satıldığı söylenir. Gariptir ki, Araplar hala enfiyeye burun otundan türeyen (Burunot) derler. Bizde her ne­ dense bu isim unutulup, yerine enfiye getirilmiştir. Kanuni ömürlerinin sonlarında bütün bu gibi ke­ yif verici şeylerden kaçındıklarından, istanbul meyha­ nelerinin hepsini kapamış ve bu işlere bakan makam­ ları lağvetmiştir. Bunun üzerine zamanın şairlerinden birisi :

Bir sayha erlp vücud-u humann .alametl, Çökmüştü başıma cümle clhanın kasavetl, Aldım başımda yoktu mahmur ldJm kati, Bir nlda erişti, dedi gör bu muslbetl, Humlar şlkeste cam tehi, yok vücudu mey, Kıldın esir-I kahve bizi hey zemane hey! beytini söylemiş olduğu, tarihlerde kaydedilmektedir.


145

Peçevi tarihinin birinci cildinin 363 üncü sayfa­ sında, kahvenin kullanılmaya başlandığı tarihi 1554 yı­ lında olup, o vakte kadar İstanbul'da kahve, kahvehane yokmuş. Ancak o tarihden sonra Halep'den Hakim ve Şam'dan da Şems adlarında iki kişi gelerek, Tahtaka· le'de birer dükkan açtıkları ve burada kahveeilik yap­ tıklan ve bundan sonra buralara yavaş yavaş keyi( eh­ li, katipler, şairler ve devrin ileri gelenleri toplana­ narak, kimi tavla, kimi Satranç oynamakta, bir kısmı da

kitap ve divan

okudukları

bilinmektedir.

Her

yeni şeye itiraz etmeyi hastalık derecesinde adet edin­

miş olan alimler ise, kömür derecesine varan bir mad­ denin kullanılması haramdır, diye fetvalar vermişler

ise: de yayılmasına ve kullanılmasına mani olarnamış­ lar

ve

halk arasında sevilmesinin önüne geçememiş­

lerdir. Kahve bundan sonra, kibar meclislerinde de fagfuri ve çini fincanlar ve gümüş kafe.sli zarflar için­ de kullanılmaya başlamıştır. Bir zamanlar İran şairlerinden Hikmeti adında bir zat bu kahvelerden birine gidip otuı-muş. Kahveci de Usulen kahve pişirip getirmiş. Kahve

nıy·l siyah anı içmez Hlkmeti

Kahveci de hiddetlenerek o da şaire şu sözlerle karşılık vermiş. Buna

ehl-1 lrfan şe�tl derler, Iç anasam .......... .

dllfmln nlkbetl

.

•.

Son zamanlarda Direklerarasında meşhur Hacı Re­ şid'in çayhanesi il.e bez fabrikası kapı çuhadarı olduğu halde, yalnız Ramazan-ı Şe:rife mahsus olmak üzere,

F:

10


146 yine Direkler arasında bir dükkan kiralayan meşhur Hacı Murad'ın pişirdiği kahveler pek nefis oldu� gi­ bi, yapmacık olan mddetleri de meşhurdu. Ramazan hazıı:lıklarına katılanların başlıcalann­ dan bir takımı da, geceleri fazla ra!bet gören Karagöz ve Orta Oyunu, çalgı ve sonralan tiyatrocul.ardı. Ge­ rek bunlar ve. gerek geceleri çarşı hamamlarının açıl­ masına bazı seneler sekizinde, bazı seneler de onunda izin verilirdi. Bazı kimseler buna bir matta veremez, eter bir mahzunı yoksa neden sekize veya on'a kadar yasaklanıyor · da, on'dan sonra izin veriliyor? diye söy- . lenirlerdi. Bu izin gecikmesini m�kul bir sebebe bağ­ layamayanlar herhalde bunun sebebi bir görenek olsa diye düşünüp ·hüküm verirlerdi. .Nitekim sonralan Ra. mazamn ilk akşamından itibaren bu gibi yerlere izin verilrneğe başlandı. . Bir de Ram azan gec�lerinde en fazla kalabalık olan yerler Aksaray, Divanyolu, Tophane, Şehzadebaşı, Di­ reklerarası, Galata'daki Çeşme Meydanı gibi caddeler olup, bu caddelerde bulunan kahveler ve çaycı dükkan· lan�da ve tulumbacı kahvelerinde büyük hazırlıklar yapılır ve Ramazan geceleri dükkaniann içerisi hınca­ hınç dolardı. Garsonlar bellerinde peŞtimallar olduğu halde, ellerindeki maşaları şakırdatarak, dört tarafa seğirtip: - Buyurun ağalar, buyurun. Sözleriyle devamlı müşteri ça�nrlar ve bir taraftan da çubuk, kahve, nargile ve ateş yetiştirrneğe çalışırlardı. Bunun için kahveterin sahipleri garsonlann genç ve çevik ve bu işlerde yatkın olmasına çok dik·k�t eder-


147

lerdi. ,Bu gibi kahvelerin bazılarında saz şairleri, bazı­ larında da zurna veya klarnet, çifte nara darbuka, ma­ şah· zil gibi çalgılar bulundurulurdu. Sonraları münasip yerlerde kıraathaneler açılarak, Ramazan geceleri zamanın en seçkin müzisyenleri ve okuyucuları, incesazlar bulundurulmaya başlandı. Ramazan'ın ilk günü bütiin devlet daireleri tatil edilir, gazeteler çıkma:idı. Ramazanlarda bütün re.smi dairelere memurlar sıra ile devam ederlerdi. Bunun için aynca bir de nöbet eelveli düzenlenerek, çalışma odalarına asılırdı. Kış Ramazanlarında günler kısa ol­ duğu için, resmi dairelerin gece açık bulundurulduğu da bilinmektedir. Hatta 1863 yılı Ramazan'ında Bab-ı Ser Askeri ve Tophane Müşiriyet daireleri geceleri açık bulundurulup, gündüzleri kapatılmıştı. Camii şeriflerde namazdan sonra mukabele oku­ yan hafızlar, Ramazan'a onbeş gün kalarak mukabele­ ye başlarlardı. Sultan Beyazıt, Fatih, ca.mileri avlula­ rında her Ramazan sergiler açılması adet olduğundan bu sergilerde teşhir olunacak eşyalar hazırlanırdı. Bu sergiler evkaf tarafından toptan artırmaya çıkarılır ve üzerine kalan müteahhit sergiye katılacak

firmalara

yerleri ayrı ayrı kiralardı. 1861 yılı Ramazan'ında Be­ yazıt sergisinin kira bedeli 4300 kuruşta Sahaf Kay­ seri'li Mehmet efendide kalmıştı. Zamanın şairleri, sadrıazam ve Şeyhülislam ve ve­

kil ve vezirlere takdim olunmak üzere Ramazaniye Ka­ sideler yazmakla uğraşırlardı.

Şair merhum

Saib'in

Ramazaniye Kasi�esi pek nıeşhur ve şairterin arasın­ da da pek makbuldu. Hatta Çaytak Tevfik bey (İstan-


148 bul'da Bir Sene) ismiyle yazdığı kitabında Ramazan ge­ celerini çok iyi tasvir etmiştir.

RAMAZANIN İLK GtiN'O NASIL TESPİT EDİLİRDİ? Ramazan'ın ilk gününü tespit etme meselesi İstan­ bul Kadılığına ait bir ödev olduğundan (yevm i şek) (1) gecesi İstanbul Kadısı ile memurlarının Şeyhülislam Kapısında hazır bulunmaları lazım geldiğinden, o ak­ şam için Kadı efendi dairesinde, diyanet işleri memur­ larına mükemmel bir ziyafet çekmesi adet idi. Urya­

ni Zade merhum Ahmet Esat Efendi, Şeyhülislam bu­ _lunduğu zaman, İstıanl;?ul Kadısı bulunan Gelenbevi Zade Hayrullah Efendi, Ramazan'a bir kaç gün kala, bu ziyafetin tertibi hakkında o vakitler vakayı katibi bulunan Naf.iz Efendi ile konuşarak, gerek yorgancı çarşısından getirtilecek mobilya kirası, gerekse yiye­

cek ve sairenin tedarik ve satın alınması için yetmiş, seksen lira arasında bir paranın lazım olacağını anla­ ması üzerine, sırf bu yükden kurtulabilmek için, bir çare düşünerek, derhal biniş'ini giyinip Şeyhülislam'ın huzuruna çıkar. Önce sudan havadan konuştuktan son­ ra, bir münasebet düşürerek (Canım efendim, Hamir, Karib ile Bait

arasında

devran ederse,

Karibe mi

(1) EDer Şaban aıtının yirmidokuzuncu gününün akşamı

auın görllldüDü ispat edilirse, ertesi günü ramazan tldn olunur. ispat olunmadıDı halde, Şaban otuz gün sayılarak artık ayın görlllmestne Züzum kalmadığın· dan (yevm-i Şek) Şaban auının otuzuncu günü de· mek olurdu.


149 atfolunur, yoksa

Baide mi?)

diye bir soru

sorar.

Seyhülislam Efendi de sualden kasdedilen neticeyi an­ Jamayarak birdenbir� (Karibe atfolunur) diye cevap ve­ rince, bunu bir fırsat kabul ederek (Allah ömürler ver­ sin, öyle ise arzum yerini buldu. Ramazan yaklaştı. İki üç gece sonra ayın sabit olması için dairede kalınaca­ ğından ve şimdiye kadar İstanbul Kadılan bu kaideyi bilmeqiklerinden yemekleri evlerinden, mobilyaları da yorgancı çarşısından getirtirlermiş. Bizim ev Fatih ci­ varında, halbuki sizin mutfağınız İstanbul Kadılığı dai­ resinin b.i.tiş.iğinde bulunduğundan yenmesi adet olan yemek ve sairenin efendimize ait olması lazım gelir. Bundan bana düşecek vazife sadece bu güzel yemek­ lerden tatmak olacakdır. Bu sebeple kahyanıza ferman buyurun tedarikini görsün) demiş ve Şeyhülislam da çaresiz razı olmakla mobilya masrafı yapmamak için de Kadılık dair�sinde yapılacak merasirnin bu defalık Şeyhülislam dairesinde

yapılmasını .emir buyurarak,

bu ziyafete zamanın bir çok ileri gelenlerini çağırmış­ lardı.

O akşam oğlu Halid Molla Bey ile beraber ben de orada bulundum. Doğrusu yemekler gayet nefis ve çok­ ça olmakla beraber, çok da güzel tertiplenmişti. Her­ kes bol bol yedi, içti. Yemekten sonra misafirler, dai­ resinin büyük odasına alındılar. O vakit odanın döşe­ meleri henüz sandalye ve kanapelere dönmemiş ve es­ ki şekilde köşe · sedirleri, çuha ve çatma yastıklarla döşeli idi. Renk renk kürkler içinde, yeşil ve beyaz imameli uzun kır ve beyaz sakallı yüksek mevkiler sa­ hibi kimseler ve aralarında çenber sakallı, alaturka setreli mülkiyelilerin bu sedirler üzerinde, kimi dizi-


ıso ni dikmiş, kimi diz çökmüş, kimi de ba�daş kurmuş oduklan halde, vakurane oturup, uzun

çubuklannın

dumanlarını savururlardı. Manzara hakikaten pek hoş ve heybetli idi. İstanbul'da zahmetsizce ayı görebilmek .

mümkün

olan yerler Harbiye Nezareti meydanında bulunan yangın kulesi, Süleymaniye ve Fatih, Cerrahpaşa, Sultan Selim, Edirne Kapısı camilerinin minareleri olduğun­ dan, buralara gönderilmiş olan memurlar ve bu me· murlann yaruna katılan camiierin hademeleri ile baz, dikkatli

meraklılardan

Ramazan

ayını

görenler,

gelip kadılığa ha�r verdikleri zaman, çubukl�r kal­ kar herkes daha resmi bir vaziyet alırdı. O gece Şey-.

,hülislamın işareti üzerine odaya iki adam girdi. Bir davanın anlatılması icabettiğinden iki taraf teşkil edildi. •

Biri ötekinden bir müddet evvel satmış olduğu bir .mercan tesbih bedelinden. yüz kuruş alacağı olduğunu ileri sürdü. . B.u �lacağını girecek olan Ramazan ayının . . ilk gecesi almak üzere .aralarında kararlaştırdıklarını söyledi. Halbuki borcun vadesi, Ramazan'ın girmesi ile

· gelmiş . olduğundan bu alaca�inı vermeyen borçludan

davacı olduğunu ileri sürdü. Di�er taraf ise borc:unu

.

kabul ·ederek, ancak henüz ramazan girmedi� için öde­ me zamanının gelmediğini iddia etti. Kadı efendi da­ vacıdan şahit istedi. Yeni ayın hilalini görenler huzu­ ra gelip, borçlunun yüzüne karşı, bu akşam ezandan üç dakika sonra minareden ayı gördük. Bu gece Ra­ mazanın ilkjdir. Biz şahadet ederiz dediler. Şahitlerin dinienitmesine pek ziyade dikkat edildiğinden, . hatta bir aralık yapılan teklif üzerine, o zaman Şeriye Tet­ kikat Meclisi Başkanlığında bulunan Halit Efendi, ayın


ısı

. görülen şeki l hakkında şahitlere sorular sordu. Bundan sonra tezkiye naibi ve di�er memurlar gizli ve açık oylarla şaJıitlerin şahadetlerini ve davanın sabit oluşunu iki taraf yüzüne söylediklerinden, Kadı efendi Ramazan'ın girişini kabul ederek davayı alacaklıllıln lehine karara bağladı. Muhakemenin başlamasından itibaren, son bulduğu ana kadar Fetvakapısı kapatıl- · mış ve dışarıya hiç bir suretle bir haber ulaştıolma­ masına son derece dikkat· sarfedilmişti. Ramazan'ın gi­ rişinin kabulünü bekleyen Süleymaniye camii mahya. cı başısı bile. kapıda alıkonularak Vakayi katibi tara­ fından muhakeme neticesini bildiren illmm taiızim ve defterine kaydedildikten sonra Ramazan'ın sabit oldu­ ğu ve o gece keyfiyetiİı ilan edilmesi ve ferdası günün Ramazan olacağının makamata bildirilmesi hakkında diğer bir ilam-ı şer'i tanzim ve Kadı efendi tarafından mühürlendikten sonra, kapılann açılmasına izin veril­ di. Mahyacı �aşı tarafından da tahta kutu içinde bu­ lunan kandil ile dairenin b�nek taşından Süleymaniye camii minarelerinde bekleyen kandilcilere işaret verildi. Birinci ilam mahkemede · saklanarak, ikinci ilam Şeyhülislama arz edilmek üzere Kadı tarafından mü­ hürleiıerek Vakayi Katibi Efendiye teslim edildi ve Sadrıazam'a gönderildi. Vakayı katibine mahk�menin baş mübaşiri ile bir kaç çuhadar refakat etmekteydi. .

.

.

Yakın zamanlara kadar Sadnazamlar bu suretle ge­ len Vakayi katipierine ve beraberindekilere hediye�er ve paralar verirlerdi. Hatta Mekteb-i Nevvab Müdür­ lüğünde bulunan Osman Efend·i, Vakayi Katipli� za­ manında Merhum Ali Paşa'dan elli altın aldığını söy. lemişti.


152 Süleymaniye camii kandilcileri aldıkları işaret üze-. rine, kandilleri yakmış ve be�çiler davullarını çalarak, Ramazan'ın başladığını mahalleleri halkına duyurmuş· lardı. Eskiden Dördüncü Murat zamanında Bağdat fet­ hedildiği zaman son gülleyi atan top padişah sarayın­ da özel bir daireye yerleştirilmiş olduğundan, daime . dolu durur ve yalnız senede bir defa Ramazan'ın ilanında atılırdı.

RAMAZAN TEBRiKLERi, SEViNCi, ŞEHRİN AYDINLATILMASI Ramazan'ın ilanından dolayı bütün İslamların bü­ yüklü küçüklü sevinç ile birbirlerini tebrik etmeleri adetti. Kahve peykelerinde çubuk ve nargilelerini içen ağır başlı, beyaz veyıa abani sarıklı, derviş kıyafetli veya fesli dindar adamlar, .yerli ve dışarılıklı satıcılar, babalarla çocuklar, fenerleri ellerinde olarak akın akın camilere koşarlar, saf saf, ha,ıin hazin Kur'an okunma­ sını ve müezzinlerin yüksek perdeden okudukları eza­ nı dinler ve namazlarını kılarak dua ederlerdi. Tera­ vihden sonra, herkes bir birini tebrik ederdi. Minarelerde temcitler okunınaya ve (Merhaba ya Şehri Ramazan) ve (Safa Geldin ya şehr-i Ramazan) gibi cümlelerle Selatin camilerinde

malıyalar kurul­

maya başlardı. Mahyaların, Ramazan'ın onbeşine kadar buna benzer sözlerle,

onbeşinden

sonra da münasip

tesimlerle süslenmesi adetti. Büyük camilerio minarelerinde kandil uçurtmala­ rı bulunurdu. Bu uçurtmalar iplerinin bir ucu mina·


153 reterin şerefelerine, diğer ucu da cami avlusunun şe­ refeye karşı bir yerinde yüksek bir yere bağlanır, uç�rt­ macı teravih'den sonra bunu

uçurtmaya başlar,

se­

yirciler cami avlusunda, birikir, uçurtmacı da o sırada kandil ipini avluya bağlı

olduğu yere kadar

sahve­

rirdi. Seyirciler de kandil kutusunun bir tarafına şe­ ker veya kurabiye gibi şeyler koyup, uçurtmacıya he.

.

diye gönde�irlerdi. Camilerin, hele Ayasofya camiinin kubbeye kadar olan kısmındaki kandiller ortadaki top karidillerle beraber yakılır, içlednde de mahya kuru­

turdu.

İsta'nbul'da, Avrupa'da olduğu gibi, gece hayatı ol­ madağından, yatsıdan sonra herkes evinde uykuya dal­ dığı halde, Ramazan geceleri halk sokaklara dökülür, . kahveler, dükkanlar salıura kadar açık bulunurdu. Bunların kandilleri, fanuslan,

lambaları ile caddeler

aydınanır, bazı kahveterin önüne resimlerle süslü ve kağıttan yapılmış fenerler konur, aileler Ramazan geeelerinde birbirlerine

misafir giderlerdi.

,

Bu sebeple

ıssız olan arka sokaklar bile karşılıklı evlerin kafesleri arasından sızan ışıklarta aydınlanırdı. İstanbul çocukları yazımız kısmında anlatıldığı gi­ bi, mahalle

aralarının

Ramazc:yı gecelerinde

aydınla­

ttlması hususunda çocukl,arın gayretleri de inkar edi­ lemez. Geceleri sokakların aydınlık bulunması · her husus· ta iyi olduğl�ndan, çarşılarda bulunan dükkaniarın önü. ne karidil asılması ve kimseyi zorlamadan, istekli olan­ ların evlerinin kapılarına fener asmaları 1846 yılında ilan edidiği gibi, 1856 tarihinde de Dolmabahçe Gaz-


154 hanesinden Beyo�lu caddesine havagazı boruları çekil­ mek suretiyle bu cadde ışıklandırılmıştı. İstanbul Üsküdar ve Bo�aziçi köylerinin sulu

gazla aydınlatıl­

ması için beher lamhaya yirmiki buçuk kuruş alınmak ve bu para mahalle imamları tarafından toplanmak ve Zabtiye veznesine teslim edilmek üzere 1864 yılın­ da Mösyö Hirş adında bir ecnebiye taahhüt ettiril­ mişti. Ramazan geceleri

caddelerin kalabalı�ı,

sahur

vaktına kadar devam eder, herkes istedi� yerde ge­ zip, istedi�i e�lenceye giderek vakit geçiiİrdi. Büyükler de Vükela konaklarına giderler ve karşılıklı birbirleri­ ni konaklarda ziyaret ederek. vakit geÇirir-lerdi. Bu gi­ bi toplantılarda ekseriyetle hoş sohbet misafirler de bulunur, böyle meclisierin e�encelerine doyum olmaz­ dı. Halkımızın bazılan da sabah namazlarını büyük camilerde kılınayı adet ettiklerinden, semtlerine göre, Ayasofya, Beyazıt, Süleymaniye, Fatih, Eyüp camileri­ ne giderlerdi. Ekseri halk sabah namazından sonra yatıp uyku ile gününü geçirmek isterdi. Maa-ma-fih adet de�şikli�inden dolayı önceleri kimi uyumaya çalışıp da, uyuyamadı�ından, gözleri kızarm�ş ve kimisi tir­

yakilik titizliği ile, evde kavga çıkarmış olduğundan, hiddetle sokağa fırlarmış. tık günlerinde .herkeste bir değişiklik meydana gelir, bazıları Ramazan'ın intizamı bilimiyledir derlerdi.

DAVULCULAR, HUZUR DERSLERİ Ramazan gelmesiyle davul sesleri de beraber ge­ lirdi. Her

gece

sahur

vaktine

kadar yakın mahaJle


155 bckçiler.i, davul

çalarak mahallelerini

dolaşır ve ara­

da b,ir davul kesip (sahur vaktidir, saatler sekize geli­ yor) diye bağırıp, davul çalarlardı. Unkapanı kahvele­ rinde ha.inallar davul çalmaya Ramazan'ın ilk gece­ sinden başlar, ikinci, üçüncü geceler bekçiler ücretle •

tuttukları tekerlemecileri .)'anlarına alarak mahallesinde bulunan konaklann ve evlerin kapılarında durup: Besmel�yle çıi:tım yola, Sehbn verdim sata sola.

Benim mürüvvetU efendim,

Devletiniz daim ola.

başlangıcı ile bir takım tekerlerneler söylerler, bunlar­ la hanımlar ve çocuklar eğenirdi. Hele:

HalayıkJar, ha1ayıklar, Ocak başmda sayıklar. Davulun sesini duyunca, Plrlnçln taşın ayıklar. gibilerine çok gülerlerdi. Selçuki Sutanı Aa-addin

tarafı:.Jdan hediye edilen

davul Bursa'da Orhan Gazi türbesinde asılı olduğu hal­ de, Bursa'hlarca büyük yangın denilen 1801 tarihinde meydana gelen yangında yanmış olduğu rivayet edi­ lir. Bu olay davulun milli bir yadigar olmasından do­ layı üzülmeğe değer: Ramazan gecelerinde çocukların (Helesa) tekerle­

meleri de v.ardı. (Uzunçarşı çamur olmuş',

baldavalar hamur olmuş, tiryakller mahmur olmuş, Helesa, He­ lesa ) güftelerini yüksek sesle avaz avaz söylerlerdi. ••


156 Ramazan-ı $erifde padişah sarayında Huzur Der­ gisi adı ile bir meclis kurulmak adetti. Her meclisde ülemadan bir ve müde11rislerden yedişer, sekizer din� Ieyici bulunup, bir müderris tarafından bir kaç Ayeti Kerime okunur ve manası anlatılır bunlarla dinleyici­ ler arasında sualli cevaph bir münazara olurou. So­ nunda da bu mesele bir neticeye bağlanınca, padişah tarafından hepsine ihsanlartla bulunulurdu. Bu gibi münazaraların yapılması bir .edeb ve ter­ biye dahilinde olmasına çok dikkat edildiği halde, bazı hoca efendiler konu dışına çıkarak işi şahsiyete dök­ tükleri de çok kerre görülen şeylerdendi. Bu münazaraları Sultan Üçüncü Mus tafa esaslan­ dırmış, onun zamanında bir müderris. ile beş muhatap bulunması usul kabul edilmiş idi, sonraları bu sayılar artırılmıştır. Ramazan'ın birinci günü başlar, sekizinci günü son bulurdu. Sultan Il. Hamid bu usulü �eğiştirip, sekiz müderrisin her birini istediği gün toplardı.

İSTANBUL SERGİSİ 1862 tarihinde Sultan Ahmet meydanında, şimdiki parkın bulunduğu yerde kurulan (Osmanlı Sergisi) nin açılış töreni Ramazan'a rastladığı için, bu törenin Ramazan'ın on'una rastlayan Cuma günü yapılması ka­ rarlaştırılmış, Ayasofya camiinde tertip olunan selamlık . resminden sonra yapılmıştı. O vakit Sadrezarn Mısırlı Kamil Paşa, Dış İşleri Bakanı Ali Paşa ve Serasker de Fuat Paşa idi.


157 Mısır valisi İsmail Paşa 1862 de Mısır valiliğine atandığından d<;»layı İstanbul'da bulunmaktaydı. O da bu törende hazır bulunmuştu. Padişah tarafından ken­ disine Ramazan h�diyesi olarak kırk kıratlık pırlan­ tadan yapılmış bir yüzük, Serasker Fuat Paşa'ya da kıymetli bir saat hediye ve ihsan edilmişti.

PADiŞAHIN İFI'ARA GİTIİGİ KONAKLAR O Ramazan Sultan Abdulaziz bir akşam sergide bulunan hususi dairelerinde, iftar etmiş, babası Sultan Mahmud'un adeti olduğu üzere bir akşam da kendi­ sini memnun etmek ve mükafatlandırmak maksadiyle Sadrıazam Kamil Paşa'nın Konağına iftara gitmişti. Sadnazam, padiŞaha Şeyh hattı ile gayet güzel bezenmiş bir Kur'an-ı Keıim hediye etmişti. •

Vak'ayı Hayriyeden sonra Sultan Mahmud bHhas­ sa Ramazanlarda Sadnazam ve Şeyhülislam ve diğer vekillerine, evlerine, giderek onları memnun etmeyi adet etmişlerdi. Halen Şeyhülislam kapısında olduğu gibi, Sadrıazam da Bab-ı Ali'de ve Serasker de Bab-ı Seraskeri'de aileleri ile birlikte oturduklarından 1833 senesi Ramazan'ında bir akşam Bah-ı Ali'de Sadrıa­ zamın ve bir akşam Bab-ı Fetva'da Şeyhülislam Ab­ dulvehhap efendinin ve yine bir akşam da Bab-ı Se� raskeride Husrev Paşa'nın, keza bir akşam Kapdan-ı Derya Çengeloğlu Tahir Paşa'nın Hoca Paşa civarında bulunan konağında ve bir akşam da Tophane Müşiri Halil Rıfat Paşa'nın Fındıklı'da muvakkat olarak otur­ duğu sahilhanede 1ftar etmişler ve bu iftarlarıri hep­ sinde teravih namazlarını da kılarak dönmüşlerdi. 1834


158 yılı Ramazanında Bab-ı

Seraskeride iftar edip,

killerle birlikte teravih

namazını Beyazıt

ve­

camiinde

kılmışlardı. İkinci Sultan Mahmut halkın halil)i ince· lemek ve hele Ramazan keyiflerini görüp anlamayı adet

haline getirdikleri için, Ramazan günlerinde Beşiktaş Sarayından İstanbul tarafına geçer,

Kapalı Çarşı'da

Kalpakçılar başında bir tuhafiyeci dükkanında ve Be­ yazıt'da Tütüncü dükkanında oturarak, gelip geçenle­ ri seyreder ve cami içinde dolaşarak, bazı hafız ve vaizleri dinler, bazan da kendileri katip kıyafetine gi­ ·rerek, meşhur müsabibi Sait Efendi ile birlikte teb­ dil gezerlerdi.

CAMİ ÖNLERiNDEKi SERGİLERDE NELER SATILIRDI Hidiv İsmail Paşa 1862 yılı Ramazan;ında İstan­ bul'da bulundu� için Yeni cami, Beyazıt v.e Mirgün camilerinde Mısır'dan özel olarak getirtilen hafızl�n gidip dinlerdi, Fuat Paşa ilk sadrazam oldu� sırada Nu:ru Osmaniye camiinde zamanın en tanınmış alimle­ rinden Murat Molla

dergahı postuişini

Reisülkurra

Feyzullah Efendi ile Hafız Galip Efendiyi vaiz ve Kur'· '

anı-ı Kerimi güzel okuyan iki de hafız tayin eylediklerinden, Kapıcı ricali evvela Nuruosmaniye camiine ge­ lirler, sonra çarşı içi yolu ile Beyazıt camii şerifine teşrif ederler, bazıları da sergilerde

vakit geçirerek,

hoş sohbet kişilerin Ramazan hikayelerini dinler, gah sergi eşyasını gözden geçirirler, beğendiklerini iftar vak­ ti konağa getirmesi için satıcısına tenbihde . bulunur­ Jardı. Sergiciler de hem iftarda kalır, hem de getirdik-


159 leri eşyabın parasını diş kirası ile birlikte fazlası ile alırlardı. Bu eşya, Hafız Osman, Rakım ve Celaleddin gibi meşhur hattatların yazıları ve nefis kitapları veya bazı antika ve eski madeni tabaklar, saksonya kaseler, çubuk takımları gibi şeylerdi. Bazi kimseleri

Rama­

zanlarda tesbih merakı da bir hayli meşgul ederdi. Al-: tın Kamçılı Mercan, Öd Ağacı, Anber gibi tesbihler de bu alış verişlere dabildi. .

Bir eski mecmuada gözüme iliştiğine göre, müşte­ rinin ilgisini çekmek için Tesbilıçi Emir adında bir. ı.at, dükkanı önünd,e: (Tesbihim bi.rer pareye) diye ba­ ğırırmış. Ne garip bir tesadüftür ki, bu (Tesbihim bi­ rer pareye) tabiri bu zatın ölümüne tarih olmuş. Müs-

·

takim Zade merhum kendi zamanından evvelki bir çok vak'a· ve olaylara tarih söylemek adetinde

bulundu­

ğundan, kendinin belki pek gençliği zamanına rastlayan bu tesbilıçi Emir'in ölümüne de şu: (Yüz çevirdi hayf tesbilıçi fenadan beka'ya 1157-1744)

beytini tarih dü­

şünnüştür. Tesbih yapan esnafın yaptıklan teshipleri dükkan­ Iarında satmak adet olduğuna göre, bu tesbilıçi Emir'­ in böyle özel çağırışla tesbih satması, kendisinin ya

Beyazıt, yahut Fatih camilerinden birinin avlusunda her zaman rastladığımız esnafdan olduğu sanılmakta­ dır. Bundan anlaşılıyor ki, bu iki cami-i şerif avlula· nnda sergi açılmak adeti 1744 yılından önce başlamış oluyor. Beyoğlundan ecnebiler .eşleriyle birlikte bu sergi­ leri gezmek için gelirler, hatta beğendikleri eşyayı da satın alırlardı. Bazı laubali kimseler de, sergilerde otu- ·


160 ran mevki sahibi ve kibar tanıdıklarının yanına gelir­ ler, onları etekliyerek, riyakar cümlelerle, çeşitli şak­ labanlıklar, dalkavukluklar yaparlar, karşılarındakileri tuhaflık ve hazır cevaplılıklarla güldürerek, tesbih, çu­ buk, ağızlık gibi hediyeler satın aldır.ırlardı. Bu gibi adamlar sonraları tütün sergisinden tütün ve sigara l)aketleri hediyesine kadar tenezzül eder oldular. Hereke ve Feshane fabrikalarının dokuduğu ku­ maşları sergileyen yerlerle, Çinli tüccarların Çin'den getirdikleri çay, yemek ve sofra takımları ile, İran ve yerli dokuma halı, kilim ve seccade sergilerinde de çok güzel eserler bulunurdu. İşte camiler de hele Beyazıt ve Fatih Camiinir:ı içi ve dışı halkla hıncahı·nç dolu olduğu gibi, Sultanahmet ve Şehzade, Laleli Camileri de kadınlarla dolar ve bü­ tün gün evvela Kapahçarşı, sonra Beyazıt Meydanı ve daha sonra Şehzadebaşı Direklerarası caddeleri kadın erkek yayalar ve arabalılardan geçilmez bir halde ka­ labalık olurdu. Zeynep Hanım konağından Şehzade ka­ rakoluna kadar arabalar ve yayalar durmadan piyasa ederlerdi. Ramazanda konuşulan sözlerin hemen hepsi, fa­ lan camide falan hafızın sesi çok güzel. falan yerdeki .hatibin hutbesine doyulmuyor, falan hocanın münase­ betsizliği çekilmez gibi sözlerdi. Bir vakitler Beyazıt Ca�ii şerifinde Kayserili bir vaiz türemişti. Herif ga­ yet şaklaban olduğundan, çok kişi eğlenmek için onun vaazına koşarlardı. Vaiz sırasında (rakıya verin ağız­ lar, tütüne verin savrun, hocaya gelince bağırın, alın mı cenneti) diye elini rahleye vurur bağırır, herkesi


'

'

"'.. ·� ...

.. •

'1(;.

i• "

c ' ". .

. .

..,

•• •

... ..

,.

� r.

'

l , ,-ll .

'

'

f_ .'

.. •

A '

.. 1

·J· •

•'

"

'

.

<

,. .;,­ ,.

••

Batılı ressam/annfırçası ile canlandırılan bir köşe

F

ıı


162

güldürürdü. Şeyh Şallafe denilen mukallit bir herifin de Galata'da Arap Camiinde kürsüye çıkıp (yarın ruz-i kıyamette Hallac-ı Mansur dünyayı böyle atacak) baş­ langıcı ile hallaç taklidi yaptığı ve karşılığında zama­ nın modern yaşayan kişilerinden bir hayli balışişler aldığı meşhurdur.

*

Fatma Sultanın ilk kocası Reşit Paşa Zade merhum Ali Galip Paşa ekseriya gelip bu Kayserili herifi din­ ler ve ağaları eliyle hediyeler verirdi... Bir ramazan, Paşa, elinde gördüğüm inci tesbihinin, kayınpederleri Sultan Abdülmecid hazretleri tarafından ramazan he­ diyesi olarak ihsan buyurolduğunu söylemişlerdi. Şehzade Camiinde başında sarık, arkasında biniş oldu� halde 1863 senesi ramazan-ı şerifinde ikindiden

sonra Ali Suavi Efendi vaaza çıkmıştı. O tarihte yaşı

otuz kadardı. İslam hukukunu çok iyi anlatıyor diye dindaşlarımızdan birçok kişi vaazında hazır bulunu­ vorl=-rdı. OSMANLI

SERGtst DEDİKODUSU

.

Her şeyin bir kusurunu bulup karşı koymayı ken­ disine adet edinmiş olan kişiler her devirde eksik ol­ . madığı ve hele ramazanlarda dillerine bir şey dolayıp, ukalalık etmeye bayıldıkları gibi 1862 Ramazamnda en çok söz ve dedikodu · konusu olan da Osmanlı Sergisi olmuştu. Mesela Meclis-i Vala

.

Mazbata Odası

.

şefle-

noden Arif Beyin Peyk-i Zafer kalyonunun resmi ile yine Refik Beyin, içine bazı yapma çiçekler koyarak yaptığı sürahinin sergiye konulması

hususlarına iti­

raz edildi. Çünkü sergi.ntn açılmasından maksat

gö-


163

rülmemiş şeylerin teşhiri olmayıp, asıl maksat, mem­ leketin toprak ürünlerini ve

fa·brikalann imalatını

göstermek hususlanndan ibaret olduğunu söyleyerek

bk hayli konuşmalar geçti. Hattil ramazan içinde Va­ lide Sultan�n sergi dairesine gelip, kadınlar gününün

açılış törenini yapması ve Sergi Komisyonu Reisi Mısır­ lı Mustafa Fazıl Paşaya ve üyelerden Fuat Paşa Zade .

.

Nazım ve kapı kethudası Azmi Beylere birer mücevherli enf.iye kutusu hediye etmeleri bile (ikinci açılış töreni) denilerek, alay ve itiraz konusu oldu.

RAMAZAN

GÜNLERİ NASIL

Halkımızın

biribi.rine,

VAKİT

GEÇİRİLİRDİ?

•Nasıl vakit geçiriyorsu­

nuz?• sorusundan da anlaşılaca� gibi, ramazan günle­ rinde birinci derecede aranılan şey vaktini hoş geçir­ mek için kendine e�lence aramak oldu�dan ramazan

günlerinde vakit geçirmek için belirli yerlerden biri de Kapalıçarşıdaki Sandal Bedesteni idi. Vaktiyle bedes­ ten dolaptannın her birinde bi�kaç bin keselik

kıy­

metli eşya bulunurdu. Buraya ekseriya aziedilmiş vekillerle, bazı mecl.is azaları ve kapı kethudaları gibi, ödevleııi hafif olan eski adamlar gelirler, dolap adı ve­ rilen dükkaniarda oturarak, birbirleriyle sohbet eder­ lerdi. Bunlar eski maden ve Saksonya tabak ve kase­ leri, buhurdan, güJabdan, şamdan· gibi gümüş takım­ larını ve Lahur şalları v� nadide saatlan ve diter kıy­

metli eşyayı gözden geçirirler ve bu eşyadan · her biri

hakkında birbirlerine bilgi verirlerdi. İçlerinde bu eş.­ yaJardan beğendiklerini alanlar da olurdu.


164

İşte gündüzleri cainilerin ziyareti, bedesten ve ca· mi sergilerinin gezilmesi, yaşltiann ve a�rbaşlılann Kalpakçılarbaşı, Beyazıt ve Şehzadebaşı gibi caddelerli gezilmesi de gençleı in e�lencesiydi. Akşamlan birbir lerini iftara davet ve geceleri kahvelerde top�nıp soh bet etmek veya oyun oynamak da başka bir e�lencc teşkil ederdi. Aksaray, Şehzadebaşı, Tophane gibi caddelerde ra· . mıazan geceleri insan bir ceryana kapılır, adeta hesaplı adım atmak icab ederdi. O zamanlar caddeler daha dar ve e� bü�rü olduğundan dolayı, omuz kakma­ sından, dirsek çarpmasından, ayak çiğnemesinden kur­ tulmak mümkün olmaz, hele dalgın bulunmaya hiç gel­ mezdi. Alabildi�ne yüriiyenlerden birinin çarpmasiy­ le insan sendeleyip, şerbetçi tablasına çarpar, manav dükkanlannın önüne atılmış karpuz kabukianna basa­ rak aya�ı kayar, düşer, yaya kaldınmlarına çıkmak da mümkün olamaz, çünkü kahveciler, çaycılar iskemle ve sandalyelerle doldurmuş olurlardı. Büyük caddelerde ve bazı boş arsalarda, denne çatma barakalarda Pandomima ve atcambazı tiyatrolannın orkestralan, orta oyunlarının zurna gürültüleri, hovarda kahvelerinin darbuka, çifte nara, klarnet patır­ tılan, çaycılann (buyurun beyim) sesleri, (haniya buz gibi limonatam) ba�rışları, hayale, karagöze davetleri devam ederdi. Çaycı ve berber dükkanlannın önünde­ ki sandalyalarda oturan beyler ve efendiler arasında (İskilip hamndaki incesaz hakikaten çok güzel, hele keman taksimi insanı mest ediyor... Bugünkü Ceride-i Havadis'i -Havadis Gazetesi- okudunuz mu?) sözleri •


165 işitilirdi. BeyoAiunda Naum'un tiyatrosundan zikasından söz edilirdi. KAHVE

ve

mu­

SOHBETI.ERI NASIL OLURDU?

Mahallelerıin kibardan geçinen· ihtiyar kahvelerin­ de biri: eKatir şeytan sebep oldu, bu gece teravih na­

mazını kaçırdıkıt bir başkasc eSimitleri kasap dükka­

nında unutmuşum. Geri dönmeye .mecbur olduin. Kar­ deş sokaklarm kalabalı�an geçilmiyor ki, iftara ye­ tişemedim, yolda

top

atıldı• bir üçüncüsü:

eCenab-ı

Hak taksiratımızı affetsin, dünya öyle bir detişti kb, başka biri tarafindan: eKış ramua�ı mı iyidir., yaz ra­

mazaİıı mı?• diye sorulan suale ukalidan biri: eBana kalırsa sonbahar ramazam hoştur. Havalar orta,

gün­

ler kısa, sebze ve meyve bob cevabını verir. Öteden

bir hkracı: eBektaşiye, ramazam mı seversin, bayramı

mı diye sormuşlar, ramazam cevabını vermiş. Ne için

dediklerinde, yenir de, onun için cevabını vermiş• fık­ rasını anlatır. Bir aralık sohbet tütünlerin fiyat ve ne­ faseti meselesine gelir. Geveze ihtiya� birisi: eKoska'

da tütüncü bir Ali Bayrakdar vardı, sat ise kulaklan

çmlasın, öldüyse Mevla rahmet eylesin. Bizim Tatar­

ağası Hüseyin Ağanm eski dostu}'du. Ramazanlık tü­

tünlerimizi

ona

ısmarlardı. Bir ramazan, eğer paraya

kıyabilirsen Mekkizade için hazırladıiım tütünden sa­ na biraz vereyim, fakat bir okkası için üç kuruşunu alınm, dedi. Ben de sardı; ne bileyim o neydi? Oç

ne

olursa olsun, dedim, kağıda

zamanlar

okkalar da mı ziyade idi,

aylık çocuk kadar paketi kucağıma verdi.

Sana yalan, bana gerçek, kahvede çubuğu doldurdum,


166

mis: · gibi kokusu etrafa yayıldı. Bütün ahbap birer ne­ fes çektiler. Herkes (o, oo) diye şaşırdılar. Allah gani gani rahmet etsin, merhum Hacı Gamnfer Ağa: •Öyle ama bir okka tütün için de üç kuruş verilmez. Böyle şeyler zenginlere göredir. Her ne ise ramazanlarda bir defa için zarar yok» diye nasihat etmişti. Hey gidi gün· ler hey » Bir başkası: •Mevlana şimdi bohça tütünle­ rinin alasını Ulah Boyar'ları içiyor. Tüccar denk denk tütUnlerini oraya gönderiyorlar» gibi taktakiyat yapılır­ ..

dı.

Bazı mahalle kahvelerinde de bu gibi konuşmalar ile boşuna vakit kaybetmemek için kitap okunurdu. Kahveci tarafından salıaflardan kira ile (Kan Kalesi), (Hamzaname), (Battal Gazi) gibi kitaplar te!iarik edilir, kahveye gelenlerin içinde okuması olan' bir müşteri okuyup, diğerleri dinlerlerdi. Kahveci, kitap okuyan müşteriden kahve parası almaz, okumayı üzerine alan müşteri de, kitabın bazı yerlerini okuyamayıp hecele­ ye heceleye söktürebilditi kadar okurdu. İkide birde kahveci çırağı, kahvenin şurasına, burasına konulmuş olan y·ağ mumlarının fitilini, ona mahsus makas ile kesrnek için peyketeri dolaşırdı. Bazı semtlerde gençle­ rin kahvesi ayndır. Geceleri yüzük oyunu, tuğra oyu­ nu gibi oyunlar oynarlar, çekişirlet; buralarda kavga gürültü eksik olmazdı.

BtiYtiK KONAKlAaDA İFrAR ZİYAFETLERİ Bab-ı Ali havadisini, devlet adamlannın sırlarını, kibar dedikodularını bir an önce haber a�mayı kendi­ ne iş güç ed.inmiş olan birtakım eski valiler ve memur­ lar ikindiden sonra cami avlularında halka olarak bir-


167

birlerine bilgi Sıatarlar, ve filan paşanın hala iftanna gidemedim, pek ayıp oldu. Diğeri, fakir bu akşam Şe­ rif hazretlerinin iftanna niyet ettim. Bir başkası, fi· lan paşaya dün sergide rastladım, ramazan geleli gö­ rüşemedik buyurdular. Utancımdan yerlere girdim; gi­ bi sözlerle övünürlerdi. Diğer taraftan paşalar,

konaklarının kalabalığın­

dan söz ederek; «dün akşam bizde kırk sofra kurul­ muş, artık buna dayanılmaz• diye şikayette bulunur­ lardı. Hatta sonraları ramazan gelmeden evvel, Proto­ kol Müdüriyetinden gazetelere verilen ilanda, rütbe ve memuriyet sahibi olanlar, ramazanda veldl konaklan­ na

iftara gitmeleri bir resmi ödev sanılmakta ise de,

bu ziyaretler,

her.kese Zahmet ve külfet verdi�nden,·

din öğrencileri ve dervi�ler hariç, hiç kimsenin, davet olunroadıkça iftara gitmemeleri ve isteyenlerin birbir­ lerini davet edebilecekleri konusunda resmen beyan­ da bulunurlar, fakat bunun asla tesiri görülmezdi.

O vakitler, vekil ve vezıirlerin bu gibi hallerini ya­ kından tetkik edenler, bu paşalar, her ne kadar iftar­ cılann çokluğundan şikayet etmekte iseler de, aslında

gelenlerin çokluğu nispetinde memnuniyederi artmak­

tadır. Çünkü, herbirilerinin halk tirerindeki itibarlari­ nın derecesi, kendilerini ziyaret edenlerin adediyle öl­

çüldü�nden, bunu

itibarianna ölçü saymaktaydılar.

Bu sebeple şikayetleri içten değildir. Sultan sarayiarına ve eski kadın efendilerin yalı­ larına iftara gidenlerin itibarlı olanlarını baş ağanın odasına, daha kijçük rütbede bulunanlan, diğer

ha­

rem ağalan ve baltacılar odalanna alırlard�. İftard3n


168 sonra harem ağaları vasıtasiyle Sultan ve Kadın Efen· dilere saygıları ilet.ilir,

karşılığında iltifatla beraber,

derecelerine göre hediye veya para alırlardı. Bunu ge­ tiren harem ağası, hediye veya parayı teslim etmeden önce, öpüp başına koyduktan sonra verir. Alan da, al. dığını öpüp başına koyı;naya mecburdu.

İFTAR SOFRALARININ ÖZELLİ�İ .

Ramazan akşamları verilen iftar ziyafetlerinin, di-

ğer zamanlarda verilen ziyafetlerden başlıca farkı, if­

tar kahvaltısı kısmı olup, halkımızın birbirlerini ifta· ra davetlerind.e, yemeğin cinsine ve netasetine dikkat edilmekle beraber, kalıvaltı tepsisinin en küçük tefer­ ruatına kadar. intizamına başkaca bir önem verilirdi. Reçellerin çeşidi, peynir, hayvar, zeytin, sucuk, pas­

tırma gibi çerezler, ufak tabaklada tepsiye yerleştiri· tip sinilerin ortasına konulurdu. Mevsimin çeşitli mey­ veleri ve salatalar da bunlara mahsus tabaklar içinde, tepsinin etrafına, muntazam şekilde konulutdu. Zem­ zem fincanlan, Medine hurması, hardal tabakları kon,

mak suretiyle, iftar sofrası tamamlan,ırdı. Çekirdeğinin yemekiere düşmemesi maksadiyle, aslında sofranın süs­ lenmesine yardım olmak için, limonlar ortasından ke­ silip, tüller fçinde ipek ve renkli kurdelalarla bağlana­ rak ufak tabaklara konulduğu da görülmüştür. İçme suları kapalı ve tabaklı Saksonya bardaklar­ la hizmetçilerin elinde tutulurdu. Çatal, kaşık, bıçak gibi şeylerin ramazan.da kuBa· nılması münasip görülmediğinden, kullanmayı adet et­ miş olanlar da, halkın ayıplamasına hedef olmamak

·


169 için, bunlann yerine

mercan

saplı, fildişi, sedef ve ba­

ğadan yapılmış yahut siyah ve beyaz cilalı tahta ka­ şıklar kullamrlardı. Gerek bu kaşıklar, getek has pide ve francala, çörek ve sirnitler sofranın kenarına dizi­ lirdi. Bir de,

ramazanın başlangıcından sonuna kadar,

halkımızda işkembe çorbasma bir düşkünlük vardı. Ve-· li Efendi Zadenin bindi derisinden

işkeınbe ·çorbası

yaptırması hikayesinden de anlaşıla� gibi, zengin ve fakir herkes sofrasında işkembe çorbası bulundurmak isterdi. lftara beş on dakik.a kalarak, çorba tasını alıp, işkembeci dükkfmına giderler, hatta nöbete yatarlardı. Konaklardan uşaklar, ayvazlar kapaklı çorba kiseleri. ni getirip, kazanın etrahna dizilirlerdi. Yemetin sonunda mutlaka

hoşaf

bulundurmak

adet olup, elınastraş kaseler içinde, dökme tepsilere . konulup, kenarlarına, içieri ufak kase kadar çukur ve saplan bağa veya fildişinden yapılmış kaşıklar konul. mak suretiyle ·hazırlanırdı. Yaz mevsiminde kaselere buz da konurdu. Eskiden herkes minderlerde halka olarak oturup yemek yediklerinden, sofralar alçak iskemierler üzeri­ ne, sarı veya bakır siniler konulmak suretiyle hazırla­ mr ve peşkir denilen dokuma bezi, peçete yerine kul.

lamlırdı. Hatta hizmetç.ilerin ayaktan,

peşkirleri her-

kesin dizlerine rasttatmak şartı ile atmalan birer hü-


170 ner sayılırdı (1). Ezana birkaç dakika kalarak

sofra

başına. gitmek, iftann şartlarından idi. Misafirler sof­ ranın etrafında otururlar, ortada çıt yok, herkes bir­ birine küsmüş gibi, yüzler samurtkan beklerler.

Su­

samlı simitlerin, bademli çörekle·rin, kazan yağlılarının misk gibi kokusu ve o muntazam iftar sofrasının sey­ rine doyulmazdı. Bunların içinde herkesin bir imren­ diği olacağından velev iki üç dakika da olsa, oruç ha'­ liyle sabır ve tahammül istenildiği için, sofradakilerin kimi saate bakar, kimisi gözlerini kapayıp, hayale da­ lardı. Top atılması ile beraber, oruçlar açılır. O mükel­ lef sofraya bir hücumdur başlar; çorbalar, yumurta­ lar, etler, börekler, tatlılar, birbirini takip ederdi. Bel­ demiz adeti gereğince, hele ramazanlarda yemekierin çokluğu, ınİsafirlerin ağırlamasına bir çeşit ölçü ka­ bul edildiğinden, yemekierin arkasının alınmasına ka­ dar beklemek, tiryakile:rin hesaplarına gelmediğinden, çoğu özür dileyerek sofradan kalkardı. Vekil, vezir ve büyüklerio konaklarının bir çoğun­ da yemeğe ara verilmek usulü kabul edilmiş olduğun­ dan, iftar vaktine birkaç dakika kala, hazır bulunanla-

(1)

Hizmetçilik mesle#ine girecek olo.nlar evvelo. çırak olarak konaklara girerler, kovuşlarda gedikli ağala· ra hizmet ederek, bu peşkir atmak ve uzun çubuk· ları doldurup, bir elinde çubuk diğer elinde parlo.· tılmış sarı tabla ile g6tilrllp ve bir dizi ilzerine çiS­ kilp, içecek adamın tam ağzı hizasına rastlo.mak şartiyle, çubuk ver:mek ve ortada yakılmış olan yağ ve bal mumlarının ilç beş dakikada bir ona mah­ sus makas ile söndilrmeden titiZlerini kesmek gibi bir takım hizmetler öğrenirlerdl.


171

rın önlerine ufak tepsilerde reçel, peynir ve zeytin gi­ bi kalıvaltı ve bir iki ufak kase de çorba konurdu. İf­ tardan sonra nargHe, çubuk, kahve, enfiye ve afyon gi­ bi keyif verici şeylerle, keyıifler yerine getirilirdi.

Ak­

şam namazları cemaatle kılmırdı. Mükellef giyinip ku­ şanmış olan iç ağaları hizmete hazır bir durumda bek­ lerlerdi. Gerçi yemekten önce ve sonra leğen ve· ibrik­ lerle eller yıkanmak adet ise de, yemekierin ellerle yen­ mesi çirkin göründüğünden, sonraları yavaş yavaş ça­ tal, kaşık bulundurulması da yaygınlaşmıştı. Vaktiyle öd ve amber yakılarak her tarafı

kokulara boğmak

adetti Büyl\k dairelerde kahve, çubuk gelmesinde de bir çeŞit teşrifat vardı. Evvela ·çubuklar uzun olmak ve kıymetli kehribar ve süslü imamelerle bez�nmiş bu­ lunmak, mevcut misafirlere bir anda ve.rilmek şart idi. Hatta hariciye teşrifatçısı Kamil Bey, hizmetkarların çubuk getinnesinden lci.naye: «Bu kargılı heı.iiflerden ne vakit kurtulacağız?) derd.i. Kahve takımını,,

.,,

dairenin

kahveci başısı getirip, odanın münasip yerinde durur, kahve ibriği soğumamak için, stil tabir olunan . gümüş zincirli ateşiikiere konulurdu. Bu stili taşıyan yamak da kahveıcİbaşının yanında bulunur. Ne kadar misafir varsa, o kadar · da ağa, kahvecibaşının etl"afına dizilir­ di. Tepsinin üzerinde bulunan sırmalı örtüyü kıdemli .

iç ağası kaldırıp, kahvecibaşının omuzuna kor, sonra ağalar kafesli gümüş zarflarla fincanları alıp, ateşlik üzerinde bulunan ibrikten kahveyi koydurup,

zarfın

ucundan tutmak şartiyle, yine bir anda misafirlere verirlerdi.

.•


172

ZIYARET EDİLEN YERLER Ramazan Adetlerinden biri de, cami ve mezarları

ziyaret etmekti. Bilhassa Fethiye ve Kariye, Tokludede Camileri gibi kiliseden bozma camileri ve Hazret-i Ha­ lid · ile birlikte savaşa gelen Esbab-ı Kirarn türbeleri­ ni ziyaret ve meselA Fethiye Camii, fetih sırasında kili­ se olarak bırakılmış binalardan olmasma ra�men, 1591 tarihlerinde meydana gelen bir münakaşa üzerine, na­ sıl olup da Uristiyaniardan alınarak, Üçüncü Murat ta­ rafından oamie tebdil olunduiu, tarihlerde yazıldı� an­ latılırdı. Akşam Hz. Halit türbesinde iftar ve bazı dost evlerinde veya kebapçı dükkAnlannda veya kaymak­ çılarda yemek yiyip, Eyüp Camiinde teravih kılarlar­ dı. Yenikapı Mevlevihanesi, Sünbül Efendi, Kocamus­ tafapaşa dergAhlan gibi tanınmış tektelere iftara gi· derler ve tanınmış kimselerden ekserisi, Enderun'da bulunan Hırka-i Saadet dairesinde (1) ve Kadir gece­ leri de Ayasofya Camiinde iftar ederlerdi. Eski Ali Pa­ şada bulunan Hırb-4 Şerifi ziyaret ve �le namazını kılarak, itindiye Fatih'e gelmek ve ramazanın ilk cu­ masını Ayasofya, ikincisini Eyüp Sultan, üçüncüsünü de Fatih ve son cumasını mutlaka Süleymaniye Cami­ lerinde kılmak halkımızın ramazana mahsus ldetlerin­ dendi.

(1)

BırkiM Saadet: Peygamberimfzin BırkaBı ile da1uı bazı m1lbarek ewmıın bulundflDu daire. Oamanlı padişaJılan 'her Ramazan'ın onbepn'de b1lyilk mera­ ıbn ile Bırka-t Saadet Dairesini ziyaret ederlerdi. . (N.A.B.)


173 Bir zamanlar devlet büyüklerinden bazıları Harbi­ ye Nezareti meydanında yangın kulesinde (Beyazİt Ku­ lesi) iftar etmeyi adet etmişlerdi. Bu adet bir hayli se­ neler

sürmüş,

hatta

dört beş

defasında ben

de hazır

bulunınuştuın. (

-

-

-

--., ••

-

1

� ....·'

.

, ---. -""-> ·: �.. � ..... _ . . . •-::> iZ _ _

-. ---=-"

--.

-

-- -..

Vinçlerle kaldırılacak ağırlıkta/ci yükleri rahatça taşıyabilen sırık hamalları. .

ALE:tviDAR VAKASINI ATA BEY NASIL ANLATIRDI?

Bu

saydığım iftarların başlıcalarından biri,

Ende­

run iftarı olup, ben oraya da nice yıllar birtakım kirn­ selerle birlikte gitmiş olduğum cihetle, gördüğüm ve

c;;:J

-�= _::;:. .


174

işittiğim şeyleri yazıyorum. Ramazanın onbeşinci gü­ nü Hırka-i Şeri f ziyareti töreni dolayısıyle, emanetler açılmış olduğundan Enderun iftarına onbeşinden son­ ra gidilirse tamamİyle ziyaret edilmiş olacağından ilmi­ ye ve mülkiye mensupları vekil ve. ileri gelenlerden çoğu bu zamanı. seçerlerdi. Enderun Tarihi sahibi ve Cezayir Bahrisefit eski mutasarrıfı Ahmet Ata Bey, En­ derundan yetişmiş ve sarayın eski adetlerine vakıf ol­ duğundan, her gidişimizde bizimle olurdu. Ata Bey, o tarihlerde yetmiş, yetmişbeş yaşlarında olduğundan, gerek babası enderunlu Tayyar :efend.iden işittiği ve gerek kendisinin gördüğü saray vak'alarını, yer ve şek­ lini göstermek suretiyle anlatırdı. Nitekim Üçüncü Se­ lim'i şehit ettikten sonra, Sultan Mahmud'a da suikast yapmaya giden Sultan Mustafa'lı Abdulfettah ve ben­ zeri mel'unlara babası Tayyar Efendinin rastladığı ye­ ri ve orada onlara nasihat etmeye kalkmışken (Bu da Sultan Selim taraftarı imiş) diye hücum etmeleri üze­ rine, ellerinden nasıl kurtulduğunu, Üçüncü Selim'in kanlar içinde şilte ile kuşhane kapısından arz odası önünde cesedini Alemdar Mustafa · Paşanın kucaklayı­ şı ve Sul.tan Mahmud'un Cevri Kalfa tarafından yük­ lükten dama çıkarılarak kurtarıldığını, Sultan Musta­ fa'nın padişahhğı bırakmamak için, ısrar ettiği, anne­ sinin Alemdan azarladığını, harem kapısını gösterip vak'alan birer ·birer izah eder ve ramazanın onbeşin­ de sabah namazı vakti has odahların gül suları ve sün­ gerler ile Hırka-i Saadet salonunu nasıl sildiklerini ve Hırka-i Saadet'in yakasında bulunan düğmenin gül su­ yu ile ıslatılıp, hemen amberli ateş kabına gösterile­ rek, ne şekilde . kurutulduğunu birer birer tarif ve en-


175 derun ağaları eliyle misk ve amber ve çeşitli baharat­ tan toplanmış ve padişah macunu denilen tatlıdan kah. vecibaşı eliyle, kahveden evvel sadrazam ve şeyhülis­ lam · ve diğer vezirlere ikram olunduğunu, anlatırdı. Alemdarın halk arasında Arslanhane denilen Arz­ hane meydanına geldiğinde, adet üzere tatlı ve kahve vermek için, kahvecibaşı o telaş arasında bulunamadı­ ğından ve sarayca eski adederin muhafazasına çok dik­ kat edildiğinden, babası Tayyar Efendinin tatlı hakka­ sını bulup, kahve ile birlikte bu zatlara takdim eyle­ diği, en küçük teferruatına kadar tarif ve beyan eder ve hele emanetler ziyaretinde ve hazinenin gezilmesin­ de pek etraflı bilgi ve tafsilat verirdi. Söyledikçe bir taraftan da gözleri yaşanrdı. Kendisi, saray eskilerin­ den olduğundan, ağalardan büyük saygı görür ve birço­

ğu gelip elini öperlerdi. Sultanların resmi günlerde gi­ yindikleri alay elbiselerini sandıklardan çıkanp, özel

olarak yaptırılan ca·mekanlar içinde, mankentere giydirip, üzerlerine de yaftalar astırıp, teşhir ettirmesin­ den dolayı, Hazine Kethüdası Hasan Beyi de rahmet­ le ananın. (Bu Hasan Bey, Sultan Aziz'in saltanatının başlannda başmüsabiplik etmiş, sonraları vezir rütbe­ sine kadar ulaşmış ve Bağdat, Selanik Valilikleri ile, Şiıra-yı Devlet Mülkiye Dairesi

üyeliğinde bulunmuş

olan Hasan Refik Paşadır) İftar vaktinin yaklaştığın­ da Hırka-i Saadet dairesine gelinip herkes kendi ale­ minde içi ve vicdanı ile başbaşa . kalırdı. Ezan okunur, oruçlar zemzemle açılıp, akşam namazı kılınır; sonra Hazine Kethüdalığı dairesinde yemek yenirdi.


176 ENDERUN VE BEYAZlT KULESiNDE İFrAR

Dotrusu, gerek iftariyenin, gerek yemekierin lez­ zetini söylemedikçe geçemeyece�im. Enderun ağalan­ nın her biri, bir çeşit tatlı kaynatmakta ve yemek pi­ şirmede maharet sahibi idi. Hele meyvelerin mevsi­ minde. çeşitli sübye, reçel, murabba, şekerleme vesaire gibi şeyler kaynatmak eski adetleri icabındandı. Hatta Enderun · yuiİ'iurta:sı ve sütlü Frenk arpası aşuresi ve kayınaklı meyve tatlısı, halk arasında meşhurdur. El­ hasıl salatalarına varıncaya kadar içilecek ve yiyile­ cek şeylerin benzerine çok az rastlanır cinsden idi. Yatsı vakti · yaklaşınca Enderun a�lannın en güzel seslileri gayet yüksek perdeden çifte ezan okumalann­ dan ve büyük bir cemaat ile, ayin ve ilahilerle Hırka-i Saadet dairesinde kılınacak teravihde o güzel sesli imam ve müezzin efendilerin okumalan insanda başka bir alem yaratırdı. Yangın kulesi iftan, ramazanın yirmisinden sonraya bırakılırdı. Sebebi de yıldızlar ve minarelerde kandillerin seyrinin, ayın karanlık oldu� bir zamana rastla­ tılması içindi. Çünkü Adalar ve Marmara Denizi ile Osküdar ve Bo�içi ve Kadıköy, Fenerbahçe, Bakır­ köy, Yeşilköy taraflarının grup sırasında seyri ne ka­ dar boşa giderse, İstanbul ve Osküdar, Tophane taraf­ larının tepelere do� ilerlemiş olan cami minareleri­ nin kandil ve mahyalarının, denizde vapur ve gemile· rin fenerlerinin ışığı ile, gökte yıldıziann ışıklan birbi­ rine karışmış gibi gayet hoş bir görüntü meydana ge­ tirir. •


177

O zamanlar, birçoklan bu kule iftarına katılmayı arzu ettiklerinden, pek çok kişilerle eğlenceli alemler yapıhrdı. Kararlaştırılan akşam için, lazım gelenlere haber verilirdi. Ali ve Fuat ve Mısırlı Kamil ve Fazıl Mustafa Paşalar gibi büyükler çağırılır ve şayet gel­ mezlerse, hisselerine düşen yemekleri göndermeleri bildirilirdi. Gerçi bu zatlardan hiçbiri davete gelmezler, fakat yemekleri de gönderirlerdi. •

Kararlaştırılan günün akşamı, Beyazıt Camiinde toplanmış olanlar, yavaş yavaş kuleye çıkmakta ve bir taraftan da ayvazlar yemek kablarını çıkarmakta bulu· nurlardı. Oruç haliyle çıkmak gerçi zahmetlice olurdu. Fakat çıktıktan sonra da, etrafın güzelliği, çekilen zah­ meti insana unuttururdu. O tarihlerde yaşı daksanı geçmiş, fakat vücudu dinç, sağlığı yerinde bir Memiş Ef. vardı. Bu zat Ende­ run'dan çırak olmuş ve halince hoş sohbet bir adam idi. Yıldız ilmine ve namra çok inandığından, mesela Sünbüle burcu iyi bir burçtur. Yağmur yağar, mavi gözlÜlerin daha çok nazan değer diye daima sakınır­ dı. Her sene kule iftarına çıkıldıkça, Memiş Efendinin de birlikte bulunmasını, herkes arzu ettiğinden, rica ve ısrar ederler, mutlaka çıkarmaya kandırırlardı. Bir sene mavi gözlü olduğu için, Memiş Efendinin hiç sev­ ınediği Tersane Tulumbacıba�ısı Kaymakam Raşit Be­ yi de çağırmışlar. Raşit Bey gelip de (Vay Memiş, bu sene de mi çıktın?) �emesi üzerine, zavallı adam çok telaşlanmış, (Hayır, kendim çıkmadım. Kule a�ları be­ ni ekmek zembili ile yukanya çektiler) diye tevil et· meye, bir taraftan da bir şeyler okuyup üflemeye baş­ laması görülecek şeydi. Ve soranlara böyle söylemesiF: 12


178 ni herkese sıkı sıkı tembih etmiş ve o seneden sonra da korkusundan bir daha kule iftaı:ı davetine gelme· mişti. Yaz ramazanlarında vekil, vezir ve kibarlar, yalı­ larında bulunduklanndan, vezirler beşer, bala'lar dör­ der, ula evveli üçer, ula sanisi ve mütemayizlerin iki­ şer çifte kayıklara himneleri teşrifat usulünden oldu­ ğundan, velev mülkiyede de olsa, vekillik makamında bulunan vezirlerin ma.iyetlerinde. bir yaver. ve ikişer de çavuş bulunması yin� teşrifat .icabından idi (vekillere ait vapurun tahsisinden önce). Akşam üzeri takım ta·

kım kayıklar birbirini takip eder ve vezir kayıklarında tüfekli ve palaskalı çavuşlar kıç üstünde, yaver de pa­ şa ile. ambarda otururdu. Kayıkta bulıman ağalardan biri efendisinin çubuğunu doldurup vermek, öteki de şemsiye

tutmak

ödeviyle

mükeleftiler.

Şemsiye

renginin kırmızJdan başka olmak şarttı. Çünkü kırmızı şemsiye tutmak padişahlara mahsustu. Bir de sarayın veya vekilierden birinin yalısı önünden geçerken, şem­ siyeyi kapamak saygı gere�-i idi. Kayıkçıların elbisesi

bürümcekten gömlek, beyaz şalvar ve beyaz çarapiar­

dan ibaret iken, sonralan sırmalı kolsuz yeleği göm­ lek üzerine giydirmek de adet olmuştu. Çok defa yolda top atıldı� için, ihtjyaten kayıkta •

iftarlık bulundurulur ve iftardan sonra kısa çubuklar yakılır, yahya çıktıktan sonra,

akşam namazı kılına­

rak, ondan sonra yemek yen.irdi. Ramazan gecelerinde yalı önleri ikişer üçer çifte

misafir kayıklan ile dolardı . . . Yaz ramazanlannda Ka­

�ıthane, İmrahor Köşkü, Küçüksu, Çubuklu gibi mesi-


179 relerde, takım takı.m iftıarlar edilir, rnektap gecelerin­ de ilahilerle. terav"ihler kıhnırdı. ve Abdülaziz devirlerinde her· sene kaAbdülmecit . dir alayı Tophane'de Nusretiye Camiinde yapıldığından saat kuiesi ve Talimhane Meydanı, karadan ve denizden padişahın geçeceği yollar kandil ve fenerlede donanıp top, fişek ve çeş.itli · maytaplarla aydınlatıhr ve bu donanınayı seyretmek için; Tophane Meydanı ara­ batarla dolar ve harem arabaiarı Talimhane Meydanı­ na alınır, karşısındaki sıra dükkaniarın üzerlerindeki odalar kiralanarak baştan başa dolardı. Talimhaneye bakan evler, misafirleri alamayacak derecelerde olurdu. Eyüp ve hele Ayasofya Camileri sabaha kadar açık bu- . lundurulup, şeyhler ve ilim adamları zikir ve tevhldle · meşgul olurlardı. O koca Ayasofya Camii hınca hınç dolmuş bulunurdu. Kıadir Gecesi, minareler baştan başa kandil ile donatılmak, o geceye mahsus saygı alametlerinden idi. .

.

.

.

Kadir akşamları, çok kişi iftarı Ayasofya Camiin­ de etmeyi adet etmişlerdi. Bunlardan biri de Mısırlı Fazıl Mustafa Paşa idi. Alıhapları ile beraber camide iftar eder ve şimdiki Adiiye (933'de yandı, şimdi ye­ rinde yeşil saha var) dairesinin üst kat odalarında ye­ mek yenirdi. Ben de birkaç defa bulundum. Mustafa Paşa daire­ sinin gerek ramazanlarda, gerek diğer günlerde yemek­ leri, diğer vekillerin dairelerinde çıkan yemekierin hiçbirisine benzemez, çünkü, Türk aşçısı, Frenk aşçısı yemeklerinden başka, diğer deniz mahsullerinden, ki­ lercibaşı pirtakım yemekler daha hazırlardı. Yemek-


180

ler gayet lezzetli, kaplar büyük ve porsiyonlar çoktu. · İftarlardan başka sahur yemekleri de, konuşolmaya de­ ğer. Dana, hindi ve av etlerinden yapılmış soğuk ye­ mekler verildiğinden, birçok kişi sahur yemeğine de giderlerdi. Mustafa Paşa dairesinde usta, kalfa ve çı­ rak olarak kırkbeş Türk aşçısı olduğu ve o nispette ala­ franga ve kadın aşçılan bulunduğu ve hele Karanfil kalfanın haremde pişirdiği yemekierin lezzeti, o za­ manları bilenlerin mahlmudur. Camilerde mukabele okuyan hafız efendilerin ekserisi kadir akşamlan ikin­ di namazından sonra haüm dualarinı indirmiş ve hal­ kın birçoğu bayram tedarikiyle meşgul olduklarından · gerek oamilerde, gerek sergilerde, eski kalabalık kal­ maz, arefe gününe kadar, oralara bir sessizlik 'çöker­ di. Hele arefe günü sergicilerin sergilerini bozmakta ol­ dukları görüldükçe, ve ayın göründüğü gecelerde (El­ veda ya şehr-i ramazan) ibareli ve köprü resimli malı­ yalar, herkeste bir hüzün ve elem yaratırdı. Sadaka­ lar, fitreler verilir. (Allah nicelerine yetişrnek nasip ey­ lesin) duaları, dudaktan duda� gezerdi. Eskiden beri bizde garip adetlerden biri de, bay­ ram tebriki meselesidir. Evet insan, hısım akrabasını, dostunu, amirlerini ziyaret etmesi lAzımdır. Fakat büyükçe zatlardan tanıdı� ne kadar insan varsa, hepsinin evine gidilmesi şaşılacak şeydir. Gittikleri büyük zatlar gelenlerin çoğunu layıkı ile tanımadıklarıdan, sormaya mecbur kaldıklarını bilirim. Birtakım teşri­ fat arasında kof ve boş laflar ile saygılarını sunma ödevini yapıyor gibi görünüyorlardı. Bu eski adetler uJruna birçok da II16sraftan çıkarlar. Kapı kapı dola­ şırlar. ct�Je yaparsın, gitmesen olmaz; adet yerini bul•


181 sun» derler. Gittikleri yerlerde, bu kalabalıktan bez.. miş olanların çoğu, bayram tatillerinde, eğer mevsim

icabı konakta iseler, yahlara, yalıda iseler,- konaklara savuşurardı.

O büyüklerden birtakımı da el ve etek öptürmek­ ten hoşlandıkları için, böyle resmi günlerde evlerinde bulunmayı tercih ederlerdi. Artık odalar, salonlar do­ lar dolar boşalır. Sürü sürü ziyaretçilerin

birtakımı

evsahibinin yanına kabul edilir; diğer takım çıkar, bir kısmı da odalarda kabul edilmelerini bekleyerek, va­ kit geçirirler. Bu ziyaretçiler arasında, evsahibinin me­ mur olduğu · daire ile ilgili olan halk, iş sahipleri, iç ağalarından çok saygı görürler, karşılığında da hatırı sayılır balışişler alırlardı.



Istanbul Eğlenceleri

-

Geçmiş

-

zamanlarda yaptığımız harplerin mağlı1bi­

yetlerinden doğan üzüntüler, Kırım Muharebesinde İn­ giltere ve Fransa ile yaptığımız ittifak sonunda kazan­

dığımız galibiyetle gerek halk ve gerek hükümet erka­ nı, huzur ve sükı1na kavuştu. Batı mimarisi örnek alı­ narak yalılar, köşkler, konaklar yapıldı ve bu binala­ rın içi de, batı stiline uygun döşendi. Alafranga sofra­

lar, sazlı sözlü pek parlak ziyafetlere heves edildi. Vak- · tiyle yapılan helva sohbetlerine karşı ( 1 ) Galata ve

(1) Helva sohbetleri Istanbul'un lqş eğlencelerinden

biri idi. Bu eğlenceler, bilhassa Ihrahim Paşa dev­ rinde en tatlı toplantılardan oluyordu. Şairin şu: Nevbaharın gerçi seyri gülşeni sahrası var Faslı sermanın vetakin sohbeti helvası var beyti, kış geceleri sohbetinin bahar eğlencelerini aralmadığını ne güzel anlatıyor. Bu sohbetler Ihra­ him Pa ;a 'nın Şehzadebaşı 'ndaki Konağında, damadı Musta f a Paşa'nın Demirkapı 'da, diğer damadı Sacla­ ret Kethüdası Mehmet Paşa'nın Cağaloğlundaki ko­ naklarınd.a yapılırdı. Helva sohbetlerinde çok defa Padişah Uçüncü Ahmet de bulunurdu. ·


184

Beyoğlu'nda alafranga eğlenceler tertip edilmeye baş­ landı. 1856 ve 1857 yıllarında Nişantaşı'nda iki defa pa­ dişah çocuklannın zifaf ve sünnet düğünleri tertip edildi ki, her ikisi (1) de son derece şatafatlı idi. Bunlan gören halk da, aynı ölçüde sefahata özendi, o kadar ki, yeniden bir Ule Devri hayatı başladı.

SONNET D0t.';ONO NASIL OLMUŞTU? (Bu düA\in, istanbul'da göriilmemlş bir düA\indü.

O kadar ki, yapılan masraf, devlet bütçeslnl sarsmış­ tı. Bu bakımdan, All Rıza Bey'in birkaç satu1a kaydet. tlği düğünü, Mustafa Ragıp Esattı'nın (Bir Devrln Ta­ rihini Konaldardan Dlnleyellm) başbkb yazı sertsinden Son Posta 8 Mayıs 1944 �ynen nakledlyonız.)

-

«Hünkarın .iki büyük oğlu Murad (Beşinci Sultan Murad) ve Abdülhamid (İkinci Sultan Abdülhamid) Efendiler, delikanlı yaşta ve daha evvel sünpet olduk­ larından bu «suru hümayun» Şehzade Mehmet Reşat (Beşinci Sultan Mehmet), Kemalettin (2) ve Süleyman

(I)

(2)

1856 tarihinde yapılan düğün Şeh=ade Reşat, Burha­ rıeddin ve Kenıaleddin Efendilerin sünnet düğünü idi. 1857 yılmda Sultan Mecidin kı:;ı Cemile Sulta­ nın Fethi Paşa:;ade Cemal/eddin Paşa'ya, gene Abdül­ nıecidin diğer kı:;ı Mürıire Sultanırı Mısır Valisi İb­ rahim Paşa ile evlerıdirilnıeleri düğünü idi. Birinci düğün oniki giin, İkincisi onbeş giin sürmiiştü. Kemaleddin Efendi, 1908 meşrutiyetinden evvel vefat etmiştir. Sadra:;am Mahmut Şevket Paşa 'nm 29 Ma­ yıs 1329 (1913) de kat/i münasebetiyle idanı edilen eski sadr/i.:;amlardan Tumıs/u Hayrettirı Paşa Zade Dam.ad Salih Paşafrıın :::;evcesi Mürıire Sultanın baba­ sıdır.


185 (1) Efendilerin sünnet olmaları mişti: (1274 1858).

şerefine tertip

edil­

-

ŞEHZADELERİN

S'ÜNNET

DÖGÜNO

1277 Recebinde dünyaya gelen padişahın son oğlu Mehmed Vahidettin Efendi (Altıncı Mehmed) o tarih­ te henüz doğmamıştı. Sünrıet düğünü için münasip görülen saha, o va­ kitler (Sakızağacı) denilen Teşvildye Camiinin etrafın­ daki arazi ile Ihlamurun Nişantaşı tarafındaki sırtlan­ nı teşkil ederek bıııgün (Topağacı) adını taşıyan düz­ lükten ibaretti. Sultan Mecid düğünün tam bir şaşaa içinde yapılmasını emrettiği için bu geniş sahaya -bir karış toprak kalmamak şartiyle- binlerce l:ran, İzmir -

.

.

halısı serilmişti. Sarayda bulunan eski tarihi çadırlardan başka düğün münasebetiyle bilhassa yaptırılan ga­ yet süslü çadırlar kurulmuştu. Çok pahalı ve kıymetli kumaşlardan yapılan ve göz alıcı bir güzellikteki

yüz­

lerce çadırın bir araya gelmesi, renkli bir ordugah te­ sirini veriyordu. Düğünde geceleri yapılacak eğlenceler ve verilecek ziyafetler için rengarenk avizeler içinde on­ binlerce mumun ışığı, gündüz aydınlığını verecek ka· dar kuvvetli idi. Bu münasebetle, düğünün devam et­ tiği müddetçe, bütün şehir de baştan başa donanmıştı.

(l) .

Süleyman Efendi, Geçen Umumi Harbin başkuman­ dan vekili ve Harbiye Nazın Enver Paşa'nın refikası Naciye Sultanın babasıdır. Meşrutiyetin il4nından sonra ölmüştür.


186

Çoğu payitaht

halkından olmak

üzere memleke­

tin her tarafından getirtilen onbin çocuk da, şehzade­ lerle beraber sünnet edilmişti. Bu çocukların fakir ta­ bakalara mensup olmalarına dikkat edilmekle beraber arada saray mensuplarının ve devlet memurlannın da çocukları vaııdı. Kurulan çadırlardan bir kısmı sünnet­ li çocukların yataklanna, üst tarafı da davedilerin zi­ yafet sofarlariyle istirahatlerine tahsis edilmişti. Ça­ dırlann kapladığı sahanın dışında da binlerce insa­ nın hep birden oturabiieceği uzunlukta sofralar ha­ zırlanmıştı. Sünnet olacak şehzadelerin çadın, d�n yerinin tam ortasında, padişaha, vükelA ve sefirlere mahsus çachrlann

bulunduğu kısmı işgal

ediyordu.

Şehzadelerin elbisesi, kü11klü kişmir kumaşlardan ya­ pılmış, başlannda hazinenin en kıymetli elmas, züm­

rüd, yakut ve incilerinden yapılmış sorguçlu

takke­

ler vardı.

HER S'ONNETLİ ÇOCUCA BEŞER ALTIN HEDİYE EDİLMİŞTİ Şehzadelerin. şerefine sünet edilen on bin çocuk­ tan her biri iç çamaşınndan kundura ve elbisesine ka­ dar baştan başa giydirilmiş, bunlara düğün hediyesi olarak Padişah tarafından beşer altın ihsan · edilmişti. Düğüne devrin bütün vükelası, vezirleri, devlet ricali, memurlar sureti mahsusada davet edilmişlerdi. Davet­ liler, rütbe ve memuriyet derecelerine. göre ayn ayrı günlerde düğüne iştirak etmişlerdi. Düğün sahasında müslüman kadınları bulunmadığından vükela ve ile­ ri gelen devlet adamlannın refikaları da ayrıca Dolma-


187 .

.

bahçe Sarayında, «Ha�mi hümayunıt daki ziyafetlerde bulunmuşlardı. Kadın davetliler, başta olmak üzere, sünnet edilen şehzadelerin anneleri tarafından karşı­ lanarak ikram edilmiŞlerdi. . Padişah İstanbul'daki yabancı devletlerin bütün . . elçileriyle kadınlı, erkekli bütün maiyetlerini, ecnebi devletleri tebaalarınıiı ileri gelenlerini, patıiklerle İstan­ bul hahıambaşısını, · ruhani reisieri ve içtimat mevkii olan gayrimüslimleri, zevceleriyle beraber, davet et­ miştL Muteber dav�tlilerin getirdikleri çok kıymetli, yüksek fiyatlı nadide ·hediyeler şehzadelere ikram edilmiş ikinci derecedeki davetlilerin hediyeleri de di�er sünnetli çocuklara da�tılmıştı. Bu suretle padi­ şah tarafından ihsan edilen beşer altından başka al­ tın murassa saat ve emsali hediyelere konan diler sünnetli çocuklar da vardL .

;,

J>üiünde çocuk_hırı ve davetiileri �lendirmek için mevcut bütün vasıtalardan istifade edilmişti. Sahanın ortasmda ecnebi bi! canbaz kum.panyası, İstanbul hal­ kının o zamana kadar gönnedi� marifetlerle umumi atakayı Çekiyordu. Ayrıca payıtahtın orta oyun, Ka­ ragöz ve hokkabaz heyetleri de birer birer hünerlerini gÖsteriyorlaJ1dı. Bundan başka Sultan Mecidin Dalma­ bahçede yaptırdı� yemi tiyatro için Viyana'dan getiri­ len bir trup, burada temsiller vermiş, halka Avrupa tarzındaki tiyatro}ru tanıttınnıştı. eNişantaşı Suru Hümayunu• on iki gün geeeli · gündüzlü devam etmişti. Düiünün gayet parlak olmasına bilhassa dikkat edil­ di�nden, hiç fasıla verilmeksizin, bütün dü�n müd­ detince· yapılan şenlikler, ellenceler ve verilen ziyafet­ ler (Binbir gece. masalları) nı andıran şaşaa ve tanta.

'.


188

na içinde geçmişti. Sarayın ve bükflmetin resmi da­ vetlilerden başka hemen

bütün payitaht halkı

akın

akın gelmiş, göz kamaştıncı eğlence ve şenliklere iş­ tirak etmişlerdi. Bunula beraber düğüne davetsiz ola­ rak gelenler de yemeksiz, ikramsız bırakılmamışlar­ dı. Davetliler için kurulan sofralam saraydaki (Mat­ bahı amire) de yapılan en nefis yemekler yetiştiril­ diği gibi halka verilecek yemek matbab . çadırları kurulmuş,

yüzlerce yemek

kaynatılmıştı. Yemekler, tatlısiyle, şitli

olarak hazırlanmıştı.

için de lhlamur'da kazanı

böreğiyle pek çe­

Bütün bu yemekleri

ha­

zırlamak için bin ikiyüz aşçı ve yamağı çalaştırılmış, İstanbul'daki aşçılar yetmediği için civar vilayetler­ den yemek pişirmesini bilen kimseler getirilmişti. On­ iki gün içinde, yarım milyon kişiden fazla insanın ye­ mek yediği tahmin ediliyordu. Padişahın bu görülmemiş cömert ihsanı, Nişantaşı'ndaki düğün

sahasına

münhasır

yalnız değildi.

Başta payitaht olduğu halde imparatorluğun en uzak bucağındaki askere de bu münasebetle ziyafetler ve­ rilmişti.

DÜ(;ÜN MALİ ÇÖKÜNTÜLER YAPMIŞTI Maamafih bu kadar debdebeli yapılan bu düğün, devletin adeta mali yıkımına vesile olmuştu. o tarihteki hadiseleri

Nitekim

hikaye eden vak'anüvis

Lütfi

Efendi bakınız ne diyor:

•Senet sabıka� icJ1a .edilen Sunı bümayunlar Ue hususatı saireden dolayı teraküm eden borçlardan


189 başka dairei hümayun halkının bir ınüddetenberi itl· yad etmiş olduklan lsrafat .

ve

yolsuz müba�t, tedl-

müteassir birçok düyunu lntaç etmişti. Düyunu

yesi

mezkiıJI merbun ve emanet olarak

bir tak•m

selat ire deyn senettatının çotu eicndljl tüc<=M kerierin kasalanna geçmişti.•

Lütfi Tarihi israfın önünü almak

miinl· ve

ban­

üzer-e sonradan

devletçe alınan tedbirleri de hikaye etmektedir. İşte Osmanlı tarihinde pek az benzerine tesadüf

edilen bu düğün yüzündendir ki, halk -belki de, şeh· rin fetihindenberi pek

ziyaretçiye tesadüf edilen­

az

buralarını tanımağa başlamış ve bu tarihten sonradır ki, (Nişantaşı) adını taşıyan bir semtin şehrin güzel, havadar tepeleri üstünde bulunduğunu görmüştü.» (Mustafa

Ragıp Esatlı'nın

yaz•sı burada bitmekte­

dir ve Balıkhane Nannnm yazısına devam etmekte-

ylz.)

.

.

Saadabad kasrile teferruatı 1730 tarihinde Patrona vakasında tahrip edilmiş ve yıllarca harabe halinde kalmıştır. 1871 tarihinde

Üçüncü

Selim bu binalan

yeniden inşa ettirmiş ve bahar mevsimlerini

burada

geçirmeye başlamıştır. Sultan Mahmut 1828 tarihinde çağlıyanları ve kasırlan tamir ettirmiş bunlara ilave­ ten çadır köskü yeniden inşa Abdülazizin rada

sünnet

yapılmıştır.

Saadabadda

edilmiştir.

düğünleri 1835 Saray

geçirmeyi

mensuplan

adet

haline

Mescit ve

tarihinde

bu­

İlkbaharları getirmiş!erdi.

Bir gün harem halkı çağlayanlarda eğlenirken bir cü­ ce

ile bir cariye derede boğulduğundan Sultan Mah­

mut bu adeti kaldırmıştır.


190 Silahtar Ağa yakınında hala temelleri bulunan sa­ ray ile çiftlik İkinci Mahmut'un kızlarından Mehmet Ali Paşa'nın eşi Adile Sultana aitti. Sultan her sene balıarı bu sarayda geçirirdi. Kağıthane yokuşunun he­ men alt başında bulunan ve Atiye Sultana ait · olan •

köşk ve çiftlik Sultanın ölümünden sonra Şehzade Harnit sık sık bu köşke gelir� çiftlik hayatı yaşamak,

tan zevk alırdı. Tahta çıktıktan sonra . çiftlik te geçirdiği güzel günleri Şeyhülislam Esat Efendiye anlatır­ mış. İşte eskiden zengin ve fakir herkes kağıthane ci­ varını çok sever gezmek ve eğlenmek için oraya gider­ di. Hasköy ve Ayvansaray sahillerinden itibaren Ka­ ğıthane'ye kadar olan sahilerde yükselen saraylar, köşkler ve lale bahçeleri gözler önüne bir hayal alemi •

sererdi. Haliç'in o zamanki manzarası hayal edilerek şimdiki harap durumuna bakılacak olursa üzülmernek kabil değildir.

HALİÇ MESİRELERİ İstanbul halkı bilhassa İlkbaharda kır eğlencele­ rine p·ek ziyade düşkündü. Kıştan bıkan lstanbul'lular, İlkbaharın başladığı Nevruz (1) gününü evde ve kah­ velerde geçirmeyi büyük bir kayıp sayarlar, her fır­ satta kırlara ve çayırlara koşarlardı. likbahar gelince açık havalarda Eyüp'e giderlerdi. Kadınlar türbe bab-

(1)

Eskiden Nevruz günü (22 Mart) Yeniçeri Ağası Vü· kelaya ziyafet verirdi. Baharattan şekerli macun yapılıp yenmesi adet idi. (N.A.B.)



192

çesinde, erkekler kebapçı ve kaymakçı dükkaniarında toplanır yemeklerini yedikten sonra eğlencelere baş­ larlardı. Gene kadınlar salıncak sallanır, birbirini gı­ dıklar ve kulaklanna bir şeyler söyleyerek gülrnekten katıbrlardı. Erkekler Cuma namazından sonra bostan iskelesinde sıra kahvelerde oturup dağiann zümrüt gibi yeşilliğini, çiçekleri ve derenin güzel manzarasını seyre dalarlardı. Eyüp'ün üst tarafında, Rami çiftliği arkasındaki küçük köyde işçiler ocağı dairesi vardı. Bu bina bugün dahi mevcuttur. Vaktiyle bu işçiler sa­ raya lazım olan koyunları odatır ve muhafaza ederler­ di. Bu ocak işçileri · kendilerine mahsus büyÜk püskül­ tü fes giyerierdi ve kırk kişiden ibaretti. Bunlann pi­ şirdi�i döner ·ve kuyu kebaplan pek meşhur ve gayet lezetli olduğu için bu yemekleri sevenler ta uzaklar­ dan at ve arabalarta gelirlerdi. Kebaplan nefis koyun yoğurdu ile kırların ve çayırların güzel manzarasına baka baka yerlerdi. •

ATLARlN ÇAYIRA ÇIKMASI ADETLERİ İlkbaharda saraya ait atların Kağıthane çayırma çıkanldığı gün Arpa Emini (1) tarafından İmrahor Köşkünde padişaha bir ziyafet verilmesi adet haline

·

(ıJ

Arpa Emini, saray ahırlanna ltızunalu ot ve arpa ile ha11tJ(Jn levazımını temin eden: Arpa Emininin mai­ yetinde 200 kadar arpacı bulunurdu. Sulh Z4tnanl4nnda sarayda oturur, harplerde cephede hayvanla· nn yiyeceDfni temin ederdi. (N.A.B.)


193 gelmişti . Köşkün civarında tmrahor ağa

(1)

ve onun

emrindeki vazifeliler için çadırlar kurulurdu. Bu zi­ yafete vezirler de davet edilirdi. Çayıra getirilen hay. vanlar misafirler tarafından seyir edilirdi. Bir de çayıı mevsiminin sonunda zamanın büyükleri ve kibarları İmrahor Ağaya misafir giderler ve orada tertip olupan ziyafetlerde köçekler oynar, geceleri meşalelerin ışı­ ğında türlü eğlenceler yapıhrdı. Padişah, saray mensubları ve devlet büyüklerinin hayvanları için Kağıthane, Alibeyköyu, Veli Efendi ve . Çırpıcı çayırları, Büyük ve Küçük Çekmece göllerin­ den Kestane köy sahiline kadar uzanan bölgeler · ile Boğaz içinde, Büyükdere

Beykoz

çayın,

Sultaniye,

Çubuklu, Kadıköy'de, Uzun çayır, Yoğurtçu çayırları ayrılmıştı. Ötedenberi bu çayırlardan vekillerin, vezir� terin hayvanları da faydalanırdı. Çayır mevsimi gelin­ ce bu gibi kimselerin hayvanları için ayrılmış olan yerlerin hududunu gösteren mühürlü müsaade tezke­ releri saraydan ilgili olanlara gönderilirdi. Çayıra çı­ kıhrken hayvanların alnına çiçekli · otlarla süslenmiş

oymalı sorguçlar konurdu. Dairenin İmrahor Ağası ve

diğer Ağalar b�şta olmak. üzere her hayvanı bir kişi tutar, yürüyüş başl:ardı. Teşkil edilen gayda'lar çalıp bora teperek

alaylar yolda

ilerler, çayır

yerine ge­

Iirlerdi. Çayırda Amirler ve seyisler için çadırlar ku­ rulur, geceleri meşaleler yakılır, 40 gün müddetle eğ­ lenceler tertip edilirdi.

(1)

İmrahor, Padişah ahırının en büyük amiri.. Çayır ve korulann mesul nazın idi. (N.A.B.) F: 13


194

EYÜP OYUNCAKÇlLARI Eyüp, kebap ve kaymağı gibi vaktiyle Oyuncakçı­ ları jle de ş.öhret yapmıştı. Vapur iskelesinden Büyük Cami caddesine sapılınca türbe bahçesine kadar sıra sıra dükkanıarın hepsi oyuncakçı idi. Bu dükkaniarda satılan oyuncaklar şunlardı: Kırmızı tüylü koyun, ku­ zu, ağaç parçalarının i.çi oyulmak suretiyle vücude ge­ tirilmiş ve

.üzerlerine al ve yeşil boyaları

sürülmüş

.

sandallar, padişah kayıkları, boyalı aynalar, beşikler fırıldaklar, iki üç şerefeli camisiz minareler, tahta kı. lıçlar, kamış tüfekler, davullar, tefler, düdüklü fın.ldaklar, çekirgeler, hacı yatmazlar, toprak testiler bar­ daklar gibi şeylerdi. Bu oyuncakçılar daima aynı oyuncakları yaptık­ larından ve hiç bir yenilik getiremediklerinden Avru­ pa'dan gelen oyuncaklar yanında pek basit oldukları ve alıcı bulamadıklanndan dükkaniarını kapamak zo­ runda kalmışlardır.

KOÇU ARABALARI Kadınların erkekler gibi hayvana binmeleri yasak­ lanmış olduğundan kadınlar ötedenberi arabaya biner­ lerdi. Harem-i · Hümayun, Vezirlerin ve Devletin ileri gelenlerinin eşleri, büyük dört tekerlekli, yüksekçe, etrafı tahtadan yapılmış ve üzeri eğri tabir olunan bir çok çenber ile çevrili pencereleri kafesli, yaysız Koçu ismi verilen araba.lara binerlerdi. Koçu'ların içi kadi­ fe ve diğer kıymetli kumaşlarla döşenirdi. Arabanın dört bir yanındaki tahtalar dıştan boyanır, oymah yal-


195

dızlı çiçek resimleriyle süslenirdi. Binrnek ve inmek için küçük merdivenleri vardı. Bilahare yaylı araba­ lar çıktığından Koçu'lar kullanılmaz oldu. Koçu'lar­ dan sonra imaHıtına başlanılan yaylı arabalar, Hento, Talika (katip odası) gibi çeşitli isimler almışlardır. Şekilleri muhtelifti. Kupa, Lando, isınindeki arabalar daha sonraları şöhret bulmuştur. Kadınlarımızın kö-' rüklü faytona binmeleri yakın zamanda başlamıştır. Hatta erkekler bile faytonun körüğünü aşağı indirip açıkta oturmayı hafiflik kabul ederlerdi.

YtiKSEK RtiTBELİLERİN ARABALARA BİNMELERİ Eskiden İstanbul'da yüksek makamları işgal eden memurlar mutlaka ata binerierdi (1) yüksek rütbeli Devlet memurlarının ata binmelen bir kanun ve pro­ tokol'la tayin edilmişti. Devlet memurlanndan ata biiı­ rnek hakkını kanunen haiz olmayanlar zaruret halin­ de bile memuriyete yaya gidip gelme mecburiyetinde imişler.. Divan-ı Hümayun kalemi amirlerinden Ha­ kani Mehmet Bey Hilye ismindeki (2) eserini 1598 ta-

(1)

Sultan İbrahim, bazen Koçu'ya ve bazen de Tahtı· revana binerek şehirde gezerdi. Eski padişahların da K.oçu'ya bindikleri görülmüş ise de resmi günlerde, hele alaylarda ve selii.mlık günlerinde mutlaka hay· vana binerlerdi. Sultan Aziz'in son yıUarına kadar bayram, mevlit alaylarında devlet büyükleri, padişah ile birlikte hayvana binerek yürürlerdi. (2) Bu Hakani Mehmet Bey, Peygamberimizin Şemaili Şerifini nazım olarak kaleme almıştır. Manzumenin adı Hilye'dir. Halk ağzında -Hilye·i Hakani- denir.


196 rihinde ikmal edip padişaha takdim etmiş eser çok beğeniimiş mükflfata layık görülerek ne gibi bir dileği olduğu sorulduğunda şu cevabı vermiş: _ «İhtiyanm, evim Edirnekapısı civanndadır, memuriyetime hay­ vanla gidip gelmeme müsaade buyrulmasını istirham ederim» demiş. Dile� incelenmiş, isteğinin kanuna uygun olmadığı neticeSine vanlmış, fakat Bab-ı Ali ci­ varında kendisine Devletçe bir ev satın alınıp arma­ ğan edilmiştir. İstanbul şehri içinde Hıristiyanlann da Müslümanlar gibi ata binmeleri yasaklanmıştı. Yalnız yabancı devletlerin sefaret ve konsolosluk memurlan­ nın hayvana binmelerine müsaade . edilmiştir. Ahali­ den ihtiyar ve hasta olan Müslümanların merkebe bin­ melerine müsaade olunurdu. Halil Paşa'nın Serasker­ liği zamanında dişçi Mikail ismindeki Hıristiyana, ih­ tiyar ve alil olmasından dolayı aşağıda yazılı izin tez· keresi verilmiştir. Dişçi Mikail nam zimmi (1) alil ve ihtiyar olup yürüyemediğinden merkep suvar olmasını bilistida ruhsat verilmiş olmakla, merkum bundan böyle. rea­ yaya (2). mahsus takım ile merkebe bindiği halde asa­ kir-i nizarniye zabitanf ve karakol memurları tarafından mürnanaat olunmamak ve icabı halinde ibraz kı-

(1)

Zimmi, Hristiyan olup Osmanlı tabiiyetini kabul eden kimse.. Bunlar dinlerinde ticaretlerinde serbest idi­ ler, fakat vergi öderlerdi. 1855 tarihinde Islahat Fer­ manı ile vergi askerlik bedeline çevrilmiş, 1908 Meş­ rutiY,etinden sonra bu gibiler de askere alındığından bedel de kaldırılmıştır. (N.A.B.)

(2)

Reaya, Osmanlı tebaasından müstahsil köylü. (N.A.B.)

·


197

lınmak için canib-i Seraskerimizden işbu tezkere mer­ kuma ita kılındı. Mühür ve İmza KAD lNLARIMIZlN ESKİ KIYAFETLERİ

Vaktiyle kadınlannuz ferace ve yaşmak giyerlerdi. Elbiseleri kışın çuha yazın ipekli ince kıımaştan ve içieri de· sandal denilen bir nevi beyaz atlastan ya­ pılırdı. Ayaklanna san sahtiyan'dan papuş giyerlerdi. (Bu papuşlar ökçesiz,: altı düz ve koncu olan ön tarafı daha uzun bir nevi mest olup Mercan teriikierine ben­ zerdi) sonraları feraceleri, Merinos, Lahurdaki, Şala­ ki, Atlas ve bunlara benzer kumaşlardan yapılmaya başlandı. Papuş'lann içine işlemeli astarlar kondu. Bunları ince beyaz çoraplarla giymeye başladılar. Yaşmaklar için daha ince tülbentler kullanıldı. Hatta (Gençliğim var isterim! elbette . bir al ferace ince yaşmak eldiven) şarkısı da o zariıalar çıkmıştı. Kadınlarımız yaşmaklan, yüzü örtrnekten ziyade bir süs olarak kullanırlardı. O, ince yaşmaklan yüzleri­ nin güzelliğini gizlemezdi. O renk renk feraceler ne hoş görünürdü. Bir zamanlar d�nlerde giyilen içi dışı . sırma iş­ lemeli (şıp şıp) namiyle bir takım terlikler moda ol­ muştu. Hatta gelinler için hususi olamk yaptınlan şıp şıplann yüzlerine

işlenmiş olan sırmalann

arasına,

baş ve gerdana konan inci, yakut, zümrüt, pırlanta gi­ bi kıymetli mücevhetat da yerleştirilirdi.



,

Kadınlar Mesire y e nasıl giderlerdi

·-. •

J

,

,

..

. • •

•• .

'

1

•.. "'

.......

ince

· ! · · .:

t:"<

Hıristiyan yerine

·

kadınlar

.,

..:.;

sokağa

tülbentten baş

çıktıklarında

örtüsü

örterlerdi.

yaşmak Ayakla­

rına Ermeniler kırmızı, Rumlar siyah, Museviler mavi terlik giyerlerdi. 16

ncı

asırda

İstanbul

kadınlarının

uzun

ferace

giyip başlarına tülbent sarıp, yüzlerine kıl peçe tak­ tıkları ve

Selamiye

isminde

bir

entari giydikleri

met Rasim Beyin Osmanlı Tarihinde yazılıdır. 1 1 44 tarihinde

Birinci

Sultan

Ah·

Mahmut zamanında

kadınların pek çoğu başlarına fes veya başlık giyerler ve

bunların

lardı. le

üzerine

Mahmut bu ve

bağlar­

Yakaları atlas ve etekleri küçük Necef taşlariy­

süslü yün ve

1831

nakışlı yazma yemeniler

çuhadan feraceler giyerlerdi.

kıyafetleri uygun

bulmayıp

Sultan

yasaklamıştır.

tarihinde III'ncü Osman zamanında kadınların şal

elvan ferace

giymeleri

emir

edilmiştir.

Kadınları­

mıZin vakit vakit kıyafet ve tuvalederiyle meşgul ol­ mak

adeti

yerinde

bir

müdahale

olmamakla

şeriat hükümlerinin uygulanması hükümete ait oldu-

beraber


200 ğundan bu yola gidilmiştir. Ebüzziya Tevfik Bey Tas­ vir-i Efkar Gazetesinde şöyle yazmıştı: (Bugünkü ha­ nımlanmızın tuvalederini

Avrupa'lı

kadınlannkine

benzetmek, yeldimıe yerine manto giymek, saçlarını Avrupa modasına uydurmak, ufacık adımlar atmak suretiyle yürürneğe kalkışmaları

görünmüyor. hoş Çünkü her milletin kadınlannın kendine mahsus bir yürüyüşü olduğu gibi, evvelce de İslam kadınlannın kendine mahsus güzel bir yürüyüşleri vardı. O ağır ağır sahna salma ne kadar hoş bir yürüyüştü) diye fikirlerini açıklamıştı.

KADlNLAR MESİRE YERLERiNE NASIL GİDERLERDİ? Kadınlar kır gezintileri

sırasında lüzumlu olan bir çok eşyayı beraberlerinde götürürlerdi. Bir aile­ nin hususi kayığı olmasa da zarif ve değerli kumaş­ tan bir kayık takımı, al renkli ehram, gümüş ve ar­ mudi seyir aynası, gümüş su tası ve sürahisi, iki gözlü bulunurdu. Venedik sepeti, sefer tası, sofra takımı Kayık döşemeleri, üç parmak kalınlığında kenarlan çifte fitilli bir tane pamuk şilte ve yine çifte fitilli üç tane yastıktan ibaretti. Gezme yerine denizden gıdil­ diği zaman kayığın kıç üstüne al ehram serilir ehra­ mın saçakları deniz sulanna temas

edercesine kayı­

ğını iki tarafına salıverilirdi.

HAFI'A TATİLLERİ Başlangıçta Osmanlı Devleti ve İslam ahali hafta­ nın belirli günü tatil yapmazdı. Tatil ve dinlenme için


201 böyle bir gün ayrılmamıştı. Fakat gayri Müslimlerin haftanın bir gününü dinlenme ve ibadet günü olarak seçtiklerini gören ve bunun lüzumuna inanan Müslü­ manlar da haftanın yalnız Perşembe gününü tatil gü­ nü olarak ilan ettiler. Bu Perşembe günü tatilleri tan­ zimata kadar devam etti. 1241-1822 tarihinden sonra res­ mi daire�er ve Müslümanlar için Cuma gününün ta­ til günü olmasına karar verildi. Cami ve Medreselerimizde çok eskiden beri uygu­ lanan ve haftanın Salı ve Cuma günlerinde iki defa yapılan tatillerin, hangi tarihte ve kimler tarafından .kabul edilerek yürürlüğe

konduğu

malum

değildir.

1825 tarihinden sonra Cuma tatillerinde İstanbul hal­ kı kendilerine göre eğlenceler, ziyaretler ve toplantı­ lar yapmaya başladı.

KAGITHANE ALEMLERİ Kağıthane deresinin içeriye doğru kısmının iki ta­ rafındaki sahil

rıhtımları •

Fuat Paşa

Sadnazam ol-

duğu zaman yapılırdı. Paşa Kağıthanenin pek değedi ve imara layık bir yer olduğundan bahs eder, en güzel yerlerden biri de Kağıthane

köprüsünün

ortasından

çağlayanlara doğru bakılan yerdir, derdi.

İlkbaharda

su ile tamamen dolan dere yatağından akan suların çağlayanlardan beyaz köpükler saçarak mermerler üze­ rinden akıp gidişi ve yeşil çayırlar arasında beyaz, pen­ be, san mor renkli çiçeklerin rüzgarla bir o yana bir bıi yana sallanması kalbiere tazelik ve ferahlık verir­ di. Kağıthane'nin en hareketli, en parlak zamanı İlk-


202

bahar mevsiminin Cuma günleri idi. Pazar günü gi­ denlerin çoğu Hıristiyandı. Kağıthane'ye karadan ve denizden gidenlerin ço­ ğu Eyüp yolunu tercih ederlerdi. Eğlencesi de deniz­ den gidilmesinde idi. Kağıthane sefasına meraklı olan­ lar gayet hafif ve narin kayıklar yaptırırlar, ikişer ve­ ya üçer çifte olan bu kayıkiann yollu ve zarif olması­ na itina ederlerdi. Hususi kayığı olmayanlar birkaç gün evvelinden bazı iskelelerden Cuma günü için ka­ yıklar kiralarlar, bilhassa gençler süslü ve narin san­ dallarda kürek çekmeye özenirleııdi. Gezme günleri gö­ nüller ferah, kasavetten uzak, ııahat ve huzur içinde olurdu. -Cuma günleri herkes erkenden hazırlığını gö­ rür, karadan gidecekler araba ve hayvanlanna, deniz­ den gidecekler de kayıkianna binerek Kağıthane'nin yolunu tutarlardı. Tabanlal1lna güvenenler yaya ola­ rak giderler, çalgıcı, satıcı, dilenciler daha evvel dav­ ranıp muşterilerini orada beklerlerdi. Kağıthane'nin birinci köprüsünden itibaren içeri­ ye doğru salıilin bir tarafı kadınlara, diğer tarafı er­ keklere ve iç kısmındaki top ağaçların altı da arabah­ Iara mahsus idi. Bu bölgelerde herkes beğendiği yere yerleşir, gezer, yürür zevkine bakardı. Artık çayırlar, bayırlar baştan başıa insanlarla dolar, derenin iki sahi� li de kayıklarla kapandığından yanaşmak mümkün ol­ maz, kayıkları olduğu yerden kımıldatmak pek müş­ kül olurdu. Gezmeye gelenicnn çoğu yemeklerini bir gün ev­ velinden hazırlardı. Kuzu söğüşü, zeytinyağlı yaprak dolması, sütlü irriıik helvası gibi soğuk yemeklerini


203 tencerelerde, sefer taslarında getirirler.di. Zengi_nlerip yemeklerini uşaklar ayrı kayıktarla taşır. Orta halli­ �er bindikleri kayıktann kıç altına yerleştirerek ge­ tirirlerdi. İkişer veya üçer çifte olan zengin kayıkla­ rmda sağ ve sol itibariyle iki hanım yan yana, bir ca­ riye de karşılarmda, kıç üstü denen küpeşteye, bir ha� rem ağası veya harem kahyası, veyahut bir gidiş ağa­ sı bağdaş kurup otururdu. Anbarlarda oturmak orta halli bir ailede dahi ,kibarlığa aykın sayılırdı. Sul� tan Aziz tahta ilk çıktığı senelerde her İlkbalıarı Sa­ adabad'da geçinneyi adet haline getirmişti. Sultan Aziz Cuma günleri selamlık merasimini oradaki camide yapar,· askere kuzu yedirirdi. Bu tö­ ren pek parlak olduğundan seyirci halk erkenden ca­ miye koşardı. Selamlık törenine katılan yüksek rüt­ beli Devlet memurlariyle, Müşirler ve askeri amirler Cuma günleri giyilen üniformalan, nişanlan ile padi­ şabın önünden geçen alaylann başında giderlerdi. En önde bando-mızıka olduğU halde kıt'alar takım takım geçerken gururlanan halk hep bir ağızdan (Padişahım çok yaşa) diye bağırıp alkış' tutardı. (Sultan Aziz'in tahta çıktığı ilk yıllarda ahalinin kendisine pek fazla sevgi ve hürmeti vardı. Padişah 1862 tarihinde Mısır'ı ziyaretten döndüğünde büyük şenlikler hiçbir zaman hiç bir makamın nüfuz ve em­ riyle olmamıştır. Sadece halkın içten gelen arzusu ile olmuştur. O sıralarda yaşamış olanlar bu beyanıniın doğruluğunu tasdik . ederler. Bir haftadan ziyade de­ vam eden törenierin nihayetinde, şehrin seçkin kişi­ leri Benebi Devlet memurları ve din adamları bir he-


...

-

..

..:.

..

.

·-·

.

.

:..

.-

-

..._

..

.

-

-

.....

..,__ _

?

.

...

)

/

� ·

'

'"' .

. .

-

·

"'

.

.

. .

. - --

.

""' ....... - -

.�

,

_

'

-

Süslü kayıklar, tabiatm eşsi= gü:;ellikleri ile be=erımiş Kağıthane deresinde.


205

yet halinde. Kağıthane sarayına giderek padişahın res­ minin çıkarılmasını istirham etmişlerdi.) Seyircilerin kimisi Cuma namazını Hazreti Halit'­ te kılıp biraz gezinmek ve tabiatın güzelliğini görmek için gelmiştir. Kimisi şuradan buradan ele geçirdiği araba veya h�yvana binerek halka zengin gör.ünmek hevesiyle gelmiştir. Peder veya kain pederlerin nüfuzu sayesinde yüksek rütbelere çabuk erişen subaylar pek

güzel atlar üzerinde ecnebi subaylar gibi caka satar­

lardı. Yakışıklı gençler haddinden fazla süslenir yük­ sek tabakaya mensup hanımiara kendilerini beğendir­ mek hülyasiyle konaklara ait arabalann arasında do­ laşırlardı. Gezme uğruna saçtıklan altınlada bazı ha­ fif meşrep kadınların gözlerini kamaştıran bir takım mirasyedi beyler herkesin hayranlıkla baktığı araba­ lara kurularak dolaşırlardı. Kimisi kendisine

yüz

ver­

meyen komşusu hanımı hafif meşrep bir halde Y.aka­ lamak ve bu suretle münasebet temin etmek için o kadını . takip eder gizlice göz altında bulundururdu. Her rastgeldiği

kadına laf atan bazı

kopuklar

ara­

baların çıkardığı toz duman içinde göz hareketleriy­ le kadınlara işaret verrneğe çalışırlardı. · Aybaşı kibar­ ları, cebi delik beyler pek centilmen tavırlar takma­ rak kadınlara laf atarlar, bazı kadınlar hoşlarına git­ meyen bu gibi sarkıntıhklara:, şemsiyeleriyle yüzleri­ ni kapayıp mukabele ederlerdi. Hovardahğı ile tanınmış oln erkekler açık meŞre-p genç kadınlara musal­ lat olurlar veya dost tuttukları kadınlan ba�kı altın.

da tutmak için haşin tavırlar,. takınır, bıyık bükerek etrafı gözden geçirirlerdi.


206 Çopur yüzlü kapısız uşaklar dal fesli ve kovalı

(1) çuha şalvarlı, beyaz dizlikli, çapraz yelekli, bağn baldırı çıplak tulumbacı kabadayıları, başında salta markalı, yardan ayrıldım biçiminde ipekli mendil sa­ rılmış, y�lın ayak kaldırım hovardalan kadınlara sade söz atmakla kalmazlar elleriyle sarkıntılıkta bulunur türlü kepazelikler yaparlardı. Lacivert

dizlikli baldırı yün

tozluklu pos bıyık

helvacılar, Anadolu dayıları, yüzünü yağlı düzgünle badana eden şıllıklara yılışır ve peşlerine düşerlerdi. Kendini uslu akıllı ve ağır başlı göstermek isteyen sa­ kallı bazı sinsiler münasip yerlerde gizlenip saman altından su yürütürlerdi. Hanımlar dere kıyısının kadınlara

mahsus olan

kısmında kayığın ehramını, döşemesini derenin kena­ rına serip otururlardı. Gümüş s'u tasını ve sürahisini önlerine, sefer tasını Venedik sepetini yanlarına, sa­ rı papuşlarını ehramın altına korlar yerler,

içerler,

ara sıra kalkıp gezerler, küçük çocuğu olanlar iki ağa· cm arasına salıncak kurup çocuklarını

uyuturlardı.

Şenlikleri uzaktan seyir etmeyi arzu edenler yamaç­ Iara çıkarlardı. Çilekçi, portakalcı, kuzu kestaneci, hel­ vacı, macuncu, riıuhallebici, dondurmacı leblebici, si-

(1)

Bu Kovalı denilen şalvar, iç donu üstüne dizlik de­ nilen beyaz bezden şalvar giyip onun üstüne de on­ dan daha geniş fakat çuhadan yapılmış şalvardır ki, kuşağın hizasından itibaren boyu diz kapağına ka­ dar gelir gayet geniş ağı iki bacak arasında salıve­ rilir. Yürüdükçe Karaman koyununun kuyruğu gibi iki tarafa sallanır ve bu sallanması süs sayılır.


207

gara kağıdı. ve kibrit satan Yahudi çocuklan yüksek sesle bağırarak halkı rahatsız ederlerdi. Ayıcı çingenenin etrafını ayıdan ürken köpekler sarar ve devamlı havlarlardı. İçkili bir halde ata bi­ nen bazı kişiler ağır giden hayvanlan mahmuzlayarak yarış etmeye çalışırlardı. Bir defasında at koştur-anlar­ dan biri yere düşerken muhallebicinin tablfisına çarp­ mış muhallebiler dökülmüş, yarı çıplak hırpaniler toz­ lar içinde muhallt'bileri kapışmışlardı. Gösterişi seven bazı zengin şımank beyler önünü ardını görmeden tozu dumana katarak fayton sürer, bazan bir çocuğu çiğner. O, kalabalık ara,sında zabıta memurları öteye beriye koşup meseleyi örtbas ederler, ne ise ehemmiyetli bir şey yok! diyerek imtiyazlı ki­ şileri adeta korurlardı. Derenin erkeklere mahsus olan kenannda bulu­ nanların kimi çalgı çaldırır, kimi çingene kadını oy­ natır, kimi hokkabaz, kimi ayı ve maymun seyir eder. Kimisi de Bulgara gayda çaldırır bora teptirirdi. Ka­ bak çalan Arap Mısır'a kaçtım kurtulamadım» türkü­ sü ile tanburunu çalar oynardı. Modayı takip eden ve Avrupa'lı gibi yaşamaya ve giyinmeye özeneo bazı beyler Kağıthane'nin bu man­ zarasını barbarlık addederler ve ayıplarlardı. Mavi yel­ dirmeli, rastıkh, alınları

ladin'li, parmakları

kınalı

Ayvansaray, Sulukule yosmaları ellerini çarparak ve arsız gülerek (Beyefendiler Kağıthane sefası şarkı söy­ ley�lim) deyip göbek atmaları ve bahşiş almadan git­ memeleri bu centilmenleri bir kat daha kızdırırdı.


208 · KAGITHANE DÖNÜŞÜ EGLENCELERİ Akşam güneşi batmaya başlarken emniyet görev­ lileri halk'a · evlerine dönme zaman�n geldiğini hatır­ latırlar, ihtarı dinlemiyenleri Kağıthane'yi terke icbar ederlerdi. O zamanlarda yaşayanların bildiği gib i dö­ nüş gidiş gibi dağınık olmaz planlı ve eğlenceli olur­ du. Asıl eğlenceler dönüşte yapılırdı. Ecnebiler san­ dallarla, Sefaret memurlan elçi kayıklariyle dönüşü seyre çıkarlardı. Boğaziçi'nin büyük kayıkları, allı yeşilli bayraklar ve renk renk kağıt fenerlerle donatılmış olduğu halde zurna havası tutturarak kayıkların kıç üstünde oy­ nar böylece Boğaz'a doğru yol alırlardı. Mahalle tulumbacılan darbuka, maşalı zil, çığırt­ ma'dan meydana gelen çalgı takımlariyle hovarda ağ­ zı maniler söyleyerek geçerlerdi. Bal ve Yağ Kapanları hamallar:ı salapurya'lara dalarlar davul . ve düdüklerle memleket türküleri söylerler, çalıp çağırarak gider­ lerdi. Bir takım beyterin teşkil ettiği musiki heyetle­ ri, kayık ve sandallarını birbirine yaiı.aştınp fasla baş­ larlar, kendilerini kadın ve erkek sandallan da yakm­ dari takip . ederdi. Bazı sandal meraklısı pehlivan ya­ pılı delikanlılar narin sandallarda kürek çekerek bir­ birleriyle yarışırlardı. Mektep çocukları da dere ke­ narlarındadaki sazlardan külalılar yapıp başianna ge­ çirirler güler oynarlardı. Bazı kimseler deredeki ada­ cıklara sandallarını yanaştınr dönüş şenliklerini bura­ dan seyir ederlerdi. Atlılar, arabalılar yollarda gah eğ­ looir gah giderler bir kısmı da yol kenarındaki Silah­ tar Ağa meyhanelerine uğrar, kısa bir tezgah başı ale­ mi yaparlardı.


209 Bu suretle akıp giden deniz ve kara yolcularının hepsi Bahariye'de toplanırlardı. Bu kalabalık Baha­ riye deresinde o hale gelirdi ki, kayıktan kayığa geçi­ lir olurdu. dünyayı

Her kafadan

tutardı.

Biraz

bir sonra

ses

çıkar,

oradan

heyheyler

da

hareket

başlardı. Cuma'ları Bahariye'ye gelen Saray'lılar, Ba,

hariye Kasrında o zaman türemiş bulunan Ulahlılar •

adı verilen orkestra takımını köşkün bahçesine alıp çaldınrlar, bu ahenk ortalığa başka bir parlaklık ve­ rirdi. Bu gün Bahariy'de mevcut harap yalılar o zaman zenginlerin marnur yalılan idi. Cuma'ları yalıların iç­ leri ve dışları kibar, hatta Vekil ve Vezir mis-afirlerle hıncahınç .dolar, karşılarındaki adalar da türlü çiçek­ lerle bezenmiş olduğundan misafirterin bir takımı da bu adalara geçip neşeli sohbetler, gürültülü kahkaha­ larla Kağıthane dönüşünü seyrederlerdi. İşte bu hayhuylar ve neşeli eğlenceler İnkılaplar­ dan sonra yapılan şenlikleri andınrdı. Şu kadar ki, İnkılap şenliklerinde söylenen Milli marşlar yerine o zamanlar aşıkane şarkılar duyulurdu. Kağıthane'ye gidemeyen civar ahalisinden birçok kadınlar çoluk çocuklan ile Fener ve Cibali iskelesi meydanında toplanırlardı.

Buralann deniz kenarlan

her zaman süprüntü yığınları ile dolu ()lduğu için kö­ pekler burunları ile deşip koklarken birbirleri ile hır­ laşırlardı. Bu iğrenç mezbeleden Kağıthane dönüşünü seyredeceğiz diye birikenler, taşlar, direkler ve toprak üstüne çömelerek bayağı

satıcıların bayat

yemişle­

rini alıp yerlerdi. Halk dilinde buralara (Bitli Kağıt hane) denilirdi.

F: 14



İstanbul'un Gezme. Yerleri İstanbul'un ağırbaşlı ve servet sahibi kişileri ka­ labalıktan sıkıldıklarından Cuma ve Pazar günleri Ka­ ğıthaneye gitmezlerdi. Şayet o günlerde gitmek mec­ buriyeti olursa Alibeyköyü ve Çoban Çeşmesi semti­ ne giderlerdi. Şimdi kodaman dediğimiz bu kişilerin re­ dingot ceket, pantolon ve yelek giyenleri, Avrupalığı taklit ediyor diye ayıplanırlardı. Bunların meclisinde bulunan gençler iki diz üzerine oturmaya mecbur tu­ tulur veya bağdaş kurup otururlardı. Ayaklarının· biri­ ni uzattıkları takdirde hoş görülmezler kıyametler ko­ partılıJTdı. O zamanın gençlerin bunların hücumuna he­ def olmamak için kıyafet bakımından onlara benze­ mek mecburiyelinde idiler. Şimdi kodaman dediğimiz bu kabil kimselerden Mülkiye sınıfına mensup olan­ lar Vaka"i Hayriye�den sonra eski kıyafetlerini değiş-


212 tirmişler ve kavuklarını çıkarınışlardı. Başlarına ma­

vi ipek, püskütlü fesin içine ·beyaz takke ve sırtianna

düz yakalı ve uzun etekli setre üstüne paçası bol pan­ tolon, Hind ve Şam kumaşından veya şaldan

kollu

mintan giyer boyunlarına dört köşe mendil büyüklü­

ğünde siyah · canfes veya beyaz tülbent boyunbağı bağ­

.

larlardı. Bu adamlar zamanın getirdiği her türlü ye-

nilikiere karşı olurlar, gençleri de yeniliğe uymaktan

alakoymak istei'lerdi. llmiye takımı Vaka-i Hayriyeden

dört yıl sonra kavuklarm1 çıkarmışlardır. Bunların

kavuklan

1879

tarihinde iıname'ye çevrilmiştir. Sırt­

larına mevsim küıtii üzerine

çim çak'ır

bol bln1ş giyip eUft bi­

ve ayaklarına sarı mest pabuç giyerlerdi.

· Esnaf takımı başla:fına Acem şah veya ebani sa­

nk sararlar, ağı bol şalvar salta, bedeni darca Mısri tabir olunan cübbe, ayaklarına burnu sivri kırmızı ye­

meni giyerler ve bu yemenilerden altı nalçalı olanla­

rına katır tabir ederlerdi. Sonraları ekserisi sarığı dal fese, yemenileri rugan iskarpine çevirdiler. Esnaf ya­ zıcılan bel kuşaklan arasına gümüş divit takarlardı. Yukanda bahsettiğimiz kodaman . kişiler

Kağıt­

hane tarafianna gittiklıerinde oralarda gezinmeyi ha­

fiflik sayarlardı. Bunlar ya derenin kenarlarında ve­

ya çayınn etrafındaki aPÇlann altında kaba hasırla­

n, seccadeleri serip otururlar, tirkeş ismi verilen kısa

ve yolculukta kullanılan birbirine geçme çubuklarını

tüttürürler derenin ve çayırın güzel manzarasım se­

yire dalar keyiflenirlerdi. Şakalar, havai konuşmalar yaparlar, tavla ve satranç gibi oyuntarla hoş vakitler geçirirlerdi . Bunların seyir yerlerinde en ziyade· önem

verdikleri, yemek-içmek hususlan olurdu. Çayırda ku-


213 zu çevirirler., püryan, kuyu, testi kebabları pişirtirler, ekserisi aşçılannı da beraberlerinde getirilerdi. Aşçı­ ları olmıyanların yemek mer-aklısı arkadaşlan yemek­ Ierin pişmesiyle yakından ilgilenirlerdi . Taz:! yaprak dolması, sütlü irmik helvası

ve

mevsim meyvalarını

seyir yerine getirirlerdi. Çeşitli ve gayet bol olan ye­ mekler bir halka teşkil edilerek yenilirdi. Kendiledn­ den sonra hizmetçiler, arabacılar, yerlerdi. Çubuklar, nargileler· içilir, namaz vakitlednde abdest alınıp ça­ yıra seecadeler serilir topluca namaz kılınırdı . Akşam namazından evvel evlere dönüş başlardı. Baiılan ak­ şam yemeklerini de çayırda yiyip dönüşü mehtaph ge­ cede yapmayı arzu ederlerdi. İstanbul'un en meşhur seyir yet'i Kağıthane'dir. Çünkü diğer mesirelere göre şehre yakındır. İstenir.; se BeyoğLu tarafından bile yaya gidilip gelinir. Burada dere, deniz, çayır, orman gibi insaniann hoşlandığı nimetierin hepsi bir aradadır. Bu sebeple tabiatı se­ venlerin aradığı bir yerdir. Sahası gayet _geniştir. He­ men hemen İstanbul halkının üçte birini içine alır.

O zamana gör� tabii en kalabalık günlerde bile ziya­ retçiLer kendilerine oturacak ve eğlenecek yer bula­ bilirlerdi. Aynı zamanda yiyecek içecek ile gidip gelmek isteyenler için en az masraflı yeroir.

Elhasıl Kağıtha­

ne herkesin işine ve kesesine uygun ve elverişlidir. Bir zamanlar Hasköy'ün üst kısmında bulunan Aynalıkavak bahçesi de ·mesire yeri idi. En fazla Bey­

oğlu halkı buraya Pazar günleri giderdi. Meşhur Bes­ tekar Latif Ağanın şu güfte ile bir şarkısı vardır. (Pek müteferrih yer değildir

Ihlamur, şimdi

Boğaziçine


ı:: 1:3 ._ �

6'

..ı.:

� � 0...

� ,S ,... -

..

<.> ._ c ;:..., "'

s

"'

.

..

';; ::, "' -

.

.., :::


215 gitsek bu Pazar). Bilahare Ateş Mehmet Paşa'nın do­ nanma komutanlığı zamanında halka kapatılan bu yer

Iersaneye verildi. Veli Efendi, Çırpıcı, Çörekçi, Bayrampaşa İstan­ bul'umuzun pek eski mesire yerleridir. Bizans zama­ nında da buraları mesire yeri idi. O zamanlar bu yer­ lerin çevresi ormanlar ve bahçelerle kaplı imiş. Say­ fiyeye gitmeyenler ekseriya Kağıthane mevsimi geçin­ ce buralara rağbet ederlerdi.

ÜSKÜDAR VE BoGAZİÇİ MESİRELERİ Eskiden mesire yerlerine gidenler her seyir yeri için öteden beri geçerli olan adetlere uymaya

kendilerini

mecbur görürlerdi. Mesela, Fenerbahçe'ye gidecekler evvela Merdiven Köyü'ne uğrar çayırda yemeklerini yedikten sonra Fenerbahçe'ye giderlerdi. Dönüşte Hay­ darpaşa çayırında dolaşıp, akşama Selimiye'deki · Du­

vardibi mesiresine gelirlerdi. O zamanlar Fenerbahçe'-

. nin gezi günleri Pazartesi ve Perşembe idi. Burası et­ rafı deriiiİe çevrili sadece bir yerden karaya bağlı kü­ çük bir yarım ada olduğu için, ziyaretçilere ferahlık veren bir mesire yeri idi. Dördüncü Murat zamanında buraya bir fener kulesi ile bir saray inşa edilmiş ve Üçüncü Ahmet zamanında bu yapılar yenileştirilmiş ve genişletilmiş ise de, bilhassa saray zamanla harap olmuş, sadece havuz yerleri ortada kalmıştır. 1834 ta­ rihinde Boğaz'lara fenerler konmuş, bu meyanda Fe­ nerbahçe kulesine de 25 mil uzaktan görülebilecek bir fener monte edilmiştir.


216 Anadolu tren yollarının inşasından evvel Haydar­ paşa çayırı geniş bir mesire yeri idi. Sultan Mecid'in .şehzadeleri Murat ve Harnit Efendilerin sünnet düğün­ leri 1846 tadhinde bu çayırda yapılmıştır.

·

Sabahları çok erkenden ava çıkan Sultan Avcı Mehmet gayet sarp tepelerde kuş ve diğer ,hayvanla­ rı avlarmış. Bir gün yolu ·�üçük Çamlıca'ya düşmüş, orada içtiği su pek hoşuna gitmiş. 1653 tarihinde o suyun başında bir çeşme yaptırmış. Bu çeşme taşın­ da Padişahın ismi yazılıd.ır. Bundan sonra 1660 tari­ hinde Büyük Çamlıca'da da bir çeşme yaptırmış. Ha­ kan yaz aylarında bağlarda gezer, kirazı da çok se­

vermiş. O vakitler Beylerbeyi ve Çengelköyü'ndeki ki­ raz bahçeleri pek meşhur olduğundan çocuklariyle bu­

ralarda haftalarca kalırmış.. O zamanlar Çamlıca'la­

rın seyir günü ol.madığından, asude bir gezinti İsti­ yenler Küçük Çamhca'yı tercih ederlerdi. Büyük Çamlıca çok eskidenberi seyir yeri olarak kabul . edilmiştir. Ziyaret Pazar günü yapıhrdı. Seyir­ ciler evvela Çamhca'ya giderler, bundan sonra Bağlar­ başı bölgesine arabatarla inerlerdL 1867 tarihinde Bağ­ larbaşı bölgesinde bir belediye bahçesi açıldı. Halk bahçede eğlenir, harem arabaları da bahç·enin etrafın­ da dolaşırdı. Geceleri bahçenin sayısız fenerleri, fa­ nusları etrafa ışık saçar ortalık gündüz gibi olurdu ki kalabalık tarif edilmez bir hal alırdı. Gece yarısına doğru beyaz yeldirmelere bürünmüs güzel hanımlar arabalarından inip bahçenin parmaklıkları dışında gö­ ze çarpmayan loş yerlerde süslü beylerle gezerlerdi. Burada kadınlar ve erkekLer arasında güzel giyinme­ miş hiç kimse göze çarpmazdı. Mısırlı Fazıl Mustafa


217 Paşa orada köşkü olduğu için bu bahçenin imar ve tanzimi ile devamlı olarak meşgul olurdu. Her hafta Cumartesi akşamları kaldığı iki gece köşkü zamanın şairleri1 alimleri ve musiki üstadları ile dolardı. Mer­ hum şair Şinasi ömrünün son zamanlannı bu bahçe­ nin ziyaretine tahsis etmiş gibi idi. Merhum şair Na­ mık Kemal de buraları çok severdi. Çamlıcalar arasında olduğu için Kısıkh ismi veri­ len semtteki çeşmenin suyu gayet lezzetlidir. Onun yakınmda Sankaya denilen yerde III üncü Selim'in ilk imaını Derviş Efendinin bağını Hakan annesi için satın alıp bu yere yeniden bir köşk inşa ettirmiştir. Bilahare bu köşk Sultan Mahmut'un hemşiresi Esma Sultana tahsis edilmiştir. Sultan Mahmut oraya bir ni­ şangah inşa ettirmiş, bir- zaman sonra kendisi bu köşk­ te vefat etmiştir. Şimdi türbesinin bulunduğu yer, vak­ tiyle Esma Sultan Sarayı'nın arsası olduğu rivayet edilmektedir. Kayışdağı, Alemdağı, Taşdelen şehriınİzin baş­ lıca mesire yerleri idi. Üsküdar halkından hali vakti yerinde olanlar bu seintlere aile ve ahbaplarmı yanla­ rına alarak atlar ve arbalarla giderlerdi. Ekseriya ha­ nende ve sazendeleri de beraberlerinde götürürler, ge­ celeri oralarda, geç vakitlere kadar eğlenirlerdi. Eski­ den Kayışdağmın ismi Kayışpınan imiş. Bimns zama­ nında dağın zirvesinde bir manastır olduğu söylenir. Bina kalıntıları bugün dahi mevcuttur. Vaktiyle Alemdağı Harem-i Hümayun'a ait bir bölge idi. Haremin idaresi görevini Dar Üs-saade Ağa­ sı yapardı. 1834 tarihinde Kızlar Ağası ' vazifesini ya­ pan Abdullah Ağa Alemdağında Sultan Mahmut'a bir


218

ziyafet vermişti. Hakan, şehzadeleri ınabeyn kıhiplc­ ri, Kurena beylerini de alıp gelmiş ve bir gece kalmış, ertesi günü Taşdelen suyu menbaına kadar gidilmişti. Harem-i Hümayun ise Taşdelen'e götürülmeyip iki ge­ ce

Sultan

Çiftliği

ismindeki

yerde

dinlenmeleri

için bırak�lmıştı. Hakan büyük evliyalardan Sarı Gazi Türbesini ziyaret ve Tophane Nazırı Ali Saip Efendi'­ nin o civarda bulunan çiftliğinde istirahat etmişti.· Pa­ dişah ertesi günü çiftlikten hareketle Yakacık Köyü'­ ne gitmiş, bir gece de orada kalmıştır. Bu Sarı Gazi, Sarı Kadı Fatih Sultan Mehmet Han

Gazi ile beraber gelenlerden olup 1480 tarihinde vefat

etmiştir. Üsküdar'da eski Valde Camiini yaptıran ve

III üncü Sultan Murat'ın annesi Nur Banu Sultan bir mescit inşa ettirip bu semti ihya etmiştir. Bir müd­ det sonra minber·i de lll üncü Sultan Mustafa'nın ya· zı hocası Bosnevi Osman Efendi zamanında yapılmış­ tır.

İSTANBUL'UN GEZME YERİ VE GEZME ADETLERİ Hükumet'in İstanbul seyir yerleri hakkında 1861 tarihinde neşrettiffi tembihname sureti.dir: Yaz mevsimlerinde herkesin seyir yerlerine gitme­ si esk-i bir adettir. Bu yerlere ırz ve edebiyle gidip gelenlere hükumetten müsaade veııileceği tabiidir. Fa­ kat bu vesile ile edep ve nizarn dışına çıkan, yurdun •

nizarniarına muhalif hareket etmek katiyen caiz olamaz. Bu gibi hallere başvuranların cezalandırılacağı­ na dair tanzim ve ilan olunan tembihnamedir.


219

İstanbul'da Veliefendi, Çırpıcı çayırları, Bayram­ paşa, Üsküdar, Çamlıca, Merdiven Köyü, Haydarpaşa, Duvardibi, Beylerbeyi ve Havuzbaşı pıesirelerine Cu� ma ve Pazar günleriyle diğer adi günlerde herkes girle­ bilecektir. -·

Fakat erkek ve kadınlar için özel yerter bulundu­ ğundan kadın ve erkek karmak!arışık oturmayacak ve oturamayacaktır. Şayet bunun aksine hareket edenler olursa Kanunun 254. maddesine göre cezalandırılacak­ tır. İstanbul Boğaziçi ve Üsküdar seyir yerlerinden bazısı sırf Cuma günleri kadınla�a ve Pazar günleri erkeklere mahsus olduğu için bundan böyle İstanbul'­ da Kağıthane'ye Üsküdar'da Modaburnu, Fenerbahçe'­ si, Beşiktaş'ta Hacıhüseyin Bağı, Ihlamur, Küçükçift­ lik; Beyoğlu'nda Taksimönü; Boğaziçi'nde Küçük ve Büyüksular, Çubuklu, Hünkar iskelesi, Arnavutköyü akıntısına Cuma vesair günlerde gidilebilir. Ancak Pa­ zarlan İslam hatunları gidemiyecektir. Şayet giden­ ler olursa yukarıda adı geçen kanun gereğince ceza­ landırılacaktır. Üsküdar'da Bağlarbaşı civarında Maşatlık denilen yer ile Bostancıbaşı Köprüsü arasında bu kerre açı­ lan Çiftehavuzlar, Serbostanbağı ve Sultantepesi ci­ varında Susuzbağ ve Kuzguncuk üzerindeki Arapzade Bağı, Maslak, Şişli, Levent Çiftliği, Pangaltı Zincirli­ kuyu öteden beri seyir yeri olmadığından herhangi gun olursa olsun İslam kadınlarının araba ile durması ve sereserpe oturması tamamen ve kesin olarak ya­ saktır.


220 Adı geçen yerlerde, gerek yollarda erkek ve kadın seyircilerden sefilıçe ve edep dışı hareket edenler ve gelip geçeniere laf atanlar olursa adı geçen

kanunun

202. maddesi uyarınca cezalandırılacaktır. Yukarıda yazılı mesirelerin hangisinde olursa ol­ sun içki içenler ve rezalet çıkaranlar da cezalandırıla­ caktır. Mesirelere gelecek satıcı, çalgıcı, arahacı takımı edepli hareket etmek zorunda olduğu için şayet söz­ le ve hareketle rezilce hareket edecek olurlarsa bu gi­ biler de kanunen cezalandırılacaktır. Rütbe sahibi ve itibartı bulunanlar dahi bu ya­ saklara riayet etmezlerse onları rütbeleri kurtararnı­ yacaktır (1). Saat ı ı 'de seyir yerlerinde kadınlardan hiç kimse kalmıyacaktır. İşbu mesirelerde

gezdirilen nizarniye

askerleri ve zaptiye kollan ırz sahiplerinin sırf gezin­ ti ve İstirabati için vazifelendirildiklerinden bunlara görevleri sırasında hakaret edenler oluıiSa aynı ka­ nunun 116. maddesine uyularak cezalandırılacaktır.

BENTLER ALEMi , İSTANBUL SULARI Bir zamanlar İstanbul'lutarla hatırlı yabancılardan bir çoklaq Belgrat ormanlannı gezinti yeri yapmışlar�

(1)

Vaktiyle rütbe sahibi olanları zabıta, rütbesine hür­ meten kaldırmayıp başka çareZere başvururlardı. Bu da rütbe sahiplerinin halka üstün tutulmasına kabul etr.ıek demekti. Rütbe sahiperi de bu sebep­ le halkın üstünde sayılırlardı.


221 dı. (Bu ormanlann, İstanbul sularına hakim durumda olduğu için İstanbul'lularca ayrıca önemi vardır.) Cuma, Pazar günleri Büyükdere yoluyla Sultan Mahmut ve Valide bentlerine yemekler ve ıarabalarla giderler. Bazıları da Mayıs içinde Belgrat köylerinde evler kiralayarak haftalarca otururlardı. Gerçekte babarda bentleri, ormanları seyretmek, güneşin doğuşundan ve batışından ve bu manzaraların güzelliğinden yararlan­ mak için oralarda birkaç gün kalmaya değer.

O zamaniann din ve siyaset adamlarından kimse­ lerle her yıl bahar mevsiminde Belgrat köyünde bir ev kiralayıp 8-10 gün kadar oturmayı adet etmiştik (1). Buralardan dönüşümüz de anlatılınaya değer. Ba­ zı yıllar Eyüp'ten hayvaniara binerek Silahtarağa, Ka­ ğıthane, Cenderboğazı yoluyla dönerdik. Bazan da Bü­ yükdere yoluyla arabalarta dönülürdü. Kırk yılı geçen S\1 Nezareti Başkatipliğinde hiz­ met etmek suretiyle Benllerin bütün özelliklerini bi­ len Emin Efendi ile suyolcu ustalarının ileri gelenle­ rinden «Taksim ustası• Tahsin Bey merhumlar her gidişimizde beraber bulunurdu. Onların bilgilerinden yararlanırdık. Kağıthane'nin rağbette olduğu . yıllarda hepimiz adeta bir .kervan halinde bir araya· getirdik. Ve; süva-

(l)

Selim II zamanında su kemerleri makbul bir mesi­ re iken padişah bahar mevsimlerinde buraya sıkça gelir, şair Baki ve CeUU gibi nedimleriyle hoşça vakit geçirirmiş ·


222

riocağı yoldaşlarından bir ağa çağırarak kervanımıza rehberlik et.tirirdik. Yolda gerekli gördüğümüz yerler· de yemek · yer ve dinlenirdik. yolculuk yapardık.

Böylece eğlenceli bir

Büyükdere yoluyla dönüldüğü yıllarda (1) çayırın sahil boyunda bulunan seddin üzerinde yemekler yer, sonra tekrar arabalara binerdik. Yolda . zümrüt gibi çimenler, sarı, mor ve pembe

çiçeklerin çekiciliği, bir tarafta da göklere yükselen orman ağaçlarının rin

uzun

demler

taze

yaprakları arasında bülbülle·

çeken derin. nağmeleri

hepimizi

mest ve hayran ederdi. Bentlere gitmeyi alışkanlık haline getirenler hoş sohbet zatlar olduğu için o zamanlar kalbler ferah, gönüller rahat olduğu için bentlerin her birinde or­ manların koyu gölgelerinde ne lezzetli alemler edilmiş, ne şen ve mutlıı günler geçirilmişti. Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer. Bugün yerle bir olan o nadir kişilerin hayali hala batınindan çıkmamıştır. · Benim gibi yaşları ilerlemiş olanlar ömürlerinin gamlı geçen günlerini

yaşanmamış sayarak üzülür­

ler. Hatta o mutsuz günlerin hatırlanınası bile kendi­ lerini üzer. Ama yine de hayatlarında geçirdikleri gü­ zel zamanlannı hikaye etmekten de zevk alırlar . Çün­ kü en tatlı eğlenceler arasında geçen neş'eli zaman­ larının hatıralarıdır.

(1)

Bu yol 1870 yılında yapılmıştır. Açılış merasimi Ma· yıs içinde bir Cuma gününe rastlaşılarak ormanda Vükelaya parlak bir ziyafet verilmişti


223

Bir qe ihtiyarların UZUJl ömür hakkındaki arzu­

larında da bir başkalık vardır. Mesela şu fani dünya­

dan nasibini almış ve hayatın lezzetinden zevk alacak en güzel günleri tükenmiş olduğu halde ·yine de hayata muhabbetle bağlanırlar. Böyleleri takatıeri kesilmiş olduğu için vakit olur ki, dünyadan bezmiş gibi görünürler.

Fakat gerçek

böyle değildir. _İhtiyarlığın bin türlü zahmetine katla­ nırlar da yine yaşamak isterler. Hatta, insaniann öm­ rünün yüzyirmi yıl olduğu hakkındaki söylentilerle teselli bulurlar. Gerçekte Cenabı Hakkın değişmeyen takdiri gere­ ğince vücut yıpranmış olsa bile mükemmel gıda alın­ dığı ve teneffüs ettiği hava latif olduğu takdirde muay­ yen ömrü bile aştığı görulüp işitilmektedir; Yaşı yüzotuz'a varan Belgrat Köylü Yenako'nun durumunu belirtmek isterim. Evkaf tarihinde de yazı­ .

lı olduğu gibi Sultan Mahmut'un yaptırdığı Yeni Bendili hitamında Evkaf Nazırlığında bulunan devlet ri­ calinden Mehmet Şevki Efendi idaresinde bir ziyafet verilmiş. Bu ziyafette Sultan Mahmut da hazır bulun­ muş-, açılış töre-nini yapmıştır. Açılış töreqinden sonra diğer bentleri de seyret­ miştir. Bu arada havuzculardan Yenako'ya hayvania­ nna rehberlik ettirmiştir. Bu sırada Yenako'nun bent. ler hakkında verdiği bilgiler padişahın pek hoşuna .

gitmiş ve herifi benllerin başhavuzcusu tayin etmiştir. İşte bu ihtiyar bizim Belgrat Köyü'ne gidişimiz tarihlerinde de h�yatta idi. Ve her gidişimizde yanımı­ za gelir, köylüler adına «Hoş Geldiniz» derdi .


224

Yenako bünyece pek zayıftı ve elinde değnek taş�­ ması belinin bükülmüş olması seksen'ine vardığını gös­ terirdi. «Kaçan ki Sultan Mahmut Efendimiz» diye sö­ ze başlar, sorular sorulur, tafsilat alınır, hesaplar ya­ pıldığı zaman heritin yaşı yüzotuz'u bulurdu. Üçüncü Selim'in tahta çıkışından, Levent Çiftli­ ğinde Nizam-ı Cedit askerinin taliminden, Kabakçı. Alemdar ve Yeniçeri vakalarından aklının erdiği ka· darını söyler ve hayatı süresince çektiği çilelerden ve ettiği zevklerden bahisler açar, artık havuzlan dolaş­ maya muktedir ol·amadığmdan yakınırdı. · «Ne anam kaldı, ne babam» diye de esef ederdi. Yüz yıl önceki bilgi ve görgülerini sayıp dökmesine baktlırsa hafızasmın bozulmadığı anlaşılı:ııdı. .

.

.

Bu adam nice yıllar bentler civarını karış karış ölçmüş, biçmiş ve oralann adeta canlı bir coğrafyası kesilmişti. Çok kereler bendere yaptığım seyahat sırasındaki müşahelerimle beraber gerek Emin Efendi, gerek Tah­ sin Bey gibi yetenekli kişilerden ve okuduğum kitap­ lardan İstanbul suları hakkında edindiğim bazı bilgi­ leri de oralara olan sevgim dolayısiyle belirtmek arzu­ sunda bulundum. Bu gil>i yalın bilgiler zaten değerden yoksun olduğu için okumak külfetine katlananların görecekleri noksanları ihtiyarlığıma bağışlamalarım dilerim. İstanbul'un arazisi kumlu ve kireçli olduğu için kuyulardan çıkan sular acıdır. Bizans zamanmda aha­ liye lazım olan tatlı suyu şehir içinde muhtelif yer­ lerdeki büyük sarnıçlarda saklarlardı. .Bu sarnıçlar


225 üstü açık ve etrafı duvarlı, içi çukur bir nevi havuz gibiydi. . Edirnekapı'sı civannda Çukur Bostanlar bu gibi sarmçlardandır. Benzerleri Binbirdirek gibi üstü ka­ palı sarnıçlardandı. Fetihten önce mevcut olan su yol­ ları, su hazineleri fetih sırasında harap olduğu için tatlı su ihtiyacı bir kat daha önem kazanmıştır. Kanuni Süleyman lstanbul'u bu ihtiyaçtan kurtar­ mak için uygun yerlerde kırk adet çeşme yapılmasını emretmiştir. Bu çeşmelere getirilecek suyun nereler­ den tedarik olunabileceğinin tahkik olunarak netice­ nin bildirilmesini ünlü mimar Sinan'a havale etmiş­ tir. 'Sinan da, Ayvaz Köyü civarında Bakraç ve Ort� dereleri ve bazı menba sularını toplayıp Kurt Kemeri adiyle yaptırdığı kemer üzerinden bu sulan geçirmiş­ tir. Ayrıca, Eyüp'te İslambey Mahallesinde Yenikub­ be'ye kadar yolda rastladığı. Cebeciköy ve Balıkdere önlerinde imal ettiği filtre, yani süzgeçten geçirerek uygun yerlerde inşa ettiği kırk adet çeşme ile yüzon lü­ le su akıtmaya muvaffak olmuştur. Bundan dolayı da bu suya Kırkçeşme adı verilmiştir. Bu suların mecrası membalanndan Cebeci Köyü­ ne (1) kadar tamamen Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir. Cebeci Köyü'nden Ayasofya'daki taksim ye­ rine kadar fetihten önce mevcut ve marnur iken fe-

(1)

Bu. Cebeci Kl:)yü boşken Cebecibaşılardan biri ora­ da bir ev yaptırdıktan sonra btr mahalle haline gel­ miştir. Buraya Savaklar mahallesi de denilir.

F : 15


. tih sırasında kısım kısım tahrip edilerek muattal hale gelmiş olan eski mecra dahi tadil edilerek ve geniş­

letilerek yine Mi�r Sinan tarafından onanldı�

da

rivayetler arasındadır. Eyüp'te Kubbe-i Cedit ve E�rikapı dışında kale duvarına bitişik Taksim hazinesi, Tezgabçılar ve A,ya­ sofya ve Sulukule ile civanndaki Taksim hazinesi yer­ leri ve Yeni Sarayın (Topkapı Sarayı'mn) yüksek yer­

lerine mahsus Kırkçeşme suyUııun akıtıldı�ı kuyula­

rın dolabı, bu dolaba ba�lı ve su hizmetine memur bostancılara mahsus dolap � binalan tamamen Mimar Sinan tarafından yapdmıştır. (Yazar, konuyu burada noktalayarak cistitrad• (1) adı. altında Mimar Sinan'ın k.işili�ne sözü getiriyor.)

(Mimar Sinan Edirne'deki İkinci Selim Camiini

İstanbul'da Süleymaniye ve di�er camilerle daha ni.ce

ünlü kişilerin hayratlannı inşa ederek gelmiş geçmiş · mimarlara üstünlü�ü ispat etmiştir. Sultan Süley­ man'dan, Hind hükümdarlarından biri mimar istedi�

zaman Mimar Sinan'ın çıraklanndan Musta Usta gön­

'derilmiştir. Bu ustanın orada «tarz-ı rumi» üzre bi­ nalar inşa etti�i Netayicülvukuat'ta yazılıdır. Mimar Sinan 81 cami, dörtyüzü geçen bina ve Çekmece Köpriisü'nü de inşa etmiştir. Öldü� zaman yüz yaşını geçmişti. Süleymaniye'deki mezannın du­ varlan üzerinde şahsi�ti yazılıdırl

«Dinsizli�· töhmetiyle katledilen meşhur Mimar Davut A�a, Sultanahmet Miman Mehmet Kasım, Mi­ mar Sinan'ın yetiştirdi� çıraklardandır. (1)

lstfdrad: Sözün sırası gelmişken


227

· Osmanlı .mimarlığını kurmakta başan gösteren ve

cmucitlik» şerefini kazanan, Bursa'da Yeşil Camii şerifin yapıcısı İlyas Ebu Ali adındaki zat imiş. Ondan sonra dört, beş mimar daha gelmiş ise de bunlardan kemal derecesine ulaşan Mimar Sinan imiş. (Kendisi Kayseriye'li ve do�mu 1489'dur. İlk önce Ayazpaşa Camiini inşa etmiş imiş.) İstanbul'da su azlığı dolayısiyle bu şehirde otur­ maya rağbet etmezlerken Kanuni'nin Kırkçeşme suyu­ nu akıtması üzerine halk İstanbul'a akın etmeye baş­ lamıştır. Bu yiizdec şehrin nüfusu çoğalmış, gıda ve­ sair zaruri ihtiyaçlarının tedariki devlete bir yük ol­ maya başlamıştır. Bu yüzden Kanuni'nin İstanbul'a su getirdi�e pişman olduğu bile rivayet edilir. İstanbul nüfusunun günden güne artması üzeri­ ne yüzon lüle su dahi İstanbul'un ihtiyacına yetme­ ıneye başlamıştır. Bu defa da gerekli olan suyun baş­ ka taraflardan getirtUmesi çareleri aranılmıştır. · Kı- · şın yağan kar ve yağmur sulan kabarıp çoşarak et­ raf köyleri ve tarlalan harap ettiği için hem bu kar ve yağmur sularından faydalanmak, hem de tahriba­ tın önünü almak çareleri de düşünülmüştür. Suların yayıldığı vadilerin öriüne büyük setler çekilerek su­ lar biriktirilmiş, önüne bir de kanal açılıp buna da «bent» namı verilmiştir. Bent inş-ası çin tercih edilen vadiler, uzun ve dar olanları ve yukarı kısmında solda mecra olacak kollan bulunanlandı�. Bent duvarlarının uzunluğu sek­ senden yüzyirmi . kademe kadar yüksekliği yirmi'den otuz kademe kadardır. Duvarların dışına· mermerler kapiatılıp kenarlanna kitabeler konulmuştur.


228 Sular fazla gelip de bentleri doldurunca fazlası bendin Üstünde açılmış olan deliklerden çıkar ve .bent suları künkler ve demir borularla akar. .

Her bendin aşaAısında deminten birer kapı vardır. Sular bu kapılardan kanallara tak�im olunur. Bu su­ lar bir dağdan bir dağa köprü olarak inşa edilen ke­ merlerden geçer. Su yollarından künklerin geçtiği yer­ lere bahçe yapmak, ağaç dikmek ve ev inşa etmek ya­ saklanmıştır. Birinci Ahmet Belgrat Köyü'ndeki Büyük Bendi ve Üçüncü Mustafa da 1766 tarihinde Evhadeddin de­ resindeki Ayvaz Bendini; İkinci Osman Belgrat Kö­ yü'nde · Topuz Bendini; İkinci Mahmut Belgrat Köyü'n­ deki Kirazlı Bendini inşa ettirmişlerdir. İstanbul'a ka­ dar başka başka kanal inşası külfetine lüzum kalma­ mak için yaptırdıklan bent sularını Kanuni'nin esas kanalına akıtmışlardır. İstanbul tarafındaki bu dört bent sularının ayrı­ ca adı olmadığı ve Kırkçeşme sularına karışıp gittiği için hepsi Kırkçeşme suyu adı ile anılmışlardır. Beyoğlu ve Boğaziçi'nin Yeniköy'den başlayan Ru­ meli cilwti bentleri üç adettir. Bunun biri Birinci Mahmut tarafından Bahçe Köyü'nde inşa ettiri­ len Topuzlu, diğeri Üçüncü Selim'in validesi Mihrimalı Sultanın yine Bahçeköyü'nde inşa ettirdiği Valide Bendi, üçüncüsü de İkinci �ahmut tarafından inşa ettinimiş olan yeni benttir. Bu üç bent inşa olunınazdan evvel Birinci Mah­ mud'un Validesi Saliha Sultan Büyükdere üzerinde «Kılıçpınarı» adiyle anılan yer civarında bazı memba


229 lardan hasıl oi.an sulan toplayarak ve müstakil yol ya.

parak Taksim'e kadar getirmeye muvaffak olmuştur. Saliha Sultan Yeniköy'den Beyoğlu taraflarına ka­ dar uygun yerlerde çeşmeler inşa ettirmiştir. Bu ara­ da Galata'da Azapkapısı'ndaki büyük ve süslü çeşme ile sebili yaptırmıştır. Saliha Sultan, çeşme ve sebili yaptırdıkları sırada üzerinde bir okul inşa ettinnekle beraber ayrıca Arap Camiini de yeniden genişlettirmiştir. Kaptanıderya Cezayir'li Gazi Hasan Paşa, Kasım­ paşa civan ile kışla ve hastaneye su getirtmek için Birinci Mahmut'tan müsaade istemiŞtir. Sultan Mah­ mut da: «Suyunu bulsun,

çeşme

vesaire

sonra yapılsın»

Diye irade ettiğinden Hasan Paşa da Topuzlu ben· dinin üzerine dört arşın daha ilave ettirmiştir. Bu su­ retle de yinniiki masura

suyun ihsan

huyurulduğu

Beyoğlu Taksim'i· kitabesinde yazılıdır.

İstanbul cihetinde Kırkçeşme sdyu akıttiarnıyan

yüksek yerlere akıtı.lan sular Halkah suyudur. Fatih, adına yaptırdığı camide abdest alınmasını sağlamak için Edirnekapısı dışında Bayrampaşa civarında Şa­ dırvankolu, Turunçlu memba sularını, müstakil yol yapıırarak cami şadırvanına getirtmiştir. .

.

Cami civa-

rındaki medrese öğrencileri ile haderne ve cemaat için yaptırttığı Karaman Hamarnı da bu sudan yararlan­ mıştır. Yeni Saray'ın (Topkapı Sarayı) yüksek yerleri dahi Halkalı suyundan faydalanmıştır. Sultan Beyazıt, Kanuni, Birinci Mahmut, -

Birinci

Ahmet, Köprülü Mehmet Paşa, Hekimoğlu Ali Paşa,


230

Koca Mustafa Paşa, Mihrimalı Sultan ve daha sair hay· rat sahibi de o civarda başka başka membalar aça· rak ve ayrı ayn kanallar yaparak ve bunları esas mec­ ra ile birleştirerek cami ve mescitlerine su satlamış­ lardır. Bunlar inşa olundukları zaman umum yekfuıu ellibeş altmış lüleye vardııı halde halen otuz otuzbeş ve belki daha noksan bir dereceye düştüiii rivayet edilmektedir. Üsküdar ve Boğaziçi'nin Anadolu cihetindeki su· lar da bu gibi memba sulandır. Fakat ayrıca bentleri yoktur. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın Osküdar tarafında kırk bu kadar adet çeşme yaptırdığı, Küçük Çamhca havalisinde su yolları açtırdıp rivayet edi· lir. · Sonralan Elmah suyu,· o havali su ihtiyacını kar­ şılamıştır. Fatih'in hayl\ltından olan Turunçlu suyunun sur dışında ve içinde yapılan ana yollarla Belgrat Köyü civarından sur içine kadar su lağamları, bentleri, ke. merteri ve Kanlıkavak civarında Kanuninin vakfından çeşmelere ve sahilhanelere kadar su yollan ve llltm­ larını Evkaf Nezareti tamir ettirmiştir. ŞEHRE VERİLEN SU MİKTARI Dışarıdan duyduğuma göre bu husustaki tamir masrafları için harcanan para, 1845 taribinde çocuk bırakmadan ölen Şeyhülislam Mekkizade Mustafa Asım Efendi'nin bıraktığı külliyeıli para, sayısız mü· .�vherlerinden elde edilen servetmiş. Bu Şeyhülislam Mustafa Asım Efendi pek kibar bir zat imiş. Servet


231 ve samanı da pek çokmuş. Hatta anlatıldığına göre Şeyhillislamın Konağı odunluğuna atılmış olarak bu­ lunan yamru yumru bir mangal, önceleri adi dökme sanılmış, sonradan şüphe üzerine muayene ettirildiği

zaman saf altından yapıldığı anlaşılmış.

İstanbul cihetinde bulunan bentlerin suyu o cihe­ ti bir dereceye kadar idare etmekte ise de karşı ta­ raftaki bentlerin sulan yetmediğinden vaktiyle .pek çok su sıkıntısı çekilirdi. (Bazı senelerde olduğu gibi 1863 tarihinde de bir süre yağmur yağmamıştı.

Bundan dolayı lstanbul'a

tatlı su benderinden yalnız Ki razlı ve Ayvaz Bendie­

rinde bir miktar su kalmış ve umumi ihtiyacı karşı­

layamaz olmuştur. Bunun üzerine ihtiyati bir tedbir

olmak üzere Kasım'a kadar idare olunmak üzere ca­ mi, çeşme vesair hayrat yerlerine ayrılmış olan le

su

70 lüleye

indirilmiş;

mamlardan askerler için Ayasofya

hamamlanyla,

tatlı su ile

90

lü­

çalışan ha­

Türbe, Balat, B�yazıt ve idaresine

olan hamamJ.ar istisna edilmiştir.

yeterli

kuyulan

Diğer akan sulann

muvakketen kesilmesi, su yolcular ve hamamcılar ta­

rafından tembih bilatma su açıldığı takdirde kanunun

254. maddesi gereğince bir adet Mecidiye altını para cezası alıoacalı hakkında keyfiyet

Meclisçe karar verilmekle

10 Teşrinievveı (Ekim)

sene 1863 tarihinde

ilan edilmişti.) Beyoğlu tanıfına ait üç bendin suları aşağıda gös­ terildiği gibi dağıtılır:


232 Beber Gün Lülıe

4,2 1,2 6

4 3

9 1

12 2 4

25

Yeniköy Çiftlik ve Maslak tarafına Mirgün, Boyacıköy, Balta Limanı cihetine Arnavutköy, Kuruçeşmeye Ortaköy tarafına Çırağan Sarayına Ishakiye mahallesine Beşiktaş, Dolmabahçe, Sarayına Tataviaya Kışla ve· hastahanelere Beyoğlu Taksim'ine

72 Levent Çiftliği memban-idan Galatasarayına

3

75 Beyoğlu taksimine verildiği beyan olunan 25 lüle suyun Taksim'den tevzii: S

Tersane ve Kasımpaşa'ya Kabataş ve Tophane'ye

12

Beyoğlu ve Galata tarafianna

8 25

Yukarıda Beyoğlu ve Galata tarafına verildiği gös­ terilen 8 lüle su 31 çeşmeye ve 74 eve tevzi olunmuştur. �.

Taksim suyundan Beyoğlu Belediye. Dairesi dahilinde bulunan yerlere dağıtımı yukanda yazılı cetvel­ de gösterilen 75 lüle s-udan adam başına üç okka su isabet eylediği ve adı geçen daire içinde bulunan ha-


233

nelerde bile. SOO küsur adet sarnıç olup birbiri Uzeri­ ne ya� yairnurdan beş parmak su buhara çevrile­ rek 16 parmak biriktili cihetle, adı geçen dairede adam başına birbuçuk kıyye (1) su düşmektedir. Mev­ cut kuyulardan beş kıyye, Çainlıca Ve Karakulak gibi membalardan naklolunan tatlı sudan da yanm kıyye isabet ederek, bu hesapta beher kişiye yemek · çamaşır, içecek vesair için beş kıyye acı ve beş k:ıyye tatlı su ki, toplam olarak 10 kıyye su isabet etmektedir. · Halbuki bir adam için ortalama 15 kı.yye suya ihtiyaç bulunmak­ tadır. Gerçi adı geçen üç bendin sulan vaktiyle Bey­ o�lu vesaireye yeterli ise de o zamanlar buralann nü­ fusu çotcıldıktan sonra zamanında yairnur y�sa, üç bent tamamen dolsa, yollarda bozukluk olmasa, lü­ zumsuz yere bir katre su sarfolunmasa bile adı geçen yerlerde yine de su sıkıntısı çekileeeli yapılan tahki, katla anlaşılmış. (Abdülbiz bu su sıkıntısını şehzadeli� zamanın· dan bildili için tahta çıktı�m ikinci ayında bir sa­ lı günü vapurla Büyükdere'ye, oradan da bir faytonla bendere gitmiş, tetkik etmiş, buralann haritalarının yapılmasını maiyetinde bulunan müheııdislere emret­ miş ve bunların tamir ve temizlenmesinde muvaffak olmuştu.) Bir aralık Darboğaz denilen yere yeni bir bent ya­ pılıiıası hakkında bir hayli müzakereler ve teşebbüs­ ler de yapılmıştır. Fakat müsbet bir sonuç ·alınamamış­ tır. Sonralan Terkos Su Kumpanyası bu· su sıkıntısı· nı gidenniştir.

(1)

Kı1111e: Zamanın IJ� birimi, okka (400 dfrhem)


234

SARAYlARA VERILEN SU Yıldız Sarayı'na benderden su gelirdi. Fakat za. manla saray kalabalıklaştı� için çok miktarda suya ihtiyaç hasıl olmuştur. Yıldız Sarayı'nın dışında bir­ çok yerlere makineler konularak ihtiyaç giderilmiş ise de sonralan bahçeye yapılan büyük havuza, B.eyoğlu . . ve Tophane ahalisine mahsus taksim suyunun hepsi akıtılmıştır. Ahalinin susuzluktan şikayeti üzerine Ka­ ğıthane civannda mevcut membalardan su getirilerek bu yerlerde çeşmeler açılmıştır. Eskiden Su Nazırının maiyetinde cSakalar Ocağı•

namiyle bir ocak vardı. Bu ocak Ayasofya Camünde Şe­ kercikapısı tabir olunan büyük kapının .karşısında Eğ­ ri Fatibi Üçüncü Mebmeein

türbesine bitişik köşe­

deydi. Ocak halkının vazifesi İstanbul içinde yangın çı­ karsa· beygirlere yüklü kırbalariyle derhal yangın ye­ rine yetişip tutumbalara su taşımaktı. Sakalar da bu hizmetlerine karşılık çeşmelerinden su alıp ahaliye sa­ tarlardı. Vaktiyle İstanbul sakalan iki kısma aynlmış­ tı. Bunlardan bir kısmı at sakalan, diğer kısmı da mahalle sakalan idi. Sonraları

mahalle sakalan

da

yangılara gitmeye başladılar ve çeşmeler.inin su hazne­ lerini kilitleyip ahaliye satar oldular. Ahalinin kendi ihtiyaçları için akşamları

ancak

iplik kadar su verirlerdi. Mahalle halkından hali vak­ ti yerinde olanlar bahçelerinin sulanması için geceleri sulan açıp hortumtarla

kendi havuzlarına

dan su satın almayı adet ettiler.

sakalar­


235

Bir de Eyüp'te Gümüşsuyu Ocagı vardı. Bu ocak halkının vazifesi dahi padişaha mahsus kahvenin su­ yunu Gümüşsuyundan taşımaktı.

Zabitleri Bostancı­

başı, amirleri de sarayın k.ahvecibaşısı idi. Bentlerin su fazlasını satın almak için dilekçe ve­ renlere, yolun tesviyesi masrafhlrı satın alana ait ol­ mak üzere bir masura . su için altı bin kuruş «muac­

cele» ve yıllık otuz kuruş «icarei müeccele» takdiriyle

satın alınması ya da kiralanması ve teferruatı nizam­ name iktizasındandı. Sonraları bazı yerlerde bir ma­ sura suyun onbeşbin kuroşa ve daha ziyadeye alınıp sa­ tılmakta oldu� haber alınmıştır.

Bu yüzden hayrat sularıyle diger yerlerdeki suların tertip ve miktarının azalmasını korumak için bir düzene konulması gerek­

miştir. Buna göre hamam gibi daimi su harcayan yer­ lere beher masurasına onbeş bin; İstanbul'daki Kırk­ çeşme sularına oniki bin, Halkalı sulanna onbeş bin; Bogaziçi taraflarındaki yerli sulara onar bin kuruş fi­ yat takdir olunmuştur.

İSTANBUL'DA SARAY VE KONAKLARDA

14536 HAMAM

VARDI

Vaktiyle yapılan umumi bir sayımda İstanbul'da sultanlar, kibarlar konaklannda 14536 adet hamam varmış. Altmışbeşi sur haricinde ve doksan adedi de •

dahilinde olmak üzere, halk için de yüzellibeş adet çarşı hamarnı mevcut imiş. Onbeş bini geçen çeşme, ikiyüz sebil, yüz ayazma, altıyüz bin su kuyusu vannış. Bazı taraftan alınan bilgilere göne halen İstanbul­ da mevcut olan çarşı hamamlannın miktarı yüzaltmı�


adede varmaktadır. Eskiden zenginlerin konaklannda birer hamam bulunmak şarttı. Çoğunda büyük sarnıçlar da vardı. Kumbaralıane kışiasma ait olmak üzere Sadabat­ taki Ayaza� membaından kışlaya gelinceye kadar­ ki · su yolları 1647 tarihinde Tophane Nazın Vekili Arif Bey marifetiyle inşa ettirilerek bu kışlaya su ve­ rilmiştir. İkinci Mahmut zamanı din adamlanndan kalen· der bir zatın, bir mecliste, Kanuni'nin fetihlerind� ve hayradanndan babsolunurken Yeniçeri tayfasının fe­ sat ve mel'anetlerini ima kasdiyle: «Kanuni Süleyman'ın hayn şerrine mukabil olmaz. Hatta İstanbul'a getirdiği su, icad eylediği · Yeniçeri taifesinin yestehlediği kazuratı bile temizlemez» deme­ sinin bir hayli gülüşmelere sebep olduğunu Süleyman Faik Efendi mecmuasında görmüştüm. Bir vesile ile «Netayicülvukuat»ta da yazıldığı gibi Yeniçeri ocağı nizamlannın fesat başlangıcı, ocağın icadından 250 300 yıl geçtikten sonra vaki olmuştur. Kitabın müellifi der ki, «Bunlann şekavetleri ve cahilce hareketleri inkar edilem�zse de, bu gibi gülünç hale sokulmak istenilen adamlar başka bir milletten olmayıp bizim cedlerimizdir. Onun için bunlara o de­ rece sataşmak reva değildir.» Müellifin bu düşüncesi­ ne tamamen iştirak ederim. .

.


K�ragöz Hayal Oyunu <

>

· Evvelce İstanbul ahalisinin başlıca eğlenceleri ha­ yal, ortaoyunu, meddah, canbaz, hokkabaz, köçek, in­ cesaz takımları idi. Bunların pazar yerleri İstanbul'da Kadıköyü'nde olduğundan ihtiyacı olanlar oraya mü­ racaat ederlerdi. 1861 tarihinde adı geçen han yandığı için Baltacı Ham bunlar için pazar yeri yapıldı.

Kadınlar cemiyetinde çengiler icrayı sanat eder­

lerdi. Zevk erbabının bir de meyhane alemleri vardı. Sonralan garp medeniyetine uyulmak istenildiği için alafranga eğlencelere heves olunmaya başladı . .Galata ve Beyoğlu alemler.ine rağbet çoğaldı. Bu saydığım eğlenceterin geçmişi İli mahiyetlerini, . ahlak bakımından iyi ve kötü taraflarını, Galata ve Beyoğlu eğlencelerini ve bunlara halkımızın düşkün­ lüklerini kısım kısım arz ve beyan etmek istedim. Zaman geçtikçe asıl maksadından çıkmış olduğu için bugün o şaşaah tiyatrolam düşkün olanların nef­ retle reddetmekte oldukları hayal oyunu vaktiyle ger­ çek bir temsil gibi ulvi ·bir maksada

dayanarak icat

olunmuştur. Şamdanizade Tarihi'nin birinci cildinin 261. sayfa­ smda şunlar yazılıdır:

«283 sene, Şeyh Ayni Abdullah Küşteri Hazretleri

irşat edeceği zevata gece perde kurup arkasma mum


238 yakıp bay-i huy ettirdikten sonra mumu söndürdükte karanlıkta bu suretler kaybolacak, bu dünyada her ne kadar rahat, alış · veriş, harp, kıtal, zevk-u safa, elem

bu give gam ve ibadet ve can çekişme zubur ettikte •

bi zıll-ü hayale benzer deyu temsil etmişti. Sonra zıll-ü hayal oyununu bulup dütün ve helva geceleri vakit

geçirmek için vesile yaptılar. Ukin hasiret ebli yine basiret"göziyle nazar kıldıkta şeybin kerametiyle irşad

olur.•

Bursa Mebusu Tahir Beyefendi tarafından yazılan bir makale ile Maarif Meclisi eski azasından

Ziya

Beyefendinin bana gönderdi� cevabi yazısı bu hayal

oyunu hakkında etraflı bilgileri taşımaktadır. Bunun sUretini ve hayal oyunculannın

meşhurlanndan tah­

kik edebildikJ�rimin isimleriyle sanatlarını ve maha­ ret derecelerini aşaAtya yazdım:

TAHİR BEYİN YAZDIKIARI Yüksek tabaka arasında «Hayal•, halk ve çocuk­ lar arasında «Karagöz• denilir, terbiye ve edep dahi­ linde oynatılır. Hele oyuncu olan kimse nüktedan bu· lunursa çoğu zaman ibret alıcı ve uyancı olur. Hatta ibr.et göziyle bakılırsa hayatin oynatılınasına cevaz bu­ lunduğu hakkında din adamlarının fetvası bile vardır. Kibarlar arasındaki şöhreti dolayısıyle

bu oyun

«vahdeh nokta-i nazanndan icat edilmiştir. İcat eden de Bursa'da Hükumet Caddesinde medfun Şeyh Kuşteri namında bilgin bir zat imiş. Rivayete göre Yıldırım Bayezit devrinde •Hacı İvazıo, «Hacı Evhah, halk di­ linde «Hacivat ve Karagözıo namlarında iki nüktecinin


şakaları Şeyh Kuşteri tarafından hayalde gösterilem meydana gelmiştir. Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nin

654.

sayfasından

itibaren

Karagöz

birinci cildinin oyununa

dair

bir nevi hurafeyi andınr nakillere göre Hacivat'ıri Ala­ eddini Selçuki zamarnnda Mekke ile Bursa arasında

gidip gelen Bursalı biri oldulu, Arap eşkıyası tarafın­ df:Ul katlolundulu, Bedrihanin'de gömüldüjü

ve

Ka­

ragöz'ün de Kırkkiliseli (Kırklareli) olup lmparator Kos­ tanlin'in postacısı old$ ve bunlann konuşmalan ha­ yal perdesinde gösterilerek Bayezid'in huzurunda ic·

rayı sanat eyledikleri anlatılır. Fakat İmam Şu'rani,

Şeyh

Ekber'in cFütuhat-ı Mekke•sinin 317. bölümünden

naklen halkın hicabı arkasında olarak Cenab-ı Hakkın hakikaten fail-i muhtar oldu�tınu bilmek isteyen ha­ yal-i settare ile suretlerine nazar etsin diyerek başla­ dıklan bapta hayal oyununa düşkünlükleri ve vukuf

ebiinin bu oyundan

ince manalar çıkarttıklarını mu­

fassal olarak beyan eyledikleline ve şeybin vefatı ise herhalde Şeyh Kuşteri'den evvel, yani

hi

638 (1240) tari­

olduğuna nazaran bu oyunun Muhiddin-i Arabinin

vatanı olan Endülüs kıtasındaki Araplar arasında da­ hi «Settare• adiyle meşhur olduğu anlaşılır. Bir nüshası Ragıp Paşa Kütüphanesinde mevcut olan Arapça cTayf-ül Hayala adındaki eser de bu hu­ susta yararlıdır. Her ne hal ise bu oyun hakkında birçok manzu­ me yazılmıştır. Karagözün mezan Mevlid yazan meş-. hur Süleyman Dede merhumun yakınında ve Çekirge'­ ye giden yolun sağ cihetinde görülmektedir. Mezar ta­ şının

üzerinde şu manzume vardır:


240

Nakş-ı sun'un remzeder hüsnünde rüyet perdesi H!ce-i bükm-i ezeldendir hakikat perdesi Sireti surette mümkündür temaşa eylemek Hail olmaz ehl-i irfana hasiret perdesi Her neye im'an ile baksan olur iş aşiklr Kılmış istila cihanı hab-ı gaflet perdesi Bu hayal alemi gözden geçirmektir hüner Nioe kara gözleri mahvetti suret perdesi Şeın'i aşkla yandınp tasvir-i oisminden. geçen Ademi amed-i şadetmekte azimet perdesi Haıigi zılle iltica etsen fena bulmaz acep Oynatan üstadı gör kurmuş muhabbet perdesi Dergehi Ali Abada müstakim ol Kemteri Gösterir vahdet eyleyen kelktıkta kesret perdesi Şeyh Küşteri'nin ününe cGülşen•. adındaki eseri de delildir. O eserden (aşa�daki beyt) nakledilmiştir: Ademsin ol adeın(ıe sende sakin Bulunmaz vacibe malflm ve mümkün Aşa�daki manzume de hayal oyunu hakkında söylenmiş ibretli bir eserdir: Bu perde çeşm-i ehl-i zahire bir nakş-ı surettir Rümuz erbabına amma ki temsil-i hakikattir Cihana benzetip Şeyh Küşteri bu perdeyi kurmuş Müşabih eylemiş ecnasa tasviri ne dikkattir Hevadar safaya neşve babşeyler bunun seyri Hakikat-bin olan erbab-ı tab'a ayn-ı ibrettir . Ne var bilmez veray-i perdede kimsedir tahkik Lisan-ı hal ile hal-i cihanı bir bitAyettir .

.


241

· Eğer dikkat olursa Karagöz'le Hacı İvaz'ın Malik-i fehıneden ebl-i kemale başka balettir

Nice mana olur melhuz tahtında seyret

Nitatın anlasun ehli deyu arz-ı nezakettir Sönünce şem' eşhas. sureta nabut olur birden Cihanın bi beka olduğuna işte işarettir

Diğeri: Şern'ai şari yanınca cilvezardır perdemiz Pertev-i feyz-i safalar ruşenadır perdemiz Her dakika calib-i hayret rnena7Jr arzeder

Bir temaşahane-i ibretnürnadır perdemiz Di�er.

Şem'amızda pertev-i feyz-i hakikat aşikar Hayre-saz dide-i ehl-i dehadır perdemiz Dideler ruşen gönüller ievkyab olsun bu şeb İnşirah e�y-i bezme aşinadır perdemiz Gelse ol çeşm-i siyahım handeler peyda olur Cilvegah-ı şahid-i zevk-u safadır perdemiz

* Bu bahis hakkında Mülga Meclis-i hasından muallim Ziya Beyefendinin gönderdiği tezkerenin suretini aşağıya

Kebir-i Maarif J�ana cevaben derceyledim:

«Meşhur Karagöz oyununun icadı Bursa'da Bele­ diye Bahçesi karşısında gömülü olan Şeyh Küşteri'ye isnat edildi� ve muharrirlerimizden, müelliflerimiz­ den Qirço!c ünlü zatın da, buna inandıklan beyan-ı ali­ siyle bu hususta başkaca bilgi ve mütalaam varsa bildiP:16


242

rilınesi cemelpiray-i tizim olan tezkere-i devletlerindeıt

emir buyunılmuştur. Bendeniz

yiiksek

emirlerine uymayı bir şeref te­

likki eyleditim için cevabamı takdime

cesaret

ettim:

Sultan-ül Evliya. ınürebbiyüJAri.fin fahrülınuhakkı­

ldn batm-l veliyet-i Muhammediye

muhiyyül milleti veddin Ebu Abdullah Muhammet bin Ali ibnilarabi-et. TaHil-Hatemi el-Endülüsi Radıyallahü-anhu ve arda H�tlerinin cFütııhat-1 Mekkiye• ismindeki yüksek eserlerini dikkatle mütalAa etmiştim, Bu kitap baka­ ik-ı nisabm üçyüzonyedinci babı ki onyedinci fıkrası­ nın soıulannıza tam cevap teşkil edc:o:tini hatırladı­ lundan o fı.krayı aynene teroeme ederek aşa�ya alı­ yor ve ten:emenin sonunda da babsimize ait bir iki düşünce arzediyorum. Bu suretle hakibtm meydana çıbnasma hizmet etmipem kendimi bahtiyar. addeder ve her halde cbet.ay-i mubasin-i enzar-ı devletlerine arz-ı iftikar• eylerim. Hazret-i Şeyh buyuruyorlar ki: (Bizim bu meselede ima ettiliıniz şeyin bakikati­ ni bilınek murad eden. ba,.ı penlesiDe. oradaki suret­ Iere ve o suretlerden söyleyene batsm ki küçük ço­ cuklar bu, perelenin mahiyetinden ve onun arkasında durup eşbası oynatan ve şahısiann dilinden söyleyen zatten habersizdir, onu görmezler. Dünyada da hakikat, bunun aynıdır, insanların ço­ iu. farzetti�nıiz küçük çocuklar gibidir. Bunun sebe­ bi açıktır. Görülür ki, küçiik çocukhr hayal meclisinde sevi­

nirler, sevinçlerinden güler, oynarlar. Gaflet erbabı ise . .


243

hayal meclisini sırf vakit geçirecek adi bir eğlence sa­ yarlar. Alimler ise bundan ibret alırlar; onlar bilirler ki, hayal perdesi ancak bir misaldir. •

Bunun için önce hayal perdesinde Vassaf denilen zat gözükür, söz söylemeye başlar, ilahi azameti dile getirir. Kendisinden sonra hayal perdesine birbiri ar­ dınca her sınıftan gelen suretler ile mükaleme ve mu­ havere eyler. Seyredenler bildirir ki: «Hak Taala bu per­ deyi kullarına bundan ibret alsınlar diye nasip eyle­ mişlerdir. Bununla beraber hayal perdesinde gizli hakikatle­ ri gaflet erbabı gülünç bir eğlence sayar. İşte bundan sonra Vassaf perdeden kaybolur. Vassaf dediğimiz zat, bizce Adem aleyhisselamdır. cFü­ tuhat-ı Mekkiye•nin terceme eylediğimiz şu bahsini okuyan· Orhan Gazi zamanı ricalinden olan Şeyh Küş. teri'nin Karagöz oyununun mucidi olamayacağını tes­ Urnde teredqüt etmezler. Zira Şeyh-ül Ekber efendimiz Kitab-ı Fütuhat'ı 599 (1202) taribinde Mekke-i Mükerre­ me'de bulundukları sırada telif buyurmuşlardır;

bu

sabittir. Tabiatiyle bahsettikleri hayatin de ondan ev­ vel mevdut olması zaruridir. Müellifin Şam'da oturduklan sırada, yani

600

(1203) tarihlerinden sonra bir kere daha Fütuhat nüs­ hasını yazmış bulunmalannın esas meseleye hiçbir te­ siri olamaz. Şeyh Küşteri ise 761 yılında vefat etmiş olan Or­ han Gazi asnnda yaşamış bir zattır. Kendisinin o ta­ rihten birbuçuk asır evvel mevcudiyeti bilinen bir oyu-


244 .

nun icat hakkına sahip olmasına nasıl ihtimal verile· bilir? Kaldı ki Fütuhat'ın satırlarında bimz dikkat edi­ lirse bu oyunun Fütuhat'ın telif tatibinden de çok za­ maiı evvel Arap diyannda mevcut ve meşhur oldu�

anlaşılır.

Buna binaen denilebilir ki, Osmanlı medeniyetinin zuhur ve intişan üzerine Bursa'ya gelmiş olan Şeyh Küşteri, evvelce Arap diyannda görüp belledi� oyu­ nu -Osmanlı medeniyetini teşkil eden heyetin kabili­ yetini görerek- o sırada Arapçadan Türkçeye nakil ve terceme· etmiştir. İşte Şeyh Küşteri olsa olsa Osmanlılık dünyasın­ da bunun ilk önce nakli ve neşri hak ve şerefini mu­ Bu hafaza edebilir. Esasında icadına sahip olamaz. Acizleri Arap medeniyetine ait tafsilltı maalesef görüp mütalAa etmeye muvaffak olamadım. Ümit ederim ki göremedi�miz eserlerde bu oyunu icat edene ve icat tarihine ait tafsillt da vardır. lAkin şurası gayrikabil-i jnklrdır ki, Osmanlı mü­ elliflerinden, Şeyh KUşteri'nin mucitli�ine inananlar kütüphanelerimizde ve memleketimizde nüshası pek çok olan Fütühat'ı da okumaya muvaffak olamamışlar­ dır.• Yukandaki tafsillttan anlaşıldı�na göre hayal oyunu çok zaman evvelmevcut olup fakat Orhan Gazi asn ricalinden Şeyh Küşteıi, Osmanlılann kabiliyetle­ rine göre de�ştirmiş, düzenlemiş, Yıldınm Bayezit za. manında da bitişara başlamıştır •

.

Tarihler, Bayezit'in birçok nedimleri oldu�nu yazarlar. Bunlardan Kör Hasan adında bir zat, bu sana­ tı çok iyi .biliriniş ve. padişahin huzurunda oynatırmış.


245

Kör Hasan'ın torunlarından Mehmet Çelebi de ha­ yal oynatmakta pek ünlü imiş. Haftada birkaç gece Dördüncü Murad'ın huzurunda Karagöz oynatırmış. Yedi yaşında tahta çıkan Avcı Mehmet hayal oyu­ nunu sevdilinden Bekçi Mehmet adında bir hayal oyuncusu, padişahın mizacına göre bazı değişiklikler yaparak onu eitlendirinniş. Bu bekçi Mehmet 1659 ta­ rihinde vefat etmiştir. Sonralan Şerbetçi Emin adında biri şöhret yapmış. ·

Üçüncü Selim ıamanında yetişen Kasımpaşalı Ha­ fız Bey ve İkinci Mahmudun nedimlerinden Sait Efendi benzeri az bulunur hay�l oyunculan imiş. Bu hafız Beyi, Beylerbeyi yalılanndan birinde ya­ pılacak sünnet düllinüne peylemişler. o cemiyette bir . unutkaniıiın hatasını hemen düzeltip maharetini yine ispat etmiş. Böyle olduitu halde Üçüncü Selim huzu­ runda Karagöz oynatırken yaptıAı bir gaf yüzünden oyunu hemen tatil etmiş ve sanatı da bırakmıştır. ·Hayalcilik, çok uyanık bulunmayı gerektiren ince bir sanattır. Buna ait iki biklyeyi yazmayı uygun gör­ düm: IlAFIZ

BEYİN

BAŞARISININ

CEMIYETrEIC.t HtKAYESt

Hafız'ın semti ·Kasımpaşa olduitu için eskiden be­ ri usul oldulu üzere yardakçı1an, takımJan alıp cemi­ yete giderler. Kendisi de d$Jca levazımı hazır bu­ lurmuş. O gün için adamianna tembih etmek hatırın-


24e dan çıkmış. Kendisi cuma akşamı yalnız otarak Bey­ lerbeyi'ne gitmiş. Yarda�çılarını

orada göremeyince

aklı başından gitmiş. Ne çare ki, o tarihte şirket va­ purlan da yok. İskele kayığı ile Kasımpaşa'ya kadar gidip dönünceye kadar sabah olacak. Bir çare düşün­ müş. Cemiyetin daire müdürünü bulup işi gizlice an.

.

tatmış. Kendisine yalnız perde kurmak için bir yatak çarşafı ve aktarlarda satılan Karagözle Hacivat iste­ miş. Istekleri yerine getirilmiş. Vakta ki, oyun başlamış, Hacivatla Karagöz mey· dana gelmişler, muhavereye tutuşmuşlar. Gülmeler de yükselmiş. Muhavere kızıştıkça da kahkahalar ayyuka çıkmış. Hazır bulunanlar gülrnekten çatlamak derece­ sine gelmiş. Hiç kimse vaktin nasıl geçtiıinin farkına varamamış. Neticede bir münasebetine getirip Hacıvat'ın K.a­ ragöz'e hitaben: «Artık .Karagöz senin etti�n kusurlar için lazım gelen cezayı inşallah diğer bir cemiyette tertip ede. rim. Bu akşam bu kadarla iktifa edelim• demesi üze­ rine, evsahibi derhal Hafız'a hücum ile: cNe demek efendim, seninle sabaha kadar üç oyun üzerine pazarlık etmiştik. Daha henüz birine bile baş­ lamaksızın oyuna son vermek istiyorsun. Mukavele­ ınizi tamamen �yerine getirmeye me.cbursun• diye va­ ki olan ısrarına karşı Hafız: «Evet efendim, mukavelemiz öyleydi. I:akat hayal, geceye mahsus bir eğlencedir. Gündüz kabil ise mu­ kaveleyi icraya hazırım» diyerek pencerenin perdesi· ni kaldırınca, herkes sabah olduğunu görmüş. İşte, yal­ nız muhavere ile sabaha kadar vakit geçirtmeye ko-


247

Jayca muvaffak olunamayacaAı düşünülürse Hayali Ha­ fız'ın sanatın�aki kudreti anlaşılır. DİL TAKILMASI FlKRASI

Hafız Bey bir gece Üçüncü Selim'in huzurunda ha­ yal oynatır. Oyun. Karagöz'ün ağalıAıdır. Rethudası Hacivat, birtakım köleler ve earlyeler satmalarak Ka­ ragöz ağanın konağına getirir. Ağa. Selim adındaki kö­ lelerden birine yüksek sesle seslenir: c

Selim!•

Üçüncü Selim Jatife olsun ·diye hemen cevap verir: «Buyurun! • Bunun üzerine Hacivat. Karagöz'ün karşısına ge­ Jip: •Eeeey Karagöz. huzur-i şabanede bir sürç-i Jisan ettin ki, hiçbir zaman affı kabil değildir. Şevketmeap efendimiz sana hacca ruhsat buyurdular. Artık tövbe-. kar olup Hacca gideceksin.• ve derhal perdenin arkasındaki mumu püf di­ ye söndürür. Üçüncü Selim telaş edip: Der

cHafız, valiahi gücenmedim. Muradım bir latife idi. Kesme, oyuna devam eyle• derse de Hafız: cCenabı Hak, ömri şevketinizi artırsın. Efendimiz kin sanat itibariyle bu ha­ kusuromu af buyurduntiz: Ia ta benden çıkmamalı idi. Madem ki çıktı. artık benim asla meziyetim kalmadı• cevabını verir ve tövbe edip Hacca gider.


HAYALl SAİT EFENDI Hayali Sait Efendiye gelince: Bu zat pek de�erli bir hayali imiş. Önceleri Üçüncü Selim fasıl takımında neyzen ve giriftzen:0 aynı zamanda da zarif ve nükte­ danmış. Bu ytızden meşhur Veliefendizade Emin, dev­ let müşaviri Halet Efendi, Hoca Numan, Hatif, Yeni­ kapı Mevlevi Şeyhi Abdilibaki efendiler ve Keçecizade İzzet Molla Efendi gibi nice zarif zatın meclislerinde bulunmuş ve sohbetlerinden yararlanarak İkinci Mah­ mud'a musahip olmuştur. Bazı olaylardan dolayı padişahın gazabına

. u�­

yan birçok adamın kurtarılması,nda tesir-i oldu�nu ri­ vayet ederler. Yine. musahiplerden Abdi Bey merhum­ la padişahın huzurunda geçen konuşmaları ve birçok menkıbeleri halkın dilinde hala dolaşır. Sait Efendi, Serasker Müsteşarı esbak Ahmet Bey merhumun pederleridir.

Sultan Mahmud'un ölümün­ den sonra emekliye ayrılmış, Bahariye'deki sahilhane­ sinde olurmuş ve 1855 yılında vefat etmiştir. Bahariye Caddesinde İplikhane Kışiası büyük kapısının karşı­ sında gömülüdiir. Abdi Bey merhum da, Üçüncü Selim fasıl takımı çavuşlarından olup cKüpeli Çavuş• laka·

bını taşırmış. Bu zat, 1835 tarihinde Ramazanın birin­

ci günü vefat etmiş, Hazret-i Halid türbesinin Şahsul­ tan İmareti karşısındaki kabrine gömülmüştür.


Orta Oyunlan Orta oyunları, hayal oyununun daha genişi ve bil­ hassa tabiilik halinde olarak 1591 tarihlerinden sonra tertip edildi. Dördüncü Murad .v e Deli İbrahim devir­ lerinde de umumi rağbet kazandı. Ve ikişeryüz kişilik oniki kol ortaoyunculan yetiştirildiği rivayet edilmek­ tedir. Yakın zamanlara kadar ortaoyuncuları

«Zuhuri Kolu», «Han Kolu», «Kirli Kol», «Yoran Kolu» adlariy­ le birçok koliara ayrılmıştı. Bunlar yaz mevsiminde Modaburnu, Yoğurtçuçayırı, Göksu, Çubuklu ve daha bu gibi seyir yerlerinde; kış m�vsiminde de İskilip Ha­ nı, Kadripaşa Ham gibi üstü örtülü yerlerde, resmi zi­ yafetlerde, kibarlann cemiyetlerinde oynarlardı. Ortaoyunlarının muzikası eski usftl üzere zurna, çiftenara, davutdan mürekkeptir. Fakat her . şahıs ne taklidine çıkarsa, o taklide mahsus parçayı çalmak ve oyunun saza ait kısmını idare etmek zurnacıya ait ol­ duğu için, her zurna çalan ortaoyunlarında icray-ı sa­ nat edemez. Çünkü evvelce meşk etmek şarttır. Orta­ oyunlannda eski usul gereğince önce saz köçek hava­ ları çalmaya başlar. Tam takım olmak üzere 12 kişi­ den ibaret köçekler raksa çıkarlar. Sivri külahlı bir güldürücü de elinde şakşak olduğu halde oyunculan


25(t takip eder. Buna «pusatçı• denir. Vazifesi raks sırasın­ da tuhaflık etmektir. Sonra kol takımının hepsi curcunaya çıkarlar. Cur· cumacilann başlannda uzun ve kısa sivri külalllar ve sırtlannda acayip elbiseler bulunur. «Çıngıraklı Kuk­ la•, cBurunsuz Beşe•, «Kambur Cüce•, cToparlak Kö­

aiJı.dan:

se• gibi garip garip isimlerle ça�nlırlar.

Hepsi bir

•Dalda bir keçi, sivridir kıçı, kahpenin piçi, bun. da bir iş var• tekerlemesini sazla beraber söyleyerek cala ala hey-den ibaret nakarat esnasında maskara şe­ Idiler alırlar ve tabiatın ne kadar biçimsiz mahlitku varsa, onu taklit ederlerdi. Bunlardan sonra başında dilimli bir kavuk ve sırtmda tenarianna kürk çevrilmiş bir cübbe, · altında çakşır, ayakJannda san mest papuç olduğu ve elinde cpastab tabir olunıan cşakşak» olduğu halde vakannı muhafaza eden bir adam tavriyle a�r a�r pişekar meydana gelir; yerle beraber temenna edip: ,

eFilan oyunun taklidini aldım, usul ve ahenk ile

efendilerime temaşa ettireyim.•

Der ve elindeki şakşak ile zurnacıya «çal• işareti� ni verir ve artık oyuna başlanmış sayılır. Oyunun başından nihayetine kadar oyuna çıkan muhtelif şahısların hepsi önce pişekar'a müracaat eder­ ler. Bunlann her birine başka başka meram anlatmak .ve aralanndaki macerayı idare etmek ve bahis konu­ su olan meseleyi hal ve fasleylemek pişekar'a ait bulun­ dulundan, ortaoyunculan arasında peşikarlık mühim bir vazife sayılır.


251

Sonraları curcunaya çıkmak adeti oyundan çıka­ rıldı. Köçekler de, resmen kaldırıldı. Zenneler rakse­ derek çıkarlardı. Sonraları bu raks usulü de terkedildi. Vaktiyle, ortaoyunculan içinde mükemmel mukal­ Iitler vardı. Arap, Uz, Rum, Ermeni, Arnavut, Yahudi taklitlerini, Türk kolunun envaını, Çıtaklan, Boşnak­ ları güzel taklit ederlerdi. Sultan Aziz, tahta çıktı�ı sıralarda ortaoyuncuları­ mn ünlülerini Müzika-i Hümayuna aldı. O vakit bun­ ları milletin ahlakına hizmet edecek yolda tanzim ve ıslah etmek arzusunda olduğtı rivayet olunmuştu. Hal· buki sonradan Mabeyn katiplerinden Ziya Bey (Paşa) ve Bahriye miralaylarından (albaylarından) Mabeyn-i Hümayuna memur DUaver Paşazade Muhtar Bey gibi nedimlerin teşvikiyle bunları Ali, Fuat ve Mısırlı Ka­ mil Paşalar vesair vükelanın şekline sokup bunların taklidini yaptırıp e�lendiği rivayet olunur. Devlet adamları, hükümdarlarını taklit eyledikleri için bu gi­ bi e�lencelerin do� olmadı�ı söylenirdi. VEHBİ

MOLLA

HİKAYESİ

Bu Vehbi Molla, Ebulenf denmekle meşhurdu. Zi­ ra burnu o kadar büyüktü ki, benzeri pek azdı. Ken­ disi ilimden anlamaz, ilim adamları yanına giyimine dik­ kat etmez kıyafette getirdi, hemen parlamaya hazır, si­ nirli bir adamdır. Dahil olduğu mecliste mutlaka bir münakaşa vesilesi bulur, hiddet bulıranları arasında şuna buna atar, tutardı.


252

.Şahsına mahs�s bu hiddeti tuhaf ve e�enceli ol· dulu için devrinin vükela ve kibarlannca makbul bir nedim sayılırdı. Mizah gazetelerimizden Çaylak Gazetesi başyazan Tevfik Bey memurnun pederi, Gümrük tahsildarlı�n­ dan emekli Mustafa Efendi nüktedan bir zattı. Bir ak· şam, merhum Şevket Paşanın konaiında Vehbi Molla­ ya yaptı� muzipli� ifade etmişti. Bu Şevket Paşa, Jlte· şit Paşa yetiştinnelerinden olup vaktiyle BabıAli'de beylikçilik, müsteşarlık gi·bi önemli memuriyetlerde ve bazı valiliklerde bulunmuştur. Konağı, Mahmutpaşa hamarnı yanındaydı. Bu konak, sokak kapısından ge­ ride ve bahçe duvan içinde olduiundan, önce bahçeye, sonra da kon.aia girilirdi. Bir akşam Mustafa Efendi konata 8idip Paşa ile otururlarken, çubukçusu, çanta­ cısı ve seyisi yanında oldulu ve mükemmel bir hay­ vana bindili halde Vehbi Mollanın bahçe kapısından içeri girdilini görürler. Paşa, Mustafa Efendiye: eBu akşam Mollaya bir muziplik yapabilir misin ?• der. Mustafa Efendi de: •Hay hay, yalnız benim kim olduiumu sual edin­ ce, musiki ustalanndan olduiumu ve sarayda bulundu­ iumu söyleyiniz. Başka bir şey katınayınızıt diye ce­ vap verir. Molla Efendi de, oda kapısından içeri girer; derhal ayata kalkarlar. Teşrifat gereiince, sırtındaki binişi aldınrlar. Çu­ buklar, kahveler ısmarlanır, sohbete başlanılır. O tarihlerde, bu Mustafa Efendi, kır sakallı, alt­

mış, altmışbeş yaşlannda bir adam oldulu halde ken­ disini daha yaşlı ve ağırbaşlı bir tarzda gösterir.


253

Molla Efendi bunu ilk defa görünce cam sıkılır. Bir aralık Mustafa Efendinin dışarıya çıkmasını fırsat bilip: c Bana her zaman sıkça sıkça gelmezsin

dersin. Geldilimde d� birtakım mendebur herifleri karşuna dizersin. Böyle herifler yanmda rakı içmek şöyle dur­ sun, lAubali sohbet bile meslelime aykırıdır. Bu herif de kim?• diye sual eder. Paşa, Mustafa Efendinin öğ­ rettili gibi söyler ve:

cSıkılmaya yer yoktur• diye cevap verir ve Mus­ tafa Efendinin istediği gibi tanıtır. Molla Efendi de ra­ hatlar. Mustafa Efendi odaya girince de: cZatıMinizi şimdiye kadar tanımak şerefine

maz­

tıar olamadığıma müteessifim. Bu akşam birlikte bu­ lunduğumuzdan dolayı kendimi bahtiyar addeylerim• gibi başlangıçlardan sonra, musiki bilgisinden faydalanmak ümidinde bulundu�nu anlatır. ·

Mustafa Efendi, takındığı eski devir .adamı tavn­ nı muhafaza ederek söze başlar: •Efendim, 75 yaşındayım. Üçüncü Selim devri mu9i.�i muallimlerinin çoğuna yetiştim. Bir hayli şeyler geçtim. Ferahnak makamının mucidi, büyük pederim .

'

Şakir Ağadır. Fakir ol vakitler 20 - 25 yaşlannda idim. Yalnız merhumdan geçtiğim nakış, beste, seın.ai otuz kadar parçayı geçer. Ferahfeza takımını bestelediğim zaman merhumun takdirini kazanmıştım. HAla sahafları ve kütüphaneleri dolaşır, musikiye dair elime nadir bir eser geçerse istifade etmeye çalı­ şınm. EUi yıldır heveskarane musiki talimi ile meş-


254

gulüm. Halen muzika-i Hümayunun fasıl takımianna muallimlik ediyorum. Şimdiki musiki muallimlerinin çoğu eski eserler şöyle dursun, yenilerini bile do�ru dü­ rüst talim edemiyorlar. İçlerinde öyleleri var ki, güfteleri bile do�ru te­ Jaffuz edemiyorlar. Ço� cahil ve hodbin. Talebeleriy­ le u�raşmak tarafına yanaşmıyorlar. efendim ah! İnsan, sanatının işıkı olmalı. Saz­ larda, bestelerde sühuletten ziyade sanat aranmalıdır. Bendenizin musikiyi öÇenmek ve öÇetmek sevdasın� dan başka bir emelim yoktur. Ne çare ki, işret gibi bir bela ile deingiizar oldu�ndan, şu son zamanlarda sesimin eski halaveti kalmadı• diye verdi� izahatı, Molla Efendi dinleyince: Ah

cAmanın ben bu akşam bir musiki hazinesine ma­ lik olmuşwn da haberim yok» diyerek, daha nice İstir­ hamlar ederek lut�nu sabırsızlıkla bekledi�i söyler. . «Öyleyse, efendim müsaade buyurun da, bir ka­ deh rakı içeyim• der. Kalkar, tepsinin başında kadeh­ ler tokuşturulur, çubuklar tazelenir. . Molla, luttunu bekledi�ni tekrar eder·. Mustafa Efendi: . «Başı�la beraber, fakat korkanın ki, bu akşam efendimizi yorgunl�m dolayısiyle gere� kadar hoş­ nut edemeyece�. Zira dün akşam Ihlamur Kasr-ı Hü­ mayununda Şevketmeap efendimiz, küme faslı ferman buyurmuşlardı. Bendeniz de, vazife gere� beraber bu­ lundum. Fasıl, bahçede oldu. Yan geceye kadar de­ vam etti. Bizler, padişahın iznini beklerken, kurena­ dan bir bey geldi: •Mus�fa, sine kemanı ile, bir saba 'taksim etsin• iradesini tebli� etli. Bu da bendenizi gere�i gibi yordu.


255 Bilhassa gecenin rutubeti ve ihtiyarlık... Bu bakımdan

söyleyeceğim bestenin perdesi biraz pesten olacaktır. Artık kusura bakılmamasmı rica ederim• demesi Uze­

rine, Molla'da istek, bir kat daha artar. O nispette de

ricalar ve istirhamda bulunur, başlayacak zanniyle · de

dinleyenlere mahsus

bir

tavırla gözlerini yumup aşıka­

ne alılar çekmeye başlar. Halbuki Mustafa Efendi, yine rakıya kalkar. Bi­ raz zaman daha geçer. Bu defa söz, geçmişteki musiki ustalannın hangisinin hangisine üstün olduğu konusu­ na gelir. Ve konu, sazlardan hangisinin daha makbul

ve müessir olduğuna adar.

Bu bahis de bir hayli devam eder. Mustafa Efendi başlayacakmış gibi, hangi makamın arzu huyuruldu­ ğunu sual eder. Bu kere de, musikide hangi saatte hangi maka­ mın okunmasının uygun olacağı bahsi

sürüp gider.

Mustafa Efendi, ltri merhumunun bu mesele hakkın­ daki düşüncelerini uzun boylu hikaye ettikten

sonra

kendi düşüncelerini de aynı uzunlukta anlatır. Mustafa Efendinin musiki bilgisi hakkında Molla Efendiye kanaat gelir. Fakat sabn da o kerte tüken- . meye başlar. . Mustafa Efendi, tekrar rakıya kalkar, çubuklar ta­ zelenir. Beriden Molla da

hamurdanarak patlamaya

hazır bir bomba haline gelir. Bu hali farkeden Musta­ fa Efendi, hanendelere mahsus bir vaziyet alır: Ses ka­ zımak için birkaç defa öksürür. Elini çenesine koyar, çirkin sesiyle avazı çıktığı kadar danalar gibi bağır­ maya ve:


256 Adalarda kalan yavrum türkiisünü çağırmaya başlayınca Molla neye uğradığı­ nı bilmeyerek yerinden fırlar: «Anladım kerata, kes . . . Akşamdan beri yemediğin bok kalmadı. Sonunda yapacağın bu muydu?ıo deyince, Mustafa Efendi: «Vay, beğenmediniz mi?ıo der. «Kim be�enir ki, ben beğeneceğim?ıo

demesine

karşı: «Öyleyse beğendirinceye kadar söyleyeceğim» de­ yip devam eder. «Aman sus, beğendimıo dediğinde de: «Madem ki, beğendiniz söyleyece�m» der, durma­ dan bağırır. Molla'da buna tahammül kabil mi? Göz­ ler ateş kesilir, çehre mosmor . . . Küfür tufanını ağız dolusu savurur. Beriki yine ara vermez, bağınr. cHerif sus, kan beynime çıktı, çildıracağımıo deme­ si de kar etmez. Hiddetinden kavuğu, cübbeyi atar, çubuğu çeker, Mustafa Efendiye hücum eder. Çubuk parçalanır, imamesi kınlır. Molla zıp zıp sıçrar, ter - ter tepinir. O telaş ara­ sında işret masası alt - üst olur, devrilir. Tabaklar, s�­ rahiler kadehler şaıkır şakır kınlır, ortaıya yayılır. Molla bir aralık evsahibine de hücuin eder.

Ev

sahibi harerne kaçar. «İbadullah, şu herif bu gece ölümüme sebep ola­ cak. Can kurtaran yok mu?-. diye avaz avaz bağırır. Bu haykırdıkça, heriki daha ziyade bağınr. Harem, lamlık, konak halkı:

se­


257

cNe oluyor?» diye birbirine karışır. Uşaklar odaya koşar, güç bel! Mustafa'yı sustururlar. Bir yandan da ibrik getirip Molla Efendinin yüzünü gözünü yıkarlar. Ve bin müşkül!tla hiddetini dindirmeye muvaffak olurlar. . Mustafa Efendi, bu fıkrayı nakletti�i zaman: .

cMolla Efendi, o tarihten sonra bana nerede rast­ lasa, başın.ı sallayarak: cYezid, imansız herif; beni deli edecektin» diye hiddetlenirdi demişti. Molla Efendiyi en ziyade kızdı­ ranlardan biri de, Bebekli Saip Bey merhumdu. Hat­ tA bir sünnet dü�nünde Vehbi Molla, beline kuşan­ dılı yarım top şah göstererek, güya b�şkalannıı:ı haset damarlarını kabartmak istediği sırada Saip Bey yük· sek sesle: cHey Yarabbi, hey Ulu Rabbim!» diye ba�ırınca, herkes susar ve bütün gözler onun .üzerine çevrilir ve beklerneye başlarlar. Saip Bey de, ellerini kaldırıp: «İlAhi Rabbim, Bedesten kapılannda şu herifi, elinde şal olarak «Aman beylerim efendilerim,. üç gün­ dür açım. Elimde şu şaldan başka bir şeyim kalmadı. Bugün on paraya sahip de�ilim. Allah için olsun bu şa­ la ne verirseniz sadaka yerine geçecektir• dediğini ba­ na göster• deyince: ·

«Vay kerata . . . » deyip, çubuğu çekerek, Saip Beyin üzerine yürümüştü. Bu Vehbi Molla Efendi, 1877 yılında vefat eyledi. . Çamlıca'da Bektaşi tekkesinde gömülüdür. O devrin kibar meclis ve manfillerinde daha bir­

çok zarif nedimler vardı. P:17


258

Bu zatların tatlı latifeleri,- nükteli sözleri, o mec. lislere neşe katardı. Hafız Ömer Faiz Efendi, Şair Kan­ healı Nihat Bey, Şeyh Cemal Efendi, Billurl Mehmet Efendi bu kişilerin başında sayıhrdı. Bilhassa Hafız Ömer Efendinin fıkraları meşhur­ dur. Fuat Paşa merhum, Abdülaziz'in maiyetind,e 1862 tarihinde Mısır'a giderken Hafız Ömer Efendiyi de pa­ dişaha tanıtmak istemiş.

Kendisinden izin aldıktan

sonra Mısır yolculuğuna onun da katılmasını sağlamış. Vapuı'da Hafız Ömer Efendiye bir iki fıkra aniattırarak padişahın memnunluğunu kazanmış. Naklettiği fıkra· tardan birisi «Çala Mehterbaşı» fıkrasıdır. Bu fıkra­ dan hasıl olan neş-enin derecesi hakkında bir fikir ve­ rebilmek için bulasasını aşağıya kaydediyorum: '

ÇALA MEHTERBAŞI FlKRASI Vaktiyle valinin biri, yani Kaba Hakkı Paşa, me­ muriyet yerine vardiğı zaman, . iskeleye çıkar. İstikbal için eyalet memurlan ve ahali iskele meydanında ha­ zır bulunurlar. Mehterhane (1) de şöyle bir tarafta yer alır. İskele meydanmda binek taşı olmadığı için, bu ta­ şın hizmetini görmek üzere, büyük bir üzüm küfesini ters olarak uygun bir yere koyarlar. Üstüne de çuha örterler.

(1)

Mehterhane denilen bu resmf mıızika tabl, davul, m1lteaddit zurna, nekkare, çiften.:ra, kiJsden m1lrek· kepttr.


259

Vali Paşa, beygirine binrnek için küfenin üzerine ç�kmasiyle beraber «çala mehterbaşı» kumandası da verilir. Mehterhane de, çalmaya başlar. Halbuki paşa, küfenin üstünden hayvanın üzengisine ayağını ataca�ı sırada, küfe çürük oldu�u için dibi çöker, Vali Paşa, bo�azına kadar küfenin içine gömülür. •

Zavallı adam Qirdenb-ire neye u�radı�ını bilmez. Avazı çıktığı kadar bağırmaya başlar. Fakat mehterha. nenin güriiltüsünden sesini kimseye duyuramaz. Ça­ balar, 'çırpınır, küfe altüst olur ve devrilir. İçinde paşa olduğu halde yuvarlanmaya, hayvan da, küfeden ürküp kişnemeye ve etrafa çifte atmaya başları. Yakınında olanlar da telaşa düşer, şaşınr. «Bre tutun, vurun» kumandalan verilir. Mehter­ hane gürültüsünden halk ne olduğunu anlayamaz. Bir­ birine karışır. Mahallin . sekbanları, hayvanın yularını yakalar. Birtakımı da küfeye hücum ederler. Kimi pa­ şanın sakalından yakalayıp kafasını dışanya çekmeye uğraşır. Bin müşkülatla paşayı kurtarmaya muvaffak olurlar. Biçare adamın sakalının yarısı kopmuş, yüzü gö­ zü bereler, kanlar içinde kalmış: bağırmaktan bo�azı tıkanmış, kallavisi, erkan kürkü lime lime olmuş ol­ duğu halde, güç bela hayvana bindirilip kona�a geti­ rilir. Fıkra bundan ibarettir. Fakat Hafız Ömer Efendi öyle güzel nakleder ve olayın kahramanlarını gözönün­ de öylesine canfandınr ki, gülmernek kabil olmazdı. Abdülaziz Mısır'a . giderken İzmir'e u�raması ve cuma selamlık resminin orada yapılması kararlaştırı-


260

tır. Padişahı görmek üzere İzmir ve cıvarından binler­ ce ahali İzmir rıhtımında toplanır. .Padişah, iskeleye çıkıp üzeri al çuha ile kaplı bi­ nek taşından hayv<J:na binmesiyle beraber muzika çal­ maya başlar. Burada padişaha bir gülme gelir ki, bir türlü kendini tutmaz. Ellerini yüzüne tutmak gibi bir­ takım tedbirlerde bulunursa da, fayda vermez. Hat­ ta padişahın yanındakilerin birçoğu bu halin farkına varırlar. Her ne hal ise, camie varılınca padişah, Fuat Pa­ şayı yanına çağırır:

y

«Binek taşından ha vanın üzengisine ayağıını ata­ cağım esnada Hafız Efendinin fıkrası batınma geldi, üzüm küfesi olmasın diye ayağırola yoklamaya mec­ bur oldum ve gülrnekten de kendimi bir türlü alıkoya­ madım» buyururlar. Şu izahattan da anlaşılır ki padişah, Hafız Efendi­ nin hikayelerinden pok hoşlanmıştır. Fakat şehzadelik­ leri zamanından beri dairesinde bulunan ve tahta çık. . tıktan sonra da deniz albaylığı riitbesiyle maiyete alınan DUaverpaşazade Muhtar Bey, Hafız Efendinin pa­ .

dişaha sokulmasını kendi mevkii için zararlı görür: «Ali ve Fuat Paşa'larin maksatlan kendi adamla­ rını maiyet-i şahanelerinde bulundura�k casusluk et­ tirmektir.» Diye fitnelediği Hafız Efendi, padişahın etrafından uzaklaştırılmıştır.

·

Ali Paşa ilk defa sadrazam olduğu vakit 37 yaşın­ daydı. Abdülmecit kendisine sefaret teklif ettiğinde: «Aman efendimiz, henüz kırk yaşına girmedim. Zaten de o makamın ehli değilim.»


261

Diye itizar ettiği zaman padişah: . « İnşaallah bu makamda saç sakal ağartırsınız• Buyurmuştur. Henüz bir ay olmaksızın bir Cuma günü Boğaziçi'nde Boyacıköyü'nde o zaman oturduğu yalının arka· tarafındaki köşkte bazı ahbaplariyle bu­ lunurken Başınabeynci Neşet Bey gelip s8:daret müh­ rünü elinden alır. •

Ali Paşa bundan tabii müteessir olur. Meclisin neşesi bozulur. · Hazır bulunaniann bu üzüntüsü bir sü­ re devam eder. O aralık Hafız Efendi söze başlar: «Bizim saraylı, yani karısı, her

ne

zaman kederli

fena bir haber versem «of aman öldüm öldüm» der de ölmezdi. Müsaade huyurulursa gideyim de · haber vereyim. Belki bu defa salıiden ölür, ben de kurtu· lurum». Der ve paşa da kahkahaları sahverir, meclisin es­ ki neşesi de yerine gelir. Hafız Ömer Efendi çağdaşların

nüktedanlarına

daha üstün görünürdü. Hele bir· takım hikayeleri var­ dı ki, her biri roman yazariarına bile sermaye teşkil ederdi. (1)

(1)

Ha/ız ömer Efendinin eşi eski saraylılardandı. Yaşı da efendiden birkaç yaş fazla oldu(Ju siiylenirdi. Ken­ disi gayet şen ve sohbeti hoş bir kadındı. Sık sık sa· raya aldınlırdı. Hele tkinci Mahmud'un kızı Adile Sultanın pek sevgilisiydi. Ço(Ju kez onun sarayı'nda bulunurdu. Efendi ile hanım saraylarda, konaklarda bulunduklan için çoğu uzun zaman birbirlerini oiir· medikleri olurdu.


'

.

,,

' 1

\"

• •

\

1

1 '

1

1

1

f.. \

'1

�.

.

. .•

' '

.

' 1 1

1 �·

.

. ..

·, ••

' •

1 1 ' lı 1

1


263

Merhumun nice yıllar meclislerinde bulunmuş ve hikayelerinin bir çoğunu dinlemiştim. Mesela «Sera­ serci Arif Ağa», «Kazaz Artin», «İş Eri Ahmet Ağa•, «Habip Odabaşııo, «Kaptan Paşa Çıplağııo, «Abdullah Çavuş» gibi geçmişlerimizin hayat tarzını dile getiren milli hikayeJet geçmişin meçhulleri arasında kaybo­ lup gidiyor. Buna ise gönlüm razı olmuyor. Fakat lezzetleri bozulmasın diye bunlan yazmaya kendimde kudret göremiyorum. Bununla beraber şu beceriksizliğimle beraber merhumun doğrulu�a inandığı «Çifte yeniçeriağasııo hikayesini geçende karalamıştım. Fakat masal gibi oldu; lezzeti bozuldu. Gençlerimizden bir himmet ehli tiyatro şekline sokarsa hoş olur sanırım. ŞAİR NiHAT BEY Şair Nihat Bey gençliğinden beri güzel şiirler söy­ ler, fakat mahareti daha çok hiciv konusundaydı. Sö­ zünü asla saklamaz, kimseden korkmazdı. Allah bilir ya biraz da hak hukuk tanımaz oldu� için büyükler dilinden korkardı. .

Reşit Paşa merhum Nihat Beye çok yüz verirdi. Ali Paşa ona iltifat ederdi. Fakat Fuat Paşa, babası İzzet Molla ile olan dostluğuna rağmen Nihat Beyi pek o kadar iplemezdi. Nihat Bey genç bir şairken lzzet Molla ile iyi görüşürlermiş. Mısır Valisinin daveti üzerine bir süre Mısır'da oturmuştu. Kendisinin birçok menkıbeleri halk dilin­ de dolaşır.


264

İlk defa «Evkaf-ı Hamidiye mütevelli kaymaka­ mı olan mirahu�i şehriyari» Mustafa Ağa ki «Ağa ba­ bası» demekle · meşhur olan ve rnüteaddit valilikler· de buluiıan Mustafa Paşadır). Bu Nihat Bey'in büyük pederi olduğu Evkaf tarihinde yazılıdır. Reşit Paşa kendisine o kadar yüz verdiği ve her türlü nimete boğduğu halde Paşa'nın vefatından son­ ra mezar taşının somakiden mi, yoksa mermerden mi yaptınlması söyleşildiği, konuşulduğu sırada hazır bu­ lunan Nihat Bey: «Bana kalırsa biraz pahahca olur ama cehennem taşından yaptırmalı.» Deyip hazırlarının gülüşmesini, bazılarının da si­ nirlenmesini mucip olmuş. Fakat her halde «Geldi kafiye, gitti safiye» fehva­ sınca şairlik edeyim derken nimete karşı gelmiştir. Bir Ramazan günü akşamüstü Beyazıt sergisinde birçok kibarlar hazır olduğu halde orada bulunan ve daha o vakit başı sanklı Reşit Paşa kitapÇısı olan Cev­ det Efendi (Paşa) söylediği hikayeyi biraz uzatmış, pa­ şaların yanında oturımakta olan Nihat Bey: «Baks�n a hocai . Ramazan günü saat onbirden son­ ra bu kadar uzun hikaye dinlenmez. Fıkranın gülüne�ek yeri neresi ise söyle de bitir.»

·

Diye Cevdet Efendiyi bozmuş. Bundan sonra Cev­ det Efendi �ergiden çıkarken: .

.

«Suhtayi tersledim, dersini verdim.» Dedikten sonrtl orada hazır bulunan Hafız Ömer Efe-ndiye dönüp:


265

«Su paşaları görüyor musun, işte bunların hepsi benden korkarlar. Ama benim topum mu var: tüfe­ ğim mi var? Hayır dilimden korkarlar.» Dediğini Hafız Efendi söylerdi.. MUSAHİPLER, NEDİMLER, MEDDARLAR Hulefay-i Abbasiye vesair İslam mülükleri ·hiz­ metlerinde «musahip» ünvaniyle nedimler kullanılmış olduğti rivayet olunur. Osmanlılığın ilk kuruluşundan Yıdınm Heyazıt devrine kadar nedim kullanan olup olmadığı meçhuldür. Fakat Beyazıt'ın birçok nedimle­ ri vardı. Hatta bunlardan birinin, seksen kadının ate­ şe atılıp cezalandınlması hakkındaki iradeyi geri al­ dırmaya muvaffak olduğu tarihlerde yazılıdır. Yıldı­ rım'ın devrinde yetişen nedimlerden Alımedi adında­ ki şair ki;

Gün yüzü takvimine ey dil nazat' kıl elPlma Ey başmda fttneler vardır hazer kıl dainaa

matlah gazelin sahibidir. Alımedi'nin bir aralık Timurlenk'e de nediı:nlik ettiğini tarihler yazmaktadır: Sicilliosmani, nedimterin en alasır.ın İncili Çavuş olduğunu kaydeder. Kendisi Divan-ı Hümayun emek­ tarlarındandır. Adı Mehmet veya Mustafa'dır. Gayet nedim bir adam olduğundan Dördüncü Murad'a mu­ sahip olmuş ve bir aralık sefaretle İran'a da gidip gelmiş olduğunu ve mezannın Sultanahmet civarında Firuzağa Camii yakınında bulunduğunu yine Sicillios­ mani yazmıştır. Halbuki Edirnekapısı haricinde şair Haki Efendinin mezarı karşısındaki makberde bulu-


266

nan bir mezar taşı kitabesinde merhum İncili Çavuş ruhu için fatiha ibatesi ve 1631 tarihi yazılı olup «Hü­ lasa-tül-Eser» nam kitapta da hal tercemesi yazılıdır. İncili Çavuş'un Diyarıbekir'e iki saat mesafede In­ eili Köyünden olduğunu Bursa eski mebusu Tahir Bey, Ali Emiri Efendiden·. rivayeten beyan eylemişti. Meddalıların meşhurlanndan bir de Tıflı Efendi­ dir. Kendisi Bayramiye tarikatındandır. Çağının en ün­ lü şairlerindendi. Tezkire-i Salim'de eserleri yazılıdır. Tıflı Efendi'den sonra yine şairlerden «Medhi» takma adını kullanan Bursa'lı Nuhzade Mustafa Çe­ lebi vardır. Kadı iken inesleği terkedip meddalı ol� muştur. Vefatı 1680 tarihindedir. İBRAHiM PAŞA'NIN EN MEŞHUR MEDDAHI 1747 tarihlerinde Dilencioğlu ve Şekerci Salih, 1863 tarihinden sonra da Kör Osman, Aşık Hasan, Piç Emin, Nazif Tesbihçioğlu, musahip Nuri ve Kız Ah­ met birbirini takiben varlıklannı göstermişlerdir. Fa­ kat Piç Emin'le Kız Ahmet, adı geçenlerin hepsinden üstünmüş. O kadar ki bu ikisine «Nadire-i dehr», ya­ ni dünyanın yetiştirdiği nadir kişilerden · denilirmiş. Şu mısra onlar için söylenmiştir: Do�r Piç Emln'i Kız Ahmet Piç Emin'in · vefatı 1837 tarihindedir. Kız Ahmet'in bir aralık padişaha da nedimlik yaptığı rivayet edil­ mektedir. Nedim durumundaki meddahiann meşhurlarından 1810-1811 tarihlerinde hayatta olan kör hafızlardır. Bun­ ların biri hakkında Sururi Hezeliyatı'nda:


267

«B�nun iki gözü kör bir gözü kör şeytanın Yani şeytandan eşed dense seza kör Hafız Kıtası münderiçtir. Daha sonraları Laleli Müezzin-' başısı Hacı Müezzin ve Mustafa Reis ve İvazoğlu ki, bunların her biri bir türlü hüner sahibi idiler. Kör .hafızlardan biri güzel macera nakleder, Arap­ ça, Farsça, Türkçe dillerinde konuya uygun beyitler

okur, aynı zamanda her konuda fikir yürütebilirdi. Ayrıca, hiçbir manası olmıyan vezinli ve kafiyeli şiir­ ler okur, yani uydururdu. Okuduğu beyitlerin belien­ roesi ve yazılması da mümkün olamazdı.

Okumaya

başladığı zaman asla duraksamaz ve düşünmez, hep­ sini kendisi uydururdu. Hacı Müezzin iyi bir taklitçiydi.

Mustafa Reis,

İvazoğlu ise değirmen çevirmekle ustaydılar. Bu de­ ğirmen çevirme taklidi, bir kase içinde üç cevizi tah­ ta kaşıkla çevirdikçe hasıl olan sesi değirmen sesine benzetrnektir. Abdülaziz devri.nde Saraya alınan Kurban Oseb'in karnından konuşması da meşhurdur.



ü

r1

Üçüncü Ahmet asnnda İstanbul halkı zevk, sefa ve refah içinde ömür sürmüşlerdir. O zamanın bü­ yükleri, zenginleri, sefirleri ve zevkisetim sahibi olan ahatisi musikiye karşı hevesli idiler. Yegane hüner mu­ siki idi. O asnn ilim adamlarından olup sonradan da Şeyhülislam olan İshak Efendi ve onun küçük bira­ deri sonralan Şeyhülislamlık payesine yükselen mu­ şikiye olan derin vukuf ve malumatiyle şöhrete eren meşhur şaire Fitnat

hamının babası

Esat Mehmet

Efendi «<TRABÜL ASAR» isimli bir hanendeler tez­ keresi yazmış ve bunda hal

Osmanlı musikişinaslarının

tercümlerini dere etmiştir. Uşşak faslında «CE­

MALİN GÜLŞENINDE BU SAADET• ve aksak

se­

mainin bestekarı da adı geçen Esat Efendidir. Yine o devrio ileri gelen ilim adamlanndan iken iki defe bilfiil Rumeli sadaretine şeref veren Abdülba­ ki Arif Efendi musikide kemali haiz ve neyzenlikte de emsalsizdi. Vücude

getirdiği rivayet olunan

bestele- ·

rini kendisi neşre taraftar olmamış ve talebelerince de neşirlerine himmet edilmemiş olduğu iç-in musiki eserlerinden bu zamana birşey intikal etmemiştir. Merhum şiir ve inşat'ta: da tam bir üstattı. Naz­ mettiği gayet metin ve yakıcı (MİRACİYE) sini her sene Mirac ·Kandili gecesinde tertibini itiyad ettiği bü-


270 .

yük topluluk ile EYYÜBÜL'ENSARi türbei şerifesinde okuttururmuş. Böyle bir mübarek manzumenin besteli olacağı ve bestesinin de kendisi tarafından bağ­ lanmış bulunacağı tabiidir. Bu miraciye (REİSÜLKÜT­ . TAP ARIF EFENDl DlVANI) namiyle neşredilrÖ.iştir. Seyyid Vehbi'den (Gidip Arif Efendi, ismi kaldı . Dehre baki) mısraından da hesap edilerek anlaşıldığı gibi 1718 tarihinde vefat etmiştir. Rahmetullahü aleyh. .

Şöhretli musiki üstadı ltri Mustafa Efendi vefat edeli henüz pek az zaman geçmiş olduğundan bizzat ondan ve hatta Hafız Yusuf'tan meşk etmiş musiki üstadları o zamanlar pek çoktu. Recep Çelebi, Çengi Recep, La'li Çelebi, Kara tsrnail Ağa, Tosunzade, Na­ ne Çelebi, Seyyid Nuh gibi zevatın eserlerinden olan karlar, nakışlar, besteler, semailer ve şarkılardan ba­ zıları hala kulaklarımıza şevk vermektedir. Şimdi ta­ savvuru bile bizi neş'eye boğan Saadabad zevkleri, Boğaziçi mehtap alemleri, kış gecelerinin helva soh· ·betleri eğlencelerinde · musiki erbabına meyil gösterir­ ler, hüner ve marifetlerine göre bol bol atifette bulun­ makta cömertler birbirleriyle yarış ederlerdi. O zaman­ lar İstanbul ahalisinin her sınıf halkı arasında yegane zevk, musiki idi. Sarayıhümayun meş khanesinin en mü. terakki zamanı da Üçüncü SELİM devridir derler. Sultan Üçüncü SELİM Suzidilara makamının mucididir. Bu makamda bestelediği Ayinişerif nefis eserlerden bi­ ridir. Bu suzidilara makamında iki beste, iki semai, rastı cedid'te, pesendide'de, mahurda, arazbar'da, şehnazda,

·


271 muhayyer

sünbülede,

tahir'de,

tahirbuselik'te,

bUzzam

ve şevk-ü tarab, şevk-efza fasınannda b.esieledikleri şarkılarının pek üstadane olduğu musiki

er-babınca

malfımdur. Üçüncü Selim, musiki seslerini şehzadeliği zama­ nında Birinci Harnit'in Baş Müezzini Hafız Ahmet Ka­ mil Efendi'den ve bilahare Sadullah Ağadan, Tanburu da Ortaköylü İshak'dan meşkeylemişti. Yukanda adı geçen Ahmet Kamil Efendi Üçüncü Selim'in cülusun da İkinci İmamlığa tayin olunmuş ve İkinci Mahmut asrında da Birinci İmam olmuştur. «Osmanlı Müellifleri» adlı kitapta yazıldığına gö­ re Üçüncü Selim'in bestelediği (Suzidilara) ayinişe­ rifi ile yine bu makamda olan peşrevlerini Yenikapı Mevlevhanesi şeyhi iken 1811 tarihinde vefat eden Ab­ dülbaki Dede Efendi notaya alarak padişaha sunmuş­ tu. Bu AbdülbClki Efendi, musiki fenninde çok geniş bilgi sahibi olup notanın usul ve kaidelerinden bahse­ den bir risale telif etmiş, isfahan, acembuselik ma­ kamlannda iki ayin ve bir hayli semaHer bestelemiŞtir. Şark musikisinin nazariyatma hakkiyle vakıf olan­ lardan bir de Galata Mevlevihanesi Şeyhi merhum Ataullah Efendi idi. Enderunuhümayun hadernesinden

olup

Üçüncü

Selim meşkhanesinde tahsil edenlerden biri de «Cen. net Filizi» denilen Kerim Efendidir. Kerim Efendi, se­ si gibi lehçesi de güzel olduğundan halk arasında ııCen. net Filizi» lakabiyle anılırmış. Musiki'deki ihtisası do­ layısıyle müezzinbaşı olmuş ve İkinci Mahmut'un cü­ lusunda İkinci İmam, sonra da Birinci İmamlığa fi ettirilmiştir.

ter­ .

.


272 Üçüncü Selim'in musiki muallimerinden Sadullah Ağanın musiki bilgisiyle beraber sert ve namuslu bir z�t olması hasebiyle hakkındaki itimada binaen Ha­ remi Hümayun'da bulunan cariyelere musiki talimine memur olrriuş ve bu sıralarda cariyelerden biriyle se­ vişmiştir. Hadise padişahın kulağına gitmiş, gazaba gelerek idamını ferman buyurmuş ise de üstad'ın Padi­ şah Hazretlerinin fevkalade sevgisini kazanmış olma­ . sından ve günün birinde affa uğrayacağı \!mit edildi­ ğinden idam hükmünün infazında acele edilmesi son­ radan pişmanlığı mucib olabileceği düşünülerek hapis­ te gizlenmesi münasip görülmüştür. Nitekim, Sadul­ lah Ağa birkaç gün devam e-den hapis müddetinde mu­ siki fennince kıymeti pek yüksek olan «BEYATİ ARA­ BAN faslım yazarak talebelerine talim etmiş ve bir »

akşam padişahın huzurundcı. icra edilen şenlikte bu fasıl da okunmuştur. Bu renkli makam faslın nağme­ ler ve bestesindeki ince üslup padişah'ın nazan dik­ katini celb ederek «bu eserin bestekan kimdir?• diye sordukları zaman, kendi ustaJan Sadullah Ağa cevabı verilince birden eski gazabı geçmiş, böyle kamil bir üstadın idamı hakkındaki fermanından dolayı esef ve pişmanlıklarını belirtmişti. Bunu fırsat bilerek idam fermanının henüz icra edilemediği v� Sadullah Ağa'­ nın hayatta ve hapiste bulunduğu bildirilmiş. Bunun üzerine Üçüncü Selim memnun olarak derhal tahliye­ si ile beraber· sevgilisi olan . cariye ile de evlenınesini ferman ve ayni zamanda üstadın hayatını kuJ1aranla­ rı da mükafatlandırmıştır. Bestenin güftesi şudur:

·


273

·Pac:l1falum, lütfedip mesnını fAdeyle beni, Naümldlm, bir nazar kıl bennurAdeyle beni, Hatırınıdan bir nefes gitmez, duayı Devletin, Sen ele ey kimkerem lütfunla şideyle beni. Ortaköy'lü İshak, Tahir Ağa ve Keçi Arif Ağa için tanburilerin en iyileri olduklarında bütün sazendeler­ müttefiktirler. Zeki Mehmet Ağa İkinci Mahmut fasıl takımının en güzidelerindendi. Zeki Mehmet Ağa Zade Osman Bey de Abdülmecit ve Abdülaziz fasıl takımlarından­ dır. Osman Bey'in SABA PEŞREVİ meşhurdur. Defte­

ri Hakani Muhasebeciliğinde iken vefat eden Kamil Efendi tanınmış tanburilerdendi: Ekseriya Sadrazam­ lardan Şirvanizade Rüştü Paşa ve Şeyhülislam Sahip İsmail Molla'nın sahilhanelerinde bulunurdu. Yenikapı Mevlevihanesi Şeyhi Celal Efendi, meş­ hur Ali Efendi ve son zamanlarda şöhret sahibi olan Cemil Bey mükemmel birer tanburi idiler. (Cemil Bey'­ in üstadane bilgisi Tanbur ve Kemençe'de tecelli et­ mişti. Viyolonselle yaptı� taksim dinleyenleri hayran ederdi.) Ney, Keman, Kemençe ve Tanbur meşki biraz zor olmakla beraber Osmanlı musikisinde kalplerimize tesir eden sazlardandır. Eski devlet ricalinden Süley­ man Efendi yazdı� mecmua'sında 1824 tarihlerinde Kütahya'lı Hüseyin Ağa isminde bir santuriden bah­ seder.

Bu Süleyman Efendi, Saray fasıl takımına da alınmıştı. Süleyman Efendi «Bu adam gayet kaba bir Türk ve lisanı da galiz olup bu halleri musiki ile asla münasebettar değil iken Santur'u gayet güzel çalardı» P: 18


274

der. Süphan Allah! ne garip halimiz var. Türk ırkına mensup Anadolu halkını zeka ve irfandan mahrum addettiğimiz ve bu gibi şeyleri Türklere layık görmedi­ ğimiz için buna bile şaşıyoruz. Bunun doğru bir tarafı mevcut farzolunca bile münasip bir lisanla yazılabi­ lirdi. Üçüncü Selim asrından beri gelip geçen mu�iki muallimlerinin maruf olanlarından isimlerini tahkik edebildiklerimi aşağıya dere ettim. Bu zatlan, musi­ kiye intisaplan dolayısiyle memleketimize 'hizmet edenlerden addeder ve kendilerini rahmetle yad ey­ lerim. Eyüp'lü Hafız Ahmet Efendi, Müezzin Hüsnü Ağa, Çilingiroğlu Ahmet Ağa, Muhittin Ağa, Suyolcuzade Sa­ lih Efendi. (Bu zatlar musikide asnn nadir yetiştirdi­ ği kimselerdenmişler). Sait Ağa, Tulum Abdi, Şişman Hoca Mehmet Efen­ di, Kitapçı Hafız, Şehlevendim, Haf.ız Abdullah Ağa, Kömürcüzade Hafız Efendi, Hamamcızade Derviş ls­ mail (bunlar da asırlannın şöhretlilerinden olup bun­ lardan Hafız ile Şehlevendim'in bilgileriyle birlikte sesleri de yüksek, diğerlerinin ise bilgileri seslerine galip imiş). Şakir Ağa (ferahnak makamının yaratı­ cısı olup :ilmi ve arnelisinde mahir, keman ve tan· bur gibi sazlarda çok geniş bilgiye sahip olup kendi­ si Müezzinbaşı olduğu cihetle lmaını Sultani olama­ dığından mesleğini terk eyleyip vergi tarhı işlerine in­ tisap etmiştir.) Varda Kosta Ahmet Ağa, Mehmet Arif Ağa, Abdül­ halim Ağa (bu zevat da maruf bestedlermiş).


275

Kırımi Halil Efendi (Kur'anı Kerim'i kendine has bir tarzda okurmuş.) Üçüncü Selim küme faslım ekseriya Topkapı Sa­ rayında (serdap)'da (1) icra ettirirmiş. Bir akşam mu­ tad olduğu gibi fasıl icrası ferman huyurulmuş ise de fasıl takımının mühim bir uzvu olan tanburi İshak bul­ durulamamış ve çaresiz

kalınarak fasıla

başlanmış.

Sonradan İshak gelmiş ise de Kızlar Ağası hiddet gös­ tererek artık fasla başlandığını

söyleyerek serdaha

girmesine müsaade etmemiş, İshak Efendi ısrar etmiş ve ikisi arasında zuhur eden tartışma kavgaya dön­ müş bu da padişahın kulağına gitmiş. Bunun üzerine derhal İshak Efendi çağınlarak fasla iştirak ettirilmiş ve bununla beraber

hiçbir meziyeti olmadığı

halde

İshak gibi kemal erbabı bir san'atkara gösterdiği mua­ meleden dolayı Kızlar Ağası azarlanmıs. Ben fakir bu Serdabı bir defa ziyaret etmiştim. Ferahlık

veren,

şe

sofa

bir

odada

eski

üç ve

taraflı bir yanlarda

usul birer

lar, kanepe, sandalyeler,

daire

birer

sedir

ve

idi.

oda

Dört kö-. olup

çatma

her

yastık­

yerlerde Mısir hasın döşeli

idi. Sofada bulunan aynanıri önüne konmuş saatin üze­ rinde süslü elbiseler giydirilmiş erkek ve kadın kuk· laları bulunuyordu, bunlar hakkında malumat edinmek istedim, çalgısını kurdular, kuklalar da, çift çift rak­ sa başladılar. Çalgı değiştikçe kuklannın dansları da de�şiyordu. Bu marifetli saatin büyük Napolyon ta-

(1)

Üçiincil Selimin annest lçin yaptırdı� kiişk. yolunun geçtiD-i yerde idi. (N.A.B.)

Tren


276

rafından Sultana hediye edilmiş oldu�nu hikaye et­ tiler. Rumeli tren yolunun Sirkeci'ye uzatılınası Sultan Aziz tarafından istenmişti. Yol üzerindeki Serdap da oradan kaldırılacaktı. O vakitler buna eskilerden bir­ çok zevat itiraz etmişlerdi. Birinci Harnit asrında sa­ ray hademeleri arasında

çıraklık

yapmış ve ikinci

Mahmut'un berberbaşısı iken tekaüt edilmiş yaşlılar­ dan bir Muhsin efendi vardı. Serctabın oradan kaldı­ rıldığı tarihte hayatta idi.

Üçüncü Selim ve İkinci

Mahmut'un serdap dahilindeki musiki alemlerini hi­ kaye eder ve Serdabın kaldırılmasından esef duyardı. Fakat bu teessüfü daha ziyade Serdabın yakınındaki şimşirliğin kaldırılmasındandı. Çünkü kendisinin riva­ yetine göre

Peri .Padişahlan

şirliğe gelir, divan kurar,

seher vakitleri

maiyyeti efradına

şim­

emirler

verirmiş. Şimdi Serdapla beraber şişmirlik de kaldın­ lınca Peri Padişahının da divan yeri kaldınlmış olaca­ ğından bundan sonra nerede divan kuracağını düşü­ ntir ve maazallah bunun akıbetinin pek tehlikeli ola­ cağını yanıp yakılarak söyler dururdu. Eskiler arasında adı geçen Ali Hoca

ve

Gaiata

Mevlevihanesi Neyzenbaşısı Yusuf Dede eski üstadlar­ dan olup; Dördüncü Murat

Yusuf Dede'nin

Ney'ini

fevkaJacte �akdir ettiğinden onu Enderunuhümayun'a almış ve padişahın .ölümünden sonra da Yusuf Dede Beşiktaş Mevlevihanesi'ne şeyh olmuştur. Maruf neyzenlerden biri de (Ak Molla) Ömer Efen­ di imiş. Bu zat benzeri olmayan bir hattat olmakla be· raber musiki fenninde zamanının imaını addolunur-


277

muş. Semti, Boğaziçi'nde İncir Köyü olup her sabah seher vakti kalkar yanın saat kadar dem üfler tam demini doldurduktan sonra evic makamında

l.AT) verirmiş. Kendisi Eyüp civarında

(ESSA·

Şeyh Murat

Dergahı Şeyhi Ali Sım Efendi'nin halifesi olduğu için

1777 tarihinde vefat edince mezkur Dergahın kapısı karşısında bulunan kabristana, defnedilmiştir. Vezirlerden Selim Paşa'nın Kandilli'li imam diye maruf imaını (Ak Molla), Ömer Efendi'nin talebesi ve mükemmel neyzenlerden Qiri imiş. Bir akşam

asrın

zarif kişilerinden ve musiki erbabından mürekkep bir sohbet ve yarenlik toplantısında musiki üstadlarınçl3:n Mevlevi meşhur ama Şeyda Hafız da bulunmuş, hazır bulunanlardan biri Şeyda Hafız'a hitaben (içimizde si­ zin tekkeler üstadından meşk etmemiş ve şimdiye ka­ dar Ney'ini sizlerden kimseye işittirmemiş bir adam vardır, isterseniz size Ney üflesin) demiş. Seyda Ha­ fız da bunu

memnuniyetle

karşılayınca

Kandilli'li

İmam Ney'i alıp üstadı (AK MOLLA) tarzında dem üflemeye başlayınca Şeyda

can

ve gönülden dinleye­

rek taksim ve peşreve geçişinde göz yaşlannı zapt ede­ miyerek (sen bunu kimden öğrendin, üstadın kimdir?) demiş. İmam da, o tarihlerde (AK MOLLA) vefat ede­ li otuz seneyi geçmiş olması münasebeti ile, üstadını gizleyerek (ben Ney meşk_ �deli kırk �ene oldu) ceva­ bını verince Şeyda (şüphem yoktur ki sen AK MOL­ LA'nın talebesinin) demiş ve onun usulünde Ney ile Essalat üflemesini rica etmiş,

İmam da muvafakat


278 ederek üfleyince Şeyda yine bir hayli ağlayıp AK MO!.. LA'nın vasıflanna dair bir hayli tafsilat vermiş olduğu S�leyman Faik Bey mecmuasında yazılıdır. Eğrikapı haricinde Savaklar Dergahı Şeyhi Sey­ yid Mehmet Efendi'nin oğullarından

Mehmet

Nuri

Efendi Mevlevi tarikatından olup gayet güzel güfteci ve usulcü bir zatmış. Kendisi erbabızevkten olup dai­ ma bu dergahta kalır ve çok kimselecin sevgisini eel­ bettiğinden her mecliste bulunurmuş, sonralan meş­ hur Halet Efendi'den de pek çok ikram ve itibar gör­ müş ve bu münasebetle Halet Efendi bu Dergahı ye­ ııileştirmiştir. Mehmet Nuri Efendi meraklı bir zat ol­ duğundan berbere tıraş olmaz, kendi kendine ve ma­ kasla traş olur ve böylece kah sakallı gezer kah da tıraş olmuş görünürmüş. Halet Efendi'nin katlinden kırk gün geçince Meh­ met Nuri Efendi'nin de ölmüş olduğu Hadika'da ya­ zılıdır. Galata, Beşiktaş, Kasımpaşa Mevlevihaneleri ney­ zenbaşısı ve Enderunuhümayunda

ney muallimi Çal­

tı Derviş Mehmet Efendi benzeri az bulunur neyzen­ lerdendi. 1798 tarihinde vefat etmiştir.

O

tarihlerde

Derviş Emin ve Derviş Sait de Ney'de Çallı'dan aşağı değillermiş.

ı 824

tarihlerinden sonra maharet ve me­

lekeleri meydana çıkmış bulunan Beşiktaş neyzenba­ şısı Şeyh Mehmet Efendizade ile Mecnun Derviş

ts­

mail için gerek Dem'leri ve gerekse okuyuş ve ahenk­ leri itibarı ile evvelkilere üstün diyenler bulunurmuş. Reisül ulema merhum Mustafa İzzet Efendi'nin musiki fennindeki ihtisası meşhurdur. Bu zat güzel sese ma-


279

lik olmakla bernber ney üfl.emekte de e.msali nadir­ dir. Kendisi Eyüp Camiişerifi hatibi iken Abdülmecit Han'ın cülusunda bir Cuma selamlığı bu cami'de icra edileceğinden dolayı hutbenin okunınası da kendisine ferman huyurulmuş ve padişahın takdirlerine mazhar olarak İkinci İmam nasbolunmuş ve sonra da Birinci

İmamlığa terfi ettirilmiştir. Mustafa lzzet Efendi mU:. siki dersini evvela padişahın musahibi ve nefis musi­ ki eserlerinden sayılan (aldım hayali perçemin ey malı

dideme) hüzzam murabbaının bestekarı Kömürcüzade Hafız Efendi'den meşk eylemiş ve ilk defa meşk etti­ ği bir kıt'a na'tı şerifi bahçe kapısında bulunan Hida­ mahfele çı� yet Caıniişerifindeki selamlık resminde kıp yüksek sesle okuduğundan Sultan Mahmut fevka: Iade haz duyarak Enderunhümayuna

çırak olmasını

irade buyurmuş ve çok zaman orada neyzenlik ve ha­ nendelikde bulunmuş. Hattat Vasıf Efendi'den sülüs ve nesih, Yesaıizade lzzet Efendi'den de taliki hatlan­ m meşk edip icazet alarak emsaline tefevvuk etmiştir. Ney'ini Hakan fevkalade takdir ettiği için her fasılda bulunurmuş. İkinci Mahmut asrı sonuna kadar fasıl takımı padişahın huzurunda yapılır ve bazen hariçte bulunan hanende ve sazendelerden maruf olanları da eelbedHip fasılda bulundurulurlarmış. Abdülmecit Han devrinde Muzika fasıl takımında bulunup Abdülaziz'in tahta geçişinden e·vvel icra olunan tensikatta tekaüt edilen Kolağası Salih Efendi mükem­ mel neyzen olduğundan Beşiktaş Mevlevihanesi ney­ zenbaşısı olmuş idi. •

Üsküdar'lı Salim Bey ve Bahariye Mevlevihanesi postnişini Hüseyin Efendi merhumlar da sonradan ye-


280 tişen neyzenlerdendi. Hüseyin Efendi'nin üstadı, Sul­ tan Abdülmecit yakınlanndan olup bilahare Abdül­ aziz'in «Muzikaihümayun» a aldığı merhum Yusuf Pa­ şa'dır. KemanHerden Mustafa Ağa ile Hızır Ağazade Sait Bey ve Miron, Kör Corci ve Todoraki birbirini taki­ ben şöhret yapmışlar. Ali Ağa ile Miron'un daha çok tercih edildiğini söylerler. Meşhur Tahir Suselik peş­ revinin bestecisi Kemani Rıza Efendi musikideki ih­ tisası dolayısiyle nam vermiş olduğundan Haremihü­ mayun fasıl takımında keman muallimi olmuştur. Meşhur bestekar merhum Hacı Arif Bey Keman! Kör Sübuh'u takdir ederdi. Saray Muzikasında Kemani Ra­ fet Ağa'nın musiki bilgisi malıdut olmakla beraber ke­ man çalmakta emsali nadirdi. İsmail Dede Efendi Mevlevi irfan sahiplerinden olup Üçüncü Selim ve İkinci Mahmut zamanlannda Saray'da fasıl takımında ve müezzinbaşılıkta bulun­ muş, Abdülmecit Han'ın cülusundan evvel vefat et­ miştir. Beste, semai ve şarkıları pek çok ve pek mak­ buldür. Padişah'ın baş müezzini Miralay Rafet Bey merhumun büyük babalarıdır. Otuz-kırk kadar senıai ve yirmibeşi mütecaviz bestesi Haşimbey Mecmua­ sında yazılırdı. Gelip geçmiş meşhur bestekarlann hepsinden çok eseri· vardır. 1845 tarihinde vefat et­ miştir. ITRİ'den · sonra DEDE EFENDİ kadar musikide kemal mertebesine kimse varamamıştır, diyorlar. ,

Kasidecizade İmaınıevvel Nuri Efendi, Basmacı­ zade Abdi Efendi, Dellalzade, Müezzinbaşı İsmail Efen­ di, mecmua sahibi Haşim Bey, Hacı Arif Bey, Yağlık-


281

cızade Hacı Ahmet Efendi: (bu zatların musiki bilgile­ ri ve hüsnü tabiatları meşhur olup bestelerlikleri şar­ kılar herkesin takdirine mazhar ..:iurdu.) Zekai Dede Efendi, Behlül Efendi, Kadıköylü Ali Bey, Yeniköylü Hasan Efendi, Medeni Aziz Efendi, Bolahenk Nuri Bey; · (bunlar mahir üstadlardan olup yakın zamana kadar hayatta idiler, yerlerini boş bı­ raktılar.) Tanzimatı Hayriye'den yani yenileşme devrimizden sonra zenginlerimiz Batı medeniyetine temayülleriyle beraber Osmanlı Musikisine rağbet ve bu musiki er­ babına hürmet hususunda muhafazakar idiler. Donan­ ma şenliklerinde ve resmi ziyaretlerde alafranga mu­ zikalar kabul ediidiyse de hususi eğlencelerde yine Os­ manlı ·musikisini tercih ederlerdi. İstanbul'da konak­ l;ır, Boğaziçi'nde yalılar ve köşkler daimi birer şenlik yeri idi. Asrın en seçkin hanende ve sazendeleri hafta geçmez çağırılır ve h�le mehtab gecelerinde kayıklar ve sandallarla sabahlara kadar gezip dolaşılarak hey­ heylerio akisleri semaya yükselirdi. Saz olduğu haber alınan yahlann önlerinde kadın ve erkek kayık ve san­ dallan toplanırlar, fasıl aralarında mukallitler . taklit­ ler yaparlar, zevk ve cümbüş ve kahkahalı gülüşler dünya'yı tutardı. (0 ne neşe veren nümayişlerdi) Büyük ilim adamlarından ve musiki üstadlanndan meşhur· Yağlıkcızade Hacı Ahmet Efendi, Ali Paşa'nın kitapçısı , tanınmış muallimlerden Behlül Efendi de müezzinbaşısı idiler. KUR'ANI KERlM'i gayet hazin ve tatlı okuyan asnn en güzide musikişinaslarından Aşki Efendi Mısırlı Kamil Paşa'nın imaını idi. Meşhur bestekar Enderuni Kadıköylü Ali Bey sarayda hizme-


282 tini terk ile Kamil Paşa dairesine intisap etmişti. Mı­ sırlı Halim Paşa'nın yalısı musiki erbabının ziyaret­ gahı idi. Halim Paşa, Deliaizade İsmail, mecmua sahibi Haşim Bey, Yağlıketzade Ahmet Efendi, Tanburi Os� man Bey; Zekai Dede Efendi gibi musiki erbabını ya­ lısına davet edip nice geçmiş eserleri ihtiva eden NO­ TA MECMUASI için çalışmalar yapardı. Bu hususta­ ki fedakarlığı ile mJ,lSiki!J1ize büyük hizmetleri do­ kunmuştur. BüyÜli.: damadı Ali Rıfat Bey de, asrımı­ zm vücudiyle iftihar ettiği ve mümtaz musik.işinaslar­ dandır. Zekai Dede Efendi ve maruf musikişinaslardan Muytabzade Ahmet Efendi daima Mısırlı Fazıl Musta­ fa Paşa'nın dairesinde kalır ve yaşarlardı. Bu saydığım zatlar musiki fenninin en seçkin si­ maları idiler. O zamanlar şehrimizin gayrimüslim ıenginlerinden bazıları da Osmanlı musikisine meyil­ li ve meraklı idiler. Köçeoğu Agop Efendi ve ·meşhur Tülbentçi Andrias Efendi ve oğlu bu cümledendir. Boğaziçi yalılarında, Bunlar Beyoğlu konaklannda, Çamhca köşklerinde toplanır musiki ziyafetleri verir­ lerdi. Musevilerin musikiye karşı hayranlıklan umumi gibidir: Kadınlan bile besteler, semailer okurlardı. Burada Kıpti takımını da belirtıneden geçmek in­ safsızlık olur zannındayım. Bunların eğlenceye meyil ve düşkünlükleri ve bulundukları meclisin keyifleome ve neş'elerunesine hizmetleri inkar edilemez. Hamza'. nın Lavtası, Abdülaziz Han devrinde saraya alınan


283

Emin Ağa'nın Kemanı, oğlu Ahmet Bey'in-İsmet ve Mustafa Ağalann sesleri ve Memduh ve İhsan ve Bül· bül Salih Efendilerin Keman'daki maharetleri herke· sin takdirini ka.-sanmıştı. Elhasıl o zamanlar Istanbul'­ un en hücra semtlerinde bulunan evlerde bile oynak şarkılar, Kanun, Ud ve Santur sesleri işitilirdi. .

Cevdet Tarihinin onbirinci cildi ekinde meşhur Halet Efendi ile Berberbaşı Ali Ağa arasında cereyan eden gizli muhabere tezkerlerinin suretleri dere edilmiştir. Bu tezkerelerden, Halet Efendi'nin yazdığı bir yazıda sarayın önünden padişah'ın kulağına sesler gelmiş ve bunun Gülhanhane hadernesinden Hüseyin olduğu ha­ ber verilmiş olması üzerine bu adam derhal çağınla­ rak birkaç beste ve şarkı söylettirHip Enderunhüma­ yun Seferli Koğuşuna alınmış. Halbuki buraya soydan zadegandan olaniann çırak olmalan Sultan Sü­ leyman'ın koyduğu kanunda açıklandığının sarih bu­ lunduğu beyan edilerek bu yolda bir fesat tohumu his­ sedildiğinden bu adamın def edilmesi cevaben gelen

tezkereden

bildirilmiş ve

padişahın baş

bademesi

Ömer Ağa, padişahı ikna ederek bu adamın yüz kuruş maaşla saraydan ihraç edilmesi temin edilmiştir. Tophane'de Kadiri dergahı şeyhi Şerafettin Efen­ di Abdülaziz Han'a ikinci Imam olmadan önce,

bir

mukabele günü bu dergaha gitmiştim. Şeyh Efendi'nin odasındaki mevcut zevat arasında ihtiyar ve üstü ba­ şı eskice derviş kıyafetli biri vardı. Mukabele'ye giril­ diğinde bu adam doğruca zikredenlerin yanma gitti ve


284

oturdu. Zikircilerin. başı kendisine bir durak verdi, ihtiyar başını daima salladığından kolunu, yere başını da omuzuna dayayarak okumaya başladı. Boğuk sa­ dasiyle ağlar gibi söyleyişi ve müteakiben Resullullah'ın güzelliğine taallük eden kasideleri okuyuşu sırasında şahsına mahsus ruh okşayan nağmelerinin tesiri zikre­ denleri ALLAH ALLAH diye çoşturup haykırtıyor ve is­ tisnasız herkes kendini başka bir alemde buluyordu. Mukabeleden sonra merhum Şeyh Efendi'den soruş­ turctum ve meşhur Külhanbeyi Derviş Hüseyin oldu­ ğunu öğrendim. Bir de şarkı okumasını bütün hazır bulunanlar, rica ettik. (Hüsnünde var iken ol afitabın) şarkısını okudu ve ayrıca kendi seçtiği (Madraya var­ dın mı) şarkısını da ilave etti. İcra ettiği inletici ve ince nağmelerin taklidi kabil olamaz. Hasılı bu ihti­ yarın musiki üslubu ve söyleyiş tarzı kadar hazin ve rikkatli bir tarzda okuyana hala tesadÜf edemedim. Kendisi söyledi; Ayasofya Kürsü Şeyhi merhum Ömer Efendi (bu adamı pamuklara sanp öyle muhafaza et­ meli) demiş. Saray'a dahil oluşunu da kendisi şöyle nakl ve hikaye etti: Bir kış akşamı idi, Gedikpaşa Hamarnı külhamndan arkadaşlarla Balıkpazan'na inip bir sandal çaldık ve uskumru avına çıktık. Sarayın önünde balık avlarken dalgınlıkla kuzu'yu okumuştum. Saraydan üç çifte bir kayık indi. Yukarı aşağı gidip kimseyi bulamayınca yanımıza geldi, muzip bir arka­ daşım suallerine cevaben benim okuduğumu söyledi. İnkara mecalim yoktu, yalvardım yakardım olmadı. Beni kayığa aldılar, üstüm başım ıslak ve yırtık pır­ .tık elbiselerimle saraya götürdüler. Büyük bir sofada bana yine. kuzu'yu okuttular, ondan sonra Endenm'a


285

çırak oldum. Meşkhanede meşk ettirdiler. Bir .aralık çıkmıştım yine aldılar, dedi. Maamafih o seksenlik ih­ tiyann şivesi ve ifade tarzı vaktiyle bir külhanbeyi ol­ duğunu belli ediyordu.

HOKKABAZLAR Hicri 1000 (1591) tarihlerinde Hakkabaz mevcut-. muş. Hatta Samurleaş namiyle anılan bir musevinin idaresi altında ikiyüz mosevi'den mürekkep bir hok­ kabaz hey'eti tarafından çeşitli hünerler gösterilirmiş. Asnmızdaki Hakkabaz takımı sünnet düğünlerine mahsus olup yakın zamanlara kadar bazı mesirlocde san'atlannı icra ederlerdi. Bunlann hokkabazlıkta gös­ terdikleri hünerler basit şeyler olup buna rağmen (amman benim Pehlivanım-buyur ustacığım) mukad­ demesiyle başlayan konuşmaları ve konuşma sırasın­ daki telaş ve yaygaralan boşa gider gülünür.

*** Elli sene evvel lstanbul'a Herman isimli bir Al­ Hünerlerini Beyoğlu'ndaki man hokkabaz. gelmişti. Naum Tiyatrosunda gösteriyordu. Bir akşam ben de gidip seyretmiştim. Bunun aletsiz olarak ortaya çıkıp gösterdiği hokkabazhğı herkesin hayretini mucip ol­ du ve (cehalet zamanında vuku bulsa kerametine ve­ renler bulunurdu) diyenler olmuştu. Oyun kağıtlannı ve sair eşyayı uçurmak, seyircilerden alınan mendil ve saatleri parça parça edip yaktıktan sonra yine eski hallerine çevirip iade etmek ve kağıt ile kahve , süt


286 imal etmek, içi boş şapkadan çeşitli eşyalar çıkarıp uçurarak sahiplerine iade etmek ve seyircilerin başla­ nndan yüzlük altınlar toplamak gibi envai türlü hü­ nerler göster.mişti. Hele Japonya'nın Kelebek oyunu­ nu göstereceği söylendiği mman kağıttan yapılma on-. iki tane Kelebeği eline alıp yelpaze ile uçurmağa baş­ lardı. Bunlar adeta canlı Kelebekler gibi uçarak hiç yere düşmemişler ve alçaldıklarında Hakkabaz yelpa­ re

ile bunları havalandırmış ve Kelebekler de böylece

çırpma çırpma mütemad�yen uçtukları için bu hal

seyircilerin fevkalade hoşlar-ına gitmişti.

*** TAVŞAN oGLANLARI Raks bizde pek eskidir. Köçekler ve Tavşan Oğ­ lanlar tabir edilen rakkasların köçek raksları eskiden serbest olduğundan ve şimdiki gibi İstanbul'da ba­ lolar, tiyatrolar ve suvareler gibi eğlenceler olmadığın­ dan bütün yaz Silahtarağa ve Karaağaç mesirelerinde her gece sabahlara kadar köçek oynatma eğlenceleri olur ve resmi ziyafetlerde, bayramlarda

Hünkar ve

Sultan Saraylarında, padişahların ziyafet ve düğünle­ rinde, sair cemiyetlerde ve kış gecelerinde, helva soh­ betleri ziyafetlerinde Köçekler raksederler.di. Raks es­ nasında kadife üstüne sırma işlemeti mintan ve sır­ ma saçaklı canfes eteklik giyerler, bellerine sırma ke­ mer takarlar, başları açık ve saçlar.ı uzundur. Par­ maklarında perçemden yapılmış zil bulunur. Tavşan oğlanları da siyah çuhadan topuklarına kadar uzun ·


287

şalvar ve sırtıarına yine çuhadan dar camedan giyer, bellerine şal sarar ve başlarına da ufak fesler giyer­ lerdi. Rask ederken sazın usulüne uyarak zil wrmak ve ayak atmak şart olduğundan rakkaslar uzun müd­ det meşkhanelerde ders görürlerdi. Eskiden İslam, isevi ve musevi, kıpti gibi muhtelif millet ve mezhepten rakkaslar bulunurdu. Sonraları

yalnız Rumiara inhisar etti. 1856 tarihinde meşhur İstefanaki Bey'in vaki ihtan üzerine Reşit Paşa tara­ fından resmen kaldırıldı. Bu köçekler kış mevsimlerin­ de Tavşan kıyafeti ile ekseriya meyhanelerde bulunup zevk ve sefahat erbabının sakilik hizmetini görürler ve s i tekli olanların karşısında da bu kıyafetleriyle raks ederlerdi. MEYHANE ALEMLERİ Eskiden

meyhanelere

Şerbethane tabir edilirdi.

Bunların en rağbette ve tutunmuş olanlarında da ay­ ni isim kullanılırdı. Şerbethaneler ekseriya daimi olup muvakkaten açılmalarına da sonraları izin verilmeye başlandı. Bu ş.erbeth.aneler Bahkpazarı'nda, Zindan­ kapısı'nda, Asmaaltında, Ketencilerde Mahmutpaşa'da,

Tavukçularda, İskender Boğazında, Gedikpaşa, Kum­ kapı'da, Yenikapı'da, Langa'da, Samatya'da, Yediku­ le'de, Karagümrük'te Topkapı�da, Tefki.ır Sarayı'nda, Balat dışı ve dahilinde Fener'de, Cibali'de, Unkapa­ nı'nda, Keresteciler'de, Galata'da, Beyoğlu'nda,

Has­

köy'de, Kadıköy'de bulunup herbiri bir ustanın ida­ resi altında idi ki bunlara Meyhaneci Ustası denilir. Bunların başlıcalan Gümüş Halkalı, Kılıçlı,

Asmah


288

gibi isimlerle yad edil1rdi. İstanbul'da halkımızın iç­ kiye düşkünlüğü en ziyade Üçüncü Selim asnndadır. Başta padişah olduğu halde devrin en meşhur adam­ ları bile işret müptelası idiler. Meyhaneler birer za­ rif insanlar meclisi addolunurdu.

Fakat

buralarda

türlü türlü uygunsuzluklar da olurdu. Henüz genç de­ nilecek yaşta bulunan, meybane müdavimlerinin ç� ğu yakalarını ölümün pençesine terk ederlerdi. Ka­ nuni Sultan Süleyman zamanında işretin men'i irade­ si çıktığı vakit zarif şairlerden biri: «Humlar şikeste cam tehi yok vücudu mey, Ettin esiri kahve bizi hey zemane hey.» Meşhur beytini söylediği gibi o zaman hayatta bulunan meş­ hur Hayali de:

eŞiındi mezmull!.u cihan oldu ise bide yine, Vakt ola rehne kona lurka ve seccade yine.»

tini söylemişti.

Bey­

Çaylak Gazetesi muharrirliğini yaptığından dolayı (Çaylak Tevfik) diye şöhret bulan ve hakikaten tatlı dilli ve emsali bulunmaz bir insan olan merhumun (İstanbul'da bir sene) isimli kitabında da yazdığı veç­ hile Şerbethanelerin Meyhane olduklarına alrunet ola­ tak sokak kapısının üst duvarına bir levha asılırmış. Kapıdan içeri girildiğinde önce tezgah göze çarpar. Te.zgahın üzerinde Rakı ve Şarap kadehleri, su kupa­ ları, ufak tabaklar içinde Fasulya ve Lahana haşla­ maları, Leblebi, Kabak Çekirdeği gibi mezeler bulu­ nur, bu mezeler dünya gamını başından atmak ve bi­ raz kendini avutmak hülyası ile ayakta birkaç kadeh atıp gidenler içindir. Bu hale erbabı, tezgah başı ale­ mi tabir ederler. Bu alemle iktifa edenler uzun uza-


289

dıya meyhane'de oturmaya halleri ve vakitleri müsait olmayanlardır. Hatta bu takımdan bazıları ağızları­ mn kokusunu belli etmemek için çiğ nohut ve kuru kahve, günlük, kakule, karanfil gibi şeyler yemeye bile kendilerini mecbur tutarlardı.

·

Meyhanelerin içinde riıkılar ve şaraplar, küplerde muhafaza edilir, fıçılardan

büyük

kovalara aktar­

mak için meyhane miçolan denilen hizmetçiler fıçı­ nın ağzına merdivenle çıkarlardı. Meyhanelerin raf­ larında birçok şarap ve rakı şişeleri diziimiş ve duvar­ lara birtakım kabadayı resimleri asılmıştır.

Akşam­

cılar için meyhanenin münasip yerlerine tahta sofra­ lar konulmuş ve etrafiarına dört ayaklı hasır iskemie­ ler dizilmiştir. Yukarı katlarında şirvanlar ve birer ikişer döşeli odalar bulunur, böyle yerler zengin ve se­ fahat düşkünü kimselerin

eğlencelerine mahsustur.

Meyhanelerde aşçı ve mezeci tezgahlan da vardır, bun­ lar kekikli külbastı, sarma, midye-ciğer tavaları, balık •

ızgarası ve sair deniz mahsülleri salatası gibi mezeleri o kadar lezzetli yapariardı ki, yemekle doyulmazdı. .

.

Meyhanelerin müteaddit hizmetçileri olduğu gibi çu­ buklara ateş koymak için de ayrıca ikişer çocuk bulu­ nur, kerahat vaktinden evvel hizmetçiler sofraları si­ ler ve süprürürler. Toprak şamdanlara mumları dikip, sofraların ortasına kor, kökden içieri oyulmuş tuz ku­ tulannı, meyhaneci tarafından parasız olarak

hazır­

lanan meze tabaklarını rakı şişe ve kadeh1.erini sofra­ ya dizer. Meyhane ustası da hususi mevkiinde oturup müşterilerin gelmelerini bekler.

Sofraların mumları­

nı yakmak ve müşterilere hoş geldinde bulunmak bu ustaya aittir. Akşamcılardan bazıları ş�eleri, kadehleF: 19


290 ri, bardakları, tabakları filan tekrar kendi elleriyle yıkayıp kendi temiz mendilleriyle kurularları Hatta Damacana'dan şişelere rakı koymak hizmetini de ken­ dileri ifa ve_ kullanacakları -huniyi yıkamak itiyadında olanlan vardır. Meyhane müşterilerinden bazıları Nargile müpte­ lası olduAtı cihetle meyhanecinin hazırladJğı Nargileyi hemen içivermez. Kollarını dirsekierine kadar sıvayıp Nargile'nin sürahisini, seri'ni, lülesini ve marpucunu bizzat uğraşarak temizler. Sürahisine suyu kendi kor. Lüleyi kendi doldurur, kendi ateşler. Hatta bazıları ' marpuç başlarını ağızlarına temas ettirmek isteme­ diğinden bir kağıt parçasını zıvana gibi başlığın deli·· · ğine sokmuş olduAtı halde içer. Keyif malzemesinin temini ni�peten daha kolay olan tütün liryakilerin­ den bazıları meyhane ve kahvehane gibi umuma mah­ sus yerlerin çubuklarını kullanmak istemediklerinden kendi çubukl<irını beraber taşımağa mecburdular. Bu gibi yerlere devam edenl�r orta halli adamlar olup maiyetlerinde hizmetkarları olmadığından taşıdıkla· n çubuklar geçme tabir olunan çubuklardı. Bu geç­ meler birer. karış boyunda üç parça çubuğun zıvanalı vidalarla birbirine eklenmelerinden müteşekkildi. Lülesi, imamesi beraber olarak çuha'dan bir kese içinde olduğu . halde kaput, cübbe, saku gibi . elbiselerin al­ tında kaytanla belde asılı olarak saklanırdı. ,

Meyhane müdavıimlerinden tabiat sahibi ve hal ve vakti müsait o}anlar akşamlan yollan üzerinde rast­ ladıklan Kayısı, Şeftali, Armut, Portakal ve benzeri mezeliğe elverişli meyvalardan, Sucuk, Pastırma, Hav­ yar gibi çerezlerden yeteri kadar alarak meyhaneye


,.,....l ı1 1

,,...�

i

J

'

;

.

.·; ,.

ı

\ .

.

'.

. .

• \• '

'

.

(

1

' ..

\

• '" :) ' �

f

.

1

•.' � 'f ,.,� .

'

'1

�!''. •\ !\

1

,'

.

.

.

_.

' '

\

.

i

' '

1

i

t ' '

1

•J

r


292

getirir. Bazıları meyhanede pişirtmek üzere Lüfer, Kı­ lıç, Barbunya gibi mevsim balıkları da alıp gelirler. Keyif ehli birer ikişer kapıdan içeri girdikçe hizmet­ çilerden piri derhal (buyrun efendim buyrun) diyerek karşılar, elinde böyle bir mezelik göı;düğü gibi hemen koşup elinden alır soyar, temizler veya ayıklar, pişi­ rilecek olanları ise pişirtir, tabaklara koyar. Meyhane hizmetkarlarının sür'at ve maharet ve bilhassa müŞ­ terilerin hoşnudiyetlerini celp için mizaca göre hareket etmeleri lazımdır. Binaenaleyh meyhanelerde hizmet etmek her hizmetkarın harcı değildir. •

Kayseri'nin kuşgönü tabir edilen meşhur akik gi­ bi pastırması ve ala ince doğranmış sucuklan, temiz­ lenip ayıklanmış olan Sardalya ve Likornoz gibi tuzlu balıklar, siyah ve beyaz · havyarlar ve dumanı tüterek getirilen sıcak ızgara balıkları, envai türlü meyveler­ le süslenmiş sofraların etrafında herkes' kendi eşi dos- · tu ve ahbabı ile yerini alır ve artık kendi arzu ve gönül isteğine göre hazırlanan Nargileleri foku�datmaya ve çubukları tellendirmeye ve kadehleri doldurup boşalt­ maya bu suretle emeklerinin mükafatını görmeye baş­ larlar. Herşeyi hoş gören meslekleri icabı herkes, bir­ birine mezelerinden ikram etmek teamülüne riayet ederler. Hatta diğer sofralarda bulunan göz aşinalanna rakı ile meze ısmarlayarak samirniyet ve muhabbetleri­ ni ibraz edenleri de olur. -

Akş�mcılar arasında nükteci, fıkracı ve şair kişiler bulunduğu gibi güzel sesli musikişinaslar, keman çalanlar, neyzenler, güfteciler ve taklit yapan tuhaf kim­ seler de bulunurdu. Bu gibi insaniann arasında muho


..

<:i �ı::: <:ı .,

ı::: "'

� � � ·-

:... "'

..... ·-

-

' ' ' .

.

� -

.

�ı\ ı J

·'

' )_.ı , 1 . 1' .'if'/ , ı1\ ':' iT:.,b , o/. . -1.' '" , ' ,' ., .J. �r· ! -ı ,O f ı ' ,, . ; '

1

'ı

.

.

•l

1

·' · ·' ' ,1 itlJ• r :1 1 .

'

.. .. .

a

'

·

1

'

.

1

1 1

.

...

...

.

11 '' ,, ' 1'

'

ı

ı::: "' '

.....

-� <:ı

..ı:: :::1 ı:ı:ı


294 taç kişiler·· de bulunduğundan böylelerinin meyhane

masrafları kudreti müsait bazı akşamcılar tarafından

ödenirdi. Bu suretle hem kendileri e�lenir hem de on· ıann · keyif_lerini yerine getirirlerdi. İçki aleminin ga·

rip hallerinden biri de ayık iken hasis olan bir adamın

içki �ırasında cömert olmasıdır

.

Eyüp'ün kebab ve kaymağı gibi Yedikule'nin de

«BAŞ• ı maruftu. Bu suretle Samatya meyh�neleri ak. şamları ve tatil günleri pek eğlenceli olurdu.

Uzak

yakın demeyip İstanbul'un her tarafından gelirlerdi. Meyhane müdavimlerinin sarhoşlukları kötü olanlar· dan meclisi allak bullak edenler de olur, _, böylelerini

kapı dışarı ederlerdi. Vak'ayı Hayriyye denilen Yeni·

çeri ocağının lağvedilmesi

hadisesinden evvel meyha­

ne'lerin münasip bir yerine büyük bir çıngırak asılır

ve meyhane kapısına da akşamları nöbetçi bir hiz·

metkar konulurniuş. Bunun sebebi de, meyhane ka·

ptsının önünden bir mbit geçecek olursa, hizmetkarın çıngırağı çekip derhal meyhane kapısının kapatılması imiş. Zabit geçtikten sonr:> kapı yine açılımuş. Eskiden müskiratın men'i hakkında pek sıkı ka·

yıtlarda bulunurlarmış. Memleketin asayişine memur

olan Yeniçeri Ağası sokak ve pazarları dolaşırken, şe.

hirde ve şehirin etrafında sarhoşlan arar ve tuttuğu sarhoşun _itibarı yoksa ona meşru hakkı olan sopayı

vurur, dirlik sahibi kişi ise

zabitine gönderip şer'i

haddin vurolmasını oiıa havale edermiş. İşte bu çın­

gırağın bir hizmeti de, keyf ehli muhabbete koyulduk­

lanndan dağılma vakti geldiğinip farkında olamadık-

. larından paydos zamanının geldiğini bunlara �aber vermek için çıngırak çahnırmış.


295

Akşamcıların bir de sabahçıları vardır ki, mah­ murluk bozmak denird-t Akşamdan içkiyi ve mezele­ ri fazla kaçıranlar sabahlan mide bozukluğu, vücut kınklığı ve baş ağrılan ile yataktan kalktıktanndan renkleri soluk, gözleri bulanık olur. ·

Bu fenalığı gidermek için tekrar rakı içerler, · fa­ kat bu sabah rakı'sının ilk kadehine biraz limon sı­ karlar, akıllannca sağlıklannı korumaya riayet etmiş olurlardı. Meyhanelerden kalkıp evlerine gelmek için her­ kes semtlisi ile birleşir, sohbet edf,rek gelirler. Maa­ mafih gece va�ti sokaklarda yağmur ve çamurlu ha­ valarda evlerine varana kadar yollarda çekilen zorluklar tahammülün üstündedir. A�şamcılann bu dönüş. lerine dair pek çok hikayeler anlatırlar. •

Akşamcılar Ramazan-ı Şerif'e hürmeten içkiyi mu­ vakkaten terk ederler. Eskiden bu muvakkat terk şek­ li üç kısma · ayrılmı�tı, hatta birbirlerine bu hususta (ipci n1isin, kandilci misin, topcu musun?) diye so­ rarlardı. Çünkü ipci takımı Ramazan-ı Şerif'e onbeş gün kala S�latin camilerinde mahya iplerinin kurul­ duğunu gördüklerinde, kandilci kısmı bütün Rama­ zan'da minare'lerin kandilerini gördüklerinde, topcu takımı da imsak topunu işittiklerinde içki içmeyi terk ederlerdi. Bayram gelince evvela topçulaı · Bayram Namazını kılıp çoluk çocuğu ile bayramlaştıktan sonra doğruca, müşterisi bulunduğu meyhaneye gider. B\t birinci kıs­ mı teşkil eden müşterilere meyhaneciler, horozlardan mürekkep mükemmel bir sofra hazırlarlardı. Kandil-


296 .

ci kısmına mensup olanlar Bayram'ın birinci günü akşamı içkiye başlarlar. İpci takım.ı da Bayram'a hür­ meten üç . gün içki içmeyip dördüncü günü akşamı meyhane'lere devama başlarlar. Akşamcılar içinde sa­ çı sakalı ağarı,nış beli bükülmüş olanlar bulunduğu gibi Vak'ayı Hayriyyeden sonralan genç yaşlarda olan­ lar bile görülmeğe başlamıştı Bu akşamcılar içinde sarhoşluğu kötü olaniann halleri de teessüfe şayandır. Mesela bütün Ramazan evinin yiyeceğini, çoluk çocuğunun bayramlıklannı gücü nispetinde tedarik ederek onları h�şnut etmeğe çalıştığı halde, Bayı'B.m günüden itibarert ağız eğri, göz eğri, göz şaşı evine gelip zavallılara kan kusturan ba­ ba, ayık zamanında bir öf bile demediği halde sarhoş haliyte anasıriı, kard�şledni dövenler çok görülmüştür. .

.

Meyhanelerde bir sofraya oturarak etraftakiİere göz gezdirirler. Kendilerinden ziyade onlarla meşgul olurlar. Mesela karşılıklı iki sofrada oturanlar arasın­ da (sen bana baktın, benimle eğlendin) gibi sebeplerle habbeyi kubbe yapıp bir çok kavgalar çıkar ki bu da sarhoşluk icaplarıdır. Beraber bulunduğu sofrayı her­ hangi bir husustan dolayı terk edip diğer birinin sof­ rasına giden arkadaşının bu hareketine kendince bir takım manalar vermesinden dolayı bir takıin kavga­ lar cıkar. � Servetini dalkavuklariyle meyhanelerde .yok eden mirasyedi düşkünleri de çok görülmüştür. Eskiden umumi olarak meyhan.elerin kapatıldığı ve içkinin men'edildiği olmuş, fakat bütün bu kayıtlara ra�en içkiye müptela olanlar yine bu iptiladan vaz geçme·


297

mişler, herhalde içmenin bir kolayını rini çatmışlardır.

Daıhıp

keyifleri­

Revaç bade'ye fartı yasağdır bais, Haris olur kişi men' olunduğu fiile. Yeni nesiimizin eksensinde içkiye karşı bir nefret hissolunuyor ve içkisiz eğlencelerde daha ziyade ince­ lik ve zarafet görülüyor. Bu hal doğrusu teşekküre şa­ vandır. '

CANBAZLAR Şurada burada san'atını icra eden Canbaz'lardan başka olarak, eskiden Kocamustapaşa semtinde Can­ baziye denilen yerde Eşref Ağa'nın ve onun ölümün­ den sonra da oğlu Mehmet Ali ustanın idaresinde bir canbaz kumpanyası vardı, hususi günü . de Pazar gün­ leri idi. İstanbul'un her tarafından dalgalar halinde gelen halk bunları seyrederlerdi. Bu kumpanya bir ne­ vi ocak olduğundan saray eğlencelerinde ve sai r şen­ lik günlerinde bir dağdan bir dağ'a veya bir dağ'dan bir ova'ya, menzU ipi denilen minare yüksekliğinde ip kurup üstünde çeşitli hünerler icra ederlerdi. Mer­ hum Yusuf İzzettin Efendinin 1870 tarihinde Dotma­ bahçe'de icra edilen sünnet · düğününde Saray Muzı­ kası Kışiası'nın bulunduğu dağdan Dolmabahçe Sara­ yı'nın önünde bulunan saat kulesi meydanına kadar menzil ipi kurup hünerlerini göstermişlerdi. Hatta bir gün iki elinde iki kılıç olduğu halde ipin

üzerine çı­

kan canbaz ortasına geldiğinde, o vakitler ecel beşi­ �i namı verilen ve uçları menzil ipine bağlı bulunan


298

salıncak uzerinde envai türlü hünerler

gösterdikten

sonra ayaklarını salıncak ipin� iliştirip başaşağı ken· disini koyuverdiğini gören halk, düştü zanniyle büyük helecana kapılmıştı. Hele kadın seyircilerin fe.ryadı ayyuka çıkmıştı. Bu kumpanya saray düğününün sonu­ na kadar hergün başka başka hünerler göstermişti. Bir de Gedikpaşa'da hususi bir Tiyatro inşa edil­ miş olup burada meşhur Sülya'nın at canbazı kumpan­ yası hünerlerini icra etmiştir. KADlN ÇENGİLERİ Kadınlar cemiyetinde saİı'atını

ıç- ;. �

eden çengi­

ler de orta oyuncularında olduğu gibi bir çok kollara ayrılmıştır. Kolbaşı ve muavini ile beraber bir kol oniki kadından ibaret olup refaketlerinde ikisi daire, birisi keman ve biri de çiftenara (Nekkare) çalmak üzere dört de sıracı dedikleri çalgıcıları ve birkaç da yardakÇiları bulunur. Bunlar tam kol olarak oyuna gittikleri zaman orta oyunlannda kullanılan menteşe­ li tahta edevat ve ona göre elbiseler de birlikte götü­ rülür. Kolbaşı hamının evinde hususi bir de meşkha­ ne olduğundan Çengiliğe heves edenler bu meşkha­ nede talim ederek otuz, otuzbeş yaşianna kadar san'• atiarını icra ederler. İçlerinde kırkını aşan yosmaları da bulunur. Kolbaşı ve muavirıi hanımların yaşları altınışı bulmuşsa .

Ağır Ezgi denilen ilk raksa çık-

maları usulleri icabındandır.

.

Bunların bulundukları .

başlıca yer Tahtakale Kadınlar Hamarnı olup derme çatmalan Ayvansaray'da Kıpti mahallesindedir.

Bir

çengi kolu tutmak isteyen eğlenti sahibesi hangi kolu


299

isterse bir kadını yollar bu kadın kolbaşı hanımı bu­ lur, pazarlığa girişir. Pazarlık iki şarttan biri seçil­ mek esası üzerinden yapılır, o da fasıllar sona erdik­ çe def tutup para toplamak veya toplamamak şekille­ ri olup, · kibarcası misafirleri iz'ac etmemek için pa­ ra toplattırmamaktır. Raks esnasında hoşuna gidip bahşiş vermek veya altın yapıştırmak isteyen misa­ firler arzularında serbest bırakılır. Hangi şart inti­ hap edilmiş olursa olsun oyun esnasında icab ettik­ çe düğün sahibesi hanımlar tarafından mutad olduğu üzere basma veya .sair kumaşlardan askı asılmak ve bahşiş verilmek mecburi idi. . Eğlenti günü belirli vaidtte en önde, yelpazeli, yaş­ ınaklı ve san çizmeli kolbaşı hanım ve muavini ve on­ ları takiben ince yaşmaklı, renk renk feraceli çen­ g.iler ve arkada kılıfları içinde sazlan ellerinde oldu­ ğu halde sıracılar ve hizmetçiler ve yardakçılar, da­ ha arkada oyun edevatı ve elbise bobçaları taşıyan ha­ mallar olduğu halde yola düzülürler. Küçük çerkez cariye de kolbaşı hamının yakı takımı sarılı (1), bob­ ca kol�uğunda, siyah çuhadan yapılmış, kenarları zımbalı uzun çubuk kesesi elinde olarak kolbaşı ha­ nımın peşinde gider. Çengilerin eski hallerini bilenler bu edalı yasmaların nasıl açık saçık tazeler oldukla­ rını ve sokaklar vaziyet ve tavırlarının ve yürüyüşle­ rinin ne derece serbest bulunduğunu hatırlar. Sokak­ ta giderlerken havai erkeklerden sarkıntılığa cür'et

(1)

Eskiden kadın ve erkek başlannın ekserisi yerli ya· kı açarak daima işlettrlerdi.


300 edenlere

müstahak

oldukları

de güçlük çekmezler.

cevapları

yetiştirme­

Hele sıracılar bu gibi

cevap­

larda asla ihmal ve müsamahada bulunmazlardı. Dü­

ğün evine geldiklerinde, alt katta çengilere ayrı bir oda gösterilmesi şarttır. Çengiler odalarına girdikten, yaşınaklarını ve feracelerini çıkardıktan sonra odanın kapısı çevrilir. Artık bu odaya, soyunmuş olanlardan başkasının girmesi memnudur ve caiz değildir.

Soy­

gun · namı verilen Jsadınlar orta yaşlı, üstleri

başları

düzgünce etekleri belinde,

serbest

lisanları yerinde

kadınlar olduklarından misafir hanımların i'zaz ve ik­ ramı ve her birerlerinin kendilerince

bilinen teşrifat

usulüne göre yedifilmeleri hususlarında ınaharet gös­ tererek ev salıibesinin vereceği ücretten başka misa­ tilerden de dolgunca «Soygun bahşişleri» hak etmeğe çalışırlar. Bazı hoppa mizaçlı tazeler kapının anahtar deliğinden çengileri gözetlernek isterler. Bunu soygun­ lardan biri görürse ayıplar v� tekdir ederek men'eder. Düğün evinde iki hanım arasında, «oda kapısının ka­ palı tutulmasının sebebi olarak

içerde çengiler içki

içerler ve oyuna öyle çıkarlarmış derler, günahları üst­ lerinde kalsın, neme lazım ben

görmedim,

gördüm

dersem iki elim yanıma gelecek» diye bir söz geçti­ ğini çocukluğumda işitmiştim. Misafirlerden sonra

çengilere de yemek

verilir.

Bundan sonra oyuna çıkma hazırlıkları başlar. Bir­ çok düzgün ve rastık kutuları, pomat, lavanta şişele­ ri, sürme kalemleri, taraklar, ufak süngerler, saç ma­ şaları meydana çıkar. ların karşısına geçerler.

El aynaları ellerinde

ayna­

Beyazlıklar, allıklar içirile


301

içirile sürülür. Kaşlara rastıklar, gözlere sürmeler çe­ kilir. Rastıktan püskünne benler yapılır. Çehrenin sun'i güzelikleri tamamlandıktan sonra oyun esvaplarını, hazırlayan kadının yardımı ile en ince içiikiere varıncaya kadar herşey başka başka değişti­ rilir. Saçlar taramp kurdelelerle ayrılarak gelişigüzel ·

salıverilir. Göğsü yanın yarım açık

olmak üzere tül gömlek ve üstüne pullu kadifeden camadanlı yelek ve tennure biçiminde sırma saçaklı canfes eteklik gi­ yip bellerine sırma kemer. takarlar, ayaklarına «Filer» denilen oyun terliği giyerler ve bu terlikler ipek kur­ delelerle beyaz çoraplar üzerine bağlamr. tuvaleti yaşı ile mütenasip ve babayanidir. Vakıa oyun . esvabı giyerse de raksa ka­ Kolbaşı hamının

kül üstüne hotozla çıkar. Bu hotoz tepesi oymalı, püs­ kül, kağıtlı ma:vi ipek püskül etrafına yaylı fes ve fes'­ in kenarına oyalı yazma yemeniden bir çatkı çevril­ miş ve bu · çatkının münasip yerlerine (pat iğne yıldız, yarım ay, divanhane çivisi) denilen elmaslar, parmak­ lara gül yüzükler takılmıştır. Dut veya zümrüt kü­ peleri kulağa takmazlar, toplu iğne ile hotozun bir ta­ rafına şöyle bir iliştirirler. Bu da incelik alametidir. (Eski kadınlarımız çengilere, hamam ustalanna ve bunlarla sıkıfıkı canciğer olan bazı mirasyedi hamm­ lara ince takım (Zürafa) derlerdi. Bu ince takım ka­ dınlar arasında (zürafalığa) alarnet olmak üzere kenar­ ları (ciğer deldi), köşeleri (ah ah) işlemeli mendil bağ­ larlardı. Bu kısım kadınlar cemiyet hayatınıa muha­ lif bir ha�at geçirirler, erkeklerden zevk almazlar. Bunların birbirleriyle sohbetlerinde dahi bir başkalık


302

vardır. Ne tatlı diller dökerler, ne kadar herkesin mi­ zacını okşayacak şekilde laflan vardır. Gene kendileri­ ne mahsus edatariyle imalı, nükteli şakalar, yabancı­ ların yanında rumuzlarla merarolarım ifade edişleri, kuşdili (1) ile konuşmalar birbirini kovalar. . Fakat bu suretle aralarında cereyan eden haller o kadar gizli o derece nükteli şeylerdir ki, her göz görmeye, her ku­ lak işitmey� muktedir olamaz, meğer ki yine

kendi

cinslerinden olmalıdır. Bunlar kendi kendilerine kal­ dıkça aşıkane beyitler, kıt'alar okuyarak iç yüzlerini meydana kor ve gizli sırlannı açığa vunırlardı.

Bu

manzumeler (Karanfilsin karann yok, gonca gülsün tımarın yok. Ben seni çoktan severim, senin benden haberin yok). gibi şeylerdir. Kolbaşı ve muavini ve çengilerin

hepsi hazırlan­

dıktan sonra sıracılar yukan .kata çıkıp kendileri için aynlan ve tahsis olunan mahalle otururlar. Davetlile•

rin kimi sediriere yastanır, kimisi · sandalye ve kanepelere kurulup güler yüzle oyunun başlamasını bek­ lerler. Müteakiben verilen işaret üzerine raksın baş. langıcında okunınası mutad şarkıyı okurlardı. Önce kolbaşı hanım iki eliyle temenna ve maiyeti de ona uyarak avuçları için�e tuttuklan çarparalan birbirine · çarparak ve. çıkan ses ile şarkının usulünde tempo tu­ tarak başta kolbaşı hanım oldu� halde birbirlerini takip ederek ortada devir yaparlar. Bu devre (�r ez­ gi) denilir. Yalnız kollar yukan kalkmış ve beden

(1)

Elli altmış yıl öncesine kadar bazı kadınlar (Kuş· dtli) de<likleri dili konuşurlardı.


303

tabii vaziyetinde olduğu halde gayet ağır ve temkinli icra olunur. Bu dört devir (zevkimiz dört üstüne) dar­ 'bı meselinden kinayedir, bu da bir fasıl kabul edilir. İkinci fasla parmaklara zil takmak suretiyle çı­ karlar. Bu fasıldan itibaren kolbaşı hanım ve muavini oyuna çıkmazlar, raksı oyuncubaşı idare eder. Göbek atmalar, topuktan çatmalar, hoplamalar, kendini at­ malar, omuzdan titremeler hep bu ikinci fasıldan iti­ baren icra edilir. Sıracılann (bir hocalım var ya kime) allı pulluya ya hey (1) diyerek yaptıkları pohpohlar neş'elere bir kata daha güzellik verir. Üçüncü fasıl Tavşan raksıdır. Bu raks'da kadife­ den yapılmış erkek biçimi Kovalı şalvar ve o renkte dar camedan ve başianna dal fes giyip bellerine şal kuşanırlar. Fesin altından saçlar gelişi güzel salıveril­ miştir. Parmaklarında yine zil bulunur. Bazı zengin ve mirasyedi hanımların çengilerden gönüllüsü vardır. Hafif meşrep güzel kadınlara zen­ gin erkek aşıkJ;ır lazım olduğu gibi zürftfalık alemin­ de de çengilere ·zengin hanımlardan sevdalılar lazım­ dır. Oyun arasında çengiler bu gibi hanımiara tebes­ sümler ve elleriyle, gözleriyle gizli şeyler söyler ve sır­ lar ifşa ederler. Raks esnasında altın yapıştınlırken fıskoslar bile olur. Fakat bunlar misafirler arasındaki -- -------

(1)

Ayvansaray yakınmda bir Hoca Ali Mescidi vardır. Bu mescidirı nıerdiverıi bitişiğirıde kendisi gömülü­ dür. İkinci Selim minherini tamir ettirmiştir. Kema­ rıı Menıduh tarafından tamir ettiri/diğini duymuş­ tum.


304

mütec.essis hanımlar tarafından gizlice ve inceden in­ ceye seyredildiklerinin farkında olmazlar, bu hanım­ lar da ayni fasileden ince hanımlardır. Oyunda cömert­ lik arttıkça ince hanımlar arasında rekabet hissi de çoğalır ve çengilere altın yapıştırmalar, sıracılara sık_. ca balışişler birbirini takip eder. Kıskançlık galeyanı ile kapiarına sığmayacak hale gelirler. Ruhlarından. fışkıran alı'lar ve hey hey naralan devam eder. Mani­ ler.ı smarlanıp niyetler tutulur, çengilerle sıracılar kar� şılıklı divanlar, koşmalar söylerler, ara nağmelerinde ayaklar adeta uçar gibi döner, sanki görünmez olur. Sıracılar (amman aş:ığıdan) diyerek ve (yallah yallah yallah) nakaratiyle sürekli alkışlarla raksı bir kat da- · ha kızıştırırlar. Belden aşmış aşırma saçlar hopladık­ ça havalanır, ikişer ikişer bora tepilerek bu fasla da nihayet verilir. Dördüncü fasılda raks yoktur. Çengilerin güzel seslileri sıracılann yanında oturup hanendelik eder­ ler. Mükemmel bir küme faslı olur. O tiz perdede ya­ kıcı ve tahr.ik edici, te'sirli seslerle okunan şarkılada . . oynak divanlar insanı mest ederdi. Dördüncü fasılda .

kalyoncu veya hamam oyunu gibi taklitli oyunlar çı­ karırlardı. Kalvoncu oyun�nda meydana getirilen te­ kerlekli gemiyi çekerken (heyamola, yisa yisa, eyyam ola yel esa) tekerlemesinin biri tek olarak, nakaratını ise hepsi bir ağızdan çalgının da iştirakiyle söyleyerek gemiyi yürütmeleri çok eğlenceli olurdu. Bir de bu oyunun kahramanı olan kalyoncu rolü çengiler ara­ sında mühim bir vazife sayılırdı. Çünkü levend endam· lı ve gösterişli bir babayiğitin bütün vaziyet ve tavır­ Jarını canlandırmak her kadının karı değildir.


305 Başındak: kalyoncu kalpağı �aşının üstüne yıkıl­ mış, sırmalı şalvar üstüne beline sardığı şalın müı:ıa­ sip yerlerine yatağan bıÇağı, piştov, kama ve emsali . silahlar· sokulmuş, sırma cepken, kartal kanat omuza atılmış olduğu ve bir· elinde rakı şişesi diğer elinde bıçağının kabzası bulunduğu halde yıkıla yıkıla kal- · yoncu ortaya çıkar. Saz da (bir gemim var salıverdim engine) şarkısım çalıp söylemeye ba·şlar. Kalyoncu ra­ kibini yumruklamak, · ezmek, çiğnemek, öldürmek is­ ter ve (bıçağım · hakkı için) diyerek attığı naralar or­ talığı velveleye verirdi. Hamam oyununda ise Kilcinin Merkeb'i yulanndan çekerek hamam'ın ·önünden geçerken sevgilisi ha•

yanık mam'da olduğu için meşhur kuzu'yu yamk okuyarak (kilci geldi kil alın, kil) diyerek kil satması hoşa giderdi. Tiz perdeden oynak sesle · sabaha karşı okunan yakıcı nağmelerde başka bir tesir vardır. . Bir zamanlar kolbaşı olan kadınların en meşhuru Yıldız Kamer'di. Kendisi zurna da çalardı. Çengilerin şöhretlileri cıcŞaheste, Tosun Paşa kızı Hayriye, . Kü­ Paşa dairesine . çükpazarh Naile, Hancı Kızı Zehra1 . intisab etmişlerden Fatma, Aksaray'lı Mahbub idiler. Naile için şu güfte ile yapılmış bir şarkı da vardır: • • •

·

·

(Sarı papuç işleme, etrafı gümüşleme, gerdanıni dişleme, Nailem, Nailem, · Küçükpazar'lı Nailem.) Bu şarkı Haşim Bey M�cmuasında kayıihdır.

GALATA ve BEYoGLU ALEMLERİ :

·

Galata Sarayı karşısında bulunan Hıristaki Çarşı­ sının bulunduğu mahal vaktiyle Naum'un Tiyatrosu'F: 20

·


306 nun olduğu yerdi. Tiyatronun cephesi caddeye ·nazır olup altmışdört tarihlerinde

(1847)

inşa olunmuştu.

Bur çarşı yeri tamamiyle Tiyatro binaları olup bü· yüklük ve inşa tarzlarındaki güzellik itibariyle mü· kemmel bir OPERA binası idi.

1856

tarihinde Dolma·

bahçe Gazhanesi Hazinesi'nden verilmek. üzere Beyoğ­ lu sokaklannın her tarafı aydıntatıldığı sırada bu Ti· yatro'nun içi de havaga�ı ile aydınlatılmıştı. Sahibin· den her sene iki bin lira kadar bir kira bedeli karşı­ lığında kiraya verilir ve hatta perde aralannda kah· ve sigara ve sair meşrubatın içildiği salonu kiralayan· dan da ayrıca beş bin kuruş ahnırdı. Dört kişilik bir loca için giriş bedeli ayrı olmak üzere vasati olarak ikiyüzelli kuruş civarında bir ücret alınırdı. Her sene kiracısı taııafında� Avrupa'dan Opera Kumpanyalan getirtilir ve Teşrinievvel (Ekim) başlarında faaliyete başlayarak bütün kış oyunlarına devam ederler ve bü· tün sefirler, Beyoğlu'nun itibarh kimseleri,

vekiller,

devlet ricali ve kibarlar vesair halk gelip seyredelerdi. Senede bir kaç defa Sultan Abdülmecit ve cülusu sıralarında Abdülaziz defalarca gelmişlerdi. 1870 tari· hinde vukubulan büyük Beyoğlu yangın"ında bu Ti· yatro da yandığı için yerine şimdiki çarşı inşa edildi. .

Bu tiyatroda Fransızca ve İtalyan'ca opera, dram ve komedi gibi oyunlar icra olunurdu. Bu oyunlara rağbet edenlerden ecnebi lisanlarına aşina olmayan­ lar, oyunların garp fıkralarından istifade edip hisse sahibi olmadıklarından kumpanya bu hususu dikkate alarak (Riyakar) ve (Müseyyip) isimli hikayeleri İtal-


307

yan'cadan 'fürkçe'ye tercüme ve tab ettirmişti. 1857 ta­ rihinde bu tercümeler tiyatroya gelenlere bir bedel mukabilinde dağıt.dırdı. Opera kumpanyası artistie­ rinden onyedi'si seçkin baş okuyucu, yirmisi usul tu­ tan okuyucu, yirmiyedisi kadınh erkekli rakkaslar,

otuzbeşi de saz takımı idi.

Bugün kullanılan nota'nın işaretlerini altıyüz se· ne evvel Boris namında bir rahip ioe;ad. etmiş. Maama­ fih meşhur hekim İbn.i Sina'nın (Şifa) adlı kitabının Riyaziyat kısmının musiki bahsinde tabii seslerin de­ rece ve basamakları hakkında mühim bilgiler vardır ki, bunlar nota'nın esası demektir. Sonraları Naum Tiyatrosundan başka Beyoğlu'nda Şark Tiyatrosu namiyle Karabet Papazyan Efendi ta­ rafından açılmış olan tiyatro'da komedi ve pandami­ ma kumpanyalan san'atlannı icra edcrlerdi. İstanbul tarafında Gedikpaşa Tiyatrosu da sonralan sirk ha­ linden tiyatro şekline çevrilerek Papazyan ve Fasul­ yaciyan Efendilerin ve daha sonraları Güllü Agop Efendi'nin kumpanyalan tarafından san'atlarının ic­ rası için kullanılmaya ve bazı ediplerimizin eserleri de bu tiyatro'da oynan.mağa başlanmıştı. Ne çare ki sonraları merhum Namtk Kemal Bey'in «VATAN YA­ HUT SİLİSTRE» si Gedikpaşa Tiyatrosunda oynandı­ ğı gece ,gençlerin ve bilhassa mekteplilerin galeyanı ve «YAŞA KEMAL» seda ları nazarı dikkati çektiğin­

den ertesi günü Kemal Bey ile arkadaşları sürgün edil­ dilerdi. Hele Sultanharnit · devrinde buna benzer milli tiyatro eseri yazmak ve oynatmak adeta yasaktı. Gül­ lü Agop Efendi saraya alındı, kumpanyası da dağıtıl-


308

dı ve sonra da tiyatro yıktınldı. İşte o zamanlar orta

oyunlannı tiyatro şekHne çevirmeye başladılar, lakin

bunları milletin ahlakına hizmet edecek yolda tanzim

\·e islah etmediler. Bir tarafta, Galata ve Beyoğlu ta­ . raflarında kumarhaneler ve şehveti gıcıklayıcı resim­ lerle süslenmiş gazinolar, balozlar, kafeşantanlar yavaş

yavaş açılmakta ve bunlar sabahlara kadar açık bu­

lundunılmakta idi.

Gençlerimizin alafrangalığa rağbetleri gittikçe art­

tı, Şampanya, Konyak, Apsent, Viski ve muhtelif . mey­ ve ve çiçek kokularını havi şişeleri, yaldızlı etiketler­

le tezyin edilmiş Likörleri bol bol kullanmağa başla..

'

dılar. Yerli ve ecnebi kantarla (,lolu senel�ler gün. den güne çoğaldı. Hele Kamaval zamanlan Galata ve · -

Beyoğlu tarafianna akan bir avareler seli hasıl oldu. Konak ve kira arabalan etrafa zifoslar saçarak son

hızla gençleri o tarafiara taşırlardı.

Balolar gazinalar atız ağıza dolu olup buralarda

sabahlamak da adet oldu. Umumhanelerdeki cicili bi­

cili kızların sürünmüş oldukları lavanta kokuları genç­ leri mest ve şakraklıklan da gönüllerini cezb ederek

aşk ve alaka saikası ve kıskançlık parlayışı ile her şe­ yi yapmağa hazır bir hale gelirler. Bu yüzden nice

feci vak'alar birbirini takip ederdi. Hele İstanbul'un

her tarafına dal hudalt saran ku�ar belasına da hal­ kımızın büyük bir kısmı kapıldı. Zengin gençler ser­

vetlerini, aylıkçı takımı maaşlaqnı, esnaf ve işçi gü:. ruhu kazançlannı hep Galata ve Beyoğlu alemlerine

sarfettiler.

İstanbul'umuzun bir çok yeı ll ve dışarlıklı genç­

leri şehvet duygularına mağlup olarak hep bu mihver


309

etrafında dolaşır ve envai türlü rezaleti irtikap eder­ lerdi. Kargir mağazalar, çiftlikler, hanlar, hamamlar, ya­ lılar, konaklar ellerinden çıktı, çoğu sarraftara ban­ kertere intikal etti. O eski «Hayriye Tüccan» .namı ortadan kalktı, belki bilenler bile kalmadı. «Kapan Tüc­ carı» denilen un, yağ ve bal kapanları tüccarı abani Sarıktı Hacı Hafız Hacı Salih Efendiferin, Hacı Veli, Hacı Yusuf Ağa'ların dolap ticaretleri evlatlarının ve torunlarının sefil emelleri yüzünden yabancılara kaptı- . rıldı. Çift ve çubuk sahibi ·çok zengin ağaların öldükten sonra kalan mirasları yadellere geçti. Bir zaman- . , lar frenkler arasında darbımesel olan o eski Türk kuv­ veti de kalmadı. Yanağından kan damlayan dağ gibi babayiğitlerimizi belsoğukluğu, firengi hastalıkları kemirip bitirdi. Memleketimiz hastalıklı bir nesle mesken oldu. . Bugün millet fertlerinin bir kısmı hastanelerde, bir kısmı hapishanelerde, bir kısmı da sefaletin pençesi al­ tında inliyor. İşte garp medeniyetini taklit etmek su­ retiyle iktibas etmekliğimizin neticesi buralara vardı. Vakıa sonraları aklımız başımıza gelmeye ve iktisat usullerinin kıymeti takdir olunmaya başlandı. Lakin ba'delharab el Basra (Basra harap olduktan sonra.) <




kapak düzeni;

NECATi ONAT

FiYATI :

10

TL. j


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.