Muammer Aksoy: Atatürk ve tam bağımsızlık

Page 1


Nurer UGURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.

Dizgi - Baskı - Yayımlayan: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Eylül 1998


ATATURK ••

ve

TAM BAGIMSIZLIK

Prof.Dr. MUAMMER AKSOY

GAZETESİNİN OKURLARINA ARMAÖANIDIR.



Az gelişmiş ülkelerde "tam bağımsızlık" sorunu­ nun hayati önemi:

Çağdaş toplumun, siyasal ekonomik, sosyal ve kültü­ rel alanda büyük önem taşıyan çeşitli sorunları vardır. Bun­ ların doğru ya da yanlış çözümlere bağlanması, o toplum­ daki insanların -hiç değilse- çoğunluğunun (hatta büyük ço­ ğunluğunun) refahı, güvenliği, kısacası mutluluğu üzerin­ de büyük rol oynamaktadır. "Az gelişmiş ülkeler" veya "geri kalmış ülkeler" di­ ye adlandırılan toplumlarda ise, aynı nitelikteki bazı sorun­ lar, bu toplumların doğrudan doğruya varlıkları ile, hele "az gelişmişlik durumundan çıkabilmeleri" ile de ilgilidirler. Bu nedenle, o toplumlar için hayati önem taşımaktadırlar. Gelişmiş Batı (klasik demokrasi veya liberal demokrasi)( 1) ülkelerinde, ekonomik, sosyal ve kültürel alandaki sorun­ ların şöyle veya böyle çözümlere bağlanması, elbete onla­ rın da daha ileri gitmesi, vatandaşlarının maddi ve manevi varlıklarını geliştirebilmeleri bakımından, olumlu veya olumsuz etkilere sahiptir; ve bundan ötürü bir önem taşır. Amma bu önem, o toplumlarda bazı "sıçramaları sağlaya­ cak" veya "çağ açan sonuçlar doğuracak" kadar değildir. (*) Okuyucularımıza, incelemeyi okumaya başlamadan önce, "Yavuz Abadan'a Arınağan, Siyasal B ilgiler Fakültesi Y ayınları No: 280, Sevinç M at­ baası, Ankara, 1 969, s. 689-799" da yer alan "Atatürk'ün Işığında Tam B ağım­ sızlık i lkesi" başlıklı incelememizi okumalarını salık veririz. Şimdi yayımladı­ ğımız bu 77 sahife lik inceleme, sözü geçenin bir devamı sayılabilir. ( 1) Bugün klasik demokrasinin yü rürlükte olduğu ülkelerde, artık klasik demokrasi değil, Neo-klasik demokrasi. sosyal yönü ile zaten klasik demokrasi­ nin sakıncalar ını bü yük ölç üde g idererek kişiyi mutlu yapmanı n ç are lerini bir de­ receye kadar bulmuştur. Bu konuda bak Mümtaz Soysal, "Anayasa'ya Giriş", Ankara 1969. s. 85-86.

5


Çünkü bu toplumlarda ekonomik, siyasal, sosyal kültürel hayat, oldukça sağlam bir takım temellere oturmuştur; -az veya çok- olumlu sonuçlarını vermektedir. insanlar hayat asgarisinin altında değil, çok üstünde yaşamakta; refah ve güvenlik meyvelerinden paylarını almaktadırlar. (2), (3) Az gelişmiş ülkelerde, çeşitli siyasal, ekonomik, sos­ yal ve kültürel sorunların olumlu yeni çözümlere kavuştu­ rulması (gerçek bir kalkınmanın sağlanması), ancak birta­ kım devrimlerin gerçekleştirilmesine (alt yapı kurumların­ da bünye değişiklikleri yapılmasına) bağlıdır. (5) Bu adım­ lar atılmadıkça, o toplumların, içinde bulundukları geri kal­ mışlık çemberini kırarak çağdaş bir toplum haline gelebil­ melerine, vatandaşlarını zamanımızın ölçülerine göre nor­ mal bir refah veya güvenliğe ulaştırabilmelerine imkan yok­ tur. Bu geri kalmış ülkelerin, bugün ortak bir ana proble­ mi vardır ki, onun çöz ümü, diğer sorunlarm çözülmesinin ilk şartım teşkil etmektedir. Bu sorunun çözümü; belki başlı başına hiçbir somut davayı olumlu bir sonuca oluş­ turamaz. Fakat bu sorun çözülmedikçe, hiçbir davanın de(2) Büyük kapitalist toplumlarda dahi gerçek özgürlük ve sömürüden tam kurtulma ve ekonomik alanda kendi kendisinin efendisi olma olanağının arttırıl­ ması üzerinde elbette her zaman tartışılabilir; yeni ve daha adaletli bir düzen tar­ tışma konusu olabilir. Fakat bu yeni-düzene kavuşmanın önemi, hiçbir zaman az gelişmiş ülkelerdeki niteliği taşıyamaz. (3) " Marksist demokrasiler" olarak nitelendirilen toplum düzenlerinin özgürlük kavramları, diğer toplumsal ölçüleri ve değerleri, Anayasamızın ve bi­ zim anladığımız, tercih ettiğimiz ve benimsediğimiz anlamda değildir. Bak C. B. Macpherson, Drei Formen der Demokratie, Eurepaeische Verlagsanstalt, 1 967 ve Mümtaz Soysal, Anayasaya Giriş, 1 969 s. 89- 103, l 1 8 - 1 28. Ancak bu toplumlarda dahi kiminin maddi refahının ve toplumsal (özellikle ekonomik) kal­ kınmanın -adım adım- ileriye doğru gittiğini, bizzat Batılı kaynaklar teslim et­ mektedirler.

6


vamh olarak olumlu bir çözüme kavuşabilmesi olanaksız­ dır. Biz bunu, adeta "içerisinde kapıları kilitli bir çok oda­ ları bulunan bir evin sokak kapısı"na benzetiyoruz. O so­ kak kapısını açsanız bile odalara girebilmek (odalardan ve onların içindeki eşyadan faydalanabilmek) için, bu odala­ rın kapılarını da açmanız gerekir. Fakat sokak kapısının açılması (yani anahtarı), odalara girebilmenizin yine de ilk şartıdır. Ancak onu açtıktan sonradır ki, diğer kapıların açılması mümkün olabilecektir. İşte bu ana dava (bu so­ kak kapısı), "bağımsızlık" -daha doğrusu "tam bağım­ sızhk (gerçek bağımsızlık)"- sorunudur. Gerçekten bu­ gün geri kalmış toplumların en önemli sorunu, kendileri için insan onuru ile bağdaşmaz çeşitli eşitsizliklere sebep olan ve bu geri kalmışlıktan ileride de kurtulma olanağını bırakmayan BAGIMLILIK durumu ve onun yarattığı kı­ sır döngüdür. Başka bütün toplumsa1 sorunların çözümü, geniş ölçüde bu ana sorunun, bu ana ilişkinin geri kalmış ülke bakımından olumlu bir çözüme kavuşabilmesine bağ­ lıdır. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, uluslararası kapita­ lizmin ve emperyalizmin baş hedeflerinden biri haline ge­ len "Türk Devleti'nin ve Türk ulusunun bağımsızlığını tüm yok etme" çabasının karşısına aşılmaz bir dağ gibi dikilen Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın büyük önderi Mustafa Kemal; herhangi bir biçimde bağ1msızlığını kaybetmiş ve sümürü­ len uluslara (mazlum halklara), bağımsızlık için ulusal sa­ vaş yürütme konusunda örnek olmuştur. Gazi Mustafa Ke­ mal, bağımlı hale gelmiş, az gelişmiş halklara, "siyasal ba­ ğımsızlıklarına ancak kendi güçleri sayesinde (ulusça sür7


dürecekleri uzun bir kurtuluş savaşı s onunda) kavuşabile­ ceklerini", "istilacıdan kurtulurken başka birinin uşaklığı­ n kabul etmenin affedilmez bir hata olduğunu" öğretmek­ le yetinmemiştir. Onun, 50 yıl önce az gelişmiş ülkeler ba­ kımından dünyaya ilan ettiği en önemli gerçek, geri kalmış ülkelerin bağımsızlığın aldatıcı olanına kanmamaları ge­ rektiğini, ekonomik, mali, adli ve kültürel alanlarda da ger­ çekleşmeyen bir siyasal bağımsızlığın, dolaylı bir bağım­ lılık olduğunu ısrarla belirtmesidir. Yine Atatürk, yarım yüz yı l önce, tarihte az rastlanı r bir ısrarla kendi u lusunun (ve dolaylı olarak aynı durumdaki mazlum halkların) bu ko­ nuda bilinçlenmesinin önemi üstünde durmuştur: Ekono­ mik, mali, kültürel , adli veya askeri bağımsızlık, bir dost devlete (müttefike) dahi kısmen olsun bağışlanırsa, yani eşit taraflar durumundan çıkılarak bir tür vesayete razı olu­ nursa, bu "cömert" (!) davranış, bağımsızlığın tüm kaybol­ ması, barışçı yoldan esirlik boyunduruğunun kabul edilme­ si sonucuna ulaştırmaktadır. İ şte bu nedenle de Atatürk, "sa­ dece siyasal alanda kalan bağımsızlığa", " aldatıcı bir ba­ ğımsızlık" gözüyle bakmış; ve hep tam bağımsızlık (istik­ lali tam) veya "gerçek b ağımsızlık (hakiki bağımsızlık)"dan söz etmiştir. Gerçek bağımsızlık için, devletin uluslararası iliş­ kilerde bağımsız sayılması yetmez:

Bugün bir devletin, özellikle geri kalmış bir devletin, "Milletlerarası Hukuk bakımından başka bir devletin hima­ yesi veya mandası altına girmiş devletler" arasında yer al-

8


maması, böylece dış ve iç ilişkilerinde başka bir devletin "resmen denetimine ya da yönetimine tabi olmaması, o devlet ya da ulusun bağımsız sayılması için yeter değ ildir. Nasıl "kişi özgürlüğü" denilince, artık sadece bir Dev letin Anayasası'nda bazı hürriyetlerin sıralanmış olması ile ye­ tinilmiyor; bunun ötesinde "fiili olanakların, hatta sosyal ve ekonomik temel hakların varlığı" da anlaşılıyorsa, "tam bağımsızlık (gerçek bağımsızlık)" da, artık bir "şeklin" öte­ sindeki içeriği anlatmaktadır. Dar anlamda sadece siyasal değil, çok yönlü b ir kavramdır bu . B ir devletin parlamentosundan çıkan kanunların yü­ rürlüğe girmesi, başka bir devletin şu veya bu organının resmi müsaadesine bağlı olmasa, Elçileri, Dışişleri B aka­ nı, Hüküıneti ve Parlamentosu, resmi denetim söz konusu olmaksızın başka devletlerle ilişkiler s ağhyabilse dahi, eğer o devlet, askeri, ekonomik, m ali, sosyal ve kültürel alanda, başka b ir veya bir kaç devletin kesin etkisi altın­ daysa (kendi işlerinde serbestçe yön çizme ve karar alına yeteneği fiilen ortadan k alkmışsa) bağımlı bir devlet söz konusudur. Kısmen bağımlı duruma gelmiş bir toplumun ve onun üyelerinin ise, maddesel ve tinsel gelişmesi ipo­ tek altındadır. Ve h atta böyle b ir devletin geleceği tehlike­ dedir; "tam bağımlı " bir devlet durumuna düşme ihtima­ li kuvetlidir. Bugün artık bedah at (tartışmasız kabul edilen gerçek­ ler) haline gelmiş olan bu görüşler b ile, " yabancı vesaye­ ti "ni savunanlarca inkar edilmekte ve "zamanımızda kü­ çük bir devlet, büyük devletin her alandaki yardımı olma­ dan yaşayamaz" yolundaki demagoji, adeta "bilimsel bir 9


gerçekmiş" gibi savunulmakta ve "geri kalmış ülkelerin tam (gerçek) bağımsızlık sloganları" duygusal istekler ola­ rak küçümsenmektedir. (4), (5) Bugün çeşitli yardım, ittifak ve ikili anlaşmalarla bü­ yük bir devletle sıkı, pek sıkı bağlar kurmuş azgelişmiş u­ lus ve toplumların askeri, ekonomik, mali, kültürel ba­ kımlardan bağımsızlıklarını geniş ölçüde kaybetmiş olduk­ ları, adli bağımsızlıklarının bile gölgelendiği inkar oluna(4) Bak: Muammer Aksoy, Atatürk'ün ışığında tam bağımsızlık ilkesi, Ya­ vuz Abadan Armağanı, s. 758-779. (5) Bu dip notunda bir demogojiyi kısaca cevaplandıralım: "Dünyada ar­ tık bağımsız devlet yoktur" yolundaki pek masum görülen bir iddia ile, ''küçük ve orta devletlerin bağımlı olmalarının normal ve bu nedenle de yadırganmıya­ cak bir sonuç olduğu" söylenmektedir. Oysa Atatürk'ün ve bizim sözünü ettiğimiz "tam bağımsızlık", gerçek ha­ yata yabancı olan soyut bir kavram değildir. Devletler arasındaki çeşitli ilişkiler, hatta ittifaklar, bağımsızlığı herhalde ortadan kaldırmak zonınluğunda sayılamaz. Ekonomik, mali ve askeri ilişkiler, bağımsızlığı ortadan kaldıracak bir hal alabi­ lir veya almıyabilirler. Eğer taraflardan biri, ''kendi toplumunun, kendi halkının kaderi bakımından hayati önemdeki kararlarda ötekinin iradesine bağlı" ise birinci halde (bağımlılık) söz konusudur. Bu "ötekinin iradesine bağlılık", doğ­ rudan doğruya ya da dolaylı olabilir: Eğer bir devlet, ekonomik yaşamına yön verme söz konusu olduğu zaman, yabancı devlet ya da şirketlerin "evet" veya ''hayır'' demeleri, sonucu çiziyorsa, örneğin onlara verilmiş ruhsatlar hele imti­ yazlar devletin karşısına dikiliyorsa, bağımlı bir durum var demektir. Bir devle­ tin yabancılardan aldığı borçların geri verilmesi ya da faizleri, onun için bir kor­ ku konusu haline gelmişse, yani bu borçlar yüzünden borçlu devletin bütçesi da­ ima bir ipotek altında bulunuyorsa, eski borçlan ödeyebilmek için yeni borçlar yapmak zonınluğu veya alacaklıların kendi iç işlerini (ekonomik hayatı, hatta as­ keri ittifakların kaderini) etkileme olanağı doğuyorsa, bağımlılık inkar edilemez. Bir devletin başka ve daha kuvvetli bir devlet veya devletlerle olan özel ilişkisi, onun kültür ve eğitim işlerinin düzenlenmesinde, yabancı devletin açıkca etkide bulunma olanağını yaratmışsa ve bu yüzden daha az kuvvetli olan devlet eğitim hayatını sadece ulusal gereksinmelerine göre değil, bir ölçüde de bu yabancı dev­ letin çıkarlarına göre ayarlama durumunda kalıyorsa, bağımlılığın varlığı, ''tam bağımsızlılığın yokluğu" kuşkusuzdur. Bir devlet, özel ilişkilere sahip olduğu kuvvetli devletin bir kısım uyruklarına karşı adli alanda egemenliğinin gerekle­ rini yapamıyorsa (yani onları yargılayıp cezalandıramıyorsa) ve bütün bu ege­ menlikten bir ölçüde de olsa vaz geçişler, tek taraflı ise, bu devletlerden birisi öt­ kine karşı bağımlı demektir. Ve bu bağımlılık, -iddia edildiğinin aksine- bugün dahi her devlet için söz konusu genel bir hal değildir; ve yakın bir gelecekte de uluslar için bu duruma düşme zorunluluğundan söz edilemez.

10


maz bir gerçektir. Bu alanlardaki fiili ve hatta bir ölçüde hukuki bağımlılık, siyasal bağımsızlığı da kağıt üstünde bı­ rakmakta, onu da sadece biçimsel bir bağımsızlık düzeyi­ ne düşürmektedir. Böylece büyük dostun kanadı altına gi­ ren toplumların ekonomik ve sosyal alanda kalkınma ih­ timali, ciddi surette engellenmiş oluyor. Bağımsızlığı, "tam tarafsızlık" ile karı ştırma çabası da beyhudedir. Tam bağımsız devletler,, İ sviçre gibi tam tarafsız devlet statüsünde olmak zonmluğun­ da da değildirler. Onemli olan nokta , dış ilişkileri düzenlerken, devletin karar verme yetkisini elden çıkarmıyacak bir dengeyi koruyabilmektir: Bir takım karşılıklı yükümlenmelere (taahhütlere) rağmen, devletin kaderi üzerinde doğ­ rudan doğruya etkisi olan hayati kararlarda, başka devletlerin "evet" veya "ha­ yır" deme lerine bağlı bir duruma düşülmemişse, "bağımsızlık"tan söz edilebi­ lir; aksi halde bağımlılık durumu vardır. Askeri yardım ve ittifaklarda da d urum böyledir: Eğer bir devlet, kendisi­ ni savunabilmek için gerekli silah ve malzemeyi, hatta bu silahların harcayaca­ ğı gereçleri (mühimmatı) bile d ışarıdan, hele belli bir devletten alma durumun­ da (hukuki veya fiili zorunluluğunda) ise, bu devlet ötekine bağlıdır. Çünkü öte ­ kinin yardımı veya verme yi sona erdirdiği anda, savunmasız kalacak demektir. Bu durumun, artık o devletin alacağı hayati kararlarda iradesini kesin biçimde etkilemiyeceğini iddia edebilmek olanaksızdır. Ve yine bir devlet, ötekiyle olan ittifak ilişkisi (yaptığı ikili anlaşmalar) so­ nucunda, ülkesindeki üslerde atom bombaları bulunduruyorsa ve bu atom bom­ baları veya radarlar yüzünden, müttefiki olan devletin başka bir devletle olan an­ laşmazlığı halinde kendi iradesi söz konusu olmaksızın bir anda atom darbe­ sine maruz kalma ve kısmen mahvolma tehlikesi karşısında ise, bu küçük devlet bağımlı duruma düşmüş olur. Çünkü onun korkunç bir savaşa g irip girmemesi bile, yalnız kendisinin ve saldıracak devletin değil, başka bir devletin (yani bü­ yük dost unun, büyük müttefikinin) kendi çıkarlarına göre ayarladığı davranışla­ rına bağlıdır. B u ise, kuşkusuz bir bağımlılık yaratır. B u somut örnekleri, düzi­ nelerle çoğaltabiliriz. İ şte bütün devletlerin durumunun, böyle veya benzer olduğu iddia edile­ mez. Yalnız İsviçre, İsveç, Norveç, Danimarka ya da Finlandiya, yahut İspan­ ya veya Portekiz değil, Yugoslavya ve Fransa, hatta İngiltere, kendi kaderle­ rine her a landa egemendirler. Son zamanlarda birçok Latin Amerika ülkesi de, bu bağımsızlığı sağlama yolundadır. Meksika bunlardan ilki idi. Şili, Peru, Bo­ livya da aynı yoldadır. (Doğu bloku içindeki devletlerden de bağımsızlık sava­ şını vermiş veya vermekte olanlar vardır. Çekoslovakya, böyle bir yol tutınak istedi, çeşitli nedenlerle başaramadı. Romanya, aynı doğrultuda şimdilik başarı ile gitmektedir). Şu halde, her devleti bağımlı g örmek ve böylece bağımsızlığın değerini yok edici bir düşünüşü temsil etmek, gerçeklere aykırıdır. Kaldı ki, Birleşik Amerika'nın, Sovyetler BirHği ' nin ve Çin'in de bağımlılığını iddia etmek de­ magojinin ta kendisi olmaktadır.

11


Yabancı büyük sermaye, bu ulusların gelişmesini vi­ ze yetkisine ve kendi çıkarlarına göre onların ekonomik ha­ yatını düzenleme olanağına sahiptir. Bu az gelişmiş ve bü­ yük dosta sıkı sıkıya bağlanmış toplumların kültürel alan­ daki bağımlılığı, (yani ulusal devlet ilkesinden uzaklaşmış olmaları), onların geleceği için aynı derecede zararlı ve teh­ likelidir. Askeri alandaki bağımlılık durumu ise, -hele üs­ lerden ötürü- ülkeleri ve ulusları korkunç felaketlerle kar­ ş ı karşıya b ırakmış bulunmaktadır. İ şte bugün "yeni manda " nın benimsenmesini hesap­ larına uygun g ören bazı ç ıkarc ılar, ulusların içinde bulun­ duğu tehl ikeli ve çok zararlı bağımlılık durumunu, "zama­ n ımızın kaçınılmaz olağan s onucu" olarak g örmek ve gös­ termek çabası içindedirler. Bu nedenle gerek Türk ulusu­ na, gerek geri kalmış başka uluslara, sözleri ve eylemleriy­ le önderlik yapmış olan büyük Atatürk'ü, özellikle "tam ba­ ğımsızlık" (gerçek bağımsızlık) konusundaki görüşleri ile yardıma çağırma zorunluluğunu duymaktayız." (6)

Kısacası: "Tam bağımsızlık", soyut, felsefi ve yeryüzünün gereklerine ve gereksinmelerine yabancı bir kavram değil, somut ve pratik değere sahip bir kav­ ramdır. Bir devletin "normal " , "olağan", egemenlik durumu ile bağdaşır iliş­ kiler değil, ancak egemen bir devletin normal egemenlik durumu ve işleyişi ile bağdaşamıyacak, o devlet ve halkını kendi yararlarının savunucusu ve temsilci­ si olabilmekten alıkoyan olağanüstü (anormal) bağlantılar, tam bağımsızlığa ay­ kırı sayılmaktadır. (6) Atatürk'ün bağımsızlık konusundaki sözleri üzerinde, bundan önce çe­ şitli yazılarımızda, özellikle Yavuz Abadan Hocamıza Armağan'da yayımla­ nan 1 1 5 sahifelik ve "Atatürk'ün Işığında Tam Bağımsızlık İlkesi" başlıklı incelememizde uzun uzadıya dummştuk. Atatürk 'ün "tam bağımsızlık" konu­ sunda söylemiş olup burada aktaracağımız sözleri. daha önce aktardıklarımızdan tamamen başkadır ve onun özellikle "sadece siyasal bağımsızlığı yeter görme­ yip ekonomik bağımsızlığı savunan" sözleridir.

12


Ekonomik sömürüye yönelmiş büyük devlet, sömü­ receği vesayet altındaki devlette demokrasiye razı ola­ maz:

Az gelişmiş bütün toplumlar, siyasal bağımsızlıkları­ na yeni kavuşmuş ya da bağımsızlığa kavuşma savaşları ver­ mekte olan ülkelerdir. Bunlar, bazen de siyasal alanda ba­ ğımsızlıklarını sağladıkları, yahut onu bugüne kadar şek­ len korudukları (koruyabildikleri) halde, ekonomik, mali, kültürel ve başka alanlarda bağımsızlıklarını elde edeme­ miş yahut koruyamamışlardır. Sözünü ettiğimiz bu ülkelerde TAM bağımsızlık elde edilmemiş (yahut yeniden kaybedilmiş) ise, ülkenin, SİYA­ SAL REJİM sorununu dahi, vatandaşların ve toplumun yararına olarak olumlu çözümlere kavuşturmak olanaksız­ dır. Söz gelişi, o memlekette siyasal demokrasinin bugün­ kü şeklini (neo-klasik demokrasiyi bir an için, gerçekleş­ tirmek mümkün olsa bile, bu toplum demokratik düzeni yi­ ne de uygulayamaz. Çünkü o toplumun, ekonomik bakım­ dan, mali bakımdan ve diğer bakımlardan (kültürel ve as­ keri bakımlardan) bağlı olduğu büyük devlet (veya devlet­ ler), gerçek bir demokrasinin uygulanmasına müsaade etmiyecektir. Bu sömürücü (vasi) devletler, demokrasi­ nin bir göstermelik olarak kağıt üstünde kalması" için dolambaçlı yoldan her çelmeyi atacak, klasik demokrasi dü­ zeninin canını (ruhunu) teşkil eden "kamuoyunun aydınla­ tılması, gerçek sayılan görüş ve haberlerin halka serbetçe duyurulması mekanizması"nın işlememesi için çeşitli ça­ releri arayıp bulacakfardır. 13


Ekorıomik ve başka alanlarda o toplumun zararının ve fiilen vasi olmuş (yahut olma çab ası içinde bulunan) ya­ bancı devletin çıkarı doğrultusunda atı lacak bir ç ok adım (oynanacak bir çok oyun), demokratik bir düzen gerçekten var olunca, hiç değilse muhalefet tarafından kamuoyu önü­ ne serilebilecek ve halkın ç oğunluğu da -genellikle- bu oyunlara karşı çıkacaktır. Şu halde, bir toplumu sömüren kuvvetli devletin, kendisine bağımlı durumda olan veya bağımlı duruma getirmek istediği ülkede, gerçek bir de­ mokratik düzenin işlemesine razı olmaması doğaldır. Zira onun, "demokratik mekanizmanın gereği gibi işlemesine razı olması " demek, ekonomik alanda sağladığı imtiyazlı durumun ve sömürü uygulamalarının, kısa bir süre içinde sona ermesini göze alması demektir: Halkın çoğunluğu­ nun, -hiç değilse- aydınlanır aydınlanmaz (Yani sömürül­ düğünü, başka bir devleti veya onun şirketlerini bi raz daha zengin hale getirebilmek için, kendisinin yoksulluk içinde kalmaya m ahkum edildiğini anlar anlamaz), bu duruma son verecek bir iktidarı serbest seçim sayesinde iş başına geti rme yolunu tutacağı kuşkusuzdur. O az gelişmiş ülkeyi kendisine bağımlı hale getirmiş, bunun için bir çok çabalar sarfetmiş (belki de soğuk veya sıcak çeşitli savaşlar vermiş) büyük devletin, kendi çıka­ rına son verecek bö yle bir siyasal sürece (iktidar değişme­ sine) razı olması, ya "çok insancıl görüşler"in vasi devle­ tin k amuoyunda egemen olması ile mümkündür; ya da az gelişmiş ü lke halkının, bu bağımlılık durumundan kur 14


tulmak için ciddi bir savaş vereceğini anlamasına bağ­

lıdır. (7) Bağımlılık (bağımsızlık) sorunu olumlu bir çözüme bağlanmadıkça, geri kalmış bir ülkede rejim alanında atı­ lacak adımlann bile olumlu bir sonuca ulaştıramıyacağını, çünkü vasilik iddiasında bulunan devletin, bağımlı ulusun yararına olarak işleyen bir yönetime (örneğin gerçek bir de­ mokrasiye) ve onun gereklerine razı olmayacağını belirt­ memizin amacı, tam bağımsızlık sağlanmadıkça, görünüş­ te var sanılan siyasal bağımsızlığın dahi ALDATICI ol­ duğuna işaret etmek içindir. Gerçekten, diğer alanlarda ba­ ğımsızlık sağlanamamışsa, siyasal bağımsızlık da gereği gi­ bi işleyemez. "Koruyucu devlet", işine uygun gelmeyen (yani yerli halkın yararlarını ön plana alan, himayeci dev­ let çıkarına hizmet etmeyen) hükümetlerin devrilmesi ve onların yerine -açıkça yahut kapalı surette- uşaklık edecek yöneticilerin geçmesi için el altından her araç ve çareye baş­ vurmaktadır ve vuracaktır. Hatta el altından yapılan müda­ haleler yetmezse -duydukları zorunluluk oranında- müda­ halelerini açıkça yapmaktan da çekinmemektedirler, çe� kinmeyecektirler. Bu müdahaleler bakımından, sömürülen geri kalmış memleketin rejiminin şekli önemli değildir. Eğer bu rejim demokrasi ise, "demokrasi oyunu" sayesin­ de, yani şeklen demokratik yollardan gidildiği zehabı ya(7) Hatta bazen böyle bir savaş verileceğini anlaması bile yetmemekte. bu savaşın sonunda kendisinin mağlup olacağını kavraması da gerekmektedir. Bir çok ülkede "ulusal kurtuluş savaşının patlak vermesi' 'ne, yani sömürücü devle­ tin, "sömürdüğü (yahut sömürmeğe devam etmek istediği) ülkeye müdahale et­ mekten gönüllü olarak vazgeçmemesi"ne, ön planda "kurtuluş savaşının olum­ lu sonuçlara ulaştıracağı"na, sömürücü devlet yöneticilerinin ya da onlara ege­ men çevrelerin inanmaması sebep olmuştur.

1�


ratılarak, fakat para ve başka etkileme ve baskı araçlarının huklıh.a ay kın biçimde zorlaması (µ:örülmez hiç imde oy

sandığmı delmesi) yöntem lerinden faydalanı larak, memk­ ketçi iktida:-Lınn alaşağı edilmesi şu vey a bu yoldan sağla­ nı r. Eğer demok rat ik düzene şeklen bile müsaade e diş sö­ mürücünün başına yine de bir ç ok işler çıkarıyor ve onun durumunu zayıflatıyorsa (özellikle kamuoyunda, sömürü­ cünün gerçek yüzünün bütün çirkinliği ile ortaya çıkması­ na sebep oluyorsa) ; sömürücü devlet, sömürdüğü az geliş­ miş ülkede düpe düz faşist b ir rejimi tercih edecek, yani darbe yaratacaktır. (8) Zaten faşist bir rejim, yahut herhan­ gi bir otoriter rejim mevcut ise, bu yönetim veya yöneti­ ciler sömürücü devletin hırslarına ve isteklerine -şu veya bu sebepten ötürü- cevap veremediği takdirde, onun yeri­ ne bir başka yönetimin veya yeni bir darbe ile yöneticile­ rin getirilmesi çareleri de bulunacaktır. (9) Bu konuda Guatemala'da 195 4 yılında Arbenz yöne­ timine k arşı CIA'nın oynadığı oyun, yalnız Güney ve Or­ ta Amerika devletleri için değil, Amerika Birleşik Devlet­ leri ile yakın ilişkiler içinde bulunan her geri kalmış toplum bakımından, üzerinde çok düşünülmesi gereken ,

(8) l 967'deki Yunanistan olayı da, bunun tipik örneklerindendir. Bu ger­ ç,eği, Amerikan yazarları da yeteri kadar açıklık ve dürüstlükle belirtmektedirler. Orneğin b akınız: Stephan Rousseas, Militaerpustsch in Griechenland oder im H interground der CIA, Rowohlt, Hamburg, 1 968, özellikle s. 43, 5 1 -52. (9) Vietnam'da Amerika'nın yarattığı (serbest seçimlerin sonuçlarını ta­ nımamak için yarattığı!) Diem yönetiminden sonra, günü gelince onu devirerek daha sadık bir Kao Ky yönetimini yaratm;,sı, b u alanda unutulmayacak bir ör­ nektir. Yazımız dizilirken yayımlanmaya başlayan "gizli belgeler", bu konuda­ ki gerçekleri k imsenin inkar edemiyeceği bir k esinlikle gün ışığına çıkarmakta­ dır.

16


korkunç bir olaydır: Guatemala tarihinde ikinci defa de­ mokratik ve memleketçi bir yönetimi gerekleştiren başkan Arbenz, Guatemala muz tarlalarının ve yeraltı servetleri­ nin Guatemala'nın aşırı bir surette aleyhine ve sadece Ame­ rikan büyük kapitalinin çıkarına sömürülmesini önlemek amacıyla tedbirler aldığı ve kamulaştırma yoluna gittiği içindir ki, Amerika Birleşik Devletleri tarafından alaşağı edilmiştir: CIA, Guatemala'ya komşu olan Honduras top­ raklarında 3000-4000 kişilik bir ordu hazırlayarak, bunun başına da Armas adında satılık bir albayı geçirerek ve ha­ reketi Honduras'tan havalanan uçaklarla da desteklemek suretiyle, -dünya kamuoyunun gözü önünde- hiç çekinme­ den Guatemala'yı işgal ettirmiş ve memleketçi; Arbenz'in yerine satılık Armas 'ın geçmesini sağlamıştır. Olayların, gerek bu şekilde CIA (yani Amerika Birle­ şik Devletleri) tarafından hazırlanıp uygulandığı, ( 1 O) ge­ rek Arbenz'in ne kadar memleketçi ve Guatemala'ya ya­ rarlı bir devletadamı ve Armas'ın ise ne denli satılık oldu­ ğu ve Latin Amerika ülkelerinde kendisinin "Made in US." olarak adlandırıldığı, bizzat Birleşik Amerika'nın ve Batı Almanya'nın sat ın alınmamış tarafsız kaynaklarınca dahi kesin bir surette belirtilmiştir. ( 1 1), ( 12) ( 1 0) Bak: Der Spiegel, 30.6. 1 954, s. 1 4- 1 7; David Wise- Thoma s B . Ross, Die Unsichtbare Regierung , Verlag Scheffler, Frankfurt, 1 966, 1 62-1 78. ( 11) Bak: Prop laeen W cltgeschichte, Herausgegeben von Gola Mann, Ber­ lin-Frankfurt-Wien, l 96 1 , cilt l O, s. 328-329. ( 1 2 ) Bu konuda 1 7.2. 1 970 günlü Devrim'de yayımladığımız ' ' Bir vatan ha­ ininin örnek aldığı kanun: Türk Petrol Kanunu" başlıklı incelemede göstermi� bu­ lunuyoruz ki, iktidara Amerika'nın ekonomik sömürüsünü sağlama amacıyia ge­ tirilmiş bir vatan haini olan Armas, Amerikan Petrol şirketlerini memnun ederek Amcrika'ya karşı olan minnet borcunu ödemek için Türk Petrol Kanunu örnek a lınmak suretiyle bir Petrol Kanunu hazırlatmayı ilk işleri arasına a lmıştır.

17


Kısacası: Az gelişmiş ülkelerde, tam bağımsızlık sağ­ lanmadıkça ne siyasal rejim sorununun, ne de başka her­ hangi bir ana sorunun, geri kalmış ülkenin halkı tarafından (ve halkı yararına) bir çözüme bağlanması, hele böyle bir çözümün fiilen uygulanması olanaksızdır. Demek oluyor ki, siyasal rejim sorununun dahi bir sonuca ulaştırılabilme­ sinin ilk şartı, tam bağımsızlığı sağlamaktır. Vasi devlet, "yardım ettiği devlet"in ekonomik ba­ ğımsızlığına razı olamaz:

Gerçek bağımsızlığın, olumlu bir siyasal rejimin ger­ çekleşebilmesi bakımından kendisini gösteren bu "ön şart" olma durumu, EKONOMİK alanda ç ok daha kesin bir bi­ çimde ortaya ç ıkmaktadır. Çünkü geri kalmış toplumun "kendi ekonomik sorunlarını ülke halkının yararına olarak çözümlemesine müsaade edecek olsa, sömürücü devletin giriştiği bütün bağımlılık çabalarının amaç ve anlamı kalmaz: Vasi devlet'in asıl amacı (bütün çabalarının, mü­ cadelelerinin gerçek ödülü) ekonomik sömürüdür. Geri kal ­ mış (bağımlı) ülkenin ekonomik güçlerini kendi öz halkı için seferber etmesine razı olunduktan sonra, bütün bu zah­ metlere katl anmak, bu tehlikeli yollardan gitmek neye ya­ rayacaktır ki? ! Ekonomik sömürü ise, artık haraca bağlamakla olmaz. Zamanımızdaki haraç, sömürülecek devletin ekonomik ya­ şantısına doğrudan doğruya veya dolambaçlı surette ege­ men olarak, kilit noktalarını ele geçirmelerini, yabancı ser­ mayenin aşırı karlar elde etmelerini, başka memleketlerin

18


piyasalarını kendileri için açık bir pazar haline getirmele­ rini sağlama biçiminde gerçekleşmektedir. Gerçekten, zamanımızda geri kamış toplumlara musal­ lat olan, yani onları kendi sultaları altına geçirmek isteyen koruyucu ( sömürücü) devletler, bu ülkeleri askerleri i le iş­ gal etmek ve böylece uyanan ulusculuk ve bağımsızlık duygularına hedef olmak tedbirsizliğini göstermemekte­ dirler. Zaten bu yol, zor olduğu kadar da, pahalı ve tehlike­ li bir yoldur. Bugün artık tercih edilen yöntem, o toplum­ da aşağılık duygusuna sahip olan "biz, büyük bir devletin yardımı, hele ekonomi k yardımı olmaksızın hiçbir alanda varlığımızı koruyamayız, yaşayamayız" diyen kişiler bu­ larak, onlar ı i ş b aşına getirmek ve bu gibi yöneticilerin i ş b aşından uzaklaştırılmalarına engel oimaktır. B u nitelikte yöneticiler i se, ülkenin kaderini her noktada koruyucuya, sömürücüye (vasiye) sımsıkı bağladıklarından, o toplum, vasinin emellerini uzun vadeli olarak gerçekleştirebilecek bir ekonomik, sosyal ve kültürel düzene sokulmaktadır. Geri kalmış ülkeleri, onların "yardımcıları" (vasileri), özellikle ekonomik alanda "öylesine sımsıkı bağırlarına basmakta" (!?) dırlar ki, geri kalmış ülke (halk) nefes al­ ma olanağını bile b ulamamakta, asla gelişememektedir. Geri kalmış ülkeleri b ağımlı duruma getiren büyük devlet­ lerin tuttuğu yol, onları ya sadece "tarımcı" ve "tarım ürün­ lerini yabancılara yok pahasına satan dışa bağlı ve muhtaç ", ya da "petrol ve maden servetlerini b aşkalarının i şletmesi­ ne terk ederek yeraltı zenginliklerini hammadde halinde sa­ t an, asalak ve tamamen bağımlı" bir insan yığını halinde bırakmaktadır. Bu ülkelerin sanayileşmesine ve hele maden, 19


petrol ve başka enerji kaynaklarını kendi öz yararlan em­ rinde seferber etmelerine, "sömürücü-koruyucular" asla razı olmamaktadırlar ve olamazlar. Vasi devlet, "Yardım ettiği devlet"in kültürel ba­ ğımsızlığına (eğitim işlerinde bağımsız davranmasına) seyirci kalamaz:

Zamanımızda az gelişmiş toplumları bağımlılık duru­ munda tutabilme yolundaki amaca ulaşabilmede, sömürü­ cü büyük devletler, en etkili ve önemli araçlarından biri ola­ rak, kültür emperyalizminden geniş ölçüde faydalanmak yoluna gitmektedirler: O ülkenin işbaşındaki kuşakları da­ ha doğrusu bunlardan bir kısmı, "koruyucu büyük dost" ta­ ra fından satın alınmakla yetinilmiyor. Gelecek kuşakların da aşağılık duygusuyla sakat olmaları ve "iyi bedelle satılık ki­ şiler haline gelmeyi" bir utanma konusu değil bir iftihar se­ bebi sayacak kadar çarpık bir düşünüşe ve bozuk ölçülere sahip olmaları ve böylece "tükenmez gönüllü satılıklar kay­ nağı" yaratma amacı güdülmektedir. Bunun için de, "koru­ yucu-sömürücü devlet" in, ya da onun şirketlerinin, az ge­ lişmiş ülkenin kamuoyuna egemen olmasını sağlayacak "kitle eğitim ve haberleşme araçları", ile kişilerin kafala­ rını sistemli ve sürekli olarak yıkamaları (daha doğrusu af­ yon lamaları) gerekmektedir: Basının, radyonun ve televiz­ yonun, bu amaca ulaştıracak bir nitelik kazanmasının ter­ tipleri bulunmakta, tedbirleri alınmaktadır. Eğitim ve kül­ tür kurumlan, doğrudan doğruya veya dolambaçlı yollardan bu "koruyucu- sömürücü devlet" in emrine sokulmaktadır. 20


Kültür emperyalizmi harcamaları, zamanımızdaki "ye­ ni emperyalizmin vazgeçilmez yatınmlarından"dır. Bugün azgelişmiş ülkeler, kendi öz aydınlarının öncülüğü ile sil­ kinerek, gerçek bağımsızlıklarına kavuşamıyorlarsa, bu­ nun en önemli nedenlerinden birini, bu toplumlardaki dip­ lomalıların çoğunluğunun "uydu kalmaya razı olmuş", "bağımsız düşünme yeteneğini kaybetmiş" sözde okumuş­ lar olması teşkil eder. Onları yaratan fabrika ise, kültür em­ peryalizminin pençesine düşmüş olan, eğitim, öğretim ku­ rumları ve aynı nitlikteki yayın ve propaganda araçlarıdır. ( 1 3) Askeri bağlantılar: Bugün büyük devletlerin (hele dün­ ya devleti haline gelmiş olanların), küçük ve geri kalmış ül­ kelerin bağımsızlıklarını ortadan kaldırma, onları egemen­ likleri altına alabilme ve böylece herhangi bir biçimde sö­ mürme amacına ulaşabilmelerinin yollarından biri de, sıkı ve geniş kapsamlı askeri ittifaklar aracından faydalanma­ dır. Doğrudan doğruya bu ittifak anlaşmalarında veya -bu ittifakın baskı sı sayesinde- onları izleyen ikili anlaşmalar­ da, büyük devlete "küçük dostu"nun ülkesi üzerinde tanı­ nan üsler, onun ordusu üzerinde -hukuken veya fiilen- sağ­ lanan kumanda olanakları, verdiği silahları denetleme yet­ kisi ve bu "askeri yardım" bahanesiyle büyük dosta (sö­ mürücü-koruyucuya) tanınmış olan bazı ayrıcalıklar (kapi­ tülasyon niteliğindeki haklar), hatta silah ve teç hizat bakı­ mından bir tek devlete bağlı olup, az gelişmiş (küçük) müt( 13) Bu k onuda özellikle "Öğretmen Kıyımı ve Öğretmen Boykotu" başlığı ile Türk Hukuk Kurumu yayınları arasında bastırdığımız ve sansürü ta­ mamlanınca yayımlayacağımız 1200 sayfalık kitabımızın 485-534 'üncü sayfa­ larındaki açıklamalarımıza bakınız.

21


tefikin içişlerinin, dolaylı olarak büyük müttefikin deneti­ mi altına geçmesine sebep olmaktadır. Tarihimizden çıkarılacak unutulmaz ders ve Ata­ türk'ün yüzlerce kez uyarışı:

Gerçek (tam bağımsızlığın) elden gidişi, Türkiye'nin hayatında Osmanlı Devleti'nin en haşmetli günlerinde atı­ lan tohumlardan başlamak üzere, yüzyıllar dır devam eden bir oluşumun sonucudur. Bu bağımlılık durumu, Osmanlı Devleti 'nin en önemli davası, en hayati konusudur. Osman­ lı Devleti'nin diğer bütün sorunlannın çözülmesi, bağım­ lılık durumundan ötürü imkansızlaşmıştır. ( 1 4) Bu neden­ ledir ki Osmanlı Devleti'nin sona eriş ve yeni bir Türki­ ye'nin doğum günler i olan " İ stiklal Savaşı" içinde ve onu ( 1 4) Bak: Niyazi Berkes, İki Yüz Yıldır Neden Bocalıyoruz? Yön Yayın­ ları (Cumhuriyet'in K ültür Hizmeti Kitapları), s.3 1 -34,38-48,63- 65, 19-21; Do­ ğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni, özellikle 26 1 vd. ve VI . cilt, Ankara 1 954, s. 2 1 6 vd.; Gündüz Ökçün, Kapitülasyonlar hakkında Babıali 'nin Sefaretiere gön­ derdiği 7 Temmuz 1867 tarihli Muhtıra, S.B.F. dergisi, cilt 22, sa:3, s. 139- 1 5 1 . Doğan Avcıoğlu Türkiye'nin Düzeni -Dün, Bugün- Yarın, Ankara (Bilgi Yayı­ nevi), 1969, s.69-1 16 iV. Emperyalizmin Boyunduruğunda Türkiye. K ap itülas­ yonların gelişmemizi engelleyen baş neden olduğu gerçeği, Atatürk'ten önce ve Atatürk'ten sonra daha birçok siyaset ve bilim adamınca belirtilmiştir. Örneğin bak: 1856 Paris Kongresi 'nde Sadrazam Ali Paşa'nın sözleri için Hemayak Hüs­ revyan, Hukuku Hususiyei Düvel, Dersaadet, Edep Matbaası, 1329, s.237; 28.1.1920 Misakı Milli, m ad.6;) smet Paşa'nın Lozan'da 2. Komisyon'daki 2 . 1 2. 1922 günlü oturumda kapitülasyonlar sorunu üstüne yaptığı tarihsel ve hu­ kuksal açıklama için, öze!Jikle bakınız: Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar, Bel­ geler 1cilt 2, Çeviren Seha Meray, Ankara, 1 97 1 s. 3-15; Yusuf K emal Tengir­ şek, '"Tanzimat Devrinde Osmanlı Devleti'nin Harici Ticaret Siyaseti", Tanzi­ m1t, İstanbul M:urif Matbaası , 1 940, s.289-320 (özellikle s. 219-320): M . Ce­ mil Bilse!, Lozc:n, İ stanbul, Ahmet İhsan Matbaası, 1933 , İ kinci Kitap s.25-128 ; T3:-:::r T2r:�:·, "'!<"...apitLb�yonbr Na:..;11 Hga EdiLE, 1\i!ıammer R3..}it Sevig'-c Arma­ ğ3n, knail Akgün l\fatbaa.;ı, İstanbul, 195:1,s .623-653. E!lvcr Ziya Kara!, o_,_ m�r:J; Tarihi Vll. cilt, Ank::ra 1 956. :;.254 vd.


izleyen barış görüşmeleri sırasında masa çevresindeki mü­ cadele özellikle tam bağımsızlık konusunda olmuştur. Bir tarafa Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yeni Türk Devleti adına savunduğu tez, "tam bağımsız, yani her alan­ da tam serbestliğe sahip, işlerine yabancı devletlerin karı­ şamayacağı ve denetleyemeyeceği bir devleti" Batı ülkele­ rine (Atatürk'ün deyimi ile: Kapitalist ve emperyalist ale­ me) kabul ettirmekti. Buna karşılık emperyalist alemin mü­ cadelesi ise, önce Yunanlıların aracılığı ile "Türkiye'yi fi­ ilen işgal etmek", askeri yenilgiden sonra da Türkiye'nin yabancı askerlerden arınmasına razı olmak zorunluğunda kalınsa bile, onun ekonomik, mali, adli çeşitli alanlarda ba­ ğımlı kalmasını sağlamak içindi. Hatta bu yüzden, Lozan Antlaşması görüşmeleri kesilmek ':Zorunluğunda kalmıştı. Bugün bağımsızlığımız şeklen tam olarak muhafaza edil­ mekte ise de, "ekonomik, mali, kültürel, adli ve dolayısıyla si­ yasal alanlarda gölgelenmiş bir bağımsızlık" ile karşı karşıya bulunduğumuz bir gerçektir. Ancak ve ancak bağımsızlıktaki bu kısıtlanmanın derecesi üzerinde tartışma yapılabilir. ( 15) ( 1 5) Burada, bazı kişilerin ve çevrelerin yapmayı adet haline getirdikleri yersiz bir siteme önceden cevap verelim: Niçin hep Amerikan mandasından ve Amerikan vesayetinden söz ediyoruz da, Rus mandasından ya da Rus vesayetin­ den söz etmiyor ve bu yoldaki yanlış görüşleri de eevaplandırmıyorsunuz?! di­ yenler eksik olmayacaklardır. Ancak Türkiye'nin tarihsel koşullan öyledir de, bizim için Rus vesayeti veya Rus mandasını savunanların ortaya çıkması olanak­ sızdır. Farzı muhal olarak böyle bir çözümü önerenler olursa, onları büyük ço,. ğunluk -haklı olarak- vatan ihanetiyle suçlayacaklardır. Bu konuda Türkiye için -düşünce alanında ve pratikte- bir tehlike yoktur: Böyle olunca da, hayali bir Rus vesayet veya mandası üzerinde dahi durup kafa oyunu yapmak mantıksız düşer. Türkiye bakımından savunulabilecek, yani savunulduğu zaman taraftar bulabi­ lecek, kafaları çelebilecek, yüzbinleri aldatabilecek ye aldatmakta olan ''vesa­ yet ve manda önerisi'', Amerika için söz konusu olduğundan ve olabileceğinden ötürüdür ki, biz de pratik .bir değer taşıyan bu ihtimal üzerinde durarak incele­ memizi özellikle o noktaya yönelteceğiz.

23


Oysa Atatürk'ün ve Kurtuluş Savaşı'nın amacı, sade­ ce düşmanı Türk topraklarından atmak değil, "tam bağım­ sızlığımızı sağlamak" (Osmanlı devletinden miras kalma) ekonomik, mali, siyasal ve diğer alanlardaki kısıtlamaları (kapitülasyonları) ortadan kaldırarak, varlığımızı devamlı olarak geliştirebilme olanağını sağlamaktı. Türk ulusu, yakın tarihin ilk "milli kurtuluş savaşı"nı vermiş ve "ya tam bağımsızlık, ya ölüm" parolasını tam bir içtenlikle uygulamış bir ulustur. Hem de sadece ülkesi­ ni işgal eden emperyalist güçlerin bu fiili işgaline son ver­ mek ve ülkeyi yabancı askerlerden temizlemek amacıyla değil... Daha önceki yüzyıllarda, dolaylı yollardan -eski de­ yimi kullanırsak- "hulülü müslihane" sonucunda kapitalist ve emperyalist ülkelere sağlamış olduğu ayrıcalıklar yüzün­ den, ekonomik, mali, adli, kültürel alanlarda bağımsızlığı­ nı geniş ölçüde kaybetmiş olan eski devleti, Atatürk'ün ön­ derliğinde bu kötü miraslarından kurtarmak ve yeni devle­ ti bütün ipoteklerden arınmış (tam bağımsız) olarak kurmak amacı benimsenmişti ve bu amaçtan hiçbir koşul altında uzaklaşılmamıştı. O kadar ki, bu tutumun, emperyalist dev­ letlerin pençesi altındaki bütün "mazlum milletler" bakı­ mından bir örnek teşkil edeceğini Türkiye'nin ve Ata­ türk'ün açtığı bu yola bütün Doğu devletlerinin yönelece­ ğini, daha 1937'de Atatürk'ü en iyi tanıyan yabancı bilgin­ lerden Prof. Herbert Melzig kitabının son sahifesinde şu cümle ile belirtmektedir: "Atatürk, dünyanın boyunduruk altına alınmış (esir edilmiş) bir kıtasındaki uluslara hürriyet yolunu göstermiş24


tir. Atatürk'ün kişiliği, Nil kıyılarından eski Çin sularına kadar efsane haline gelmiştir." ( 15a) Gerçekte de, gerek Afrika'daki, gerek Orta Doğu'da­ ki, gerek yakın ve uzak Asya ülkelerindeki kurtuluş savaş­ larında, "Türk Bağımsızlık Savaşı" ve "Atatürk örneği" bü­ yük etkiler yapmıştır. ( 16) Ya aynen, yahut da marksist gö­ rüşlerle ekonomik bir destek eklenmek suretiyle ortaya çı­ kan karma görüş ve akımlar, az gelişmiş (ve bağımsızlık­ larını tamamen ya da kısmen kaybetmiş) birçok ülkenin ba­ ğımsız bir devlet haline gelmesinde önemli bir rol oynamış­ tır. Nijerya'da bile bu etkiler saptanmaktadır. (16a) Yazımızın bundan sonraki kısmında, genellikle sözü Atatürk'e bırakacak, onun sözlerini yansıtmakla yetinece­ ğiz. Ancak zaman zaman, onun yüzlerce cümlesinden seç­ tiğimiz örnekler arasında bir gruplama yaparken ya da ba­ zı karşılaştırmalar için araya girecek, bazen de Atatürk'ün hasımlarının çarpık ve bugün için ibretle okunacak görüş­ lerini dile getireceğiz. Önce birkaç aktarma ile belirtelim ki, Atatürk'ün ve onun önderliğinde Türk halkının 1919- 1922 arasında Ba­ tılı kapitalist devletlere karşı vermiş olduğu savaş, asla ve ( 1 5a) Herbert Melzig, Kemal Atatürk, Untergang und Aufstieg der Türkei, Societaes-Verlag Frankfurt a. M., 1937, s.293. ( 1 6) Çin'in büyük devrimcilerinden Sun Yat Sen'in, 191 2'de gerçekleştir­ mek istediği devrimlerle, Uzak Doğu' da Atatürk 'ünküne paralel görüş ve eylem­ leri çok yıllar önce ortaya koymuş bir örnek olarak rol oynadığı şüphesizdir. Fa­ kat Atatürk, memleketini fiilen işgal eden ve ettiren emperyalist devletlerin en kuvvetli göründükleri bir dünya savaşından sonra, bütün yabancı askerleri yurt­ tan atıncaya ve "dünya ulusları ailesine eşit haklara sahip (içişlerine hiçbir su­ retle karışılmasına müsaade etmeyen) bir devlet olarak kabul edilinceye kadar savaşa devam etme parolası" bakımından, büyük bir özellik taşımaktadır. (16a) Özellikle Çike Obi'nin Dinamik Partisi, Atatürk'ün düşünce ve ey­ lemlerini örnek olarak almaktadır.

25


asla sadece düşman ordularını Türk topraklarından çıkar­ ma savaşı değildi. Tam bağımsızlığımızın yüzyıllar sonra yeniden elde edilmesi ve bir daha elden çıkarılmaması için savaşılıyordu: "Amacımız, ulusal sınırlarımız içinde toprak bütünlü­ ğümüzü ve ulusun tam bağımsızlığını sağlamaktır. Buna en­ gel olmak üzere karşımıza çıkacak kuvvet, kim ve ne olur­ sa olsun hiç duraksamadan çarpışırız ve başarı kazanırız. Bu konudaki karar ve inancımız kesindir.( 1 7) Atatürk, tam bağımsızlığın "İstiklal Savaşı'nın baş amacı" olduğunu, Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Grubu'nun programının başında da ilan etmişti: "Grup, Ulusal And ilkelerine bağlı kalarak yurdun bütünlüğünü ve ulusun bağımsızlığını sağlayıcı bir l:Jarışı elde etmek için, ulusun bütün maddesel ve tinsel gücünü gereken ereklere yöneltip kullanacak ve yurdun resmi, özel bütün örgütleri­ ni ve kuruluşlarını bu ana amaca yararlı kılmaya çalışacak­ tır... Kazım Kara Bekir Paşa'nın telgrafına verdiğim karşı­ lıkta demiştim ki: " Müdafaa-i Hukuk Grubu, ülkenin tam bağımsızlığını sağlamak gibi kısa ve kesin bir amaçla ku­ rulmuştur." (18) İzmir'de şöyle diyordu: "Bir devlet istiklali tanımına ve bir millet bila kaydü­ şart hakimiyetine malik ve sahip bulunmadıkça, o devlet ve millet için hayat, refah ve şeref olamayacağını takdir eden (17) Atatürk, Söylev, s.319. (Nutuk, s.457). (18) Atatürk, Söylev, s. 412. (Nutuk, s. 595, 599). "Müdafaai Hukuk Gru­ bu, memleketin tam bir istikliil dairesinde naili müsalemet olmasını temin gibi kısa ve kat'i bir gaye ile vücude gelmiştir." Atatürk, 25. 7.1921, Tamim-Telgraf­ lar, s.385-386.

26


milletimiz, bu levazımı temin etmedikçe yaşamak mümkün olamayacağına kani olmuştur. Millt'.timizin bütün hakikat­ leri anlamakta gösterdiği rüşt ve kabiliyet şayanı iftihardır. Artık bu milleti esir ve bu memleketi müstamere veya ma­ likane yapmak hevesinde bulunanların ne büyük gaflette ol­ dukları anlaşılır." ( 19) Başka bir konuşmasında da: "Düşmanlarımız Osmanlı devletini yıkarak unsuru as­ li olan Türk milletini de imha etmek istiyorlardı. Halbuki Türk milleti yeni bir iman ve kat'i bir azmi milli ile yeni bir devlet kurmuştur. Bu devletin istinat ettiği esaslar ' İs­ tiklali tam' ve 'Bilakaydüşart Hakimiyeti Milliye'den iba­ rettir."(20) Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nın amacı olarak ilan ettiği bu "tam istiklal" hedefine daima sadık kalmış, Fransa'nın daha önce yapmak istediği ve Bekir Sami Bey'in Paris'te imzaladığı anlaşmayı, tam bağımsızlık ile bağdaşmaz bul­ duğu için reddederek, her alanda bağımsızlığımızı tanıyan 20. 1 0. 1 921 günlü anlaşmaya razı olmuştu: "Bu anlaşma ile siyaset, iktisad, askerlik alanlarında ve öbür alanlarda, tek bir konuda bağımsızlığımızdan hiç­ bir şey yitirmeksizin, yurdumuzun değerli parçalarını düş­ man ellerinden kurtarmış olduk. Bu anlaşma ile ulusal is­ teklerimizi, ilk kez olarak, Batı devletlerinden biri kabul et­ miş ve onaylamış oldu."(2 1 , 22) ( 19) At:ıtürk, İ zmir'de g:ızetecilcrlc konuşma, 30.1.1923, Söylev ve D�­ s.82. (2,::n At:atürk, 1zr::ir'de ha!k ik konuşnia, 3l.1 .1923, Söylev ve Dern��kr,

meç!cr, dt 2 , cilt 2,

s. 92. (21, 22) At::ıtL:-k,

Söylev, s.

432, aslı: Nutuk.

s.

625.

27


Atatürk, "tam istiklal"den yalnız siyasal bağımsızlığı kastetmediğini, başka konuşmalarında da yabancı devlet­ lerin temsilcilerine karşı dile getirmişti. Örneğin 1 922 yı­ lında, İngiltere İmparatorluğu'nun temsilcisi General Ha­ rington' a karşı bu hususu açıkça şöyle belirtmişti: "Ulusal isteklerimiz sizce bilinmektedir. Ulusal top­ raklarımızın baştan başa düşmanlardan kurtarılması ile ulu­ sal sınırlarımız içinde siyaset, maliye, iktisat, askerlik, ada­ let ve kültür yönlerinden tam bağımsızlığımız, ilke olarak kabul edilirse, görüşmelere başlamaya hazır olduğumuzu bildiririm." (23) Nitekim Lozan'da görüşmelerin uzun sürmesinin ne­ deni, -Musul hariç- Türk Devleti'nin sınırlarım tespit ko­ nusundaki zorluk değil, asıl her alandaki bağımsızlığımızı sağlama (yani Osmanlı devleti zamanında verilmiş bağım­ sızlıkla bağdaşmaz birçok imtiyaz ve kapitülasyonun kal­ dırılmasını sağlayabilme için savaş vermiş olma)dır. Ata­ türk bu konuda şöyle diyor: "Lozan Konferansı görüşmeleri ateşli, tartışmalı ge­ çiyordu. Türk haklarım tanıyan olumlu sonuç görülmüyor­ du. Ben, bunu pek olağan buluyordum. Çünkü, Lozan ba­ rış masasında söz konusu edilen sorunlar, yalnız üç dört yıl­ lık yeni evreye bağlı kalmıyordu. Yüzyıllık hesaplar görü­ lüyordu. Bu denli eski, bu denli karışık, bu denli bulaşık hesapların içinden çıkmak elbette pek basit ve kolay olma­ yacaktı. Bilirsiniz ki, yeni Türk Devleti'nden önceki Os­ manlı Devleti 'Eski Antlaşmalar' adı altında birtakım ay(23) Söylev, s. 444, aslı: Nutuk, s. 644.

28


ncalık haklarının tutsağı idi. Hıristiyan halkın birçok ayrı­ calıkları ve yeğlenme hakları vardı. Osmanlı Devleti'nin, Osmanlı ülkesinde bulunan yabancıları yargılama hakkı yoktu; kendi uyruklarından aldığı vergiyi yabancılardan al­ ması yasaktı; devletin varlığını kemiren ve kendi sınırları içinde bulunan topluluklara karşı tedbirler alması yasak ediliyordu." (24 '25) Atatürk, Osmanlı döneminin yarı bağımsız hale gel­ miş olan devlet düzeninin tasfiyesini ve böylece tam bağım­ sız yeni bir devlet kurma işinin Lozan barış masasında çö­ züme bağlanmasını şöyle anlatmaktadır: " Geçmişteki yanlışlarla, savsaklamalarla hiçbir ilgimiz yokken, yüzyılların birikmiş hesapları bizden sorulmamak gerekirken, bu konuda da dünya ile karşı karşıya gelmek bize düşmüştü. Ulusu ve yurdu gerçek bağımsızlığına ve egemenliğine kavuşturmak için bu güçlüklere katlanmak ve özveride bulunmak da bizim üzerimize yükletilmişti. Ben, yüzde yüz olumlu sonuç alınacağına güveniyordum. Türk ulusunun varlığı için, bağımsızlığı için, egemenliği için yüzde yüz elde etmek ve sağlamak zorunda olduğu temel hakların dünyaca tanınacağına hiç kuşkum yoktu. Çünkü gerçekte bu temel haklar güçle, değimle ve edimli olarak (24) Söylev, s. 482, aslı: Nutuk, s. 701-702. (25) Amerikan müteahhitlere tanınan vergi alanındaki ayrıcalıktan söz edi­ lirken 1954 yılında ve 6426 sayılı kanunla tasdik edilmiş olan vergi ayrıcalığına ilişkin ikili anlaşma konusunda bak: Sicilli Kavanin, cilt 35, s. 818-829. Süley­ man Demirel'in bu ayrıcalığı Amerikan şirketleriyle işbirliği yapan Türk müte­ ahhitler yararına genişletme amacıyla ve Morrison şirketinin temsilcisi olarak har­ cadığı kişisel çabalar konusunda bak: Muammer Aksoy, Devrim, no:13, 13 .1.1970, ''Süleyman Demirel '.li AP, ikili anlaşmalara el süremez."

29


alınmıştı.(*) Konferans masasında istediğimiz, gerçekte el­ de edilmiş olan hakların yöntemine göre yazılıp onanma­ sından başka bir şey değildi. İsteklerimiz açıktı ve doğal haklarımıza dayanıyordu. Bundan başka, haklarımızı koru­ mak ve sağlamak için gücümüz de vardı; gücümüz de ye­ terdi." (26) Osmanlı Devleti 'nin, kapitülasyonlar ve imtiyazlar sis­ temi içinde haysiyetten yoksun, itibarsız, vesayet altında ve tam bağımsız sayılmayacak bir devlet durumuna düştüğü­ nü, Atatürk açık bir surette belirtmişti: " Kalıtçısı (varisi) olduğumuz Osmanlı Devleti'nin dünya gözünde hiçbir değeri, erdemi, onuru kalmamıştı. Uluslararası hakların dışında bırakılmıştı. Sanki koruyucu­ luk ve güdüm (sahabet ve vesayet) altına alınmış gibi görülüyordu." (27) Atatürk, büyük devletlerin ekonomik ve adli kapitülas­ yonlar konusunda Lozan 'da çıkardığı zorluktan anlatırken, ekonomik ve mali bağımsızlığı elde edemeyince, askeri ve siyasal bağımsızlığa rağmen bir kuşak sonra mahvolmaya mahkfun durumda kalacağımızı, tam bir özdeyişle anlatmış­ tır: "İtilaf devletlerinin bize teklif ettikleri muahede pro­ jesi istiklali tam isteyen milletimiz için hiçbir vakit şayanı kabul görülemez. "Biz sulh istiyoruz! " dediğimiz zaman, "İstiklal-i tam ·

(*) ... Çünkü, hakikatte, bu esaslar kuvvet ve liyakatle fiilen ve maddeten istihsal edilmiş idi. ' ' (26) Söylev, s . 483, aslı: Nutuk, s . 703. (27) Söylev, s. 483, aslı: Nutuk, s.702. ''

30


istiyoruz" dediğimizi herkesin bilmesi lazımdır. Bunu is­ temeye hakkımız ve kudretimiz vardır. On sene, yirmi se­ ne, sonra zelilane ölmekten ise şimdiden şeref ve haysiyet­ le ölmeyi müreccah görmeliyiz." (28) Aynı konu üzerinde daha önce de şöyle demişti: "Kapitülasyonların Türk milleti için ne derece nefret edilecek bir şey olduğunu size anlatamam. Bunları başka biçim ve adlar altında gizleyerek bize kabul ettirmeye mu­ vaffak olacaklarını düşünenler ve hayal edenler, bu konu­ da pek çok aldanıyorlar. Zira, Türkler kapitülasyonların de­ vamının kendilerini pek az bir zamanda ölüme sürükleye­ ceğini pek iyi anlamışlardır. Türkiye, esir olarak mahvol­ maktansa, son nefesine kadar mücadeleye ve savaşmaya az­ metmiştir." (29) Tam bağımsızlık deyince, siyasal bağımsızlıktan baş­ ka ekonomik, mali, adli ve diğer alanlardaki bağımsızlığı hemen ilk planda düşünmenin ne derece zorunlu olduğunu anlamak ve hele Atatürk'ün tam bağımsızlık deyimi ile da­ ima bunu kastettiğini bir kere daha görmek için, O'nun Lo­ zan Barış görüşmelerine ilişkin başka sözlerine göz atmak gerekir: "Konferansta iki aya kadar süren görüşmelerin özeti şudur: İtilaf devletlerinin delege kurulları, delegeler kuru­ lumuza bir barış tasarısı verdiler. Bu tasarıda, anlam ve öz bakımından bağımsızlığımızı zedeleyen koşullar vardı. Özellikle adalet, maliye ve ekonomi işleriyle ilgili madde(28) Atatürk, lzmir'li halk ile konuşma, 3 1 . 1 .1923, Söylev ve Demeçler, cilt 2, s.89. (29) Atatürk, 25. 1 2.1922, Söylev ve Demeçler, c.3, s. 57.

31


ler çok ağırdı. Bunun için kesin olarak bu tasarıyı reddet­ mek zorundaydı." (30) Lozan Barış görüşmeleri bir aralık kesintiye uğrayın­ ca, Atatürk ana dava olarak tam bağımsızlık üzerinde dur­ muş, tam bağımsızlığı sağlamak şartıyla başka noktalarda ödün (yahut sorunların ertelenmesi) yoluna gidilebileceği­ ni kabul etmiş ve bu yolda direktif vermiştir: "Genel yönerge ( * ) üzerindeki görüşümü de şöyle be­ lirttim: "Şimdilik Musul işinin ertelenmesinden söz etmemek üzere yönetim, siyaset, maliye, ekonomi sorunlarında ve öbür sorunlarda ulusun ve ülkenin haklarını bağımsızlığını tam ve sağlam olarak elde etmek ve kurtardığımız yerlerin kesin ola­ rak boşaltılmasını istemek temel koşuldur." (3 1) İstiklal Savaşı 'nın tek önderi, Lozan Antlaşması ile el­ de edilen ve gelecekte savunulması gereken bir numaralı değerin ne olduğuna, başka birçok konuşmasında da tek­ rar değinmiştir: "Lozan Barış Antlaşması'ndaki hükümleri, öbür ba­ rış önerileriyle daha çok karşılaştırmanın yersiz olduğu dü­ şüncesindeyim. Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıl­ lardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlan­ dığı sanılmış, büyük bir yağmanın yıkılışını bildirir bir bel­ gedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal ut­ ku yapıtıdır! " (32) (30) Söylev, s. 494, asıl: Nutuk, s.720. ( * ) Veçhe . . . (3 1 ) Söylev s. 496: aslı: Nutuk s. 722. (3Z) Atatürk, Söylev s. 526 (Nutuk s. 767). " ... büyük bir suikastın inhida­ ınını ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ai1 tarihte emsali namcsbuk bir siyasi zafer eseridir. "

32


"Bu yolda belirli ilkelere bugüne değin bağlı kaldığı­ mız gibi bundan sonra da, ulusumuzun gelişmesini ve ba­ ğımsızlığımızın korunmuş kalmasını sağlayacak olan bu il­ kelere elbette bağlı kalacağız." (33). Vakit gazetesinin Anadolu muhabirine verdiği demeçte: "Lozan Konferansı müzakeratı son günlerde nahoş bir safha göstermektedir. Müttefiklerin, Türkiye'nin, halkımı­ zın mevcudiyet ve inkişafı için sureti katiyede zaruri olan şartlan henüz kabul ve tasdik edecek bir zihniyete gelme­ dikleri anlaşılıyor. Medeni milletler, memleketler için mev­ zuubahs edilmeyecek bir takım muhill-i istiklal şeriat ve metalibi Türkiye için caiz görmekte olan müttefiklerin i­ nat ve ısrarı . . . Biz istiklalimizi temin eden bir sulh istiyo­ ruz. Bunu müemmen görmedikçe yaşayabilmek için muh­ taç olduğumuzu esbabı hayatiyeti temin etmek üzere istik­ lali tamme erinceye kadar başladığımız işte devam edece­ ğiz. Milletin ciddi kararı budur." (34). Lozan Antlaşması'nda ulaşılan en önemli hedefin tam bağımsızlığın sağlanması olduğu yabancılarca da teslim edilmektedir. Örneğin Avusturyalı diplomat yazar August Ritter von Kral şöyle demektedir: "Bu antlaşmanın üstün önemi onun araziye ilişkin hükümlerinde değil, bu antlaş­ manın Türkiye'yi - 150 yıldan beri tabi olduğu- adli, eko­ nomik ve mali ilişkilerdeki bütün boyunduruklardan (zin­ cirlerden) kurtarmış olmasında, kapitülasyonları ortadan kaldırmasında, Türkiye 'ye tam bağımsızlığı ve istiklaıi (33)

Atatürk. \ ı . \ 92 1 , :rBM M . Günümüzün diliyle Atatürk � . 72- 73 (34) Atatürk, 1 .2. l 923 Söylev ve Demeçler, c. 3. s. 60.

33


(başkasına tabi olmamayı) getirmesinde ve öteki devletler­ le siyasal, askeri ve ekonomik salt (tam) eşitliği tanımış ol­ masındadır." (34a). Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı 'nın hemen her döne­ minde, bağımsızlığımız için yaptığımız savaştan söz eder­ ken, çok kez de "tam ve bütünleşmiş bağımsızlık" veya "si­ yasal ve ekonomik tam bağımsızlık" (35) gibi deyimleri kullanmayı ihmal etmemiştir. Örneğin General Frvinse'ye karşı yaptığı konuşmada şöyle demişti: "Türkiye dahi, hepimizin kuvvetle kani olduğumuz üzere, toprağını yabancı istilasından kurtarışta, istiklali tam ve kamilini aleme tanıttırmakta gecikmeyecektir." (36). Intransigeant muhabirine verdiği demeçte: "Türk barış koşulları, Misak-ı Milli 'nin ilan günü olan 28 Ocak 1 920 tarihinden beri bütün cihanca bellidir. Bu ko­ şullar şu suretle özetlenebilir: Türkiye'nin ulusal sınırlar içinde siyasi ve iktisadi istiklal-i tanımının tasdiki, Fransa ile akdedilen 20 Ekim Antlaşması, Türkiye'nin istiklaline hürmet edildikçe barışsever ve uzlaşmacı olduğunu ispat eder." (3 7). (34a) August Ritter von Kral. Das Land Kamiil Atatürks, Wilhelm Bra­ ıımüller -Universitaets- Verlagsbuchhandlung, Wien-Leipzig, 1 937, s. 1 2- 1 3 : ... von ailen Fessln in judizieller, wirtschaftlicher und finanzieller Beziehung, wclchen sic seit mehr als 1 5 0 Jahren unterworfen war, befreite, dass er die '' Ka­ pitulationcn" abschaffte, ihr die volle Unabhaengigkcit und Selhstaendigkeit brachte ... Herbert Melzig de, Türkiye'nin bağımsızlığa kavuşmasından söz ederken. "tam bağımsızlığını kazanması"ndan söz etmektedir ( .. .in dem die Türkei ihre vollstaendige Unabhaengigkeit gewann' '). (35 ) Atatürk, Söylev ve Demeçler, c. 2 s. 22. (36) Atatürk, 20. 1 2 . 1 92 1 ; Söylev ve Demeçler, c. 2 s. 22. (37) Atatürk, 1 1 . 1 . 1 922; Söylev ve Demeçler c. 3 s. 28. "

"

34


İstanbul gazeteleri temsilcilerine verdiği demeçte: "Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bütün programla­ rının umdesi, şu iki esastır: İstiklali tam, bilakayduşart ha­ kimiyeti milliye." (38). İstanbul Müdafaayı Hukuk Cemiyeti 'ne verilen cevapta: "Harice karşı istiklali tanımını emsalsiz bir azim ve himmetle müdafaa etmiş olan büyük milletimiz. . . " (39) de­ mişti. Atatürk, "tam bağımsızlık" deyimi yerine, bazen de pek yerinde olarak- "gerçek bağımsızlık" deyimini kullan­ mıştır. Örneğin Chicago Tribune muhabirine verdiği de­ meçte: "Misak-ı Milli'nin muhteviyatı bir sahifeden daha az yer tutuyor. Bütün Türk arazisinde hakiki istiklal istiyoruz. Bizim için artık kapitülasyonlar mevcut değildir. -İstan­ bul 'da iken, beş sene için adli kapitülasyonların ifasına ra­ zı olduğunuzu işitmiştim.- Kapitülasyonların hiçbir kıs­ mında istisnayı kabul etmiyoruz. Adli, mali veya askeri ka­ pitülasyonların hiçbirini tanımıyoruz." (40). Atatürk bazen de, "tam bağımsızlık" kısa deyimi ye­ rine çeşitli alanlardaki bağımsızlığı teker teker saymıştır. Örneğin United Telegraph muhabirine verdiği demeçte: "İstiklal-i siyasi, adli, iktisadi ve malimizi imhaya ve binnetice hayat hakkımızı inkar ve iptale matuf olan Sevr Antlaşması bizce mevcut değildir. levazım-ı istiklal ve ha(38) Atatürk, İzmir 16.1.1923; Söylev ve Demeçler c. 2 s. 57. (39) Atatürk, 19.6. 1 923., Tamim ve Telgraflar s. 505. (40) Atatürk, lzmir 26.9.1 922; Söylev ve Demeçler c. 3 s. 44.

35


kimiyetimizi temin edecek bir sulhün akdi nuhbe-i amali­ mizdir." (4 1 ). Yunan kuvvetini kırmak için millete bildirisinde şöy­ le diyordu: "Hiç kimsenin hakkına tecavüz etmek istemediğimiz gibi, diğerleri tarafından da hakkı hayat ve istiklalimize ri­ ayet olunmasından başka bir davamız yoktur. Hududu mil­ liyemiz dahilinde müdahalei ecnebiyeden azade olarak her medeni millet gibi hür yaşamaktan başka bir gayesi olma­ yan Türk milletinin hakkı meşruu, nihayet alemi insaniyet ve medeniyet tarafından teslim olunacaktır. Ancak silahla­ rımızı maksadımız tamamen istihsal olunduktan sonra bı­ rakacağımızdan, pek yakın olan bu mesut ana kadar eski­ den olduğu gibi bütün ulus bireylerinin azami gayret ve fe­ dakarlık göstermesini beklemekteyim." (42). BMM'nin 4 'üncü toplantı yılını açarken yaptığı konuş­ mada da bağımsızlığın çeşitli öğelerine şöyle değiniyordu: "Delegeler kurulumuz, bütün konferans esnasında Türkiye'nin her medeni ve kabiliyetli millet gibi yaşamak­ tan başka bir emeli olmadığını sabır ve sebat ile izah edi­ yordu. Konferanstan kat'i netice hasıl olmadı. Türkiye mil­ letinin idari, mali ve iktisadi bütün hukuk-u istiklal ve ha­ yatına malik olması, hiçbir millete zarar vermeyen ebedi bir hakkı mükteseptir. Bu kadar tabii bir hakikatı kabul etmek, dünya barışını sağlamak için kafidir; fakat senelerden be­ ri olduğu gibi Türk milletinin hayati haklarını, herhangi bir ·

(41) Atatürk, 1 7.7. 1 921; Söylev ve Demeçler c . 3 s. 17. (42) Atatürk, 1 4.9.1921 (Beyanname) Tamim-Telgraflar s. 4 1 1 .

36


şekil içine kapayarak ruhan, fiilen ve gerçekte onu kabul etmemek ısrarı ne netice verirse versin . . . " (43). Adana esnafıyla yaptığı konuşmada da, bu "tam ba­ ğımsızlık şartı "nda sonuna kadar dayanacağımızı şöyle be­ lirtmişti: "Basit, meşru hayati olan şartlarımızı devletler kabul etmezlerde bizi harbe sevk ederlerse, sakın telaş etmeyiniz. O zaman belki şimdikinden daha müsait şerait temin ede­ ceğiz. Ordularımız da, her tarafta maddi ve manevi temi­ natı istihsale kafi bir kudrettedir." (44). "Tam bağımsızlığın", "yabancılara herhangi bir imti­ yaz tanımamak" anlamına geldiğini, Petit Parisien muha­ birine verdiği demeçte Atatürk açıkça belirtmiştir: " Şartlarımız çok açık ve çok sadedir. İstiklalimizin bi­ Hikaydüşart tasdikini talep ediyoruz. Bu kısa cümlede prog­ ramımızın bütün ana hatları yer almıştır. Ulusal sınırları­ mız içinde bulunan toprakların bize verilmesinde ısrar ede­ ceğiz. Ondan sonra, bu topraklar dahilinde tarnarniyetle müstakil, yani kapitülasyonsuz bir Türkiye yaşamasını is­ tiyoruz. İşte bütün istediklerimiz budur." (45). Mustafa Kemal'in Fransız yazarı Maurice Pernot'ya verdiği demeçte kullandığı sözcükler ve cümleler, onun tam bağımsızlığa verdiği önemi, yani yabancıların Türki­ ye'ye dolaylı yollardan egemen olmalarına, memleketimi­ zin yönetimini kontrol altına almalarına ne kesin bir karar­ lılıkla karşı koyduğunu ve bu gibi yeni emperyalizm türle(43) Atatürk, 1 .3.1923, Söylev ve Demeçler c. 1 , s. 30 1 . (44) Atatürk, 1 6.3. 1 92:3 ; Söylev ve Demeçler c . 2 s. 1 24. (45) Atatürk, 22. 1 1 . 1 922 (Petit Parisien), Söylev ve Demeçler c. 3 s. 50.

37


rine karşı nasıl bir nefret duyduğunu, en özlü biçimde dile getirmektedir: "Eğer ecnebi düşmanlığından, o kadar pahalı elde edi­ len bir istiklale halel verecek her şeyden nefret manası çı­ karılırsa, evet, bizim ecnebi düşmanı olduğumuz söylene­ bilir. Size açıkça söyledim ve sonuna kadar açık sözlü ola­ cağım. Henüz emniyetimiz yerinde değildir, evvelce Tür­ kiye 'de ecnebi teşebbüsatın, ecnebi maksatlarının bize tel­ kin ettiği endişeler kamilen zail olmuş değildir. Eğer bazen ihtiyatkar hareket ediyorsak, ifrat derecede şüpheli davra­ nıyorsak, bize çok pahalıya mal olan hürriyetimizi kaybet­ mek hususundaki korkumuzdandır. Bu hürriyetin bir küçük kısmını sakat etmektense, hepsini birden feda etmeyi ter­ cih ederiz." (46) (*). Kapitülasyonların başka adlar altında (yani şallanmış ve tüllenmiş olarak) da yeniden gelmesine razı olunama­ yacağı teması üzerinde, Atatürk başka konuşmalarında da durmuştur. Örneğin: "Bugün için düşündüğüm biricik şey, kapitülasyonlar­ dır. Maddeten, fiilen kanla kaldırılmış olan kapitülasyon­ ların bir daha dirilmemek üzere yokluğa gömülmesini sağ­ lamaktır. Ticaretimizin de, sanayimizin de, her tür ekono­ mimizin de gelişmesi ve yükselmesi, ancak bununla müm(46) Atatürk, 20. 1 0. 1 923 (Maurice Pernot), Söylev ve Demeçler c. 3 s. 68. Bu satırları nakleden Maurice Pernot, şu izlenimini eklemektedir: "Bu son söz­ ler, nazarı dikkatimi celp eden bir samimiyet ve azimle söylendi. ' · (*) Buradaki "hürriyet" deyiminin, ' 'bağımsızlık" anlamında kullanıldı­ ğı şüphesizdir. Zaten yalnız Atatürk değil, bir çok Türk düşünürü ve şairi dahi, çok kere "müstakil" yerine "hür". "istiklal" yerine " hürriyet" deyimini kul­ lanmışlardır ki, dış ilişkilerin söz konusu olduğu noktada, bu ·deyimlerin eş anlamlarda kullanıldığı kolayca anlaşılmaktadır.

38


kündür. Bugüne ait olan bu cihet sağlandıktan sonra; yarı­ na ait olan Türkiye ticaretinin dünya ticareti ile rekabet edebilmesi için düşünülmesi gereken şeyleri bilirsiniz ... Ti­ carette düşüneceğimiz ikinci iş, ihracat ve ithalatımızda aracılık eden ticareti, yabancıların elinden kurtarmaktır. İh­ racat kaynaklarımız bizden olan tüccarlarımızın elinde bu­ lunmalıdır. (47) Ve yine büyük devlet adamı, çok iyi dile getirmiştir ki, herhangi bir alanda bağımsızlığı kaybetmek, onu tüm yi­ tirmek sonucuna götürür: "Bay Franklen Buyon, ilkin Ulusal Andı okuyup an­ ladıktan sonra, maddeleri birer birer okunarak görüşüldü ve tartışıldı. Üzerinde en çok durulan madde, yabancılara ve­ rilmiş ayrıcalık haklarının kaldırılması, bağımsızlığımızın tam olarak tanınması ile ilgili madde oldu. Bay Franklen Buyon, bu sorunların incelenmeye ve düşünmeye değer ol­ duğunu söyledi. Ben buna karşılık verdim. Söylediklerimin özeti şudur: "Tam bağımsızlık, bizim bugün üzerimize al­ dığımız görevin özüdür. Bu görev, bütün ulusa ve tarihe kar­ şı yüklenilmiştir. . . Bizden öncekilerin yaptıkları yanlış(*) işler yüzünden ulusumuz, SÖZDE BAÖIMSIZDI, ama ger­ çekte BAÖIMLI bulunuyordu. Şimdiye değin Türkiye'yi, uygarlık dünyasında kötü gösteren neler düşünülebilirse hep bu yanlıştan ve hep bu yanlışı sürdürmekten doğuyor. Bu yanlışı sürdürmek, yüzdeyüz, ülkenin ve ulusun bütün (47) Atatürk, 20.3. 1 923, Söylev ve Demeçler, c. 2, s. 136-137. (*) Dil Kurumu'nun günümüzün diline çevirdiği söylev'in aslında (Nu­ tuk 'ta), "hata deyimi kullanılmaktadır. Kurum bunu "Söylev" e "yanlışlık" ke­ limesiyle çevirmiş ise de, burada söz konusu olan "yanlışlık", değil "yanlış"tır. M.A.

39


onurundan ve bütün yaşama yeteneğinden uzaklaşması ve yoksun kalması sonucunu doğurabilir. Biz, yaşamak iste­ yen, onuruyla yaşamak isteyen bir ulusuz. Bir yanlışı sür­ dürmek yüzünden bu niteliklerden yoksun kalmaya katla­ namayız. Bilgin, bilisiz, bütün ulus bireyleri -belki işin için­ deki güçlükleri iyice kavramaksızın- bugün yalnız bir nok­ ta çevresinde toplanmış ve sonuna dek kanını akıtmaya ka­ rar vermiştir. o nokta, TAM BAÖIMSIZLIÖIMIZIN SAÖ­ LANMASI ve SÜRDÜRÜLMESİDİR. TAM BAÖIMSIZ­ LIK demek elbette siyasa, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür. . . gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlık­ tan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir. Biz, bunu sağlama­ dan ve elde etmeden başarıya ve esenliğe erişeceğimiz ka­ nısında değiliz. Görünüşte ve üstünkörü (*) barış yapabili­ riz, anlaşma yapabiliriz; ama tam bağımsızlığımızı tamam­ layacak olan bu gibi barışlar ve anlaşmalarla ulusumuz, hiçbir zaman canlılığa ve esenliğe erişemeyecektir. Belki, silahlı çarpışmasını bırakarak yıkıma sürüklenmeye yol aç­ mış olacaktır. Eğer ulusumuz bunu kabul etseydi, bunu ka­ bul edecek nitelikte bulunsa idi, iki yıldan beri savaşmak hiç de gerekli değildi" . (48)

(*) " Şeklen ve usulen . .. " (48) Söylev s. 430, 43 1 . Aslı: Nutuk s. 623.624.

40


ATATÜRK VE EKONOMİK BAGIMSIZLIK Şimdi Atatürk'ün ekonomik ve mali bağımsızlık ko­ nusunda tekrar tekrar dile getirdiği görüş ve cümlelerden birkaç tanesini hatırlatmak, Atatürk'ün tam bağımsızlık konusunu ne kadar ciddiye aldığını, sadece siyasal bağım­ sızlığın, bağımsızlık davasını çözemeyeceği konusunda ne kesin ve köklü bir inanca sahip olduğunu ortaya koymaya yetecektir. Emperyalistlerin amacı ekonomikti: Osmanlı Devleti'nde ekonomik alanda yabancılara ta­ nınan olanaklarla, gelişmemizin kaynağının kurutulduğu­ nu, Atatürk şöyle belirtiyor: "Tanzimatın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa reka­ betine karşı kendisini savunamayan ekonomimizi bir de ik­ tisadi kapitülasyon zincirleriyle bağladı. İktisat alanında bizden çok kuvvetli olanlar yurdumuzda bir de imtiyazlı du­ rumda bulunuyorlardı. Gelir vergisi vermiyorlardı. Güm­ rüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. . . Rakiplerimiz, bu suret­ le gelişmeye elverişli sanayimizi de mahvettiler. İktisadi ve mali gelişmemizin ve ilerlememizin önüne geçtiler." (49) Atatürk, Birinci dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye'yi işgal eden kapitalist devletlerin yurdumuzu "nameşru em­ peryalizm ve kolonizasyon siyasetleri ile istila etmek"(SO) ( 49) Atatürk 1 .3. 1 922, Söylev ve Demeçler, c. 1 , s. 226. (50) Atatürk, Amasya (Tasviri Efkar'a), 24/25. 1 0. 1 9 1 9 Söylev ve Demeç­ ler, cilt 3 s. 6.

41


ve Türkiye'nin çeşitli önemli yerlerini " savaşı kazanan dev­ letlerin sömürgelerine katmak" ( 5 1 ) isteyişlerini tekrar tek­ rar belirtmiştir.(52, 53) Yunanlıların bile amaçlarının ekonomik sömürme ol­ duğuna şöyle değiniyordu: " Yunanlılar bizim memleketi­ mizin servetini çalmaktan başka bir gaye beslemiyor­ lar."(54). Aslında Türkiye'yi sömürmek için onu istilaya ve ez­ meye karar vermiş olanların, Batılı devletlerin esas halk kit­ leleri değil, sermayedarları ve yöneticileri olduğunu, Ata­ türk şöyle belirtiyordu: Yaşamak isteyen milletimizin talebi basit bir kelime­ de mündemiç ve gayet meşrudur: istiklal ! Avrupa'nın rü­ esayı idareden ve sermayedarlardan ayrı olan asıl milletle­ ri, bizim hayatımızı bize çok görmüyorlar. Eğer bugün Fran­ sız milleti ile İtalyan milleti ile hatta İngiliz milleti ile mu­ hasama halinde bulunuyorsak, bu milletlerin seslerini işit­ tirememelerinden ve kendi rüesayı idarelerinin istila ve ser­ maye emelleri için bizi imha etmelerine ses çıkaramama­ lanndandır. Bu devir, ... milletimizin fiilen ve muttariden imhasını sermayedarların kendi menfaatlerine muvafık zan( 5 1 ) Söylev s. 287, Nutuk s. 4 1 9. (52) " İngiliz emperyalizminin sun'i bir şekilde yetiştirmek istediği büyük Yunanistan İmparatorluğu, bütün memleketimizi külfetsiz bir surette temellük edebilecekti" (Atatürk, Tamim-Telgraflar s. 342). United Telgraph muhabirine verdiği bir demeçte de: "lngiltere'nin emperyalist emellerine tatmin maksadıy­ la ... " "Atatürk, 1 7 . 1 . 1 92 1 , Söylev ve Demeçler, c. 3, s. 1 6) . ( 5 3 ) TBMM'nin 3 . toplanma yılını açarken de, yurdumuzun ' 'emperyaliz­ min savleti ihtiraskil.ranesine hedef ' olduğunu ifade etmiştir. Bak: Atatürk, 1 .3 . 1 922, TBMM, Söylev ve Demeçler, c. 1 , s. 232. (54) Atatürk, 1 9.9. 1 92 1 , Söylev ve Demeçler, c. 1 s. 1 85 "Emperyalistle­ rin bir büyük müstemleke içindeki harekatını taklit eder bir şekilde ... " ( Atatürk, 1 . 3 . 1 922, Söylev ve Demeçler, c. 1 , s. 240).

42


nettikleri devirdir. Bu devri atlayıp milletleri söylemeye davet etmek için yaşamaya, haklı olduğumuzu ve hayatı­ mızı elimizden almak için kendilerinden birçok hayatları­ nı feda etmek lazım olduğunu ispat edeceğiz."(55) Mustafa Kemal, 6. 1 0. 1920 günü şifreli talimatında şöyle diyordu: "Ankara milli hükümeti emperyalizme kar­ şı müdafaa ve mücadele kastı ile teşekkül etmiş bir hükü­ met olduğundan . . . " . (56) Ermeni sorunu konusunda da şöyle diyordu: "Ermeni milletinin gerçek yararından çok, dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre çözülmek istenilen sorun. . . "( 57) Mustafa Kemal, Meclis'te yaptığı uzun ve tarihsel önemdeki bir konuşmada, Kurtuluş Savaşı'nda düşmanla­ rımızın amacını belirtirken, emperyalizmin ve kapitalizmin bizi yutmak istediğini şöyle ilan etmiştir: "Biz bu hakkımızı mahfuz bulundurmak, istiklalimi­ zi emin bulundurabilmek için heyet-i umumiyemizce, he­ yet-i milliyemizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i mil­ liyece mücahedeyi caiz gören bir mesleği takip 'eden insan­ larız." (58), (58a) (55) Atatürk, Tamim-Telgraflar 2.7 . 1 920, s. 344. (56) Atatürk, Tamim-Telgraflar, s. 357. (57) Atatürk, 1 .3 . 1 922, TBMM, Söylev ve Demeçler c. ! , s. 233. (58) Atatürk, 1 . 1 2 . 1 92 1 , S. ve Demeçler, c. 1, s. 1 96. (5 8a) Mustafa Kemal, Hakimiyeti Milliye yazarına verdiği cevapta, pek açık belirtmiştir ki, Birinci Dünya Savaşı 'ndan önce ve savaş içinde müttefiki­ miz Almanya dahi bizi sömürge yapmak hevesinde idi: ' 'Almanlarla dost olduk, Almanlar memleketimize, ordumuza ve lıükümetimize kadar girdiler. Fakat Al­ manlardan bazıları haysiyet ve istiklalimizi muhil vaz-u tavur almaya başladık­ ları dakikadan, en evvel ve heman, hiçbir kayıt ve şart:,ı bakmaksızın ruhen ve hatta fiilen isyan ettim. Bu isyanım yüzünden idi ki harb-i umuminin cereyanı

43


Atatürk, Türkiye 'yi işgal eden kapitalist devletlerin bu davranışlarında, siyasal amaçlarından önce ekonomik çıkar­ larının rol oynadığını, başka bir konuşmasında da dile ge­ tirmiştir. Örneğin: "Ateşkes anlaşmasını yaptıkları zaman özgür ve bağımsız yaşamaya layık bir Osmanlı ulusu kabul ettikleri halde, aradan bir iki ay geçtikten sona bu kanıla­ rından ayrıhveriyorlar; başka düzende, başka anlamda ka­ rarlara varıyorlar. Bunun nedeni şöyle açıklanabilir: Ya­ bancılar kendi ekonomik ve siyasal çıkarlarını gerçekleşti­ rebilmek için yalandan uydurdukları karşıt iki görüşü uy­ gulamaya girişmişlerdir: . . " (59, 60) Atatürk, Türkiye'nin verdiği Kurtuluş Savaşı'nı, bütün Doğu devletlerinin temsilcisi olarak yürüttüğünü belirtiyordu: .

içinde bir seneye yakın zaman bu hareketimin mürevvici olmayanlarla muhalif ve muhasım vaziyette kaldım." Atatürk, 24.4. 1 92 1 , S. ve Demeçler c. 3, s. 25 (2. bas. s. 24). Bu konuda ayrıca bak: "M. Aksoy, Atatürk'ün ışığında tam ba­ ğımsızlık ilkesi" s. 728-729, 757-758, 7 7 1 -779, Almanların bu siyasal ve eko­ nomik müdahalelerini Liman von Sanders de teslim etmektedir. Bak, "Türkiye' de 5 Yıl" , Burçak Yayıncvi, İstanbul, 1 968 s. 63, 1 58, 1 79. (59) Atatürk, Ankara, 28. 12. 1 920, Bugünün Diliyle Atatürk s. 1 4; aslı: Söylev ve demeçler c. 2 s. 7 . ( 6 0 ) Gazi Mustafa Kemal, başka ulusları sömürme amacı peşinde koşan emperyalist devletlerin, belli kötü amaçlarından vazgeçmedikleri konusunda, Cumhurbaşkanı olarak da, (TBMM'nin toplantı yılını açarken) şöyle demişti: "Karşılıklı güvenlik ve esenlik bütün dünya uluslarının üzerine titremesi gereken bir mutluluk ilkesidir. Ancak bu ilke bütün uluslar için gerçekleşmedik­ çe, genel bir barışma sağlamaktan çok, sömürülmek istenen birtakım uluslara kar­ şı birtakım güçlü ulusların yeni davranış ve ayrıcalıklar kazanmasını sağlamak niteliğinde görülse yeridir. Hele uluslararası silah alışverişinin, birtakım ulusla­ rın denetimi altında tutulmasını sağlayacak tedbirlerin alınması bu kuşkuyu art­ tırmaktadır" (Atatürk, 1 . 1 l . 1 925, TBMM, Günümüzün Diliyle Atatürk, s. 1 57). Kapitalist dünyanın bizim hakkımızdaki kötü niyetini Atatürk, zaferden sonra da bir Alman gazetesine şöyle belirtmişti: "Farzediniz ki, karşınızda iki adam var; bunlardan biri zengin ve emrine her türlü vesait müheyya; diğeri de fakir ve elinde hiçbir vasıta mevcut değil. İşte Avrupa ile Türkiye yekdiğerine karşı bu vaziyettedir. Bizi madun olmaya mahkum bir kavim olarak tanımakla iktifa etınemiş olan garp, harabimizi tacil için, ne yapmak lazımsa yapmıştır. İş­ te Avrupa' da mütemadiyen mücadele ettiğimiz bu zihniyet mevcuttur. ' ' (Atatürk, 27.9. 1 923 (Neue Freie Presse), Söylev ve Demeçler, c. 3, s. 64).

44


"Türkiye 'nin bugünkü mücadelesinin yalnız Türki­

ye'ye ait olmadığını, bütün arkadaşlarımız ifade etmiş ise­ ler de, bunu bir defa daha teyit etmek lüzumunu hissediyo­ rum. Türkiye'nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve da­ ha çabuk bitebilirdi. Türkiye'nin müdafaa ettiği, bütün maz­ lum milletlerin bütün Şark'ın davasıdır, Türkiye şimdiye ka­ dar mevcut tarih kitaplarının icabatını değil, tarihin hakiki icabatını takip edecektir." (6 1 -62) Türkiye'nin bağımsızlığını sağladıktan sonra dahi, ge­ lecekte emperyalizmin çeşitli sinsi araç ve yöntemleri kar­ şısında kendimizi korumanın ne kadar önemli olacağını, Mustafa Kemal daha 1 920'de anlamış ve anlatmıştı: "Biz Garp emperyalistlerine karşı yalnız halas ve is­ tiklalimizi muhafaza etmekle iktifa etmiyoruz. Aynı za­ manda Garp emperyalistlerinin kuvvetleri ve malı'.'ım olan her vasıtalarıyla Türk milletini emperyalizme vasıta ittihaz ( 6 1 ) Atatürk, 7. 7 . 1 922, Söylev ve Demeçler, c. 2, s. 40. (62) Bugün kendi Kurtuluş Savaşlarını veren uluslara (örneğin Vietnam 'a) karşı ilgi duymamız, Atatürk'ün, direktiflerine uygun hareket etmektir. Vaktiy­ le bize yapılan haksızlıklar karşısında dünyanın yeteri kadar ilgi göstermeyişine karşı duyduğumuz isyanı, Mustafa Kemal Claude Farrere hakkındaki sözlerinde dile getirmek istemiştir: "Memleketimizde dünyanın bütün adaletsizlikleri üze­ rine tevcih edilirken, bu zulme karşı semalara yükselen ulvi bir ses, insani bir sa­ da işitiliyordu. O sadanın sahibi, Claude Farrere'dir. Efendiler, insanlar; ahlak­ larını, hislerini, temayüllerini, hatta fikirlerini tenmiye ve terbiyede, içinde ye­ tiştiği heyeti içtimaiyenin temayülatı umumiyesinden kurtulamazlar. Fakat bazı büyük hilkatlar vardır ki, onlar yalnız mensup oldukları heyeti içtimaiyeye kar­ şı kalplerini ve ruhlarını aynı halde tutarlar. İşte Mösyö Claude Farrere, bu bü­ yük insanlardan biridir. Türkiye halkı ile bu kadar kalbi alakalara malik olan bir zatın Türkiye'yi bugün yaşadığı elemli dakikalarında yakından ziyaret etmek is­ temesine zaten intizar olunurdu.' ' Atatürk, 1 8.4. 1 922, Söylev ve demeçler, c. 2, s. 34).

45


etmek istemelerine mani oluyoruz. Bu suretle bütün beşe­ riyete hizmet ettiğimize kaniiz" (63) Mustafa Kemal, sömürücü emperyalist devletlerin bü­ tün çabalarının uzun sürede boşa çıkacağını, sömürülen ge­ ri bırakılmış ulusların kendi doğal haklarını sonunda elde edeceklerini ve emperyalistleri yeneceklerini kesin bir öz­ deyişle dile getirmişti: "Müstevliler ve onların mütecaviz orduları, hiçbir va­ kit tazyikten geri kalmadı. Fakat bu tazyik ne kadar kuvvet­ li olursa olsun bu büyük fikir hareketine karşı duramayacak­ tır. İnsanlığa müteveccih fikir hareketi ergeç muvaffak ola­ caktır. Bütün mazlum milletler zalimleri bir gün mahv ve nabut edecektir. ... Bugün aralarında tecanüs bulunduğunu gördüğümüz devletler, mazlumları daha sıkı esaret zincirin­ de bulundurmak ve bu suretle onların emeklerinden ettik­ leri istifadelerle zevklerini tatmin eylemek için aralarında birçok muahedeler yapmışlardır. Fakat bu müahedeler, kıy­ meti olmayan birer kağıt parçasından başka bir şey değildir. Hakka tecavüzü tazammun eden kağıtların azimkar millet­ lerin üzerinde hiçbir tesiri olmayacaktır."(64) Ve Atatürk, daha 192 1 'de, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra gerçekleşecek bir oluşumu da, yıllarca önce haber vermişti: "Onlar istedikleri müzakeratı yapabilir. Fakat hiç şüp­ he etmemelidir ki, en nihayet mazlumların hakkını tanımak­ tan ibaret olan doğru yola gelmeye mecburdurlar." (65) (63) Atatürk, 20.6.1920 (tel.) Tamın - Telgraflar s. 339. (64) Atatürk, 3.1. 1 922, Söylev ve demeçler, c. 2, s. 29. (65) 30.12.1921, Söylev ve demeçler, c. 2, s. 26.

46


Büyük devlet adamı, dünyada sürekli barışın ancak bütün ulusların refahtan paylarını almalarına, yani kapita­ list devletlerin sömürme tutkusundan kurtulmalarına (ve­ ya bunu gemlemelerine) bağlı olduğunu da (Gladys Baker' e verdiği demeçte) 1 935 yılında şöyle belirtmişti: "Şuna da kaniim ki, eğer devamlı sulh isteniyorsa, kit­ lelerin vaziyetlerini iyileştirecek beynelmilel tedbirler alın­ malıdır. İnsanlığın heyet-i umumiyesinin refahı, açlık ve tazyikin yerine geçmelidir." (66) 1 9 1 8 'de Türkiye 'yi paylaşmak ve Türk halkını bağım­ sızlıktan yoksun hale getirmek isteyen kapitalist devletle­ rin, asıl amaçlarının Türkiye'yi "ekonomik bakımdan sö­ mürmek ve kendilerine bağlı hale getirmek" olduğunu, as­ keri ve siyasal bağımsızlığımıza daha önce razı oldukları halde ekonomik bağımsızlığınıza bir türlü razı olmak iste­ mediklerini, Atatürk Lozan Antlaşması görüşmelerinin ke­ silmesine ilişkin son derece ilginç açıklamalarla aydınlat­ maktadır. Bu konuda yukarıda aktardığımız sözlerde baş­ ka şöyle demiştir: "Filhakika mazide ve bilhassa Tanzimat Devri'nden sonra, ecnebi sermayesi memlekette müstesna bir mevkie malik oldu. Ve ilmi manasıyla denebilir ki, devlet ve hükü­ met ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Artık her medeni devlet gibi, mil!et gibi, ye­ ni Türkiye dahi buna muvafakat edemez. Burasını esir ül­ kesi yaptıramaz. Biz memleketimizi artık esir ülkesi yapamayız. Belki (66) Atatürk, 2 1 .6. 1 935, S. ve Demeçler, c 3 , s. 97 (2. bas. s. 99).

47


cümlemizin nazarı dikkatini celbetmiş olan Lausanne Kon­ feransı ' nın son müzakeresi bu nokta ile alakadardır. Aylar­ dan beri müzakereler ve münakaşalar cereyan ediyor. Fa� kat henüz muhataplarımız bizimle üç senelik, dört senelik bir hesabı görmüyorlar, üç yüz ve dört yüz senelik bir he­ sabı görmeye başlamışlardır. Ve hala muhataplarımız eski Osmanlı Devleti'nin tarihe inkılap ettiğini ve bugün yeni Türkiye Devleti'nin mevcut olduğunu ve bu Türkiye Dev­ leti 'ni kuran milletin çok azimkar ve celaletli bir millet ol­ duğunu ve bu milletin artık istiklali tanımından ve hakimi­ yeti milliyesinden zerre kadar fedakarlık yapamayacağını anlamamışlardır. . . Ancak bütün millet, bütün cihan bilsin ki, en nihayet ve en nihayet millet İstiklali tanımının temin edildiğini görmedikçe yürümeye başladığı yolda bir an du­ raklamayacaktır. Hiç kimseden fazla bir şey istemiyoruz. Dünyanın her medeni milletinin tabiaten malik olduğu şeylerden bizi mahrum etmemelidirler ve haklarımızı teslim etmelidirler. Çünkü hakkımız tabiidir, meşrudur, makuldür ve bize la­ zımdır. Biz bu haktan vazgeçmeyeceğiz ve ne kadar haklı isek, bu hakkımızı müdafaa ve muhafaza için de memleke­ timizin, milletimizin kabiliyet ve kudreti o kadardır. Efen­ diler, görülüyor ki, bu kadar kat'i ve yüksek bir zaferi as­ keriden sonra dahi bizi sulha kavuşmaktan men eden sebep, doğrudan doğruya iktisadi nedenlerdir. İktisadi mülahaza­ lardır. Çünkü bu devlet, bu millet ekonomik egemenliğini sağlarsa (hakimiyeti iktisadiyesini temin ederse) o kadar kuvvetli bir temel üzerine yerleşmiş ve yükselmeye başla­ mış olacaktır ki, artık bunu yerinden kımıldatmak mümkün 48


olmayacaktır. İşte düşmanlarımızın, hakiki düşmanlarımı­ zın bir türlü rıza göstermedikleri budur." (67) Başka bir konuşmasında da aynı konu üzerinde şöyle diyordu: " Konferansta gördüğümüz bütün har niyetlere ve sa­ mimiyetlere rağmen, muhataplarımız hala bizi imha etmek istemekte ve bize müstakil bir devlet muamelesi yapmamak zihniyetinden uzaklaşmadıklarını göstermektedirler. Hala bize bağımsızlığı bozan (muhilli istiklal olan) imtiyazları kabul ettirmek israrında bulunuyorlar. Bu ısrarda ileri gi­ denlerin İtalyanlar ve Fransızlar olduğunu hayretlerle gö­ rüyoruz. Nihayet Lausanne müzakereleri iktisadi mesele­ lerden dolayı inkıtaa uğramıştır. Bundan zerre kadar hay­ rete düşmemekliğiniz icap eder." (68) Aynı konuda 1 O gün önce de şöyle demişti: "Biliyorsunuz ki Lausanne 'da İtilafheyeti murahhasa­ sı aylardan beri devam eden mesaiden sonra bize bir sulh projesi vermişlerdir. Bu proje kapitülasyonlar hakkında ta­ şıdığı maddelerden ötürü milletimizce katiyen kabili kabul değildir. Kapitülasyonlar bir devleti behemehal munkariz eder. Osmanlı Devleti ile Hindistan Türk ve İslam impara­ torlukları bunun en büyük delilidir. Biz hukuku meşrua ve hayatiyemizi dünyayı medeniyet ve insaniyete tasdik ve teslim ettirmek için çalışıyoruz. Bunu tasdik ve teslim et­ tirmek için icap eden her türlü tedbirlere tevessülde tered­ düt göstermeyeceğiz." (69) (67) Atatürk İzmir iktisat Kongresi, Söylev ve Demeçler cilt 2. s. 1 1 0. ( 1 7.2. 1 923) (68) Atatürk, AkhisarTürkocağı, 5.2. 1 923, Söylev ve Demeçler, cilt 2, s. 92. (69) Atatürk, Balıkesir'de halkla konuşma 7.2. 1 923, Söylev ve Demeç­ ler, c. 2, s. 97.

49


Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı 'ndaki mücadele ama­ cının, özellikle ekonomik alanda bağımsızlığı elde etmek olduğunu ve bunun bizim için hayati önem taşıdığını, şu cümlelerle en kesin ve pek açık bir biçimde dile getirmiş­ tir: "Adana, senevi 35 milyonu, pamukla pekala temin edebilir. Yalnız bunun için bir şeye ihtiyaç vardır: İktisadi­ yatımızda istiklali tam. Güzel vatanımızı fakra, memleketi harabiye sürükle­ yen esbabı muhtelife içinde en kuvvetli ve en ehemmiyet­ lisi iktisadiyatımızda istiklalden mahrumiyetimizdir. Şa­ yanı şükr ve mahmedettir ki, bu istiklali bugün fi 'len istih­ sal etmiş bir mevkide bulunuyoruz. Ancak fi 'len sahip ol­ duğumuz bu istiklali düşmanlarımıza şeklen ve resmen de tasdik ettirmek lazım edendir. Devletin ve milletin son he­ defi işte bu noktayı temine matuftur. Kuvvetle ümit ediyo­ ruz ki, bu noktayı teminde muvaffakiyet hasıl oıacaktır. Bu nokta o kadar hayatidir ki, onu behemehal elde edece­ ğiz." (70) Atatürk büyük devletlerin, görünüşte bağımsızlığımı­ za müsaade ederek, bizi nasıl ekonomik tutsaklığa mahkı1m ettiklerini ve yöneticilerimizin de nasıl bunu görmemek veya buna önem vermemek gafilliği içinde olduklarını, şu son derece içten sözlerle açıklamıştı: "Devletler şimdiye kadar bize şu ve bu meselede ala­ yişli müsaadelerde bulunuyorlar gibi görünüyorlar. Lakin iktisadi cesaretle bizi felce uğratıyorlardı. Öteden beri bi(70)Atatürk, Adana 1 5.3. 1 923, Söylev ve Demeçler, c.2, s. I 1 9.

50


ze bazı şeyler vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi vaziyet alırlar, hakikatte iktisatta elimizi kolumuzu bağlarlardı. Bu esarete katlanan rical memnundu. Çünkü za­ hiren azametli bir istiklal temin etmişlerdi. Fakat gerçekte milleti manen miskinlik çukuruna (hufrei meskenete) at­ mışlardı. Bunlar iktisadi mahkumiyeti idrak etmemiş bed­ baht hayvanlardı. Fakat artık bugün milletimiz, hayat nok­ tasının nerede olduğunu pek güzel anlamıştır. . . Şimdiye kadar büyük muzafferiyetler kazandık. O zaferleri hayat için, saadet için, milletin refahı için kafi sandık; bu suret­ le gafletten gaflete düştük. Halbuki zafer ve fütuhattan son­ ra derhal zanaat ve iktisadiyat alanında hızlı adımlarla yü­ rümek lazımdı." (7 1 ) Atatürk, ekonomik hayatta egemen olmadıkça, top­ rakların elimizde bulunduruluşunu ona gerçekten sahip ol­ ma saymamıştır. Ekonomik yaşamımıza egemen olursak, ancak o zaman topraklarımızın gerçek sahibi haline gele­ bileceğimizi şöyle belirtmiştir: "Memleketimize sahip olabilmek için çektiğiniz elem­ ler, azaplar, mahrumiyetler büyük olmuştur. Hepimiz arzu edelim ki acı günler tekerrür etmesin, muharebe meydan­ larında kıymetli evlatlarımızın süngü ve silahlarının muzaf­ feriyeti kafi değildir. Hakiki refah ve saadete malik olabil­ mek için, asıl bundan sonra çalışmak lazımdır. Sizin için zafer ve terakki sahası iktisadiyatta, ticarettedir. Çok çalış­ maya mecbursunuz. Aksi takdirde memleketin sahibi ha(7 1 ) Atatürk, Adana 1 5.3. 1 923, Söylev ve Demeçler, c.2, s.I 1 9- 1 20.

51


kikisi olduğunuzu söyleseniz bile, kimseyi inandıramazsı­ nız. Bu memleketin hakiki sahibi olunuz."(72) Atatürk, Tarsus 'ta çiftçilerle yaptığı konuşmada da şöyle diyordu: "Bizi (iktisadi hayatımızı geliştirme, böylece refaha u.­ laşma) amacına varmaktan alıkoyan iki kuvvet vardır: Bi­ ri dış düşmanlardır. Bunlar bizi, bir sömürge haline koymak için ilerlememizi istemeyenlerdir. Fakat bizim için bunlar­ dan daha zararlı daha öldürücü bir sınıf daha vardır: O da içimizden çıkması muhtemel olan hainlerdir."(73) Atatürk, Batılı kapitalist devletlerin, arazi işgali pren­ siplerinden vazgeçmek üzere olduklarım, ekonomik çö­ zümlere daha büyük önem verdiklerini, Uzak Doğu'da uy­ gulamaya başladıkları bu politikayı Yakın Doğu'da da uy­ gulama yoluna gideceklerini, daha 1 992'de saptamış ve i­ lan etmişti.(74) Atatürk, Adana esnafıyla yaptığı konuşmada, yabancı devletlerin Türk ekonomik hayatına egemen oluşuna karşı şöyle isyan ediyordu: "Eskiden Adana'yı kaplayan yabancı ulustan gelme kimseler, zanaat ocaklarımızı ele geçirmişlerdi. Bu ülkenin öz sahibi kendileri imiş gibi davranıyorlardı. Haksızlığın, (72) Atatürk, Mersin 1 7.3. 1 923, Söylev ve Demeçler, c.2, s. 1 29. (73) Atatürk, 1 8.3. 1 923, Söylev ve Demeçler, c.2, s. 1 32. (74) Örneğin, TBMM'nin üçüncü toplanma yılını açarken, Çin konusun­ da verdiği açıklama bu yöndedir: "Çin' de bilcümle devletlerin serbesti-i ticare­ tinin ilanı dikkate şayan bir nokta teşkil eder. Bununla Avrupa devletlerinin ak­ sa-yi şarkta şimdiye kadar takip ettikleri mıntıka-i nüfuz ve istiliiyi-arazi siyaset­ lerinden feragat eyledikleri anlaşılıyor. Şark-ı karipte dahi aynı siyaseti takibe karar vermekten daha doğru bir yol olamaz.'' (Atatürk, 1 922, Söylev ve Demeç­ ler, c. 1 , s. 238-239)

52


densizliğin bundan büyüğü olamazdı. Öylelerinin bu verim­ li ülkede hiç hakkı yoktur. Ülkemiz, sizindir. Türklerin­ dir." (75) Gerçek zafer ekonomik zaferdir:

Gazi Mustafa Kemal, büyük zaferin yıl dönümünde, ekonomik alanda zaferler elde etmedikçe, bağımsızlığımı­ zı koruyamayacağımızı, ana davanın ekonomik alandaki ba­ şarı ve bağımsızlıkta düğümlendiğini şöyle belirtmişti: " Ulusumuz, burada kazanıp kutladığımız zaferden da­ ha önemli bir ödev peşindedir. O ödevin yerine gelmesi, o zaferin de kazanılması, ulusumuzun ekonomi alanındaki başarılarıyla sağlanmış olacaktır. Bilirsiniz ki, ekonomik bakımdan çelimsiz bir varlık yoksulluktan kurtulamaz. Güçlü bir uygarlığa, gerçek genliğe ve mutluluğa kavuşa­ maz. Toplumsal ve siyasal yıkımlardan yakasını kurtara­ maz. Ülkenin yönetimindeki başarı da, ekonomi alanında­ ki olanaklarla orantılı olur. Hiçbir uygar devlet yoktur ki ordusundan ve donanmasından önce ekonomisini düşün­ müş ve düzeltmiş olmasın. Yurdun ve bağımsızlığın korun­ ması için varlığı baş koşul olan bütün gereçler ve araçlar ekonomi alanındaki gelişmeler ve olanaklar aracılığı ile oluşur, olgunlaşır. Ulusumuzdaki güçlü karakter, sarsılmaz istem, ateşli milliyetçilik (millet severlik), ekonomik başa­ rılardan doğup çoğalacak verilerle de layık olduğu derece­ de güçlendirilmelidir. Bu yüzyılın savaşında, ulusumuzu ba(75) 1 6.3. 1 923, Bugünün Diliyle Atatürk'ün Söylevleri, s . 1 09, aslı: Söylev ve Demeçler, c.2, s. 1 26.

53


şarıya ulaştıracak bir ekonomik yaşam sağlamayı amaç edi­ nen genel öğretim ve eğitim yöntemlerimiz, her gün daha çok pekleşecek ve kuşkusuz başarıya ulaşacaktır."(76 ' 77) Ekonomik yaşamın olağanüstü önemine, daha 1 92 1 'lerde tekrar tekrar değinmiştir: "Bu savaşmanın önemini kavramış olan ulusumuz, ül­ kenin bütün gereçlerini kendi emeğiyle sağlayabilecek du­ ruma yönelmiştir. Ekonomi işlerinin daha gerektiğince kav­ ranamadığı bir sırada yüce meclisimiz ekonomik kaynak­ lara ulus adına el koymak uyanıklığını göstermiştir. Mütarekenin ardı sıra yabancılar gelir kaynaklarımıza büsbütün el koymaya giriştiler. İstanbul 'daki hükmedici du­ rumlardan faydalanarak maden aramaları için gereken izin kağıtlarını Türklerden kimseye verdirmez oldular. Biz ül­ kenin bütün zenginlik kaynaklarını ulus adına elimize ge­ çirebilmek için . . . " (78) Atatürk ekonomik hayatın toplumdaki bütün öteki alanlara egemen olacağını, ekonomi ile askerliğin çatışma­ sı halinde ekonominin galip çıkacağını, en kesin bir dille belirtebilmiş bir askerdi: "Dünyada fütuhatın iki vasıtası vardır. Biri kılıç, diğe­ ri sapan. Zaferinin vasıtası yalnız kılıçtan ibaret kalan bir millet, bir gün girdiği yerden kovulur, terzil edilir, sefil ve (76) Atatürk, Dumlupınar, 30.8. 1 924, Bugünün Diliyle Atatürk, s. 1 39, as­ lı: Söylev ve Demeçler, c.2, s. 1 8 1 - 1 82. (77) Ekonomik kalkınmanın bağımsızlığımız bakımından ne derece öne­ mi olduğuna, Atatürk Kurtuluş Savaşımızdan yıllarca sonra da en kesin biçimde değinmiştir: "Ekonomik kalkınma: Türkiye'ııin hür, müstakil, daima daha kuv­ vetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin, bel kemiğidir." (Atatürk, TBMM, 1 . 1 1 . l 937, Söylev ve demeçler. c. 1 , s.398).ve Demeçler. c.2, s. 1 26. (78) Atatürk, 1 .3. 1 92 1 , TBMM, Bııgüııüıı Diliyle Atatürk, s.7

54


perişan olur. Öyle milletlerin sefaleti, perişaniyeti o kadar azim ve elim olur ki, kendi memleketinde bile mahkum ve esir bir halde kalabilir. Onun için hakiki fütuhat yalnız kı­ lıçla değil, sapanla yapılandır. Milletleri vatandaşlarından takarrür ettirmenin, millete istikrar vermenin vasıtası sapan, kılıç gibi değildir. O kullanıldıkça kuvvetlenir. Kılıç kulla­ nan kol çok geçmeden yorulduğu halde, sapanını kullanan kol zaman geçtikçe toprağın daha çok sahibi olur. Kılıç ve sapan bu iki fatihten birincisi, ikincisine daima mağlup ol­ du. Tarihin bütün vak'aları ve hadiseleri, hayatın bütün mü­ şahedeleri bunu teyid ediyor."(79) Ekonominin, toplum yaşamımızda, silahtan (askerlik­ ten) daha önemli olduğuna, Atatürk kadar ısrarla değinen devlet adamı az olmuştur. Düzinelerle konuşmasından iki tanesi daha: "Bundan sonra pek mühim zaferlere kavuşacağız. Fa­ kat bu zafer süngü zaferleri değil, iktisat, ilim ve irfan za­ ferleri olacaktır. Ordumuzun şimdiye kadar istihsal ettiği muzafferiyetler, memleketimizi halası hakkiye sevketmiş sayılamaz. Bu zaferler ancak müstakbel zaferimiz için kıy­ metli bir zemin hazırlamıştır. Muzafferiyatı askeriyemizle mağrur olmayalım. Yeni ilim ve iktisat zaferlerine hazırla­ nalım." (79a) "Yeni Türkiye devleti temellerini süngü ile değil, sün­ günün dahi istinat ettiği iktisadiyatla kuracaktır. Yeni Tür­ kiye devleti cihangir bir devlet olmayacaktır. ( 79)Atatürk. Adana çi fıc i l eny le yaptığı konuşma. i 6.3. l G23. Söylev ı e De­ · meçler. c 2. -,. 1 1 6- 1 i 7 . ( 7G a ı Atatürk. lz:nit. i 6. 1 . l 023 _ Söy !ev \ e Demeçler. c.2. , . 5 6 - ' 7 .

55


Fakat yeni Türkiye devleti bir devleti iktisadiye olacak­ tır. Bu devleti en kuvvetli temeller üzerinde çok az zaman­ da kurmak hususunda Japonlar'dan az müstait olmadığını bilfiil ispat edecektir." (79b) Ekonomik yaşamda elde edilemeyen başarının, hiçbir alanda elde edilememiş sayılacağını, başka bir konuşma­ sında şöyle anlatıyor: "Hakiki zafer, muharebe meydanlarında muvaffak ol­ mak değil, asıl zafer muvaffakiyetlerin menbalarını kuvvet­ lendirmek, milleti yükseltmektir. Memleketimiz baştan ni­ hayete kadar hazinelerle doludur. Biz o hazineler üstünde aç kalmış insanlar gibiyiz. Hepimiz bütün bu hazineleri meydana çıkarmak ve servet ve refahımızın kaynaklarını bulmak vazifesiyle mükellefiz." (80). Atatürk, Adana esnafıyla yaptığı konuşmada da, ya­ bancı devletler karşısında ayakta durabilmek için, sanayi­ leşmek, onlarla boy ölçüşebilecek duruma gelmek zorun­ luğunda olduğumuza şöyle değiniyordu: "Babalarımız, babalarımızın babaları sanatla, millete hayat ve saadet verecek sahalarla lüzumu kadar iştigal et­ tirilmemiş, kendi evlerini ve kendi işlerini bırakmışlar; ya­ bancıların bekçiliğini yapmışlar. Halbuki bizi mahvetmek isteyenler sanatın her şubesinde terakki etmişlerdir. Bu­ günkü tezgahla Amerika ve Avrupa'ya karşı mücadelenin (79b) Atatürk, Akşehir, 25/26. 1 . 1923, Söylev ve Demeçler, c.2, s. 72. (80) Atatürk, Adana Türkocağı, 1 5 . 3 . 1 923, Söylev ve Demeçler, cilt 2, s. 1 14.

56


nasibi mağlubiyettir. Kendi derecemizi bilelim. İnsaflı ola­ lım. Neyi öğrenmek lazımsa onu öğrenelim." (8 1 ). Atatürk, Osmanlı Devleti'nin bir takım anlaşmalar so­ nucu ekonomik, mali, adli, idari ve başka alanlarda yaban­ cılara tanıdığı ayrıcalıkların, onun felaketini hazırladığın­ dan özellikle yakınmıştır: Bilirsiniz ki yeni Türk Devleti 'nden önceki Osmanlı Devleti "Eski Antlaşmalar" adı altında birtakım ayrıcalık haklarının tutsağı idi. Hıristiyan halkın birçok ayrıcalıkla­ rı ve yeğlenme hakları vardı. Osmanlı Devleti 'nin, Osman­ lı ülkesinde bulunan yabancıları yargılama hakkı yoktu; kendi uyruklarından aldığı vergiyi yabancılardan alması yasaktı; devletin varlığını kemiren ve kendi sınırları içinde bulunan topluluklara karşı tedbirler alması yasak ediliyor­ du." (82-83). Bir ulusun ekonomik yaşamı yola konmadıkça, sana­ yileşmesi belli bir düzeye ulaştırılmadıkça, ulusal güvenli(81) Atatürk, Adana 16.3.1923, Söylev ve Demeçler, c. 2, s. 1 28. (82) Söylev s. 432, Nutuk s. 702. (83) Mustafa Kemal, bağımsızlığımızın, yabancılara tanınacak ayrıcalık­ lar ve bazı özel haklar ve olanaklar sonucu ortadan kalkacağı görüşüne öylesine inamnış bir devlet adamıydı ki, daha 1 9 19'da Sıvas Kongresi sırasında bile al­ dırdığı kararı bizzat Babıali 'ye kabul ettirerek, Müslüman olmayan Osmanlı uy­ ruklularına bile harhangi bir ayrıcalık tanınmasının, bağımsızlığımızı temelden sarsacağı görüşü üzerinde inatla durmuştur. Müslüman olmayan uyruklara böy­ le haklar tanımamak, yabancılara da tanımamayı gerektirir. Şimdi onu dinleye­ lim: ' '2- Bildirinin dördüncü maddesinde Müslüman olmayan halka, siyasi ege­ menliğimizi ve toplumsal dengemizi bozacak nitelikte ayrıcalıklar verilmesinin kabul edilemeyeceğini belirten kısım, önemle görüşüldü. Bu kaydın, bağımsız­ lığımızı gerçekten sağlamak için, elde edilmesi zorunlu bir istek niteliğinde sa­ yılması ve bundan yapılacak en ufak bir kısıntının bağımsızlığımızı kökten sar­ sacağı ortaya konuldu. Bu dördüncü maddede söz konusu olan, Hıristiyan halka çok ayrıcalıklar vermemek ilkesi, gerçekleştirmemiz gerekli bir amaç olarak ka­ bul edilmiştir. " (Söylev, s. 1 67, Nutuk, s. 244-245).

57


ğin bile sağlanamayacağını Atatürk bir çok vesile ile dile getirmiştir. " Hepimiz için asıl olan, milletin vatanını, hayatını ve selametini sağlamaktır. Yollarımızın ve şimendiferlerimi­ zin, ekonomik durumumuzun düzeltilmesi ve canlandırıl­ ması ve ulusumuzun aydınlatılması oranında elbette, ulu­ sal savunmamız kolaylık kazanır." (84). Yabancı şirketlerin ve tüccarın milli servetin bir kıs­ mını (karı) alıp götürmesinin bizi fakirleştirişi üzerinde de şöyle durmuştu: " Eğer tüccarlar bizden olmazsa, milli servetin ehem­ miyetli bir kısmı şimdiye kadar olduğu gibi yine ağyarda kalacaktır. Onun için milli ticaretimizi yükseltmeye mec­ bursunuz." (85). Bağımsızlık savaşımızı verenler, yabancı sermayenin ancak ve ancak bağımsızlığımıza hiçbir zararı dokunma­ yacak koşullar altında gelmesi halinde ona razı olabilecek­ lerini özellikle belirtmişlerdir: "Bildirinin yedinci maddesine göre bağımsızlığımız tam korunmak koşuluyla, teknik, sınai ve ekonomik ihti­ yaçlarımızın nasıl sağlanacağı tartışıldı. Yurdumuza pek çok sermaye dökecek biri bulunursa bunun maliye işleri­ miz üzerinde isteyebileceği denetleme hakkının kapsamı kestirilemeyeceğinden, bu konunun, bağımsızlığımızı ve gerçek ulusal çıkarbnrnızı zarara sokmayacak yolda, uz­ man !arca iyiden iyiye düşünülerek sınırlandırılıp saptanma-

(84) Atatürk. İzmir. 22.2. 1 924. Söyiev ve Demeçkr, c. 2. s. 1 68. ' X ) ; Atatürk, Tarsu.-: . i S . .� . " '-12 ! . Söylev \ e DcnıecicL c . 2 � . 1 32.


sından sonra Millet Meclisi 'nce uygun görülecek şeklin kabulü görüşüldü." ( 86) . Aynı görüşler, bir çok konuşmada tekrarlanmıştır: " Bu saydığım teşebbüsatı iktisadiye ve sınaiye içinde bahsettiğim şirketlerin, istiklal ve hakimiyeti milliyemize hürmetkar milletlerin, emniyetle hükümetimizle temas ey­ lemleri ve kanunlarımız dairesinde anlaşmaları ile faaliye­ te geçebileceklerini söylemeye hacet yoktur." (87). Bundan ötürüdür ki, İstiklal Savaşı 'nın en kötü günle­ rinde bile, Dışişleri Bakanımızın (Bekir Sami Bey'in) İtal­ ya ve Fransa ile yaptığı anlaşmalar, ekonomik alanda bu devletlere bazı ayrıcalıklar tanıdığı için Atatürkçe redde­ dilmiştir. (88). Atatürk, milli sanayiin, milli savunmamız bakımından taşıdığı öneme de, daha Kurtuluş Savaşı yıllarında en ke­ sin dille değinmiş ve bu konuda değerini hiçbir zaman kay­ betmeyecek hedefi göstermiştir. Osmanlı Devleti'nin, ön­ celeri bütün askeri ihtiyaçlarını kendi toplumundan karşı­ larken, sonraları mıhından nalına kadar dışarıdan almaya muhtaç hale gelmesini yermiş ve artık ordumuzun bütün ihtiyaçlarını kendi adamlarımız tarafından ve kendi toprak­ larımızda "kimseye muhtaç olmaksızın" karşılayabilme­ nin, ne derece önemli olduğunu şu sözlerle belirtmişti : Osmanlı Devleti'nin başarılı yıllarında "millet bu sa(86) Söylev s. 1 67, Tasviri Efl<iir 'a verdiği demeçte de (24.-25. 1 O. 1 9 1 9) ''hariçten gelecek sermayeye ancak ' istiklalimize nihayet verecek bir vesayet tar­ zı ' biçiminde olmamak şartıyla razı olabileceğini" belirtmiştir. Bak: Söylev ve Demeçler, c . 3, s. 1 0. (87) Atatürk. İ zmit. 1 6. 1 :1 923 Söylev ve Demeçler, c. 2, s. 57. ( 8 8 ) Bak.: Söylev s. 407.

59


natın (yani ordu sanatının) bütün icaplarını, hayat ve işle­ rinin icapları teliikki ederek tabii bir surette icra ederdi. De­ nebilir ki, milletin içtimai heyeti, ordu heyeti halinde idi. Şüphe edilmez ki, bu ordunun bu heyetin efradı eliy­ le, efradı emeği ile yapılırdı. Elbette ecnebi fabrikalarına, ecnebi sanatkarlarına sipariş edilemezdi. Fakat Osmanlı Türkleri, İstanbul'u, Rumeli'yi fethettikten sonra, hayatla­ rının içtimai ihtiyacat levazımını bizzat temin ile iştigalden kendilerinin müstağni olduklarını kabul ettiler. Bu hususu, içli, dışlı temasa geldikleri ecnebi unsurların menfaatleri­ ne terk ettiler. İşte bu zihniyetin hakimiyeti şahane ve şamilesidir ki, binnetice Osmanlı ordusunu ve milletini iğneden ipliğe ka­ dar, naldan mıha kadar her türlü ihtiyacatını teminden ca­ hil ve aciz bıraktı. ihtiyacatının temini için milleti harac­ güzar kıldığı, bu zihniyetle, sanatın lüzumu, sanatkarlığın ehemmiyet ve şerefi elbette takdir olunamazdı. Memleketimizin bereketli topraklarından, namütena­ hi (sonsuz) faziletlerinden ve zengin kaynaklarından kim­ seye muhtaç olmaksızın hakkıyla istifade edebilmek için ve binaenaleyh milletimizi mes'ut ve müreffeh, ordumuzu ta­ mamen ihtiyaçtan müstağni ve kavi yaşatabilmek için, sa­ nat elzemdir."(89) Ekonominin dış ilişkilerdeki önemine de, daha 1 923 'lerde şöyle değiniyordu: "Dünyanın bugünkü siyasal ilişkileri, hemen ekonomik ilişkilere dayandığından, biz de dış ekonomimize özel bir önem veriyoruz." (90). (89) Atatürk, Söylev ve Demeçler, cilt 2, s. 32. (90) Atatürk, 1 .3. 1 923, TBMM, Söylev ve Demeçler c. 1 , s. 302.

60


Atatürk'ün Türk milletine ve devletine çizdiği hedef, "çağdaş uygarlık" ve bunu sağladığı oranda "Batılılık"tır. Atatürk Batı'nın olumlu yönlerine karşı büyük yakınlık ve ilgi gösterirken, Batı'nın Türk toplumu için zararlı olan ni­ teliklerine karşı da şiddetle ve cesaretle dikilmiştir. Daha 1 922 yılında, savaşmakta olduğu Batı aleminin, bilim, sanat ve kültürüne, az devlet adamının gösterdiği bir cesaret ve soğukkanlılıkla kucağını açmıştı. Fakat Batı'nın siyasal emperyalizmine karşı nasıl amansız bir savaş vererek onu yendiyse, Batı 'nın ekonomik emperyalizmine (sömürücülüğüne) karşı da, aynı savaşı vermiş ve galip gelmiştir. Türkiye'de ekonomik kapitülas­ yonların bütün izlerini ve tohumlarını söküp atan odur. Bu­ gün bu alanda yeni birçok ısırgan otları türemişse, bunlar Atatürk'ten sonra atılan geri adımların ve yeni tohumların ürünüdür. Mali bağımsızlık, dış borçlanmalar ve Atatürk:

Mustafa Kemal, Osmanlı Devleti'nin durmadan borç­ lanmasının yabancılar eline geçmesinin onu nasıl iflasa sü­ rüklediğini, özellikle ve her fırsatta hatırlatmıştı. Örneğin: "Osmanlı hükümdarları ve yakınları parıltılı büyük gösterişler içinde yaşayabilmek için ülkenin ve ulusun bü­ tün kaynaklarını kuruttuktan başka, ulusun her türlü geli­ rini karşılık göstererek ve devletin onurunu, şerefini ayak­ lar altına alarak birçok borçlara girmişlerdi. O denli çok borçlanmışlardı ki, deviet bu borçların üremlerini bile öde61


yemeyecek duruma gelmiş, dünya gözünde iflas etmiş sa­ yılmıştı." (9 1 ) Yabancılara borçlanmamız ve mali bakımdan bağımlı hale gelişimiz konusunda, örneğin, şöyle diyordu: " Osmanlı fatihleri, hakanları, istilacıları, sürükledik­ leri ulusla birlikte sapanın önünde, yenilip gerilemeye baş­ ladıktan sonra, asıl yıkımların büyüğü baş gösterdi. Sade­ ce bir 'şahane' bağış olarak yabancılara ve ülke içindeki Hı­ ristiyan uyruklara verilen haklar, sanki devleti zorlayarak, alın teri harcayarak alınan haklar sayıldı. Yabancılar, yal­ nız bu hakları koruyup kullanmakla kalmadılar, belki her gün onları biraz daha genişletip yaymak için yollar aradı­ lar ve buldular. İçerdeki uyruklarsa koruyup durdukları iç kuruluşlarına dayanarak, dışarıdaki dindaş devletlerin yüz verip kışkırtmalarına uyarak; öz Türkleri yok edecek bir si­ yasal varlık kazanmaya çalışmaktan geri durmadılar. Ya­ bancılar hem bunları kışkırtıyorlar, hem bizim iç işlerimi­ ze el atıyorlar ve her karışmada bir yeni ayrıcalık koparma­ dan ellerini çekmiyorlardı. Bunlar olup dururken, çoktan yoksul düşmüş ulus; devletin istediği vergiyi veremez, bi­ riktiremez hale geliyordu. Halbuki başı taçlılar, saraylılar, Babıiilililer, ne yapıp yapıp gösterişlerini, harcayışlarını sürdürebilmek için gereken parayı elde etmek yolunda hiç­ bir davranıştan çekinmiyorlardı. Bu yüzden borçlanmalar oldu. O kadar borçlandılar ki, o kadar elverişsiz koşullar içinde borç aldılar ki bunların faizlerini bile ödeyemez ol­ dular. En sonunda, bir gün geldi, Osmanlı Devleti'nin sıfı(9 1 ) Söylev, s.482-483, Nutuk, s.702.

62


rı tükettiğine hükmettiler. Akçalı işlerini denetlemeye gi­ riştiler; böylece başımıza 'Düyun-u Umumiye' denilen be­ la çökmüş oldu."(92) Atatürk, Osmanlı Devleti'nin dış borçlanmalarla ma­ li bağımsızlığını nasıl kaybettiğini ve Düyun-u Umumiye faciasını pek iyi bildiği için, mütevazı ve zenginlikten uzak da olsa, kendi yağımızla kavrulma ilkesini benimsemiş, ge­ lecekte de borçlanmamayı geleceğin kuşaklarına öğütlemiş­ ti: "Her şeyden evvel hayat ve istiklalimizi teminden iba­ ret olan gaye-yi milliyemize vusulden başka bir şey düşü­ nemeyiz. Binaenaleyh, bizce haiz-i ehemmiyet olan nokta kudret-i maliyemizin bunu kafil olmayacağıdır. 1 920 ve 1 92 1 senelerinin fiili tecaribine ve müspet hesabatına ve bu­ günkü ahvali dahiliye ve iktisadiyemizin bu geçen iki se­ neye nispeten, kıyas kabul etmez derecede iyi bir halde bu­ lunmasından hasıl olan kati ümitlere istinaden arzedebili­ rim ki memleketimizin menabii varidatı, dava-yı millimi­ zin emniyetle istihsalini kafildir. Kuvve-i maliyemiz bugü­ ne kadar olduğu gibi, hariçten istikraz yapmaksızın dahi, fakirane olmakla beraber, memleketi idare ve gayesine isal edecektir. Maamafih, ben yalnız bugün için değil bilhassa ati için, hayat-ı devlet ve refah-ı memleket noktasından hal ve istiklal-i maliyemize çok ehemmiyet verdiğim için . . . "(93) Yabancı devletlere şu veya bu biçimde el açmadan ken(92) Atatürk, İzmir İktisat Kongresi, açış söylevi, 1 7.2. 1 923, Bugünün Di­ liyle Atatürk, s. 1 02- 1 03, aslı: Söylev ve Demeçler, c.2, s. 1 03- 1 04. (93) Atatürk, 1 .3 . 1 922, TBMM, Söylev ve Demeçler, c. 1 , s.228.

63


di gücümüz ve yağımızla geçinme esasının gerçekleştiril­ mesine Atatürk çok önem veriyordu: "Bu ülkenin halkı üzerinde kimsenin egemenlik kur­ maya hakkı yoktur, ama bu ülkeyi başkalarına el açmadan geçindirmek ve yaşatmak da size düşen bir ödevdir."(94) Atatürk, mali bağımsızlığın önemine ve dış borçların tehlikesine dokunmakla yetinmemiş, mali bağımsızlığın tam bağımsızlığımızın en önemli öğesi olduğunu özellikle belirtmiştir: " Bugünkü mücahedatımızın gayesi İstiklal-i Tam'dır. İstiklaliyetin tamamiyeti ise ancak istiklal-i mali ile müm­ kündür. Bir devletin maliyesi istiklalden mahrum olunca, o devletin bütün şuabat-ı hayatiyesinde istiklal meflfıçtur. Çünkü her uzv-u devlet ancak kuvve-i maliye ile yaşar. İs­ tiklal-i malinin mahfuziyeti için şart-ı evvel, bütçenin bün­ ye-i iktisadiye ile mütenasip ve mütevazin olmasıdır. Bina­ enaleyh; bünye-i devleti yaşatmak için harice müracaat et­ meksizin memleketin menabi-i varidatiyle temin-i idare, ça­ re ve tedbirlerini bulmak lazım ve mümkündür." (95) Atatürk, dışarıya muhtaç olmadan kendi kaynakları­ mızla gereksinmelerimizi karşılamak prensibini yeri geldik­ çe tekrar tekrar belirtmiştir: "Azami tasarruf, milli şiarımız olmalıdır. Binaenaleyh; usul-Ü malimiz, halkı tazyik ve izrar etmekten içtinap ile beraber mümkün olduğu kadar harice arz-ı ihtiyaç ve ifti(94) Atatürk, Adana esnafıyla yaptığı konuşma, 1 6.3. 1 923, Bugünün Di­ liyle Atatürk'ün Söylevleri, s . 1 09, aslı: Söylev ve Demeçleri, c.2, s. 1 26. (95) Atatürk, 1 .3 . 1 922, TBMM, Söylev ve Demeçler, c. l, s.228, 229.

64


kar etmeden varidat-ı kafiye temin etmek esasına müste­ nittir."(96) Mustafa Kemal, gerçekçi bir devlet adamı olarak, ge­ ri kalmış bir toplumun dış borçlanmadan tamamen vazge­ çemeyeceğini de bildiğinden ötürüdür ki, zorunluk halin­ de ancak üretim amacı ile ve mali bağımsızlığımızı zede­ lemeyecek koşullar altında, böyle bir yola gidilmesini ka­ bul etmiştir."(97) Atatürk'ün dış borçlara ve onların faizlerinin bizi ne derecede ezdiğine ilişkin cümlelerini gözden geçirdikten sonra, Milli Birlik Komitesi üyesi Tabii Senatör Haydar Tunçkanat'ın şu cümlelerini hatırlamamak güçtür: "Amerikan yardımının bize neye ve kaça mal olduğu­ nu kimse bilmez, hesaplamak da istemez. Konsorsiyomun dış ticaret açığımızı kapatmak için her şeye burnunu sok­ masına kimse aldırmaz. Bizim dış yardıma bağlı olmadan da kalkınmamızın mümkün olduğwıa bir kısım idareciler ve hükümet inanmaz. Borç faiz ve taksitlerinin ihracatımı­ zın üçte ikisini götürdüğünü bile bile yeni borçlanmalara girilecek kalkınmadan bahsedilir ve sömürücü yabancı ser­ maye için methiyeler düzenle_nir." (98) (96) Atatürk, 1 .3 . 1 922, TBMM, Söylev ve Demeçler, c. 1 , s.229. (97) "Mazinin ve düşmanlarının memleket ve milletimizi bütün dünyayı medeniyetle birlikte terakkiye yürütmekten menetmiş olan zincirleri, bugün bi­ zi, az zamanda fevkalade teşebbüsat ve icraatta bulunmaya icbar ediyor. Ancak bu mecburiyetin tatmini ve zayiatın telafisi bugünkü kudret-i maliyemizin fev­ kindedir. Bundan dolayı hükümetimizin her medeni dev Jet gibi harici istikrazlar akdetmesine lüzum vardır. Şu var ki, istikraz olunan ecnebi paralarını şimdiye kadar Babıali 'nin yaptığı tarzda, ödemeye mecbur değilmişiz gibi, maksatsız is­ raf ve istihlak ile ban düyunumuzu artırarak istikliil-i malimizi maruzu tehlike etmeye katiyen muarızız. Biz mcmlekett.e . nıamuriyeti, istihsiili ve rcfah-ı halkı temin edecek. menabi-i varidatımızı inkişaf ettirerek müsmir istikrazlara taraf­ tarız . ' ' (Atatürk, l . 3 . 1 992, TBMM, Söylev ve Demeçler, c . 1 . s. 229) (98) Tunçkanat, s. 1 1 - 1 2.

65


"Biraz bağımlılık" bağımsızlıkla bağdaşmaz:

Bazı siyaset ve devlet adanılan, iyiniyet sahibi olsalar (yani satılık olmasalar ve memleketin yararını düşünseler) bile, yeter cesaretle, ulusa ve kendilerine karşı güven duy­ gusuna sahip olmadıklarından, zorluklar arttıkça (gerek memleketin içindeki savaş, gerek dünyanın içindeki buna­ lım şiddetlendikçe ve uzadıkça) tam bağımsızlık yerine, bir miktarı kaybolan (zedelenmiş olan) bağımsızlığa razı ol­ maya ve halkı da ona razı etmeye çalışırlar. Nitekim Milli Kurtuluş Savaşı sırasında Rauf, Bekir Sami ve Kara Vasıf Beyler, bunu tekrar tekrar denemişlerdir. Daha Sıvas Kong­ resi sırasında Amerikan mandası fikrini savunan bu kişi­ ler, sonralan ellerine fırsat geçince, yine bu yolda girişim­ lerde bulunmaktan çekinmemişlerdi: " Siyaset ve askerlik bakımından bizim tutumumuz belli olmuştu: Tam bağım­ sızlık sağlanıncaya değin düşmanlarla vuruşmak ve anlan yeneceğimize olan kesin inançla savaşı sürdürmek. . . İşte, Rauf Bey, Kara Vasıf Bey demek istiyorlardı ki: 'ne olursa olsun' savaşı sürdürmekle sonuç alınabilir mi? Alınamaya­ cağı da düşünülerek daha şimdiden başka tedbirler ve yol­ lar . "(99) aranmalıdır. "Atatürk ve dışa bağımlı devlet adanılan" başlığı al­ tında belirteceğimiz üzere, tam bağımsızlığı korumada en önemli sorun, bir toplumun yöneticilerini seçme sorunudur. Kaderi, "dıştan beslenen" ya da "milletin kendi bacakları üzerinde durması ve yürümesi gibi zor bir ilkeyi benimse.

.

(99) Atatürk, Söylev, s.435-436, aslı: Nutuk, s.63 1 -632.

66


yemeyecek kadar zayıf ruhlu siyaset adanılan "nın eline geçen bir ulus ve toplum, bağımsızlığını koruma veya ge­ ri almada dış düşmandan çok iç düşmanın hile ve direnme­ leri ile uğraşmak zorunluğunda kalır. Kurtuluş Savaşı sırasında, Amerikan mandasını savu­ nanların sözleri, bugün soruna en iyi ışık tutacak niteliktedir. Özellikle Sıvas Kongresi'nin tutanakları gözden geçirilince, bugünün durumunu dehşet verici bir surette aydınlatan ko­ nuşmalara tanık olunmakta ve o kuşağın mandacıları ile bu­ günün mandacıları arasındaki benzerliğe şaşmaktayız. Bu ko­ nuda "Manda" paragrafında gerekli aktarma yapılacaktır. Atatürk, yeni kurulacak Türk devletinin, asla ve asla Osmanlı Devleti'nin yan sömürge durumunu devam ettir­ meyeceğini, bu üstü şallanmış bağımsızlığa razı olmayaca­ ğını anlatmak için, Osmanlı Devleti'nin gerçek anlamı ile bağımsız bir devlet olmadığını belirtmeye büyük önem ver­ miştir. Her münasebetle Osmanlı Devleti 'nin şeklen ba­ ğımsız, gerçekte bağımlı olduğunu belirtmiş ve bu açıkla­ malarda ekonomik ve mali bağımsızlığın büyük önemine her fırsatla değinmiştir. Atatürk, Osmanlı Devleti'nin bağımsızlığını kısmen kaybettiğini, daha 1 906'da şöyle ifade etmişti: "Memleke­ te ecnebi nüfuz ve hakimiyeti kısmen ve fiilen girmiştir... Kahhar bir istibdada karşı ancak ihtilal ile cevap vermek ve köhneleşmiş olan çürük idareyi yıkmak, milleti hakim kıl­ mak, hulasa vatanı kurtarmak için sizi vazifeye davet edi­ yorum." ( 1 00). ( 1 00) Atatürk, Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'nin Selanik şubesini kurarken, 1 906, Söylev ve Demeçler, c. 2, s. ! .

67


Mustafa Kemal bir çok konuşmasında, barış görüşme­ lerinde 400 yıllık bir dönemin hatalar mirasının hesabının verildiğini söyleyerek, Osmanlı döneminde bağımsızlığı­ mızı nasıl kendi elimizle bağışladığımızı belirtmiştir. ( 1 O 1 ). Yabancı devletlerin, attığımız herhangi bir ekonomik adım karşısında itiraz (veto) hakkına sahip olmaları, Os­ manlı döneminde bağımsızlığımızın baltalanmasının ve olumlu adımlar atamamamızın nedenlerinden biri idi. Bu noktaya Atatürk şöyle değiniyor: " Osmanlı Devleti'nin, kendisini kuran temel öğenin, Türk ulusunun insanca yaşamasını sağlayacak yollara baş­ vurması da yasak edilmişti. Ülkeyi bayındırlaştıramaz, de­ miryolu yaptıramaz; dahası, okul bile yaptıramazdı. Bu gi­ bi durumlarda hemen yabancı devletler engel olurlardı." ( 1 02). Bu sözleri okuduktan sonra, örneğin 1 954 'te kabul edi­ len Petrol Kanunu'nun yabancı petrol şirketlerine, İzmir'de yapacağımız bir rafineriye itiraz etme hakkını verdiğini, ve­ ya hiç değilse kanunun bu yolda yorumlanmasına AP ikti­ darının razı olduğunu büyük bir üzüntü ile hatırlamamak elden gelmez. Bu konudaki itiraza karşı yazdığımız yazıyı şöyle sona erdirmiştik: "Türkiye'de iktisadi faaliyette bulunabilme yetkisi, ( 1 0 1 ) "Hakikaten Osmanlı İ mparatorluğu en haşmetli, azametli ve kuv­ vetli devirlerinden itibaren Milletin istiklali zararına, menafii hayatiyesi zararı­ na o kadar çok şey feda eylemiş idi ki netice yalnız kendisinin mahv ve munka­ riz olmasından ibaret kalmadı, belki kendinden sonra da memleketin hakiki sa­ hibi olan milleti, hak ve varlığının ispatı için büyük zorluklarla karşı karşıya bı­ raktı. . . Bu sulh müzakeratında tesviye olunan hesabat dört senelik değil dört yüz senelik bir devrin mirası-ı seyyiiitı idi." (Atatürk, 1 3 .8. 1 923, TBMM Söylev ve Demeçler, c. 1 , s. 3 1 7-3 1 8). ( 1 02) Atatürk, Söylev s. 482 (Nutıık s. 702).

68


Türk Devleti'ne ve Türklere aittir. Yabancılara bu imkanın tanınması, anayasanın 4, 1 3 ve 4 1 'inci maddelerinin ışığı altında 'ancak Türklerin yapamadığı, başaramadığı işler' bakımından söz konusu olabilir. Rafinericilik bakımından ise, böyle bir durumun varlığı iddia edilemez. Şu halde, hem iktisadi hayatımız ve hem de milli güvenliğimiz bakımın­ dan, rafineriyi yabancı şirketlerin değil de milli müessese­ lerin kurması faydalı olduğuna göre bu rafineri belgesinin talepte bulunan Türkiye Petrolleri A.O'ya derhal verilme­ si ve kendisinde bir itiraz hakkı vehmeden yabancı şirket­ lerin böyle bir itiraz hakkının söz konusu olmadığının ken­ dilerine bildirilmesi lazımdır. Şu kadarına bütün samimi­ yetle inanmaktayım ki, Türk Devleti'nin milli petrol mü­ essesesi eliyle kuracağı bir rafineriye itiraz etme yetkisini kendisinde gören bu yabancı şirketler, eğer Atatürk' ün za­ manında böylesine bir gaf yaparak, böylesine bir saygısız­ lıkta bulunarak (kendilerini adeta bir müstemlekede sına­ mak suretiyle) milli bir müessesenin kurulmasına engel ol­ mak maksadıyla hareket geçmiş olsalardı, onların bir haf­ ta içinde, Türkiye ile bütün ilişkilerinin kesilmesi yoluna gidilirdi ve biz bu sözleri söylememiş olsaydık, cumhuri­ yetimizin banisi olan büyük insan, bizi en ağır ithamlarla kınardı." ( 1 02a) ( 1 02a) Muammer Aksoy, "Rafineri kuramazsınız diyorlar. .. " Yön, 1 . 1 O. 1 965. Yazıda, bunun gibi birçok eleştirmeler arasında şu cümleler de yer almak­ ta idi:" Bu şirketler (Mobil, Shell ve BP) demektedir ki, bize vaktiyle tanınan haklardan başka, şimdi yeni haklar ve imkanlar tanınmasını istiyoruz. Hem de, kendilerine yeni haklar ve imkanlar tanınmasını rica etmiyorlar, kanuna dayana­ rak (bir hak olarak) yeni rafineri kurabileceklerini ve Türk Devleti'nin (milli müessesenin) rafineri kurmasına mani olabileceklerini zan hatta iddia ediyorlar.

69


Atatürk madenlerimizi devletleştirmenin, bunları mil­ letin emrine ve yararına vermenin, tek olumlu yol olduğu­ nu ve ekonomi politikamızın önemli amaçlarından birisi ol­ ması gerektiğini, daha 1 922 'de ilan ediyordu. "Siyaset-i iktisadiyemizin mühim gayelerinden biri de ınenafi-i umumiyeyi doğrudan doğruya alakadar edecek müessesat ve teşebbüsat-ı iktisadiyeyi kudret-i maliye ve fenniyemizin müsaadesi nispetinde devletleştirmedir. Ez­ cümle; topraklarımtzın altında metruk duran maden hazi­ nelerini az zamanda işleterek, milletimizin menfaatına kü­ şade bulundurmak da ancak bu usul sayesinde kabildir." ( 1 03 ) . Bu münasebetle Milli Birlik üyesi Kurmay Albay Hay­ dar Tunçkanat' ın şu cümlelerini hatırlamamak imkansızdır: "İkili anlaşmalara gelince; Amerika ile Türkiye araBaşka bir deyimle, Türk kanunlarının (Türk hukuk sisteminin) yeni kuru­ lacak bir rafineriyi, Türk Devleti 'nin veya milli petrol müessesesinin değil de, yabancı şirketlerin kurmasını mümkün kıldığını iddia etmek gibi, ancak sömür­ gelerde kabul edilecek bir görüşü savunmaktadırlar. Ön tasarısını yabancı şirket­ lerin müşaviri olan Max Ball 'ın hazırladığı petrol kanunumuzun kelimelerinden (lafzından) bu anlamın çıkarılacağını farz etsek bile kanunların yorumlanmasın­ da hukuk ilminin ve tatbikatın kabul ettiği ' doğru yorumlama metodu' asla bu sonuca ulaştıramaz ... Üç yabancı şirketin, 'biz bu işi daha ucuza göreceğiz, bu sebeple milli müessesenin değil, bizim yeni bir rafineri kurmamız gerekir' diye­ rek bir hak iddiasıyla ortaya çıkmaları, tam manasıyla abes ve hatta gülünç bir talep teşkil eder. Böyle bir hak iddiası, mesela Sovyetlerin, 'ben Boğazlan daha ucuza ve daha iyi olarak tahkim edeceğim, o halde tahkim işini bana terk edin' demesi kadar garip, haddi bilmeden yapılan, hatta bir devlete karşı küstahlık teş­ kil eden bir taleptir." Petrol kanununun egemenliğimizle bağdaşmaz çeşitli hükümleri konusun­ da yazdı ğımız düzinelerle makaleden başka şu iki broşüre de bakınız: "Türki­ ye'nin petrol faciası ve çıkar yol " , Ankara l 965; "Petrol davamızı baltalayan Enerj i Rakam (AP'nin zararlı ve utandırıcı poli tikası) " , Ankara 1 965, Cumhu­ ri yet ' ' Petrol komisyonu raporu ve petrol davamız". 4-8 Mart 1 968: Cumh uri­ yeL 5 2 . 1 970, " Bir Kapitülasyon Kanunu (T'çrrnl Kanunu}" : Cumhuriyd. 6.2 . 1 970 " Kanıtlama." i l d3 ı Atatürk, 1 . l . ! 922. TBMJ\1. S •:-b \ C Lbneçb_ c. i, _, _ 226. .

,

.

70


sında imzalanan ve adetleri 55'e yükselenen bu antlaşma­ lar, Amerika'ya Tiirkiye'nin içişlerine müdahale, mahke­ melerini tanımamak, kanunların yasaklamasına rağmen ra­ dyo neşriyatı yapmak gibi bir takım imtiyazlar tanınmak­ tadır." ( 104). Ve yine hatırlatalım ki, Osmanlı Devleti' nin 1 . Dünya Savaşı'ndan önceki durumunu, tam bağımsızlıkla bağdaş­ tırmaya kalkışanlar eksik olmamıştı. Örneğin Sıvas Kong­ resi 'nde Osman Nuri Bey şöyle diyor: "Manda meselesi­ ne gelince: Raporda ötedenberi istiklalimizin yokluğundan söz ediyorlar! Halbuki biz tamamıyla müstakil idik ve bu istiklali kurtarmak için buraya geldik! " ( 105- 1 06). Buna karşılık Sıvas Kongresi'nde Manda taraftarların( 1 04) Tunçkanat, s. 14. Aynca bak: Haydar Tunçkanat, İkili Anlaşmala­ rın lçyüzü, Ekim Yayınevi, Ankara, 1970, (105) Sıvas Kongresi Tutanakları, s. 49, aslı: s. 53). Şükrü Bey de, Osmanlı dönemindeki durumumuzun, mandadan daha kö­ tü olduğunu Sıvas Kongresi'ndeki şu sözleriyle teslim ediyordu: " ... Elbet birmu­ avenete ihtiyacımız vardır. Bu itibarla müzaharet lüzumuna kani olduk ve mü­ zahirin en uygun kim olacağını düşündük... Şarkta istila politikası düşünıneyen Amerika'yı kabul ettik. Bundan sonra Amerika'nın mahmisi gibi olmamak için ve şimdiye kadar mahkum olduğumuz tarihi ve siyasi şartlardan kurtulmak (azat olmak) için bağımsızlığımızı koruyucu bir takım şartlar kaydetmeye lüzum gör­ dük' ' (Sıvas Kongresi Tutanakları, s. 50, aslı: 55). Amma bu sözleri söyledikten ve bağımsızlığımızı korumak için ileri sürülen 1 7 manda şartını sıraladıktan son­ ra, sözlerinin sonunda bu açıklamalarla bağdaşmaz şu yargıya ulaşmaktadır: "Bendeniz, Hami Bey'in muhtırasındaki tarihi başlangıca katılıyorum; çünkü devletimiz şimdiye kadar müstakildi'' s. 51; aslı: s. 56). (106) Sıvas Kongresi'nde Amerikan mandasını savumnuş olan Bekir Sa­ mi Bey de, Osmanlı İmparatorluğu 'nun, hatta Kırım Savaşı ' m kazandıktan son­ ra içine sokulduğu şartların, Amerikan mandasından daha çok bağımsızlığa ay­ kırı olduğunu belirtmiştir: "İsmail Fazıl Paşa Hazretleri'nin her bakımdan katıl­ dığım konuşmasına bir şey ekleyeceğim: Kırım Savaşı'nı, düşmanı yenerek bi­ tirdikten sonra katıldığımız Paris Kongresi 'nde, savaş ortaklarımızın bize yük­ ledikleri o bilinen koşullarla bu şimdi okunan andındaki isteklerimiz karşılaştı­ rılacak olursa, hangisinin daha çok bağımsızlığı zedelediği anlaşılır sanırım. ' ' Söylev s . 7 1 ; Nutuk s . 106: Aynca bak: Sıvas Kongresi Tutanakları s . 59.

71


dan Hami Bey, Osmanlı döneminde bağımsızlığın, normal bir manda ilişkisinden daha ileri giden ölçüde zedelenmiş olduğunu kabul etmektedir. ( 1 07). "İyi" olduğu kabul edilen bir devletin vesayetine (man­ dasına) "ehveni şer" diye razı oluş, bağımsızlığın başdüş­ manı: Kurtuluş Savaşı sırasında, Amerika gibi "bize borç ve­ recek, zengin milletlerin vicdanlarına saygılı ve sakin" bir ulusun vesayeti (mandası) altına girmeyi kabul etmezsek, varlığımızı koruyamayız; zaten bizim bağımsız kalmamıza razı olmazlar. "Kalpleri, vicdanları söndüren, yakınımızda olduğu için de bizi daima fiili baskı altında bulunduracak başka bir yabancı devletin himayesi altına girmektense, eh­ veni şer olan Amerikan müzaheret ve himayesini kabul et­ meliyiz" yolundaki çarpık ve aldatıcı görüş, bağımsızlığı­ mıza kavuşabilme yolunda Atatürk'ün savaşmak zorunlu­ ğunda kaldığı ilk "düşman" olmuştur. Ancak içimizdeki bu düşman mağlup edildikten sonradır k�, bağımsızlık bilinci­ ne tam sahip olunarak, bağımsız olabilmenin gerçek yolu tutulabilmiştir. " Manda" deyimini kullanmasalar da, man­ dacılar her zaman hortlayabildiklerinden, özellikle "man­ da" konusunda Atatürk'ün karşısında yer alan aciz ve kor­ kakların (kısmen satılık ve hainlerin) ve Atatürk'ün bu ko­ nudaki sözleri üzerinde önemli durmak gerekir.

( 1 07) "Şu noktayı açıklamak isterim ki, belirttiğim şartlarla kabul edile­ cek bir manda, Osmanlı Devleti'nin devletler arası hukukta şimdiye kadar mev­ cut olan mevkiinden daha elverişli bir durum yaratacaktır." (Sıvas Kongresi tu­ tanakları, s. 50, aslı: s. 54).

72


Sıvas Kongresi 'ndeki görüşme ve tartışmaların büyük bir kısmı, "Amerikan mandasına razı olmak" , ya da "tam istiklal için savaşmak" görüşleri çevresinde cereyan etmiş­ ti. Amerika gibi "kuvvetli, zengin ve iyi" bir devletin ve­ sayeti altına girmenin faydalan üzerinde durmakla yetinil­ memiş, aynı zamanda böyle bir vesayetin bağımsızlıkla bağdaşabildiği ( ! ) de ısrarla savunulmuştu. Orada konuşu­ lanları bugün gözden geçirmek, bugün gerçek bağımsızlık konusunda doğru bir görüşe varabilme bakımından olağa­ nüstü bir değer taşımaktadır. Hem bugünkü yeni manda­ cılar ve hem de bütün ilgililer, tam 50 yıl önce kelime ke­ lime aynı sözlerin, aynı delillerin başka ağızlardan nasıl or­ taya atıldığını ve Atatürk'ün işte bunlarla savaşmak zorun­ da kaldığını ve bu çarpık görüşlerin reddedilmesi sayesin­ de Kurtuluş Savaşı 'nın gerçekleşebildiğini hatırlamaları la­ zımdır. 50 yıl önce Amerikan mandacılığını ilk kez savunuş:

Ateşkesten sonra İstanbul 'da egemen olan görüş, Ame­ rikan mandası, biraz da İngiliz himayesi idi: " İstanbul 'daki ileri gelen kadın erkek bir takım kişiler de, gerçek kurtuluşu Amerika'nın güdümünü istemek ve sağlamakta görüyorlardı. Bu kanıda olanlar, düşüncelerin­ de çok direndiler; tam uygun işin, kendi görüşlerinin des­ teklenmesi olduğunu tanıtlamaya çok çalıştılar."( 1 08). Ali Fuat· Paşa'nın Mustafa Kemal 'e gönderdiği ( 1 08 ) Söylev s. 5 (Nutuk, s. 7).

73


( 14.8. 1 9 1 9 günlü) aşağıdaki mektup göstermektedir ki, isim yapmış veya makam işgal eden bir çok kişi, Ameri­ kan mandasının kabul edilmesi konusunda, Atatürk'e bir hayli baskı yapmıştı: " ..... Basılı raporda; Ahmet Rıza Bey, Ahmet İzzet, Ce­ vat, Çürüksulu Mahmut Paşalar, Reşat Hikmet, Cami, Re­ şit Sadi Beyler, Esat Paşalar gibi pek çok kişinin düşünce­ lerine uygun olan Kara Vasıf'ın yani Cengiz'in, Halide Edip Hanım'ın görüşlerini kapsayan uygun mektuplar gel­ di. Bunların hepsinde bir yardımın gerekliği ileri sürülmek­ te ve bu yardımın Amerikaca yapılması kolay katlanılır bir kötü durum" *olarak kabul edildiğinin gerekçesi bildiril­ mektedir. Basılı rapor; Cami, Rauf, Ahmet, Reşat Hikmet, Reşit Sadi Beylerle Halide Hanım, Kara Vasıf, Esat Paşa ve bütün parti ve derneklerin düşünceleri yoklandıktan son­ ra, büyük bir çoğunluğun görüşüne uygun olarak düzenlen­ miştir. Kongrede bir an önce iş görmek, Amerikalılar git­ meden durumu bildirmek gerekmiş, Amerikalıları oyala­ yarak gitmeleri geciktirilmeye çalışılıyormuş. "Kongre ive­ dilikle kesin bir karar verebilir mi? " sorusuyla Amerikalı­ lar, bu düşünceyi benimsediklerini belli ediyorlarmış." ( 1 09) Halide Edip'in Mustafa Kemal'e gönderdiği ( 1 0.8. 1 9 1 9 günlü) mektupta da, Amerikan mandası şöyle savunuluyordu: "Fransa, İtalya, İngiltere Türkiye' nin güdümü işini Amerika Senatosu'na resmi olarak önermekle birlikte, bü(*) Ehveni şer... ( 1 09) Söylev s. 69, (Nutuk s. 1 00- 1 0 1 ).

74


tün güçlerini Senato'nun bunu kabul etmemesi için harcı­ yorlar. Ü leşmeyerek pay kaçırmak elbette işlerine gelmi­ yor. İngiltere Türk'ün bi rliğini, yenileşmesini, gerçek bir bağımsızlık kazanmasını, gelecek için bile olsa istemiyor. . . Bölüşmenin ancak askerlik yönünden büyük özverileri gö­ ze alarak elde edebileceğini anlarsa, Latinleri sokmamak için Amerika'nın güdümcülük görüşünü tutar ve destekler. Nitekim, Morison (Morrison) gibi tanınmış ki şiler Ameri­ ka'nın Türkiye'de genel güdüm almasını istiyorlar. Biz, İ s­ tanbul'da kendimiz için bütün eski ve yeni Türkiye sınırla­ rını kapsamak üzere geçici bir Amerikan güdümünü, kat­ lanılabilir kötü durum olarak görüyoruz . ulusun rahatlığı­ nı ve gel işimini sağlayacak ve halkımızı; köyleri, sağlığı ve düşünüşü ile yepyeni bir halk haline koyabilecek bir hükü­ met anlayışı ve uygulaması bize gereklidir. Bu işin istedi­ ği para, uzmanlık ve güç bizde yok . Yabancı devletlerden ödünç para almak, s iyasal tutsaklığı artırıyor. B ugünkü hü­ kümet adamlarına değer vermese bile halkı ve halk hükü­ meti kurmayı ayrı sayan FİLİPİN gibi yabanıl bir ülkeyi bu­ gün kendi kendini yönetebilen yepyeni bir makine haline koyan Amerika, bu konuda çok işimize geliyor. On beş-yir­ mi yıl sıkıntı çektikten s onra yeni bir Türkiye'yi; her kişi­ si oğrenimi ve anlayışı ile gerçek bağımsızlığı kafasında ve cebinde taşıyan bir Türkiye'yi, ancak yeni dünyanın yete­ neği yaratabilir. Yurdumuzda boy ölçüşen devleri ve kuvvetleri uzaklaş­ tı rabilecek bir yardımcı bize gerek . Bunu ancak Avrupa dı­ şında ve Avrupa 'dan güçlü bir elde bulabiliriz . . Onuru m uz ­ .

ep�yc�'. vazgeçmek /iJrunda bu l unuyoru z . Amerika ' m n 7 "i


yönetim makinesi dinsiz ve milliyetsizdir. O, çok düzenli, çeşitli soy ve mezhepte adamları çok bağdaşık olarak bir ara­ da tutmanın yolunu biliyor. Bir ulus, içtenlikle Amerikan ulusuna başvurursa, girdikleri ülkenin ve ulusun yararına na­ sıl bir yönetim kurabildiklerini Avrupa'ya göstermek ister­ ler. Resmi ve özel Amerikan düşüncesi, gizli olarak şudur: Türkiye'yi hiçbir parçaya ayırmamak, eski sınırlan içinde bütün olarak bırakmak koşuluyla genel ve bir tek güdüm kur­ mak istiyorlar. Eğer güdüm alırlarsa bunu, bütün ulusları eşit koşullar altında bir yurt çocuğu sayarak, alacaklarını en önemli çevrelerinden öğrendim. Anadolu'da olup bitenleri dikkat ve sevgiyle izleyen bir Amerika var... İşte bütün bun­ lar karşısında, bölünme ve çökme korkusu karşısında Ame­ rika'ya başvurmak zorunda olduğumuzu sanıyorum... Se­ rüven ve savaş zamanı artık geçmiştir... RaufBey kardeşim­ le sizin temelleri bile çöken zavallı yurdumuz için uzakları görerek birlikte düşünüp çalışmanızı bekliyoruz ... " ( l 1 0) Sıvas Kongresi'nde Rauf Bey de açıkça Amerikan mandasını savunmuştu: "Bu güdüm işi üzerinde şimdiye dek gerek basın ve gerekse başka çevrelerce bir çok sözler söylendi. Yüce kurulunuz, dış destek düşüncesini kabul buyurdu ise de, bu desteği kimden isteyeceğimizi belirtme­ di. Amerika olduğu kapalı olarak anlatılıyorsa da, bence doğrudan doğruya adının söylenmesinde bir sakınca ola­ maz." ( 1 1 1 ), ( 1 1 2).

rı s.

76

(! 1 O) Söylev s. 64-67 (Nutuk s. 95-98). ( l 1 1) Bak: Sıvas Kongresi Tutanakları s. 73; aslı: 82. ( l 1 2) Söylev s. 76 (Nutuk s. 1 1 !). Aynca bak: Sıvas Kongresi Tutanakla­ 74; aslı: 82.


Rauf Bey şöyle devam ediyordu: "Bu tehlike karşısın­ da yurdumuz için en tarafsız durumda bulunan Amerika 'nın yardımını kabul etmek zorundayız. Ben bu kanıdayım." ( 1 1 3), ( 1 1 4). Mustafa Kemal' in Beşinci Tümen Komutanlığı'na gönderdiği Şifrede Bekir Sami Bey'e yönelttiği sorular, manda lehinde ileri sürülen mantıksız görüşleri ve bazı çe­ lişmeleri kolayca ortaya çıkaracak niteliktedir: "Toplantı­ larına devam eden Doğu İlleri Kongresi'nde, şimdiye ka­ dar olan görüşmelerde, devletin ve ulusun tam bağımsızlı­ ğının savunulmasında direnilmektedir. Demek ki, daha biz­ ce de koşullan ve niteliği bilinmeyen bir Amerika güdü­ münden kongreye doğrudan doğruya söz açılması pek sa­ kıncalı olacağından, aşağıdaki noktalan açıklayarak biz­ leri tezelden aydınlatmanızı özellikle rica ederiz: a) "Tam bir bağımsızlık istenmeye kalkışılırsa ülkemiz bir çok parçalara ayrılacaktır" buyuruluyor. Bu kanının kaynağı nedir? b) Ülke bütünlüğünden, ülkenin bölünmezliği mi yok­ sa EGEMENLİK HAKLARI mı anlaşılacaktır? c) Bütün Osmanlı ülkesini kapsayacak meşruiyetimiz ve dışarda temsilci bulundurma hakkımız yürürlükte kal­ mak üzere bir devletin güdümünü istemeyi, en yararlı bir çözüm yolu olarak görüyorsunuz. Ancak temsilcinin ileri sürdüğünü bildirdiğiniz şeylerle bu çözüm yolu çekişmeli ( 1 1 3) Söylev s. 78, Nutuk s. 1 1 4; keza bak: Sıvas Kongresi Tutanakları. ( 1 14) Çok ilginç olan bir nokta da, Sıvas Kongresi sırasında mandayı sa­ vunmuş bulunan bütün şahısların, sonradan Atatürk'e hasım, hatta düşman ol­ malarıdır.

77


görünüyor. Çünkü meşruiyetimiz yürürlükte kalınca hükü­ met, yasama organından güven oyu almış ve onun deneti­ mi altına girmiş bir kurul olur ki, artık bu kurulun meyda­ na getirilmesinden Amerikanın eli ve etkisi olamaz. Öyle ise, ya meşruiyet yürürlüktedir ve adaletli bir hükümet ku­ rulmasını Amerika'dan istemeye yer yoktur; ya da, adalet­ li bir hükümetin kurulması Amerika'dan istenilince meşru­ iyetin yürürlüğü sözde kalır. . . " ( 1 1 5) Bekir Sami Bey'in tatmin edici olmaktan çok uzak olan cevabında ise şöyle deniliyordu: "a - Tam bağımsızlık istenirse ülkemizin bir çok par­ çalara bölünmesi ve bir kaç devletin güdümü altına girme­ si Dörtler Kurulunca kararlaştırılmıştır. Bunu önlemek için tek devletin güdümünü istemenin en uygun olacağını söy­ lemiştir. b - Yalnız egemenlik hakları söz konusudur, ülkemi­ zin bütün olarak bizde kalması temel ilkedir. c - Amerika'dan herhangi biçimde bir hükümet kuru­ vermesini istemeyeceğiz. Amerika'ya, adaletli bir hükümet kuracağımız konusunda sağlam söz vereceğiz. Anayasamız hükümleri yürürlükte kalmak, padişah soyunun her türlü egemenlik haklarına dokunulmamak ve dışarda temsilcile­ rimiz eskisi gibi bulunmak koşullarıyla A!nerikan hüküme­ tinin mutluluğumuza ve gelişmemize yardim etmesinijş_�- ­ teyeceğiz. İsteyeceğimiz güdüm bu biçimdedir." ( 1 1 6)

( 1 1 5) Söylev Nutuk s _ 90-9 1 )_ ( 1 1 6) Söylev

78

s_

62-63, (Nutuk,

s_

63, Nutuk s 93)_ _

s.

9 1 -92. Ayrıntılar için bak: Söylev s 6 1 , _


Mustafa Kemal, Erzurum'dan l .8 . 1 9 1 9'da Bekir Sami Bey' e gönderdiği şifrede, meselenin can alan sorusunu yö­ neltmiştir: "Amerikan güdümcülüğü üzerine son açıkla­ manızı öğrendik. Bize elverişli bunca koşullar ileri sürebi­ lecek olan Amerikan hükürneti, böyle bir güdümcülüğü ka­ bul etmesine yani buna katlanmasına karşılık, Amerika adı­ na ne gibi faydalar ve çıkarlar sağlamış olacaktır? Bunun­ la kendi hesaplarına ne amaç güdüyorlar?" ( 1 1 7). Yardımcının ve mandacının, kendi çıkan olmaksızın bu gibi maceralara girmesinin söz konusu olamayacağı ger­ çeğini ortaya koyan bu sözleri, bugün özellikle "ekonomik ve askeri yardımı sadece insancıl amaçlarla yaptıklarını id­ dia eden yeni sömürücüler"in kraldan çok kralcı olan sa­ vunucularının demagojik açıklamaları karşısında özellikle hatırlamak gerekir. Sömürgeciliğin (emperyalizmin) ve yeni sömürgecili­ ğin (yeni emperyalizmin) Batılı inceleyicileri bile, yardım­ da bulunan kapitalist devletin sadece kendi aşın çıkarları için bu yola gittiğini ve sıkışarak yardım isteme hatasını iş­ leyen ulusu feci biçimde sömürdüğünü veya ezdiğini kıs­ men ortaya koymaktadırlar. ( 1 1 8) Sıvas Kongresi'nde Vasıf Bey de, "Bir mandaya ihti­ yacımız olduğunda, Hami Bey'le tamamen hemfikir" ol-

( 1 1 7) Söylev s. 64, Nutuk s. 94). ( 1 1 8) Örneğin Latin Amerika hakkında bak: Gustav Beyhaut, Süd-und Mittelamerika II, Von der Unabhaengigkeit bis zur Krise der Gegenwart (Fisc­ her Weltgeschichte), Frankfurt am Main 1 965, s. 1 5 1 - 1 53 , 1 79- 1 84 ve 3 1 3-325 ve g�nellikle bu kitabın biltün Üne; Prof. Gola Mann'ın yayınladığı Propylaeen Weltgeschichte Berlin Frankfurt-Wien 1 961 , cilt 1 0, s. 303-376.

79


duğunu söylüyor ( 1 1 9), sadece ileri süreceğimiz şartların iyi olmasını sağlamaya çalışmamız gerektiği üzerinde du­ ruyordu.( 1 20) Ona göre mandanın üç türü vardı ki, bunlar­ dan birincisi bedevi kavimler ve sömürgeler üzerine, ikin­ cisi Dünya Savaşı'ndan sonra bağımsızlıklarını elde etmiş milletler, örneğin Ermeniler üzerine konulacak, üçüncüsü Dünya Savaşı'ndan önce de bağımsız olan devletler hak­ kında söz konusu olacak mandadır ki, işte bizimki bu üçün­ cü kısma girmektedir; hatta bu kısma giren biricik manda­ dır.( 1 2 1) Manda çözümünü benimseyiş, yalnız İstanbul 'daki ba­ zı kişilere özgü de değildir. Büyük Nutuk'taki şu sözler, bu­ gün bile benzerine pek çok rastladığımız, "aşın Batı hay­ ranı" ve "kendilerini aşağılık duygusuna kaptırmış kişi­ ler" in sözlerini değerlendirme bakımından çok ilginçtir: " Sinop'a yeni atanan bir mutasarrıfın, zavallı halka gürültü patırtı arasında imza ettirdiği uzun yazılar içinde şu satırlar gizleniyordu: 'Türkler ilerleyip gelişmediyse ve Avrupa'mn uygarlık ilkelerini kabul edip sindiremediyse bu da şimdiye değin iyi bir yönetime kavuşamadığından ileri gelmiştir. Türk ulusu, ancak kendi padişahının buyruğu ve egemenliği altında olmak koşuluyla Avrupa 'nın gözetim ve denetiminde kurulacak bir yönetim örgütü ile yaşayabilir.' Baylar, Sinop halkı adına İtilafDevletleri temsilcilerine ve( 1 1 9) Sıvas Kongresi 'nde manda çözümünün bir numaralı savunucusu ola­ rak nitelendirdiğimiz Hami Bey'in sözlerini, bu bölümde sık sık aktaracağız. ( 1 20) "Bir kere esas itibariyle mandayı kabul edelim de. şartları hakkın­ da daha sonra görüşürüz. " (Sıvas Kongresi Tutanakları. s.52, aslı s.57' de.) ( 1 2 1 J Bakınız: Sıvas Kongret.i Tutanakları. ,.47-48. aslı s.5 1 -52. Hami Bey de mandanın bu ayrımına katılmaktadır. Bak. Sıvas Kongresi Tutanakları. s.48, aslı s.52.

80


rilen 3 Haziran 1 9 1 9 günlü bu andınnın altındaki imzalara göz gezdirirken müftü vekili efendinin imzasının yanında gördüğüm imza, bilginize sunduğum satırları yazan veya yazdıran ruhu bulup çıkarmama yaradı. O imza, Hürriyet ve İtilaf Fırkası İkinci Başkanı olan kişinin imzası idi." ( 1 22) Üstelik vesayet (manda) rejiminin kurulması için, bir de "ricada bulunmamız", yani "boyunduğu kendi elimiz­ le boynumuza geçirmemiz" gerekir: Teslim etmek gerekir ki, Amerikalılar -bir bakıma- İn­ gilizlerden daha usta sömürgeci olmuşlardır. Yeni emper­ yalizmin inceliklerini daha iyi kavramışlardır. İngilizler birçok Doğulu memleketi ve Afrika ülkelerini zorla işgal ettikleri halde, Amerikalılar vesayetleri altına alacakları memleketlerin kendilerine başvurarak vesayet altına girmek için rica ve istirhamda bulunmalarını sağlayabilmişler (de­ yim caiz ise: tezgahlamayı başarabilmişler)dir. Gerçi Ame­ rikan politikacıları, kurnazlık, rüşvet, para ile destekleme ve buna benzer yöntemler amaca ulaştırmayınca -en son Vi­ etnam 'da ve ondan önce de birçok yerde(l23)- ortaya koy­ dukları gibi, iradelerini başka uluslara silahla dikte etme ba­ kımından, İngilizlerden hiç de geri kalmadıklarını fazlasıy­ la ispatlamışlarsa da, "Amerikan emperyalizmi"nin özel­ liği, silah dışındaki araçlardan yoğun olarak faydalanma­ sındadır. Bugün "ekonomik ve askeri yardım" için, hatta Ame-

( 1 22) Şöylev, s. 1 6- 1 7 . (Nutuk, s.24). ( 1 23) Ozelliklc Bak: Doç. Dr. Türkkaya Ataöv, Amerikan Belgeleriyle. Amerikan Emperyalizminin Doğuşu. Ankara 1 968.

81


rikan şirketlerinin geri kalmış memleketlerde "yatırımlar­ da bulunarak o memleketleri sömürmeleri ve bütün pazar­ larını işgal etmeleri" için dahi, bu memleketlerin temsilci­ leri, açıkça Amerikan vesayetine (mandasına) ulaşabilme çabası içinde bulunmuşlardır ve bulunmaktadırlar. Türki­ ye bakımından bu garip yola, daha 1 9 1 9 'da gidilmişti. Os­ manlı Devleti'nin Amerikan mandası altına girmesi için yani bu nimete kavuşabilme amacıyla- Türklerin, çabalar sarfetmesi gerektiği telkin edilmek isteniyordu. Bakınız, Amerikan mandasının en ateşli savunucularından Hami Bey, Amerikan mandasına "kavuşabilmemiz" ( ! ) için 1 9 1 9'da ne diyor: "Acaba Amerika Türkiye mandasını kabul edecek mi, etmeyecek mi? Zaten Mr. Browne da bu meşkukiyeti tes­ lim ettiğinden, muvaffak olmak için propaganda yapmak­ lığımızı tavsiye ediyordu. Bendeniz de muhtıramda Ame­ rika'nın mutlaka kabul edeceğini iddia etmedim; yalnız ka­ bul ettirmeye çalışmalıyız fikriyle hareket ettim." ( 1 24) Aynı mahiyetteki görüşler mütareke yıllarında ve Kur­ tuluş Savaşı süresince başka birçok Amerikancı tarafından da savunulmuştur.(1 25) Buna karşılık, gelecek yardım uğruna bağımsızlığm el­ den gitmesine razı oluşun, kendi elimizle felaketimizi ha­ zırlamaktan başka bir anlama gelmeyeceği gerçeğini de, da( 1 24) Sıvas Kongresi Tutanakları ( İ ğdemir), s.66, aslı s.74. ( 1 25 ) Birkaç not ötede Kara Vasıf Bey'in Büyük Nutuk'tan aktardığımız sözlerine bakınız. Söylev, s.69-70.

82


ha Sıvas Kongresi 'nde bazı dürüst ve cesur siyaset adanı­ lan be1irtmişti:(l 26' 1 27)

Vesayet (manda), bağımsızlıkla bağdaşabilirmiş: Dün olduğu gibi bugün de, bazı politikacıların mantı­ ğında ve dilinde, kavramlar niteliklerini değiştirmektedir­ ler. Bu gibiler, birbiriyle açıkça çelişen kavramları aynı za­ manda savunabilmek gibi bir "hüner"i gösterebiliyorlar. İç­ tenlikten yoksun veya kavranılan birbirinden ayırt edeme­ yen bu düşünüşteki kişiler, siyahla beyazı bağdaştırmanın yolunu buldukları kanısındadırlar. Böyle bir bağdaşma so­ nucunda ortaya çıkan artık gridir. Grinin, beyaz ya da si­ yah olmadığı şüphesizdir. " Vesayetle bağdaşan bir bağım­ sızlık" da, "tam ve gerçek bağımsızlık" değil, olsa olsa sa­ dece "yarı bağımsızlık" , başka bir deyimle "yan bağımlı­ Iık"tır. Hatta uygulamada, "en önemli noktalarda kendisi( 1 26) Ahmet Nuri Bey şöyle diyordu: " Bugün müstakil yaşamak için müstakil yaşamaya azmetmek lazımdır. Bu millet müstakilen yaşamak için her şeyden evvel kendi kaynaklarına dayanmak lazım gelir. Onun için evvela man­ da kelimesinin katiyen reddini talep ediyorum. Zira bugün müstakil yaşaya­ bilmek, evvela bir orduya malik olmakla ve ondan sonra da para bulmak ve coğrafi ve hudut durumumuzu emin bir hale getirmekle sağlanabilir. Bu ci­ hetlerden hangi devletin müzaheretini talep edebiliriz? Amerika müzahareti­ ni mi? Fakat unutmayalım ki idari vekillet (vekiilet-i idariye) demek, " Sen ida­ reye muktedir değilsin, ben muktedirim ' " demektir! Böyle bir mandayı bu­ gün nasıl olur da biz kendi memleketimize kabul ederiz? (Sıvas Kongresi Tu­ tanakları, s.61 -62) (J 27) Bizim korkaklar veya hainler, manda idaresini sağlamak için uğ­ raşırken emperyalist devletler de, hem parçalamak hem de manda altına al­ mak için çabalarına devam etmekte idiler. Mustafa Kemal Ankara'ya geldiği­ nin ertesi günü bu konuda şöyle diyordu: ' ' Şeref ve namusları üzerine imza etmiş oldukları müterakenamenin hiçbir noktasına riayet etmedikten başka 1 2 . maddenin ahkamına muhalif olmak üzere devletimizi manda altına almak ve hatta büsbütün inkısama uğratan kararlarına kadar ileri gittiler." (Atatürk, Ankara 28. 1 2 . 1 920, Söylev ve Demeçler, c.2, s.7) ,

83


ni gösteren bağımlılık", fiilen "tam bağımlılık" sonucunu bile doğurabilir. İşte bugün geri kalmış bir ülkenin, örne­ ğin Türkiye'nin çeşitli önemli noktalarda ve alanlarda ba­ ğımlı duruma gelmesini küçümsemeye çalışan kişilerin tu­ tumlarını aydınlatma bakımından, bu düşünüşün Sıvas Kongresi ' ndeki öncülerini gün ışığına çıkarmak faydalı olacaktır. Gerçekten, Sıvas Kongresi sırasında, bu gibi "kavram canbazları "na bol bol rastlanmaktadır. Bu neden­ le zamanımızda, hem "Amerika'nın vesayetini kabul eden, onsuz yaşamayacağımızı, ona tabi olmamızın normal bir şey olduğunu" belirten, hem de "bağımsızlık edebiyatın­ dan faydalanmayı ihmal etmeyen" siyaset adamlarının var­ lığına tanık oldukça, Sıvas Kongresi'ndeki Amerikancıla­ rın sözlerini ve tutumunu hatırlamak ve hatırlatmak gere­ kiyor. Mustafa Kemal, Sıvas Kongresi 'ndeki görüşmeleri an­ latırken, bağımsızlıkla, güdümü bağdaştırmaya çalışan bu kelime canbazları hakkında şöyle diyordu: "Refet Bey'in söylediği şuydu: 'Güdümün bağımsızlığı zedelemeyeceği kuşku götürmez iken, bazı arkadaşlarımız: 'Bağımsız mı kalacağız, yoksa güdümü mü kabul edeceğiz?' yollu birta­ kım düşünceler ileri sürüyorlar. Onun için her şeyden ön­ ce güdümün ne olduğu anlaşılmalıdır.' Bununla birlikte, gü­ dümden söz açmadan önce de, zihinleri gıcıklayan bu ra­ porda, bu deyime ne gözle bakıldığını anlamak gerekir. Fa­ zıl Paşa Hazretleri, 'bağımsızlığı koruma koşulu ile gü­ düm' buyuruyorlar."( 1 28) ( 1 28) Söylev, s.73, Nutuk, s. 1 06.

84


Refet Bey diyordu ki: "Bizim, Amerikan güdümünü yeğ tutmaktan amacımız, bütün toplumları tutsak kılan; yü­ rekleri, vicdanları sömüren İngiliz güdümünden kurtulmak, yumuşak ve ulusların vicdanlarına saygı gösteren Ameri­ ka'yı kabul etmektir. Yoksa, asıl iş para işi değildir. Söz ola­ rak, güdüm ile bağımsızlık birbirine engel şeyler değildir; yalnız, eğer biz gerçekte güçlü olmazsak, işte o zaman gü­ düm altında eziliriz ve o zaman güdüm bizim için bağım­ sızlığı bozucu olur."(1 29) Bugün Amerika'nın vesayetini savundukları halde ba­ ğımsızlığımızın da hiçbir suretle zedelenmeyeceğini (hat( 1 29) Söylev. s.73, Nutuk, s. 1 07. Refet Bey'in sözlerini tutanaklardan ay­ nen naklediyoruz: ''Bizim Amerikan mandasını tercih etmekten maksadımız, İ n­ giliz m andasından kurtulmak ve sakin ve milletkrin vicdanlarına riayetkar Amerika"yı kabul etmektir; yoksa asıl iş para meselesi değildir. Amerika'dan uzaktayız, o bizi gelip İ ngiltere gibi tazyik edemez! Laf itibarıyla manda ile is­ tiklal birbirine mani şeyler değildir. Yalnız eğer biz hakikatte kuvvetli olmaya­ cak olursak, işte o zaman mandanın altında eziliriz ve o zaman manda bizim için bağımsızlığı bozucu (muhil-ti istikliil) olur. Bir de diyelim ki, biz harici ve dahi­ li bir istiklali-tam isteriz! Fakat acaba kendi başımıza yapabilecek miyiz, yapa­ mayacak mıyız? Ondan evvel acaba bizi kendi ba şımıza bırakacaklar mı, bırak­ mayacaklar mı? Şurası muhakkaktır ki, bugün bizi İ ngiltere, Fransa, İ talya ve Yu­ nanistan taksim etmek istiyorlar. Fakat eğer biz bugün bir devletin kefaleti altın­ da bir sulh akdedecek olursak, ileride müsait şerait altında bulunur bulunmaz he­ men döner ve kendi ifademizi temin ederiz. Bunların herhalde tek bir kefalet ol­ ması müreccahtır; bu da ancak Amerika olabilir. Bu işi bitirmek için herhalde bir Amerika kefaleti kabul etmek mecburiyetindeyiz. Yirminci asırda beşyüz mil­ yon lira borcu, harap bir memleketi, pek münbit olmayan bir toprağı ve ancak on, onbeş milyon lira varidatı olan bir kavim için bir müzahereti hariciye olmak­ sızın idamei hayat etmek imkanı olamaz! Allah muhafaza buyursun, eğer l zmir Yunanistan'da kalsa ve aramızda bir muharebe açılsa, düşmanımız Yunanis­ tan'dan vapurla asker getireceği halde, acaba biz Erzurum' dan hangi şömendö­ ferle nakliyatımızı yapabileceğiz? Binaenaleyh Amerikan mandası her şeyden ev­ vel bir kefil ve müzahir bulmak için lazımdır, şimdiye kadar ne çektiysek, hep İ ngiltere'den çektik. Bu sebeple lngiltere'nin elinde oyuncak olmamak için her­ halde onun rakibi olan Amerika'nın mandasına muhtacız! Şimdi mağlup oldu­ ğumuzdan, biz düşmanlarımıza ancak Amerika ile beraber, düşmanlarımız ka­ dar müterakki bir memleketle beraber rekabet edebiliriz. Manda, eşkiili umumi­ yesiyle istikliile mani değildir. ' ' (Sıvas Kongresi Tutanakları, s.58-59, aslı s. 6365)

85


ta gölgelenmeyeceğini) iddia eden (bağımsızlığımızı zede­ lemeye razı olmanın vatana ihanet olduğunu teslim etikle­ ri halde, tuttukları sakat yolu kusursuz sayan) bazı kelime oyuncuları vardır ki, bunların "çelişme şaheseri olan açık­ lamaları "nı dinlediğimiz zaman, Sıvas Kongresi 'ndeki gö­ rüşmeleri dinler gibi oluyoruz. Belki iyi niyet sahibi bir Fazıl Paşa, kendisi gibi man­ da savunucularından Hami ve Bekir Sami Beyleri savunur­ ken bakınız neler demekte idi : "Raif Efendi kardeşimiz istiklalimizin ref'iyle man­ danın kabulü gibi bir fikir dermeyan ettiğimizi söylüyor; Bendeniz bu iddiayı, Bekir Sami ve Hami Beyler de dahil olduğu halde her üçümüz namına reddederim! biz manda­ yı kabul ediyoruz da, istiklal ist�miyoruz demedik ! Eğer maksadımız bu ise, her üçümüzü de hain-i vatan telakki ederim! Manda demek, siyaseten olmaktan ziyade iktisa­ den memleketin imar ve i 'lası için lazım gelen muavenet ve müzaheret demektir. Zaten okunan raporda nasıl bir manda istediğimiz musarrahtır. Kuvve-i teşriiyemiz, siya­ set-i hariciyemiz, istiklalimiz baki kalmak şartıyla bir man­ da istediğimiz musarrahtır. Kuvve-i teşriiyemiz, siyaset­ i hariciyemiz, istiklalimiz baki kalmak şartıyla bir manda kabul edebiliriz. Mandater ancak iktisadiyatımıza, ziraati­ mize, idaremizin ıslahına çalışacak memlektin imarına pa­ ra sarfedecek; ve bu sarfettiği para da tabii bize ikraz edil­ miş mahiyette olacaktır. İstiklali siyasi, adli ve maliimiz baki kalacaktır. Mandater bu raya bir i 'la (kalkınma) ve i86


mar programıyla gelecektir; işte bizim istediğimiz manda budur! ( 1 30) Osman Nuri Bey de bunlara kanmıştı: " Hami Bey'e sordum; mandanın bağımsızlığı zedelemediğini (muhil-li istiklal) olmadığını söylediler! Bağımsızlığı kefalet altına alır (kafildir) buyurdular. Bendeniz, Devletler hukukunda kabul olunan bağımsızlığın korunması kaydıyla manda ka­ bul edilmesini teklif edelim dedim. Bunu Fazıl Paşa da ka­ bul buyurdular. Bendeniz bu surette tekliflerde bulundum ve arkadaşlarım da kabul buyurdular." Bu sözler, siyasal hayatımız için iki bakımdan son de­ rece önemlidir: Önce görüyoruz ki, vaktiyle Amerikan mandasını is­ teyenler dahi, daha ziyade ekonomik alanda bağımlılığı dü­ şünmüş kimselerdi. Onlar bile, siyasi ve askeri bağımsız­ lığın yüzde yüz ortadan kalkmasını isteyen kimseler değil­ di. Ve bu ekonomik bağımlılığın (ve yönetime karışmanın) istiklalimizle bağdaşabileceğini sanma gafletinde, bugün­ kü Amerikancılarla ortak düşünüşe sahiptiler. İkincisi (ve çok daha önemli olan nokta) da şudur: Ata­ türk'ün, gerek büyük söylevinde, gerek birçok söylev ve ko­ nuşmasında şiddetle reddettiği ve "ya istiklal ya ölüm ! " öz­ deyişini bile kullanmasına sebep olan " Kurtuluş Savaşı yıl­ larının Amerikan mandası tezi ", bugün yine savunulan, resmi, gayrı resmi ağızlarda "memleket severliğin söz gö­ türmez bir kanıtı " ( ! ) olarak ileri sürülen "ancak Ameri­ kan yardımı ile yaşarız felsefesi"nin ta kendisidir. Fazıl ( 1 3 0) Sıvas Kongresi Tutanakları, s. 54, aslı s. 59.

87


Paşa'nın yukarıda aktardığımız sözlerine temel teşkil eden dünya ve toplum görüşü, bütün yönleriyle, bugünkü "Ame­ rikan yardımı savunucuları"nın* dünya anlayışından baş­ ka bir şey değildir. Şu halde, 1 9 1 9 'daki koşullar altında bile, böyle bir Amerikan vesayetini (Amerikan mandasını) reddeden Mus­ tafa Kemal 'in, bugünkü koşullar altında aynı nitelikteki bir vesayeti reddedeceği kuşkusuzdur. İstiklal Savaşı'nın en kötü koşulları altında böyle bir vesayeti bağımsızlığımız­ la, haysiyetimizle bağdaşmaz bir çözüm olarak nitelendi­ ren Atatürk'ün, bugün bizi birçok noktalarda bağımlı du­ ruma koyan biryardımı da -koşulları böyle kaldıkça- aynı surette nitelendireceğinden şüphe etmiyoruz. Amerika'nın kanadı altına gimenin (Amerikan hima­ yesinin) kötü bir tarafı olmadığını, sadece "manda, gü­ düm" sözcüğünün insanı rahatsız ettiğini, yoksa işin içeri­ ğinden (muhtevasından) çekinmemek gerektiğini daha 1 9 1 9 'da iddia edenlere karşı, Atatürk gereken uyarmalar­ da bulunmuştu. Örneğin bunlardan Kara Vasıf Bey'e ( 1 9.8. 1 9 1 9 'da) vermiş olduğu cevaplardaki çeşitli cümle­ ler ve sorular, manda ile bağımsızlığın bağdaşmazlığını pek iyi bir biçimde belirtmekte idi: " Sözü edilen Amerika güdüm ve yardımının pek çok dikkatle incelenmesi ve ulusal amacımızla karşılaştırılma­ sı pek önemlidir. İstanbul 'da çalışanların amacı, ulusun birliği, bağımsızlık ve egemenliğin sağlanması diye anla­ tıldığına ve gösterildiğine göre, Amerika'nın güdümü ka( * ) "Amerikan yardımının vazgeçilmezliğini ve koşullarını savunanla­ rın" . . .

88


bul edilince bu amaç, dokunulmaz olarak kalabilir mi?" ( 1 3 1) Güdümlü durumda olduğumuzu itiraf etmek rahatsız edince, gerçeği tersine çevirerek şirin hale getirecek keli­ meler uydurma yolu: Bugün olduğu gibi, daha 1 9 1 9 'da da, gerçekleri sakla­ yabilmek için masum kelimeler bulma çabasında, akıl al­ mayacak zorlamalar yapıldığı ve marifetler gösterildiğine rastlamaktayız. Bugün nasıl "üs yok tesis var", "bağımlı­ lık durumu yok, ittifak ilişkisi var" gibi sözler arkasında, fiilen "bağlılık (tabi olma) durumu" nasıl savunuluyorsa, Kurtuluş Savaşı yıllannda da aynı kurnazlıklara başvurul­ mak istenmişti. Evet güdümcüler, güdüm altına girmekte bir sakınca bulunmadığını savunma konusunda o kadar ile­ ri gitmişlerdir ki, kelimelerin irkilme yaratmaması için, ge­ rekirse manda yerine en güzel ve cazip kelimeyi kullana­ bileceklerini dahi belirtmişlerdir. Evet, bir çok siyaset ada­ mı, en kötü ve haysiyet kırıcı durumlan bile ülküleştirme (idealize etme), makbul ve muteber bir durum gibi göster­ me, yani "bir tür vaftiz" ( ! ) ile kavranılan değiştirme ve böylece halkı aldatma yoluna sapmaktadır. Toplumumuzu yabancı bir devletin vesayeti (mandası, himayesi) altına so­ kanlann, attıklan yanlış ve zararlı adımı tamamen caiz bir girişim olarak gösterme amacıyla her sözcüğü kullanabi­ leceklerini kanıtlama bakımından, Hami Bey'in "Manda altına girdik demiyelim de, isterlerse "devlet-i ebed müd-

( 1 3 1 ) Söylev

s.

70 (Nutuk

s.

1 03 ) .

89


det olduk ! " diyelim yolundaki cümlesi ( 1 32- 1 33) gerçek­ ten eşine az rastlanacak bir örnek teşkil eder. Bu sözler bu­ günkü Amerikancıların birçoğunun, "bağımsızlık savunu­ cularından bile daha çok memleketçi ve milliyetçi" olduk­ ları havasını yaratmak isteyen zihniyetlerini yani "kavram sahtecilikleri"ni ortaya koyma bakımından, zamanımızı da aydınlatıcı niteliktedir: "Hami Bey: "Eski Sadrazam İzzet Paşa Hazretleri 'ni görmeye gitmiştim . Her halde kendileride bir güdümün bi­ zim için gerekli olduğu kanısında idiler. Birkaç gün sonra şunu anlattılar: Amerika Soruşturma Kurulu Üyeleri, İzzet Paşa'yı ziyaret ederek: " Eğer siz Erzurum ve Sıvas Kong­ relerine Amerika' nın güdümünü istetecek olursanız, Ame­ rika da Osmanlı Devleti 'nin güdümcülüğünü kabul edecek­ tir" demişler. . . Paşa, her halde böyle bir çareye başvurmak zorunda bulunduğumuzu söyledi. İzzet Paşa da bu yolla is­ tenecek bir güdümün yüzde doksan kabul edilebileceği ka­ nısındadır. Paşa, ulusun isteğine dayanmaksızın Ameri­ ka 'nın güdümcülüğü kabul edemeyeceğini; Kongrece be( 1 32) Sıvas Kongresi Tutanakları, s. 69; aslı: s. 79. ( 1 33) 1 9 ! 9 'da Sıvas Kongresi'nde bir Raif Efendi' nin "manda ve istiklal konuswıdaki sözlerini okuyanlar, ' 'sorunları kelime oyunu ve şirin deyimleri kul­ lanmakla çözüverme' ' çabası içinde olanların her zaman var olabildiğini, pek açık bir biçimde göreceklerdir: " İ stiklali yet ile manda arasında ne fark vardır? Daha doğrusu manda tabirini kullandığımız zaman artık istikliiliyet tabirini kullanma­ yacaksak, mandayı kabul etmemeye burada karar verelim. Hami Bey ve Bekir Sami Bey biraderlerimizin istikliil aleyhindeki sözlerinden anlıyorum ki, " man­ dayı kabul edelim, istikliilden bahsetmeyelim! ' ' demek istiyorlar. Halbuki ben­ deniz manda tabirini kullanmakta bir ihtiyaç görmüyorum. Bu tabirin yerine is­ tikliiliyet kelimesini kabul edelim. Mademki her halde bir siyasi münasebete gir­ mek mecburiyetindeyiz, onun ismine manda demiyelim de " Müzaheret" diye­ lim! .. Manda tabirini reddetmeliyiz! ' ' (Sıvas Kongresi Tutanakları, s. 54; aslı: s. 58).

90


lirtilecek isteğin Avrupa devletlerine karşı Amerika için bir dayanak olacağım bile söyledi. Güdümün kendisinden çok adına takılanlar, yok yere kaygıya düşüyorlar. Kelimenin önemi yoktur. Önem, işin özünde ve niteliğindedir. Güdüm altına girdik demeyelim de isterlerse, sonsuz yaşayacak devlet olduk diyelim." (1 34) . Benzeri konuşmalar, yukarıda yaptığınız başka aktar­ malarda da yer almaktadır ( 1 34a). Kelime oyunu ile "bağımlılık durumunu saklamak" is­ teyenlere karşı Hüsrev Sami Bey'in şöyle bağırdığı işitil­ di: "Fakat bizim bu çalışmadan amacımız, kendimizi savu­ narak sonsuz yaşayacak olduğumuzu kanıtlamaktır!" ( 1 35) Amerika, "ehveni şer" (kötünün hafifi)dir; ve başka ça­ re yoktur: Bugün ne olursa olsun (bütün koşullar altında) Ame­ rika'nın yardımını isterken her şeyi ona bırakmayı kabul edenlerce temsil edilen "Amerika'nın vesayeti de belki gü­ nün birinde emperyalist bir mahiyet alabilir, fakat öteki ( 1 34) Söylev s. 75 (Nutuk s. 1 1 O). " Hami Bey kelimenin ve tabirin hiçbir ehemmiyeti yoktur. Zaten "man­ da'' kelimesi de henüz Tükçeye tercüme edilmemiştir] Binaenaleyh en çok hoş­ landıkları bir kelimeyi mukabil ittihaz edebilirler! Ondan dolayı hiç mütessir ol­ masınlar! Bu kelime esasen Fransızcadır, arzu buyururlarsa bendeniz istedikle­ ri gibi parlak bir surette tercüme ederim; hatta isterlerse ' 'manda ' ' demek ' ' Dev­ let-i ebed müddet" demektir der, işin içinden çıkarız! Herhalde merak etmesin­ ler! Manda tabiri efendi hazretlerini pek korkutmuş; halbuki biz mandaya muka­ bil istikliilimizden vazgeçelim demedik! ve hatta kabili tasavvur olan her türlü şerait-i istikliiliyeyi dermeyan ederek manda talep edelim dedik. Refet Bey Mandanın istiklal ihlal etmeyeceği muhakkak iken, bazı rüfekamız ' ' mustakil mi kalacağız, yoksa mandayı mı kabul edeceğiz?" tarzında birtakım mütalaalar der­ meyan ediyorlar�" (Sıvas Kongresi Tutanakları, s. 54-55; aslı s. 59-60. Ayrıca bak. a.g.e. s. 70). ( 1 34a) Ayrıca bak: Dip notu 1 4 1 . ( 1 35) Söylev, s. 75:. aslı: Nutuk, s . 1 1 0. Keza bakınız Sıvas Kongresi tuta­ nakları, s. 69; asl ı : s. 79.

91


düşman varken, biz yine de Amerika'nın dikenlerine kat­ lanmaya mecburuz" yolundaki yanlış ve zararlı görüş de, 1 9 1 9 '!arda savunucularını bulmuştu. Onlar da aynı yargı so­ nucunda Amerikan mandasını kabul ediyorlardı. Bakınız mandacıların başında gelen Hami Bey ne diyor: "Fakat aca­ ba insaniyetperver bir Amerika, bütün vaatlerini (mevaidi­ ni) ayaklar altına alarak gelecekte bizim için tehlike teşkil edebilir mi? Acaba Birleşik Devletler de Avrupavari em­ peryalist olarak bizi ezmeye çalışabilir mi? Bu ihtimali va­ rit bile telakki edecek olsak, yine bugün başka çaremiz ol­ madığını göz önünde tutarak kabule mecburuz" ( 1 36). Amerika'nın "ehveni şer" olduğu görüşü de, yine 1 9 1 9 'dan beri "muhakkak bir efendi aramaya alışmış ruh­ lar" için, kendisine başvurulagelen eski bir gerekçedir. Bun­ lar, "sanki muhakkak surette iki efendiden birini seçmek zo­ runluğu varmış'' gibi düşünmeye alışmış kişilerdir. "Hiç kimsenin vasiliğini tanımayarak, kendi gücüne güvenmek suretiyle bağımsızlığı sağlama" gibi en normal bir yol ade­ ta hiç yokmuşcasına, "ya o, ya bu" mantığı ile sonuca ulaş­ maktadırlar. Vasıf Bey konuşmasını şu sözlerle bitiriyordu" " . . . İstanbul'daki Amerikalılar: "Güdümden korkmayınız, Milletler Cemiyeti Tüzüğü'nde yer almıştır." diyorlar. İşte bütün bu nedenlerden ötürü, İngiltere'yi kendimize temel­ li düşman, Amerika 'yı da katlanılabilir bir kötü yönetici sa­ yıyorum." ( 1 3 7)

( 1 36) Sıvas Kongresi Tutanakları, s. 65; aslı: s. 73. ( 1 37) .. . İ şte bütün bu esbaba mebni !ngiltere'yi kendimize daimi düşman ve Amerika'yı da ehveni şer addediyorum." (Söylev, s. 76; aslı: Nutuk, s. 1 1 1 ) "

.

92


Sıvas Kongresi'nde çeşitli manda savunucularının, mandanın koşullarını dahi bilmeden ve önceden saptamak zorunluğunu dahi duymadan, mandadan yana olmaları, bu koşulların sonradan saptanabileceğini söyleyebilmeleri, gerçekten ibret vericidir. Ve bu kişilerin, yabancı boyundu­ ruğu altına girmeye ne kadar teşne olduklarının açık deli­ lini teşkil eder. Bugün de aynı zihniyeti hortlamış buluyo­ ruz. Bazı ikili anlaşmaların mahiyeti, her çözüme peşinen razı olan bir zihniyeti yansıtmaktadır ( 1 39). Mandacılar, bir yandan bağımsızlıkla vesayetin bağda­ şırlığını belirtirken, bir yandan da bu vesayetin sağlayaca­ ğı olanaklar sayesinde bağımsızlığımızın gerçekleştirilebi­ leceğini ileri sürmekte idiler. Örneğin Kara Vasıf Bey'in 1 7. 8 . 1 9 1 9 günlü kapalı telinde, bu konuda şu sözler yer al­ makta idi: "Amerika'nın güdümünden yararlanarak öür al­ çakları çıkarabiliriz; sonra yalnızca Amerikalılarla karşıla­ şabiliriz ve onlarla uğraşmak da kolay olur. Bir de Ameri­ kalılar bizi pek çok kınıyorlar. Yeni Hükümeti aşağılıyor­ lar, ulusumuzu da kınıyorlar." ( 1 39) Büyük bir devletin vesayetinin, yalnız askeri sebep­ lerle değil, aynı zamanda mali ve ekonomik sebeplerle de zorunlu olduğu iddiası:

Zamanımızda Amerikan vesayetini savunanların bir ( 1 38) Bu noktaya Atatürk Büyük Nutku'nda dokunmaktadır: "Vasıf Bey ilkin genel olarak güdümü kabul edelim de koşulları üzerinde sonradan görüşü­ rüz, dedi." (Söylev, s. 7 1 ). Kez;ı bakınız: Sıvas Kongresi Tutanakları, s. 52; as­ lı: 56. ( 1 39) Söylev, s. 69-70, (Nutuk s. 1 0 1 - 1 02).

93


kısmı, bunun Rusya tehlikesi karşısında askeri bakımdan zorunlu olduğunu ileri sürerken, birçok siyaset ve işadamı da, aynı zamanda ekonomik ve mali sebeplerden ötürü Amerikan yardımına ve Amerikan vesayetine muhtaç ol­ duğumuzu iddia etmektedirler. Aynen 1 9 1 9 'larda da tutum böyle idi. İki görüşün de savunucuları vardı. Vasıf Bey, ma­ li ve ekonomik nedenlerden ötürü manda altına girmeye mecbur olduğumuzu şöyle belirtiyordu: "Bugün bir müzaheret istemek mecburiyetinde oldu­ ğumuza kaniim. Bütün devletler bizi tamamen müstakil bi­ le bırakacaklarını söyleseler, yine müzaherete muhtacız. 400 il§. 500 milyon lira borcumuz var; bu parayı kimse kim­ seye bağışlayamaz; bize bunu ödeyiniz diyecekler; halbu­ ki bizim varidatımız faizine bile kafi değildir! O zaman müşkül bir vaziyette kalacağız. Bunun için müstakil yaşa­ maya vaziyet-i maliyemiz müsait değildir. Sonra yanıbaşı­ mızda bizi taksim etmeyi emel edinmiş hükümetler var; on­ ların ihtirasatına karşı mahvoluruz! Parasız, ordusuz ne ya­ pabiliriz? Onlar tayyare ile havada uçuyorlar, biz henüz kağnı arabasından kurtulamıyoruz! Onlar dritnot yapıyor­ lar, biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz. Bu hallerde bugün istiklalimizi kurtarsak bile, yine günün birinde bizi taksim ederler. İngiliz siyaseti, bizi uyandırmamak istiyor." ( 1 40) Vasıf Bey, bize vasi olacak devletin hem çok zengin ve hem de bizim servet kaynaklarımızı iyi tanıyan bir devlet olması zorunluğunu belirterek, bunun Amerika olabilece­ ği sonucuna ulaşmakta idi: ( 1 40) Sıvas Kongresi Tutanakları, s. 70; aslı: s. 80.

94


"Bu sebeple seciye ve milli topluluğumuzu parçalan­ maktan kurtarmak için herhalde ehven-i şer olan Amerika müzaheretini istemeye mecburuz. Bize mandater olacak devlet, hem gayet zengin, hem de memleketimizin mena­ bi-i servetine vakıf olmalıdır. Böyle iki devlet vardır: biri Amerika, diğeri İngiltere. Fakat Amerika ehven-i şerdir; çünkü ziraat memleketidir; Avrupa'ya havyan ve un verir. Bu hususta bize çok yardım edebilir. Servet itibarıyla da Amerika daha zengindir." ( 1 4 1 ) Sıvas Kongresi'nin bir numaralı manda taraftarı Hami Bey de, gerek ekonomik ve mali, gerek idari alanda Ame­ rika'nın vesayetini savunuyordu: "Ben en ziyade içteki durumumuz ve şartlarımız ba­ kımından mandaya lüzum göstermiştim. İdari seviyemizle mali ve iktisadi durumumuz herhalde bir müzaheret ihti­ yacında bulunduğumuzun en büyük delailidir. Bendenizin itikadınca, hiçbir yabancı müzaheretine muhtaç olmaksı­ zın tamamıyla müstakil ve daha doğrusu başıboş (serazad) olarak yaşayamayacağımızın sebepleri işte bu kendi özel durumumuzda mündemiçti. Refet Beyefendi de bu dahili nokta-i nazara mukabil harici nokta-i nazardan da herhal­ de bir müzaheret ihtiyacında bulunduğumuzu ispat ettiler. Binaenaleyh artık bugün manda mı, müzaheret mi, ismine ne derseniz deyin, mutlaka hariçten bir yardım ihtiyacında bulunduğumuz tezahür etmiş demektir." ( 1 42) Hami Bey'in manda konusundaki meşhur cümlesi şu-

( 1 41) Sıvas Kongresi Tutanakları, s. 70; aslı: s. 80. ( 1 42) Sıvas Kongresi Tutanakları, s. 63; aslı: s. 69-70.

95


dur: "Herhalde bir müzaherete muhtacız; ve bunun en ilkel delili de, devlet gelirinin ancak borcumuzun faizini karşı­ layabilmesidir" ( 1 43). İşte bugün Türkiyemizin Amerikan yardımı, Amerikan ittifakı, Amerikan ikili anlaşmaları, kısacası Amerikan ve­ sayeti (müzahereti) olmaksızın yaşayamayacağını iddia edenler de, hemen hemen bu gerekçelere dayanmaktadır­ lar. Oysa vesayet altında kalan (ekonomik hayatına el atıl­ mış olan) bir devlet, bugünkü ekonomik sömürme metod­ larının kaçınılmaz sonucu olarak, hiçbir zaman ulusal ikti­ sat alanında belini doğrultamamakta, bağımsız bir hale ge­ lememekte; ve kendi ihtiyaçlarını en iyi biçimde karşıla­ manın yöntemlerine kavuşamayan dışa bağlı bir ekonomi sistemi içinde kalmaya mahkum olmaktadır. Burada ayrıntılarına girmemize imkan olmasa da, şu ger­ çeği belirtmekle yetineceğiz ki, milletlerarası kapitalizmin yardımı sayesinde ekonomik kalkınmaya ulaşabilmiş, yaban­ cıların vizesine tabi olmaksızın kendi kendini tamamlayabil­ me ve gelişebilme olanağına sahip sağlam bir ekonomik ya­ şantıya ulaşabilmiş tek toplum yoktur. Osmanlı Devleti'nin çöküşünde başrolü oynayan nedenin, mali ve ekonomik alan­ da bağımsızlığını kaybetmesi olduğu, bugün artık kanıtlan­ mıştır. Doğu devletleri arasında kalkınmayı ve sanayileşme­ yi gerçekleştirebilmiş tek devlet olan Japonya'nın, bu amaca ekonomik bağımsızlık sayesinde varabilmiş bulunması da, bu alandaki görüşümüzün doğruluğunu perçinlemektedir ( 1 44).

(1 43) Sıvas Kongresi Tutanakları, s. 53; aslı: s. 5 8 . ( l 44) Bak: Dip notu 1 4 .

96


Mandanın şu veya bu biçimi onur ve cesaretle bağda­ şamaz; mandaya razı oluş, haysiyet ve cesaretten yoksun politikacıların oyunlarına ve oldubittilerine dayanabilir: Manda zihniyetinin karşısına çıkabilmek, her şeyden önce bir dünya görüşüne ve bir onur anlayışına dayanır. Ge­ rek kişilerin gerek ulusların, başka kişi veya başka ulusla­ rın koltuğu altında hayatlarını devam ettirmesinde önemli bir sakınca görmeyenler, başka bir devletin herhangi bir bi­ çimdeki mandasına razı olabilir. Dünyada sadece maddi çı­ karları her şeyin üstünde görenler ve gelecek kuşakları de­ ğil sadece kendi kişisel durumlarını göz önünde bulundu­ ranlar, "ya efendi gibi yaşamak, ya hiç yaşamamak", "ya halkın ve gelecek kuşakların maddi ve manevi varlıklarını geliştirebilmelerinin bütün koşullarını korumak ve yarat­ mak, yahut da bu uğurda bütün tehlikeleri göze almanın lü­ zumunu kabul etmek" yoluna gidemezler. Bu "onur inan­ cı ve bilinci" , zamanımızda gerek başka az gelişmiş ulus­ lar, gerek doğrudan doğruya Türkiyemiz için en önemli so­ runlardan biridir. Tutulacak anayolun çözümü, bu noldada düğümlenmektedir. Bir an için farz ve kabul edelim ki, eko­ nomik ve diğer vesayet sistemlerini benimsediğimiz za­ man, uzunca bir süre halk ve yöneticileri rahat edecek ve her alanda daha bol tüketim olanaklarına kavuşabilecekler­ dir. Gerçekten böyle olsa bile, bir kuşağın bu maddi çıkar­ ları yüzünden, hem kişisel ve ulusal onurun çiğnenmesini ve hem de gelecek kuşakların "bağımsızlığın verdiği bü­ yük olanaklardan yoksun kalması"m kabul etmeye ve ni­ hayet bir ulusun bağımlı duruma düşmesine razı olmaya, bugünkü kuşaklann ve yöneticilerin hakkı var mıdır? 97


Bu onur anlayış ve inancı iledir ki, Mustafa Kemal, 20.8. 1 9 1 9 günü Sıvas Valisi Reşit Paşa'ya çektiği telgraf­ ta şöyle diyordu: "Burada şunu da bilginize sunayım ki, ben ne Fransızların ve ne de herhangi bir yabancı devletin yar­ dımına gönül indirecek(*) değilim. Benim için en büyük barınma yeri ve yardım kaynağı ulusumun kucağıdır."( 1 45) Gazi, aynı yargıyı, aynı inancı, Büyük Nutuk'ta daha da geliştirerek kesin sonuca ulaşmıştır: "Bu kararın dayan­ dığı en sağlam düşünüş ve mantık şu idi: Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne kadar zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan ken­ dini kurtaramaz. Yabancı bir devletin koruyuculuğunu is­ temek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Ger­ çekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez. Oysa, Türk'ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyük­ tür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyi­ dir. öyleyse, ya bağımsızlık ya ölüm ! " ( 1 46) Mandaya (vesayete) razı oluş, genellikle cesaret yok­ sulluğundan, zorluklar karşısında kaçıştan, yani karamsar bir zihniyetten ileri gelmektedir. Kurtuluş Savaşı yıliarın­ da Amerikan mandasından yana olanlar, bizim Yunanlılar­ la başa çıkamayacağımızı kabul eden kişilerdir. Örneğin ( * ) " . . .tenezzül eden... " ( 1 45 ) Söylev, s.54, aslı: Nutuk, s.80. ( 1 46) Söylev, s .9, N utuk, s. l 3 .

98


Refet Bey, Sıvas Kongresi'nde pek zararlı etkiler yapan konuşmasında bu düşünüşü açıkça yansıtmıştı.( 1 47) Ata­ türk onun konuşmasına ilişkin olarak şöyle diyor: " Bu par­ lak ve ustaca söylevin, dinleyenlerin düşünce ve kanıları üzerinde yapabileceği yanıltıcı etkinin ölçüsünü kolaylık­ la kavrayabilirsiniz. Bunun ardından gelebilecek olan aynı düşüncedeki söylevleriyle kongre üyelerinin büsbütün ze­ hirlenmesine meydan vermemek ve özel aydınlatma ve uyarmalara zaman bulabilmek için hemen: 'On dakika din­ lenelim efendim' diyerek oturuma ara verdim."( 148) Amerika'nın yardımları (müzaheretleri), kendi ekonomik çıkarlarına, emperyalist amaçlarına hizmet içindir; yoksa Türkiye'yi kurtarmak veya yükseltmeye yönelmiş değildir ve olamaz:

Bugün dış ilişkilerimizde, özellikle bize "ekonomik ve askeri yardımda bulunan" Amerika Birleşik Devletleri'yle olan ilişkilerimizde, en önemli noktalardan biri, bu "yar­ dımlar" ın yardımda bulunan devlet bakımından ne gibi he­ deflere yönelmiş olduğu, yani yardımın amacını ve dürtü­ sünü doğru (objektif) olarak saptamaktır. Eskiden İngiltere'nin, Fransa'nm, Almanya'nın, Hol­ landa'nın, Belçika'nın, Portekiz ve İ spanya'nın şimdi de Amerika'nın nasıl kendi çıkarları için başka ulusların ya­ şamına karıştığını (emperyalizmin eski ve yeni türlerinin

( 1 4 7 ) Bak: Sıvas K ongresi Tutanakları, s.5 5-60, aslı: s. 6 1 -66. ( 1 4 8) Söylev. s.74. Bak: Sıvas Kongresi Tutanakları, s.60, aslı: s.66.

99


nasıl sömürmeye yönelmiş olduğunu) biraz olsun incele­ miş olanlar için, Amerika'nın bize yardımlarının niteliği ko­ nusunda, aslında herhangi bir tereddüt ve şüpheye yer ol­ mamak gerekirdi. Ancak teorik birtakım varsayımlardan ha­ reket etmiş olmamak için, "Amerika 'nın, insancıl bazı amaçlarla, örneğin az gelişmiş ulusların yoksulluktan kur­ tulmalarının dünya barışı için olumlu sonuçlar yaratacağı düşüncesiyle yardımlarda bulunabileceği" tezininde de iyi niyetle ele alınmasını kabul ettik. Ve yıllarca -yani aksi sa­ bit oluncaya kadar- bu görüşe öncelik tanıdık. Amerikan yardımı, dünyanın her yerinde ne gibi amaç­ lar gütmüş olursa olsun, biz sadece Türkiye'deki ve İkinci Dünya Savaşı 'ndan sonraki tutumu değerlendirmek istedi­ ğimizden, Amerika'nın Türkiye ile ilişkilerinin bencil amaçlarını açıkça ortaya koyan adımlar atılmadığı sürece, zamanımızdaki yeni koşullar altında ulusların birbirine yap­ tıkları yardımda emperyalizmden başka hedeflerin de söz konusu olabileceği yolundaki iddiaları, teorik düşünceler­ le reddetmek yoluna gitmedik. Fakat Amerikan yardımının, gerek ekonomik, gerek as­ keri alanda sadece Amerika'nın çıkarlarını (ve hem de aşı­ n suretle bu çıkarları) göz önünde bulundurduğunu, yardım edilen ülkenin ve toplumun yararlarını ise hiç hesaba kat­ madığını, çeşitli alanlardaki somut yarar çatışmalarında, he­ le "petrol ve maden avı"nda gördükten sonradır ki, Ame­ rika'nın yaptığı bütün "yardımlar"ın, sadece "kendisine yaptığı yardım", yani "bir sömürü aracı ve tertibi" oldu­ ğunu kabul etmenin, daha doğru bir değerlendirme sayıl­ masını teslim zorunluğu duyduk. Marksist teoriden hare1 00


ket etmeyerek, yani " kapitalist bir ülke olan Amerika, an­ cak sömürü amacıyla yabancı ülkelere gidebilir" yolunda genel bir görüşü eses almayarak somut olaylara dayanmak suretiyle bir yargıya varan daha birçok yazarın tutumu ay­ nıdır. Şimdi Birinci Dünya Savaşı'ndan sonraki ilk yıllara döndüğümüz zaman da, aynı gerçeği tespit etmekteyiz: Amerika'nın birtakım ittifak ilişkilerine, hatta savaşa bile ticari amaçlarla girdiği gerçeğini, -talihin ne garip cilvesi­ dir ki- bizzat memleketimizin tanınmış mandacıları bile iti­ raf etmişlerdir. Ancak bugünün bütün gerçekleri inkar et­ meyi huy edinmiş gizli mandacıları, bu içtenliği göstere­ memektedirler. . . Evet, 1 9 1 9 yılının daha insaflı, hiç değil­ se yaptıkları teklifin zayıf, hatta utandırıcı yönlerini de tes­ lim eden, fakat yeter cesarete sahip olmadıklarından, tam bağımsızlık için sert bir savaşı göze alamayan mandacıla­ rı, Amerikan vesayetinin çeşitli sakıncalarına dokundukla­ rı gibi, Amerika'nın gerek dünya harbine girişinin ( 1 49), ( 1 49) Hami Bey şöyle diyordu: " Harbin başlangıcında Amerika uzun sü­ re tarafsızlığını muhafaza ettiğinden, Avrupa'ya ve özellikle savaşan zümrelere karşı satıcı durumunda bulundu; ihracatının büyük kısmı da savaş malzemesine (mühimmata) inhisar ettiğinden, Amerika'da savaş sanayii az zamanda olağanüs­ tü bir surette arttı. Fakat lti!ii f devletlerine olan ihracatı, dörtlü ittifak devletleri­ ne olan gönderimlerinden 20-30 misli fazla tutuyor ve bu suretle de Amerika ti­ caretin en büyük karını hasımlarımızdan görüyordu... Bu suretle itilafın harp mal­ zemesi itibarıyla en büyük kaynağı Amerika olduğundan, Almanlar buna en­ gel olmak için denizaltı savaşını şiddetlendirdikleri ve sonuç olarak Amerika Bir­ leşik Cumhuriyetleri dış ticaretine büyük bir darbe vurdukları vakit, Washington Hükümeti 'ni pek büyük bir bunalım karşısında bırakmışlardı. Çünkü ülkenin ola­ ğanüstü ilerleyen savaş sanayii en büyük mahrecinden yoksun oluyor ve bu su­ retle ulusal ticaret sarsılıyordu! Bundan ötürü hükümet, ulusa karşı ya eski mah­ reci geri vermek veyahut yeni bir müşteri bulmak zonınluğunda kalmıştı. .. Harp malzemesine yeni bir müşteri bulmak şıkkı tercih edildi. Bu müşteri Avrupa 'da olmazdı; çünkü ulaştırma pek büyük bir tehlike altında idi ve zaten ondan dola­ yı o mahreç kaybedilmiş gibi idi; bu sebeple herhalde Amerika' da bir müşte­ ri bulmak lazım geldi ve işte o müşteri de bizzat Amerika Hükümeti oldu!

101


gerek Türkiye üzerinde bir manda yönetimini kabul etmek istemesinin ekonomik çıkarlara dayandığını belirtmişlerdir. Amerika ' nın Türkiye üzerinde manda sağlama arzu­ sunda yalnız ticari amaçların değil, aynı zamanda dünya­ nın hir numaral ı devleti haline gelme amacının da rol oy­ nayacağı, daha 1 9 l 9'da Vasıf Bey tarafından çok iyi belir­ tilmişti. ( 1 50) Küçük ve muhtaç bir devletin, kuvvetl i bir devletle çok sıkı bir ittifak ilişkisine girişmesi, "bağımsızlığını tah­ rip etmek, boyunduruğu kendi eliyle boynuna geçirmek"tir. Yeni himaye ve yardım usullerinin bağımsızlığı nasıl ortadan kaldıracağını, daha Sıvas Kongresi sırasında ( 1 9 1 9 'da) bazı siyaset adamları görebilmekte idiler. Bakı­ nız manda taraftan olan Refet Bey dahi -daha önceki ve sonBinaenaleyh Amerika Hükümeti her şeyden önce savaş malzemesi salın almak için harbe girmiştir, denilebilir. Bu müthiş tarihi olayın en büyük sebebi, işte bu ticaret zorunluğu idi. Amerika harbe girdikten sonra .. başlangıçtaki ihracatına ye­ niden devama başladı; bu suretle Dünya savaşının başından sonuna kadar satıcı durumunda bulunarak, Avrupa' dan akıp gelen paranın etkisi ile para çokluğun­ dan doğan bir para bunalımına uğramıştır, denilebilir. Bundan ötürü, Amerika dün nasıl harp malzemesi ihracı zorunluğunda idiyse, bugün de adeta para ihra­ cı zorunluğunda gibi bir durumdadır; bu nedenle, bu sefer de para servetine bir mahreç bulmak isteyeceğini pek tabii sayarım. Acaba dünyada para için bizim memleketten mükemmel mahreç tasavvur edilebilir mi9 İ şte en ziyade bu iktisa­ di nedenler etkisi ile savaşa girmiş bir Amerika'nın, yine aynı sebepler altında Osmanlı mandasını kabul etmekten kaçınmayacağını, bundan ötürü muhtemel sayıyorum. " (Sıvas Kongresi Tutanakları, s.66-67, aslı: s.75-76). ( 1 50) "Amerika Hükümeti , milletine üç senede bitmek üzere İ ngiliz do­ nanmasına faik bir donanma inşasını kabul ettirmiştir. Bu suretle hakimiyet-i bah­ riyeyi aldıktan sonra, lngilizler balıkçılıktan başka bir şey yapamayacaklardır. Bu donanmanın inşasındaki maksat elde fazla demir bulundurmak değil, serbest bir piyasa husule gctinnek ve bunun için İ ngiltere 'nin elinden Mısır vesaireyi kur­ tarmaktır. Fakat bu donanmanın bir kara kuvveti ile de takviyesi lazım gelir; bu da ancak bizim ordumuzla olabilir. Binaenaleyh hem siyasetçe, hem askerlikçe kendilerine lazım olduğumuzdan bizi hoş tutacakları tabiidir. İ ngiltere'yi kendi­ mize daima düşman ve Amerik a yı da ehven-i şer addediyorum . " ( S ıvas Kong­ resi Tutanak ları , s.7 1 . aslı: s.81). '

1 02


raki sözleriyle çelişme içinde olsa bile- bu gerçek üzerin­ de nasıl duruyor: "Milletler Cemiyeti'nin mandayı üç şek­ le taksim ettiği . . . bir de bizim gibi devletler için ayn ayn mandalar vaz'ettiği zaman, mandası altına girmekle haki­ katte kuvvetin anlaşılıyordu. Fakat acaba böyle midir? Aca­ ba manda istiklali ihlal etmeyecek miydi? Acaba karşı kar­ şıya bulunan bir zayıf ile bir kuvvetliden zayıfı kuvvetlisinin mandası altına girmekle hakikatte kuvvetin (kuvvetli­ nin) boyunduruğu altına girmiş olmuyor muydu? Acaba manda denilen şey, ittihad, ittifak, muhadenet kelimeleri gi­ bi bir şey miydi?" diyordu ( 1 5 1 ). Biraz sonra da şöyle de­ vam ediyor: "Manda ve istikliil: kuvvetli misiniz? İstiklii­ liniz vardır, zayıf mısınız? Manda altındasınız." ( 1 52) Çok kuvvetli bir devletle, zayıfbir devlet ittifak yaparsa, hele bu ittifak ilişkisinde zayıfdevlet kuvvetli devlete çeşitli ba­ kımlardan muhtaç durumda ise, bu halin bağımsızlığı nasıl ta­ mamen ortadan kaldıracağını, -şiddetle manda taraftan olan­ Hami Bey bile açıkça belirtmek dürüstlüğünü gösterebilmişti: "Ben de kaniim ki, kuvvetlinin zayıf ile ittifakında, herhalde taraflardan biri zarar görecek ve o zarar görecek taraf da her­ halde zayıf olacaktır! öyle bir ittifak ancak kurt ile koyunun it­ tifakı kadar samimi olabilir! Çar İkinci Aleksandr' ın pek ilginç ve son derece ibret verici saydığım bir sözü var: Bir gün bakan­ larından biriyle görüşürken Çar birdenbire "Biz Türkiye'yi ya mahvetmeli, yahut da bizimle ittifak ettirmeliyiz" demiş! Alek­ sandr'ın bu sözü, gerçeğin ve kerametin ta kendisi idi (ayn-ı isabet, mahz-ı kerametli). Gerçekten, bizim için, Rus ittifakıy( 1 5 J ) Sıvas Kongres.i ( 1 52) S ı v as Kongresi

Tutanakları. s. 56; aslı: s . 6 1 . Tutanakları. s. 58: aslı: s. (ı3 .

1 03

·


la devletimizin çökmesi (inkırazı) arasında pek büyük bir fark olamazdı. Hünkar İskelesi Muahedenamesi bu hakikatin delil­ lerinden olduğu gibi, son Alman ittifakı da bunun pek kuvvet­ siz bir delili sayılamazdı."

( 1 53)

Ne gariptir ki, bu gerçekleri, zamanımızın gizli manda taraftarları itiraf etmek cesaret ve dürüstlüğünü gösteremi­ yorlar. Birçok ekonomik, mali, askeri, adil, kültürel, yönet­ sel bağımlılığa götüren çözümleri benimseme sonucunda Amerikan vesayetini savundukları halde, "bu durumun ba­ ğımlılık demek olmadığını, bunun üzülecek veya değiştiri­ lecek bir yönü bulunmadığını söylemek gibi, gerçekçilik ve memleketçilikle bağdaşamayacak bir yol tutmaktadırlar. Vesayet altında bulunan ülkenin bağımsızlık durumu­ nun, her iki devlet arasındaki kuvvet farkına göre niteliği­ ni çok değiştirebileceği, kuvvetsiz devlet, kuvvetli devlete ciddi surette muhtaç ve tabi duruma düşerse, bunun küçük devlet için ezici sonuçlar yaratacağı gerçeğini, en başta ge­ len mandacılar arasında yer alan Refet Bey dahi (Sıvas Kongresi sırasında) teslim etmişti: "Manda, eğer zayıf ve zebun, kabiliyetsiz, kuvvetsiz, kansız, cansız ve vicdan-ı milliden mahrum bir milletin omuzlarına yükletilecek olursa, onu ezer. Kavi, zayıfı siya­ setiyle, mesaisiyle, hırsıyla emellerine ve ihtiraslarına tabi eder. Binaenaleyh manda dış görünüşüyle (şekl-i zahirisiy­ le) istiklale mani değildir, fakat zalim bir devlet elinde her şeyden fenadır. Bilmediğimiz korkunç bir şeyin, tıpkı ecel gibi bir şeyin karşısındayız. Ona doğru koşuyoruz . . .

"

( 1 54)

Korkak ve hainlerin, o anda en yakın tehlikeyi teşkil eden ( 1 53) Sıvas Kongresi Tutanakları, s. 65; aslı: s. 72-73. ( 1 54) Sıvas Kongresi Tutanakları, s. 59; aslı: s. 65.

104


devletlerin hışmından ve belalarından kurtulabilmek için, kuv­ vetli başka bir devleti vasi olarak kabul etmeleri, şaşılacak bir şey mi? Onlar, doğrudan doğruya yurdu işgal etmiş düşman­ ların bile vasiliğine razı olmaktan kaçınmamışlardır. Gerçek­ ten mütareke yıllarındaki korkaklarımız ve hainlerimiz, değil Amerika'nın vasiliğini, Türkiye'nin paylaşılmasında ve işga­ linde en büyük rol oynamış olan İngiltere'nin himayesini bile savunmakta idiler. Gazi Mustafa Kemal bu konuda büyük Nu­ tuk'ta şöyle diyor: "İstanbuf üa çeşitli amaçlarla gizli ve açık olmak üzere, birtakım parti ya da dernek adı altında kuruluş­ lar vardı. İstanbul 'da önemli sayılacak kuruluşlardan biri İngi­ liz Muhipler Cemiyeti idi. Bu addan İngilizleri sevenlerin kur­ dukları bir dernek anlaşılmasın. Bence, bu derneği kuranlar, kendi varlıklarını ve çıkarlarını sevenler ve kendi varlıklarıyla çıkarlarının dokunulmazlık çaresini Loyd Corç (Lloyd Geor­ ge) hükürneti aracılığıyla İngiliz desteğini sağlamakta arayan­ lardır. Bu bahtsızların, İngiltere Devleti'nin, bütünüyle bir Os­ manlı Devleti bırakmak ve korumak isteğinde olup olmayaca­ ğını bir kez düşünüp düşünmedikleri üzerinde dunnak gerekir. Bu derneğe girenlerin başında Osmanlı Padişahı ve yeryüzü Ha­ lifesi şanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Dahiliye Na­ zın olan Ali Kemal, Adil ve Mehmet Ali Beyler ve Sait Mol­ la bulunuyordu. Demekte İngiliz ulusundan kimi serüvenciler de vardı. örneğin: Rahip Fru (Frew) gibi. Anlaşıldığına göre, derneğin başkanı Fru idi." ( 1 55) ( 1 55) Söylev, s. 4-5, Nutuk, s. 6-7. lngiliz subaylarının bu görüşleri des­ tekleyici telkinlerde bulunduklarını, Mustafa Kemal, Sadarete gönderdiği rapor­ da şöyle belirtiyordu: "lngiliz subayları, Osmanlı hükümetinin, Türkiye'yi ken­ di kendine idare edemeyeceği, birkaç seneler olsun ecnebi müdahale ve sayeti­ ne müftekir bulunduğu zemininde bir fikir ileri sürmüşlerdir" (Atatürk, Samsun 22.5 . 1 9 1 9, Tamim-Telgraflar, s. 24).

1 05


Mustafa Kemal, Amasya'dan Kazım Karabekir Pa­ şa 'ya gönderdiği şifrede de aynı konu üzerinde durmuştu: "İstanbul tam anlamıyla tekel altında, siyah ufku tamamıy­ la İngilizler tarafından kuşatılmış bulunuyor. Bugünkü ka­ binede yer alan Bayındırlık Bakanı Ferit, Eğitim Bakanı Sa­ it Beyler gibi yüksek görüş erbabı bile, kuşatılmış durum­ dan hemen kurtulmak ve Anadolu'da kendiliğinden doğa­ cak bir ulusal kuvvetten başka hiçbir umut ve gücün bu dev­ let ve ulusu kurtarmaya saik olamayacağı ve Batı Anado­ lu'daki aydınlarca da böyle düşünüldüğü hakkında genel ve ortak kanıyı bildirdi. İstanbul 'da ulusal bağımsızlık zevkin­ den yoksun bazılarının, İngiliz esaretine gitmekte sakınca (beis) görmedikleri anlaşılıyor." ( 1 56, 1 57). Emperyalist devletlerle ilişkisi olan bazı derneklerin, ma­ sum isimlerine rağmen, daima iki kimliğe sahip oldukları ve perde arkasında korkunç eylemleri yönettikleri gerçeğini, Ata­ türk daha Kurtuluş Savaşı sırasında pek iyi öğrenmiş ve bu ger­ çeği ilan etmişti: "Bu derneğin iki görünüşü ve niteliği vardı. Biri dış görü­ nüşü ve uygarca girişimlerle İngiliz desteğini istemeye ve sağ­ lamaya yönelen niteliği idi. Ötekisi, gizli yönü idi. Asıl çalış( 1 5 6 ) Atatürk, 2 3 . 6 . 1 9 1 9, Tamim ve Telgraflar, s. 40. ( 1 5 7 ) Yeri gelmişken yabancılarla i l i şkide birtakım derneklerin olumsuz rollerine ve etkilerine de dokunmak isteriz: Türkiye 'nin egemen­ liğini ikili anlaşm a larla zedelemiş hiç değilse gölgelemiş olan ve bunda ısrar ederek Türkiye'yi bağıml ı bir devlet haline getirmek isteyen Ame­ rikalılarla birlikle dernekler kurup bunlara üye olmayı ve böylece onların sağladığı bazı kolaylık lardan faydalanmava çalı şmayı. biz Türkiye ' n i n yararları i l e ç a t ı ş ı r buluyoruz. M illi Kurtu l u ş S a v a ş ı günlerinde Türki­ ye ' n in egemenl iğine ve bağımsızl ığına m usallat dev l etlerin uyruklul arıy­ la b irlikte kurulan dern e k l ere i l i ;kin <ıi arak. �1 ustafa Keın a l ' i n ( 2 . \ 0. l 9 l 9 " d a \ Dahi l i y e Nazırı C emal Paşa ' ya çektıği telgra fta şu cıiın­ ' e l c rc r a s t l a n ı r :

1 06


ma bu yöndeydi. Yurtiçinde örgütler kurarak ayaklanma ve başkaldırmalara yol açmak, ulusal bilinci işlemez kılmak, ya­ bancı devletlerin işe karışmalarım kolaylaştırmak gibi haince giıişimler, derneğin bu gızli kolunca yönetilmekteydi. SaitM0J­ la 'nın derneğin açık girişimlerinde olduğu gibi gizli işlennde de ondan daha çok rol oynadığı görülecektic" ( 1 5 8 ) Bir yabancı devletin ülkemizde bazı kuruluşlanmn olma­ sı, belki büyük bir tehlike teşkil etmeyebilir. Fakat bir yabancı devlet ve özellikle dünya devleti olma çabası içinde bulunan emperyalist bir devlet, memleketimizde geniş örgütlenme im­ kanına, hele toplum hayatının çeşitli alanlarında çalışmakta olan kuruluşlara sahip olursa, bu durum, o devletin Türkiye'yi kontrol etmesi olanağını yaratır. Ve bunlara sahip bir devlet, bu örgütler yardımı ile Türkiye'de devlet içinde devlet olur; ve si­ yasal, ekonomik ve kültürel yaşamımıza dolaylı olarak egemen duruma gelebilir. İ şte bu oyunda başta ticaret şirketleri olmak üzere, masum adlar taşıyan dernekler veya son derece masum olan "barış gönüllüleri" (!) bile bir rol almaktadırlar. " İ stanbul ' dan alınan güvenilir haberlerde İ ngilizler ile İ ngiliz M u­ hipler Cemiyeti, İ tilaf ve Hürriyet ve Ni g ehbancıların Hıristiyan azınlık­ larla işbirliği yaptıkları ve Anadolu'ya b irçok bozguncular göndererek ulusal örgütleri b ozmaya . . . Konya'ya gönderilen Vali Suphi B ey' in, İ n­ giliz Muhipler Cemiyeti İ stanbul Yönetim Kurulu üyelerinden olduğunu Konya'da Refet Bey'e söylemiş bulunduğunun . . . " (Söylev, s. 1 79; aslı: Nutuk, 2 6 1 -262). B u hatırlatmayı yapmamızın nedeni, zamanımızda "Türkiye 'nin ya­ rarlarını hiçbir suretle göz önünde bulundurmayan "aşırı bir Amerikan dostluğu" propagandasının, çeşitli biçimde birçok dernek aracılığı ile de sağlanmasıdır. Birçok Türk-Amerikan derneği, açık veya kapalı yoldan, Amerika'nın Türkiye'deki vesayet sistemini "sempatik, faydal ı , lüzumlu. hatta zorunlu" olarak gösterme çabası içindedir. Çeşitli masum isimler ta­ şıyan bu derneklerin, Türk toplumunu kademe kademe zararlı sonuçlara ulaştırma yolunda bulunduklarını ve bu bakımdan mütareke yıllarının yu­ karıda adı geçen derneklerine ili şkin sözlerin bugün de geçerli olduğunu belirtm�k i steriz. Bu sözlerle, o derneklere üye olan herkesin bu kötü ve kapalı niyetin farkında olduğ.urıu ve araçlığı bile bile kabui ettiğini asla o;öylcmek i stemiyoruz. A.ldarıan birçok üyenin varlığı. şüphesizdir. ( 1 5 8 ) Söylev, s. 5 (Nutuk. s . 7 ) .

1 07


Yöneticiler bir ölçüde gafillik ve bir ölçüde de hainlik içinde olurlarsa, halk, bir süre "vesayet peşindeki devletle olan ilişkideki gerçek durumu" görmekte tam bir zorlukla karşıla­ şır. "Büyük bir devletin bizi himaye etmesi" yolundaki teklif­ leri masum göstererek halkı aldatmak için, hiç değilse onu ka­ rarsızlık (tereddüt) içerisine düşürmek mümkündür. Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı yıllarında Hakimiyeti Milliye gazete­ sine verdiği bir demeçte bu konuda şöyle diyordu: "En aydın sayılan insanların manda tutkusu (meclı1biye­ ti) ile adeta milletin istiklal ruhunu yıkmak için gafilane bir ça­ lışma ve sürekli çaba içinde çırpındıklarını hayretle görüyor­ dum. Ben artık şu noktalan gayet vazıh mütalaa edebiliyordum: Düşmanlar istiklalimizi inıhaya karar vermişlerdir; bu hakika­ tı millet henüz tamamıyla keşfetmemiştir. Çünkü İstanbul ka­ ranlık sisler içinde boğulmuştur. Oradaki zekalar, oradaki vic­ danlar bir taraftan doğrudan doğruya düşman tazyiki, diğer ta­ raftan düşman iğfaliyle bunalmış ve bunaltılmış bir halde i­ di."(1 59) Türk yurdunun ve halkının bağımsızlığını ve güvenliğini ulusun ve devletin kendi gücüne ve mücadele bilincine değil de, büyük devletlerin insafına, "büyük dost"un adalet duygu­ suna bırakan safdillerin, ulusu ne kadar yanlış bir yola götür­ düklerini, aklı başında biraz bilgi ve cesaret sahibi her Türk ko­ layca takdir edebilir. Özellikle tarihi, hele sömürgeler tarihini ve zamanımızda fiili manda (vesayet) altında bulunan devlet­ lerin nasıl bu hale geldiklerini (yani yeni emperyalizmi) biraz inceleyen kişiler... Eğer bunlar, olaylara ve sorunlara kendi çı­ karları açısından değil de, objektif olarak bakabilme yeteneği( 1 59) Atatürk. 24.4. l 92 1 , Söylev ve Demeçler, c.3,

1 08

s.

26-27.


ne de sahiplerse, onların "himaye, manda, müzaheret", hatta "sürekli yardımı" gibi ilişkiler arkasında ne niyetlerin yattığı­ nı ve bu ilişkilerin uzantısında (önünde) zayıfdevlet için ne bü­ yük tehlikelerin yatmakta olduğunu görmemeleri düşünüle­ mez. Ne yazık ki, sistemli bir biçimde beyinleri yıkayan Ame­ rikan propagandası ve dolarları, geniş kitlelerce gerçeklerin görülmesini imkansızlaştırmaktadır. 1 9 1 9 'lara geri gidildiği zaman görülür ki, kendi ulusundan kopmuş ve her şeyi yaban­ cıların insafına bağlamış olan iktidarlar, düşmandan bile yar­ dım bekleyebilmektedir. Mustafa Kemal bunlara ilişkin olarak şöyle demektedir: "Hükümet bu bildiride, barış üzerindeki görüşünü de şöy­ lece açıklıyor: 'Vilson ilkelerinden gereği gibi yararlanılarak, Osmanlı Devleti' nin, birlik halinde ve padişahına bağlı bağım­ sız bir devlet olarak yaşatılması için girişimden geri durulma­ yacaktır... Büyük devletlerin adalet duygulan ve gerçekten git­ tikçe belirmekte olan Avrupa ve Amerika kamuoyunun ılımlı davraruna isteği, bu konuda güven vermektedir.' Bu biçim bil­ diriler yayımlamanın amacı, ulusu aldatmak ve uyuşukluğa sü­ rüklemek değil midir? Hangi adaletten söz ediliyor? Hangi ılımlı davranma isteğinden dem vuruluyor? Bunların asılları var mıdır? Yurdun merkezinden başlayarak, her yerde yabancıla­ rın davranışları, gerçekte bunun tersini ispat edecek açık ve se­ çik kanıtlar değil miydi?" ( 1 60). " ... Gerçekte Vilson, ilkeleriy­ le birlikte, ortadan çekilmiş ve Osmanlı ülkesine, Suriye'de, Fi­ listin'de, Irak'ta, İzmir'de, Adana'da ve her yerde, düşmanların girişine ilgisiz bulunmuyor muydu?" ( 1 6 1). "Yenilmiş ve ateş(160) Söylev, s.156-157. (Nutuk, s.228-229) (16 1 ) Söylev, s.157. (Nutuk, s.229)

109


kes anlaşması imzalamış olan Osmanlı Devleti, bu Vilson il­ kelerinin gönül okşayıcı ve göz aldatıcı görünüşüyle bir zaman oyalandı."(1 62) "Ülkemizin ve ulusumuzun başına gelmiş olan bunca fe­ laketler, hiç şüphe etmemelidir ki, bu gafil insanların memle­ ketin talih ve iradesini ellerinde tutmuş olmalarından ileri gel­ miştir." ( 1 63) Yukarıda bazı örneklerini verdiğimiz yanlış düşünüş kar­ şısında, "geri bırakılmış ve büyük devletlerin -çeşitli nedenler­ le- hırslarının çarpıştığı bir noktada varlığını devam ettirme du­ rumunda olan bir ulus ve devlet" için, Atatürk'ün şu sözleri, değişmez düstur olma değer ve niteliğini asla kaybetmeyecek­ tir.

"Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği itiraf etmekten başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici ge­ tirmeleri hiç düşünülemez. Oysa Türk'ün onuru ve yetenekle­ ri çok yüksek ve büyüktür."(1 64) İşte Atatürk'ün bu sözleri, bugün "Rus uydusu olmak is­ temiyorsak Amerika'nın uydusu olalım" diyen, daha doğrusu böyle demeyerek fikirlerini (davranışlarını) allayıp pullayıp, süslemesini (idealize etmesini) ve şallayıp gizlemesini beceren, yani "bağımsızlıktan, egemenlikten ve koca koca laflar sarfet­ mekten kaçınmayan, fakat sonuç olarak Amerika'nın bir ölçü­ de uydusu durumuna gelmemizi fiilen savunan" kimselerin ka­ fasına bir tokmak gibi inmektedir. Evet, Rusya saldırırsa, ge( 1 62) Söylev, s.244. (Nutuk, s.357-358) ( 1 63 ) Atatürk, 22.9. 1 924, Söylev ve Demeçler. c.2, s. 1 97. ( 1 64) Söylev, s. 1 0, Nutuk, s . 1 3 .

1 10


rekirse hepimiz ölür fakat yine de bağımsızlığımızı koruruz . Bunun aksini düşünenler Türk toplumunda ancak çok küçük bir azınlık olabilir. Amerika'ya ise, bağımsızlığımızı elimizle teslim etmemizi savunanlar alkış topluyorlar. İşte hem " alçal­ tan tutum " hem de "büyük tehlike" burada. . . ( 1 65 ) Atatürk'ten ancak küçük bir kısmını aktardığımız yukarı­ daki sözler göstermiştir ki, o, kendisini sadece vatan kurtaran büyül\,.bir asker ve nihayet birkaç biçimsel devrimi başarmış bir devlet adamı düzeyine indirmek isteyenlerin sandığı gibi de­ ğildir. Atatürk'ün örneğin Toprak Reformu, Eğitim Reformu ve madenlerimiz konusunda söylediklerini unutmak isteyen­ ler, son yıllarda özellikle O'nun "tam bağımsızlık" ilkesini unutmaya ve bu kavram ve deyimin onun değil, şu veya bu ya­ bancının ya da yeni bazı siyaset adamının ürünü olduğunu id­ dia etmeye büyük özen göstermektedirler. Gerçeğin böyle olmadığını, bu incelememiz, "Atatürk'ün Işığında Tam Bağımsızlık İlkesi" başlıklı incelememiz ve bun­ dan sonra yayımlayacağımız "Satılmış ve Hain Yöneticiler" başlıklı incelememiz yeterince kanıtlamaktadır. Buna rağmen, Atatürk'ün tam bağımsızlık, özellikle ekonomik bağımsızlık konusundaki kesin direktifini ve önderliğini yine de reddetmek isteyenler, seçtikleri yolu ve benimsedikleri görüşleri savuna­ bilirler. Fakat, bu kişilerin "Biz, Atatürk'ün tam bağımsızlık il­ kesine veya onun ekonomi!c, mali ve başkaca sosyal bağımsız­ lık ilkelerine bağlıyız" diyenlere, "Atatürk'ü kendi istediğiniz biçimde konuşturuyorsunuz, Atatürkçülüğü kötüye kullanıyor-

(1 65) Atatürk'ün "gafil, kendi kişisel çıkarları peşinde koşan, satılık ve hain yöneticiler" konusundaki sözlerini de başka bir inceleme konusu yapmış bulunmaktayız. Kaleme alınması bitmiş bu incelemede Atatürk'ten aktardığımız sözleri, Atatürk'ün bu incelemede yayınladığımız sözlerini tamamlamaktadır.

111


sunuz" demeye haklan olmadığını artık bilmeleri gerekir. Yi­ ne aynı tekerlemeleri yapmaya devam ederlerse, o zaman ger­ çekleri tersine çeviren ve bu çarpık yolda bile bile direnen in­ sanlar arasında yer aldıklarını inkar edemezler. Bu yazımızı, büyük devlet adamının Türk bağımsızlığını kendisine emanet ettiği gelecek kuşaklara seslendiği ölmez söylevlerinden biriyle kapamak istiyoruz: "Bu yüzyılın savaş alanında ulusumuzu başarıya ulaştıra­ cak bir ekonomik gelişmeyi göz önünde tutan genel öğretim ve eğitim sistemlerimiz, daha çok kökleşip gelişecek ve ergeç bu başarıyı sağlayacaktır. Bugün artık insanca yaşamanın ko­ şullan bütün kesinliği ile ortaya çıkmıştır. Bunlara aykırı olan söylentiler doğruluk, iyilik ve inan ilkeleri sayılamaz artık. Ger­ çek belirdi mi yalan ortadan kalkar. Saçmasapan ve uydurma şeyler, kafalardan çıkmalıdır. Her türlü yükselmeye ve geliş­ meye istekli olan ulusumuzun sosyal devrim adımlarını kes­ mek, kısaltmak isteyen engeller ortadan kaldırılmalıdır. Son sözlerimi, yalnızca ülkemizin gençliğine yöneltmek istiyorum. Gençler! Geleceğe güvenimizi güçlendiren ve sürdüren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitimle, bilgi ile insanlıktaki üstünlü­ ğün, yurt sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en değerli örneği olacaksınız. Ey yükselen yeni kuşak! Gelecek sizindir. Cum­ huriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsi­ niz."(166)

( 1 66 ) 30. � . 1 924. Atatürk. DumlupınaL Bugünün Diliyle Ataıürk' ün Söy­ kderi. s. 1 3 9- 1 40, aslı: Söylev ve Demeçler c.2. ,_ J X2

1 12



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.