T. Z. Tunaya: Devrim hareketleri içinde Atatürkçülük

Page 1


Dizgi Baskı - Yayımlayan: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. -

Evlül 1997


Devrim Hareketleri İçinde ATATÜRK VE ATATÜRKÇÜLÜK

Prof. Dr. TARIK ZAFER TUNAYA

Cumhuriyet GAZETESİNİN OKURLARINA ARMAGANIDIR.



İÇİNDEKİLER 1. "Mes'ut, muvaffak, muzaffer ve müreffeh" bir Türkiye'nin oluş felsefesi . . 1 .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

İki kuşak arasında - Beklenen insan - İnkara götü­ ren yollar - Gerçek özlem - İki temel - Hangi amaç? - Var olmak mı? - Millete inanmak. il. Meşrutiyet Kadrosu ... 19 Osmanlı örneği - Meclis'in kudreti - " Ya hürriyet, ya ölüm ! " - Hürriyet sarhoşluğu - Acı gerçek Talihsiz dönem - " İktisadi esaret" - " Bu devlet nasıl kurtarılabilir? " - Tevfik Fikret'in cevabı Aydınların günahı - Bilanço. III. Mütareke Koridoru . . . . . .29 Bir esir kampından sesler - Elde ne kalmıştı? Fırkacılık - Kin: Siyasi hayatın motoru - Olayların dili - "Biz de insanız ... " - İstanbul ve genç subay­ lar - Üçüncü kuvvet. iV. Müdafaai Hukuk Rubu . . .. . . . 41 Bir millet uyanıyor - Yeni bir ruh - Atatürk olabilmek - "Hayır! " - Muhafazakarlar.. . V. Çoban Ateşleri . . . . . . 51 Devrimciler - Kaynak ve yöntem - Çoban ateşleri "Satha, satha"- Devrimin ustası VI. Batı'nın Sorusu: Türkler Uygar mıdır? . . . 59 Ateşten gömlek - Türkler ve " Medeniyet" - Kızıl­ derililer gibi ... - Viktor Hugo'dan beri. VII. Doğu'nun Sorusu: Türkler Milli Bir Devlet Kurmalı mı? . . . . . . . . . . .. 67 Boğazlar.. - Sovyet dış politikasının temelleri Lenin'in tezi -. Baku Kongresi - Emperyalizmin eleştirilmesi - Madalyonun öteki yüzü - Sonuçsuz dönüş - Şark'tan uzanan el. .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.


VIII. Ankara 'dan Dünyaya Bakış 79 " Sıvas' ın mı, İzmir'in mi?" - Birliğin gücü - Ba­ tı'ya ve Doğu'ya ilk bakışlar - Türk direnişi nasıl yok edilebilirdi? - Müdafaai hukuk taktiği - Ulu­ sal ant ve padişah - Bir gerçekçilik örneği. IX. Milletin Meclisi ... .. ... . .. ... ..... 89 TBMM - İhtilal ve ötesi - İki anayasa birden Halkçı Meclis - Lekeleme politikası - "Ölülerle muhabere edilmez" - İhtilalin mantığı - Ve İstan­ bulcular. . . - Muhalif'ler - menfiler. X. Devrimciler ve Batı . ... . ..... . . ... 101 Avrupa'nın namusu - "Lloyd George düştü! " Avrupa Türkiyesi. XI. Devrimciler ve Doğu .. ... ....... ... 107 Şeriat ve Komünizm - Meclis ve Sovyetler dünya­ sı - Komünist gruplaşmalar -Atatürk ve komü­ nizm - Klasik suçlama metodu. XII. Milli İktidar . . . . .. .... .. .115 Halk hükümeti - Meşrutiyet yetmez mi? - Teokra­ si - Halifelik - Egemenliğin millileştirilmesi - Fa­ şizm mi? Türk örneği - " Şekerleme - Kinin'' . XIII. Şark Kafası ile Savaş ..... .. . ... ..125 Tarihe yanıt - Bitmeyen Savaş - Atatürk: Birleşti­ rici insan - Gerçekçilik - İhtilal ahlakı - Şark kafa­ sı ile savaş. XIV. Uygarlık Güneşi . . ... .... . .... 135 İki kere sekiz - Sosyal devlet - Uygarlık güneşi Niçin Batı? - Batı 'ya rağmen Batılılık - Yıkıla­ cak olanlar - Yaşam ilkesi. .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.


Atatürk olmasaydı çökmüştü Türk ulusu, Kurtuluş olanağı öylesine azdı ki. . . Türkteki kutsal gücün şahlanışı Atatürk, Türk ulusu olmasa Atatürk olma zdı ki! . . Behçet Kemal ÇAGLAR



1

"Mes'ut, muvaffak, muzaffer ve müreffeh" bir Türkiye'nin oluş felsefesi İki kuşak arasında Yıl 1 924. Eylül'ün 1 8 'inde, Büyük Atatürk Rize'den Giresun'a gitmek üzere aynlmaktadır. Bir hocalar heyeti ellerinde dilekçe, halkın arasındaki Cumhurbaşkanı 'na yaklaşıyor. Dilekleri: Kapatılan medreselerin tekrar açıl­ ması. "Gazi Paşa "dan aldıklan cevap da şu: "Siz mektep istemiyorsunuz. Halbuki millet onu istiyor. Bırakınız artık bu zavallı millet, bu memleket evlatları yetiş sin ! Medre­ seler açılmayacaktı r. Millete mektep lazı mdır!" 1 9 Eylül 'de Giresun'dadır A tatürk . . . Gençlik adına "Necdet Bey" hoş geldiniz söylevinde diyor ki: "Hoş geldin iz Paşa. . . Karaden iz 'e çıktığın günden beri gözleri­ miz ufuklarda kaldı. Enginlerin göklerle b irleştiği yerde hep siz i aradık. Doğru Du mlupınar 'dan mı geliyorsu­ nuz?.. Sen in irade ve kudretin altında ölen şeh itleri z iya­ ret ettin mi?. . içlerinde b iz im Yeş il G ire sun 'dan kimse var mıydı ? Onlara arzularının yerine geldiğin i söyledin mi?.. istiklal Harb i 'nde şeh it olanlar yalnız düşmandan değil, saraydan da intika m aldılar. .. Artık mukadderatı mız Afri­ kalı b ir dadının büyüttüğü cah il b ir Han ve Sultan elinde değildir. .. Cu mhuriyet_ b ir tahtsa b iz gençler onun sehpa­ sıyız. B iz kırılmadıktan sonra o düş meyecektir. Ve üzerin ­ de her za man layık olan oturacaktır. Türk tarih inde artık 9


kimse tufeyli yaşaya maz. Siz in büyük huzurunuzda bütün gençler ye min eder ki, vatanın aleyh ine, milli hakimiyetin ve cu mhuriyetin zararına hangi baş kalkarsa onu kopa­ racağız. velev o baş vatanı ve milli hakimiyeti b ize ve­ renlerden b iri olsun. Ferdi saltanatın mezarı Büyük Mil­ let Meclisi b inasının altındadır." Cumhurbaşkanı "Gazi Mu stafa Ke mal diktiği tohu­ mun, yeşerdiğini sevinçle seyreden bahçıvan gibi, bu he­ yecanl ı sözlere cevap veriyor: "Bu sözlerin izle bütün me mleket gençliğine tercü man olmaktasınız. Muharebe meydanlarında kanlarını akıtan şeh itlerin ruhları bu söz­ leri iş itmekte ve mü sterih olmaktadı r. Me mleketin şuurlu ve zinde gençliği karşı sında h issettiğim bahtiyarlık bü­ yüktür" (1).

Beklenen insan İki kuşağın, Eski ile Yeni'nin karşısında Atatürk'ün cevaplarına bakınız. Her ikisinde de gerçeklik ve kesinlik bulursunuz. Bu iki nitelik, daha geniş bir kavram içinde­ dir: Devrimcilik. Tarihimizde, zamanlardır beklenen bü­ yük adam tipinin ana çizgileri de bunlardı: Toplumu ve kendisini eyleme geçiren koşulları ustalıkla hesaplayan, toplumun dinamiklerini başarı ile yöneltebilen lider, Ata­ türk, ortak bilincin özlemlerini sosyal ve siyasal alanlar­ da anlamlandırabilmiştir. Atatürk, geçmişle gelecek ara­ sında, değiştirilmesi gerekenle değişik düzen arasındaki ( 1) Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin sonbahar seya­ hatleri ( 1 34 1 ), s. 83-85.

10


geçişi başarı ile temsil edebilmiştir. O'na "Büyük" sıfatı­ nı vermemiz bu tarihsel davranışının anlamıdır. Yıldırım hızı ile değişen olaylar ve gelişen akımlar ortasında O, her sözü ve tutumu ile her zaman devrimci ve gerçekçi kalmasını bilmiştir. Atatürkçülüğün temel ve değişmez çizgileri de bu suretle ortaya çıkar. İnkara götüren yollar Bu büyük insanın 25. ölüm yıldönümü, bu yıl, dünya çapında bir olay olarak ele alındı. Ama bizler O'nu, çok farklı, hayli garip şartlar içinde anıyoruz. Bir kere, Türkiye' yi kuran ve kurtaran tek gerçek yolun bulucusu bir ekip lideri bu seçkin devlet adamını, fikirlerinin derinliğine hala inememiş olmanın üzüntüsü içinde hatırlıyoruz. Sonra da, herkes Atatürkçü.. . Eseri ile düşüncesi ile içten ilgileri olmayanlar, ellerinde olsa O'nu bir kaşık su­ da boğacak ve yaptıklarını kökten baltalamayı ilk iş edi­ necek olanlar, O'ndan yana görünüyorlar. Atatürkçülüğü kişisel amaçlarını perdeleme vasıtası saymak, devrim il­ kelerini kendi istekleri yönünde açıklamak ve bir tür dü­ şünce tekeli kurmak fikir hayatımızın olağan manzarala­ rından sayılıyor. İ ş bu kadarla kalmıyor. Atatürk'ün yolunda olmak, Atatürkçü olabilmek bir yana, O'na ve dolayısıyla eserine sövmek, bazı çevreler­ ce şöhret, gelir, intikain vasıtaları sayılıyor. Bunların yanı sıra, yanlış yorumlar da, bu gidişe ayrı bir renk veriyor. 11


Bu tutumların çeşitli görünüşlerine tanık olmuşuz­ dur. Daha birkaç yıl önce ( 1 95 8 'de) memleketin gözbebe­ ği Harb Okulu'nda (Harbiye) okutulan bir siyasal tarih kitabında Atatürk' ün "dalaveracılığından " söz ediliyor­ du (2). Türk Cumhuriyeti ve Türk devrimi ise, bir dergi­ de, Osmanlı İmparatorluğu' nun gerileme ve yıkılma olaylarının bir uzantısı olarak gösterilmiştir. (3). Milli bir devletin kurucusu Atatürk'e komünist demek, bir memle­ ket kurtarıcısının "nesilleri mahvettiği "ni iddia etmek, İslam dünyasında ilk bağımsızlık savaşını açmış bir lide­ re "din siz" diyebilmek ve bunu birkaç yıl önce ( 1 95 8 'de) cami minberlerinden bir hoca edası ile söylemek ve bü­ tün bu olayları "2 7 senelik b ir istibdat" hikayesine bağ­ lamak. .. İşte bizi, istesek de istemesek de inkarcılığa gö­ türen yolların işaret taşları bunlar. . . B u biçim iddiaların, devrimci tutumların baskısı al­ tında pek açıkça ileri sürülemeyeceği kesin ... Yalnız, dü­ şündürücü bir soru var. Acaba tarihe karşı, kendimizi hiç mi sorumlu saymayız biz? O'nu küçültüp, neyi büyültmek istiyoruz? Türk devrim hareketini aşağılatarak türlü amaçları tatmin çabasında olanlar, gelecek kuşaklar karşı­ sına, böylesine bir nankörlük yükü altında, iki büklüm, ne yüzle çıkacaklardır? Aslında bu iddiaların küçük göster­ mek istedikleri ne devrimdir, ne de Atatürk. . . Onlar, bu memleketin doğal gelişme ve yükselme yolunu tıkamak (2) Tahsin Ünal: Türk Siyasi Tarihi (Ankara 1 958), s. 260. (3) Büyük Doğu: İdeolocya Örgüsü (Büyük Doğu, No. 2 , 1 3 Mart 1')59. s. 2, 1 5)

12


isteyen bir zihniyetin temsilcileri oldukları için bu yolda­ dırlar. Gerilik tanrıçasına, gümüş tepsi içinde Atatürk'ün başını sunmak çabası bu özlemlerini dile getiriyor. Gerçek özlem Atatürk, özgürlük hareketleri ve savaşları tarihimiz­ de, devirlerdir özlenen yapıcı insandır. Gerçek özlem bu­ dur. Bu memlekette karanlıktan, cahillikten, gerilikten ve Batı'daki anlamı asla taşımayan " muhafazakarlık " (tutu­ culuk)tan kurtuluş yolunda iki yüz yıla yakındır, türlü fi­ kirler, akımlar ve atılışlar vardı. Hepsi de dağınık olan bu fikirleri ve enerjileri birleştirebilen tek kuvvet, Türk dev­ rimcileri olmuştur. Onların da lideri Atatürk'tü. O'nun olumlu, gerçekleştirici yapısı, kuruluş ve kurtuluş çatımı­ zın harcı olmuştur. Ve yine O'nun harekete geçtiği tarih­ le öncesi arasında uçurumlu farklar vardır. Atatürk açı­ lan bir devirle kapanan bir devir arasında tarihsel görevi­ ni başarır. "Safha sa fha " (aşama aşama) izlediği bir kur­ tuluş programını, ana çizgilerinde en ufak bir ödün ver­ meden, ısrarla, azimle yürütür ve uygular. Atatürkçülük, bu büyük eylemin felsefesidir. İki temel Atatürkçü programın uygulanışı, iki temele dayanır. Birincisi, Türklerin millet olarak, ilerici atılımları başara­ cağına ve hazmedeceğine olan inandır. İkincisi de dev­ rımcı "inkılapçı " yöntemin Türkiye için bir varoluş me13


selesi olduğu inancıdır. Devrim dışında, Türkler için mil­ li, bağımsız, demokratik ve (uygar) bir hayat o lmayacağı kanısıdır. Her iki manevi temel de, bir gerçeğin ifadesidirler. Atatürk'ün kişisel kaprisi, "kendi " fikri değil. . . O'nun "şah si ihtira slarını" ne yapıp yapıp kabul ettirme sevda­ sında olmadığı da bu gerçeğin öteki yüzüdür. O, tarihin yolunu, kalkınma ve kurtulma için izlemek zorunda bu­ lunduğumuz yolu seçemeseydi, bu yolun tek olduğunu anlatma yöntemine başvurmasaydı, gerçek bir lider nite­ liklerine sahip olduğunu nasıl ileri sürebilirdik? Türk devrimi öyle bir yoldu ki, bunun dışında her­ hangi bir başka yol varılmış olan sonuca ulaşamazdı. Devrimin zorunluluğu, devrimciliğin ulusal bir ödev sa­ yılışı bu yapısından doğmuştur. Hangi amaç? Türk devriminin ulaşmak istediği amaç neydi? Daha doğrusu, ihtilalci (inkılapçı) bir yöntemin uygulanması gerekli miydi? Cumhuriyet kurulalı, neredeyse yanın asır oluyor. Ve biz bu süre içindeki gelişmelerin nedenlerini aramak olanaklarına kavuştuğunuzu sanıyoruz. Osmanlı İmparatorluğu artık devam edemezdi "Ha s­ ta Ada m" belki yaşıyordu ama, bir devlet organizmasının canlılığından, geleceğe umutla atılabilecek kalkınma gü­ cünden yoksun olarak. .. İmparatorluk bir kurtuluş formü­ lü olmaktan uzak olduğu kadar, herhangi sosyal ve eko­ nomik kalkınmayı gerçekleştiremeyecek bir hareketsizlik 14


içindeydi. Yarı sömürge durumun� aydı. Uygarlık düzeyi­ ni, yüz yıllardır, bir daha geri alamamacasına, kaybetmiş­ ti. Yaşayışı "siyasi" idi. Sosyal alanda, binbir derdin ke­ mirdiği cesetten farksızdı. Klasik ıslahat tedbirleriyle, kurtulmasına ihtimal yoktu. Üstelik, Birinci Dünya Sava­ şı, büyük devletleri üzerine çullandırmış, yatalak gövde­ si paylaşılmaya başlanmıştı. Parçaları yeniden bir araya mı getirmek, yoksa yeni, diri, bağımsız bir devlet mi kurmak? Bu soruların cevabı, girişilecek savaşın amacını ve gerilimini saptamıştır. Ata­ türkçülük, bu amaç ve tansiyonun felsefesidir. Var olmak mı? Yeni bir devlet kurmak ve bu siyasal organizasyonu milli, bağımsız, demokratik temellere dayamak Türk devriminin amacı, varacağı platform olmuştur. Tek ve gerçek kurtuluş yolu buydu. Milli kurtuluş, "istiklal " yo­ lu buydu. Bu uğurda girişilmiş olan savaşın, İstiklal Har­ bi " adını alması tesadüflerin ve şairlerin eseri değildir. Bu yol çetindi. Milli hareketin kader yolu, Batı ile Doğu'nun baskıları arasından, iki ateş arasından geçiyor­ du. Bağımsızlık yolu, uygarlık yoluydu. Uzun ve yoru­ cuydu. Ama güneşe, hayata çıkarmıştır. Eğer bu yol izlenmeseydi ne olacaktı? Başka yol ya da yollar yok muydu? Batı uygarlığını temsil ettikleri iddiasında olan, Cle­ manceau 'larını, Lloyd George l arı n dile getirdikleri for­ mül vardı. Sevres diktası bu formülün özünü gösteriyor'

15


du. Bu sefer birkaç vilayetten ibaret bir yarı sömürgelik ve esirlik . . . İ stanbul hükümeti, saltanatçı ve hilafetçi doktriniyle bu sonuca varabiliyor, Sevres yazarlarıyla birleşiyordu. Batılı formül karşısında, Doğu'nun da bir formülü vardı. Milli kurtuluş hareketini tamamlayıp Sovyet Fede­ rasyonu 'na girmek. Görülüyor ki, bu yollardan hiçbiri, Türkler için kur­ tuluş yolu değildi. Hangisini izlesek, amacımıza kavuşa­ mazdık. Sevres formülü, İ stanbul hükümetiyle birlikte, bizi bir bağımlı devlet haline getirecektir. Sovyet formülü sonunda ise Azerbaycan, Ermenistan gibi bir çeşit peyk devlet olacaktık. Şu halde, tek çıkar yol, milletin kendisini "kendi az im ve ka ra n ile ku rta rması " idi. İ htilalci, devrimci Müdafaai Hukuk yolı:ydu. Bu yolun tek ve gerçek kur­ tuluş yolu olması bu suretle ortaya çıkar. Atatürk işte bu yolda yürüyen devrimci ekibin başındadır. Erzurum ve Sivas kongreleri reisi, Heyeti Temsiliye "namına" yöne­ tici, TBMM reisi, Devlet B aşkanı, B aşkumandan ve Cumhurbaşkanı olarak. . . Atatürkçülük de, Müdafaai Hu­ kuk programının uygulanması ile gerçek hüviyetine ka­ vuşur. Atatürkçülük, her şeyden önce, hiçbir kurtuluş ve özgürlük hareketinin başaramadığı şeklide, "Mes 'ut, mu­ va ffak, muzaffer" ve "müre ffeh " bir Türkiye'nin oluş fel­ sefesidir. Türkleri, maddi ve manevi sefaletten, aşağılık duygusundan, hareketsizliğin, cahilliğin, tembelliğin ve anlamsız bir tutuculuğun vesayetinden kurtarma savaşı Türk devrimini tanımlar. 16


Millete inanmak Atatürk'ün gerçek dehası bu tarih olaylarından do­ ğar: Türk milletine inan. Milleti ile Mustafa Kemal ara­ sındaki bu şuur birliği ve geniş sezgi gücü, Türk ulusu­ nun devrimciliğine iman, tarihimizde olağanüstü yerini almış olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin birinci dö­ nemi tarafından ehliyetle temsil edilmiştir. Ve coşkun, her türlü istibdatçı, saltanatçı, hilafetçi, beynelmilelci sis­ temleri yüzgeri eden bir ruhun ifadesi olmuştur. Öyle bir ruh ki, bir lider ve kendisine inanan bir ekip tarafından ateşlendiği zaman müthiş bir patlamayla her türlü muha­ fazakar ve sefil kadroyu parçalamıştır. Atatürk' e inancımız Ô 'nun engin sezişine ve canlı hareketlerine bağlanıyor. Atatürk'e gerçek yolu seçtiği, davasından ödün vermediği için bağlıyız. Yoksa O, doğ­ ruyu görmemekte ısrar edenlerin iddia ettikleri gibi, bir tapınak değildir. Atatürk, millet ruhu ve halkın yetenekleri gibi hazi­ neyi keşfetmiş bir insandı. Zaten dahilerin yaratıcılığı da bu seziş gücünde görülmüyor mu? Michel Angı'ın bir şiirinde söylediği gibi, her mer­ mer blokunda bir Venüs heykeli saklıdır. Gerçek sanatçı bu heykeli, o kaya parçasından çıkarana derler. Atatürk de Türk milletinde bu ruhu, bu görkemli varlığı sezen ve ona şekil veren büyük insandır.

17



il

Meşrutiyet Kadrosu Osmanh örneği "Şah 'ın idaresine karşı ayaklanınız. Bu şartlar içinde İranlı olmaktansa Osmanlı olmak daha iyidir. Hükümda­ rımız Mehmed Ali Şah ya da Abdülhamid olsa bizim için aynıdır." Bu satırlar, İkinci Meşrutiyet' i n ilanı günlerinde, Tebriz'de yayımlanan bir bildiride yazılıydı. Osmanlı Türklerinin efsaneleşmiş özgürlük savaşı, komşu devletlerin hürriyetseverlerini de harekete getir­ miştir. İmparatorluğu dinmez bir iştahla parçalamak iste­ yen büyük devletler, bir sömürge ve pazar saydıkları ülke­ deki bu kalkınmayı hiç de hoş karşılamamışlardı. Uzun yıllar, Osmanlı İmparatorluğu' nun ıslahat teşebbüslerini birer blöf saymışlardı. Daha 1 897'de, Paris'te "Coğra fYa Derneği " salonlarında, tarihçi Albert Vandal' ın aydın bir dinleyici kitlesine verdiği konferansta, ileri sürdüğü tez şu anahatlara dayandırılmıştı: Yapılagelmiş bütün ıslahat ha­ reketleri sahtedir ve oyalayıcı şeylerdir. "Bizim için artık şüpheye yer yok. Kanıt ortada. Türkiye kendini ıslahtan acizdir. Onu zorla ıslah etmemiz gerekiyor." Bu sözler bir alkış tufanı ile karşılanmıştı ( 1 ). Ünlü şair Victor Hu­ go'nun mısraı da kimsenin meçhulü değildi : "Türkler oradan geçti. Her şey rpatem ve harabe." ( 1 ) Les Armcnicns et la Reforme de la Turquic (Paris 1897), s. 35.

19


Batı'nın kamuoyunda, Meşrutiyet' in ilanı bir bomba gibi patladı. Komşu memleketlerin özgürlüğe ve uygarlığa susamış aydınlan ise, Tebriz Beyannamesi ile temsil edil­ miştir. Kalkınan Yakın Doğu'da, hürriyet bir mucizeydi. Osmanlı aydınlan için de özgürlüğün anlamı aynı ol­ muştur. O bir bunaltıdan kurtuluştu, " Bir kere seçim ya­ pılsın. Meclis açılsın" her şey, her şey halledilecekti. Ko­ ca bir imparatorluk gerilikten de, kapitülasyonlardan da, belini büken ne varsa hepsinden kurtulacaktı. Meclis'in kudreti Türklerde, bir Meclis'in gerekliliği daha İkinci Mah­ mud zamanının Takvimi Vekayi '}erinde anlatılmıştır. Fakat bir Meclis ' in şahsi bir saltanat karşısındaki cesur ve kurta­ rıcı olabileceği fikri 1 876'larda bir siyasal hayat kuralı ol­ muştur. Olaylardan birisi Rus Savaşı sırasında belirir. Rus­ lar Karadeniz'de Mersin vapurumuzu batırmışlardı. Aydın Mebusu Yenişehirlizade Ahmed E fendi, Bahriye Nazı­ n'ndan durumu sordu. Gemi nasıl batmıştı ve kim batır­ mıştı? Bahriye Nazın verdiği cevapta: "Zaten eski bir tek­ neydi" diyordu. Mebus sözlerini şöyle tamamladı: - Ben geminin eksiliğini değil, bayrağımızın şerefini soruyorum. Görüşme bu kadar tok olmamıştır. Ama hatıradan hatıraya geçe geçe daha net bir kahramanlık öyküsü biçi­ mine girmiştir. "Ya hürriyet, ya ölüm!" 10 Temmuz 1 324 (23 Temmuz 1 908) Perşembe gü­ nü, Manastır v ilayetinde, Hürriyeti ilan eden ilk nutuk 20


söylenmiştir. Vilayet meydanına hemen " Hürriyet" adı verilmişti. Mektebi Harbiye Ders Nazırı Binbaşı Vehip Bey (Paşa), 60 numaralı top arabası üstüne çıkarak " Mu­ kaddes ve muazzez vatandaş"larına hitap ediyordu. Sa­ dece bu söylev, Meşrutiyet'in ne kadar çeşitli ve hayalc i anlamlarda ele alındığını göstermeye yeter. Vehip Bey'e göre otuz bir yıllık zulme son verilmişti. (Tabii, Abdülha­ mid zulmüne) . Aynı zamanda " Kanuni Sultan Süley­ man" devrinden beri Padişah'la millet arasına çekilen ka­ fes kırılmış "tı. (Tabii, bu padişah da gene Abdülha­ mid'di). Nutuk'ta bir de Meşrutiyet' in romantik tanımı v ardı: "Yetimlerimizin gözyaşlarını dir:.direcek, kimsenin hakkını kimseye kaptırmayacak, bizi insan gibi yaşatacak meşru meşveret usulüdür v e bu isteklerimizi bütün halin­ de sağlayan Kanunu Esasi"dir. (2). Kanunu Esasi, Meşrutiyet, Hürriyet... Bunlar hep öz­ deş anlamlardı. Heps i de he rşeyi getirmeye yeterdiler. Mucizeler ülkesinin kapısı da bu s ihirli anahtarla açıla­ caktı. Yeryüzünün herhangi bir ülkesinde, bir anayasanın tekrar yürürlüğe konmasıyla mucizelerin gerçekleşeceği­ ne inanmış insanlar var mıdır sorusuna, tek cevap: Evet, Meşrutiyet' in Osmanlı Türkleri .. denebilir. Hürriyet sarhoşluğu Osmanlı "Meclisi Umumi"si (Parlamento), 1 7 Ara­ lık 1 908'de açıldı. Ve çok çabuk, Meşrutiyet'in bir siya(2) Tarık Z. Tunaya: Hürriyetin İlanı (İstanbul 1 959), s. 8-9.

21


sal aracı olmaktan çıkarak, bir amacı haline getirildi. Pa­ dişah gene Abdülhamid'di. İmparatorluğun yaramaz ço­ cukları, Abdülhamid' in tek meşru hareketinin cuma na­ mazı olduğunu söyleyen Jön Türkler, muazzam karşıla­ ma törenleriyle memlekete dönmüşlerdi. Bir garip pota içinde erimeye gelmişlerdi. Yıllarca zindan karanlığında kalıp da birdenbire ya­ kıcı güneş aydınlığına çıkmak neyse, Meşrutiyet de oydu. Bütün ülkeyi bir bayram havası kaplamıştı. Bir h ürriyet sarhoşluğu idi b u . . . Kayıtsız şartsız sanılan bir özgürlük fikrinin yarattığı anarşi her türlü düzen sınırını yıkıyor­ du. Hürriyet, Abdülhamid bir yana, O'nun idaresine ve insanlarına karşı işleyen bir mekanizma olmuştu. İhtilal başlangıçlarının bir özelliği 1 908 yılı boyunca görülür: İhtilalciler, henüz iktidarın doruğunu hedef say­ mıyorlardı. Çeyrek yüzyıldan fazla, Abdülhamid'i şahsen bir istibdat sistemini kurmakla suçlandırmış olanlar, şim­ di yalnız etrafındakileri sorumlu tutuyorlardı. İstanbul 'da polis hareketsiz bir hale gelmişti. Kayse­ ri 'de halk "Hürriyet ilan edildi " diye, Hükümet Kona­ ğı'nı basmış, mutasarrıfa felç gelmiş, korkudan ölmüştü. Belediye reisi dövülenlerin başındaydı. Bir anda 1 500 ki­ şi İttihat ve Terakki F ırkası'na yazılmıştı. İçlerinden kırk kişi vilayetin yönetimini ele almışlardı. Acı gerçek Ne var ki, bugünün sosyal ilimler edebiyatında "az­ gelişmiş " diyebileceğimiz bir toplum yapısında, Meşruti22


yet fazla bir değişiklik yapamazdı. Yapamamıştır da . . . Mucize yolunun kapısından büyük ümitlerle girmiş olan Osmanlı Türkleri, anarşi ve sarhoşluk koridorundan ge­ çerek derinlemesine, bir hayal kırıklığı ve aşağılık duy­ gusu uçurumuna düşmüşlerdir. 23 Temmuz 1 908'den, on yedi gün s onra, Halit Ziya ( Uşaklıgil) ' nın, Sabah'taki makalesi şu başlığı taşır: İtidal (aşırılığa kapılmamak) ! . . Makale başlıkları gözden geçirilse, Meşrutiyet toplumu­ nun iniş çıkışları kolaylıkla anlaşılır. "İtidal mi, şiddet mi lazım ? " "Kendimizi toplayalım ", "İnkılabı ahirin kadri­ ni bilip biraz ciddi olalım ", "Meyus olmayalım ". İttihat ve Terakki ' nin ilk bildirilerinden birisi kamu düzenini bozan "bazı edepsizler"in hareketlerinden söz eder. Meşrutiyet'in en anlamlı tablosunu, Kalem dergisi­ nin bir karikatürü canlandırmıştır. Bu bir madalya resmi­ dir. Bir yüzünde, geniş bir kapıdan, giyimli kuşamlı, ra­ hat adım atan insanlar girmektedir. Meşrutiyet, güzel bir kız timsali, elinde defne dalı, bir sütuna dayanmış bekli­ yor. . . Ardında Yeni Cami, güneş doğuyor. Apaçık bir gökyüzü. Her taraf bayındır. Öteki yüzünde: Birbirine giren bir sürü insan. Kavga, döğüş, bıçaklama . . . Bir kala­ balık, ellerinde bayrak i lerliyor. Üzerinde Frans ızca "gre v" yazılı. Tabanca dumanlarının sisi her tarafı kap­ lamış . . . Gerçekte Meşrutiyet buydu. Gelişmemiş bir toplu­ mun unsurlarını kurnaz bir istibdat idaresi birbirine bağ­ lamıştı. Meşrutiyet bu baskıyı kaldırınca aradaki bağlar kopmuş, bütün sosyal unsurlar serbest kalmışlardı. Aslın­ da onları birbirine bağlayan ileri bir toplumun şartları de23


ğildi. Osmanlı İmparatorluğu ülke parçalanmaları içinde bütünlüğünü sağlayan unsurların da dağıldığı bir safhaya girmişti. O zaman geri müesseselerin ve kuvvetlerin, her yenici ve devrimci adımı nasıl köstekledikleri elle tutulur gibi ortaya çıkmıştır. Talihsiz dönem İkinci Meşrutiyet gerçekten, talihs iz bir devre ol­ muştur. İç ve dış olayların tablosu bunu gösterir. Büyük Avrupa dev letleri (Düveli Muazzama) " Şark Mesele­ s i"nin son düğümlerini çözmek fırsatına kavuştukları ka­ nısındaydılar. Bulgaristan' ın istiklali, Bosna-Hersek' in yitirilmesi, Karadağ, Sırbistan, Girit, Arnavutluk, Yemen kaynaşmaları ve kopmaları ve traj edinin son halkaları: Trablus, Balkan, Birinci Dünya Sav aşları . . . Bunlar yetmi­ yormuş gibi, Meşrutiyet kalesini almak isteyen gericile­ rin 31 Mart saldırışları . . . Bütün b u olaylar keşmekeşi içinde acemi, şiddet ted­ birlerini arttıra arttıra hükümet etme sanatını öğreneceği­ ni sanan bir iktidar partisiyle, çığlaşan ve her çeşit fikir­ den ve eylemden örülü bir muhalefetin savaşı, Meşruti­ yet'i, siyasal hayatı yok etmişti. Çok partili rej imin bir boğuşma, iktidar değişimi yerine bir ölüm kalım savaşı­ mının modelleri Meşrutiyet' in eserleri arasındadır. F iili bir tek parti rej imi, bir çoğunluğun ve o çoğunluğa h'\'i­ kim olan bir Merkezi Umumi'nin ( İttihat ve Terakki Fır­ kası'nın en yüksek organı) istibdadı ve iktidar tekeli kur­ ması, Meşrutiyet'i kendi kendini inkar yoluna sokmuştur. 24


Yıllar, yüzyıllar zindan karanlığından kurtulan bir toplum işte bu seviyeye getirilmişti. Zaten tamamıyla ge­ ri bir sosyal yapı, tarih sahnesinden hangi rolü oynayabi­ lirdi? " İktisadi esaret" Meşrutiyet'i başarısızlığa götürmüş olan faktörlerin başında, ekonomik "geriliği" saymak gerekir. Meşrutiyet düşünürlerinin hepsi bu konuda oybirliği ederler. " İğne­ den ipliğe kadar her şeyi Avrupa'dan beklenen bir top­ lum", Batı 'nın ekonomik ağırlığı ve rekabeti karşışsında yenilmeye, kahrolmağa mahkumdur. Birbirlerini bir ka­ şık suda boğabilecek, iki ünlü düşünür, Ziya Gökalp 'le Prens Sabahattin'in belki de birleştikleri tek nokta Meş­ rutiyet' in gelişmemiş tablosudur: Türkler, milli bir ideal­ den yoksun oldukları kadar iktisadi sınıflardan da yok­ sundurlar. Türkler memur ve rençberdiler. Türkler üretici değil, tüketicidirler. "Pa sif " vatandaştılar. Bu fikirleri söyleten olayları, Meşrutiyetçiler cesur bir açıklıkla görmüşlerdir: Kapitülasyonlar, borçlanmalar (Düyunu Umumiye), yabancı şirketler, kısacası Osmanlı İ �paratorluğu'nu bir pazar, bir sömürge yapmak isteyen yabancı kurumlar ve yerli ortakları, Türkler üzerinde yo­ ğunlaşan baskıları ile, bir milletin varolmasını değil, bir esir kitlesini sefalet içinde devam ettirmek amacını güdü­ yorlardı. İşte, talihsiz ve dertli Meşrutiyet.

25


"Bu devlet nasıl kurtarılabilir?" Üçyüz yıllık soru, bir kere daha soruluyordu. Meşru­ tiyetçiler, gerçek cevabı bulamamakla beraber, toplumun hastalıklarını büyük bir heyecanla, yüreklilikle "teşhis " yoluna gitmişlerdir. İslamcı, Türkçü, G arpçı, Sosyalist, Şahsi Teşebbüs' çü akımlar, kendi açılarından, çoğu za­ man yetersiz ve eksik, fakat içten cevaplarını kamuoyu­ na, ideoloj ik çabalarla, sonmuşlardır. Yalnızca bu fikir akımları, Meşrutiyet' in olumlu eseri sayılabilir. Ama Meşrutiyet bilançosu bu kadarla kapatılamaz. Meşrutiyet, her şeyden önce, Türk toplumuna " Va ­ tandaş " tipini hediye etmiştir. " Tebaai şahane "nin "Vcı­ tandaş "lığa yükselişi tarihimizde anılacak büyük askeri zaferler kadar önemlidir. Vatandaş, devletin kendi yapısı, insan yapısı olduğuna, kendi hayatı ile devletin alın yazısı arasında sımsıkı bir bağ bulunduğuna inanan insandır. Meşrutiyet bize bu tip insanı yetiştirmiş olan bir okuldur. Tevfik Fikret'in cevabı 1 9 1 2 yılında, Halaskar Zabitan Grubu adıyla bir su­ baylar topluluğu, İttihat ve Terakki Partisi 'ni, tehditler sonunda, iktidardan uzaklaştırmaya muvaffak olmuştu. Grubun lideri, birkaç arkadaşıyla, Aşiyan' ında oturan Tevfik F ikret' i ziyarete gitti. Şaire dediler ki: Görüyor­ sunu ı, ittihatçılar artık uzaklaştı. Başımıza geçin de bir şeyler yapalım! Fikret bir divanda oturmaktadır. Yumruğunu sıkar. -

26


Yanındaki kuş tüyü yastığa vurur. Tabii kuş tüyü yastık hemen eski haline gelir. F ikret, ziyaretçilerine yumruğu­ nu göstererek sorar: Bir ş �y oldu mu elime? Hayır. Yastığa bir şey oldu mu? Hayır. Son cevabı gene kendisi verir. Bir yerde ki ne vuran ele, ne de vurulan yere bir şey olmaz, ben orada çalışamam. F ikret' in cevabı üzerinde düşünmek bir tarih dönemi­ ni aydınlatmaya yarar. Gerçi, Batı anlamında bir "Umumi efkdr " yoktu Meşrutiyet'te. Fakat Osmanlı siyasal huku­ kunun değişmez kuralı olan, halkın statik bir kitle oluşu telakkisi, artık değişmişti. Belki de, bu devre için Lütfi F ikri Bey'in deyimiyle "efkarı umumiye" yerine "hassa­ siyeti umumiye"den söz etmek daha uygun düşer. -

-

-

-

-

Aydınların günahı Aslında, yetersiz olan, dar olan Meşrutiyetçi bir kad­ ro idi. Aydınlar kendilerini her zaman için suçlu, hatta günahkar saymışlardır. Meşrutiyet, İttihat ve Terakki iktidarının bazı ger­ çekleştirmeleriyle de, yakın tarihimizde, önemli köprü­ başılar tutmuştur: Türkler'in millet olarak yirminci yüz­ yıl sahnesine çıkışları, mill i şuura (ulusal bilince) ve "mefkureye " (ülküye) sahip kılınmaları yolunda alınan sosyal ve siyasal önlemler, aynı zamanda bir devlet poli­ tikasının da temelleri olmuştur. Ekonomik alanda, kendi kendine yetme esasına dayanan bir politika pek de yarar­ sız olmamıştır. Kültür ve hukuk alanlarında elde edilmiş olan sonuçlar, özellikle layikleşmenin başlangıcı sayılır. 27


Bilanço Bu kadar s avaş, bu kadar boğuşma, bu kadar çabanın bilançosu gerçekten dokunaklıdır. Meşrutiyet beklediği eserini veremeden ölen bir insanın talihs izliği ve psikolo­ j isi içindeydi. İçinde olmakla beraber, başarısızlıklarının asıl nedeni devrimci olamamas ına bağlanır. Böyles ine ro­ mantik, hayalci bir devlet düşünces i, bir imparatorluğu değil, bir kabileyi bile kurtaramazdı. Meşrutiyet, birbirine Abdülhamid politikas ının harç­ larıyla bağlı unsurların dağılmasından doğan s orunları çözebilecek güce ve yetkiye s ahip değildi. Hastalıkları görme�te açık kalpli olan ins anlar ve kurumlar, onları te­ davi konusunda cesaretli olamamışlardır. Her şeyi, s akat ve yaralı bir gövdeyi koruma kaygusu içinde çözme yo­ luna gitmişlerdir. Aydınlara göre, her şey yapılabilirdi, ama Osmanlılık kadrosu içinde. Oysa, hemen hiç birşey bu kadro içinde yapılamazdı. İmparatorluk, yabancı kuv­ vetlerin çarpıştığı, unsurlarının bağıms ızlığa kavuşmak, tümden kopmak istedikleri bir yapıya sahipti. Hayatı s a­ dece siyasal 'dı. Sosyal ve ekonomik alanlarda, vereceği ve yapacağı bir şey kalmamıştı. Meşrutiyet gerçekleştiri­ ci, yapıcı devlet adamından ve personelinden yoks undu. Kesin, kararlı, devrimci bir s avaşın kumanda kurumun­ dan yoksundu. Cahillikle, tereddütle, gerici bir tutucu­ lukla, s osyal yapıyı ayırıcı unsurlarla her karşılaştığı yerde s avaşı kaybetmiştir. Atatürk ve Atatürkçüler, Türk devrimcileri işte bu iklim koşulları içinde, bu s iyas al laboratuvar deneyleri içinde yetişmişlerdir. ·

28


111

Mütareke Koridoru Bir esir kampından sesler

"... 1919 'un başlagıcını unutmayalım. Hayat hakkı ­ mız tanınmıyordu. Meclis 'ten kovuluyorduk. Çünkü ümit­ sizliğe düşmüştük. Dünya barışının adeta bir anahtarıyız. Dün aleyhimize yürüyen yabancı kalemler, ihtiraslı fikir­ ler -şimdi de hiç utanmadan - övüyorlar bizi. Çünkü Ana­ dolu 'da yükselen yumruklar va r, hakkını isteyen büyük bir kitle. . . Bu satırları dikkatle okuyunuz. Yazarı S. Karatuğ isimli esir bir Türk subayıdır. Birinci Dünya Savaşı için­ de, esir düşmüştür. İ skenderiye'de, Seydi Beşir, İngiliz esir kampına sürülmüştür. Orada taşbasması bir gazete çıkarır bizim esir subaylarımız. Adı: " Türk Varlığı." Ka­ ratuğ'un satırları 1 5 Ocak 1 3 3 6 ( 1 920) tarihli bu gazete­ nin 24. sayısından alınmıştır. ( 1 ) Anavatandan uzakta . . . Nerede kalmıştı Anavatan? Neydi Anavatan? İ syan ve işgallerle yer yer parçalanmış bir ülke; bir türlü doyurulmamış ıslahat ve devrim ihtiyacının sahnesi; ekonomik alanda geri ve tutsak bir memleket, kardeş ka­ vasından ve kişisel çekişmelerden bıkmış, bunalmış bir "

(1) Bu dergilerin asılları Amerika, Kaliforniya'da Stanford Ünivcrsite­ si'ne bağlı Hoover Kütüphanesinde, Dağdeviren koleksiyonundadır. (Dosya D. 23).

29


hak kitlesi; nihayet kudretini, benliğini kaybetmiş bir devlet. Anavatan işte buydu. Peki bu durumun nedenleri? E sirlik gurbetindeki askerler, telörgüler ardında bu sorunları da ele almışlardır. İşte A li Kamil ' in "Gaye" başlıklı yazısından bir iki satır: . . . Tekrar ederiz. müteessir meyus olmayalım! Bir memleket mezarlarla , harabelerle örtülürse korkulmaz!. . Yeter ki o memlekette müşterek tek bir ruh yaşasın." (No. 24). Halit R ıfkı 'yı dinlemek ister misiniz? " G arp 'ten Şark'a" yazısından: ... Halbuki Şarklılar yeniden yeniye m illete sarılıyor! O halde Garp 'ta dağılmaya başlayan milli azametin yakın bir istikbalde Şark diyarına taşına­ cağın ı şimdiden iddia etmek pek de kehanet sayılama z. Asya 'nın bu mes 'ut inkılaplarında, mensup olduğum mil­ leti acaba öncü olarak görebilecek miyim ?" (No. 27). Türk Varlığı 'nın 25. sayısındaki başyazı da bize, Na­ ziki Oğullarından M. Namık 'ın aydınlık fikirlerini suna­ bilir: . . . Memleketimizin büyük dertlerinden biri de ga­ yesizliktir. Gaye de bir memleketin şimendiferi, maar(fi, ziraati gibi birinci belki de en birinci derecede mühim ih­ tiyaçlarındandır. Gayesiz bir şahıs veya manevi bir şahıs ile ç öl üzerinde yolunu kaybetmiş bir seyyah arasında fark yok gibidir.. . Bugün memleketimizde cehalet pek ke­ s iftir. Okumuş olanlarımızda da gaye yoktw: . . Bu gaye fırkacılık ve sair siyasi manevralarla dahi yönünü değiş ­ tirmeyecek kadar, bütün milletin kalpleri ve ruhları ile "

"

"

30


müttefikan takip ve e vlad-ü ahfadına telkin edecekleri pek muhterem, pek mukaddes bir şey olmalıdzc Türkün gayesi milliyet olmalıdu:" Ve bir sayısında, Ziya Gökalp 'in Malta'dan işitilen sesi, esirlere duyuruluyordu ( 16 Kasım 1 9 1 9): Ağla çoban ağla, o van kalmadı İnle bülbül inle! yu van kalmadı.

Elde ne kalmıştı? Dikkat ediniz, bir esir kampının taşbasma dergisin­ de, bütün bir kurtuluş edebiyatı sakladır. İsmi gibi Türk Varlığı 'nın bütün faktörleri yokluklardan çıkartılıyordu: G ayesizlik, hareketsizlik, milliyetsizlik. Ve nihayet. . . Devletsizlik. Bir varoluş felsefesi, yokedilişe isyandan, ihtilalci, devrimci bir atılımla ortaya çıkacaktı. Meşruti­ yet l aboratuvarının bütün deneylerinden elde edilen so­ nuçlarla, olumsuzdan olum luya doğru yürümek için, ne­ ler yapmak değil, neler yapmamayı düşünmek gerekmiş­ tir. Aslına bakarsanız, bütün Türkler esirdi, yahut a a kendilerini öyle hissediyorlardı. Tarifsiz bir bunalım için­ deydiler. Meşrutiyet'in harabeleri üstüne oturmuş, düşünüyor­ lardı. Ne kalmıştı elde? Bir anda, soruya, belki de " ­ Hiç ! . . " cevabı verilebil irdi. Başlarını iki elleri arasına alıp da düşünenler, önce Meşrutiyetin muhasebesini yap­ mışlardır: Medeniyet sırf bir biçim meselesi değildi. Batı 31


yöntemleri sadece kopyacılıkla uygulanamazdı. Hürriyet savaşları, her zaman refah ve huzurla sonuçlanmıyordu. Kurumlar gerçeklerin ve ihtiyaçların eseri olmalıydılar. Düşünceler, tekrar tekrar özgürlük savaşları üzerinde toplanıyordu. Meşrutiyet' in verdiği örnek, verebileceği ders çok, çok pahalıya malolmuştu: Hürriyeti kurmuş ol­ salar bile istibdada sapabilirlerdi. Bir Abdülhamid yerine birçok Abdülhamid ortaya çıkabilirdi. En kötü istibdat, türlü nedenlerle kişi ve zümre baskısı kuran ve bunları demokratik "müesseseler" ardında gizleyen şekildi ve durmadan hürriyeti siper ettiği için istibdatların en tehli­ kelisiydi. Deneyler daha da birbirine bağlanabiliyordu: Dinci çevrelerin politikaya karışması memleketi yıkacak dere­ cede tehlikeliydi. Memlekette, her zaman için din duygu­ larını sömürenlerin peşinden gidebilecek geniş bir kitle vardı. İmparatorluk sistemi içinde, Türk olmayan unsur­ lardan Türkler için yarar ummak olanaksızdır. Müterake' nin ümitsiz insanlarına ışık veren sonuç bu gözlemden doğacaktır ve şudur: Türkleri ancak ve yi­ ne Türkler kurtarabilirdi. Fırkacılık Yıl 1 9 1 8. . . Güney Ege ilçelerinden birinde iki me­ mur bir mezarlığın yanından geçmektedirler. Birisi orada yatan dindaşlara bir fütiha okumayı teklif eder. Okurlar. Öteki derhal ilave eder: "Ben duamı ittihatçıların ruhuna göndermiyorum." 32


Meşrutiyeti kasıp kavuran "fırkacıl ı k " bu olaydan daha anlamlı o larak tanımlanamaz. Fırkacılık, Meşruti­ yet' i n ham meyvesidir. Bir siyasal partiyi tutmanın bir çeşit din sayılması demektir. Karşıt parti mensubuna an­ cak kin ve intikamla bakmak demektir. Bu tür bir anlayı­ şa dayanan çok partili rej im memleketi bir cehenneme çevirir. Muhalefet-iktidar ilişkileri bir ölüm kalım savaşı olur. Karşılıkl ı düşman cephelerin kuruluşu demektir. Meşrutiyet, soysuzlaştırılmış bir partiler rej i miyle, kolayca bir cehenneme çevrilebi lmişti. Siyasal hayat da bir savaş meydanına. Fırkac ı lığın varmış olduğu en feci sonuç, memleketin ikiye bölünmüş olmasıydı. İttihatçı­ larla (İttihat ve Terakki yanlıları) İtilafçıl ar (Hürriyet ve İti l iif partisi yanl ıl arı) ortaçağın din savaşlarına egemen zihniyetin temsilcileriyd i . B irbirlerini öldürmel erin i , idam sehpasında birbirlerine küfretmelerini mümkün kı­ lan bu tutum, Türkiye'nin siyasal hayatında, çeşitli sos­ yal nedenlerin yaratığı olarak, M eşrutiyet'le başlamıştır. Bugün bile süregelmektedir. Kin: Siyasi hayatın motoru Mütareke süresinin (1918-1922) ele alınan olaylarını daha yakından izlersek, insanları ve çevreleri harekete getiren dinamiğin, toplumun gerçek sorunlarından çok kin olduğunu görürüz. M e şrutiyet'in çözülen unsurları daha sarp bir intikaın politikası içine düşmü ş lerdir. Mondros Mütarekesi'nin imzalanışından itibaren, millet olarak topluca mahkum edilme tehlikesi bile, kişisel ihti33


rasları kolay kolay frenleyememiştir. Bu cadı kazanı, Mü­ tareke olaylarına .özel bir renk verir. İttihat ve Terakki'nin yerini Hürriyet ve İtilaf almak istemiştir. İktidarda olmasa bile siyasal hayata hakim ol­ ma iddiası İtilafçılarda yerleşmiştir. Koyu bir İttihatçı lık düşmanlığı saray ve çevresini kaplamıştır. "ittihatçılar zamanında ne yapılmışsa kötüdür" kuralı siyasal suçların ve cezaların ölçüsü olmuştur. 3 1 Mart'ın liderlerinden Ahmet Rasim Hoca, on yıl sonra içini bir daha dökmek fırsatını bulmuştur: "31 Mart bir hadiesi irti caiye değildi l:" Sosyal ve kültürel alanlarda yapılmış olan hareketler birer birer durdurulma ve "eskiye irca " yolundadırlar. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi 'ye göre 1 9 1 4 tarihli Cihadı Ekber Fetvası bile sakattır. Çünkü İttihatçıların yapısıdır. İttihatçılar Alman dostu mu idiler, İtilafçılar İngiliz­ lerin yanıbaşındadır. Alemdar'ın başyazılarından biri şu başlığı taşır: "ingilizleri istiyoruz!"' Hele, Ayasofya Ca­ mii ' nde Vaiz İzmirli İ smail Hakkı Hoca'yı dinleyiniz. Harbiye Umumi 'de yenilmişsek, işte nedeni: "Reşid, Ali, Fuad Paşaların makamlarından Kamil Paşa yı ko van, Sait Halim 'i Talat 'ı getiren , emanetullah 'ı zayeden (yiti­ ren) ka vmin başka n e görmesi beklenirdi? " Hoca'ya göre Lloyd George'un sözleri doğrudur. Dünyaya yüksek sesle anlatmak gerekir ki, " ingilizlerle harbeden ve el 'an da etmek isteyenler ittihatçılardır, Yeniçeri /e rdir." Hele milli bir devlet formülü, Hafız İsmail Hakkı'ya göre asla mümkün olamaz: "islam hükümdarsız olamaz, Cumhuriyet olamaz." 34


Anadolu devrimcileri de İttihatçılıkla itham edilmiş­ lerdir. Olayların dili Mütareke olaylarının bir özelliği vardır: Türk mille­ tinin bağımsız, milli demokratik bir devlet kurmasını en­ gellemek. B u her şeyden önce, sanki "Arabistanlı casus Lawrenc e"ın, ihtiras l arını bir bir yerine getirir gibi Mondros Mütarekesi'nin haksız ve adaletsiz uygulanışı­ dır. Azınlıklarla birleşen B atı uygarlığının emperyalist orduları, Anadolu ve Trakya'dan adım adım ilerledikçe, ülke üzerinde adalets iz liği somutlaştırmışlardır. Oysa, Wils on 'un 1 4 ilkesine göre, her millet gibi, Türk ulusu da bir devlet kurma hakkına s ahipti. Devlet kurma konusunda, mağlup, galip millet farkı gözetileme­ yeceğine göre, bu tabii hakkı, kolektif hürriyeti, yani is­ tiklali, Türklere de tanımak kadar doğal ne olabilirdi? Yeni bir dünya düzeni, eşit alınyazılarına dayanmalıydı. Ne var ki Batı'nın galip devletleri, zaferlerini yeni bir vesayet sisteminin diktalarına bağlamışlardı. Türklerin payı­ na da Sevres düşmüştü. Clemenceau'lar, Osmanlı delegas­ yonunu çağırmışlardı. Ve bir sabah, Damat Ferit ve arkadaş­ ları kendilerine tahsis edilen bir Fransız savaş gemisiyle İs­ tanbul 'dan ayrıldılar. Zırhlının ismi "Demokrasi" idi. "Biz de insanız..." Demokras i adına ne haks ız l ıklar yapılmıyordu ki. Düşman orduları adaletsiz lik tanrısının kurşun askerleri 35


gibi yer yer, türlü zülumlerle ülkeyi işgal ediyorlardı. Sanki bir milletin şahlanma gerilimini arttırmak için . . . İzmir, 1 5 Mayıs 1 9 1 9'da işgal edilmiştir. Atatürk 1 9 Ma­ yıs 'ta Samsun' a çıkmıştır. 22 Mayıs Cuma günü yapılan Kadıköy mitinginde Saime Asker Hanım işgalcilere şöy­ le bağırıyordu: . . . Galipler! Size hitap ediyorum. Eğer mücahadeleriniz insanları mes 'ut etmek içinse biz de in­ sanız . . . Bir millet yok edilemez! Ben kendimi hürriyeti gaspedilmiş bir milletin kızı olarak istik/alime nasıl yürü­ yeceğimizi söyleyeceğim . . . Oğlum bana (ben neyim) diye ilk sorduğu gün , ona semalardan haykıran b ir melek gibi (büyük tarihli bir Türksün !) diye hitap edeceğim. Bu ni­ da, bu ses onun ruhunda ne fırtınalar koparacak!. . " (2) Büyük Gazete'nin 28 Mayıs ( 1 9 1 9) sayıs ı s ims iyah bir kapakla çıkmıştı. Falih Rıfkı (Atay) " Sevgili İzmir" başlıklı yazısında, Batılıların ağır suçlamalarını yanıtlı­ yordu: . . . lzmir'in Türklüğü bir rakam ve şekil, bir ista­ tistik Türklüğü değildir. Zira istatistikler ve rakamlar, ölü ve bozulmuş ve cesetleri ancak adetle sayılmaya layık olan milletler içindir. .. Bursa bile, Konya bile bu kadar Türk değildir. .. istatistik Türklerin lehinde imiş ! Yere bat­ sın istatistik. lzmir Türk 'tür. A det mantığı içinden kahra­ man planları çıkar mı ?.. İstanbul ve lzmir siyasi fırkala­ rın ve bu s efil neslin ku vvetsiz, naçar kolları üstünde de­ ğil. burada padişah türbelerinden taşan ecdat ruhları ve orada Sarı Zeybeğin dağ rüzgarlarına ve ırmak seslerine sin en ruhu üstünde duruyo r." (3) "

"

(2) Taha! Toros: Türk Hatipleri (Ankara 1 950). s. 74 ( 3 ) Fa lih Rıfkı: Sevgili lzınir (Büyük Mecmua, 28 May ıs 1 335).

36


İstanbul ve genç subaylar İstanbul, Sultan-Halifeyi, heyeti Vükelasını, Ayanını barındıran şehirdir. Ama bu onun resmi kısmı. " G ayrı resmi" İstanbul, Karakol Cemiyeti ile, Mim Mim grupla­ rıyla, Anadolu'yu desteleyen basınıyla Müdafaai Hukuk­ çudur. 1 9 1 9 seçiminde bu tutumunu ispat etmiştir. Müda­ faai Hukukçu bir Mebusan Meclisi İ stanbul'da toplan­ mıştır. Fakat İngiliz işgal kuvvetleri temsilcisi bu Mec­ lis 'le başedilemeyeceğini anlayınca İstanbul'un işgali de kararlaştırılmıştır. Ve, Letafet Apartmanı'nda uyurken öl­ dürülen askerlerin naaşları üzerinden geçilerek, işgal ka­ rarı uygulanmıştır. Liman, Çanakkale'nin hıncını almak isteyen savaş gemileriyle dolmuştur. Cepheden dönen genç subaylar, acaba ne düşünüyor­ lardı? Ruşen E şref'i (Ünaydın) dinleyiniz: "Her uğradığı­ mız şehirde İstanbul 'a dair türlü türlü şeyler işittik. Bir şehrin şayiaları öbürkünü tutmuyordu. Hep b öyle en son haberler en doğru sayılarak, eski ha vadis malzemelerin yardımıyla bir İstanbul ah vali kura kura bir sabah Bo­ ğaz 'dan girdi k. İstanbul hakkında en doğru söz kaleleri­ mizin üstünde sallandığını gördüğümüz başka bayraklar oldu. G öçkün ve dilgir (kırgın) bir Yeniçeri azametiyle somurtmuş Hisar 'ın eteğini dönünce sisler arasında büs ­ bütün heybetli kara bir su şehrinin asıl minareler ve kub­ beler şehrine sebkat ett �ğini (yerini aldığını) gördük. Gü­ vertede gözleri yaşla dolu genç zabitler vardı. İçlerinden biri: - Seni bu hale biz koymadık. . . dedi." 37


Ruşen E şref, "Bıraktığı ve bulduğu İstanbul "a her yan:'; Türk gibi giriyordu: "Limanın içinde, yanaşabile­ cek hir yer bulmak için, her tara ji başkaları tarafindan tutu lmu ş rıhtımla ra beyhude yere başvurduk. O dakika ­ larda ôlmüş anaların kucağını arayan öksüzleri niçin dü­ şündüm ? " (4) Üçüncü kuvvet Siyasal kuvvetler bakımından da Mütareke, yakın ta­ rihimizin, "Nazik zamanı "dır. Henüz Mondros Mütare­ kesi imzalanmamıştı ki, akşam başyazarı, Ziya Gökalp'in yardımcısı Necmettin Sadık ( Sadak) durumu açıklıkla tartışıyordu: Bir nüfuz (Osmanlı iktidarı) yıkılmaktaydı. Eğer bunun yerine bir yenisi geçemeyecek olursa, "haya­ tımı za hatime çekecek a narşi " hazırdı. Yapılacak iş şuy­ du: Mevcut kuvvetlerin dengesini bozmamaya gayret et­ mek. Neydi bu kuvvteler? Sosyol og gözüyle, bunlar memleketimizde, bütün kusurlarına rağmen milli meclis­ lerle, hükümet kuvvetleridir. "Şu günler zarfında iki gün­ lük hükümetsizliğin, ufak bir anarşinin, Türk unsurunun inkırazı demek olduğunu bildikten sonra, mevcut bütün intizam kuvvetlerini yıkmaya çalışmak memleketi sevme­ mek demektir." Necmettin Sadık'ın vardığı sonuç, tabloya isabetle vurduğu son fırça olmuştur: "Herkes bilir ki bu memleket birkaç ay sonra bugünkü kuvvetlerle idare edi(4) Ruşen Eşref: Bıraktığım İ stanbul - Bulduğum İ stanbul (Büyük Mec­ mua, 28 Mayıs 1 1 35, S. 8-9).

38


lem ez. Daha başka zümrelere ihtiyaç vardı r. Fakat işte o bir iki ayı beklemek zarureti karşlSlndayız. (5) "Başka zümreler" üçüncü bir kuvvettir. Adı Müda­ faai Hukuk'tur. Mütareke'nin boğucu havası içinde, ger­ çeğe dayanan büyük bir ümidi temsil etmiştir. Birleştiri­ ci, toplayıcı karakteri ile yeni bir devlet bu yeni hareke­ tin, Anadolu hareketinin eseri olacaktır. Atatürk bu hare­ kete lideridir. O, Mütareke'nin tehlikeli dönemeçlerle, aşılması zor engellerle, yıldırıcı tuzaklarla dolu karanlık ve boğucu koridorundan geçerek E rzurum yaylasına ulaşmıştır.

(5) Necmettin Sadık'. Nazik Zaman (Akşam 6 Teşrini Sani 1 334).

39



iV

Müdafaai Hukuk Ruhu Bir millet uyanıyor 1 4 Mayıs 1 9 1 9'u 1 5 Mayıs'a bağlayan gece, İzmirli­ lerin yaşlı gözlerle okudukları beyannameden: ". . . Ey bedbaht Türk... Yunan hakimiyetini kabule ta­ ra ftar mısın? Artık kendini göster. .. Tekmil kardeşlerin me­ şatlıktadı r. . . Binlerle, yüzbinlerle meşatlığa koş... ve h eyeti milliyenin emrine itaat et. - ilhakı Red Heyeti Milliyesi." Bir başka bildiri şu başlığı taşıyor: "Aydın vilayetinin fe ryad ve istimdadı." "Denizli Heyeti Milliyesi" imzası ile yayımlanan bu belgeden de birkaç satır okuyalım: . . . Bugün ateş ve kan içerisinde bulunan Aydınlarla, yarının siyah ve boğucu felaketlerini görerek sırf hayat ve namu­ su koruma endişesiyle silaha sarılan Nazilli, Denizli ve mülhakat ahalisi. . . Uyumayınız. . . Yalnız bugünün selamet ve rahatını değil, yarının tehlikelerini düşününüz!" 1 920 başlarında Adana'dan " Kilikya Heyeti Merke­ ziyesi" "Toros 'un arkasında aylardan beri sükun ve sa­ adetten mahrum yaşayan hemşeriler "e haykırıyordu: "Türk 'ün meşru ve milli haklarını tanımayan inatçı ve gaddar düşmanlarımıza yine Türk 'ün iman ve ku vveti önünde boyun eğdire/im." Her şey, İzmir'in işgali ile başlamıştı. Daha doğrusu, Mondoros Mütarekesi'nin adaletsiz uygulanması ile için için, tek tek Türkleri saran ve harekete getiren savunma duygusu, ortak bir heyecan oluşturarak birdenbire patlak vermişti. "

41


Ege bir volkan gibi kaynıyordu. Halk silaha sarılmış­ tı, kumandanların yaşlı bakışları karşısında, yetmişbeşlik ihtiyarlar babadan kalma şişhane tüfekleriyle gönüllü ya­ zılıyorlardı. Bir milis teşkilatı doğuyordu. Milletin kuv­ vetleri, o zamanki deyimle "Ku vayı Milliye " bu koşulla­ rın ürünüdür. Kuvvetler azdır ve dağınıktır. Altı bin kişi­ lik Türkler, kırküç bin kişilik bir işgal ordusu karşısında­ dır. Ama her tarafta yerden biter gibi, mukavemet yuvala­ rı kurulmaktadır. Saldıranlar korkuya kapılmıştır.( 1 ) Romanya cehpesinden alelacele getirilen General Niyder, Paris'te barış pazarlığı ile uğraşan Venizelos'a şu telgrafı çekmek zorunda kalmıştır: "Tam bir Türk sefer­ berliği ve ku vvetli bir Jön Türk te şkilatı karşısındayız. Her taraftan taarruza maruz kalarak her gün bir parça arazi terk etmeye mecbur oluyoruz " (2) ...

Yeni bir ruh 1 9 1 9 Mayısı' nın sonuncu Cuma günü, Ayvalık Mın­ tıka Kumandanı Ali (Çetinkaya) Bey'in 56. Fırka Kuman­ danı 'na durumu bildiren cevabı yeni bir ruhun dile getiri­ lişi olmuştur: ''Alayın her.ferdi demirden bir kale gibi ye­ rinde sabittir. Her türlü hiyanet hareketlerine karşı koy­ m aya hazırdır. Büyük bir kahramanlık ve fedakarlık duy­ gusu ile dolu olan A layı m ve b ölgem içinde bulunan memleke t çocukları adına durumu bildiririm efendim." (3) ( l ) Bu konuda, Türkiyc'de Siyasi Partiler (İstanbul 1 952) adlı kitabımız­ da bilgi ve bibliyografya vardır (s. 491-5 1 9'). (2, 3) Midilli'li Ahmet ( Suvari Yzb. ) : Türk istiklal Harbi'nin Başında Milli Mücadele (Ankara 1 926), s. 72

42


Efeler tarih sahnesine çıkmıştı. Gönüllü o kadar çok­ tu ki, silah yetişmiyordu. Bu yepyeni bir zihniyet, diri bir ruhtu. Esirliği, me­ deniyetsizlik, vahşilik suçlamalarını reddeden taptaze ru­ hun adı Kuvayi Milliye Ruhu değildir. M üdafaai Hukuk Ruhu'dur. Her türlü ihtilalci kuvvetin ve kurumun özü olan bu ruh, İzmir'in işgalinden itibaren, memleketin her tarafında bir birliğin, bir özdeşliğin ifadesi olmuştur. Ku­ vayı M illiye'yi, Reddi İşgal cemiyetlerini harekete getir­ miş olan güç, Müdafaai Hukuk Ruhu'dur. Bu ruh, bir atı­ lımın, bir bilinçlenmenin, bir kalkınmanın dinamosu ol­ muştur. Damat Ferit'le Namık Kemal zihniyetleri arasın­ daki fark neyse, Müdafaai Hukukçu olmakla ol mamak arasındaki fark da odur. Milli, bağımsız, iç ve dış kuvvetlerin baskısından ve vasiliğinden kurtulmuş bir devletin kurulması, Türklerin millet olarak kurtulması demektir. Türk devrimi, bu ide­ alin Anadolu 'da patlamasıyla, birimleri sarsmasıyla, elektrik akımı gibi birbirine bağlaması ile başlamıştır. Her tarafta aynı ülküye sahip insanlar. . . Belli olaylar hep. sinde aynı tepkileri uyandırmaktadır. İzmir' in işgali, uzun sürebilecek bu oluşu hızlandırmıştır. Atatürk olabilmek Mustafa Kemal Paşa, İ zmir'in işgalinden dört gün sonra Samsun'a çıkmıştır. İlk müşahadeleri, bu her şeyi altüst eden kurtuluş atılımı, Müdafaai Hukuk Ruhu ol­ muştur. " Vaziyetin dehşet ve vehameti karşısında, her 43

·


yerde her mıntıkada birtakım zevat tarafından mukabil halas çareleri düşünülmeye başlanmıştı. Bu düşünce ile alınan teşebbüsat, birtakım teşekküller doğurmuştur." Bu, önüne geçilemeyecek, hiçbir suretle durdurula­ mayacak kadar kuvvetli bir seldi. Milli bir dayanışmanın, tehlikeler karşısında "Ben varım! " diyerek ortaya çıkma­ sıydı. " Mukaddesatını " , manevi değerlerini bizzat kur­ tarmaya karar vermiş bulunan bir millet 'in yarattığı bir hareketti bu . . . Bunu görmek l azımdı . İ stanbul 'dan, Taht' ın ardından görülemiyordu. Kendisi de, Anadolu'ya ayak basıncaya kadar görememi şti : "İstanbul 'da iken milletin bu kadar kuvvetli ve az vakitte felaketlere karşı bu derece uyanık olduğunu tahayyül etmezdim." (4) İki yıl sonra, Büyük Taarruz sıralarında, bu akımın ne kadar doğru olduğunu şu ifadesiyle doğrulayacaktır: "Askere istirahat emrediyorum. Asker dinlemiyor ve İz­ mir 'de istirahat ederiz; mukabelesiyle cenk ediyorlar!. . " (5) İstanbul'la Anadolu' yu birbirinden ayıran farkların en önemlisi, İ stanbul'un kararsı.zlığı, Anadolu'nun da ke­ sinliği olmuştur. İstanbul hükümeti Türk Milletinden ay­ rıydı. Ve hükümetin harp edememesine karşılık, millet savaşa hazırdı. Öyleyse, hükümet milleti temsil etmiyor­ du. Milli ülkede bir yabancıydı. Bu gerçeği kabul etmemek, görmemek, inkar etmek, Atatürk'e göre "hasis ve tehlikeli " bir zihniyettir. Mille­ tin kaderiyle alay etmektir. (4) TBMM Zabıt Ceridesi (Devre 1. içtima Senesi l, Cild ! . ), (2. basılış 1 940), s. 8 - 1 6. 26-30, 30-36. (5) Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, C. 111. s. 42

44


Mustafa Kemal'i Gazi, Başkumandan ve Atatürk ya­ pan bu olaydır. O'nun, ufukların ardını keşfetmesi, ger­ çek yaratıcılığı olmuştur. Mustafa Kemal, Samsun'dan Amasya'ya doğru, baş­ ları dumanlı dağları ve gümüş dereleri aşarak ilerlerken, Amasya Tamimi'nde ilk gerçekçi ve kesin ilkeyi koyar: Memleketi, yine milletin azmi ve kararı ile kurtarmak. . . Kurtuluş hareketinin İ stanbul hükümetince hesaplan­ madığının delili, Heyeti Temsiliye ile Saray arasındaki telgraf düellosundan kolayca anlaşılır. Mustafa Kemal, bu durumu Türkiye Büyük Millet Meclisi 'ni açış nutkun­ da, daha başkan seçilmeden önce, anlatmıştır. İstanbul, onu Anadolu'ya gönderdiğine kırk bin kere pişman olmuştu. Zamanın Harbiye Nazırı, yalvarır gibi çektiği bir telgrafta Mustafa Kemal' i geri çağırıyordu. Bu telgraf, bir hükümetin, hatta bir dev letin ne kadar kü­ çüldüğünü ve kompleksler içinde bunaldığını gösterir. Harbiye Nazırı ( Şevket Turgut Paşa) diyordu ki: Ne ola­ cağımız henüz belli değil. Tek teselli noktası odur ki, düşmanların fikirleri Türkler lehine az çok değişmiş gö­ rünüyor. Bir kaç ay önce, Türklere "Barbar ve kabiliyet­ siz" diyenler şimdi "zavallı '' , "mazlum", "muhtaç" di­ yorlar. Bu lehte bir durumdu. Mustafa Kemal Paşa'ya tav siye: Düşmanlar sizi ele geçirebilirler, bizi de ortadan kaldıracaklardır. Hemen İstanbul 'a dönmenizi tav siye ile bir dostluk ve vatan görev i yapmaktayım. Mustafa Kemal :paşa 'nın telgrafa verdiği yanıt, Sıvas yolu ile Erzurum' a geçmek olmuştur. Çektiği "cevabi telgrafta da şu satırlar okunur: "Beni düşmana teslim et"

45


mekle hükümet ikinci bir hıyanete vesile olacaktır. Sizle­ rin de milli kıyam hareketine katılmanız yerinde olur." (6) Şimdi sorun şu: Acaba, Mustafa Kemal Paşa İ stan­ bul'a dönerse, Müdafaai Hukuk Hareketi durur muydu? Başka bir soruşla: Milli Mücadele bir ya da bir kaç kişi­ nin şahsına mı bağlıydı?

"Hayır!" Hayır, diyordu, geleceğin Atatürk' ü . . . "Türk vata­ nında milli bir kudret görülüyorsa bu, felaketlerin uyan­ dırdığı milletin, kalbinden ve dimağından doğmuştur. Acizleri de ancak tabi bulunmuş oluyorum. . . Eğer mem­ leketin selameti şahsımın çekilmesine bağlı olsaydı, ka­ yıtsız ve şartsız, hiç kimseye bir ümit ve istekle bağlan­ maya tenezzül etmeyerek nefsimi kurban etmek kadar vicdani ve basit bir şey olmazdı. . . Şark vilayetlerinin ga­ leyan halinde bulunan halkı arasından çıkıp dönmek tek­ lifini kabulde kendi irademi kullanmaktan manen ve maddeten memnun bulunuyorum." (7) Bu seziş kudreti, Büyük Nutkunda açıkça okunur: Ben, milletin vicdanında ve istikbalinde ihtisas ettiğim büyük tekamül istidadını, bir milli sır gibi vicdanımda peyderpey, bütün heyeti içtimaiyemize tatbik ettirmek mecbur�yetinde idim." (8) (6) TBMM Zabıt Ceridesi (Devre 1) (zikredilmiştir). s. 30 (7) Aynı Eser, s. 32 (8) Nutuk ( 1 92 8 baskısı), s. 1 2

46


Bu sa fhada, "lv!üdaflıai Hukuk "la, "Kuvayı Milli­ ye "arasındaki fark da görül ür. Mustafa Kemal, bu farkı kendisi belirtir: M i l l etin birliğini vücuda getiren ve İstan­ bul ' un içinde bulunduğu şartlara rağmen bu birl iği içerde ve dışarda göstermek amacı için yapı l an teşkil at ise yal­ nız Kuvvayı M i l l iye efradından ibaret deği ldi . Bil aki s, bütün memlekete ve memleketin en ücra köşelerinde b i le vücuda gelmiş doğrudan doğruya kanuni ve medeni bir teşkilattır k i ona "Miidafaai Hukuk " teşkil atı diyoruz. Onda silah mevzuubahi s deği ldir. (9) Muhafazakarlar Devrim c i y i , İ stanb u l Hükümeti tanımamaktadır. Çünkü Halife-Sultan ve Heyeti Vükelası, kendilerini des­ tekleyen bell i gazeteler ve çevrelerle, muhafazakardırlar (tutucudurlar). Anadolucuları İ staııbulculardan ayıran siyasal pren­ sipler, Atatürk'le Vahidettin arasındaki farkları da bel ir­ tir. Tutucu prensipler şöyle sıralanabıl ir: 1 - Cc::.ayı benimseme: İ stanbul I lükümeti . öze l l i k l e, l\1ütareke ba:-ılangıcında büyük bır i n t i kam hırsı i l e yen i­ den faaliyete geçen H ürriyet ve İtilaf eleba�ılarına tLıya­ narak, mağlup devleti suçlu saymaktad ır, nas ı l olsa cenı­ landırı lacağına emindir. Osmanl ı Devleti, bu cezayı hak etmiştir. Ne var ki, idam cezası yerine, ömür boyu hapsi bekleyen bir mahkumun psikozu içi ndedir, İ stanbul Hü(9) Enver Ziya Kara!: Atatürk'ten Dü�üncclcr ( 2 . baskı), s. 1 O

47


kümeti . Cezaya boyun eğme ilkesi statik bir savunma sis­ temini davet edecektir. İ şgal bölgelerinden çığ gibi gelen, yağma ve zulüm yakınmalarını bildiren telgraflara, Dahi­ liye Vekili Ali Kemal Bey şu cevabı verir: "İşgali sahır ve sükılnla karı ş/ayınız, Sulh Konfe ransında hakkımızı alacağız. "Sulh Konferansı Sevres hükümleri üzerine kuruluydu. 2- Mütareke uygulamalarına boyun eğme: Osmanlı Hükümeti kendini suçlu saymaktadır. Barış masasında, suçlu olup olmadığını esaslı bir tartışmaya tabi tutmamış­ tır. Verilecek cezanın pazarlığını yapmaktadır. Mondros Mütarekesi 'nin devlet vücudunu parçalamasını korkunun yarattığı boynu büküklükle karşılamaktadır. M ütareke uygulamaları karşısında, İstanbul hükümeti, her çeşit ayı­ rıcı taşkınlıklara girişebilen Rumlarla, Araplarla, Erme­ nilerle, Çerkezlerle müttefiktir. Ama Anadolu 'ya düş­ mandır. 3- Müdafaai Hukuk ve İttihatçı düşmanlığı: İstanbul Hükümeti, kendisini tek yasal hükümet saymaktadır. Ne var ki, Dahiliye Vekili bir kaymakam bile tayin edecek kuvvete sahip değildir. Neden Müdafaai Hukuk'u beğen­ mez? Çünkü: Onlar, hortlayan bir İttihatçılık sayılmıştır. Anadolu'da beliren kuvvetler, barış masasında kendisini gölgelemekte ve zor durumlara sokmaktadır. 4- Yeni bir devlet kurulmasını önleme: İstanbul Hü­ kümeti, ne olursa olsun, her ne pahasına olursa olsun, ül­ ke ve nüfus ne kadar küçülürse küçülsün, Hilafet ve Sal­ tanatın devamını istemektedir. 5- Milliyetçilik ilkesinin reddi: Türklerin millet ola48


rak, bir kurtuluş eylemine geçmesi, Halifeyi ve çevresini pek ilgilendirmemektedir. Ve bu hareket, sanki birkaç ki­ şinin tahriki gibi görünmektedir. Bir çeşit eşkıyalık sayıl­ maktadır. Elebaşıları, Şeyhülislam Fetvasıyla (Dürri Za­ de) idama mahkum edilmiştir. Tutucu tezler bunlardır. Barış sistemini emperyalist temeller üzerine, kendi çıkarları temeline oturtmak iste­ yen galip devletler de bu görüşten yanadırlar. Anado­ lu'nun Kuvayı Milliye'si karşısına, İstanbul ' un çıkardığı Kuvayı inzibatiyeyi, var kuvvetleriyle destekleyecekler­ dir. İ stanbulculardan yana yazarlar da Anadolu'yu en ağır ithamlar altında bulunduracaklardır. Bunlara göre, Müdafaai Hukukçular "baği " (eşkıya)lerdir: Eski Celali isyanlarının bir çeşit hortlaklarıdır M üdafaai Hukuk. Başlarında Mustafa Kemal vardır. O halde tarihsel bir pa­ ralelle, bunlar da, bir yazara göre, "Kemali 'fer "<lir. "Mil­ liyet ddiyesi ile Saltanat ve Hilafeti parçalamak isteyen " çetecilerdi. Tümü de asi (isyancı) idi.

49



v

Çoban Ateşleri Devrimciler Tutucu ve devrimci kuvvetler arasındaki münasebet, Türk devriminin tansiyonunu tayin etmiştir. Gerçek savaş budur. Ve devrimciler kazanmıştır. Devrimci fikrin zaferini sağlayan olayların başında, uluslararası ilişkiler tarihinin en büyük gaflarından biri olan Mondros Mütarekesi ve uygulanması gelir. Azınlık­ ların, bu uygulamanın adaletsizliğini artıran taşkınlıkları, cephelerin pekleşmesini sağlayan unsurlardan birisidir. Müdafaai Hukuk hareketinin, toplumsal özellikler­ den doğan unsurları üzerinde durmak gerekir. 1 - Ulusal devlet: İmparatorluk ülkesi içinde yer yer ürünlerini vermiş olan milliyet hareketleri, Türklerin de aynı gelişmeyi izlemelerini doğuran etkenlerden biri ol­ muştur. Ne var ki, Mondros, hayli uzun sürebilecek ve yavaş tamamlanacak bu oluşu birdenbire ateşleyen, hız­ landıran ve patlayışa geçiren olay olarak tarih içinde yeri­ ni almıştır. Müdafaai Hukukçular Misakı Milli gereğince bu devletin ülkesini (sınırlarını) ve nüfusunu (halkını) tespit etmişlerdir. Milli devlet bağımsız olacaktır. Milli iradenin eseri olarak, milli hakimiyet ilkesine bu ilkeyi somutlaştıran anayasal mekanizmaya dayanacaktır. Kısa­ ca demokratik olacaktır. " 2- Milli devlet tek hakimiyetli basit devlettir. Yani ne 51


kendisi bir federasyondur, ne de herhangi bir federasyon içinde (federe) bir devlet olacaktır. Milli devletin reddet­ tiği şekiller arasında, çokuluslu devlet şekli başta gelir. 3- Milli devlet, aynı zamanda beynelmilelci (komü­ nist), Saltanatçı-Hilafetçi (ümmetçi) sistem ve şekilleri tüm olarak reddetmiştir ve bu sistemleri ve şekilleri tem­ sil eden kuvvetlerle savaşmıştır. Görülüyor ki, varılacak amaç, Osmanlı imparatorluğu 'ndan tamamiyle ayrı bir devlet olacaktı. Olmuştur. 4- Milli de vlet, bağımsızdır: Her türlü emperyalist manda, sömürge, himaye, kapitülsayon formüllerinin red­ dedilişi de bu niteliğinin sonucu olacaktır. Kaynak ve yöntem Müdafaai Hukuk' un kaynağı, elinin altındaki hazi­ nedir. Bir devleti kuran değil de, batırabilen deneylerle dolu İkinci Meşrutiyet laboratuvarı çeşitli ve bol malze­ meyle doluydu. Devrimciler, bölge toplantılarından Tür­ ki�e Büyük Millet Meclisi oturumlarına �adar bu malze­ meden her zaman için yararlanmışlardır. lmparatorluğun kozmopolit ve Türkü hakir gören, onu her zaman tüketici ve boyun eğici bir hayat içinde yaşatmak isteyen havası, milli bir ideale bağlanmanın, milli bir hayata sahip olma­ nın baş etkeni olmuştur. Milliyetçilik bir ana politika ilan edilmiştir. Ne var k i , bu milliyetçilik, milli devlette i fade­ sini bulduğu için, her çeşit irredantist, ırkçı şekilleri de reddetnıiştiı: Ve hiçbir suretle ayırıcı olmamıştır. İslam dünyasında, Doğu'da rastlanan sımrlı milliyetçilik siste52


mini gerçekleştirmiştir. Bu bakımdan hareket noktası ile vardığı amaç arasında çelişiklik yoktur. Müdafaai Hukuk'un yöntemi de devrimciliğin karak­ terine uygundur. İ stanbul Hükümetinin tuttuğu yol ile ta­ ban tabana zıt bir yoldur bu. Müdafaai Hukukçular, Türk­ lerin önce suçlu olduklarını kabul etmeyen bir esastan ha­ reket ederler. Türkler, milli devletlerini kurmak hakkına sahiptirler. Şu halde, hangi şekil altında olursa olsun, ba­ rışçı ya da savaşçı yollarla, bu amaca varmalarını engelle­ yen her çeşit engel ve karşı koyma ile savaşacaklardır. Müdafaai Hukuk hareketinin gelişme aşamaları açısından, Sovyetlerle Batılılar arasında fark gözetilmemiştir. Müdafaai Hukuk, Meşrutiyet'in kanlı mirası "fırka­ cılık"tan nefret eder. B u unsurlardan çok ilgi çekici bir sonuca varırız: Milli devleti kurmak, kolektif bir hürriyet olan "istiklal"i elde etmek için, pasif cezayı bekleme siyasetine değil, di­ namik silahlı direnmeye girişilecektir. Bu savaşın doğal adı İstiklal (bağımsızlık) savaşı olacaktır. Ve bir ihtilal hakkının, yasal savunma hakkının kullanılmasıdır bu ha­ reket, çetecilik değildir. Asilik değildir. Meşru, haklı bir savaştır. Bir iç savaş değildir. Devletlerarası bir çatışma­ dır. Müdafaai Hukuk hareketini amacına ulaştıran bir araçtır. Çoban ateşleri Müdafaai Hukuk hareketinin birimleri fertler değil "cemiyetler "dir. Türk devrimine özel anlamını vermiş 53


olan bu durum bir gruplaşma olayına dayanır. Her taraf­ ta, köyde, mahallede, kasabada, şehirde, "Reddi İşgal ", "Reddi İlhak ", "Müda{aai Hukuk ", "Muhafazai Hukuku Mill�ve ", "lstihldsı Vatan gibi isimlerle çeşit çeşit der­ nekler kurulmuştur. Milli bir savaşı yönetecek merkezi bir otorite bulun­ madığına göre, Türk halkı, devletini bizzat kurmak üzere harekete geçmiştir. Fert, ortak bir duygu ve tarih anlayışı ile, adaletsizliğe isyan hakkına dayanarak, ülkenin her yanında kendisi gibi düşünen ve davrananların bulundu­ ğuna emindir. Kendisini, birdenbire ve aynı anda ortaya çıkıvermiş görünen bu derneklerin malı ve doğal üyesi saymaktadır. Mareşal Fevzi Çakmak' ın deyimi ile Mond­ ros M ütarekesi'nden sonraki aylarda, bir uçaktan Anado­ lu'ya baksaydınız, yer yer yanan ateşler görürdünüz. Bunlar pırıl pırıl çoban ateşleridir. Bunlar M üdafaai Hukuk ateşleridir. Tek tek dağınık ateşlerden bir meşale yapmak gere­ kiyordu. Binayı bu taşlarla yapmak . . . İşte mesele! Burada, Atatürk' ün teşhisini dinleyiniz: " Türk ata yurduna ve Türkün istiklaline teca vüz edenler kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe miisellah mukabele ve onlarla mücadele eylemek icap ediyordu. Tatbikatı birtakım safhalara ayırmak ve vekayi ve hadisattan isti­ fade ederek milletin hissiyat ve efkarını izhar eylemek ve kademe kademe yürüyerek hedefe vasıl olmaya çalışmak lazım geliyordu." (!) "

( 1 ) Nutuk (aynı baskı), s. 1 1

54


" Safha safha" Müdafaai Hukuk yolundan, "Milli Devlet "in kurulu­ şuna varılabilmesi için, bu hareketi üç "safhadan " geçi­ rerek yöneltmek ve geliştirmek gerekmiştir. A tatürk işte bu fevkalade başarılı, bir o kadar da zor ve çetin yürü­ yüşte, büyük ihtilalcilerin ve devlet adamlarının yeteneklerine sahip olduğunu ispat etmiştit: Birinci aşama. bölgesel (mahalli) kongre hareketleri safhasıdır. Yer yer kurulu nüveleri kenardan merkeze doğru ortak bir eyleme bağlama çabası bu safhanın özel­ liğidir. 1 9 1 9- 1 920 süresi içinde Trabzon'da, İzmir'de, Er­ zurum'da, Balıkesir'de, Alaşehir'de, Nazilli'de, Lülebur­ gaz'da, Edirne'de, Gürün'de toplanmış olan kongreler bu amacı gütmüşlerdir. Emirlerinde milis teşkilatı (Kuvayı Milliye) vardır. İkinci aşama, Sıvas Kongresi olmuştur. Bu safhada varılmak istenen amaç, bölge kongrelerinin birleştirilme­ si ve girişilen savaşa genel, ulusal bir nitelik kazandırıl­ masıdır. Bölgelerden gelen temsilciler S ı vas Kongre­ si ' nde toplanmışlar ve değişik isimlerle kurulmuş olan derneklerin ve milis örgütlerinin tümü bir kaplayıcı isim altında topl anmışlardır. A nadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti. Hepsi de aynı adı alarak, bu cemiyetin şubeleri olmuşlardır. Birleşik örgütün idaresi bir "Heyeti Temsiliye "ye verilmiştir. Askeri kuvvetler de bu idareye bağlı olmakla beraber, henüz düzgün bir ordu değildirler (4 Eylül 1 9 1 9-23 Nisan 1 920). Üçüncü safha. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükii·

55


meti dönemidir. İstanbul hükümeti genel bir seçimin ya­ pılmasını ve Meclis ' in açılmasını kabule zorlanmıştır. Meclis, İ stanbul 'da basılınca, zaten b u sonu bekleyen Müdafaai Hukukçular Ankara'da kurucu nitelikte Türki­ ye Büyük Millet Meclisi'ni toplamışlardır. Bu suretle ha­ reket yasallık ve meşruluk kazanmıştır. (2)

Devrimin ustası Yukarıki şemanın bize gösterdiği gelişme şudur: Kü­ çük Müdafaai Hukuk ırmakları, Sıvas Kongresi kanalına akıtılmışlar, bu kanaldan da TBMM'de toplanmışlardır. B u oluş içinde Atatürk' ün ve başında bulunduğu ekibin rolü ne olmuştur? Atatürk ve Atatürkçüler Müdafaai Hukuk hareketini yaratmamışlardır. Atatürk Samsun'a çıktığı zaman kurtu­ luş dernekleri kurulmuş, bölge kongrelerinin bir kısmı toplanmıştı ve toplanmaktaydılar. Atatürkçülük, bu akımın memleketi kurtarabileceği, dağınık kuvvetler toplanıp birleştirebildiği takdirde kur­ tuluş hedefine varılabileceği ilkelerinden doğmuştur. Şu halde, b u dağınık fikirleri ve enerj ileri birleştirmek ve yönetmek, en azından, onları yaratmak kadar önemli ol­ muştur. Bakınız şu birleştiriciliğin bir örneğini verelim: Bölge tipi kongrelerden ikisi, Alaşehir ve Erzurum (2) Bu oluşları, kısmen "Türkiye' de Siyasi Partiler" de, kısmen de çeşit­ li yazılarımızda belirtmiştik.

56


Kongreleri birbirlerine yakın tarihlerde toplanmışlardı. 1 9 1 9 'un Temmuz ve Ağustos aylarında. . . Erzurum Kong­ resi ve Şarki Anadolu Müdafaai Hukuk Heyeti Temsili­ yesi adına, Mustafa Kemal Paşa, Alaşehir'e şu telgrafı çeker: "Alaşehir 'deki toplantı bütün Doğu vilayetleri halkı üzerinde pek samimi bir tesir uyandırmıştır. Esasen lzmir için kalbi kan ağlayan bura halkı bu teşebbüse bütün ru­ hu ve varlığı ile yardımcıdır. Duygularımızın bu heyete duyurulmasına yüksek yardımınızı dilerim." Telgraf bir kayguyu saklamıyordu. Acaba, yöntem­ lerde farklılık var mıydı? Alaşehir Kongresi Başkanı Hacim Muhittin (Çarıklı) verdiği cevapta bu kayguyu ortadan kaldırmıştır: "Kardeşler. .. Doğu 'dan Batı 'ya genişleyen vatanse­ ver teşkilatınızla, Batı 'dan Doğu 'ya genişleyecek naçiz teşkilatımızın birleştiği gün gayemizin, vatanın kurtarıl­ masına yönelmiş vatanseverce teşebbüslerimizin en bü­ yük bayramı olacaktır. Saygılarımızın kabulünü rica ede­ rim." (3) İşte bu çabalar Sıvas Kongresi'nde birleştirilmiştir. Ve işte Atatürk, eski ile yeninin, Doğu ile Batı 'nın dün ile yarının . . . Aynı duyguları taşıyan fakat henüz bir­ leşememiş insanların ortasında, tarih sahnesinde görün­ müştür. Her türlü yenilik onun kanalından geçecek ve gerçekleşecektir. Yüzyıllardır III. Selim'lerin, il. Malı(3) Kongrelerin tarihl�ri, çalışmaları için, "Türkiye'dc Siyasi Partiler" de bilgi vardır. s: 478-526.

57


mut'ların, Tanzimat'ların ve Meşrutiyet'lerin yapamadık­ larını, o ve arkadaşları yapacaklardır. Keşfettikleri dina­ mik bir atılım özleyişini ve istencini devrimin hareket kuvveti haline getireceklerdir. Devrim yolu, Meşrutiyetçi bir özlem değildi. Türkle­ rin, uygarca ve efendice yaşama özlemlerinin bir ifade­ siydi . Ve bu özlem, tutucu kalıplara s ığmayacak kadar engin, kalıpların hepsini parçalayacak kadar ihtilalciydi.

58


VI

Batı'nın Sorusu: Türkler Uygar mıdır? Ateşten gömlek Askeri savaşların yanı sıra niçin savaştığımızı göste­ ren bir de ideolojik yolun saptanması ölüm kalım sorunu olarak ortaya çıkınca, gerçek "istiklal Harbi " başlamıştır. 1 920 Nisanı'nda, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hü­ kümeti'nin kuruluşu, Türkiye'nin de kurulması demektir. 1 92 0 ' ye değin Türkler yok muydu ki? Türkler vardı . Ama Türkiye yoktu. Türkler Osmanlı İmparatorluğu ka­ yası içindeydiler. Bu kaya parçasından Türkleri millet olarak çıkarmak ve Türkiye'yi kurmak gerekmiştir. Tür­ kiye, Türk Devrimi'nin, Türk milli kurtuluş hareketinin eseridir. Osmanlı kayasından çıkarılan, siyasal ve sosyal yönleriyle dipdiri bir organizmadır Türkiye . . . Sultanların kaftanları, tahtları yanına ve Hazine Dairesi'ne konacak müzelik bir süs eşyası değildir Türkiye. . . Türkiye ' nin kuruluşu dünyanın e n çetin koşulları içinde, yirminci yüzyılın doğurduğu sosyal ve siyasal baskıların bunalımlı havasında gerçekleşmiştir. Batı ile Doğu arasında, iki ateş arasından geçerek. "A teşten Gömlek " giyerek. .. Türkler ve "m�deniyet" B ir Yunan yazarı, Moskopulos, "Tarihleri tarafından 59


mahkum edilen Türkler " adlı kitabında, kendi kararını bildiriyordu: "Tarih hükmünü vermiştir. Bu yağmacı ve katiller milletinin Avrupa 'da oturmaya hakkı yoktur. Cedlerinin yaşadıkları yere gitsin! " Moskopulos'un varmak istediği sonuç şu olabilirdi: Yunanlılar da İzmir'e gelsin ! . . Bu sa­ tırlar 1 920'de yazılmıştır ( 1 ) . Batı 'nınTürkler hakkındaki tezini bütün bir açıklıkla özetleyecek durumdadır. Batı, Birinci Dünya Savaşı 'mn galip devletleri tara­ fından temsil edilmekteydi. Daha doğrusu, bu devletlerin sorumlu kişileri Batı uygarlığını dile getirdiklerini ve ye­ ni bir dünya düzenini bu değerler üzerine oturtacaklarını ilan etmişlerdir. Oysa, Avrupa devletleri, dünya coğrafyasını kendi ihtiyaç ve çıkarlarına göre kırpmaktaydılar. Avrupa, kla­ sik anlamını kaybetmekteydi. Değişen bir dünya içinde, empeıyalist tezler çeşitliydi, fakat farklı değildiler. Türk kurtuluşu, 1 9 1 8 'lcrde, Batı kamuoyunda, hiç de hoş karşılanmamıştır. Hele Türklere karşı, özellikle Ondokuzuncu Yüzyılın başlarından beri, süregelen kam­ panya, Birinci Dünya Savaşı yenilgisi ile, daha da yoğun­ luk ve bir hayli küstahlık kazanmıştı . Al bert Vandal ' ın, taraf tutan bir tarihçi örneğini ve­ rerek, Türkler hakkındaki fikirleri daha önce belirtilmiş­ ti. Vandal 'a göre, Türkler Batı ' nın ç ıkarlarına göre, "re '.s·en " tepeden inme ıslah edilmel iydiler. O zaman "medeni "(uygar) olacaktılar. Bunun dışında "vahşi sürü­ ler ' ' halinde, tehlikeli bir kuvvet olarak kalacaklardı . (2). ( 1 ) Lcs Turcs .Jugcs par lcur l l i sıoirc (Paris ! 92ll) (2) Bkz. s. 8.

60

s.

92.


Batı 'nın Türkler hakkındaki ıslahat programlarının ve politikalarının, kısaca "Şark Meselesi "nin kaynağı bu tezdir. Zaten, Batı'da Osmanlı İmparatorluğu'na "Türki­ ye ", Osmanlılara da -kötülemek istendiği zaman- "Türk­ ler " dendiği için, l 920'lerde bu ana fikirde bir değişiklik yapmaya gerek duyulmamıştır. Türkiye'nin doğum sancı­ ları karşısında, Batı düşüncesini temsil edenler, kamuoyu­ nu bulandıracak, yüzyıllık soruyu ortaya atıyorlardı: Türkler uygar mıdır? Değil devlet kurmaları sorununu ele almak, Batı kamuoyunu, Türklerin vahşi olup olmadıkla­ rını çözmek sorunuyla uğraştırma yoluna sokmuşlardır. Türkler aleyhinde, bir buçuk yüzyılı aşkın bir za­ mandan beri, Batı 'da (Amerika dahil) koyu bir suçlama ve aşağılama edebiyatı vardır. Birinci Dünya Savaşı bo­ yunca, eski iddialar, yeni tutumlarla bezenerek, büsbütün şiddetlendirilmiştir. Nitekim, daha savaş bitmeden, bir İngiliz dergisinde (The Round Table) Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalan­ ması ile ilgili garip ve duygusal bir teori kurulmuştur. Şöyle ki: Osmanlı İmparatorluğu milli bir devlet değildir. Askeri bir kuvvetin, çeşitli kavimler ve ülkeler üzerinde kurduğu bir baskı sistemidir. O kadar. Kaldı ki kuvvet as­ la değişmemiştir. Dergi, bu iddialarını şu sonuçlara bağ­ lıyordu: imparatorluğun parçalanması, yaşayan bir orga­ nizmanın yıkılması değildir. Aksine, köleleştirilmek iste­ nen milletlerin cezaevinden kurtarılması, yeni ve iyi bir düzen kurmaları demektir (3). ( 3 ) T h e Oıtoman D o m i n at i o n ( Repri n tc d from t h c R o u n d Table) ( London 1 9 1 7 ) .

61


Victor Hugo'dan tarihçilere, polemikçilere, gazeteci­ lere atlaya atlaya bu iddialar devlet adamlarının kafala­ rında tartışılması bile fazla sayılan birer " sabit fikir" ola­ rak yerleşmişlerdir. Kızılderililer gibi... Zamanın İngiliz Başbakanı Lloyd George bu teze da­ ha sarp ve kışkırtıcı çizgiler vermiştir: "Ülkesinde saldır­ gan olmaktan başka hiçbir niteli"ğe sahip olmayan bir ka­ vim, sırf kuvvetine güvenerek elinde bulundurduğu toprak­ ları, dünyayı iyiliğe kavuşmaktan yoksun kılacak kadar kötü idare ederse, milletler bu perişen alanlarında uygar­ lığı yeniden getirme hakkına, hatta ödevine sahiptirler." Eski İngiliz Başvekili bu iddiasını doğrulamak için, bir de örnek veriyordu: "Bu aynı ödev, Batı ovaları ve ormanları hakkındaki Kızılderililerin iddialarına karşı­ lık, A merika yı kuranların davranışlarını meşru kılar." Bu satırların yazılı bulunduğu kitabını Lloyd George, 1 93 8 'de yayımlamıştır. Büyük Atatürk'ü kaybettiğimiz o yıl hala aynı fikirdeydi. Türk ' ün bir centilmen olduğuna inanmak, ihtiyar Başvekil ' e göre sadece "inatçılık "tı. Neye mi? İşte nedenleri: "Tembelliği, hareketsizliği, bu­ dalalığı ve pervasızlığı ile bir bahçeyi çöle çevirmiştir. Gerçek bir centilmenlik için bundan daha iyi bir kanıt olabilir mi? " Lord Asquith' in sözleriyle, Osmanlı Devle­ ti kılıçla gelmişti. Kılıçla ölmeliydi (4). (4) David Lloyd George: The Truth About the Peace Treaties, (Loncon 1 938). Yol. 2, s. 1 350- 1 356.

62


Sönmek bilmeyen intikamcı tezler silsilesi, sadece po­ litikacıların kişisel eserlerinde kalsaydı, hiç olmazsa nere­ de durduklarım ya da durabildiklerini bildirdik. Sel yolunu izlemiştir. Ve bir gün, 1 9 1 9 'da, yeni bir Avrupa düzeni kur­ makla görevlendirilmiş olan devlet adanılan tarafından be­ nimsenmiş, Sevres Antlaşması'nın temelini teşkil etmiştir. Paris'in yakın sayfiye yerlerinde milletleri dama taşı gibi oynayarak barış antlaşmaları imal eden "1 O '/ar Kurulu (Conseil des Dix) Damat Ferit Paşa'ya sunduğu bir muhtı­ rada aynı fikirleri, devletlerarası ilişkilere asla yaraşmayan bir üslupla, kaleme almaktan çekinmemiştir. Damat Ferit Paşa'nın iddiası şuydu: Birinci Dünya Savaşı 'na giriş Almanya'nın baskısı altında olmuştu. Sa­ vaşın meşru bir nedene dayanmadığı doğruydu. Fakat bundan bütün bir Osmanlı camiası sorumlu tutulamazdı. Asıl sorumlu ittihad ve Terakki "Komite "si idi. "1 O '/ar Kurulu 1 7 Haziran 1 9 1 9 tarihli muhtıra ile Osmanlı delegasyonunun iddialarını yanıtlamıştır. Bu se­ ferki muhtıranın altında, Heyet Başkanı ve zamanın Fran­ sız Başbakanı George Clemenceau'nun imzası vardı. İşte, cevaptan bir parça: ... Heyet Türklerin yük.ek .faziletleri arasında, yabancı milletleri yönetme yeteneğinin bulundu­ ğu kanısında değildir. Tarih bize Türkler 'in birçok başarı­ ları yanında türlü -kusurlarını da göstermektedir: Saldır­ ganlığa uğramış milletler ve kurtulmuş milletler. Bütün bu değişmeler içinde tek örnek yoktur ki, Avrupa 'da, Asya 'da, Afrika 'da Türklerin baskısı altına geçmiş bir memleketin bayındırlığı ve kültqr seviyesi düşmüş olmasın. Ve yine hiç bir örnek gösterilemez ki, Türk egemenliğinin kalkma­ sı ile bayındırlık artmamış, kültür seviyesi de yükçe/me"

",

"

63


miş olsun. İster Avrupa Hıristiyanları, ister Suriye, Ara­ bistan ve Afrika Müslümanları arasında Türk ele geçirdiği her yere yıkım getirmiş savaşta kazandığını barış dönem­ lerinde geliştirmek yeteneğini gösterememiştir " (5).

Victor Hugo'dan beri B atı kamuoyunu zamanlardır besleyen fikirlerin, devletlerarası bir kural haline gelişi böylece ortaya çıkı­ yordu. Bizzat bir Fransız dergisi, metni, " gayrı siyasi" bulmuştur (6). Bu gaflet yemeğinin, pek tabii, çerezleri de olacaktı. Moskopulos'un fikirleri, aynı zamanda bir edebi peyk olmanın ifadesiydi. Bir Sırp generali, Çerep Spiridoviç, daha gülmeceli bir tezin savunucusu olabilmiştir: Türk­ ler, Avrupalıların ahlakını bozuyordu. Avrupa'da külhan­ bey gençlerin artmasına örnek oluyordu (7). ' İhtiyar Kaplan" Clemenceau da Lloyd George gibi, 1 929'da, ölümünden birkaç yıl önce, Victor Hugo'nun fikrini özel sekreterine tekrar ediyordu: Türkler nere­ den geçtilerse orayı çöle çevirdiler " (8). Savaşın galipleri, Türklerin milli bir devlet kurmala". . .

(5) Bu vesikalar için Mütareke devresi gazetelerine bakılmalıdır. Ayrıca bir Hintli düşünürün şu kitabına bakılabilir: Şeyh Müşir Hüseyin Kıydiivi: ls­ lam'a Çekilen Kılıç yahut Alemdiiriinı İslamın Müdafaası (Hüddmülkiibe Neş­ riyatı: 1, London 1 9 1 9). (6) La Conference de la Paix et l'Orient (Asie Française. No. 1 76 Fevri­ er - Juillet 1 9 1 9, s. 1 87 ve müt.) (7) A. Tceherep Spiridovitch: L'Europe sans la Turquie (Paris 1 9 1 0), s. 70. (8) Jean Martet: Le Silence de Monsieur Clemenceau (Paris 1 920), s. 303.

64


nna güvenmek şöyle dursun, uygar olduklarına inanmı­ yorlardı. Üstelik Türkler suçluydu da . . . Cezalandırılmala­ rı, en ağır cezaya çarptırılmaları gerekiyordu. Sevres'in hükümleri bu işi fazlasıyla yapabilecek ağırlıktaydı. Sonuç: Batı, milli ve bağımsız bir Türk devletinin kurulmasını engelliyordu. İnanmıyor değil, açıkça i ste­ miyordu böyle bir hareketin başarısını . . . Anadolu içerle­ rine, "Türk 'ün harimi ismetine " doğru ilerleyen işgal or­ duları Lloyd George ve Moskopulos fikirlerinin taşıyıcı­ ları olmuşlardır. Üstelik, yanı başlarında, Kuvay-ı İnziba­ tiyeci Anzavur da yürüyordu. Batı iddialan karşısında, Atatürk'ün, hemen her söy­ levindeki haykırışı, daha iyi anlaşılır: "Türkiye Cumhuri­ yeti 'ni kurmuş olan halk medenidir. Tarihte medenidir, gerçekte medenidir." Hilafetçi Anzavur'un perdelediği şahıslar karşısında da, O ' nun veri l ecek cevabı, söyleyecek sözü vardır: "Düşmandan zarar görmek acıdır. Fakat kendi ırkından büyük tanıdığı kimselerden zarar görmesi, kalp ve vic­ danlar için onulmaz bir yaradır."

65



VII

Doğu'nun Sorusu: Türkler Milli Bir Devlet Kurmalı mı? Boğazlar "Şimdi Türk İhtilali Çanakkale Boğazı 'nı Türk emekçi sınıflarının eline, bu yoldan, içlerinde Rusların da bulunduğu, dünya proleterlerine vermektedir. Böylece, Rus emperyalizminin yüzyıllardır çevirdiği entrikalarla başaramadığı şey, olgun bir erik gibi Rus işçi sınıjinın avucuna düşüyor." Bu satırlar, Rus yazarı Yu. Steklov'un 1 9 1 9 Nisanı sonlarında, İ svetzia gazetesinde yazdığı makaleden bir parçadır. Makale "Turetskaya Revolyustsiya" (Türk İhti­ lali) başlığı taşıyordu. ( 1 ) Ve, henüz ihtilal kargaşalıkları­ nı durduramamış Sovyetler dünyasının, Doğu'nun tem­ silcisi sıfatı ile Türk kurtuluş hareketine i lgisini ve bakı­ şını gösterir. Müdafaai Hukuk akımı Rus ihtilali birinci yılını ta­ mamlarken başlamıştır. Sovyet hükümeti, Türk hareketi­ ne, Batı 'ya nazaran, tamamiyle başka açıdan bakmıştır. Bu ilgi şekli, değişik davranışlarını da saptamıştır. (2) ( ! ) !var Spector: The Sovict Union and the Muslim World, 1 9 1 7- 1 958 (Seattle 1 959), s. 63. (2) Bu konu ile ilgili olarak şu etüdümüze bakınız: Türkiye Büyük Mil­ let Meclisi Hükümetinin Kuruluşu ve Siyasi Karakteri (Ayrı bası 1 958), s. 1 61 9. Ayrıca bkz. E.I!. Carr: T hc Bolshevik Revolution, Yol. 3. s. 260-270. Yine bkz: Les pays sous-developpes devant !es modeles marxistes: U.R.S.S. et Chi­ ne (Cahiers de la Fondation Nationale des Sciences Politique No. 1 2 1 . 1 962)

67


Asya ve Afrika'daki milli kurtuluş hareketleri, İkinci Kom intern (Komüni st Enternasyonel) Kongre s i ' nde, Sovyet Rusya'yı bir tahkik kararına varmaya zorlamıştır. Sorun şudur: Milli kurtuluş hareketlerine girişmiş millet­ lere ve kitlelere yardım edilecektir. Fakat, bu eylemleri yöneten kuvvetler komünist değilseler, (zamanın edebi­ yatı ile burjuva iseler), gene de onlara yardım edilecek mi? Edilmeli mi? Amerikan, İtalyan komünistlerinin delegeleri soruya evet demiyorlardı. Onlara göre, komünist olmayan kuv­ vetler tarafından idare edilen kurtuluş hareketleri, Sov­ yetlerce desteklenmemeliydi. Sovyet dış politikasının temelleri Sovyet dış politikası, Doğu'yu büyük ve vazgeçil­ mez bir unsur olarak benimsemiştir. Doğu olmadan bir dünya ihtilfılini gerçekleştirmeye olanak yoktu. Doğu, bir bakıma Afrika'yı bile temsil edebiliyordu. Doğu'da milli­ yetçi hareketler vardı. Bunların, yanı sıra sömürgeci ha­ reketler vardı. Sovyet dış politikası bu iki "vakıa"yı kay­ naştırma yoluna gitmiştir. Her ikisi de, dünya sosyalist ihtilfılinin başlangıç safuaları sayılmıştır. Ve Sovyetler, bu bakımdan Wil son Prensiplerine de yakınlık göster­ mişlerdir. 1 9 1 9 yıl ında, Al man-Osmanlı imparatorlukl arının yıkılışları, Rus dış politikasına yeni bir fa ktör olarak gir­ miştir. Dünya ihtilalinin Doğu şartlarına göre ayarlanma­ sı fikri de böylece bir temel taktik prensibi olmuştur. Le68


nin ve Buharin durumu değerlendiriyorlardı. Buharin'e göre kolmıilerin kurtuluşu "değirmene su getirdi." Le­ nin'e göre, dünya ihtilali "emperyalizmle ezilenlerin de savaşıydı." Çarlık rejiminin kapsadığı ülkelerde (Azer­ baycan, Ermenistan gibi) komünist transferler yapılırken bir yandan da Afganistan, İran ve Türkiye ile ilişki kurul­ muştur. Lenin 'in tezi Komintern'in (Komünist lnternasyonel) ikinci kong­ resinde, durum bir karara bağlanamamış ya da bağlanma­ mıştır. (3) Ama sorun basit değildi. Çeşitli delegelerin, nasyonalist kuvvetlere yardım edilmemesi önerilerine karşılık, Lenin'in ödüncü (tavizci) tezi kabul edilmiştir. Şöyle ki: Burjuva-demokrat kuvvetlerin, yönettikleri kur­ tuluş hareketlerine, geçici olmak kaydı ile, hakim olma­ larını kabul etmek zaruri idi. Bir kere hareket başarı ka­ zanınca, yani istiklal elde edilince, bu memleketlerde işçi köylü hükümetleri, Sovyetler (Şuralar) kurulacaktı. Bu da komünist partilerinin eseri olacaktı. Kurtulan memle­ kette, milli ihtilal sosyalist ihtilal haline getirilecekti. Bu yoldan da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'ne ka­ tılınacaktı. Şu halde, hareket iki aşamalı olmalıydı. Mill i kurtu(3) Bu konu ile ilgili olaiak şu eserlere bakılabilir: E. H. Carr: Thc Bols­ hevik Revolution (London 1 953). Vol. 3: -!var Spector: Adı Geçen Eseri- X.J. Eudin and R.C. North: Soviet Russia and the East ( 1 920- 1922. A Documcn­ tary Survey) ( Stanford University Press 1 957).

69


luş, gaye değil, vasıtaydı. Kurtuluş hareketini başarmış olan millet, milli ve bağımsız bir devlet kurmamalı ve öyle kalmamalıydı. Komünist blokun bir üyesi olmalıydı. Tez, komünist delegeler ve liderler arasında hayli tartış­ ma uyandırmıştı. Daha kesin ve Doğu milletlerini bağla­ yıcı sonuçlara varmak amacı ile, bir kurultay toplanması kararlaştırılmıştır. Baku Kongresi Komintern ikinci kongresinin bu kararı 1 -9 Eylül l 929'de toplanmış olan "Baku Doğu Milletleri Kurulta­ yı"nı doğurmuştur. Kongre, dünya ihtilaline en fazla ina­ nılan, en ütopyacı sayılacak bir dönemde toplanmıştır. Do­ ğu milletlerinin bu çapta ilk ve son kongresi olmuştur. (4) Kongreye 3 7 memleketten 1 89 1 delege katılmıştır. Delegelerin hepsi komünist partilerin üyeleri değildi. Bu nedenle kurultay komünistler ve partisizler (Komünist ol­ mayanlar) olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Resmi yayı­ na göre Türk delegelerinin sayısı 2 3 5 'dir ve hepsinin de Anadolu'dan gelmedikleri açıktır. Türkler, üç kısımda ele alınabilir: 1 - Merkezi Ba­ kı1'da bulunan Türkiye İştirakiyun (komünist) fırkası de­ legeleri ki aralarında Mustafa Suphi, Süleyman Nuri, Na­ ciye Hanım gibi isimler vardır: 2- Libya ve İslam İhtilal (4) Kongre ile ilgili olarak birçok eserde bilgi vardır. Biz, Kaliforni­ ya'da, Stanford Üniversitesine bağlı Hoover Institution'un kitaplığındaki eser­ lerden ve kongrenin resmi yayınından faydalandık: Le Premier Congrcs des Pcuples de l'Orient (Compte-rendu stenographique)

70


Cemiyetleri İttihadını temsi l eden Enver Paşa ve arkadaş­ l arı-, 3- Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetini temsil eden Dr. İbrahim Tal i ( Öngören) Başkanhğı'ndaki heyet. Komünist Partisi Merkez İcra Komitesi, kongrede önemli kişiler tarafından temsil edilmişlerdir. Zinoviev, Radek, Pavloviç ve Macar Bela Kun bu arada sayılabilir. Bazı hatıratlarda okunduğu gibi, Dr. İbrahim Tali ve Enver Paşa kongreye kabul edilmemişlerdir (5). Gönder­ dikleri deklarasyonlar başka delegeler tarafından okun­ muştu. Enver Paşa'nın deklarasyonu üstelik sansür edil­ miştir ve savunucusu Zinoviev' i zor durumda bırakmıştır. Kongreye, Komünist Partisi mensubu Türk delegeler ka­ tılmıştır. Türkiye 'nin kuruluş ve kurtuluş sorunları, bu çok kalabalık ve gürültülü hava içinde konuşulmuş ve izlen­ miştir. Resmi tutanaklardan anlaşılacağı gibi, mesele As­ ya ve Afrika için, ikinci Komintern kongresinde planla­ nan taktik açısından ele alınmıştır. Aslında, bu Asyalıla­ rın bir nabız yoklaması olmuştur. Baku Kongresi, Avrupa sosyalistlerini hiçbir surette tatmin etmemiştir. Tours ve Halle Sosyalist kongrelerinde şiddetle tenkit edilmiştir. Emperyalizmin eleştirilmesi Türk mil l i kurtuluş hareketinin gelişmesi, Batı'da ol­ duğu gibi, Doğu'da da hoş karşılanmamıştır. Kongrede ( 5 ) Örneğin Ali Fuat Cebesoy: Moskova Hatıraları (İstanbul, 1 955). s_ 258.

71


ilk konuşan Zinoviev, Türkiye'deki Şura (Sovyet) kuru­ luşlarını "gülünç" bulduğunu, Türkleri sabırla destekle­ diklerini belirtmiştir. Bolşevik lidere göre, Türkiye'de ko­ münist gözü ile gerçek köylü ihtilali olmamıştı. Türki­ ye'de uygulanan politika komünist enternasyonal politi­ kası değildi. Fakat, mademki Türkler İngilizlerle savaşı­ yorlardı, Rusya İngiltere'ye karşı her savaşı desteklediği­ ne göre, Türkiye'de şekillenen demokratik politika da desteklenecekti. Zinoviev'e göre, mesele Doğu milletle­ riyle Sovyet Rusya'nın kader birliğinde düğümleniyordu: Ya Rusya ölecek, ya da Doğulular esir kalacaklardı. Kafkas devletçiklerinin delegeleri, Osmanlı emper­ yalizminden ve Enver Paşa 'dan söz etmişlerdir. Efendi­ yef, Gayderhanof, Narbutabekof ve Korkmazofi Enver Paşa'nın politik tutumuna ağır eleştiriler yöneltmişlerdir. Enver Paşa 'nın deklarasyonu 4. toplantıda okunmuştur. Paşa bu deklarasyonda şöyle bir cümle kullanmı ştır. "Eğer, bugünkü Rusya o zaman mevcut olsaydı, biz (ya­ ni Osmanlı Devleti) yanında olurduk." Gerek Dr. İbrahim Tal i ' nin, gerek Enver Paşa'nın hazırlamış oldukları metinler ağır sözlerle karşılanmıştır. Her iki metinle i lgili kongre kararı üç noktaya dayandırı l­ mıştır: 1- Emperyalizme karşı savaşanlar desteklenecek­ tir. 2- Türk h areket i sadece yabancılara karşı idi . Başarı emekçi sınıf1ara bir şey kazandırmayacaktır. 3- M u s ta fa Kemal ve a rka da ş l a rı na gelince, bunları dikkatle i z l emek ve beklemek şa rt t ı . Bunlar s ami ın i ye1 k r i ni i spat etmel iy­ dikr. Eski h ataları n ı si lmeliydi ler. Kongre, Türk köyl ü ve işç i l e r i ne şunu öğütl üyo rdu: B a ğımsız organiı.asyon l ar

72


halinde teşkilatlanmak ve birleşmek. Kararlar 1 800 dele­ ge tarafından kabul edilmiştir. Pavloviç, Sovyet tezine açıklık veriyordu: Milli hare­ ketler geçiciydiler. Büyük sosyalist hareketin kesin birer merhalesi olmalıydılar. Türk halkı, sadece yabancı ser­ mayeye değil, milli burjuvaziye karşı da ayaklanmalıydı. Böylece, Şark Sovyet Memleketleri Federasyonu, bir Ka­ radeniz Federasyonu kurulmalıydı. Türk delegelerinden Naciye Hanım'ın duygusal ko­ nuşmalarını Mutsuşef'in sözleri izlemiştir: İngiliz-Fran­ sız emperyalizmine karşı savaş tamamlanınca, Mustafa Kemal hareketi bir sosyalist ihtilale çevrilmeliydi. Macar Bela Kun'a göre, her iki ihtilal organik bakımından birbi­ rine bağlıydı. Onu Staçko izliyordu: Şark köylüsü için komünist bir rejim kurmaktan başka çare yoktu. Hep aynı tema, başka başka yönlerden işlenmiştir: İstiklal bir kurtuluş sayılamazdı. Bolşevik l iderlere göre, Türkiye komünist bir köylü hareketini oluşturmalıydı. Amaç bu olmalıydı . Yoksa mil l i ve bağımsız bir devletin kalkınması değil. .. Milli devlet olsa olsa, komünist düzene varışın bir aşaması, bir aracısı olabilirdi. Sonuç : Doğu'da, Türklerin ulusal ve bağ ı m sız bir devlet kurmasından yana değildi. Sovyct Rusya, Anadolu hareketine bu açıdan bakmıştır. Türkiye 'ye kendi takti ği­ nin gereklerine dayanarak yardım etmiştir. Madalyonun öteki yüzü

Kaldı kı. Rus taktiği birçok bakı mdan Türk milli ha­ reketini destekleyici sayılamaz. Şöyle ki: 73


Genel olarak, Sovyet Rusya ekonomik zorunlulukla­ rın baskısı altında komünist ve emperyalist Batı devletle­ riyle anlaşma yoluna gitmiştir. İngiltere ve Amerika ile yaptığı ticaret andlaşmaları 1 920 sonbaharında kapitalist dünya ile uyuşmasını, karşılıklı ilişki ve konuşmalarına girişmesini sağlamıştır. Örneğin, İngiltere ile yapılan antlaşmada karşılıklı propaganda savaşı yapılmaması öngörülüyordu. Sovyet Rusya buna zorunluydu. 1 92 1 yılı Sovyetler'de kıtlık yılı olmuştu. Lenin' in umuduna karşın Rus iptidai maddele­ rine, dünya ekonomisinde pek i htiyaç duyulmamıştı . " H içbir yabancı kapitalistten teklif alınmamıştı . " Rus­ ya 'ya nefes alacak bir alan gerekti. "Bir pencereden son­ ra, bir diğerini açmak" gerekti. Lenin kadar Troçki de, kapitalist ülkelerle, "en ya­ kın sınırlar i ç inde " ilgi kuru l masını istiyordu. Lenin, ütopyacı bir dünya ihtilali fikrini benimseyişte de deği­ ş iklik getirmişti, dünya sadece Bolşevik kuvvetiyle ko­ münistleştirilemezdi. Dünya ihtilali politikasından, klasi k dış politika for­ mülünde karar kılış, Rusya ' nın milli kurtuluş hareketleri­ ne, bu arada Anadolu hareketine karşı tutumunda da de­ ğişiklikler yapmıştır. Rusya, Batı ile anlaşmak istediği sürelerde, Türk hareketini ihmal yoluna gitmiştir. Ve asıl mesele, milli hareketlerin üstünde bir durum yaratma is­ teğinde bulunan Rusya'da, milliyet akımı oluşmuştur. Rus savaşı, milli bir niteliğe bürünmüştür. Belirttiğimiz gibi, bu iniş çıkışlar Rus-Türk politikasını hayli etkile­ miştir.

74


Özel olarak, Sovyet-Türk ilişkilerinde, Anadolu ha­ reketine yardımcı olmayan iki davranışı ele almak gere­ kir. Bunlardan birisi Enver Paşa'nın Sovyet taktiğinde kullanılış şeklidir. Enver Paşa, bir "Osmanlı suçlusu" idi ama, İngilizlerin de amansız düşmanı idi . Kendisinden bu alanda yararlanılabilirdi. Fakat asıl sorun, Enver Pa­ şa'nın, Mustafa Kemal Paşa'nın seçeneği, onun yerine geçebilecek lider kabul edilmesiydi. Mustafa Kemal Pa­ şa, Batı ile anlaştığı takdirde Enver Paşa yerini alabilirdi. Ona karşı bir ağırlık teşkil ediyordu. Bizzat Hariciye Ko­ miser Yardımcısı Karahan, M. Kemal -Enver Paşalar ça­ tışmasının, Sovyet Hküümetince, Türkiye'nin bir iç soru­ nu sayılacağını bildirmiştir. Bunun yanında, Sovyetler'in Anadolu hareketinin yöneticileri üzerindeki siyasal baskılarını da hatırlamak gerekir. Milli kurtuluş hareketini sosyalist ihtilale çevir­ mek için, daha 1 3 Eylül 1 9 1 9 'da, Sıvas Kongresi sırala­ rında, idarecilere karşı isyan etmelerini tavsiye etmişti. " Gerçek şuralar" kurulması için, komünist partisi kurul­ ması için yapılan baskı bu direktifin uzantısı olmuştur.

Sonuçsuz dönüş Ayrıca, sonuçsuz kalmış ve "gizli tutulmuş " bir Rus girişimi de artık tarih yüzüne çıkmıştır. Bunu, bir komü­ nist tarihçi olan Dimitri Kitsikis 'ten dinleyelim. O da ko­ münist Yunan tarihçisi Yani Kordatos'un 1 95 8 'te yayım­ lanmış olan "Modern Yunanistan Tarihi" adlı eserine da­ yanarak olayı belgelemektedir. 75


Şöyle ki: Olay 1 922'de Gunaris hükümetinin çekil­ mesinden ve yerini 1 2 Mayıs 1 922 'de Strakos hükümeti­ ne bırakmasından az önce geçmektedir. Bu sırada İ şçi Sosyalist (komünist) Partisi sekreteri olan tarihçi Yani Kordatos'a bir adam gelir. Sovyet hükümeti ve Üçüncü Enternasyonal temsilcisi olduğunu, Atina'ya İsveç pasa­ portuyla gizli geldiğini bildirir. Zinovlev, Troçki ve Çiçe­ rin' in imzalarını taşıyan güven mektubunu gösterir. Geliş nedenini anlatır: Sovyet hükümeti Yunanistan' a, Anado­ lu' nun işgalı konusunda düştüğü çıkmazdan kurtulması için yardıma hazırdır. Önce her bakımıdan Mustafa Ke­ mal' i desteklemekten vazgeçecektir. Sonra da pek çok Hıristiyanın yaşadığı Anadolu'nun sahil kısmında bir bölgenin bağımsız bırakılması için bütün nüfusunu kulla­ nacaktır. Burada uluslararası bir askeri kuvvet bulundu­ rulmasını isteyecektir. Buna karşılık, Yuhan hükümeti, Sovyet hükümetini fiilen de olsa tanımalıdır. Nedendi bu dönüş? Tarihçi bunları da anlatıyor. Sovyet delegesi, Mustafa Kemal hareketinin 1 908 modeli ikinci bir Jön Türk hareketinin devamı olarak gö­ rüyordu. Mustafa Kemal' i destekleyen generaller ve poli­ tikacılar, birkaçı müstesna, gericiydiler. Türkiye'deki bur­ juva sınıfı tek başına yürüyecek güçte değildi. Yapacağı reformlar yanında, Fransa ve 'ingiltere'den borç alacak ve bu ülkelerin etkisinde kalacaktı. Sovyet hükümeti, bu ne­ denle Yunanlıların ve " Türkiye'deki azınlıkların İ slam­ laşmayı önleyen ve milli kurtuluş hareketlerini besleyen kaynak olarak Anadolu'da kalmalarını istiyordu. 76


Yeni başbakan Stratos bu öneriyi kabul etmemiş ve delege ülkesine gönderilmiştir. Girişim sonuçsuz kalmış­ tır. Sovyet habercisinin Çarlık iddialarını diriltmek iste­ mesi de, Yunan politikasının yeni koşulları içinde işe ya­ ramamıştır. ( 6) Sovyet Rusya, Türkiye ' nin Batı-Doğu arasındaki tampon durumunda maksimal yarar sağlayabilmek politi­ kasını her zaman izlemiştir. Şark'tan uzanan el Şu halde, Sovyetler'in meçhullere boğulan, inceleme zahmetine katlanılmayarak, efsaneleştirilen yardım poli­ tikası, her zaman M. Kemal Paşa ve ekibinin yararına ol­ mamıştır. Yapılan yardımın da milli bir devletin kurulu­ şuna yönelik olmadığı bellidir. Bununla beraber, henüz uyanan Doğulular, milli kurtuluş hareketlerinin heyecanı içinde " Şark'tan uzanan eli" bir kurtarıcı saymışlardır. Savaşlarının ilk aşamasında, " Rus desteği " olumlu gö­ rünmüştür. Bu nedenledir ki Doğu memleketlerinde mil­ liyetçilik poiltikası Sovyet Rusya'ya karşı bir dostluk, İn­ giltere 'ye daha doğrusu Batı'ya karşı da bir düşmanlık ve isyan şeklini almıştır. Bugün de bu milli politika ayarlan­ masının uygulanışlarına şahit oluyoruz. Fakat ilk uygula­ ma Türk milli hareketinin eseridir. Şimdi düşününüz, Batı'nın işgalci orduları Eskişehir (6) Bu alayı daha sonra öğrendiğimizi belirterek kaynağı gösteriyoruz: Dimitri Kitsikis. Propagandc ci Pressi ons en. Politique lnternationale ( Paris l 963 ) (Türkçe çevirisi "Yunan Propagandası" başlığı ile yayımlanmıştır. İs­ tanbul Meydan Neşriyat, tarihsiz. Biz bu çeviriden yararlandık. s. 68- 71 ) . .

77


dolaylarında iken Anadolu'da bir avuç devrimci, TBMM Hükümeti olarak, bu ağır Rus taktiğinin baskısına da kar­ şı koymak görevini yüklenmiştir. Bir an gözler, Şark'tan bir kurtuluş ışığı doğduğuna inanarak, o yöne çevrilmiştir. Türk Devrimi, Batı ve Doğu arasındaki ateşli vadi­ den geçerek yolunu çizmiştir. Kendi yolunu. Öz yolunu. Her çeşidiyle saltanatçı, komünist, sömürgeci, himayeci, ırkçı ve teokratik şekilleri ve sistemleri reddederek, yıka­ rak, parçalayarak çizmiştir bu yolu. Bu yol, sırf siyasal değil aynı zamanda ideoloj ik bir bağımsızlık yolu olmuş­ tur. Bu yol Türk devriminin özelliklerini, Türk Devrimi de yaşattığımız ya da yaşatmaya çalıştığımız, geliştir­ mekle ödevli bulunduğumuz sosyal (ekonomik) ve siya­ sal düzenin yapısını saptamıştır. Atatürkçülük bu oluşun felsefesidir. TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa'nın durumu isa­ betle gözlediğini ve Sovyet Rusya'nın Batı'yla ilişkileri­ nin sonuçlarını dikkatle izlediğini daima görürsünüz. Örneğin, Polonya ile anlaşma Vrangel Ordusuna ke­ sin darbeyi vurunca, M. Kemal Paşa durumdan şu sonu­ cu beklemiştir: " . . . Lehistan muvaffakiyatını müteakip Bolşevikler bizimle maddeten vücude getirdikleri rabıta­ yı takviye edeceklerdir.. ." (7). Sovyet Rusya'nın Batı politikası ile ortaya çıkan iniş çıkışlar Türklerin gözünden kaçmıyordu. Baku Kongresi 'ne gelince, Atatürk olaya doğrudan doğruya değinmiş ve Türk politikasının ana hattını çiz­ miştir. ( 7 ) Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri (Ankara 1 945), C. l,

78

s.

97


VIII

Ankara 'dan Dünyaya Bakış "Sıvas'm mı, İzmir'in mi?" İ stanbul-Anadolu düellosunun yorucu gelişmeleri sonunda, genel seçimin yapılması ve Mecl i s ' in İ stan­ bul 'da açlıması kararlaştırıldı. Osmanlı saltanatının son genel seçimi 1 9 1 9 sonunda yapıldı ve Meclis 1 920 başın­ da açıldı ( 1 2 Ocak 1 920). Tarih böyle bir seçimi zor kaydedecektir. İ şgal altındaki bölgelerde seçim nasıl yapılacaktı? İzmir ve Adana seçimleri ilginçtir. İzmir işgal altındaydı. Yalnız Kuşadası ile Ödemiş'in iki nahiyesi (Yaylanbol u v e Kelas) müstesna kendilerini demokrasi v e uygarlık temsilcileri sayan işgal kuvvetleri seçime izin vermiyor­ lardı. Bunun üzerine, seçim, sözü edilen i lçe ile nahiye­ lerde yapıldı. Buradan seçilenlerin mazbatalarını Meclis alkışlarla kabul etmiştir. ( 1 ). Adana seçimleri de bu şekilde cereyan etmiştir. İ şgal kuvvetlerinin seçimi engellemeleri üzerine, merkezi İs­ tanbul 'da olan Kilikyalılar Cemiyeti, İstanbul 'daki Ada­ nalıları toplamıştır. Delegeler gizli oyla 20 ikinci seçmen seçmişlerdir. Bunlar da, her sancak için birerden 4 mebus seçmişlerdir. Mazbatalar Meclis'te, gizli bir oturum so­ nunda, yine alkışlarla kabul edilmiştir. (2) ( 1 , 2) Meclisi Meb'usan Zabıt Ceridesi, Devre 4, İçtimai Fevkalade, s. 24, 1 48, 1 5 1 , 1 72).

79


Seçimi Müdafaai Hukukçular kazanmıştı. Hürriyet ve İtilafta ortakları "Harekatı Milliye namı altındaki ta­ hakküm dolayısı" ile seçime katılmamışlardır. (3). Tahirül Mevlevi bu durum karşısında hayretini gizle­ memiştir: " . . . Fakat Sıvas'ın emir ve arzusu her kanunun üstünde olduğunu işrab ediyor. . . Cenabı Hak bu milletin encamını hayretsin. Amin." (4). Birliğin gücü Müdafaai Hukukçuların, sırf duygusal bir atılımın emrinde olmadıklarını kanıtlamak güç değildir. 1 9 1 9 ge­ nel seçimleri sonunda İstanbul Meb ' usanına gidecek meb'usların hangi fikirleri savunacaklarını incelemek ve yönlendirmek bir örnektir. Müdafaai Hukukçulara göre, nasıl olsa, Meb'usan Meclisi kapatılacaktı. O zaman, ye­ ni bir Meclis kurulabilirdi. Fakat uzun anketler ve proto­ koller sonunda İ stanbul 'da topl anması kararlaştırıl an Meclis' e gönderilecek Meb ' usların belli fikirler etrafında toplanması, İstanbul 'a gidenlerin Türkiye sorunları hak­ kında aydınlatılması gerekiyordu. Kazım Karabekir Paşa Ş ark mes 'uslarını, Erzu­ rum'da; Selahattin (Çolak) Paşa, Orta Anadolu mes' usla­ rını Sıvas'ta; Heyeti Temsiliye de Batı Anadolu mes' us­ larını Ali Fuat Paşa'nın bulunduğu Eskişehir'de toplaya­ caktı. Plan, bir değişiklikle uygulanmıştır. Batı Anadolu (3) Alemdar (20 aralık 1 9 1 9) . (4 ) Alemdar ( 1 920. N o . 433-2722)

80


Meb'usları Ankara'da, Ziraat Mektebi'nde toplanmışlar­ dır. Heyeti Temsiliye'de bu nedenle, Sıvas'tan, Ankara'ya taşınmıştır. Ankara başkentlik yolundadır. "Anadolu'nun emin bir mahalli" olduğu için . . . İtilaf Devletleri, İ stanbul Hükümetiyle beraberdir. Halifeden istedikleri, Müdafaai Hukuk akımının ve bu hareketin direnme örgütü olan Kuvayı Milliye'nin orta­ dan kaldırılmasıdır. Kuvayı Milliye'ye karşı Kuvayı İnzi­ batiye, Mustafa Kemal Paşa'ya karşı Anzavur "Paşa" bu diktanın yerine getiricileri olmuşlardır. Ortada önemli bir sorun vardı. Osmanlı İmparatorluğu ile yapılması gerekli Andlaş­ ma (Sevres) geciktirilmişti. Bunun nedenlerini araştır­ mak gerekiyordu. Türkleri saran ateşler nerelerdeydi. Hangi tehlikelerle karşı karşıyaydık? İlerisi için ne yap­ mak gerekiyordu? Batı' ya ve Doğu'ya ilk bakışlar Müdafaail Hukukçular bu araştırmayı yapmışlardır. (5). Cevaplandırdıkları ilk soru da şu olmuştur: Osmanlı İmparatorluğu ile imzalanması gereken barış antlaşması niçin geeiktirilıniştir? Hangi engellerden ötürü? Üç nedenle: 1 - En büyük engel Boğazların İngiliz hakimiyeti altı(5) Nedense incel cmccil crimizin görmemezl i kten geldikleri bu önem l i belge " Kanunusani 1 3 36 ( 1 920) da J\nadolu"cla Vaziyeti Siyasiycmizin Mu­

hakemesi " başlığı i le şu eserde yayınlanmıştır. Cevdet Kerim ( İ ncidayı): Türk istiklal Harbi (İstanbul 1 926), s. 29-32.

81


na geçirilmesi çabaları olmuştu. Fransa ve İtalya, bu du­ ruma şiddetle karşı koymuşlardır. İngiltere'nin Karadeniz ve Küçük Asya üzerinde hegemonya kurmasını isteme­ mişlerdir. İtirazlarını, insancıl bir nedenle perdeleme kay­ gusu da gözden kaçmamıştır. Demek oluyor ki, İngilte­ re 'nin bu davranışı sonunda Boğazlar bölgesi üzerinde anlaşmaya varılmamış olması, Sevres' in imzalanmasını geciktiriyordu. 2- Barış şartlarını Türklerin kayıtsız şartsız kabul edeceklerine galip devletler pek inanmıyorlardı. Anado­ lu 'daki milli uyanma ve bilinçlenme onları daima düşün­ dürmüştür. Nitekim, İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Sir Jon de Robeck'in İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon'a çektiği telgraftaki gözlemi fevkalade ilginçtir: " ... Tüm haberlere göre durum, Anadolu'da bağımsız bir cumhuriyet yönünde hızla gelişmektedir." Rapor 1 7 Eylül 1 9 1 9 tarihlidir ( 6 ). 3- Bolşevik ihtilalinin genişlemesi de bir geciktirme sebebiydi: Rus İhtiliili hızla gelişmiştir. Orta Doğu;yu ve Asya yollarını tehdit ediyordu. Türk sınırlarına dayanmıştı bi­ le. Müdafaai Hukukçular bu noktada kesindiler. Bolşe­ viklerle temas iki şekilde olabilirdi: Bolşevik topluluğu­ na katılmak ya da silahla karşı koymak. Müdafaai Hu­ kuk'un şekillendirdiği Türkiye bu iki şıktan birini seçme­ liydi. Türklerin Bolşeviklere si lahla karşı koymalarını (6) B i lal N . Şimşir: İngiliz Belgelerinde Atatürk ( 1 9 1 5 - 1 93 8), Cilt !, 1 04.

82

s.


İtilf Devletleri isterdi. İsterlerdi ama bunun için hayli fe­ dakarlığa katlanmaları gerekirdi. En azından, Arap olma­ yan toprakları geri vermeyi göze almalıydılar. Bu feda­ karlığa katlanmaları için "ıztırar halinde " bulunmaları gerekirdi. 1 920 başlarında ise böyle bir durum söz konu­ su edilemezdi. Öyleyse, Türkiye 'yi "kahretmeye ", bütün direnme gücünü yok etmeye çalışacaklardı. Türk direnişi nasıl yok edilebilirdi? Müdafaai Hukukcular bu soruyu da yanıtlamışlardır. 1 - Dış tehlike: İtilaf Devletleri Türkiye 'yi dışarıdan kuvvetli bir ablukaya alarak ve dünya ile ilgisini keserek sarabilirdi. Ufukta beliren Misaki Milli sınırları boyunca bu program zaten açıkça uygulanıyordu. Batı cephesinde, Ege ve Karadeniz kıyılarında, Türkiye sarılı idi. Suriye cephesi de öyle . . . Hicazdan İskenderun'a kadar saldırgan kuvvetler sınırları kuşatmışlardı. İran cephesindeki du­ rum Türkiye lehine sayılamazdı. Belki kesin bir kapalılık yoktu. Ne var ki, saldırganların yapamadığını tabiat haşin şartları ile üzerine almıştı. Elde yalnız Kafkasya cephesi kalıyordu. Silahlı direnme imkanlarını en fazla burası ve­ rebilirdi. Saldırıcı galip devletler, bu bölgede, Türklerle Bolşeviklerin arasını açmak için Kafkas milletlerini baraj olarak kullanma yoluna gitmişlerdir. Azerbaycan, Erme­ nistan, Gürcistan bu gaye ile doğmuşlardı. Bu plan, başa­ rı ile uygulanırsa, Türkiye tam manasiyle kuşatılmış ola­ caktı. Ve Türklerin, tüm direnme olanakları da yıkılmış olacaktı. Sonrası. .. "Siyasi varlıklarını tamamen kaybe83


decek A nadolu Türkleri, itilafDevletleri subaylarının ku­ mandası altında müstemleke askerleri olarak ordular teş­ kil edecek, hem Kafkas milletlerinin itaatte tutulması, hem de Bolşevik istilasının durdurulmasını sağlamak için kan dökecek/erdir." Müdafaai Hukukcular şu derin an­ lamlı sonuca varabilmişlerdir: "Görülüyor ki, İtilaf dev­ letlerine yüzde yüz teslim olmak bile Türkleri için bir kurtuluş sağlamayacaktır." Yapılacak iş, Sovyet Rusya i le doğrudan doğruya sınırdaş olmak ve Kafkas milletlerinin bir tutsaklık duvarı haline gelmelerini önlemekti. 2- İç tehlike: Türkiye 'yi "içinden oyarak " yıkmak olacaktı. Memleket içindeki ayırıcı akımlardan çeşitli milliyet, din, mezhep, azınlık, ayrıcılık çatışmalarından ve kinlerden yararlanmak, bütünü parçalayıcı bir bomba etkisi yapabilirdi. İtilaf Devletleri, Birinci Dünya Savaşı'nın galiptik sarhoşluğu içinde, bu önlemleri uygulama yolunda uzun adımlar atmışlardır. İstanbul 'un aciz hükümetleri en kuv­ vetli ve sadık yardımcıları olmuştur. Barış şartlarını bir oyalama ve tehdit politikasının sonucuna bağlamışlardır.

Müdafaai Hukuk taktiği Denizin kayaları dövmesi gibi, durmadan şiddetlenen ve artan tehlikeler karşısında ne yapılacaktı? Müdafaai Hukukçulara göre, geleceğin programı üç kısımda toplan­ mıştı: 1 - Doğu Cephesinde: Kafkas seddini gerekirse yık­ mak ve taarruz hareketlerini birleştimek için Bolşevikler­ le anlaşmak. 2- Milli Kuvvetleri çoğaltmak, geniş ve mer84


kezi bir teşkilata bağlamak. 3- İtilaf Devletlerinin "mas­ kelerini indirmek için" atılgan bir politika izlemek. Bu taktiği esir ve zavallı hükümetler gerçekleştire­ mezd i . M em l eketin, gerekirse Anadol u 'dan idaresini mümkün kılacak hazırlıklara hemen başlamak şarttı. Ga­ lip Devletler birbiriyle, anlaşmadan ve zaman kazanma­ dan savaşa geçebilmek Müdafaai Hukuk'un parolası ol­ muştur. Türk milli kurtuluş hareketinin kuvveti kesin ve gerçekçi olmalarından doğuyordu. Ulusal ant ve padişah İ stanbul meb'usanında toplanan mebusların kararlı oluşları Saray ve çevresini şaşırtmıştı. Mebuslar arasında kararsızlar yok değildi. Fakat, Müdafaai Hukuk'un ruhu­ nu taşıyanlar " Felahı Vatan" grubunu kurmakta gecik­ memişlerdir. Anadolu'ya karşı basın, bu grupla alay edi­ yordu. Ama devrim, M ütareke'nin acı koşulları içinde bi­ le, adım adım ilerlemiştir. Sıvas Kongresi'nde kararlaştırılan esaslar ulusal bir anlaşma (Misakı Milli) olarak Mebusan Meclisi 'nin 1 7 Şubat 1 920 tarihli oturumunda kabul ediliyordu. Edirne mebusu Şeref Bey, Meclis'te toplanmış ulusal bir özlemi dile getirmiştir: " . . . B iz hiçbir şey istemiyoruiz. Ancak apaçık hakkımızı i stiyoruz. En tabii, en açık hakkımız olan yaşamak hakkının bizden alınmasını Tanrı takdir et­ memiştir. . . " (7). (7) Meclisi Meb'usan Zabıt Ceridesi (aynı cilt), s. 1 1 5.

85


Misakı Milli Beyannamesi okunmuş, ittifakla kabul edilmiştir. Meclis Müdafaai Hukukçu bir Meclis'ti. Ayan daha İstanbulcuydu. Bir parlamentonun iki Meclis 'i ara­ sındaki bu görüş farkı, sonuçları da etkilemiştir. 1 5 M art'ta, İstanbul' un işgalinden bir gün evvel , Mebusandan bir grup, Vahdettin 'le temasa gitmişlerdi. Padişah işgal kuvvetlerinin " İsterlerse yarın Ankara'ya gideceklerinden" emindi. Sarayı terkeden heyet üyelerin­ den birisine, "Rauf Beyefendi, dedi, bir millet var koyun sürüsü. . . Bir çoban var o da ben ! " . İngiliz müfrezeleri kumandanı, o gün Meclis'i basmış ve "müzakere halinde iken zorla tevkif ettik" yazılı ve imzalı tezkereyi vererek, yirmi kadar mebusu İngiliz Benbow kruvazörü ile Mal­ ta 'ya yollamıştır. 1 6 Mart 1 920, işgal günü, Mebusan durumu protesto etmiştir. Dr. Rıza Nur şöyle konuşmuştur: " . . . Bu takriri­ mizi milli bir vesika olarak tarihe tevdi ediyoruz." Öner­ geye göre, yasama görevi her şeyden önce, fikir ve vic­ dan hürriyetine dayanırdı . D urum düzelene kadar " in' ikatlar" (oturumlar) geri bırakılacaktı. ( 8). Ayandan Hamdi Efendi, Meclis'in görüşünü belirti­ yordu: "Lüzumsuz bir karardır. . . İnsidadı müzakereden (görüşmeleri tıkamaktan) başka bir şey değildir." (9). Ankara bu sonucu çoktan bekliyordu. Artık, Meclis İstanbul 'da çalışamazdı. Mustafa Kemal Paşa, Heyeti Temsiliye adına 19 Mart tarihli tebliğde, kurucu (müessi.., (8, 9) Bu konular için şu etüdümüze bkz. Osmanlı lmparatorluğu'ndan TBMM Hükümeti rejimine geçiş (İstanul 1958).

86


san) yetkilerine sahip bir Meclis'in 23 Nisan 1 920'de An­ kara'da "Anadolu'nun emin bir mahallinde" toplanacağı­ nı bildiriyordu. Damat Ferit dördüncü kabinesini kurmaktaydı. Aynı gün, Alemdar gazetesi, iri puntolarla baklayı ağzından çı­ karmıştır: " Hükümet teşekkül etti - Kuvayı Milliye asi­ dir." Atatürk, bu taktiği saptayan ekibin lideridir. İstanbul karşısında b i r taraf o larak kendini kabul ettirmiş ve memleketi Anadolu'dan idare etmiş olan Heyeti Temsili­ ye'nin fiili reisidir. Bir gerçekçilik örneği Görülüyor ki, Müfaai Hukukçular, durumu " bütün vahametiyle müdriktiler. " Öngördükleri bütün varsayım­ lar birer birer doğru çıkmıştır. Asıl üzerinde durulacak olay Meclisi Meb'usan'ın alın yazısıydı. Anadolu devrimcileri, Mecli s ' in İ stan­ bul'da toplanmasını sakat ve sonu belli bir sorun olarak ele almışlardır. Meclis nasıl olsa kapatılacaktı. İstanbul nasıl olsa işgal edilecekti. Fakat bunu anlatmak mümkün olamamıştı. Belki de olayların gidişini sağlamak i lerisi için olumlu olacaktı. Nitekim Meclis basılmıştı. Ankara durumu daha önce haber almıştı. Mustafa Kemal Paşa gizli bir telgrafla arkadaşlarına haberi iletmiş ve isteyenlerin Ankara'ya gelmelerini de tavsiye etmişti. Telgrafın metni şudur: 87


" İngiliz mümessili olarak Ankara'da bulunan Vitol dün buradan ağır eşyasını da beraber almak şartıyla şi­ mendifere binip gitmiştir. Hükmetmek lazımdır ki fevka­ lade hadiselerin arifesinde bulunuyoruz. Daha ziyade İs­ tanbul 'da vuku ve tahakkukuna inzitar olunabilecek olan bu hadiselerin tevlit edebileceği mühim ve vahim vazi­ yetler üzerine arkadaşların nazari dikkatlerini celbe mü­ saraat eylerim. Her hal ve ihtimale karşı bilhassa Anado­ lu'da bulunmaları faydalı olan arkadaşların gafil avlan­ mayarak icabında sür' at ve emniyetle Anadolu 'ya geç­ mek için şimdiden tatbikatı lazımeyi almış bulunmaları elzemdir." ( 1 O).

( l O) Bu telgrafın metni Cumhuriyet gazetesinin 7 Mayıs 1 924 tarih l i l . sayfasında yayımlanmı�tır.

88


IX

Milletin Meclisi TBMM Türkiye Büyük Millet Meclisi ilan edilen günde top­ lanmıştır. Başkan ve ikinci başkan seçimi için iki aday vardı. Mustafa Kemal Paşa 1 1 O rey, Celalettin Arif Bey 1 09 rey alarak bu görevlere getirilmişlerdir. Silme Müdafaai Hukukçu Meclis tam manasıyla "milli" bir karakter taşıyordu. Dört yüze yakın üyesi var­ dı. Mesleklere göre kabataslak bir ayırım şu sonucu vere­ bilir: Serbest meslek erbabı kalabalıktı ( 1 20 mebus), dev­ let memurları biraz daha fazlaydı ( 1 25 mebus). Eski na­ zırdan vergi memuruna, validen mahkeme zabıt katibine, başkatibe, tahsil memurlarına, hapishane müdürü ve telg­ raf memuruna kadar çeşitlenmişlerdi. İ lmiyeliler de çok­ tu. Sarıklılar, Meclisi bir papatya tarlasına benzetiyorlar­ dı. Ayrıca, kimlikleri " aşiret reisi" olarak gösterilmiş olan 5 mebus da vardı. Teknik eleman olarak bu kabarık tamsayı içinde yalnız iki mühendis sayılır ( 1 ). Binayı bu taşlarla yapmak gerekmiştir. Mustafa Ke­ mal ve arkadaşlarının görevleri böylesine çetin olmuştur. TBMM geniş bir Sıvas Kongresi 'dir. Müdafaai Hu( 1 ) Bu konu ile ilgili olarak bkz. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi. D. 1, İçtima senesi 1, C. 1 , s. 42-44. Bu meseleler hakkında daha fazla bilgi için �u ctüdü­ miize hakz. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümcti ' ni n kurulu�u ve Siyasi Karakteri ( İstanbul 1 95 8 ) . Ayrıca bkz. Tevfik B ıyıkl ıoğlu: Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Hukuki Statüsü ve İhtilalci Karakterleri (Ankara, 1 960).

89


kukun, fiililikten kurtulmuş, hukukiliğe kavuşturulmuş bir organıdır. Nitekim Meclis'e Anadolu ve Rumeli Mü­ dafaai Hukuk Cemiyeti hakimdir. Mebusların hemen hepsi Tanzimat ve Meşrutiyet'in eleştiricileridir. Yemin­ lerinde belirttikleri gibi firkacılık'tan nefret ederler. Bir­ leştikleri ana fikir, kurtuluş fikri, kişiler ve zümreler üstü ve hayli genel -hatta soyut- bir niteliğe sahiptir. İhtilal ve ötesi Bu bir ihtilal Meclisi '<lir. Ve de çelişkiler Meclisi . . . Kesinliği yanı sıra kararsızlıkları, ileriliği yanı sıra tutu­ culuğu daima belirir. Fakat her zaman için yetkilerini devretmekte kıskançtır. İlerleyen düşman işgali karşısın­ da, kürsüsünü siyahla örtebilir. Gerekirse Kayseri'ye nak­ ledebilir. Ama hiçbir tehlike onu yıldırmaz. Büyük bir hareket kabiliyetine sahiptir. Heyetleri daima halk içinde­ dir ve cepheyle temastadır. Heyetlerinin ve temsilcilerinin Moskova'dan, Londra'dan, Roma'dan sesleri işitilir. Ne var ki, Osmanlı toplum yapısının çelişkileri ve tereddütleri, Meclis'te bir bir temsil edilmiştir. Ama mil­ letin Meclisi'dir o . . . Milletin, halkın bağlandığı, baskı yaptığı, kızdığı, eleştirdiği, bir şeyler beklediği, bir şeyler istediği, sarıldığı Meclis. Örnek mi gerekiyor? İ şte bir tanesi : Yüzler ve yüzlerce telgraf arasından 9 Eylül 1 920 tarihli Kırşehir'dena gelen telgrafın birkaç satırı: "Milli mevcudiyetimizin temini uğrunda lazımgelen kat ' i ted­ birleri düşünmek üzere her manası ile vekalet verdiğimiz

90


sizlerin şimdiye kadar Büyük Millet Meclisi'nde geçirdi­ ğiniz müzakerelere bakılırsa tam beklediğimiz şekilde faydalı bir neticeye doğru ilerlemediğiniz anlaşılmakta­ dır. Acaba size vekalet verenler hangi tekliflerinizden yüz çevirmiştir? Beyefendiler rica ederiz . . . Dindaşlarımı­ zın namus ve hayatları Yunan palikaryalarının payı haka­ retleri altında çiğnenmesin. Binaenaleyh son tehlikeye uğramadan düşünün taşının, yol göstermek sizden ve o İrşad dairesinde hareket etmek de bizden. . . " (2). Anadolu'da kadınlar da örgütlenmiştir; "Anadolu Ka­ dınları Sıvas Müdafaai Hukuku Vatan Cemiyeti" namına, bir telgraftan: : . . . Giydiğimiz kefen, yediğimiz zehir ol­ sun . . . Saldırgan düşmanları de/ediniz " deniyordu (3). "

İ ki anayasa birden Meclis çelişkiler Meclis'iydi. Tezatları doğuran te­ mel soruna gelince: TBMM, Osmanlı parlamentosunun devamı mıdır? Yoksa yeni bir devletin kurucu organı mı? İki soruya da "evet" diyenler vardı. Vehbi Bey'e (Karesi) göre, bu başka memleketlerin müessisanından daha kuv­ vetli bir Meclis'ti. Mes'ut Bey'e göre "Altıyüz senelik kaderini kirli çamaşır değiştirir gibi değiştiren" bir Mec­ lis'ti. Şekilci " Hukuku E sasiye " Profesörü Celalettin Arif Bey'e göre ise, bu Meclis' in hiçbir yasal dayanağı yoktu (4). (2) T.B.M.M.

Zabıt Ceridesi (yeni baskı), C. 4, s. 3, 37,38. (3) T.B.M.M. Zabıt Ceridesi C. 4. (4) T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, C. 4

91


Meclis, Osmanlı İmparatorluğu'nu sürdürecek bir organ sayılınca, amacı yeni bir devlet kurmak değil , "Hilafet v e Saltanatı" kurtarmak oluyordu. TBMM, siyasal partileri barındırmamasına karşılık, iki grubun, devrimci ve eskiye bağlı iki zümrenin oluş­ masına sahne olmuştur. Bu ikilik hukuk planında da geçmiştir. Durumun en ilginç görünüşü, b u devrenin iki anayasalı oluşudur. 1 92 1 'de yaptığı bir Anayasa (Teşkilatı Esasiye Kanunu) yanında 1 293 ( 1 8 76) Kanunu Esasi'sini de yürürlükten kaldıramamıştır. Kanunu E sasi'nin lağvı, Cumhuriyetçi 1 924 Anayasası'nın eseri olmuştur. B inbir çaba ile birleştirilmiş enerj ileri odağı olan Meclisi " muhafazakarlıktan" , saltanatın devamcısı ol­ maktan kurtarıp, devrim yapıcısı ve düzenleleyicisi hali­ ne getirmek Birinci Müdafaai Hukuk Grubu'nun başarı­ sıdır. Grup lideri de Gazi M. Kemal 'dir. Halkçı Meclis Gerçekleri korkmadan karşılayabilmiş olan bu Mec­ lis, dünya tarihinin ideolojik ihtilaller dönemecinde, işba­ şındaydı. Millet, halk, köylü .. hem bir hareket, hem de bir varış noktasıydılar. Halkçılık, "halk için kanun yap­ maktı " . Vehbi Hoca 'ya göre, Tanzimat 'tan beri 8 cilt düstur vardı. Bu 8 cilt içinde memleketimizin yüzde sek­ senini teşkil eden köylülere ait 8 nizamnameye tesadüf ediliyordu. Halk, köylü bizim kanunlarımızda ihmal edil­ mişti. 92


Mahmut Esat Bozkurt daha da kesindir: "Memleket demek siyasiyat, edebiyat, münevverler demek değildir. Bir memleket iktisadiyatından teşekkül eder. . . Birtakım meslek erbabı o memleketi kurar, yaparlar. Bu meslekler yapılmadığı gün memleketten eser kalmaz . . . Meclisi Ali­ ye bu memleketi asırlardan beri kılıçlarıyla, sapanlarıyla müdafaa eden çiftçiler girecektir... Bunlara cahil demek bütün bir mukaddesatı tahkir etmektir. Mebuslar müttefiktir, " Köylü Hasan idare isti­ yor"du. Onlar "köylünün iradesiyle buraya gelmişlerdi" . Kendi deyimleriyle "Tanzimat'tan beri hükümet denen şeyden nefret etmiş ve ezilmiş olan halkın hükümetiydi bu . . . " (5) Ve, Meclis'in programı belirtilmek istenildiği zaman Halkçılık Beyannamesi'ndeki " Kapitalist ve emperya­ lizm" düşmanlığı bu fikirlerden ilham almıştır. Evet, çağdaş tarihinde ilk defa, Türk halkı siyaset sahnesine di­ namik b ir unsur olarak çıkıyordu. Köylü, millet hep O'ydu. Bu halk hareketi, Sovyet sisteminden apayrı bir şekilde .idare edilmiştir. Ve -görüldüğü gibi- Sovyetler ta­ rafından eleştirilmiştir. İşte bu yepyeni ve üçüncü kuvvet, imparatorluk için­ de ihmal edilmiş, aşağılanmış Türk halkının ve milleti­ nin kuvveti, bütün muhafazakar tutumlara rağmen, Os­ manlılıktan ayrı bir hedefe doğru, Osmanlı kurumlarını yıkan bir sel gibi akmıştır. Milli hakimiyeti o getirmiş; Saltanatı, hilafeti o yıkmıştır. Layikliği bir devlet temeli (5) T.B.M.M. Zabıt Ceridesi C. 4.

93


yapan bu halkçı ruh olmuştur. Türk Devrimi'nin kendine özgü sosyal yapısı bu oluşun meyvesidir. Bu da gösterir ki, Türk devrimi sırf askeri yönde bir hareket değildir. Lekeleme politikası Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin halkçı karakteri üzerinde durmak gerek: Bolşevik değildiler Mü­ dafaai Hukukçular. Atatürk de komünist değildi. Fakat her şeyden önce milli Devleti çağın sosyal malzemesiyle inşa etme bilincine sahiptiler. Doktrinci de değildiler. Ama yüzyılın gidişini sezmişlerdir. Meşrutiyet'in acı tecrübele­ rini yinelememe kaygusu ile, meçhul yollarda emekleye­ rek, tarihi yaşayarak bir geleceğin yapıcısı olmuşlardır. Bir büyük imtihandı bu . . . Verdiği ders önemliydi: " Sosyal" bir yapı kurmak için komünist olmak şart de­ ğildi. Ne var ki, İstanbul Hükümeti bu işi anlamamıştı. Anlamamakta inat etmiştir. Damat Feritçiler Milli Teşki­ latı Türk ve dünya kamuoyunda kötüleme metodunu iki lekeleme kalıbına dökmüşlerdir: "Teşkilatı Milliye" bir İttihatçılıktı. İttihat ve Terakki 'nin hortlayışı idi. Bu it­ ham tutmazsa, bir başkası vardı: Milli Teşkilat Bolşevik­ ti. Akın akın Bolşevik'e Anadolu peşkeş çekiliyordu. Yenigin gazetesinin Sıvas muhabirine, Atatürk, ilk beyanatını bu suçlamaları reddederek vermiştir: Milli Teşkilat sadece ve sadece "milli sebeplerin" mahsulü idi. Ferit Paşa bu gerçeği göremezdi (6). (6) Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, C. lll , (Ankara, 1 954), s. l .

94


Müdafaai Hukukçulara yapılan b u suçlama bir gün tarihsel yanıtını alacaktır. "Ölülerle muhabere edilmez" Tarihsel yanıtın verildiği gece 1 Kasım'ı, 2 Kasım 1 922'ye bağlayan gecedir: Saltanatın kaldırılması. O ge­ ce kandildi. Mustafa Kemal Paşa durumu şöyle anlatır: " . . . Bu­ gün o gündür. İnşallah bu hayırlı bir tesadüftür. Arabi ta­ rihiyle bu akşam yevmi veladetin senei devriyesine tesa­ düf ediyor." Babıali, Batılıların konferans teklifini bir telgrafla devrimcilere bildirmiş, Ankara'nın da bir temsilci gön­ dermesini istiyordu. Bir kez daha "tarihin yılan hikaye­ si" anatomi masasına yatırılmıştı. Bir kere, İstanbul ' un şu anlayışsızlığına bakınız. Sadrazam Tevfik Paşa'nın imzasmı taşıyan telgraf "An­ kara Büyük Millet Meclisi riyaseti Celilesine " başlığını taşıyordu. İ stanbul, arasında ikilik olmadığını ileri sürü­ yordu. Konferansa beraber gidilmeliydi. Fırtına o zaman kopmuştur. Yeni bir zamanlama ge­ rekliydi. Kimdi bu İstanbul Hükümeti? Artık ihtilalcilerin tariflerini dinlemek zamanı gel­ mişti. Artık kürsüsü siyah örtüyle örtülmeyen Milletin Meclisi 'nden, dişlerini tırnaklarına takarak, kayaları sö­ kerek devlet kuran insanların dünyaya haykırışlarını din­ leyiniz . . . ·

95


Hüseyin Avni (Ulaş) eski'yi yeni 'den ayıran bir göz­ lemiyle İstanbul'u anlatır: " Saltanata alışmış imparator­ lar, haşmetpenahlar milli hakimiyetten canavarlar gibi korkarlar. . . " Fevzi Bey'e göre " Osmanlı saltanatı yok, milletin saltanatı bile "gayrı meşrudur" . Yahya Galip İs­ tanbul'la Batı baskısını birbirine bağlar: Onlar; " Lloyd George'un polis memurlarıdır" . Dr. Rıza Nur 'a göre, İs­ tanbul'da " Hakimiyete sahip bir hükümet yok . . . B iz Hü­ kümetiz! diye iddia eden bir heyet vardır." Mazhar Mü­ _fit' e göre sorun daha da basittir: Babıali yıkılmalıdır. Va­ hidettin' in ismi Vahimüddin 'e çevrilmiştir. Kazım Karabekir Paşa kesinlikle konuşur: " Cihadı Ekber Fetvasına rağmen, Çanakkale'de ve Irak'ta İ slam askeriyle harp ettim" . Rauf Bey (Orbay) Halife'nin İslam dünyasını aldattığı kanısındadır. Ali Fuat (Cebesoy) Pa­ şa'ya göre, son düşman, iç düşmandır. Saray ve B abı­ ali'dir. o da bugün halledilmelidir. Erzurum mebusu Nusret Efendi 'nin bir sorusu ol­ muştur: Biz kabristanda mıyız? B abiiili öldü, saray öl­ dü. . . Ölülerle muharebe edilir mi hiç? Fırtınalı konuşmalar Rıza Nur ve 78 arkadaşının bir takririne bağlı kalmıştır. Milletin saadetini sağlayacak bir halk hükümeti kurulmalıdır. Bu " Genç, dinç, milli halk hükümeti esaslarına dayanan bir devlet olmalıdır." Çün­ kü " Osmanlı İmparatorluğu otokrasi sistemiyle beraber münkariz olmuştur: " Bu takrir yeterli oy sayısını toplaya­ mamıştır. Fakat saltanat kaldırılmal ıdır, mutlaka . . . En son Mustafa Kemal ağır ağır konuşur. Dağınık fi­ kirleri derleyerek, şiddet ve hiddetleri enerjiye çevirerek,

96


İsbm tarihini özetleyerek bir dönüm noktasını açıklar.

Meclis 'ten başka bir saltanat makamı ve bir hükümet he­ yeti yoktur. Hilafet ne olacaktır, saltanat kalkarsa? . . . Sal­ tanat makamında millet oturuyor. H ilafet makamında da kudretsiz, sığıntı ve aciz bir şahıs değil, dayanağı Türki­ ye devleti olan bir yüksek şahsiyet oturacaktır ( 7 ). O gece, Sultan'ın başından alınan taç, 'millet'in ba­ şına konmuştur. İhtilalin mantığı Devrimin halkçı ve demokratik karakterinin gerekle­ rini bir bir tamamlama hızı, saltanatın kaldırılmasıyla art­ mıştır. Bütün tutucu eğilimlerin harabe halindeki kadrosu ile bekçiliğini yapan imparatorluk yıkılınca, sonsuz ufuk­ lara uzanan yolların hepsi açılmıştı. Her çeşit yenilikle­ rin yapılmasına elverişli bir alandı bu . . . Yapılacak her şey, ana ilkelerden çıkarılacak sonuçlar halinde ortaya konacaktı. Çünkü "Devrimin bir mantığı vardır ", haki­ miyeti milliye başyazarına göre . . . 1 92 1 Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun 1 . maddesi bir muhakeme (uslamlama) zincirinin i lk halkası olmuştur: ''Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir." Buradan, akılcı bir yöntemle bütün sonuçları çıkarmak gerekmiştir. Kişi­ sel hükümet tüm kurumlarıyla yıkılacaktır. Önce Sultan­ lık kaldırılacaktır. Cumhuriyet kurulacaktır. H ilafet kaldı­ rılacaktır. Ve yıkılanl.ar, bütün kökleri sökülerek, kaldırılır \, ı ." , !,

(7 ) Bu konu�malar için bk7. i " . H . M . M . Zabıt Ccridc,i. C . 24 ı : 9fı0 b�1'­ 1 i j _ 2 76. 29tı. lOfı, 3 1 l . 3 1 2 .

:ı.

97


toplumun hayatının dışına atılacaktır. Bunlar, Atatürk 'ün tanımıyla "müessesatı zaile" (çürümüş kurumlar)dir. İhtilalin kafası bu gibi gereksiz ve asalak "müesse­ seleri" kabul edemezdi. " Bir Cumhuriyet ne cahiller ta­ rafından kurulabilir, ne de cehalete dayanabilir"di (8). O Cumhuriyet ki, Türk Devrimi 'nin eseriydi. O dev­ rim ki, ilk defa Şark kafası ile savaşmak yürekliliğini göstermişti: Doğu'da ilk kez demokratik bir cumhuriyet kurmuştu. İlk kez köylüyü efendi diye ilan etmişti. İlk kez dini dünyadan ayırmıştL Ve de ilk kez medeni beşe­ riyetin (uygar insanlığın) ortak bir aile olduğunu ilan et­ mişti. Yeni bir sosyal yapının mimarı olmuştu. Yüzyıllar­ dır çığlaşan gerilikler altında ezilmiş bir kitle içinde yo­ lunu açmak zorundaydı . Öyleyse, geriliğin v e ortaçağın bütün temsilcilerini karşısında bulacaktı. Devrimi, o çevreler anlayamazdı. Ne Çerkeş'te cami kap ısına şapka aleyhinde beyanname asanlar, ne de Ma­ raş 'ta bir 16 Ocak günü, elde bayrak " Şapka giymeyece­ ğiz ! . ." diye Süleyman oğlu Mahmud'un peşinden giden­ ler de anlamak istemişlerdir. Onlar, tarihsel " irtica" (gerilik) olaylarının o zaman­ ki son halkalarıydı. Küçük kafalardı. Küçük kafalar bü­ yük bir devletle bağdaşamazdı. Ve İstanbulcular... Saltanatçılar bu gerçeği hiç mi hiç göremeyen insan­ lar olarak tarihe geçmişlerdir. görmemekte inat etmişler(8) lnkılabin mübrem mantığı (Hakimiyeti Milliye, 27 Şubat 1 924 ).

98


dir. Zaferlerin kazanılmasını düşünmeyi bile ütopyacılık saymışlardır. Peyami Sabah'ta Ali Kemal , Ankara' ya ateş püskürü­ yordu. 1 922 Ağustosu 'nun ilk yarısı hep bu tertip hücum­ larla doludur. Ankara'nın "harb darp siyaseti " i flas etmiş­ ti. "Ankara kılavuzları ' ' İttihat ve Terakki yöntemini kul­ lanıyordu. Herkes müttefikti, "İzmir 'i, Edirne 'yi kılıçla. kuvvetle kurtarmak, Yunanlıları tüfenk dipçiğiyle denize dökmek tasavvuru, bir rüya idi. Bir hülya oldu. . . " ''Ancak Yunanlıları denize dökmek, mağlup etmek şöyle dursun . . . B u devletin temellerini sarsıntıya uğratanlardan (M. Ke­ mal ve arkadaşlarından) hala bir hizmet ummak, bir ha­ yır beklemek saflığı değil, cehaleti ve budalalığı (belaha­ ti) geçer ". Bu satırlar 9, 1 O Ağustos 1 922 tarihlidir. . . 7 Eylül tarihli gazetelerde, ordu henüz İzmir'e gir­ memişti ki, şu telgraf okunuyordu: İleri gazetesi vasıtasıyla Sabah muharriri Ali Kemal Bey 'e, Ankara 6 (saat 14, dakika 40) Yunan ordusu im­ ha edildi. 28 Ağustos tarihli makalenizdeki vaadiniz veç­ hile kaleminizden ve insanlığınızdan feragat ettiğiniz ha­ berini bekliyoruz. Sabık İstiklal Mahkemesi Hakimi Cebelibereket Mebusu İhsan Sabık İstiklal Mahkemesi Hakimi Kozan Mebusu Fikret Yanılmaların en büyüğü ve en affedilmezi, gerçeği görmemekten ya da görmek istememekten doğmuştur. Devrimin gerçekliği, bir milletin eğilimlerini, yetenekle­ rini keşfetmeye dayanır. -

99


Muhalifler - menfiler Yarım yüzyıl sonra, bizler "İnkılabın mübrem man­ tığı" ndan şu sonuca varmak olanaklarına kavuşmuşuz­ dur: Devrim, karşısına çıkan engel leri yıkıncaya ve geliş­ mesini tamamlayıncaya kadar, idealini gerçekleştirmeye kadar yöntemine bağlı kalır, sürer. Gelişmeye ve devam etmeye zorunludur. " İnkılabı yapanlar" bu durumu her zaman belirtmiş­ lerdir. Bu memlekette hayat hakkına, hakka ve hürriyete, tek kel ime ile medeni haklara sahip o lmak isteyenler " ayaklarını inkılap hareketine uydurmak mecburiyetin­ dedirler. Yoksa bu zeminde geriye doğru bir adım atma­ nın imkan ve ihtimali yoktur." (9). Devrimlere başarı olanaklarını, engellerle çarpışma­ nın heyecanı, kesinliği ve şiddeti sağlar. Bir devrim, kal­ kındırmak istediği ülkenin gerçekleriyle tam uyum halin­ de olunca, onun karşısına çıkmak, "muhalefet " değil "menfilik " olur. Bu terimlerin ikisi birbirinden çok fark­ lıdır. Menfi işbaşına geçerse, devrimi ortadan kaldırmak isteyecektir. Muhalif,' çoğu zaman devrimin daha değişik, kendine göre daha iyi uygulanmasını savunacaktır. Atatürkçülüğün savaştığı kuvvetler bu açıdan daha açık olarak. görülebilirler. Hürriyeti getirmek isteyenler onu kaldırmak isteyenlerden çok güçlü olmalıdırlar (1O). (9) Siirt Mebusu Mahmut: inkılap Yürüyecektir (Hakimiyeti Milliye, 22 fcmmuz 1 925). ( 1 0 ) M i l l i Cumhuriyetin mil l i hürriyeti (Hakimiyeti Milliye 3 Ocak 1 924).

1 00


x

Devrimciler ve Batı Avrupa 'nın namusu Ankara'ya gelişinin ikinci günü, 27 Aralık 1 920'de, Atatürk Ankaralılarla yaptığı bir sohbette Lloyd George zihniyetine cevap vermiştir ( 1 ). Mustafa Kemal Paşa bu konuşmasında milli hareketin daha başlangıcında Batılı galip devletlerin Türklere hücum politikasını ilk defa in­ celemiştir. M ondros Mütarekesi'nin uygulanmasından bir iki ay sonra, İtilaf Devletlerinde görülen büyük bir "zihniyet değişimi" vardır. "Yabancılar, kendi iktisadi ve politik çıkarlarını tatmin edebilmek için aleyhimizde iki kötüleyici görüşü ileri sürüyorlardı : 1 - Türkler, Müslü­ man olmayan unsurları eşitlik ve adalet kurallarına göre idareden acizdirler, Türk milleti zalimdir. 2- Türk milleti, güya tümü ile kabiliyetten de yoksundur. "Bahçe halinde yerlere girmiş ve oralarını harabezara çevirmiştir", Türk milleti kabiliyetsizdir. Varılmak istenen sonuç şuydu: Türk milletinin ba­ ğımsız olarak yaşamaya hakkı yoktur. Heyeti Temsiliye adına konuşan Mustafa Kemal Pa­ şa, bütün siyasi hayatında izleyeceği yolun henüz başın­ dadır. İleri sürdüğü tez, kaynaktan yeni fışkıran küçük bir birikintidir ama, geniş ve çağlayanlı bir ırmak olma to­ humlarını içerir. "

( i ) Atatürk 'ün Söylev ve Demeçleri, C. il, S. 4- 1 5

101


Mustafa Kemal Paşa demek ister ki: Mütareke'yi bu kadar gaddarca uygulayan memleketlerin uygarlıktan ve insanlıktan söz etmeleri garip . . . Her şeyden önce, Batı kamuoyunun hakkımızdaki yanlış bilgilerinin nedenlerini aramak gerekir. Bunların başında memleketi çeşitli etnik bölgelere ayırabilen, Toroslar'ın güney sınırımızı teşkil edebileceğine inanabilen, Toros 'tan Antakya ' ya kadar olan bölgelerin bin yıldan beri Türklerle meskun olduğu­ nu bilmeyen hükümetler ve çevreler gelir. Bu adamlardır ki hiçbir zaman gerçekçi olamamışlardır, "Avrupa'nın namusuna lüzumundan fazla " güvenmişlerdir. Bu yüz­ den de Türk milletini "mazisini unutmuş, milliyetin ve özel medeniyetin verdiği nimetleri bilmez, kansız, mis­ kin bir millet" olarak tanıtmışlardır. Bu gözlemi bir mantık izleyecektir. Mustafa Kemal Paşa 'ya göre, Wilson Prensipleri ilan edilirken Türk milletini de kendi milli sınırları içinde yaşatmaya layık bir millet olarak kabul etmiş olan Batı, 1 920 başlarında, niçin iddialarının rengini değiştiriyor? "Avrupa devletleri Türk milletini evvelce bilmiyorlar mıydı? Wilson Prensiplerini kabul ve 'Mütarekenameyi' imza ettikleri zaman altı yüzyıllık bir milletin niteliği, yeteneği hakkındaJd bilgileri eksikti, bir iki ay içinde mi tamamladılar? Hakkımızda uygulayacakları kararları bil­ miyorlardı da sonra mı hatırlarına geldi?" Oysa, Türkle­ rin zalim olmadıkları tarihleriyle sabittir. Ve Mustafa Kemal tezini ısrarla, geleceğin sonsuz ufuklarına doğru sürer: " tekrar ediyorum, aleyhimizde serdedilen fikirler yanlıştır, bu hakikat tarihen ve mantı1 02


ken sabittir. Bu hususu yalnız Garb' a değil, hatta vatan­ daşlarımıza da ehemmiyetli bir surette ihtar etmek lüzu­ munu hissediyorum. Çünkü nadirattan olmakla beraber işitiyoruz ki, milletin tarihini okumamış veya milli histen mahrum kalmış olması lazimgelen bazı şahıslar, ecnebile­ rin aleyhimizde serdettikleri ithamları redetmedikten baş­ ka, vatanlarını kabahatli göstermekten çekinmiyorlar... "

"Lloyd George düştü! " M . Kemal ' in b u fikirleri hızla gelişmiştir. 1 922 'de United Telegraph ajansı muhabirine Türk kurtuluş hare­ ketini bir meşru müdafaa olarak tanıtır. Doğu'da barışın kurulamamış oluşunu, B atı'nın anlayışsızlığına bağlar. Amerika ile İngiltere arasında bir kıyaslama yapar. Şika­ yetleri, İngiltere' nin saldırgan emellerindeki "korkunç­ luktur" . İngiliz diplomatlarının iyi niyetle ve açık kalple hareket etmedikleriniden yakınır (2). Batı niçin hala, Yir­ minci Yüzyılda, Haçlı zihniyetiyle hareket eder? Gazi, bu tarihi çelişmeyi her zaman belirtir. 1 922 zafer yılıdır. O daha da kesin ve kararlıdır. Bu sefer, United Pres ajansının aracılığı ile, Batı'ya bir ger-: çeği ilan eder: Bütün medeniyet dünyası bilmelidir ki, Türkiye halkı her medeni ve kabiliyetli millet gibi, kayıt­ sız ve şartsız hür yaşamaya karar vermiştir. Bu meşru hakları çiğnemeye yönelen her kuvvet "Türkiye'nin ebe­ di düşmanı" sayılacaktır (3). ( 2 , 3 ) Atatürk'ün Söylev v e Demeçleri, C. lll,

s.

1 6, 47.

1 03


İzmir alındıktan sonra, insanlık ailesiyle beraberliği­ mizi belirtir: "Artık bütün cihan bizimle beraberdir. İnsa­ niyet bizimle beraberdir." Ya İngiltere? " İngiliz milletinin aklı selimi bizim tarafımızdadır! ." Ve, gene aynı yıl, bir Fransız gazetesine artık eski şeylerin değişmesi gereğini hatırlatır: "Lloyd George düş­ tü" .

O

en büyük hazzı herhalde bu kabine değişmesiyle

bir zihniyet değişikliğini işaret ederken duymuştur. Artık İngiliz diplomatları "açık kalple" konuşmalıydılar

(4).

"Avrupa Türk.iyesi" " Türkiye'de Cumhuriyet ve Şarklılık, Garplılık me­ selesi." Bu satır bir Alman gazetesi Neue Frei Presse'nin, Cumhuriyetin ilanından sonra, Türkiye ile ilgili yazısına seçtiği başlıktır. Bütün bir değişimi ifade eder. Mustafa Kemal Paşa ile yapılan bir röportaja dayanır. Türkiye' nin ilk Cumhurbaşkanı, Batı kamuoyunun Türk aleyhtarı tutumunu açıklar. Sorun basittir, Mustafa Kemal ' e göre: Karşınızda iki adam var. Biri çok zengin, her çeşit imkanlar emrinde . . . Öteki fakir, elinde hiçbir vasıta yok. Ama bu adamların ruhları arasında fark yok. Avrupa ile Türkiye arasındaki durum işte buydu . . . Avru­ pa iki insanın, insan olarak, aynı planda olmalarına ta­ hammül edemiyordu. Bu kadarla yetinse iyi . . bizim yıkı­ mımızı hızlandırmak için, "ne yapmak lazımsa yapmış(4) Aynı eser, s. 48, 49.

1 04


tır." Ve bu kin ve düşmanlık fikirleri, Avrupa mil letleri arasında, " hususi bir zihniyet haline gelmiştir." Her şeye, her çeşit değişikliklere rağmen gene yaşıyordu bu zihni­ yet. Mustafa Kemal Paşa ilave ediyordu: " İşte Avrupa'da durmadan savaştığımız zihniyet budur." Ne yazık ki, bü­ tün değişmelerimiz karşısında, bu zihniyet hep aynı kal­ maktaydı

(5).

Atatürk, ne aşın, romantik bir Batı hayranıydı, ne de duygusal bir Batı ve Batılılaşma düşmanı . . . O, bu konuda bütün devrimcilerin fikir cephesini saptamıştır. Batı 'ya

''Avrupa Türki­ yesi "nin kuruluşu Türk Devriminin gerçek amacıydı (6). Atatürkçülüğün temel ilkesi Medeniyetçilik tezine dayan­ yönelmiş, Batı 'ya yönelmeye zorunlu bir

mıştır. Batılılaşma ise bu. tezin en doğal sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu tez� hiçbir ödün verilmeden, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir yaşama davası olarak, sürekli gelişti­ rilmiştir. Atatürkçülük bir fikir yumağı gibi bu değişmez ilke üstüne sarılmıştır. Bu gelişmeyi, devrimin en yetkili temsilcisi olarak, Atatürk ' ün fikir yap ı sında izlemek mümkün olacaktır. Devrimci kadro, Batı 'nın yanlış, çok kere bencil tez­ lerini "tarih ve mantık" açı larından çürütmeyi kendine özel bir ödev saymıştır. Devrimciler, medenilik bakımın­ dan Türkleri, İslam-Osmanlı çerçevesi •içinde dondurul­

dün 'ü yarın' a uzak değil, aynı zamanda uygar

muş kalıplardan sıyırıp, uzak geçmişlerine, bağlamışlardır. Sadece geçmişlerine. (5, 6) Aynı Eser, s. 48, 68

1 05


Batı-Osmanlı diyaloğu karşısına, " Türk'ün unutul­ muş medeni hasletlerini ve kabiliyetlerini", bir güneş gi­ bi Üçüncü ve sentezci bir kuvvet (7) olarak çıkarmak, on­ ları mahcup etmenin, yalanlamanın zor fakat en etkili ve kestirme yoluydu. Atatürk'ün Onuncu Yıl Söylevi'ni okuyunuz. Tarihi v� mantığı bir millet hayatına uygulamanın, " Ben va­ rım ! " diyebilmenin heyecanını bütün yüceliği ile orada bulacaksınız.

( 7 ) Türkiye'nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketler; ı.LtJ:ı'ıul 1 960) adlı kitabımıza bkz. (s. l 1 4- 1 1 7).

1 06


XI

Devrimciler ve Doğu Şeriat ve Komünizm Doğu kurtarıcı görünüyordu. Batı, Mondros tatbikatı gereğince yakıp yıkıyordu. Türkiye B üyük Millet Mecli­

1 1 Mayıs 1 920 içtimasında, bu sahneye görürüz: Besim Atalay (Kütühya): Arkadaşlarım, bugün Os­

si 'nin

manlı alemi, Anadolu, iki mühim şeylabın (iki önemli su baskınının birleştiği noktada) noktai telakisinde bulunu­ yor. Bunun birisi akidelerin, dinlerin doğduğu Şark'tır; b i r i s i zulmün, k a h r ı n , tahakkümün tebarüz etti ğ i Garp 'tan geliyor.

Mahmut Celal (Bayar) (Saruhan): Medeniyet namiy­ le . . . (Bravo sesleri).

Besim Atalay (devamla)- Biz zayıf kollarımızla, bu yığın teşkilatımızla, bu iki seylabenin içinde şaşırıp kal­ dık. Hangisine iltihak edeceğiz? Mutlaka bu iki kuvvet çarpışacak . . . Gladstone 'un ahfadının süngüleri altına mı gireceksiniz? Yoksa Şark'tan bize ellerini açan kuvvete mi koşacaksınız? (Şark' a, Şark' a sesleri). Besim Atalay'a göre Bolşeviklikle Müslümanlık ara­ sında sıkı bir benzerlik vardı: "Peygamberimiz diyor ki: Dini ve Müslümanlığı yine ondan olmayan birtakım in­ sanlar temin ve teyid edecek, işte Allah o kuvveti bize gönderiyor. Biz Bolşeviklere mumaşat etmekle (yakınlık politikası gütmekle) bjl' akis şeriata daha fazla yaklaşıyo­ ruz."

(1)

( 1 ) T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, C . 1 s. 258

1 07


Meclis ve Sovyetler dünyası TBMM, Doğu'dan uzatılan elin niçin uzatıldığını kı­ sa bir zaman içinde anlamıştır. Bu siyasal gerçeği ortaya çıkarmak için Doğu ile ilgili tereddütlerin ortadan kaldı­ rılması, karanlıkların aydınlatılması gerekmiştir. Bolşe­ vizm neydi? Komünizm ne demekti? Ve bu akım, doktrin ve eylem olarak kurtuluş davası için faydalı mıydı, yoksa zararlı mı? 1 l Mayıs 1 920 toplantısı bu bakımdan da çok an­ lamlıdır. Sovyet Milletler Komiserliği'nin Doğu Müslümanla­ rına yayımladığı bildiri, birçok mebusları, temsil ettikleri akımlarla karşılaştırmıştır. Antalya Mebusu Hamdullah Suphi Bey (Tanrıöver), bu doktrinin henüz bilinmemesinden, öğretilmemesinden ve Meclis Hükümeti 'nin bu akım karşısında cephesini ta­ yin etmemesinden yakınmıştır. "Memleketimiz şüphesiz ki, Bolşevizmin neden ibaret olduğunu, hedefleri neler­ dir, bunu vuzuh ve sarahatle bilmiyor. Fakat bizim bilme­ memiz Bolşevizmin hudutlarımıza gelmesine mani olmu­ yor." Konuşmacıya göre, iki tez karşılaşıyordu: Bolşevik­ liğin Türkiye'ye felaket getireceğini ileri sürenlerle, kar­ şıt kanıyı savunanların tezleri ... Açıklık, cesaret gereki­ yordu. Meclis Bolşevikliğin esasları hakkında bilgisizdi. Meclis hem bunu öğretmeli, hem de "kendi noktai naza­ rını ifade etmel i" idi. Antalya mebusuna göre: Bolşevik­ ler milli geleneklerimize, müesseselerimize, ülke bütün1 üğüm üze madem ki dokunmayacaklardı , şu halde "memleketimizdeki saldırgan ve hain kuvvetleri kovmak için bizim en tabii yardımcımız Bolşevik kuvvetleri ola­ caktı." Öyleyse, değil yalnız Türklerin, bütün Müslüman 1 08


ülkelerinin bizimle beraber kurtulabilmesi için Kırgız­ lar'dan, Başkırlar'dan ibaret bu Müslüman ve Türk kuv­ vetleriyle birleşmemizden daha doğal ne olabilirdi? Oysa, konuşmacının göremediği bir gerçek vardı . Komünist kuvvetleri sadece Müslüman Türklerden ibaret olmadıkları kadar, komünizm (o zamanın deyimi ile Bol­ şeviklik) de şeriata yaklaşma demek değildi. Şeriatla pek benzerliği de yoktu. O kadar yoktu ki, bizzat Rus Milli­ yetler Komiserliği'nin Meclis'te hararetle karşılanan bil­ dirisinden de durumu az çok anlamak mümkündü. Fakat Mebuslar birçok sosyal "X"leri çözmek zorundaydılar. Ve bu bilinmez henüz çözülmemişti. Komünist gruplaşmalar Sovyetler'le sıkı münasebet ve Kafkas kapısının açık bırakılmak istenmesi bir yönden Müdafaai Hukuk'un ba­ şarılı taktiği olarak sağlanıyordu. Bir yönden de, Bolşe­ vikliğin ne olduğunun bilinmemesi ve Doğu'dan gelen yardımın çekiciliği ile örtünmesi Meclis içinde ve dışında komünist (ve komünizm) gruplaşmalara vücut vermiştir. B aku Kongresi 'nde genelliğe kavuşturulan Leninci teze göre, Türk kurtuluş hareketi, sosyalist köylü ihtilali­ ne çevrilmeliydi. Bu işi başaracak öncü kuvvet ancak Komünist partileri olabilirdi. Ruslar bu gibi örgütlerin kurulması için baskı yapmışlardır. Müdafaai Hukukçular, TBMM içinde ve dışında, Sovyet baskısını geçici olarak karşılamak amacıyla bu biçim örgütlerin kurulmasına olanak vermişlerdir. Bunla­ rın bir kısmı Mustafa .Kemal Paşa'nın direktifi ile kurul­ muştur. Şu halde, TBMM 'nin 1 . döneminde kurulmuş olan

1 09


komünist gruplar ve partilerin özelliklerinden varılacak sonuç odur ki, hepsi de Türk ve Rus taktiklerinin karşı­ lıklı ürünleri olmuşlardır. Bu teşekkülleri kurmuş olan kişiler ve üyelerinin bir kısmı bilmeyerek bu işe girişmiş­ lerdir. Bir kısmı da gerçek komünizmi benimseyerek ku­ rucu ve üye olmuşlardır. Bir kısım mebuslar da, Müdafa­ ai Hukuk taktiği gereğince bu gruplanmalarda görülmüş­ lerdir. Müdafaai Hukukçular, taktiklerinde değişiklik yap­ maya karar verince, bu tip grup ve partilerin çalışmaları­ nı durdurmalarını istemişlerdir. Durum bilmeyenlere an­ latılmıştır. Onlar da durumu anlayarak çekilmişlerdir. Gerçekten komünizmi benimsemiş olanlar Türk tak­ tiğinin bu safhasına uymak istememişlerdir. Amaçları bir komünist ihtilali olduğu için, Moskova'nın Mustafa Ke­ mal ve arkadaşları hakkındaki şüpheciliklerine bağlı kal­ mışlar ve daha fazla, gizli olarak çalışmışlardır. O za­ man, TBMM Hükümeti bunlar hakkında takibata giriş­ miş, gizli celselerde haklarında karar alınmış ve İstiklal Mahkemesi' ne sevkedilmişlerdir. 1 922 yılında komünist faaliyetine son verilmiştir. " Yeşil Ordu", Meclis içindeki " Halk Zümresi" di­ rektifle kurulmuş teşekküllerdir. Fakat, Müdafaai Hukuk liderleri, İstikıal Savaşı'nın olumlu gelişmelerine uygun olarak komünist hareketlere karşı hoşgörülerini azaltınca, gerçekten, Komünizmi benimsemiş olanlar, " Hafi (gizli) Komünist Fırkası"nı kurmuşlardır. Daha sonra Yeşil Or­ du'cuların bir kısmı ile Hafi Komünist Fırkacılar birleşe­ rek Halk İ ştirakiyun Fırkası'nı vücuda getirmişlerdir. Atatürk bu hareketin karşısındadır. İçinde değil. Zaten başka türlü olmasına da olanak yoktu. Gizli Fırka İstanbul' u da Ankara'yı da beğenmiyor1 10


du: İstanbul Hükümeti emperyalistlerin emrindeydi. An­ kara Hükümeti burjuva idi. İttihatçı idi. Türk komünistleri Bakı'.'ı'daki merkezlerinin isteklerini dile getirerek, her iki­ sinin de karşısındaydılar. Ankara'nın da İstanbul 'un da yı­ kılması gerektiğine inanmışlardır. Gizli Fırka'nın Beyan­ namesi İstiklal Savaşı 'nın bir eleştirisini yapıyordu. (2) Belirttiğimiz gibi, bizzat Meclis gizli celselerinde ( 1 Şubat ve 2 1 Mart 1 92 1 ) bu zanlıları sorguya çekmiş ve İstikliil M ahkemesi'ne sevketmiştir (3). Atatürk ve Komünizm İhtilalci ve geniş Sovyetler dünyasının, fiili ve ide­ oloj ik baskısı karşısında Atatürk, katıksız bir Müdafaai Hukukçu ve devlet adamı olarak kalmıştır. Komünist tak­ tiğine karşı, Müdafaai Hukukçu lider olarak seçtiği taktik bu bakımdan tarihsel değerini kanıtlamıştır. Atatürk, ulusal kurtuluş hareketinin başlangıcında, 1 920 Nisanı'nda, Türkiye'nin sağlı sollu baskılar karşı­ sındaki tutumunu açıkça anlatmıştır. "Yalnız her ihtimale karşı hayatımızı muhafaza ve varlığımız için, bir kuvvet kaynağı aramak gerekirse, yine daima kendi noktai naza­ rımız değişmemek şartı ile, her kaynaktan faydalanmayı uygun gördük." (4) Baku Kongresi 'nin toplantısından sonra, aynı yılın (2) Bu konular, son y ı llarda kısmen aydınlatılmaktadır. Bu konuda, bkz. Mete Tunçay: Türkiyc'de Sol Akımlar. ( 3 . baskı 1 97 8 ) . s. 1 0 1 - 1 90- yine ' ' Halk İştirakinin Bolşevik Fırkası"nın İstikli'il Mahkemesi tutanaklarında yer almış olan beyannamesi ve bu mahkemenin cereyanı hakkında bkz. Yakın Ta­ rihimiz, C. I., özellikle s.297-298. ( 3 ) TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 1 , ( 1 980 baskısı) s. 356-363: cilt l l ( 1 980 baskısı), s. 1 4-26. (4) Enver Ziya Kara!, Atatürk'ten Düşünceler, s. 1 6.

ı11


ağustosunda, Meclis 'te sorulan bir soruya, Atatürk'ün cevabı gene açıktır: " Biz memleket ve milletimizin istik­ lalini kurtarmak için karar verdiğimiz zaman kendi nok­ tai nazarımıza tabi bulunuyorduk ve kendi kuvvetimize dayanıyorduk. Hiçbir kimseden ders almadık, hiç kimse­ nin kandırıcı vaatlerine aldanarak işe girişmedik. Bizim noktai nazarlarımız, bizim prensiplerimiz cümlece ma­ !Cımdur ve Bolşevik prensipleri değildir ve Bolşevik prensiplerini milletimize kabul ettirmek için de şimdiye kadar hiç düşünmedik ve teşebbüste bulunmadık." ( 5 ) Her iki demecin, İ stiklal Savaşı'nın ilk yılında veril­ diği unutulmamalıdır. Komünizmi inceleme amacı ile Rusya 'ya gönderile­ cek Dr. Tevfik Rüştü (Aras) Bey'in tayinine itiraz eden, Tokat Mebusu Nazım Bey ' in bir önergesi tartışılırken, Meclis çok daha açık bir tutuma sahiptir. Mebuslardan bazılarının komünizmi övmelerine karşılık, karşıt fikri savunan Siverek Mebusu M ustafa Lütfi Bey şöyle der: " . . . Türkiye M illet Meclisi komünist değil dir. . . Sonra Komünist namına gelince, değil Büyük M il let Mecli­ si'nde, Türkiye'de bir komünist fikri, ruhu zannetmem ki olsun, olamaz ve yalnız başına giydiği kalpağını kırmızı şeritle çevirmekle olamaz. Böyle komünistliği ben redde­ derim." (6) İstiklal Savaşı geliştikçe, Atatürk kurtuluş hareketi­ ni, Zinoviev ve arkadaşları gibi görmediğini safha safha açıklamıştır. Doğrudan doğruya Rusya 'dan gelen Buhara­ lılara, Ukrayna Büyük Elçisi General Frunze'ye, bütün yabancı basın mensuplarına durumu anlatır. (5) Atatürk ' ü n Söylev ve Demeçleri, C.

{(ı) T B M M /abiı Cerid; 'i C.6.,

1 12

,;.

l 6.

i , s.97.


Atatürk'e göre, Türk kurtuluş hareketi bir halk hare­ ketidir. B ir köylü hareketidir. Türkiye Türklerindir. O zaman, Petit Parisien muhabiri olarak, 2 Aralık 1 922 'de, kendisini Bursa'da ziyaret etseydik ve şu soruyu sorsaydık: - Türkiye'de komünist bir idare mi kurmak istiyorsunuz? Şu cevabı alacaktık: " . . . Şurasını unutmamalı ki, bu idare tarzı bir Bolşe­ vik sistemi değildir. Çünkü biz ne Bolşevikiz ne de Ko­ münist; ne biri ne diğeri olamayız." Mustafa Kemal Paşa bu durumun nedenlerini Türkiye'nin siyasal psikoloj isin­ den çıkarıyordu: Türkler, "milletperver ve dinlerine hür­ metkar" bir milletti. "Memleketimizin içtimai, şeraiti, dini ve milli ananelerinin kudreti Rusya'daki komüniz­ min bize tatbikine müsait" değildi. (7) O halde, Türklerin İstiklal Savaşı ile kurdukları siya­ sal sistemin adı neydi? Yine Gazi 'nin cevabı: " . . . B izim hükümet şeklimiz tam bir demokrat hükümetidir. Ve lisa­ nımızda bu hükümet halk hükümeti diye yadedilir." 1 920'lerden beri, köprünün altından bir hayli su geç­ miştir. Cumhuriyetin Onuncu yıldönümüne doğru, 1 93 2 'de, Atatürk komünist rej imi " dünya ve insanlık için" korkunç bir tehlike olarak görmüş ve Amerika Ge­ nerali Mac Arthur' e yeni bir Sovyet emperyalizminin ana çizgilerini belirtmiştir." (8)

(7) Akil Aksan: Atatürk Der ki, s. 1 1 6. (8) Akil Aksan: Aynı Eser, s. 1 2 3 .

1 13


Klasik suçlama metodu Jön Türkler devrinden beri, Türkleri ikiye ayırıcı suçlama yönteminin burada yeni bir örneğini görürüz. Bu yenilik, azgelişmiş sosyal yapının koşullarına da bağlı kalmıştır. Devrimci ve tutucu iki zihniyetin sürekli çar­ pışması çeşitli suçlama usullerini de doğurmuştur. Türki­ ye'de hemen her ilerici hareket komünistlikle itham yolu­ na gidilmiştir. Bu daha, TBMM sıralarında başlamıştır. 1 5 Aralık 1 337 ( 1 92 1 ) tarihli oturumuda, Tunalı Hil­ mi Bey, Nahiye Şuraları için kadınlara oy hakkı tanınma­ sını savunuyordu. Konya mebusu Vehbi Bey'den şu ceva­ bı aldı. "Bizim memleketimize Bolşeviklik girmedi Hil­ mi Bey ! " (9) Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama örneklerin dili var. Bu suçlama yolu sonunda Atatürk' e kadar komü­ nizm izafe edildiği görülmemiş değildir. Çünkü devrim­ cidir. İkinci bir gözlem de şudur: Bazı terimler ve mesele­ ler adeta komünizm tekeli altına konmuştur. İ şçi, barış, devletçilik, kapitalizm, " sosyal" niteliğini taşıyan hemen her şey. . . Bunun yanlış, yersiz ve köksüz olduğunu Atatürk is­ pat etmiştir. Türkiye'nin siyasal rejiminin halkçı, köylü, demokratik, sosyal ve devletçi karakterini belirtirken Bol­ şeviklikle ilgisi olmadığını önce o belirtmiştir. (9) T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, C. 1 4, s. 222.

1 14


XII

Milli İktidar Halk hükümeti Milli kurtuluş hareketi, ne Padişah, ne de Padişahçı bir kadro tarafından yönetilmiştir. Milletçe bir kalkınma hareketidir. Atatürk buna "Halk hareketi " der. Bu hare­ ketin karakteri, şu halde, bir Padişahlığın " ihyası", Salta­ nata dönüş, yeni bir saltanat kurmak amacını da güde­ mezdi. "Yeni Türkiye" bu demekti. Tarihe gömülen İ mpa­ ratorlukla, Eski Düzen'le, Eski Türkiye ile, Batı kamu­ oyunda yaşatılmak istenen imajla ilgisi olamazdı. Değişen ve yeni kurulan düzenler arasında, yaşayan, yaşamak isteyen tek unsur artık millet niteliğini kazan­ mış olan Türklerdi. Değişmeyen de O'ydu: Türk milleti . Ölmek istemeyen ve bunun için ne gerekliyse yapmaya hazır olan bu millet, doğrudan doğruya kendi içinden çı­ kardığı bir "hükümet" kurmuştur. Atatürk' ün halk hükü­ meti, demokratik hükümet diye adlandırdığı sistem bu­ dur. 1 922 yılında, şekillenen Türkiye ile birlikte, ulusal devletle beraber doğmuştur bu sistem. Komünist - Bolşe­ vik, Saltanatçı - Hilafetçi değildir. Misakı Milli çerçevesi içinde "Türk olan her yer ve her şey"in sembolü olarak vücut bulmuştur. Durum bütün açıklığı ile, " Osmanlı İmparatorlu­ ğu 'nun inkıraz bulup, T.B.M . M . Hükümcti kurulduğuna 1 15


dair heyeti umumiye karan "nda okunur: " . . . Yeni Türki­ ye

Hükümeti Osmanlı İmparatorluğu yerine kaim olup

onun hududu milli dahilinde yeni varisi olduğuna ve Teş­ kilatı Esasiye Kanunu ile hukuku hükümrani-i milletin nefsine verildiğinden . . . "

( 1 ).

İşte Devletin temellerindeki harç . . .

Meşrutiyet yetmez mi? Kaldırılan Saltanatın TBMM tarafından hangi gözle görüldüğü, dünya kamuoyuna ilan edilmişti. Yalnız, Sal­ tanat mutlaklığını yitirip, gerçek bir meşrutiyet haline ge­ tirilirse, acaba bu şekille yetinilebilir miydi?

Belki Vakit gazetesi muhabirinin aklına bu gelmiştir. Belki de bir taşla iki kuş vurmak amacı ile, Mustafa Ke­ mal Paşa'ya

10

Temmuz'la

23

Nisan, Meşrutiyet'le Mü­

dafaai Hukuk arasındaki farkı sormuştur. Cevap hayli ilgi çekicidir: Meşrutiyet milletin doğal olarak aradığı hürriyet havasını teneffüs ettiğini zannetti­ ren bir harekettir. Türk devrimi tamamen farklıdır. Mille­ tin hürriyet ve hakimiyetini fiilen ve maddeten tespit ve ilan eden mes ' ut bir olaydır. Ve dünyanın ilgisini çekecek değerdedir. Mustafa Kemal, fikirlerini daha da açıklar: Meşruti­

ka­ yıtlı ve şartlı denge arayan bir zihniyeti gerçekleştirme

.Yet neydi? Millet'le müstebit bir hükümdar arasında,

( 1 ) DL Server Feridun (Tanilli): Anayasalar ve Siyasal Belgeler (İstan­ s. 43.

bul 1 962).

1 16


çabasıydı. Oysa, Türk Devrimi, Meşrutiyeti bile " kafi görmez" . Onunla yetinemez. Milletin yüzde yüz bağım­ sızlığını ister. Kayıtsız ve şartsız bağımsızlığını isteyen bir temele dayanır. Sonra, Türkiye Devleti doğrudan doğ­ ruya bir Meclis, bir Şura tarafından idare olunur. Ve hep böyle olacaktır (2). Bu tanımlamada, Türk Devrimi 'nin karakteri belirir: Bundan böyle, Padişah - Meclis pazarlığı, ortaklaşa bir iktidar yoktur. Şura'ya gelince, Büyük Millet Meclisi'dir. Zinoviev'in şfıra'larından çok, pek çok farklıdır. Teokrasi - Halifelik Halifelik muhafaza edilince, halkçı sistem garip bir ki­ şiliğe bürünüyordu. Bir Fransız yıllığı, "Almanac Hachet­ te", 1 924 Türkiyesi'nin tanımında bu durumu belirtmiştir: "irsi Halifeliğe dayanan dini demokrasi hükümeti" (3). Atatürk bu çelişikliği tarihsel bir açıdan görmüştür: " ... Tarihimizin en mesut devresi, hükümdarlanmızın ha­ life olmadıkları zamandır. . . " Hilafet nedir? Hükümet et­ mek değil mi? Şimdi soruna bir de mantık açısından ba­ kalım: "Bütün Müslüman devletlerini idare etmek isteyen bir Halife, buna nasıl muvaffak olur?" Sonuç: " İtiraf ede­ rim ki, bu şartlar dahilinde beni halife tayin etseler, derhal istifamı verirdim." Bu sözler 1 923 'te söylenmiştir (4). (2) Atatürk 'ün Söylev ve Demeçleri. C. ili, s. 82-83. (3) İslamcılık Cereyanı kitabımız (İstanbul 1 962)., s. 1 59. (4) Atatürk ' ün Söylev ve demeçleri, C:. ırı. s . 69.

1 17


Bir yıl sonra kendisine bu teklif yapılmıştır. Hiliili­ ahmer (Kızılay) adına Hindistan'da bulunan bir heyetin Başkanı Rasih (Kaplan) Hoca, Mısır'a uğrayarak Anka­ ra'ya gelmişti. İslam dünyasının özlemini dile getirdiği kanısındaydı. " Ehli İ slam" Atatürk'ün Halife olmasını istiyordu. Rasih Efendi'yi bu durumu tebliğe memur et­ miştiler. Mustafa Kemal 'in cevabı tarihsel değer taşır: Konusu, anlamı olmayan efsaneli bir sıfatı takınmak gü­ lünç olmaz mı? (5). Cevap aynı zamanda bir siyasal ahlak dersidir. Türk sistemi ulusaldı. " Beynelmilelci " ve teokratik olmayacaktı. Egemenliğin millileştirilmesi J\tatürk' ün yanıtlarında toplanan fikirler, özellikle Anayasa Hukuku alanında, bazı gerçekleri dile getirecek değerdedir. Saltanatın ilgası (kaldırılması) hakimiyetin (egemenliğin) millet'e mal olması demektir. Osmanlı İm­ paratorluğu'nun her iki özelliği bakımından da bu böyle olmuştur. Millet taç giymiştir. Halifelik de (Hükümet an­ lamında alınarak) milletin temsilcisi olan TBMM'ye ve­ rilmiştir. Bu nakil operasyonu da milli bir ihtilal hareke­ tiyle yapılmıştır. Böylece hem hakimiyeti, hem de siyasal iktidar halk'a, millet'e mal edilmiş oluyordu. Hakimiyetin (ikti­ dar dahil) millileştirilmesiydi bu. . . Demokrasi budur. ( 5 ) Nutuk ( 1 927 baskısı), s. 6 1 1 -6 1 2.

1 18


O kadar ki, bağımsızlığın kayıtsız şartsız millete mal edilişiyle yetinilmemiş, onun kayıtlı ve şartlı bir şekilde kısmen ve geçici olarak kullanılması da (siyasi iktidar) milletin temsilcilerine emanet edilmiştir. Bu da, asıl anla­ mıyla temsili demokrasi sisteminin benimsenmesi demek­ tir. Ti?, yeni yapılan Teşkilatı Esasiye Kanunları ile de, ki­ şi hak ve hürriyetleri ön plana alınmıştır. Temsili demokrasinin bir şekli olan Meclis Hüküme­ ti sistemi (Konvansiyonel sistem), 1 92 1 Teşkilatı Esasiye Kanunu'nda yapılan değiştirmeyle önce Cumhuriyet reji­ mine vardırılmıştır (29 Ekim 1 923). Daha sonra yapılan 1 924 Teşkilatı Esasiye Kanunu, bazı özellikleriyle, teorik planda, Meclis Hükümeti sistemini devam ettirmiştir. 1 9 6 1 Anayasası bu sistemi, yeni bir ihtilal ortamı içinde, değişik şartlar açısından ele almıştır. Faşizm mi? Atatürkçülüğün kurduğu demokratik temsili rejimin karakteri, bizden fazla B atılıların inceleme merakını uyandırmıştır. Çoğumuz, dar hukuk formüllerinin sınırlı alanları içinde gezinirken bazı Batı hukukçuları, sorunu daha geniş bir açıdan ele alma olanağını bulmuşlardır. Ama, açı genişliği onları, her zaman gerçeğe ulaştırma­ mıştır. Durumun en canlı örneği, Paris Hukuk Fakültesi profesörlerinden Maurice Duverger'nin birkaç yıl içinde vardığı değer yargılarında görülür. Batı siyaset ilimcileri­ nin şampiyonalarından s ay ı l an Profesör D uverger, 1 19


CHP'nin tek parti devresini incelerken "Kemalist rejim faşist değilse de, hiçbir suretle demokratik de değildi " sonucuna varmıştı. Ve bu demokrasinin " halkçı" ya da "sosyal" olmadığını, fakat "ananevi" (geleneksel) siya­ sal demokrasi olduğunu da belirtmiştir (6). Profesör Duverger, bu fikrini daha sonra da koru­ muştur. Fakat, " Kemalist Türkiye"yi "çağdaş diktatör­ lükler" bahsinin " faşizm taslakları" ya da " Sözde fa­ şizmler" bölümünde incelemiştir. Profesöre göre, faşizm taklidi bir diktatörlük olan Kemalist rejim aynı zamanda Cumhuriyetçi bir diktatörlüktür, paternalist dediği dikta­ törlüklerden ayrılan bazı nitelikler taşır (7). Profesör Duverger'nin bu tanımlamaları kuşkusuz, Türkiye'yi tanımasından ve sorunlarımıza derinliğine ilgi duymasından daha çok, dünya olaylarına değişik bir açı­ dan bakmasına ve Türkleri sevmesine bağlı kalmıştır. Günümüzde ve son eserlerinde Maurice Duverger, Kemalizme çok değişik bir açıdan bakmaktadır. "Azge­ lişmiş memleketlerin siyasal rejimleri " açısından . . . Artık bir hukuk ve siyaset terimi olarak da incelenmesi gere­ ken ve birçok meselelerin köklerini aydınlatacak değer­ de olan "azgelişmişlik" terimi, Fransız dostumuza göre Kemal izmi açıklamak olanağını da vermektedir. Bu açı­ dan bakılınca, Duverger'ye göre, hem bir " ihtilalci dikta­ törlük" , hem de siyasal rejimlere kemalizm temel bir ör­ nek sayılacaktır. Meksika, Hi ndistan örnekleri arasında . . . ( 6 ) Mauricc Duvcrgcr: Les Partis politiqucs (Paris 1 95 1 ) . s . 308. 3 1 O. (7) Drnit Constitutionncl et lnstitutions Politiqucs ( Paris 1 955), s. 388. 390

1 20


Azgelişmiş memleketleri Doğu - Batı standartları arasın­ da incelemek zorunluluğu Profesör Duverger için de ken­ disini göstermiştir. Ve ancak bu metotla bazı gerçeklere varılabileceği de ortaya çıkmıştır (8). Fakat sorun da he­ nüz gelişme halindedir ve çözülmüş sayılamaz. Türk örneği Prof. Duverger'nin açıklaması ile Clemenceau'ların tezleri arasında yüzyı l l arla ölçülemeyecek kadar bir uzaklık var. Büyük bir iyi niyetin ifadesi olan açıklama­ lar acaba Türk gerçeğini ortaya koyuyor mu? Batılı yöntemlerin titizliğine rağmen, varılabilen so­ nuçlar ancak kısmen başarılıdırlar. Çünkü ve her şeyden önce Müdafaai Hukuk olayını ihmal etmişlerdir. Türkiye 'nin demokrasi deneyi, Batı - Doğu'nun ka­ ranlık vadisinden geçerek vardığı aşamalar yalnızca siya­ sal (sosyal olmayan) bir demokrasi denemesi sayılamaz. Hayır, sorun böylesine basit ve ilkel değildir. Türkiye 'nin, Bolşevik ve Emperyalist engeller dışı­ nda gerçekleştirdiği hamlelerin herhalde bir değeri ve an­ lamı vardır. Tarih içinde bir açıklamnması vardır. Ve bun­ lar, Kemaliz ' in ya da Atatürkçülüğün yapısına bağlı şey­ lerdir. Milli kurtuluş hareketiyle varılan amaç, Batılı sis­ temde bir demokrasiydi ama, mutlak surette sosyal nite( 8) De la Dictaturc (Paris 1 96 1 ), s. 1 24- 1 26 - Institutİ('n,; Politiqucs et Droit Coııstitutionııcl ( i'aris 1 962), s. 3 9 1 -392.

121


liklere de sahipti. Girişilen milli, kolektif hürriyet ya da bağımsızlık savaşı ile, Türklerin sırf siyasal değil, ekono­ mik ve sosyal bağımsızlığı da elde edilmek istenmiştir. TBMM'nin 1 92 1 Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun hazırlık çalışmaları sırasında yayınlanan "Halkçılık Beyanname­ si" aynı zamanda bir programdı. Beyanname "Türkiye Halkını emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zul­ münden " kurtarmak amacını ilan etmişti, 1 8 Kasım 1 920'de . . . Ama bunu ne Pavloviç'in ne de Radek'in teori­ lerine bağlamıştır. TBMM'nin "halkın öteden beri maruz bulunduğu sefalet sebeplerini yeni vesait ve teşkilatla kaldırarak yerine refah ve saadet ikame etmeyi başlıca hedef" sayması da bu açıdan görülmelidir (9). TBMM'ye Doğu'nun tutsağı olmak kararındaydı, ne de Batı' nın. Bütün eksiklerine rağmen Birinci Dönem meb'usları bu kararlarında kesindiler. Meclis bu kararda ittifak etmeyenleri kendinden saymamıştır. " Halk" , "içti­ mai tevaün'', "emperyalizm" , " kapitalizm" ve benzeri sözcükleri şu ya da bu blokun tekelinde olarak kabul et­ memiştir. Atatürk'ün özellikle gazetecilere vermiş oldu­ ğu demeçlerine bakınız, nefret ettiği ve savaştığı düş­ manların başında, kapitülasyonları görürsünüz. Kapitü­ lasyon, Lloyd George kafasının ekonomik "nüshası " idi. Devletçilik, 1 924 Teşkilatı Esasiye Kanunu' nun ide­ olojik unsurlarından biri olmuştur. l 96 l Anayasası 'nın temel saydığı " Sosyal Devlet" , " Sosyal Güvenlik" ve "Sosyal Adalet" ilkeleri de aynı ideolojik karakterin çağ­ daş uzantılarıdır. (9) T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, C.5 ( 1 942), s. 369-370).

1 22


"Şekerleme Kinin" -

Türkiye 'nin azgel i şmiş bir ülke oluşunu Mustafa Kemal hiçbir zaman saklamamıştır. Kalkınmak için de, azgelişmişlik koşullarını ve eğilimlerini okşamak, kış­ kırtmak ve bu yoldan oy avcılığına sapmak Türk Devrimi açısından, bir siyasal ahlaksızlık sayılmıştır. Halk refaha ulaştırılacaktı. Aldatılmayacaktı. Cumhuriyet rejimi iktidarını klasik anlamda dikta­ törlük saymak belki mümkündür. Ne var ki, yeni olayları eski kalıplar içine sıkıştırmak bizi mutlaka gerçeğe gö­ türmeyecektir. Atatürkçü iktidarın asıl niteliği toplumun hastalıkla­ rını tedavi edebilecek dozda "müessir" , (etkili) olabilme­ sidir. Azgelişmiş bir sosyal yapının direnme yuvalarını ortadan kaldırabilecek ve memleketi kalkındırabilecek kudrete sahip bir hükümet görüşünün kaynağı bu olayda saklıdır. Durumun canlı örneğini, 1 8 Mayıs 1 925 'te, Başvekil İsmet Paşa (İnönü), Samsun'da söylediği bir nutukla ver­ mişti: " . . . Milletin huzur ve barış içinde ilerlemelerine karşı şuursuz ve batılca inanışlarla ortaya çıkmış olan ir­ tica, Cumhuriyet evlatlarının azimleri karşısında basıl­ mış, ezilmiş ve kahredilmiştir. . . " Başvekil devam ediyordu: "Elbette ki sağlam bir vü­ cutta görülen bir humma nöbetinin ilacı şekerleme gibi olmaz. Belki kinin gjbi acı oluı: Sert ve tesirli olur. " (1 0). . .

( 1 0) İ kdam (26 Mayıs 1 925), s. 2.

1 23


Hükümet, Meclis'ti. Hükümet, devrimci davranışı ile sosyal hastalık mik­ roplarının Türkiye'nin siyasal hayatında birer kuvvet ol­ malarını asla kabul etmemiştir. İrtica hürriyeti diye bir şey olamazdı. A tatürkçülüğün karşısına hep bu çevre temsilcileri çıkmıştır. Ortaçağ kalıntılarının, Şark Kafa­ sı 'nın temsilcileri onlardı. Bu kuvvetlerle savaşmak ge­ rekmiştir. Devrimin doğal gelişim yolu üzerindeki bu en­ gelleri yıkmadan İ stiklal Savaşı bitmiş sayılamazdı.

1 24


XIII

Şark Kafası ile Savaş Tarih'e yanıt Atatürkçülük tarihsel bir oluşun, Türk milletinin için için başlayan gelişmesi boyunca, ideolojik ihtilaller ça­ ğında, varmış olduğu bir aşamanın fikir ve eylem progra­ mıdır, kısaca ideoloj isidir. Bir sentezdir. İmparatorluk çerçevesi içinde Islahat (Batılılaşma) hareketlerinin iki gerçekleştirici kuvveti vardır. Birisi, genellikle İmpara­ torluğu kendi çıkarına göre planlamak, İmparatorluğu bir "limited şirket" yapmak isteyen Batı. İkincisi, Batı bas­ kısı karşısında yukardan aşağı "bir şeyler" yapmak iste­ yen İlmiye'nin de desteklediği Saray. Osmanlılığın kade­ ri, dış ve iç iki unsurun yüzyıllarca süren diyaloğuna ta­ kılı kalmıştır. Türk Devrimi, bu iki unsurun dinmeyen çatışmaları karşısında, her ikisinin de hesaba katmadığı Türk halkı tarafından yapılmıştır. Türk halkı, bu bakımdan Üçüncü Kuvvet'tir. Devrim de bir sentezdir. Atatürkçülük bu olu­ şun felsefesidir dediğimiz zaman bu sentezci gelişmenin doktrinal yönünü belirtmek istemiştik. Atatürk, devrimci ekibin lideridir. Türk Devrimi, tarihin bir tehdidini (challenge) karşı­ lamıştır. Tarihsel bir akıma uymuş, bir "zarurete" cevap vermiştir. Bu bakımdan "hayati"dir. Türkler için tek kur­ tuluş yolu olmuştur. O ' nun yanında, üstünde başka bir

1 25


yol olmadığı, devrimin mutlaka yapılması gerektiği bir gerçek olarak ortaya çıkar. Bu tezi doğrulamak için, 1 9 1 8 'lerde, devrimcilerin yanıtlamakla zorunlu bulundukları, iç ve dış iddiaları gözden geçirmek yeter: Türkler uygar değildir. "Batı me­ deniyeti" ailesinde yerleri yoktur. Batı uygarlığı Hıristi­ yanlığın ve Batılıların eseridir. Halk'a bağımsızlık değil, çoban (Padişah - Halife) gerek. Ulusal Devlet amaç de­ ğil araç olmalıdır. Osmanlılık, sosyal ve siyasal organi­ zasyon olarak devam etmelidir. Atatürkçülük bunların tümüne "hayır" demekten doğmuştur. Bu kadarla yetinmemiştir. Bu iddiaların hepsi de silahlı idiler, baskıcı idiler. Bu iddiaların emrindeki askerlerle ve kuvvetlerle savaşmak gerekmiştir. Müdafaai Hukukun geniş anlamı ve karakteri böylece ortaya çıkar. Batı'nın, Doğu'nun ve iç engellerin (Emperyalist, Komü­ nist, Şarklı muhafazakar engellerin) ateşleri arasından geçerek, öz yolunu bulabilmek ideolojik bir istiklal ol­ muştur ( 1 ). Sadece askeri bir zafer değil... Bitmeyen savaş Bu savaşın ilgi çekici yönleri vardır. türk oluşuna karşıt iddialarda iç ve dış çevrelerin pekala anlaştıkları görülmüştür. Örneğin, Batı medeniyetinin bize yabancı olduğu tezi, Türk muhafazakarlarının Batılılarla ortak ol­ dukları bir iddiadır. ( 1 ) Tarık Z. Tunaya: İdeolojik İstiklal (Atatürkçülük Nedir9 kitabı için­ de, s. 2 1 2-220. Varlık Yayınları İstanbul 1 963).

1 26


Türk devrimi, ulusal haklarını savunma amacı ile seferber olmuş Türk halkının eseridir. Halk unsurunu ilk olarak, devlet kurma yolunda, yirminci yüzyıl gerçekleri içinde, tarih sahnesine çıkarmış olan hareket, Atatürk'ün liderliğindeki Türk Devrimi 'dir. Devrimin ihtilalci niteliğine eklenecek bir özellik daha var: Türk halkının zamanlardır biriken enerjisi, saf­ ha safha toplanmış, ustaca bir yöneltmeyle, İmparatorlu­ ğun devam amacı yerine, yeni bir organizmanın, yeni bir devletin kuruluşunu gerçekleştirmiştir. Eski, battal ve statik bir kadro, Osmanlılık kadrosunu parçalamıştır. Ölü bir organizmayı diriltme ilkesi bir yana bırakılmıştır. Ye­ ni bir hareketin ancak yeni bir kadro içinde gerçekleşebi­ leceği noktasından hareket edilmiştir. Eski bir vücutta yeni bir hayat, Türk Devrimi 'ne yabancı bir görüştür. Bir bakıma, Türk Devrimi ve onun dili olan Atatürk­ çülük geçmişin özlemlerini, bugün tutumunu ve gelece­ ğin güvencesini özünde toplamıştır. insanların Atatürk'e ve eserine bağlanmaları, O'ndan umut ve güneş bekle­ melerinin kaynağı buradadır. Ne var ki, devrimin tarih içinde bu kadar geniş bir mesafeyi kaplamasına karşılık, O'na muhalefet de mazi­ nin b irikintileriyle kabarmıştır. Patrona'l ardan, 3 1 M art'lardan Askeri Hoca'lara, Nurcu'lara, Ticani'lere ve Nakşibendi'lere kadar, çeşitli istek ve renklerle kabarık­ tır. Türkiye 'de İleri-Geri savaşı bu bakımdan fevkalade çetin olarak, bugün de devam edegelmektedir. Devrimci­ liğe aleyhtar olanların "27 senelik istibdattan" yana ya­ kıla, her fırsatta söz etmeleri bu nedenledir. '

127


Tarihin bir devresinde, Türkler mahkum edilmişler­ di. Mahvolma ya da kurtulma savaşına giriştiler. Bunu, Islahatçıların akıllarına bile getirmedikleri yeni ve üçün­ cü bir kuvvet, Türk halkı ya da milleti başardı. Şimdi so­ ralım: Bu hareketi Osmanlı İmparatorluğu'nun gerileme olayları zincirlerine eklemek, yıkılma devri safhaların­ dan biri saymak doğru mudur? Sorunun cevabı: "Hakiki mürşit" olan ilmin ışığı altında, " hayır" . Atatürk: Birleştirici insan Gazi Mustafa Kemal'i " Osmanlı Paşası" olarak ta­ nımlayanlar var. Yanılıyorlar. Hiçbir Osmanlı Paşası, O'nun sentezci sezişine, halkçı zihniyetine ve devrimci niteliklerine sahip olamamıştır. O'nun ilk niteliği birleşti­ rici, sentezci gücüdür. Rauf B ey (Orbay) ve Ali Fuat Cebesoy'un, Ata­ türk' ün silah arkadaşları ve sonra muhalifleri olarak, bu satırların yazarına, söyledikleri şu sözler ilginçtir: " Önemli yerlerdeydik. B izsiz belki bu hareketi başara­ mazdı. Ama O olmasaydı, biz birbirimize düşerdik. Tava­ ifi Müh1k olurdu." Mareşal Çakmak' ın Çoban Ateşle­ ri'ni hatırlıyor musunuz? Atatürk'ün birleştirici kudreti özellikle şu alanlarda görünür: Dış tehlike karşısında: Siyasal plandaki birleştirici­ liktir bu . . . Ve Müdafaai Hukuk hareketi içinde gerçekle­ şir. Kendi yaratmadığı bir akım içinde, bu akıma uymak, dağınık, parça parça enerj ilerin temsilcisi dernek ve kongrelerden bir Sivas Kongresi yaratmak, bu örgütlen­ meyi bir Kurucu Meclis olan TBMM'ye dönüştürmek. 1 28


Zor, çetin iş . . . Atatürkçü ekip, tarihin bir akımını tersine döndürmeye çalışmamıştır, varacağı amaca yönelterek onu milli bir kuvvet yapmıştır. 2. İç yapıda: Türk toplumunu, Osmanlılık kadrosun­ dan ve dağılış tehlikelerinden kurtarmak çabasıdır bu . . . Kürtlük, Lazlık, Çerkezlik v s . gibi ayrılıkların Misakı M illici bir sentez içinde sadece bir araya, yan yana geti­ rilmesini değil, kaynaştırılmasını ifade eder. Bu etnik bir­ leştiricilik yanında sosyal birliğe varma çabasını da görü­ rüz. Geri kalmış bir toplum içindeki sosyal, ekonomik, siyasal kümelenişleri, dağılışları, ikileşmeleri ülke planı üzerinde kaynaştırmak isteği O'na her zaman hakim ol­ muştur. " İmtiyazsız, sınıfsız . . . " bir toplum formülü bu isteğinin ifadesidir. Mezhepçi ayrılıkları da bunlara ekle­ yınız. Siyasal ayrılıklara gelince, iç çekişmelerden, "fırka­ cılıktan" bıkmış bir kitlenin derdiydi. M üdafaai Hukukçu birleşmenin iç yönü bu ayrılıkların üstüne çıkmak olmuş­ tur. Yine bu birleştirme işleminde "azınlıklar" sorununa bir çözüm getirilmek istenmiştir. Atatürkçülüğün, top­ lumsal, etnik ve siyasal planlardaki kaynaştırıcı yönü böylece ortaya çıkar. Türk Milleti, bu kaynaşma temeline dayanır. 3 . Tarihsel oluş içinde: Atatürkçüler, bu noktada is­ teklerini, özlemlerini dile getiremeyen isimsiz kitlelerle rastlaşmışlardır. Büyijk adamların hemen tümü, kendile­ rinden önceki kuşaklara, içinde yaşadıkları manevi ve fikri çevrelerine çok şey borçludurlar, tezinde isabet var. 1 29


Bu bakımdan, O' nun tarihimizdeki yeri ileri ile geri, es­ ki ile yeni arasındadır. O Şark'la Garp (Batı-Doğu) ara­ sındaki köprüdür- Yenilik, kesin li k kazanarak, Islahatçı komplekslerden arınmış olarak O 'nun kanalından geçer. Bu geçişte de O'nun tarihsel, doğal etkenlerle insan akıl ve iradesini kaynaştırdığını görürüz. Gerçekçilik Atatürkçülüğün değişmez n iteliği gerçekçiliğidir. Devrimci ekibin lideri Atatürk, en bunalımlı dönemlerde bile, titiz bir ressam fırçasına sahiptir: " 1 9 1 9 Mayısı'nın 1 9 . gününde Samsun ' a çıktım. Vaziyet ve manzarai umu­ miye . . . " Büyük Nutkun ilk satırları. Sanki Jean Jacques Rousseau, Sosyal Mukavele'de konuşmaktadır: "İnsan hür doğmuştur, fakat her tarafta zincirlerle bağlıdır. . ." Türkler de hür doğmuştu. Ama 1 9 1 8 'de prangaya vurulmak isteniyordu. Aynı şekilde, Atatürk, 1 Mart l 922'de, Meclis'te Tür­ kiye 'nin ekonomik yapısının gelişmemişliğini, "iktisadi sefaletini" saklamak gereğini duymamıştır. O, tarihsel iş­ levine uygun olarak, yüzyılların çığlaşan ilgisizliklerinden söz eder: " . . . B u noktada bilhassa zirai mahsullerimizi, yabancı mahsullere karşı korumaya engel olmakla milleti­ mizi bugünkü iktisadi sefalete mahkum eden mülga kapi­ tülasyonların fecaatini hatırlamadan geçemem . . . " ( 1 ). Ve devam eder: " . .. Efendiler! B ize karşı yapılan rekabet ha( 1 ) Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt 1 ,

1 30

s.

2 1 9-220.


kikaten gaynmeşru, hakikaten çok kahir idi. Rakipleri­ miz bu suretle gelişmeye müsait sanayiimizi de mahvetti­ l er. Ziraatimizi rahneder eylediler. İktisadi ve mali geliş­ memizin ve ilerlememizin önüne geçtiler. . . " (2). Teşhis gerçeğe dayandığı kadar, tedavi de öyledir: "Arkadaşlar! Bundan sonra pek mühim zaferlere kavuşa­ cağız. Fakat bu zaferler süngü zaferleri değil, iktisat ve ilim zaferleri olacaktır ( 3 ) " . Bu sözlerin tarihi 1 923 'tür. Atatürk gerçeğinde iki özellik var: Birisi, kendini ve halkı aldatmama ilkesi. "Muzaffer bir Başkumandan" , halkın gönlünde taht kurmuş bir kurtarıcı da olsanız, se­ faleti güll ük gülistanlık göstermeye çalışmayacaksınız. İkinci özelliğe gelince, bu sözler, siyasal planda kazanı­ lan zaferin ekonomik planda yitirileceğine dair yabancı görüşlerine verilmiş cevaptır. Lozan Konferansı görüşmeleri sonuçlandıktan sonra İngiliz "New Conventional " gazetesinde çıkan bir yazıda şöyle deniyordu: " Gerçekten Türkiye, teorik bakımdan bağımsız bir hükümet oldu. Lakin bu ticaret ve san'atta kabiliyetsiz ve sermayeden yoksun olan ahaliyi bilenler­ ce malumdur ki: Bu bağımsızlığın ömrü pek kısa olacak ve eski vaziyeti bir başkası üzerine alacaktır. (4) Atatürk bir filozof deği ldir. Bir eylem adamıdır. Hem de tarihin ve tarihimizin kaydettiği en ileri, en atıl­ gan eylem adamlarından biri . . . Ama, o kendini harekete getiren ideolojiyi pekala bilmektedir. Ve bu yoldan, Türk hareketini dünya akımları na bağlamı ştır. Tezi ş u d u r : Dünyanın belli başlı milletierini esirlikten kurtaran iikir 12. 3 )

Aıaıürk'ün Söylev ve Demeçleri. C ı l t L

(4) Tarihten Scskr. No:

8-'J. Ağustos 1 948.

s.

s. 2 1 9-220. X,

131


akımları, çürümüş idare usullerini yıkmıştır. Bu, milli ha­ kimiyet akımıdır. Doğurduğu ihtilaller Avusturya, Al­ manya, Rusya ve Çin imparatorluklarını yıkmıştır. Bu akıma Türk hareketi bağlanır: "İşte Efendiler! Ye­ ni Türkiye Devleti, cihana hakim o büyük ve kaadir (kud­ retli) fikrin Türkiye'de tecellisidir (somutlaşmasıdır.)" (5) Türk Devriminin dayandığı kafa da, temsil ettiği zih­ niyet de çağın kafası, Batılı zihniyet olmalıydı. Ve ancak bu zihniyet, çağdaş ve refahlı, "mesut, muvaffa k, muzaf­ fer " bir Türkiye'yi kurabilirdi. Atatürk, refah ve özgür­ lük unsurlarını yeni bir devletin yapısal harcı saymıştır. Henüz Mudanya Konferansı sonuçlanmamıştı ki, o, Mec­ lis 'te gelecek hakkındaki yansımasını açıklamıştır. "Önü­ müze dikilen bütün enge l leri birer birer yıkıp aştıktan sonra, bugün artık Misakı Milli'nin çizdiği hudutlar da­ hilinde müreffeh ve hür yaşamak için en lazımsa hepsini istihsal edeceğiz." (6) Neydi bu engeller? ihtilal ahlakı Atatürkçü bir Adalet Bakanına göre, " İhtilal, maz­ lum insanlığı, efendiliğe, insanca yaşamak hakkına ulaş­ tıran fikir akımları " idi. Devrimci, Atatürkçü ekibin fikir bütünlüğüne ve be­ raberliğine uyan bu tanımlayış, ihtilal ahlakına, devrim "etik" ine verdiği önem bakımından bugün de canlıdır. Türklere ihtilal hakkı, meşru müda faa hakkı veren ahliik ilkelerini devrim belgelerinde okuruz. ( 5 ) Aynı eser, s. 309. ( 6 ) 1 0 Ekim 1 922 tarihli gazetelere bakılmalıdır.

1 32


Mondrosçu zulümler, vaatlerin tutulmaması, adaletli barışa yanaşmamak, bir milletin tarihi i l e alay etmek, mill i namusu yaralamak, milli haysiyet ve izzetinefse sal­ dırmak, milletin kuvvetini küçümsemek, bu kuvveti batıl baskısı altında tutmak, bu alanda suç ortaklığı eylemleri­ ne girişmek, Kanunu Esasi 'yi (Anayasayı) çiğnemek . . . Öyleyse . . . Bir milletin namusu v e haysiyeti i l e alay edenlere karşı yapılacak tek hareket, mil letin, bütün varlığı ile (bütün mevcudiyeti milliyesi ile) karşı koymasıdır. O za­ man ihtilal bir hıik olur. İhtilal artık eski olanı, çürümüş ve asalak olanı, ahlaksız olanı yıkacaktır. Bunu kendi ah­ lakı, kendi " kafası" ve ideolojisi adına yapacaktır. Atatürk, l 920'de TBMM'nin kuruluşu anında da be­ l irttiği gibi ihtilal, yıktığı sistem in kanunlarının vizesine bağlı kalamazdı. Türk Devrimi 1 293 ( 1 876) Kanunu Esa­ si 'ye göre yapılamazdı. Fakat, ihtilalin bütün bir ahlakı, bir zihniyeti vardı. Meşruluğunu ona dayamalıydı. Etiksiz bir ihtilal olamazdı. Hürriyet ve istiklali şeref, namus ve haysiyet mesele­ si sayan odur. ·

Şark kafas• ile savaş Türk devriminin karşısında bulduğu asıl düşman, dışta değildi. İ çerdeydi. Batı İ şgal Kuvvetlerinin de des­ tekledikleri Şark Kafası idi. Bu kafanın temsilcileri olan çevreler toplum düzeninin durgunluğunda kararlı idiler. Batılı olmak, ahlaksızlıktı. Sarhoşluğun artmasıydı . Florya'da kadınların denize girmesiydi. Fahişelerin çoğalmasıydı. Türk tutucularını, B atı tutucularından ayıran fark ·

1 33


çok açıktır. Bizdekiler, Türk toplumunu tartışılmaz, tabu halindeki alışkanlıkların baskısından kurtarmak isteme­ mişlerdir. Ve bu girişimleri hiç de hoşgörülükle karşıla­ mamışlardır. Reform küfürdü. Osmanlı toplumunu her türl ü canlılık ve yenilik duygusunun ölü olduğu bir top­ lum cesedine dönüştürmek istemişlerdir. Yeni bir Türki­ ye ' ıı in de, Osmanlı lığın uzantısı olarak, böyle olmasını düşlüyorlardı. İ stiklal Savaşı yıllarında iç isyanlar bo­ yunc:ı kaldırılan kazanlar hep bu ateşle kaynatılmıştır. Türk tutucuları, doğa dışı bir düşüncenin ve kuvvet­ lerin yeryüzünde icracıları saymışlardır kendilerini . . . Bu amaç la toplum üzerinde vesayet kurmak istemişlerdir. İnsanlara, alın yazılarını akıl ve iradelerinin aydınlığında çizmek hakkını tanımıyorlardı. Ahlakın yükselişini, re­ fahı ve iyiliği, hürriyetsiz bir iklimin koşullarına bağlı­ yorLrdı. Toplumun "mürşitleri " bilim değildi, kendile­ riydi . Yeni kurulmuş b ir devlette rolleri bu olmalıydı . Askeri I;Ioca, TBMM'nin şeriata uymayan kanunlarına boyun eğmemeyi vaaz ediyordu. (7) Ama b u Ortaçağın nakilci, sürü kafasıydı. Skolas­ tikti "Aristo devrinden beri bir arpa boyu ilerleyebilme­ miş ., düşünüş biçimi işte buydu: Şark kafası. Bu çevre azgelişmiş bir yapının temsilcisidir. Ceha­ letin kuvvetidir. İnsanları "tebaai şahanelik"ten vatan­ daşlığa, özgürlük içinde kalkınmaya götürmek istemeyen bir kuvvet. . . İnsanların uyuşuk ve sefil kalmalarında çı­ kar gören bir kuvvet. Atatürkçüler, Çağdaş Kafa 'nın taşıyıcıları o larak, hep bu çevreyle savaşmışlardır. Ve savaşmaktadırlar. Ve de savaşmak zorundadırlar. ( 7 ) İsliimcılık Cereyanı adlı kitabımız s. 1 67. 285.

1 34


xıv

Uygarlık Güneşi İki kere sekiz Atatürk, devrimciliğini şöyle anlatmıştır: Uysal bir halk kitlesi, Doğu (Asiyai) geleneklerine bağlı kalmışsa, yanlış ve köstekleyici alışkanlıklar sonunda birtakım kuvvetlerin tekelci vesayeti altına sürüklenebiliyorsa . . . B u kitle adına, milli iradeyi temsil eden aydınlar harekete geçerler. Kitleyi çağdaş bir düzene kavuşturmak için, ge­ ri düzenle, batıl itikatlarla, hurafelerle savaşırlar. Devrim yaparlar. Geri düzeni değiştirirler. Bunun için plebisite başvurulmaz. Türk Devrimi 'nin başlangıç noktası bu olmuştur. 1 934 'te ileri sürdüğü bu tezi, Atatürk şöyle tamam­ layacaktır: Aydınlar "yaptığımız ve yapacağımız kanun­ larla inkıliiplarımızı kökleştirecek" ve "muasır medeni­ yet seviyesine" ulaştıracaklardır. . . Bugün iki kere sekiz on altıdır. Bunu on kişi böyle dese ve yüz kişi de on diye ısrar etse yüz kişinin dediğini mi kabul edeceğiz? . . Biz artık Garplıyız, eski dünyaya hakim eski medeniyetimiz­ le sadece övünerek değil, bütün zincirleri kırarak, son asır medeniyetinin gittiği yollardan yürüyerek, bu seviye­ nin de üstüne çıkacağız" ( 1 ) Bu sözler, Tanzimat zihniyetinden, M eşrutiyet' in .

( 1 ) Bu konu ile ilgili olarak şu kitabımıza bkz: Türkiye'nin Siyasi Haya­ tında Batılılaşma Hareketleri, s. 1 l ! .

1 35


Osmanlıcı reformculuğundan kesinlikle ayrı, yepyeni bir devrimciliğin dayandığı ana hattı gösterir. Niçin medeni­ yetçilik? Niye Batılılaşmak? B u soruların cevaplarını Atatürk'ün sözü edilen tezinden hareket edilerek vermek gerekir. Atatürk, devrim hareketinin eksenindedir. Sosyal devlet Dikkat ediniz, Atatürk' ün savaş hedefi seçtiği "Ge­ ri " ya da "Şark" Kafası, Türkiye 'nin sosyal ve ekono­ mik yapısındaki geri kalmışlığın ve gelişmemişliğin so­ nucudur. Hurafeler, "Asiya'i itikatlar" .. hep uyuşuk, hare­ ketsiz, sömürülmüş, statik bir sosyal yapının tezahürleri­ dir. Azgelişmişlik denilen bir hastalığın " arazı"dır. Türk Devrimi 'nin sırf askeri bir hareket olmayışı, toplum düzeninde köklü değişimlerin ve kaynaşma zaru­ retinin baskısı altında " sosyal" bir karaktere de sahip ol­ masından doğmuştur. 1 96 1 Anayasası 'nın, garip bir zih­ niyetle tenkit editmiş olan "sosyal adalet" ve " sosyal devlet" unsurları, Türk ihtilalinin temel ilkelerine ve 1 920 ruhuna, Müdafaai Hukuk ruhuna, hiçbir suretle ay­ kırı değildirler. Şu halde, Atatürkçülük, esası bakımından, sadece si­ yasal, sadece askeri bir akım değildir. Tük Devrimi bi­ çimsel bir hareket değildir. Devrimin bu kişiliğini "medeniyetçiliğinde " açıkça görürüz. Bizzat Atatürk hemen her sözünde medeniyet terimini i leri bir Türkiye düşüncesine bağlamıştır: "Yur­ dun birliğini, hürriyetini ve bağımsızlığını sağlayan mil-

1 36


!etimizi Cumhuriyet idaresine kavuşturan inkılabımız; ik­ tisadi refah ve saadetimizi, medeniyet dünyasında layık olduğumuz mevkii de sağlayacaktır" (2). Görülüyor ki, Atatürkçülük, Cumhuriyet rej im ini "ekonomik refah ve saadeti" sağlayacak bir vasıta olarak kabul etmiştir. Türk Devrimi 'nin sosyal karakterini be­ l irtmek, O ' nun gerçek yüzünü gösterir ve bu gibi terim­ lerin belli bir çevrenin tekelinde bulunmadığını, bir kere daha, ortaya çıkarır. "Benim için bir taraflık vardır; bir tarafım. O da Cumhuriyet taraftarlığı fikri, içtimai inkı­ lap taraftarlığı. . ." diyen Atatürk, lideri ve kurucusu bu­ lunduğu siyasal örgütün de bu esaslardan uzaklaşmama­ sını her halde istemiştir. (3). Uygarlık güneşi Atatürk'ün bütün söylev ve demeçlerini karıştırınız, en fazla kullandığı sözcüklerden birinin belki de birinci­ sinin "medeniyet" (uygarlık) olduğunu görürsünüz. Türk Devrimi'nin sözlüğünde, "medeniyet" kelimesi baş yeri tutar. Uygarlık Türk toplumunun sosyal ve demokratik nitelğini belirlemek için kullanılmıştır. Türk halkının öz­ gürlükçü bir düzen içinde kalkınmasını, bugünün açısın­ dan bakarak söyleyelim, gelişmemiş geri kalmış bir ülke olmaktan kurtulması anlamına gelir. Medenilik tezini, Atatürk, hayatı boyunca, her fırsat(2, 3) Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin Sonbahar Seyahatleri ( 1 34 1 ), s . 69, 73.

1 37


ta yeni unsurlar ekleyerek, adım adım, yıkıcı ve yapıcı bir devrim ilkesi haline getirmiştir. O 'nu dinleyiniz: " Medeniyet yolu insanlık yoludur. . . Medeniyetin icaplarını yerine getirmek insan olmanın şartıdır. . . En doğru, en hakiki tarikat medeniyet tarikatıdır... Medeni­ yet yolu, şüphesiz, uzun ve yorucudur. . . Medeniyetin kar­ şısına ortaçağ kafası ile çıkılmaz . . . Medeniyet -karşısında direnilemez. O kendisine uymayanları kendisine lakayt olanları mahveder, yakar. . . B u genel ilkelerden devrim kurall arı çıkaran da O'dur yine: " Her noktai nazardan medeni olmalıyız. Acılarımı­ zın sebebi dünya gidişine yabancı kalışımızdır. Fikrimiz, zihniyetimiz bakımından, tepeden tırnağa kadar medeni olmalıyız . . . Milleti en kısa yoldan medeniyetin nimetleri­ ne kavuşturmaya çalışacağız . . . Buna mecburuz. . . İnkıla­ bımızın ana prensibi, 'umdei asliyesi ' budur. . . Biz cihan ailesi içinde medeniyiz. . . Medeniyetten kuvvet alıyoruz, başka bir şey tanımayız . . . Medeniyet güneşinin harareti bizi yakmıştır, meyvaları bereketle fışkıracaktır. . . Ve bir Dumlupınar Zaferi yıldönümünde, Zafer Te­ pe 'den bütün dünyaya şu gerçeği ilan etmiştir: " . . . Medeniyet Cumhuriyeti yükseltecektir. . . Türk İn­ kılabı medeniyet dünyasında !ayık olduğumuz mevkii te­ min edecektir." Her şey, her çeşit ilerleme ve kalkınma uygar olmaya bağlıydı. Uygarlık, sosyal ve ekonomik planda çok geniş bir anlam ifade etmiştir. Medeniyet bir temeldi. Medeni olmadan, siyasal alanda kurulacak sistemler köksüz kalır. "

"

138


Atatürk' ün b u tezini örneklendirmek daima mümkündür. Örneğin, Atatürk çok partili rejime geçişi, CHP'den baş­ ka partilerin kurulmasını bile, medenilik tezine bağlamış­ tır. Şöyle ki: Belli ve hiç kuşkusuz yorucu ve uzun olan bir yolun yolcuları başından sonuna değin aynı kanıda ol­ mayabi lirler. Düşünceler ve önlemler arasında fark ola­ caktır. Fakat genel bir hedef vardır ve hiçbir zaman göz­ ler bu hedeften ayrılmamalıdır. Henüz düşüncelerimizi şekillendirecek kadar yol yürümedik. Görüşler kesinlik kazanmalıdır. "Ondan evvel tefrika (ayrılık) fikri alelade fırkacı lıktır ki, memleket ve milletin huzur ve emniyet şartları henüz böyle bir tefrikaya yol açmaya müsait de­ ğildir, efendiler .. (4) Şu halde ana dava medeni bir dü­ zeye varmaktır. Ama hangi medeniyet? Tabii Batı uygar­ lığı. "

Niçin Batı? Atatürkçülük Batı uygarlığını çeşitli nedenlerle be­ nimsemiştir. l - Hiçbir uygarlık, tek bir dinin, bir milletin eseri değildir. Medeniyet, milletlerarası bir çabanın ürünüdüı: Bir ülkenin sınırlarını taşar. İnsanlığın ortak malı olmalı­ dır. Türk Devrimi sözlüğünde Batı uygarlığı çeşitli terim­ lerle ifade edilmiştir: "Muasır medeniyet" , " Garplı lık", "medeni milletler ailesi', " müşterek medeniyet" gibi ... 2 - Batı uygarlığı hakim uygarlıktır. Tek "medeniyet(4) Aynı

eser. s .

93.

1 39


tir" . Onunla yarışacak, ondan daha güçlü, ona karşı ko­ yacak, ona eş bir başka uygarlık yoktur. En kuvvetli ol­ duğuna ve önüne geçilemiyeceğine göre ona katılmak hayati bir zorunluluktur. Bir varoluş, bir kalkınma dava­ sıdır. Doğu'dan Batı'ya yöneliş tarihsel bir kanundur. 3 - Şu halde, Türk Devriminin kesin kararı: Batı aile­ si arasına girilecektir. Başka bir seçim olanağı yoktur. Devrimciler, turistlere hediyelik eşya satan bir mağaza­ dan hatıralık alır gibi, uygarlık beğenmemişlerdir. Zaten başkası yoktur ki . . . Karar, Tanzimatçı ve Meşrutiyetçi te­ reddütlerden arınmıştır, kesindir: Batılı olacağız. 4- Devrimci karar kesin olmakla beraber, Batı hay­ ranlığı gibi fantazi ve duygusal bir beğenişin de sonucu değildir. Sorun, yirminci yüzyıl gibi bir teknoloj i çağın­ da, Türk insanını da Batılı insan ve vatandaş gibi, onuru­ nu ve benliğini, özgürlük ortamı içinde geliştirme olana­ ğı veren bir düzene ulaştırmaktır. Batılı insanın son yüz­ yılların üretim ve organizasyon yöntemlerindeki devrim­ ler sonucu elde ettiği olanaklara, Türklerin de kavuşması i steğidir. 5- Türkler Batı uygarlığı ailesi içine girebilirler, çün­ kü eski, İslam öncesine uzanan bir medeniliğe sahiptirler. Uygarlık Türklere yabancı değildir. Aksine, Türkler, "or­ tak uygarlığa" kendi yardımlarını getireceklerdir. 6- Tutucu düşüncenin tamamıyla karşısında bir fikir­ le, Türkler Batı uygarlığı içinde, benliklerini yitirmiye­ ceklerdir. Bu karşılaşmadan "Unutulmuş eski ve medeni hasletleriyle" mes'ut bir sentez, tarihsel ve doğal bir ka­ nun olarak, gerçekleşecektir. Sonuç: Batı uygarlığına giriş bir yaşama ilkesidir. 1 40


Batı'ya rağmen Batılılık Devrimciler, bu gerekçe ile hakim Batı uygarlığı topluluğuna katılma çabasına girişmişlerdir. Romantik bir Batı hayranlığı giriş hamlesinin dinamiği olmamıştır. Ve Batı'ya rağmen, Batı kamuoyunun ve ordularının sal­ dırılarına rağmen, B atılılarla savaşarak, bir uygar atılım gücüyle, Batılılaşma yoluna girmişlerdir. Lloyd Geor­ ge'ların, Clemenceau'ların şaşkınlıkları arasından ve on­ ların planlarını altüst ederek. . . Türk Devrimi, b u bakımdan, bir hukuk düzeninden elde edilecek bütün kuvvete dayanmak istemiştir. Kanun koyucunun topluma etkisinden azami derecede faydalan­ mak yönüne gitmiştir. Atatürk, devrimci lider niteliği ile, bu tezi Ankara Hukuk Mektebi'ni açış söylevinde (5 Kasım 1 925), daha da olgunlaştırarak ilan etmiştir: "Cumhuriyet Türkiye­ si 'nde, eski hukuk yerine, yeni hayat kaidelerinin ve yeni hayatın kaim olmuş bulunması bugün gayrı kabili tered­ düt bir emrivakidir. Büsbütün yeni kanunlar vücude geti­ rerek, eski hukuk esaslarını temelinden yıkmak teşebbü­ sündeyiz." Devrimci hukuk düzen inde bu tezin gerçekleştiği çe­ şitli kanunları n gerekçelerinde görülür. Şapka Kanunu gerekçesinde "medeni milletler ailesi i ç i ne girmeye az­ metmiş" Türkiye'den söz edil i r. Tekke, Zaviye ve Türbe­ lerin Kapanması Kanunu'nun gerekçesinde: " . . . Munta­ zam ve müstakar, yeni ve asri bir devlet esaslarını vaze­ den" Türkiye söz konusudur. 141


Yıkılacak olanlar Kalkındırılacak, medeni bir düzeye kavuşturul acak bir toplum , harabelerle kurulamazdı. Yeni bir düzen kur­ mak, geri bir düzeni yıkmak demektir. Devrimin gerçek­ leşme koşulları bağımsız, milli, demokratik ve sosyal bir devlet kadrosu içinde, bu idealle bağdaşmayan zihniyeti ve müesseseleri yıkmakla, bunları destekleyen veya bun­ l arı ayakta tutan, sosyal ve siyasal hayatta tesir sağlamala­ rını isteyen kuvvetleri ortadan kaldırmakla mümkündür. 1 - Devrimin ana fikrini kabul etmeyenlerle savaşıl a­ caktır. Bu zorunl u gidişi baltalamak isteyenl ere karşı korkmadan yiğitçe karşı koymak gerekir. 2- M i ll i hayatla bağdaşamayan m üesseler ki, tama­ men l üzumsuzdurlar, kaldırılacaktır. 3- Devrim safbalarını durdurmak ve enge ll emek is­ teyen bütün engel ler yerle bir (tarumar) edilecektir. Türk Devrimi 'ni baltalamak isteyen Şark Kafası, ir­ tica (gerilik) kafasının doğurduğu hurafeler ve batıl iti­ katlar bu kategorilerin tümüne girer. Bunlar mazinin mü­ tereddit ve çürümüş (eşhas ve müessesatı zaile) zihniyeti­ dir. Atatürk, 1 924 'te, bu zihniyetin öldüğünü, Kayseri ge­ zisi sırasında i lan etmi �tir. Önem l i olan, gel i şmemiş bir ülke içinde, sosyal ve ekonomik yapının doğal üretimi olarak geriliğin baskı sını yıkmaktır. Azgelişmişlik koşul­ larını kı şkırtarak, i lkel duyguları okşayarak sosyal ve si­ yasal hayat içinde geri letici rol oynayan, kitlenin cehale­ ti nden ve uyuşuk l uğundan çı karlanan kuvvetlerin etkile­ rini ortadan kaldırmaktır. 142


Yaşam ilkesi Türk Devrimi, bir yaşama ilkesi olunca, ona karşıt kuvvetlerin etkilerini sıfıra indirmek de hayati bir zaruret sayılacaktır. Atatürk'ün siyasal iktidarını ve kuvvetini. diktatör­ lük olarak değil. g·::: r i müesseleri yıkma ve medeni bir dü­ zeye çıkma vasıta:>ı chrak kabul etmek gerekir. O, uygar değerleri ortadan kaldırma çabasının aleti o lmamıştır. Atatürkçülük uygarca bir düzeyde, yirminci yüzy ı l ın şartlan içinde kurulacak, demokratik bir sisteme ulaşma­ yı amaç edinmiş bir akınıdır. Ama O, her şeyden önce, ortaçağ kalıntısı kuvvetlerin uygar bir toplumu her fırsat­ ta baltalayacaklarına olan inançtan hareket etmiştir. Bu kalıntılarla, onların siyasal hayatta birer kuvvet olmala­ rıyla kurulabilecek bir rej imin ne derece demokratik ola­ bileceğini araştırmak demokrasi ile ilgisi bile olamayaca­ ğını belirtmek de, bugün bize düşen görevdir. Tük halkını, ulusal birikimiyle, i l k kez kitle olarak devlet hayatına iştirak ettirme akımı olan Atatürkçülüğün yaptığı devrim hareketleriyle halka karşıt olduğu ileri sü­ rülmüştür. Hayır. Ortaçağ kalıntısı feodal çevreler, halk üzerin­ de vesayet kurarlar ve bu durumlarını doğa üstü kaynak� lara dayanarak meşrulaştırma yoluna girerlerse . . . Bu tez karşısına Türk devrimcisi olarak çıkmak ve bu zihniyetle savaşmak en azından_ bir vatandaşlık ve insanlık görevi­ dir. Kaldı ki tarih hangi tarafın haklı olduğunu ispat et­ miştir. 143


B üyük Aristo, Devlet l 48'i tanımlarken der ki: " İn­ sanlar devleti sadece bir arada yaşamak için değil, aynı zamanda mes'ut yaşamak için kurmuşlardır." İ stikliil Sa­ vaşı da, Misakı Milli sınırları içinde Türkleri sefil ve za­ vallı olarak, geri kuvvetlerin istedikleri uyuşuk bir hayat içinde yaşatmak için yapılmamıştır. Türkiye, mes 'ut, mu­ vaffak, muzaffer ve müreffeh bir devletin adı olmalıdır. Bir cehalet ve hurafeler ülkesi değil. Büyük Atatürk' ün Onuncu Yıl Nutku'nda söyleme­ diği, eliyle çizdiği şu satırları unutmayınız: "Bu söylediklerim hakikat olduğu gün senden (Türk Milletinden) ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur: Beni hatırlayınız." O ' nun büyüklüğü, realizmi ve devrimciliği bu dileğinin gerçekleştiğini ifade ediyor.

144



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.