Yusuf Ziya Ortaç: Portreler

Page 1

bir uarmĹs •

kutuphaneci - eskikitaplarim.com


Akbaba Yayınevi : Edebiyat ve sanat yayınları

:

1

BiR UARml� BiRYOHmU� f' 'I

./

ır�e er

İkinci Baskı


.�

Bu kitaptaki portreleri Münif Fehim, kapak resmini Yalçın Çetin yapmıştır.

···

Bu kitap 1960 yılında İstanbulda Ye­ ni matbaada

':'

6000 tane

basılmıştır.

Bu kitabın 1963 de ikinci baskısı yapı­ lıyor.

':'

Bu kitabın matbaasında

ikinci baskısı, AKBABA 7000 tane

basılmıştır.

':' Bu kitaptaki portrelere, ikinci baskısın­ da yeni düşünceler ve anılar eklenmiştir.

•!•

Bu kitabın ikinci baskısı eski portrelere iki yenisini üzgunum;

katmakla

Hasan Ali Yüccl'le Peyami

Safa'yı... İkisi de yazı arkadaşımdı... zım!

yapılırken,

mektep arkadaşım, Şimdi daha yalnıY. Z. O.


Bu :Xilap Batıda zengin bir hatıralar edebi· yatı vardır. Biz bu yönden de züğürtüz. Hatıralarını yazmış Padişah, Vezir, Ser­ dar tanıyor musunuz? Evet diyemiyece­ ğiniz kadar az, değil mi? Ben, kendi küçük hayatımın bazı hatıralarinı zaman zaman dostlarıma anlatırım. İlgi ile dinlerler. . . Bu ilgi, ba· na onları yazmak isteğini verdi. Önce, her hafta Akbabaya yazdım. Okuyucularımdan gördüğüm sevgiyi, ke­ limelerim ödeyemez. Şimdi o cömert, o alicenap iltifat­ ları biraz olsun ödiyebilmek için, yaz­ dıklarımı okurken tekrar uyanan hatı­ ralarımı da katarak bir araya topluyo­ rum. Yusuf Ziya ORTAÇ


1851-1937



Ab�ülhak ':J-l&mil Elimdeki kocaman kitabı bir solukta okumuştum. Bu, Abdülhak Hamid'in «Fintem> iydi. Hamit, biliyorsunuz, edebiyatımızın tek dahisidir. O kadar tek ki, o olmasa, dahi kelimesi belki de Türk di­ line girmiyecekti. Galiba eskiden analar, şimdikiler gi­ bi «dahi çocuk» doğurmakta cömert değilmişler! Abdülhak Hamit yalnız dahi de değildi. Süleyman :Nazif'in Acem mübalağasını da aşan mizacı, ona bir de «çok büyük» anlamına gelen «azam>> kelimesini eklemiş, dahi-i azam yapmıştı. Bu, bir dünya rekorudur sanırım: Her milletin dahisi vardır ama, bizden başka dahi-i :azamı olan yoktur! İşte, on sekiz yaşında kırık dökük mısralar hecele­ yen ben, büyük dahimizin büyük eseri için, o küçük ya­ zımda bir tenkid denemesi yapmıştım. Abdülhak Hamid'imizi, bu tenkid «Türk Yurdu» dergisinde çıktıktan üç gün sonra gördüm. Beni çağırt­ mıştı! Ne şık, ne güzel, ne kibar \ldamdı o . . . Galiba ilk gördüğüm Avrupalı Türk, Abdülhak Hamit'tir. Zarif hizmetçinin içeri aldığı salonda nereye otura­ -cağımı düşünürken kapıda göründü: Koyu gri bir ja7


ketatay giymişti. Yüzüne soylu bir güzellik veren sivri­ ce sakalı, yaylı kaşları, geniş şakakları ve yumuşak göz­ leriyle Hamit edebiyatımızdaki Hamit'ten bile başka bir adamdı. Bir idadi talebesi olduğumu bana ilk unutturan Zi­ ya Gökalp olmuştu. _Benimle eşit bir edebiyat adamı olarak ilk konuşan da dahi-i azamımızdır! Finten için yazdığım tenkidi okumuştu. Onu en iyi anlıyan eleştirmeci bendim ! Bunu kendisi söylüyordu! Biraz sonra, salon sarışın bir ışıkla aydınlandı : İçe­ riye Lüsyen hanım girmişti. Şu, Hamit'in: Var ol Lüsyen, tavaf et ey nur, Ey ahır-ı ömrümün baharı!

Diye öğdüğü eşi . . . Güzeldi. di o !

Güzelden öte bir şey­

Sensiz de, seninle d e yaşanmaz!

Demekte haklıydı Dahi-i azamımız ! O gün, on sekiz yaşındaki lise öğrencisi Yusuf Zi­ ya, Abdülhak Hamid'i en iyi anlıyan insanın gururiyle bir .apartıman kapısından değil, bir gök kapısından çık­ tı ve yeryüzüne indi! * * *

Bir akşam, onu Serkldoryan Kulübünün şahane merdivenlerinde gördüm. Koyu kırmızı yol halısına gö­ mülen ağır adımlarla iniyordu. . . Kapıda bekliyen Sü­ leyman Nazif, cezbeye tutulmuşcasına dalgın, mırıl­ dandı: Allaaah iniyor gibi semadan!

Hamit, her yeni gibi eskinin hücumuna uğramıştır. 8


Ama, bütün hücumlara karşı sustu ve cevap değil, kitap yazdı. Yalnız, iki mısralık bir öfkesi vardır: Yayımı asmadan evvelce ben attım okumu, Bunu inkar ediyorlarsa yesinler ...............

Evet, yesinlerden sonra gelen altı harfli kelimeyle kalemini kirletmemiş, yalnız, altına şu notu koymuştu: «El mana fi batnuşşair . » Türkçesi «mana şairin karnın­ dadır! » Hamit, hususi konuşmalarında zarif, ince ve nükte­ dandı. Bir gün, akıldan yana epey eksik olan Florineli Nazım'ın ısrarlı davetini kıramamış, evine gitmişti. Ak­ şam Süleyman Nazif: - Efendimiz, bugün sizi aradım, yoktunuz . . . Nerelerdeydiniz? Deyince, Hamit gülümseyerek cevap vermiş: - Tımarhanedeydim! Fatma hanımın ölümünden sonra büyük şairi ev­ lendirmek isteyenler, ona Çamlıca'da bir güzelden bah­ setmiştiler. Hamit: - Ben görmeden evlenmem, demiş. Ertesi gün, ipek maşlah içinde sülün gibi bir taze­ yi büyük şaire takdim etmişler . . . Güzel kız, hürmetle eğilerek Hamit'in eteğini öp­ müş ve geri geri çekilerek odadan çıkmış. Biraz sonra, beğendirdiklerinden emin bir neşeyle odaya girenlere, dahi-i azam: - Ayol, demiş, ben sizden kız istedim, .kaz değil! ' Bir yaz günü, Atatürk, eski İran Şahı ile Büyükada'­ ya, Yat Kulübe gelmişlerdi. Bahçede yanlarına Abdül­ hak Hamit'i davet ettiler. Atatürk, büyük iltifatlardan sonra, Şah Hazretlerine bir şiirini okumasını rica etti. Hamit, Türbe-i Fatih-i ziyaret şiirini okudu: Sensin ki ol şehinşeh, Bu ümmet-i necibe,

9


Emsar bahşişindir, Ebhar yadigarın!

Bugünkü dile çevirelim: «Sen o padişahsın ki, asil milletine, beldeler bahşişin, denizler armağanındır! » E rtesi akşam, tekrar kulübe gelen Atatürk, Hamit'e : - Niçin o şiiri okudunuz? . . . Diye sorunca, şair, ince, fakat mağrur bir gülümse­ yişle şu cevabı verdi : - Şah Hazretleri, padişah nasıl olurmuş, anlasınlar diye! Dahi-i azamımızı en son, ölümünden on gün kadar önce, bir akşam üstü, artık o da hatıralar toprağ1 olan sevgili Mithat Cemal'imle beraber, Maçka'daki apartı­ manında ziyaret etmiştik. Salona, arkasında koyu bir robdöşambr ile girdi. Yeni yürümeye başlamış çocuk adımlariyle . . . Düşecek diye ödümüz kopuyordu. Geniş bir koltuğa gömüldü. İhtiyarlık, hiç kimsede onun yü­ '.Zündeki kadar güzel olmamıştır! Yeni bir şiir yazmış . Çocuk kadar sevinçliydi. - Lüsyen, dedi, defterimi getir . . . Lüsyen hanım, beyefendisinin defterini getirdi. Al­ dı, çevirdi ve bana uzattı: - Siz okuyunuz, biz dinliyelim . . . Beyaz kağıdın üstünde gözlerim korkuyla durdu. Bunlar yazı değildi. Biraz çizgi, biraz nokta, biraz re­ simdi belki . . . Bana kendisini tanıtan tek kelime - ne kelimesi? - tek harf bulamamıştım. - Üstadım, dedim, gözlerim sizin el yazınıza alışık değil . . . Gözlüğümü de yanıma almamışım . . . - Pekiii . . . Mithat Cemal, sen oku! Arı:ıa, Mithat Cemal de, kazıdan çıkarılmış eski bir kitabe önünde kalmış kadı:ı,r dilsizdi. Üstelik ona söyli­ yecek ır.azeret de bırakmamıştım!

10


Hiç ihtiyarlamamış zekası, pardon, dehası, düştü­ ğümüz aczi anlamıştı artık. - Ver bana, dedi. . . Lüsyen, elektrikleri yak! Defteri aldı, tek gözlüğünü taktı, avizelerden dökü­ len ışıklar altında, baktı, baktı, ve . . . Öfkesinin son gü­ ciyle, elindeki defteri kaldırıp, salonun ortasına attı. Dahi-i azamımızı son görüşüm budur. O akşam, zih11ime çakılan son cümlesi de şu : - Ölümden korkmuyorum, iğreniyorum!

11



1867 - 1915



Onu görür görmez tanıdım : Ağustos sıcağı içinde, Bebek bahçesinden geçiyor du. Arkasında sadakor bir elbise, elinde ona benzer ipek­ ten saman sarısı bir şemsiye vardı . Arkasından, ayak seslerimi toprağa göme göme yürüdüm. Bir uyurgezer böyle yürürdü ancak. Bir insanın değil, bir ilahın arka­ sından gidiyordum . . . İçimde, kırık bir Rübab, bir Rübab-ı Şikeste, 178 te­ linden sesler veriyordu: Yağmur sesleri, bomba sesleri, hicran sesleri . . . Kıyı bitti ve aşı boyalı Haşim Paşa yalısından son­ ra Hisar yamacı başladı. Durdum. O, arkada bıraktığı gölgeden habersiz, yeşillikler içinde kayboldu.

1914 yılında ilk ve son defa gördüğüm bu dev-insan Tevfik Fikret'ti. Dev dedim, daha büyük bir kelime kullanmamak için. Sahiden devdir : Sanatta dev, hayatta dev, ahlakta dev. Eğer ilkokulda Karabaş tecvit okumadınızsa, eğer lise değil, İdadi tahsili görmedinizse, eğer kulağınız anl.­ zun musikisine alışık değilse, Fikret'i bütün çaplariyle

15


tanımak, daha doğrusu tatmak güçtür. «Bir lahza-i teah­ hur» u düşünüyorum: Bir bomba... Bir duman...

Türk edebiyatında böyle başlayan şiir yoktur. Bu «bir bomba» Abdülhamit'e atılan bombadan da müthiş: Divan edebiyatının bütün köhne gelenekleri bu bomba ile yıkıldı! Fikret olmasaydı neler olmazdı, biliyor musunuz? . . . Bir tanesini söyliyeyim: Yahya Kemal olmazdı! O, yalnız şair olarak değil, her cephesiyle büyük adamdır, örnek adamdır: Baba olarak, insan olarak, va­ tandaş olarak . . . Doğruydu: Kıran da olsa kırıl sen, fakat bükülme sakın!

diyecek kadar doğru . . . Korkusuzdu: Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin.

diyecek kadar korkusuzdu . . . Bu doğruluk, bu korkusuzluk, onu inantçı, huysuz, hoyrat bile yapıyordu. En yakın dostu Hüseyin Cahit Vefa İdadisi müdür muavini ve Türkçe hocası olunca, günün resmi geleneğine uyularak tahlif edilmişti : - Vatanıma, milletime, padişahıma sadakatle hiz· met edeceğim, diye . . . Tevfik Fikret, ertesi gün bunu gazetede okuyunca çıldırdı. Sahiden çıldırdı: Postaya verdiği açık bir kart­ ta Cahit'e «Abdülhamit'e sadakat yemini ettiği için» ağız dolusu sövecek kadar! Selanikte 1908 ihtilalini hazırlayanlar, gizlice ondan bir «Millet Şarkısı» istemişlerdi. Üç gün sonra, Fikret bir akşam üstü, Rumelihisarının gölgesinde bu şarkıyı -yakın dostlarına okudu:

16


Zulmün topu var, güllesi var, kal'ası varşa, Hakkın da bükülme� kolu; dönmez yu:iü vardır." Göz yumma gtineşten, ne kadar rluru kararsa; Sönmez-ebedi, her gecenin günd:Uzü :vardır. Millet yoludur, hak yoludur tuttuğumuz yol, Ey I?-af,, ;yaşa... Ey s�vgili millet, .yaş�, v.arol! .

Dünya nimetlerinden hiç biri yoktu gözünde. Hüse­ yin Cahit, Hüseyin Kazım Beylerle Tanin:.gazetesini çı­ karırken, İttihat ve Terakki· ona Maarif. Nazırlığını tek­ lif etmişti. Atı acı gülümsedi: - Recaizadesi olan bir· memlekette o makama geç­ mek bana düşmez! Ama, Na2!11:lık koltuğttnu reddeden Fikret, okuduğu, yetiştiği; birincilikle bitirdiği Galatasaray Sultmıisi Mü­ dürlüğü teklif edilince sevindi. Verdiği cevapta: «Milletime ne suretle olursa olsun htzmetten çekin­ merırn diyordu. «Hele menşe-i feyzim olart Sultaniye liiz­ metteh! » Aradah elli'yıl geÇti. 01 hala eğitim ve öğretim diliı-. yamızın eşini bulamadığı adamdır. Zorun yenemediği sı­ nıf kabadayıları, onun sevgisine baş eğmişlerdi. Onun zamanında ynr'dınıcı öğretmen·· olart eşsiz dost, eşsiz in­ san - eyvah, o da öldü - Sakallı. Çelal anlattı: - Koridor duvarına bir genç imzasını. atmıştı. Fik­ ret bunu gördü. Çocuk, suratında çakacak tokadı bekli­ yordu. Ama ·o, suçluya değil, duvara yürüdü ve cebinden ' çıkardığı küçük lastikle imzayı sildi. O kadar... �.ne mi olmuş sonra? . .. . sonra, . müdür ocia�ının kapısı vuııılriıuŞ ve yara­ maz öğrenci ağlaya ağİaya Fikret:iµ elle�ip.e kapanmış! . Y:ine. �una oenz.er bir olay: Mektebin sayılı azılılarindaİı biri yemekhanede , sü�. rahiyi kırar. Mqbassırla hırlaşırlar. İş büyür, ikisi bir­ deu ' müdürün . karşısma çıkarlar. Fikrer ş;orar: �

.

'

.

.

'•

,.

.

.

.' -


- Siz mi kırdınız sürahiyi? - Hayır efendim, ben kırmadım... Bu dört kelimelik yeminsiz, şahitsiz cevap onun için yeter. Mubassıra döner: - Bir talebe yalan söylemez, der, yanlış görmüşsü­ nüz... Ama, daha odadan çıkmadan o dik başlı, o haşarı genç, sesi hıçkırıklarla boğularak geri döner: - Affedin efendim, suçum birken iki oldu: Hem kırdım, hem yalan söyledim! Ama, yaşadığı çağı çok aşan böyle bir adamı hangi Nazır, hangi devir, hangi etraf ister? ... Fikret de başa­ rısını çekemiyenlerle, öfkesine çarpanlarla boğuşmaya başladı. Çekilecekti artık... Çekilecekti. Ama, tam o günlerde 31 Mart isyanı patladı. Tanin ve Şurayı Üm­ met matbaaları taşlanmıştı. Kara kuvvet, nerede ışık varsa üstüne yürüyordu. Galatasarayı, doğunun batıya açılmış bu ilk penceresini unuturlar mıydı hiç ... Fik­ ret'i unuturlar mıydı hiç? ... Ben böyle isterim seni hep leyle ecnebi, Hep şüle, hep seher dolu bir cephe-i sefid!

diyordu Fikret... Oğlu Halük'un arkasından: Bize bol bol ziya kucakla, getir, Düşmek, etrafı görmemektendir!

diyordu O... Ama Fikret, korkacak adam mı idi? ... İsyanın en az­ gın gününde, mektebin demir kapısı önüne çıktı, saplan­ dı. İçeri girmesi, hiç olmazsa bahçeye, parmaklıkların arkasına çekilmesi için yalvardılar. - «Sultaniyi yıkmak için önce beni yıkmak lazım» diyordu. O kadar... Ama Fikret, açık adamdı, oyunsuz adamdı, maske­ siz adamdı. Tam düşmanlarının tersine... Bu yumuşa18


maz karakterden, inanış fedakarlığı isteyemezdiniz. Çe­ kildi. Sonra yine geldi, yine çekildi... Hem de arkasın­ dan, altı yüz öğrenciyi sürükliyerek... Galatasaraylılar: - «0 dönmedikçe biz de dönmeyiz» diyorlardı. Bunların arasında Veliaht Abdülmecit Efendinin oğlu Şehzade Faruk Efendi bile vardı! Ondan sonra, içi küskünlük dolu, ama yine güzel umutlarını kaybetmeden yuvasına «Aşiyan» ına kapan­ dı. Oradan, zaman zaman çığlıklarını işitiyorduk. Bu çığlıklar, ağızdan ağıza, kulaktan kulağa, geniş yankılar­ la bütün yurdu kaplıyordu: Millet yaşamaz, mevte tahassürle solurken, Sussun diye vicdanına yumruklar inerse! Millet yaşamaz, Meclisi müstahkar olurken İğfal ile, tehdit ile titrer ve sinerse!

Hele hırsızlıklar, vurgunlar karşısındaki isyanı, ya­ rım yüzyıl sonra, sanki bugün yazılmış kadar canlı, yeni, taze değil mi? ı Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın gider ayak, Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak! Bugünkü miydeler kavi, bugünkü çorbalar sıcak, Atıştırın, tıkıştırın kapış kapış, çanak çanak! Yiyin efendiler, yiyin! bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tiksinince, patlayıncaya kadar yiyin!

Ne demiştik: «İçi güzel ümitlerle dolu» değil mi? ... Onun ümitleri yarmlardaydı. Her şeyi, her şeyi gençler­ den bekliyordu Fikret: Ümidimiz bu: Ölürsek de biz yaşar mutlak, Vatan sizinle şu zindan karanlığından uzak!

Mehmet Akif'le kavgasından bahsetmiyeceğim. İki­ sinin de ruhu acı duyar. Akif, bu acıyı sağlığında bile duymuştur: Yazdığı uzun hicviyeyi Safahat'ın ikinci bas19


kısma koymadı. Onun bu güzel pişmanlığına biz de say­ gı göstermeliyiz. Susalım!· Bu susuş, ikisine de bir say­ gı susuşudur! Fikret, genç öldü, çok· genç: Kırk sekiz yaşında... O çelik yapılı, çelik ruhlu adam, neş'eli bir akşam yemeğinden sonra, gece, buhranlar içinde çırpınarak, şe­ ker hastalığından ölmüştür. � 1867 de İstanbul'da doğmuştu. Toprağa gömüldüğü gün... Aman Yarabbi, ne acı, ne yaman tesadüf, tam kırk dört yıl önce bugündür: 26 Ağustos 1 9 1 5!

20


1870 . 1934

ENAP ŞAHABETTİN



Cenap Şahabellin Cenap Şahabettin'i önce Servet-i Fünun sayfaların­ da mısra mısra tanıdım, mısra mısra sevdim. O, Edebi­ -yat-ı Cedide Mektebinde, Fikret ve Halit Ziya olmıyan tek adamdı. Bugün, hayallerine, teşbihlerine biraz gülümsediği­ miz «Elhan-ı şita» manzumesi Türk şiirinin o güne ka­ dar duymadığı bir musikidir: Ey uçarken düşüp ölen kelebek, Bir beyaz rişe-i cenah-ı melek!

Bu iki mısra, uçarken düşüp ölen kelebek, bu me­ leklerin kanadlarından dökülen beyaz tüy nedir, biliyor musunuz? ... Kar!. Sonra, elimize bir başka hazine geçti: Yakazat-ı ley­ liyye... Cenap: Ta uzaklarda işte bir piyano, Taze parmakların temasiyle İnliyor bir hazan havasiyle... Dinle ey yarim işte ağlayan o!

Mısralariyle bir hayal tablosu çiziyordu. Türk şiiri23


ne, o güne kadar ney, tanbur, hatta Fikret'in kalemiyle ut girmişti ama, piyano girmemişti. Cenap Şahabettin'in kaleminde bu kelime bir kafiye, olmuştu. Hem de «ağla­ yan on ile yepyeni bir kafiye: « «

piyano, ağlayan o!»

. . ... . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .•. . . . . . . . . . . .

·�

Cenap'ın kendi sanat çağını aşan bu 'harikulade şii­ rinde şu mısralar da vardır: Tellerin lahn-i inkisariyle Hangi metruke böyle eğleniyor? Hangi matem bu sesle söyleniyo.r? ,

Türk şiirinde bu, yeni bir duygµ, yeni bir tad, yerı;t bir söyleyişti. Cenap, Tevfik Fikret'le beraber, ama on­ dan ayrı bir yenidir. Halit Ziya ile peraber, ama yine on­ dan ayrı bir başkadır. Bir kadından geçince diğerine Zannederdim ki aşkı bulmuştum!

Usamp buşeden, kadın yerine

..

·

Maraz-ı aşka aşık olmuştum!

l3u dört mısradaki ayrı lezzeti bütün Türk edebiya­ tında bulamayız. Benim ağzım senin, seninki benim, Çifte buseyle yek dehan olduk!

Diyor Cenap. Bu iki mısradaki şehvet de başka şai­ rimizde yoktur. Çapkın Ned�m'de bile! Bu karanlıkta sevgilim, ikind�>' Bir siyah gözde çifte yaş gibiyiz! ··

Yahya Kemal, Cenap'ın bu

24

teşblhi ile alay ederdi�


Haksızdı alayında. Şiir, mutlaka ve yalnız bir gönül coş­ kunluğu mudur? Biraz resim, biraz musiki ve biraz da hünerdir elbet. .Cenap Şahabettin'i Birinci Dünya Savaşının ilk gün­ lerinde ilk defa İçtihat Evinde gördüm ve görür gör­ mez tanıdım: Yandan ayrık, tek tük gümüş pırıltılı saç­ ları, biraz etli, biraz akçıl yüzü, kısamsı boyu ve ışıl ışıl siyah gözleriyle çoktandır içimde yaşayan adamdı O. Koyu, duman rengi bir elbise, fantezi bir yelek giy­ mişti. Az şık, çok süslüydü. Biliyorsunuz elbet: Cenap, doktordu. Fransızcayı, Fransız kadar, hayır, Fransız şairi kadar biliyordu. Çok okuyan adamdı: Felsefe kitabı, fal kitabı, ahçı kitabı... Belki de bundan, bilgi şımarığı idi biraz! Cenap'a hayran olmamak imkansızdı. Ama, sevmek de imkansız. Zekasını, kültürünü, sizi aydınlatmak için değil, cehaletinizi, ahmaklığınızı göstermek için kulla­ nırdı: Kendinizden utanır, ona da düşman olurdunuz! Cenap Şahabettin, bilgi ve zekasına güvenmenin iki kere cezasını çekti: Birinci Dünya Harbinde, Süleyman Nazif ile bera­ ber, Cemal Paşanın karargahında misafir olmuştular. Suriye İmparatoru, edebiyatımızın bu iki üstadını, İs­ tanbul'a yoksulluk yıllarını rahat geçirtecek bir arma­ ğanla uğurlamıştı. Ama çok zeki ve çok bilgili Cenap, bu küçük serveti galiba bir borsa oyununda sıfıra indiri­ verdi! İkincisi, Kurtuluş Savaşına karşıdır: İnanmadı! Ama onu, hiç kimse suçlandıramaz. Atatürk, bir gün Falih Rıfkı Atay'a söylemiş: - Oğlum, inanmıyanları ayıplamayın sakın.. . Sahi­ den inanan kaç kişi vardı ki? .. Gün oldu, ben bile içim­ den sarsıldım! Cenap Şahabettin'le bir de kavgamız vardır: Biz, İs-


tanbul türkçesini heceleyen gençlerdik. O şöhretin tacı­ m giymiş, tahtına oturmuş bir hükümdardı. Ne oldu, ne­ ye kızdı, saltanatını mı tehlikede gördü, nedir bilmem?. O meşhur edasiyle başladı bizimle alaya... Ben, bir ce­ vap yazdım, o bir cevap yazdı. Ben bir cevap yazdım, o ... Cevap yazmadı, ağzını bozdu! O zaman, galiba ben de terbiyeyi, saygıyı, hatta gön­ . lümü dolduran hayranlığı bir yana atıp bayraklarımı aç­ tım. Hiç unutmam, yazımın sonu şu fıkra ile bitiyordu: «Adamın biri doktora gitmiş: - Doktor, demiş, uykum azaldı, ancak dört, beş saat uyuyor, gün ışırken gözlerimi açıyorum. .

Doktor, gülümsemiş: - Merak edecek bir şey değil efendim, yaş arttıkça uyku azalır... - Sonra doktorcuğum, demiş, dizlerim, ellerim tit­ riyor... Yürüyüşüm, hatta yazım değişti... Doktor yine gülümsemiş: - Hiç endişe etmeyiniz. Bunlar hastalık değildir, ihtiyarlığın tabii neticeleri... Adam biraz sinirli, devam etmiş: - Sonra doktorcuğum, görme kudretim, işitme ka­ biliyetim de azaldı . .. Doktor, hastayı muhabbetle okşamış: - Katiyen üzülmeyiniz beyfendi, bunlar da hastalık sayılmaz, sadece ihtiyarlık! ... Bu sefer, adam, zaptedilmez bir öfkeyle bağırarak doğrulmuş: - Terbiyesiz!... Sen, ihtiyarlıktan başka lakırdı bil­ mez misin? .. Ama doktor, yine dudaklarında o sakin gülümseyiş: - Vallahi bey baba, demiş, sizin şu hiddetiniz yok mu? .., O bile ihtiyarlıktan! Muhterem üstad, sizin öfkelerinizin, hakaretlerini-

26


zin, küfürlerinizin de tek sebebi bu: ihtiyarlık! Fikirle� rinizle, sanatınızla, hatta nüfus tezkerenizle ihtiyarladı­ nız!. ..» Aradan, dargın yıllar geçti. Bir gün, o zaman adı Darülbedayi olan Şehir Tiyatrosunda, müdürlük oda­ sında karşılaştık, kendisini büyük bir hürmetle selam­ ladım. Meğer üstadın öfkesi hala üstündeymiş: - İstemeeem! ... Diye avaz avaz bağırarak koltuğa yığılıverdi. Zaval­ lı Cenap, sahiden ihtiyarlamıştı artık! Ama Akbaba'yı çıkardıktan kısa bir zaman sonra, Mithat Cemal Kuntay'ın sofrasında karşılaşınca, şaşıla­ cak kadar tatlı, sevimli, nazik, eli elimi kucakladı. Bir aralık tansiyonu çok yükselmiş diye duymuş­ tuk. Büyük bir lügat hazırlıyordu. Akil Muhtar çalışmı­ yacaksın, yorulmıyacaksın demişti. Ama doktor Cenap Şahabettin doktor Akil Muhtar'ı dinlememişti. Dinleye­ mezdi de. Yaşamak, çalışmaktı onun için: İlkokulu, Top­ hanedeki Fevziye mektebini birincilikle bitiren o değil miydi? Ortaokulu, Gülhane Askeri Rüşdiyesini birinci­ likle bitiren o değil miydi? Tıp Fakültesini, Tıbbıyei Şa­ haneyi birincilikle bitiren doktor yüzbaşı Cenap Şaha­ bettin o değil miydi? Sonra Haydarpaşa hastanesinde çalışırken, nice zekaların katıldığı Avrupaya gidiş imti­ hanını yine birincilikle kazanan o değil miydi? Ya Paris'teki hayatı?... Bu, kendi kendisini geçen bir yarıştı: Verlaine'i Malarme'yi orada bütün özile tad­ mıştı. Charl Geren'le tanışıklıkları zeka ve kültür dost­ luğuydu onların. Bu şüphelerle dolu ruh, ölümden Ama yok olmaktan? ... Ürperiyordu. «Beni korkutan, ölmekten sonra mek değil, hiç bir yere gitmemektir.»

korkmuyordu. Cehenneme git­ diyordu Cenap.

27


Bütün yaşdaşlarımın ezberinde onun şu yalvarışı var­ dır: Düşüp üstünde ağlamak dilerim, Söyle en Tanrı dizlerin nerede? ...

ii

,' ,

«Karlar» şairinin öldüğünü, yolların kapandığı bü­ yük bir kış sabahında duyduk. Bakırköyündeki evinden cenazesini küçük bir dost ve komşu kalabalığı kaldırdı. Dönüşte, Zeytinburnu açıklarında kara saplandık. Etrafımız, bembeyaz bir boşluktu. Arabadan başını uza­ tan Faruk Nafiz'in şapkası, bir anda tipi içinde kaybo­ luverdi. Mithal Cemal, soğuktan değil, korkudan ölecek­ ti neredeyse! ... Hepimize ayrı ayrı soruyordu: - Kaç para var yanında? ... - Beş, on, yüz. Ne yapacaksın parayı Mithat Cemal?... Yüzümüze merhametli gözlerle bakıyor, gayet ciddi: - Para, her yerde, her zaman kuvvettir, diyordu. Dediği doğru çıktı galiba, şoförü gayrete getirdik ve göze görünmiyecek kadar uzaktaki kışladan bir manga asker geldi ikişer ikişer kollarımıza girdiler, önümüzde, arkamizda iki sıra dizildiler, bir bando mızıkamız eksik, adeta zafer töreni ile kışlaya geldik! Büyük üstadımızın zarif, ince ve alaycı ruhu, mut­ laka, o kışta kıyamette cenazesine gelen bizlere, bulutla­ rın arasından hayli gülmüştür!

28


1869. 1945



+talil 'liya Ceketimin, yakasını, pantalonumun dizkapaklarını saatlerce sildim, açık havada kuruttum ve ıslak bez al­ tında, kendi elimle ütüledim. · İskarpinlerimin ökçelerini eskici Mahmut usta bir gün önce tamir etmişti. Yeni bağlar aldım ve boyattım. Fesim, ertesi sabah kalıplan­ dı, gömleğim kolacıdan geldi. Annemin dul maaşile bu kadar şıklaşabilirdim ancak. Birinci Dünya Savaşının açlık günlerindeyiz. Eylül ayı. İngiliz Elçiliğinin yanındaki Hamalbaşı caddesinde dört katlı, kargir bir ev. Büyük bir salona giriyorum. İçerisi güneşsiz. Ortada uzun, up uzun bir masa var: Ayakları, çerçevesi limon sarısı, üstü koyu yeşil. Burası, şimdi adı Şehir Tiyatrosu olan Darülbedayi müdürlüğüdür. Bu salonda hepsini ilk defa gördüğüm altı şöhret var: Halit Ziya, Hüseyin Suat, İbnürrefik Ah­ met Nuri, İsmail Müştak, Ali Cenani ve belediye adına Savni Bey... O gün, Binnaz isimli manzum piyesimi edebi heye­ te okumam için beni çağırmışlardı. Ne kadar iyi, ne ka­ dar seven insanlardı onlar. Ama ben Halit Ziya'yı daha önceden tanıyordum: Servet-i Fünun sahifelerindeki resmiyle de değil, Mavi 31


Siyah'ta Tepebaşı bahçesine yağan inci ve elmas yağ­ muru ile üstadın üslübiyle söyleyim: «Baran-ı dürrü elmas» ile. Onun Arap, Acem kelimelerinden yaptığı ter­ kipleri usta kuyumcular elinden çıkmış, nadide mücev­ herler gibi hafızalarımıza takıştırırdık! Batılı hikayenin, batılı romanın babasıydı o. Hala da öyledir. Geçen altmış yıl, onun çapında bir hikaye ve roman mimarı yetiştirmedi. Halit Ziya Bey, yalnız yazı hayatımızda bir çığır aç­ mamıştır. O, cemiyet hayatımızda da bir çağ açtı: Aşk-ı memnu'un Nihal'leri, Bihter'leri, onun kalemiyle kadın­ sız dünyamıza doğdular. Büyük romancımız da, tıpkı büyük Hamid'imiz gi­ bi kavgasız yaşamıştır: Düşmanlarını sözlerle değil, cilt­ lerle taşladı! Onu evinde tanıyınca anladım ki, Uşaklıgil, eserleri kadar yaşayışı ile de Avrupalıdır. . . .

Vesika ekmeği, yani mısır koçanı, yani süpürge to­ humu, yani Kağıthane çamuru yediğimiz o perişan gün­ lerde, Halit Ziya Bey, Yeşilköydeki villasında, her haf­ ta, cuma günleri edebiyat toplantıları yapmaya başla­ mıştı. Biz, hecenin beş şairi, artık yeni bir çağın müjdeci­ leriydik. Kavgasız yaşayan büyük romancı, Osmanlıca­ mn mezarlığinda ebedi uykusuna dalmaya razı değildi. Yeni eserlerinde artık Acem Şahının tacı gibi parılda­ yan terkiplere iltifat etmiyordu. Hatta eski eserlerini ye­ niden, günün diline yaklaştırmaya bile koyulmuştu. Bu ziyafetleri, iki kuşak arası bir sanat yakınlığı da saya­ bilirdik. Ama, ne yalan söyleyim, lezzet değeri, sanat de­ ğerinden çok üstündü bu toplantıların! Üstadı, başında lacivert bir bere, sırtında Kaşmir bir ceket, elinde makas, bahçesinde bulurduk: Bir dal, bir gül keserken... telaşsız, yumuşak adımlarla gelir, pek 32


füc;ülü bir nezaketle misafirlerini karşılardı. Birinci kat­ ta, pencerelerine yapraklar değen büyük bir odada top­ lanırdık. Hayal ötesi bir çay masası kurulurdu. Fakir mahallelerin sulh günlerinde bile tatmadığı, zengin ko­ nakların artık unutmaya başladığı dünya nimetlerine kavuşurduk burada: Çay, süt, sütlü kahve, kakao... Son­ ra, peynirlerin her çeşidi... Reçeller, reçeller, reçeller... Çilek, muz, menekşe kokulu fondanlar... pastalar, şoko­ lalı, kremli, meyvalı pastalar... Bisküviler, kuruvasan­ lar, briyoşlar, küçük, ılık börekler... Yerdik, bütün aç gözlülüğümüzle, hayır, hayır, bü­ tün açlığımızla yerdik! Sonra. - eyvaaaah - doyardık!.. Nasılsa davetliler ara­ sına katılan son Divan artığı şişman bir şair, Yaşar Şa­ di, tatlı bir baygınlıkla koltuğa yığılınca, kibar ev sahibi, bıyıklarının altında kaybolan bir gülümseyişle sokulur, sorardı: - Size biraz pencereyi açayım mı? .. Ziyafet, akşam garipliği, daha doğrusu ayrılık garip­ liği çökerken bir piyano konseriyle sona ererdi. Salonun bir köşesindeki siyah, kuyruklu piyanoda, bize tanrıların sesini dinleten, üstadın büyük oğlu Ve­ dat'tı... Babasına, ihtiyar yaşında, intiharının acısını çektiren Vedat. Halit Ziya Bey, Sultan Reşat tahta çıkınca onun baş­ katibi olmuştu. O zaman Ser katib-i hazret-i padişahiyi kendisine pek yakışan, pek şık, pek alafranga bir sakal­ la gördük. Bir gün, Baş Mabeyinci Hurşit Bey ile beraber hu­ zurda iken, Sultan Reşat: - Sizin birbirinizi çok sevdiğinizi, iyi geçindiğinizi görüyor, memnun oluyorum, demiş. Halit Ziya Bey: - Evet efendimiz, kardeş gibiyizdir... 33


Deyince, tarih boyunca kardeş kavgalarından yılgın padişah, telaşla düzeltmiş : - Yook, kardeş gibi değil, arkadaş gibisiniz! Tevfik Fikret'le yanyana, Türk edebiyatının pence­ relerini batıya açan bu sahiden büyük adam, Cumhuri­ yetten sonra mebus olmak istemişti. Haksızdı bu iste­ ğinde. O, mebusluk istiyecek değil, kendisine mebusluk teklif edilecek, hem de ricalarla teklif edilecek sayılı in­ sanlarımızdan biriydi. Adı, edebiyat tarihimizde bir ça­ ğın adıdır. Ama, iktidar onun kapısını çalacağına, o ik­ tidarın kapısını çalınca, ters bir ses: - Evde kimse yok, dedi ! Halit Ziya da, Fikret gibi, Cenap gibi, Türk sanatı­ nın pantheonunda, sessiz, sadasız uyuyor . . . Tıpkı yaşmak, tıpkı ferace, tıpkı fıta, tıpkı Gök­ su gibi, romanlarındaki hayat da artık bir geçmiş za­ manlar tarihidir. Konuştuğu dile gelince . . . Anlayanların · mezar taşları bile tek tük kaldı artık. Hüvelbaki!

34


1875 - 1958



+lüseyin Cahil Yalçın - «Baba, maşallah ne güzel dişlerin var ? » - «Neyleyim, yiyecek şey bulamadıktan sonra! . . . » Bu konuşmayı, on beş yaşımın hafızasından alıyo­ rum. Belki kelimeler tıpatıp değildir . Belki aslında diş­ ler «güzel» değil de «beyaz» dır, belki de «sağlam» . Ama özü bu . Yazının başlığı, galiba « İhtiyar Kayıkçı» idi. Ya­ zan: Hüseyin Cahit . . . Ne kadar sevmiştim bu konuşmayı. O zaman edebi­ yat «mehtap» tı, « deniz» di, «aşk» tı. Şairlerimiz, hika­ yecilerimiz gökyüzünden yeryüzüne ara sıra iniyordu­ lar. Beş kuruş gündeliğimden biriktirdiğim para ile bir «Hayat-ı Hakikiye Sahneleri » aldığım zaman ne kadar sevinmiştim . Hüseyin Cahit'in o kırmızı kaplı kitabın­ da hep böyle yazılar vardı: «Ezik Palamut» bunlardan biriydi. Balıkçı, dalgalarla boğuşarak tuttuğu işporta­ lar dolusu balıklar içinden bir tanesini ayırır, yoldan ge­ çen çocuğuna verir : - Al bunu eve götür . . . Bu, ezik bir palamuttur! Ondan sonra, Cahit'in hayat felsefesi başlar: - Demek, onların bu ezik palamuttan başkasını ye-

37


meğe hakları yoktu! . . . Acaba bu sefalet karşısında han­ girrıiz lokmamızı vicdan rahatlığı içinde yutabiliriz? . . . Gözlerimi kapıyor, hayalimde kitabı yaprak yaprak çeviriyorum. Bir de «Falcrn vardı onların arasında: Sü­ leymaniye Camiinin avlusunda, bir askerin, bir Anadolu çocuğunun falına bakan falcı . . . Belediye Çavuşu: - Seni aldatıyor, paranı alıyor . . . Deyince, o, aldanmanın tesellisi içinde gülümser: - Ziyanı yok, alsın. . . Memleketten haber veriyor ya! . . . Sonra, ikinci kitabı, Vefa İdadisinin bahçesinde, so­ luğum kesilmiş, okuduğum günleri hatırlıyorum. Bu «Hayat-ı Muhayyel » dir. Onlar, daha çok hikayedir : Aşk vardır, şehvet vardır o hikayelerde . . . Hele genç dulun, yatak odasına giren toy mektepliye tam kaşlarını çata­ cağı sırada mumun sönmesi, benim çağdaşlarımdan kimbilir kaç bin genci bahtiyar rüyalara sürüklemiştir. Ama ben asıl Hüseyin Cahit'i «Kavgalarım» da bul­ muş ve sevmiştim. Kavgalarım, edebiyat polemiğinin en canlı örnek­ leriydi o zaman. Kafası yeni bilgilerle silahlı o genç adam, etrafındaki kalem artıklariyle ne üstün döğüşü­ yordu. Vefa İdadisi ikinci sınıf öğrencilerinden 1 2 1 Yusuf Ziya Efendi, o yazıları, Sarafim Kütüphanesinde, Ser­ vet-i Fünfm kolleksiyonlarında okuduğu gün yeni bir pa­ ra biriktirme gayretine başladı : Kavgalarım'ı alabilmek için . . . Kavgalarım, yeni ile eskinin, dünle bugünün, hatta yarının kavgalarıydı. Bir tarafta, Tevfik Fikret'ler, Ha­ lit Ziya'lar, Cenap Şahabettin'ler, Mehmet Rauf'lar var­ dı ve onların sanat davasını savunan Hüseyin Cahit. Öbür tarafta da Muallim Naci'ler, Mehmet Celal'ler, Ah-

38

\


md Mithat Efendi'ler, Mustafa Sabri Hoca'lar, Ali Ke­ nıal'ler ...

Resimli Gazete'de çıkan bir taşlamada, şu mısraları .okumuştuk: ·

Sen nerdesin ey debdebeli, şanlı Fuzüli, Kaldır başını, aç yüzünü, bak neler oldu! Şiirin, ne tuhaf, kalmadı hiç zevki, usulü, Halkın kimi Verlaine, kimi Aşık Ömer oldu! Sen nerdesin Allah için ey hazret-i Baki, Mersiyyeni, şirin gazeliyyatını attık. Victor Hügo'nun zevkine olduk da mülaki, Sonra oraya bir dekadan parçası kattık!

Doğrusu aranırsa, bunlar «hicviye» den çok birer -ı<medhiye» değil mi? . . . O günlerde, Ali Kemal Bey İkdam'ın Paris muhabi­ ri idi. Gazetesine Fransa'dan mektuplar gönderiyordu. Bunların içinde bir de «Reis-i Hükumetin Kitapları» var­ dır, Elysee Sarayında verilen baloya Ali Kemal Bey de gitmiş ve gördüklerini gazetesine yazmıştır. Ama, Hüseyin Cahit de Fransızca biliyor. O da Pa­ ris gazetelerini okuyor ve Figaro'da şu başlık altında bir röportaj da görüyor: Bibliotheque du President! İşte, Paris gazetesinde çıkan bu yazı, Paris muhabi­ ri Ali Kemal imzalı mektubunun, cümle cümle, kelime kelime, tıpkısıdır. Hüseyin Cahit «Günde bir intihal» başlığı altında bu hırsızlığı suç üstü yakalıyor. Eskilerin dayandığı siperler, artık. birer birer yıkıl­ maktadır. O kadar ki, onlardan yana görünen Malümat gazetesi bile bu «cürm-ü meşhut» karşısında kahkahası­ nı tutamıyor, şu satıları yazıyor: «Şirket-i Ha,yriye'nin 43 numaralı İkdam vapuru, Servet-i Fünün ile çarpışarak Figaro burnunda şapa oturmuştur. »

39


Hüseyin Cahit, çetin ve savaşcı benliğini, yalnız sa­ nat, yalnız politika hayatında değil, iş hayatında da gös­ teriyordu. Vefa İdadisine müdür olduğu günler, akşam tatilinde mektebi kuşatan sapıklar sürüsünü, onun sert idaresi dağıtıvermiştir. Sürgünden gelen yakın bir akrabadan hürriyet aşkı­ nı almış, uyanık ruhu, Meşrutiyet inkılabına hazırlan­ mıştı . Hürriyet ilan edilince, onu, Tevfik Fikret, Hüseyin Kazım'la beraber « Tanin» in başında görüyoruz. O, sa­ natta yaptığı kavgaları şimdi siyasette yapıyordu: Poli­ tika ringinde de Ali Kemal'le yumruklaşıyordular. Bu kavga, bütün okur yazarların kavgasıydı. Biz bi­ le mektepte ikiye bölünmüştük. Hiç unutmam, ilk ve son döğüşümü, ben de, Vefanın bahçesinde onun uğru­ na,. sarıklı ve sakallı sınıf arkadaşım Abüdesseıam ile yapmış ve mubassır Uzun Osman'dan bir izinsiz cezası almıştım! O, mebus oldu, Meclis Başkanı oldu, Dainler Veki­ li oldu ve Birinci Dünya Savaşı içinde «Men-i ihtikar» Komisyonu Reisi oldu: Galiba yaşayanlara kibrit, ölü­ lere kefen bezi bile onun imzasiyle alınıyordu! İçimde, Hüseyin Cahit sevgisi, ilk o günlerde soğu­ maya başlamıştır. Sonra yine harb içi gazetelerinden bi­ rinde çıkan konuşmayı okuyunca, o büyük sevgi, büyük bir öfke oldu. Muharrir, Cahit'in Sıraselviler'deki evini, bir peri sarayı gibi anlatıyordu: Aynaların genişletip, uzattığı: bir koridordan geçtikten sonra, ayaklarının al-­ tında ince nakışlı ipek Acem seccadeleri, karşılıklı otu­ ruyorlar. İhtiyar Kayıkçı yazarı, kristal kaseden bir şe­ kerleme alıyor ve önünde diz çökmüş asil köpeğine ve­ rt10r! Üstadın, köpeğini şekerleme ile beslediği o yıllarda,,. biz insanlar, çayımızı kuru üzümle içiyorduk!

40


Cahit'ten soğumuştum artık . . . Mütareke'de İngilizler onu Malta'ya sürdüler. İçim­ de gizli bir kıpırdama oldu. Döndüğü zaman, dargınlı­ ğım küllenmişti . Kalbim, yeniden kollarını açmaya ha­ zırdı ona . . . Ama Hüseyin Cahit Yalçın, Lozan'da, hırçın bir yüz takınmıştı. Ankara'nın politika oyunlarında id­ mansız delegeleriyle savaşıyordu. Bir daha küstüm ona . . . Küsmek de değil, düşman kesildim. Ama o, Dolmabahçe Sarayında toplanan Dil Kurul­ tayında, Atatürk'e karşı düşüncelerini apaçık savunarak bir daha sevimli, bir daha kahraman olmasını bilmiştir. O büyük Kurultayda ben de vardım. Gazi'ye yaran­ mak istiyenlerin, inanmadıkları bir konuda bile nasıl şahlanarak ona saldırdıklarını ve onun, nasıl hiç sarsıl­ madan, dimdik durduğunu gördüm! Hayır, sevmemeğe imkan yoktu bu adamı ! . . . · İstiklal Mahkemesindeki yüzü de gözlerimin önün­ dedir ha:la . . . Ölümün eşiğinde bile pervasızdı! Topçu İhsan, Tanin gazetesini çıkarmak için kaç li­ ra sermaye koyduğunu sormuştu. Cahit: - Üç bin, dedi. Reis, gözlerinin içine bakarak onu sıkiştırmak is­ tedi: Nereden buldunuz üç bin lirayı? . . . - Borç aldım . . . - Kimden? . . . Cahit'in zeki sesi şimdi de kulağımda. Gülümsey�rek: - Sizden bile isteseydim verirdiniz ! Demiş, İstiklal Mahkemesinin çatık suratım yumu­ şatmıştı . Ama bu, nihayet bir nüktedir. Kafasını isteyen sav­ cıya:

41


- Böyle bir mahkemede mahkum olmayı, hakim -Olmaya tercih ederim! Deyişi, Azrailin bile tüylerini ürpertir sanırım. Hüseyin Cahit, bir muharrir değil, bir yazı makine­ siydi. Bir canlı rotatif. «Fikir Hareketleri» dergisini tek başına dolduruyordu. Sonra, yine tek başına bir kitap­ lık kurdu : Oğlumun kütüphanesi, yüz cilde yakındır ve yalnız bir tek kalemden çıkmıştır: Onun kaleminden! Rahmetli Necmeddin Sadak anlatmıştı: - Lozan'daydık. Bir gün, Cahit: «Ben biraz odama çıkıyorum, Tanin'e bir kaç yazı yazıp şimdi inerim» de­ di. Bir saat sonra asansörden nasıl çıktı bilir misiniz? . . . Elinde dört başmakale ile! Hüseyin Cahit Bey yazar ve yazdığını bir daha, ne basılmadan evvel, ne basıldıktan sonra okumazdı artık... Bir gün Büyükada'da, Yat Kulüpte poker oynuyor· ·du. Ortadaki potu açtı: - Üç lira . . . - On üç lira . . . Atağı yapan, Tanin'in yazı işleri müdürü ve yedek başyazarı Muhiddin Birgen'di. Cahit Bey güldü: - Peki, gördüm . . . Galiba elindeki kağıdı Kent san· dm. Ama Kenti bu kadar çabuk sayamazsın sen. Mu· hakkak yanlıştır. Üstadın hakkı varmış : Masayı alt üst eden kahkaha· larla gördük, sahiden yanlıştı! Cahit Bey, Malta'da boş durmamıştı. İki yeni dil öğ­ renmişti : İngilizce, İtalyanca . . . Dönüşte, hayatını, bu dillerden eserler çevirerek ka· zanmaya çalışmıştır. Seksen yılın içindeki bu çevik zekaya şaşanlara, o : - Benim yaşımda olanlar için yapacak iki şey var­ dır, diyordu: Ya, pencere önünde bir koltuğa gömülüp

42


�ilümü düşünmek, ya durmadan çalışmak . . . Ben ikinci yolu seçtim ! ömrü, kavgalar, sürgünler, mahkemeler ve hapisha­ neler içinde geçen bu ihtiyar arslan, başkaları için veda <;ağı sayılacak bir yaşta, altmışından sonra, sıkıntılı gün­ ler geçirdi: Bakkala borç, kasaba borç, ekmekçiye, süt­ <;üye, sucuya bile borç! . . . Ama alacaklıların hepsi ona . karşı sevimli, saygılı olmaktan bir dakika uzaklaşmadı­ lar: - Üzülmeyiniz beyefendi, di:vorlardı, siz bunları bir gün mutlaka ödeyeceksiniz! Adamların umdukları oldu ve ödedi de . . . Bunu, ya­ kın dostu Avukat Ali Haydar Beye anlatırken bahtiyar­ dı: - Bu sabah bakkalın önünden geçerken beni gör­ meliydin, diyordu, öyle bir göğsümü gere gere geçtim ki ! . . . Ama, seksen yaşını aşkın, elinde, hala ucunda mü­ rekkebi kurumamış kalem, Asri Mezarlığa giderken bah­ tiyar. değildi : Döğüşe döğüşe beklediği günleri göreme­ mişti bir türlü!

43



1870 · 1927

l

'j

ÜLEYMAN NAZİF



Süleyman 1taıif 9 Şubat 1919 sabahı « Hadisat» gazetesinde bir baş­ makale çıktı : «Kara bir gün». Bir saat sonra, işgal orduları karargahında General Franchet d'Esperey'nin emri gürlüyordu: - Arretez le ! . . . Fusillez le ! . . . Türkçesi : - Onu yakalayınız ! . . . Onu kurşuna diziniz! Bu ölüme çarpılan O, Süleyman Nazif'ti ! Ben onu ilk defa Edebiyat Fakültesinde, imtihan. odasında görmüştüm: Başında, kenarları kulak uçları­ na değen koyu kırmızı bir fes, arkasında koyu lacivert bir esvap, kolalı gömlek, kolalı yaka, kolalı ve altın düğ­ meli kolluklar vardı. Bir Diyarbakır çıbaniyle tırma­ lanmış yüzü esmer ve çetindi. Kaşları simsiyah ve çatık­ çaydı. Gözleri simsiyah ve parıl parıldı. Sakalı simsiyah ve vahşiydi. Karşısında mutlaka ürkek bir saygı duyar­ dınız. Baki'nin Kanuni Sultan Süleymana yazdığı mer­ siyeyi okuyordum. Vezin bilişime adeta öfkelenerek şaş­ mıştı. Ama, ne tatlı bir öfke, ne bahtiyar bir hayretti görseniz! Konuşurken, gülerken, ön dişleri bıyıklarının siyah. çalısı arasında parlayınca, yırtıcı bir kaplan oluyordu o !

47·


Bu kaplan, elli yedi yıllık ömrü boyunca, zulme kar­ şı, kahra karşı pençeleşmiştir. Daha yirmi yaşın ilk yıllarındayken, doğu illerinde bir Ermenistan kurulacağını duyunca, kağıda kaleme sa­ rılmış, korkunç bir telgraf yazmıştı. Kime mi? . . . Bu da­ ha korkunç: Abdülhamid'e! Saltanatlı bir üslı1bu vardır: Yaldızlar, nişanlar içinde . . . Gök gürler gibi konuşur, kılıç şakırdar gibi ya­ zardı. Halil Nihat Boztepe: Dinlemez «Türk sazrn nın nağme-i habidesini. Sever elfaz-ı şütümun bile nadidesini!

diyor. Süleyman Nazif tanıdığım insanların en gözü pek· !erinden biriydi. İnancında sağlamdı. Saplandığı fikir.. den sökemezdiniz. Hele izzeti nefsine, onun kadar alın· ganlıkla düşkün insan görmedim. Ama bu granit yüzlü adamın kalbi kadifedendi. Bu sert adam zarifti. Bu acı adam, tatlı ve nüktedandı. Gel ey vürudunu bir ömr içinde beklediğim, Bir aşina-yı hayaliye ihtiyacım var!

Mısralarını yazan şairdi. Bağdat Valisi iken, Üçüncü Ordu Kumandanı Hafız İsmail Hakkı Paşadan şu acayip telgrafı almıştı : «On bin okka şekerle bin okka çayın yirmi dört saat içinde tedarik edilerek sevki . . . » Süleyman Nazif'in buna verdiği cevap ne kadar gü­ zeldir bakınız: «Çin İmparatoruna yazmış olduğunuz telgrafın yan­ lışlıkla vilayetimize gelmiş olduğu maruzdur! . . . » Yine bu Süleyman Nazif, Ahmet Haşim'in Bağdatlı olduğunu söyleyen bir şom ağızlıyı : - Bağdat'ı kaybettik, Haşim'i kaybetmiyelim! Diye susturuvermişti.

48


Abdullah Cevdet için cömert bir ilham ile söylediği yüzlerce nükteden biri pek güzeldir: - Çok samimi adamdır, derdi, siyretini suretinde tasır! . Halil Nihad Boztepe'nin Fuad Paşa türbesi civarın· daki güzel evi için de zarif bir nükte söylemiş: - İşte senin en güzel beyt'in, demişti . . . Bilirsiniz, beyt, şiirde iki mısra'a denir. Ama bir lü· gat manası da «Ev» dir. Babıali yokuşunda hafif atlatılan bir otomobil ka· 11ası geçirmişti. Haber alıp koşan dostlarına: - Aman, demişti, hemen kuduz hastanesine gö­ türün beni . . . çarpışmada dilimi ısırdım biraz! . . . ömrünün son yıllarında, kış akşamları, Divanyo· lunda Şüle'ye gelirdi. Bu, kibar bir İstanbul efendisinin açtığı meyhane idi. Ama, Avrupalı bir meyhane: Tavan boyası, duvarın kağıdı, koltuk, masa, her şey zevk ile, anlayışla seçilmişti. Yabancı müşteri girmezdi kapısın­ dan. Gelenler, hep edebiyat adamlarıydı: Abdülhak Ha­ mit, Süleyman Nazif, Halil Nihat, Hamami zade İhsan, Enis Behiç, Fuat Köprülü . . . Baki'nin: Hoş geldi bana meygedenin ab-u havası, Billah ne hoş yerde yapılmış Yıkılası!

beytindeki «Yıkılasrn nın aynı zamanda meyhane adı ol­ duğunu, orada Süleyman Nazif'ten öğrenmiştim. Mithat Cemal, onun için yazdığı güzel şiirinde: Görmedim başka gülen zulme senin tarzında, Hande bir mucize olmuştu mehip ağzında!

Diyor. Bu iki mısra da onun iç ve dış yüzünden bir görünüştür. Demin de söyledim: İzzeti nefsine çok düşkündü: İkramınıza iki kadehle karşılık veremiyecekse bir kadeh kabul ettiremezdiniz. 49


Bir gün sigarayı bıraktı: Parası, tütün almaya yet­ mediği için. Bir başka gün, yine aynı sebeple her akşam severek,. gülerek, konuşarak içtiği yarım şişe rakısından ayrıldı. Ama bu ayrılıklar biraz da dünyadan ayrılmaktı. onun için. Hafif bir üşütme, bir akşam onu yatağa serivermiş­ ti. Ateşler içinde, kalorifersiz, sobasız, mangalsız bir· odada, günlerce titreyerek yandı. Sonra? . . . Sonrasını, yakın dostları söylesinler. Sami Paşaza-· de Sezai Bey: «Herkes bilir ki insanlar ölür. Hiç kimse bilmiyordu. ki Süleyman Nazif ölebilir» diyor. Abdülhak Hamit, aynı hayret içindedir: Nasıl hak olur bir Süleyman Nazif, O ruh·u mübarek, o cism-i latif. Denilmez ki, medfun-ı makberdir o, Bu milletle hala beraberdir o! ...

En eski, en yakın dostu, gelininin babası ve oğlu-· kayınbabası Cenap ise, onun ölümünden üç satırlık bir vecize çıkardı : «Hayatta ölü gezenler vardır. Bence Nazif, bilakis. mevte diri girdi ! »

mm

Y2,l!1ız diri de değil, Bağdat, Basra, Trabzon vilayet­ lerinde, yıllarcı;-, Osmanlı İmparatorluğunun valiliğini yapan bu ünlü Türk yazarı, arkada kalanlara, yelek ce­ binde üç tr,ne nikel kuruş bırakarak ancak ! Ama 6 Aralık 1927 günü, kış yağmuru altında, Aya­ rofya'dan Edirnekapı'ya kadar bütün İstanbul «Kara Bir Gün» yazarının arkasından ağlaya ağlaya yürüdü . . Mezar taşında, kardeşi Faik Ali onu şu iki mısra'la, anlatıyor : Simşe!: mürekkep olmalıdır, yıldırım kalem,

Tahrir için kitabe-i seng-i mezarını!

50


1868 -1949

!ZA TEVFÄ°K



Bebek'e taşınmıştık. Sait Halim Paşa akaretlerinden lıir evde. Bitişik komşumuz Rıza Tevfik Beydi. Önce ha­ nımlar dost oldular. Sonra biz tanıştık. Yaylı kaşları, 1:"1k dolu gözleri, gür saçları vardı. Plastron boyun bağı takar, çoğu jaketatay giyerdi. Şıktı, zarifti, cakalıydı! Evce kaynaşmıştık. Kadınla kadınca, genç kızla genç kızca konuşurdu. Benimle de çocukça . . . Bir gün: «Edebiyatı sever misin? » diye sordu. Gü­ lümsedim: « Severim efendim . . . » Sonra, sözü değiştirme­ sinden korkarak fısıldadım: «Yazarım da . . . » isteğimi sezdi galiba. Okuttu . . . Bu bir «Kış Gecesi» ydi: Buz tutmuş uzar aks-i kamer sine-i mada, Ay bir kocaman kartopudur dest-i semada!

On sekiz yaşında bir idadi talebesinin aruzu böyle rahat kullanışı hoşuna gitti. O günden sonra onun her yeni şiirini ilk dinleyen ben oldum. Elinden ne gelmezdi ki? . . . Yalnız elinden de değil, dilinden de! Patatesi haşlar, yuğurur, çam fıstığından bir gaga, Imş üzümünden iki göz takar, bir kanarya yapardı ki, neredeyse tabakta ötecek sanırdınız.

53


Hele taklitleri? . . . Kadın taklidi, muhacir taklidi, Arap taklidi, hepsini biribirinden güzel yapardı . IVIeşrutiyetin ilk Adliye Nazırlarından Manyasizade Refik Beyle bir orta oyunu oynarlarmış, Rıza Tevfik orada bir Arnavuda çıkarmış, seyredenler, Türk sahnesi öyle sanatkar görmedi derler. Doktordu, şairdi, filozoftu, konferansçıydı, meydan sözcüsüydü ve pehlivandı. Bu satırları yazarken sesi ku­ lağımda: Kelimeleri ne tatlı çiğnerdi. Söz ağzında hel­ valaşırdı adeta . . . Demin, kendisiyle elli yıl önce yapılmış bir röporta­ jı okudum. Soruların bazılarına verdiği cevaplara ba­ kınız: - En çok sevdiğiniz lisan? - Kendi lisanım! Bu iki kelime, onun bir Türk milliyetçisi olduğunu göstermez mi? - Sizce dünyada en mukaddes şey nedir? - Hukuk ve haysiyet-i beşer! İşte bu da hala hasretini çektiğimiz, hala kavgasını yaptığımız insan hakları! - En çok sevdiğiniz hayvan? - Söyliyemem. Nezaketsizlik olur! Ne dersiniz, eşek kelimesi bundan daha zarif söylenebilir mi? - En çok sevdiğiniz kadın ismi? - Sevdiğim kadının ismi. . . Bu, şair Rıza Tevfik'in cevabıdır. - Nasıl ölmek istersiniz? - Geç olsun da güç olmasın! Bu da filozof Rıza Tevfik'in cevabı . . . En güzel, en üstün tarafı, hala yaşayan, hala sevi­ len tarafıdır: Şairliği! Rıza Tevfik'in şiirleri için belki orijinal değildir di51


yenler bulunur. Evet, halk edebiyatında benzerlerine rastlarız: Seyranilerde, Emrahlarda kullandığı kafiyele­ rin, rediflerin çoğu vardır. Ama, şiir yalnız kafiye, yal­ nız redif midir? O, belli bir kalıp içinde ayrı olmak hü­ nerini daima gösterdi. Yürü! Hey bi vefa, hercai güzel, Gönlüm o sevdadan vaz geldi geçti. Soldu açılmadan konca-i emel, Sonbahara erdik, yaz geldi geçti!

Buna benzer, Seyrani'nin de bir koşmasını hatırlıyo­ rum. Ama onda ne bu usta edayı bulabiliriz, ne bu tatlı çığlığı . . . Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere: Şimdi dağlarında mor sünbül vardır. Ormanlar koynunda bir serin dere, Dikenler içinde sarı gül vardır.

Bu, vatandan uzak düştüğü yıllarda yazılmış bir hasret şiiridir. Rıza Tevfik, hele son senelerde, içindeki özlentiyi saklıyamaz olmuştu . Cunya'da şafak söküşünü anlatan şu mısralara bakınız, her kelime bir gözyaşı de­ ğil mi? Hasretle anarım şafak zamanı, İ stanbul'a veda ettiğim anı! Kurcalar içimde derd-i hicranı, Uzakta bir kumru dem çekiyorken!

Rıza Tevfik'in hicivleri de en az gönül şiirleri ka­ dar başarılıdır : Dinleyin ahbaplar şu destanımı Bakınız ne kadar hayretfezadır. Evvela öğrenin nam-u şanımı, Şöhretim filozof, ismim Rıza'dır. Milletin feryadı sarsarken arşı, Bana boru gelir hürriyet marşı! Hükumet değil bu, Aynalıçarşı, Orada sırıtan bir kaç simadır!

55


Kaba . . . Ama ne ince kaba, değil mi? Bazan ölçüyü büsbütün kaçırdığı da olurdu. Meş­ rutiyetin ilk Meclisinde Edirne Mebusu iken, bir gün İttihatçılar onu bastırmış, kafasını yarmıştılar . Balkan Harbinde düşman ordusu Çatalca'ya kadar inince, Rıza Tevfik bu milli felaketten şu mısralarla öç aldı : Anama sövenin kızı, avradı, Bulgar gavurundan döl aldı gitti!

Hayır, hayır, kızmayınız. Bu . felakete sevinecek adam değildi o ! Rıza Tevfik'in İstiklal Savaşına da güveni yoktu. Bi· rinci Dünya Harbinin muzaffer devletlerine karşı koya· mazdık. Bizi silah değil, siyaset kurtaraca�tı. O karan­ lık günlerde yazdığı bir manzumede Mustafa Kemal'in portresini şu dört mısrağla çizmiştir : Siyaset çamura biraz kan kattı, Bir koca kalpaklı adam yarattı. Herkes ona taptı, Rıza dayattı, Secdeye varmayan o iblis oldu!

Bir başka taşlamasında yine kendi sakat inancında dayatıyor: Esaslı fikirler değişti eyvah, Turfa oldu artık eski felsefe. İ rfan ormanında Tebarekallah, Yeni çığır açtı Demirci Efe! Kaşığa dayandı aç pilavcılar, Banka teşkil etti usta tavcılar. Meteliğe kurşun atan avcılar İ sabet ettirdi oku hedefe! Beyaz renge boyar onlar zenciyi, Ela gözlü yapar kör dilenciyi! Elini sürmeden alıp inciyi, Zeytin çekirdeği koyar sedefe! .

56


Rıza Tevfik, bu inanmayışının cezasını çok acı çek­ ti : Yıllarca sevdiği yurduna, Boğaz kıyılarına hasret ka­ larak . Tekrar vatanına kavuştuğu zaman, kendi kelimele­ riyle söyliyeyim « Hesaplaşmağa değil, helallaşmağa gel­ mişti)) . . . Bembeyaz saçları, bembeyaz sakaliyle yeleleri ağarmış ihtiyar bir arslandı artık . . . Bir kaç ufak sarsıntıdan sonra bir gün sahiden ya­ tağa yıkılıverdi. Korkacak adam değildi: .

.

Bugün seksen yaşındayım, Uçurumun başındayım. Yoldaşlardan geri kaldım, Hala binek taşmdayım!

Diye ölümle şakalaşıyordu . . . Son şiirini, bir daha kalkmamak üzere düştüğü ecel döşeğinde. hayat ve gönül arkadaşına, güzel, vefalı eşi Nazlı Hanıma söyledi : Hiç unmayacak bir asabi derd-i serim var, Nazlım! Bugün ayrılma yanımdan, kederim var! Ben bi haberim kendi tükenmez elemimden, Gel nabzıma bak: Tut şu soğuk, cansız elimden!

Sonra? . . . Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş!

57



1873 · 1936



7nehmel Akit Mehmet Akif'i iki yıl uzaktan tanıdım: Sabahları Beylerbeyi iskelesinden vapura beraber binerdik. O, Da· rülfünun şerh·i mütun Profesörü Ferit Kam'la yanyana otururdu. Bazı üç kişi olurdular: Meşhur Şeyh Muhsin-i Fani, Hüseyin Kazım Bey de katılırdı aralarına . . . Ben, uzak düşmemeğe çalışır, karşılarında bir yere ilişirdim. Köprüye kadar kendi dünyaları içinde ne tatlı, ne özlü konuşurlardı. Elimde kitap, ama tek sahife çevirmeden, tek satır okumadan bütün uyanıklığımla onları dinler· dim. Güzeller mihriban olmaz hemen yalvarı görsünler!

Mısraındaki «yalvar» ın «yalvarmak» anlamına gel· mediğini, bir paranın adı olduğunu, yine böyle bir sa­ bah yolculuğunda üstad Ferit Kam merhumdan duy­ muştum. Bana söylerken değil, kendi aralarında konu­ şurla,rken! İki yıl sonra, artık hecenin beş şairinden biri olan ben, nihayet Mehmet Akif Beye de takdim edildim: Bü­ yük şair, güzel insan, iyi dost Mithat Cemal'in zarif evinde. Akif, boyu ortanın üstünde, siyah çenber sakallı, si­ yah, dolgun kaşlı, seyrek saçları makine ile kesilmiş,

61


sağlam yapılı bir insandı. Yüzüne bakanın her şey aklına. gelebilirdi : Evkaf katibi, Asmaaltında yağ tüccarı, sarı­ ğını yeni çıkarmış mahalle imamı, bağ, bahçe sahibi top­ rak ağ·ası . . . Ama şair, asla! . . . O gün, hiç incitmeden beni imtihan etti. Şiirler okuttu. Ben gittikten sonra, Mithal Cemal'e : - İyi yazıyor bu oğlan, demiş. Ondan sonra, bir kere Nureddin Artam'ın havuz başındaki dergahında beraber bir akşam yemeği yedik. İki kere de yine Mithat Cemal'in apartımanında akşam çayı içtik, o kadar . . . Sonraki konuşmalarımız hep vapur yolculuklarına, ayak üstü tesadüflere kaldı. Her görüşter benim hep artan hürmetim, onun hiç eksilmeyen mu­ habbetiyle karşılaşıyordu. Akif'in babası İpek'li Mehmet Tahir Efendidir. Kö­ yünde biraz okuduktan sonra İstanbul'a gelmiş, medre­ seye girmiş, yıllarca çalışmış, dirsek çürütmüş, Fatih dersiamlarından olmuştu. İçi dışı tertemiz bir insanmış. Onu, başka Tahirlerden ayırt etmek için «Temiz Tahir Efendi» diye anarlarmış . Annesi Emine Hanım, Buhara­ lı bir anne ile bir babanın kızıdır. Ama, Anadolu'da doğ­ muştur. Anadolu'da büyümüştür. Babasını ve kendi çocukluğunu şöyle anlatıyor:

«Fatih Camii» nde

Beyaz sarıklı, temiz, yaşça ellibeş ancak, Vücudu zinde, fakat saç, sakal ziyadece ak, Mehib yüzlü bir adem: Kılar edeble namaz. Yanında bir küçücük kızcağızla pek yaramaz Yeşil sarıklı. bir oğlan, ki başta püskülü yok, İ mamcsinde fesin bağlı sade bir boncuk!

İşte bu yeşil sarıklı püskülsüz yaramaz, yarının bü­ yük şairi Mehmet Akif'tir. Akif şair miydi, değil miydi?..

62

Onu, Hamit'lerle,


Pikret'lerle bir hizaya getirenler de var, edebiyat sınır" lan dışına sürenler de . . . Şüphesiz, bir Hamit olmasaydı, hele bir Fikret ol­ masaydı, hatta bir Muallim Naci olmasaydı bir Safahat. �airi de olmazdı. Bakınız şu mısralara: Siyeh reng-i dalalet bir bulut şeklinde maziler, Civarından kaçar bulmaksızın bir lahza istikrar.

Tabiat perde püş-i zulmet o lmuş , baba dalmışke n O güya kalb-i nuranisidir leylin, durur bidar.

Hamit değil mi? . . . Hatta yarım Hamit Faik Ali ! . . Sonra, rastgele şu mısralar:

.

Coşkun, koca bir sel gibi, daim beşeriyet Müstakbele koşmakta verip seyrine şiddet. Dağlar, uçurumlar ona yol vermemek ister.

Nasıl, bunlar da sanki Akif'in değil de Fikret'in . . . Safahat'dan değil de Halılk'un Defteri'nden dökülmüş! Ama bu deyiş yakınlığ1 dışında öyle kocaman bir Mehmet Akif vardır ki hiç kimseye benzemez, herkesten ayrı ve yalnız kendisidir ve elbet, elbet, elbet gürül gü­ rül, çağıl çağıl bir şairimizdir. O olmasaydı, Çanakkale· dilsizdi : Ey bu toprakiar için toprağa düşm üş asker! Göl:ten ecdad inerek öpse o pak alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i. Bcdr'in arslanları ancak bu kadar şanlı idi! Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın? «Gömelim gel seni tarihe» desem sığmazsın!

Yalnız Çanakkale mi? . . . Ya İstiklal Marşı? . . . Otuz· alt1 yıldır, her hafta sonu, bütün memleket ayağa kalkıp onu dinliyor : Korkm:ı, sönme;:; bu şafaklarda yüzen al sancak,

Sönmedsn yurdumun üstünde tüten en son ocak!

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak,

O benimdir, o benim milletimindir ancak!


Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın! Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakkın, Kimbilir, belki yarın, belki yarından da yakın!

Aradan yıllar, yıllar, yıllar geçti. Hala her mısra bit ürpertidir. Bu şiirleri yazan adama şair, hem de büyük şair denmez mi? Akif, Mahalle kahvesi ile, Küfesi ile, Seyfi Babası ile ve bunlara benzer manzumeleriyle bir realist şairdir. Ama, çirkinliklere bir sanatkar mizacının arkasından bakmaz, onu, duygusuz bir fotograf makinesi gibi çe­ ker: Duyuldu bir iri ses, arkasından istiğfar . . . Meğer geğirti imiş . . . - Pek şifalı şey şu hıyar! Cacık yedin mi, ne hikmet, hazır hemen teftih . . . Evet, şifalı yemiştir . . . - Yemiş mi ! .. ıa teşbih!

Kahvedeki müşterileri yalnız pislikleriyle anlatır: Al işte: «Beyne burundan gerek demiş de hulUlıı Taharriyat-ı amikayla muttasıl meşgul ! Mühendis olmalı mutlak şu a k sakallı adam, Zemine, daire şeklinde attı bir balgam. Abanmış olduğu bir yamrı yumru değnekle Mümaslar çekerek koydu belki yüz şekle!

Hayır, sanatkar pislikle de oynar. Ama böyle deli pisliğiyle oynar gibi değil, tıpkı kimyager titizliğiyle, kendisi tertemiz kalarak ! . . Mehmet Akif Beyde güzelle çirkin, büyükle küçük yanyanadır. Bu da galiba çok yazmaktan . . . Bir de, onun, yalnız Allahını, Peygamberini, vatanını, milletini sev­ miş olması, kalbinde başka aşka yer kalmaması, sanırım eksiklerinden biridir. Akif, kaba görünüşünün adamı değildi. Zarifti, ha­ zır cevaptı. Bir gün, Neyzen Tevfik'e öğle yemeğine da-

64


vetlidir. Gider. Berbat bir han odası. Sofraya oturma­ dan önce muslukta elini yıkar. Neyzen havlu getirir. Ama Akif silmek istemez, havada biraz salladıktan son­ ra mendini çıkarır. Neyzen havluda kurulaması için zorlayınca: - Yoook Tevfik, der, şimdi gıcır gıcır temizledim, kirletemem! Safahat şairinin damadı Muhiddin Bey, bir otomo­ bil şirketinin acentesiydi. İş yüzünden her gün o ilden o ile gezip duruyordu. Ona yazdığı mektupta: « Süpürge bilmecesinden farkın yok. Çat şuradasın, çat burada . . . Nereye, hangi adrese mektup gönderece­ ğimi bilmiyorum ki . . » diyor. Meşhur bir edibimizin cinsi hayatına dair yüz kızar­ tıcı sözler söylenirdi. Hatta bu sözleri yalnız başkaları değil, kendisi de söylerdi. Bir gün: - Yahu, dedi, bu adam kendisine iftira ediyor, ö­ vündüğü kadar edepsiz değil! Birinci Büyük Millet Meclisinde Burdur mebusuy­ du. O, ayaklanan Anadolu ile beraberdi. Yer yer kayna­ şan isyanlara imanlı sesiyle karşı koymuştur. Hele Kas­ tamonu'da, Nasrullah Camiinde verdiği büyük, siyasi vaaz bütün gönülleri fethetmişti. .

Mehmet Akif ömrünün son yıllarını Mısır'da geçir­ miştir. O, şapka giymemek için memleketten uzaklaştı derler. Yalan! . . . Safahat şairini Abbas Halim Paşa dfwet etmişti. Hayalindeki eserleri, hele büyük bir aşk ile yaz­ mak istediği Salahaddin-i Eyyubi isimli manzum piyesi yaratabilmesi için, geçim zorluğundan . uzak, rahat bir hayat hazırlamıştı ona . . . İşte Akif'in seyahat sebebi. Orada, Mısır hükumeti ona bir vazife de verdi: Üni­ versitede Türkçe ve Türk edebiyatı profesörlüğü . . . Mit­ hat Cemal'e yazdığı mektupta: « İstanbul'da türkçeyi ve Türk edebiyatını okutacak

65


Akif'ler çoktur. Ama ana dilimi ve milli mefahirimizi burada araplara öğretecek ve sevdirecek başka Akif bu­ lamayız ! » diyor. Onu, hastahanede gördüğüm zaman hastalıktan korktum : Yalnız söz meydanının değil, er meydanının da sayılı bir pehlivanı olan dağ adam, erimiş, yorgan al­ tında bir kemik yığını kalmıştı. Değişmeyen yalnız ışık dolu, güzel, canlı gözleriydi. Ölümü, toprağa götüreceği eserleri yazamamanın hasreti, ama Tanrısına kavuşmanın bahtiyarlığı, vecdi içinde bekliyordu: Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını, Bana çok görme İlahi bir avuç topra.ğını!

66


1883 - 1935

EL.AL SAHÄ°R



Celal Sahir İstanbul Valiliğine çıkan yoktuşta, tam camie kar· şı bi.r kitapçı dükkanı vardı. Adı: Edebiyat-ı Cedide Kü­ tüphanesi. Sahibi : Ahmet Muhtar. İlk gençliğimin en bahtiyar dakikaları onun came· kam önünde geçmiştir. Tevfik Fikret'ler, Halit Ziya'lar, Hüseyin Cahit'ler, Hüseyin Siyret'ler, Mehmet Rauf'lar onun raflarında cilt cilt sıralanırdılar : Rübab-ı Şikeste, Aşk-ı Memnu, Hayat-ı Hakikiye Sahneleri, Leyal-i Giri­ ı;an, Eylül . . . Bir de Beyaz Gölgeler ! Beyaz Gölgeler, kırmızı üzerine beyaz, titrek harf­ lerle yazılmış bir şiir kitabı idi. Ben, Celal Sahir'i ilk defa bu kitabın içinde gördüm, tamdım, sevdim. Bu, sağ omuzundan çekilmiş, başı biraz dik, biraz arkaya dö­ nük bir fotoğraftı. Ensesinden yakasına düşmüş saçla­ rını yüzünden çok görüyordunuz. İç kapağın üstünde yapraklar içinde bir kadın başı ve altında, üstadın el yazısiyle iki mısra: Bütün hayatımı onlar verir de ben yaşarım, Kadınlar olmasa öksüz kalırdı eş'arım!

Onu, mektep sıralarında bizlere «Feminist Şairimizn diye tanıttılar. Hocalarımız haklıydı elbet. O, kendisini

69


böyle takdim ediyordu: Bütün hayatını onlardan aldığı­ nı, onlar olmasa şiirlerinin öksüz kalacağını söyliyerek! .. Ama ben, asıl Celal Sahir'i, ilk kitabını okuduktan dört yıl sonra gördüm ve onun güzel, iyi, insan tarafını, her gün biraz daha tanıdım. Birinci Dünya Savaşına girmemiştik henüz. Bilgi Derneği toplantılarının ikinci haftasıydı. Hece vezniyle yazdığım ilk manzumeyi okumuştum o gün. Akşam üze­ ri merdivenlerden inerken, arkamdan telaşlı bir ses koş- . tu :

- Yusuf Ziya bey . . . Yusuf Ziya bey . . . Bu, onun sesiydi. Bana : - Ziya Gökalp bey rica ediyorlar, dedi, müsaade . buyurursanız şiirinizi Türk Yurdu'na koyalım . . . O kadar sevinmiştim ki, manzumenin yazılı olduğu i kağıdı bulmak için bütün ceplerimi on parmağımla di­ dikledim . . . İki hafta sonra, Türk Yurdu'nun kalın kağıtlı kır­ mızı kapağında adım vardı. O akşam, yine aynı telaşlı ses beni merdiven başında durdurdu. Solda bir odaya

·

girdik ve derginin idare müdürü, kasayı açtı, bana «telif hakkr n nı verdi. Bu, kalemimle kazandığım ilk paraydı : Bir sarı altın! . . . Celal Sahir, bir Osmanlı paşasile şair duygulu bir Osmanlı hanımının oğludur: babası İsmail Hakkı Paşa, Yemen Vali ve kumandanı . Annesi Fehime Nüzhet ha· nım, şu mısraların şairi : Alırım karşıma üç saksı karanfil dizerim Alem •n seyri gülistanı vazifemde değil. Bir uzak yerdeki yangın gibi seyreyliyorum: Gönlümün ateş-i suzanı vazifemde değil!

Celal Sahir, hayalimizdeki şairdi: Uzun saçları, ince vücudu, solgun yüzü ve daima rüya içinde bakan gözle­ riyle . . . Gözleri ! . . . Bunlar, sahiden iki nadide mücevher-

70


di : Menevişli, lacivert gözler! . . . Şıktı, temizdi, titizdi ve çok dosttu, çok insandı. Biraz uzun, biraz sivri, koyu kırmızı bir fes, gümüş rengi bir jaketatay ve siyah iskarpinler . . . Unutamadı­ ğım hayali budur. Kalbi ve kafasiyle daima yeni, daima genç kaldı. Sa­ nat hayatına «Edebiyat-ı Cedide» çerçevesi içinde girmiş­ ti. Fecr-i Ati ile beraber göründü. Hececilerle yanyana yürüdü ve nihayet vezinsiz şiire katıldı. Kim der ki: Karşımda bir deniz, ebedıyetle hemhudut, Fevkimde bir sema ki pür avize-i nücum . . . Her yerde bir süküt.. . . Ne bir ses, ne bir sürut, Etmez bu sakitiyyet: leyliyyeye hücum.

Mısralarını yazan kalem, uzun yılları bir ruh taze­ liği ve zeka çeviklığı ile aşarak : BİLMECE Gözü var, kulağı var, İ şitiyor, görüyor. Eli var, ayağı var, Kımıldıyor, yürüyor. Yaratamaz eşini Ne Fidyas, ne de Mikel, Hayatın ateşini Taşır gibi bu heykel! Bazan dururken birden Gözünden yaş akıyor. Bazan siz ağlıyorken O gülerek bakıyor. Ne derin bir muamma: Yaşıyor, fakat cansız! Göğsü çarpıyor ama Yüreği heyecansız!

71


Dönüyor önünde baş Bu yaşayan mermerin. Ey büyük heykeltraş, Bu senin şaheserin!

Diye haykıracaktır. Bu kadar da değil, Kurtuluş Sa­ vaşının ilk günlerinde, dağlarda çeteler çarpışırken, o, yepyeni bir sesle yepyeni bir inancı savunuyordu: Sizin göklerde kanatlarınız, Bizim arşa ·kanatlanır Atlarımız! Kılıçlarımız şimşek şimşektir, İki ayrı döşektir: Vücudumuza hudutlar, Ruhumuza bulutlar!..

Celal Sahir, hiçbir işte normal hararetle çalışmadı. Ruh ateşi daima otuz yediyi aşmıştır. Vermeyi severdi: Bilgisini, heyecanını, hatta parası­ nı, hatta sıhhatini . . . Kadıköyünde, sahnemizin ilk Türk kadını Afife'yi polis yakalamağa gelince, edebi heyet azaları birer bi­ rer !{açmış, yalnız Celal Sahir kalmıştı.

Bir yaz mehtabı altında, komiser muavini onu ka­ rakola götürürken: - Ah beyefendi, sizi tanırım, hatta bazı şiirleriniz ezberimdedir . . . Demiş ve «Leyal-i Sahıriyyet>> den okumaya başlamış: ·

Sahir! Benimle gel, gecenin hali pek güzel. Ormanda nefti gölgelerin raksı pek şiir. Ba.k kollarım nasıl mütehalik, küşadedir, Gel, aşkımızla mezcedelim şiiri, haydi gel! Mütareke yıllarında, dört beş arkadaş, onun etrafın­ da toplanmış, her ay bir kitap çıkarmağa başlamıştık. Bunlar, numaralı kitaplardı: Birinci kitap, ikinci kitap,.

72


üçüncü kitap . . . İçerisinde hepimizin yazıları vardır: Ce­ lül Sahir'in, Halit Fahri'nin, Ömer Seyfeddin'in, Faruk Nafiz'in, Va - Nü'nun, Fahri Celal'in . . . Sık sık, Sultanahmet'te, Toprak sokaktaki evinde toplanır, yer içer, konuşur, yatardık . . . Onun kadar na­

zik ve nezaketini onun kadar sezdirmeyen insan hiç gör­ medim. Kendi karyolasını daima bana verir, misafirini rahat ettirmekle kendi rahatsızlığını unuturdu. Bu gecelerden bir tanesini hala hatırlarım: Ömer Seyfeddin «Mahçupluk İmtihanrn isimli bir komedi yaz­ mı.ştı. Onu okudu bize. Buna okudu demek yanlıştır. Bü­ tün rolleri, şahısların sesleri, tavırları, mimikleriyle tek başı.na oynamıştı. Gülmüştük. Katıla katıla, gözlerimize den yaşlar akarak gülmüştük. Meğer aradan bir kaç ay geçecek ve yine o evde; yi­ ne gözlerimizden yaşlar akarak katıla katıla ağlıyacak­ mışız: Ömer Seyfeddin'in öldüğünü duyarak! Celfü Sahir, ince, ipek bir vücud içinde, cengaver kı­ lıcı gibi zağlı bir ruh taşırdı. Mütarekenin bütün İstan­ bulu sindirdiği günlerde onun başında Ankara'nın öfke­ li kalpağını görürdük! Servet-i Fünun sahibi Ahmet İhsan Tokgöz, onu an­ latan bir yazısında: «Bütün suçların İttihatçılara yükle­ tildiği bir toplantıda, herkes, hatta nice ünlü ittihatçı­ lar susunca, Sahir pervasızca bağırmıştı: - Ben ittihatçıyım ! İttihat ve Terakki'nin yok olduğu bir günde ben İt­ tihatçıyım diyen bu adam, onun var olduğu günlerde kö­ tülüklerine bütün gücile karşı koyan adamdı! Ahmet Ağaoğlu da bir hatıra yazısında onun dost­ luğunu şu satırlarla öğüyör: «Maltada esir bulunduğum günlerde, Celal Sahir, kendisinden mektup aldığım tek dost'tu! » Başkalarını bu kadar düşündüğü, bu kadar sevdiği

73


için olacak, kendisini düşünmeğe, kendisini sevmeğe pek vakit bulamadı. Bir yağmurlu günde, uzun saçları paltosunun kalkık yakasına düşmüş, ona rastladım. Eli, avucumda yanı­ yordu . . . Eve dönmesi için zorladım. Razı oldu: Bekirağa Bölüğüne kadar gidecek, Ziya Gökalp'ı görecek, sonra doğru yatağa koşacaktı ! Dostluk, sağlıktan bile üstündü onun için. Celal Sahir, fikir hayatımızın, sanat hayatımızın, cemiyet hayatımızın çeşitli hizmetlerinde çalıştı. Hob­ yar'da oturduğu yıllarda mahallenin isteğini kıramamış, Hobyar Muhtarı bile olmuştu. Sonra, Birinci Dünya Sa­ vaşı içinde ticarete heves etti. Kazancı, galiba Süley­ man Nazif'in taktığı isimden ibaret kalmıştır: Şaır-i ta• .1 . . . cır Daha sonra, onu üçüncü Büyük Millet Mec,,sinde gördük. Zonguldak Mebusu idi. Atatürk, çalıştıran insandı. O, çalışan insan Yıllar­ ca, Türk Dili Kurumunda üye ve başkan vekili olarak, gece, gündüz uğraştı. Sonra?. . . Günde dört paket siga­ ra içen zayıf bir vücudun kaderi ne ise o oldu: Bu hızlı yaşamaya elli iki yıl dayanabilmişti ancak !

74


1869 - 1932

BDULLAH CEVDET



Ab�ullah Ce11Ôel

Cağaloğlunda, köşe başında, üç buçuk katlı bir apar­ tıman vardır. O zaman, adı « İçtihat Evi» idi. Bu yapmm İçtihat bir dergi'nin ismidir. Sahibi, doktor Abdullah Cevdet. Evi de, idare evi de üst kattaydı. İkinci katta Bilgi Derneği vardı, Orhaniye Matbaası vardı, alt katta da bas­ kı makineleri. . . İçtihat, bizim bayrak dergilerimizden biridir : Türk Yurdu milliyetçilerin, Sebilürreşat islamcıların mecmua­ sıydı. İçtihat, kara kuvvete savaş açmış ilk laiklerin der­ gisidir.

Biz Abdullah Cevdet'le konuşmadan tanışmıştık. İlk gençliğimin şiir denemelerini, posta ile İçtihad'a yol­ lardım. Ertesi hafta, bir de bakardım, basılmış . . O yaş­ ta adını matbaa harfleriyle bir mecmua sahifesinde gör­ mek . . . Bu bahtiyarlığ1, günümüzün maç sevdalılarına anlatamayız! .

Aradan bir yıl geçti belki . . . İçtihad sahibi ile de bir gün kendi apartımanmın ikinci katında tanıştık. Abdul­ lah Cevdet sanki çoktandır hasretini çektiği bir. . . bir oğlunu görmüşcesine sevindi. Sakallıydı, hafif çiçek bozukları vardı yüzünde. Göz77


leri çok zeki, yüzü oldukça böndü bu adamın. Ayrılır­ ken: - Çarşamba akşamı çaya beklerim, dedi. Her çar­ şamba İ çtihadda toplanırız . . . Ertesi hafta gittim. Oldukça iyi döşenmiş, oldukça geniş bir salondu bu. Rahat koltuklar, sedirler vardı. Duvarlarda, kitap raflarının üstlerinde büyük şöhretle­ rin fotoğraflariyle göz göze geliyordum : Abdülhak Ha­ mit'ler, Süleyman Nazif'ler, Faik Ali'ler, Sami Paşazade Sezai'ler, Cenab'lar, Celal Nuri'ler . . . Çarşamba çaylarına gelenler de bunlar ve bu çapta insanlardı . . . Mutlaka bir fikir ve sanat konusu, günün konuşması oluyordu. Abdullah Cevdet, bir başka adamdı: Doktordu, şair­ di, bilgindi ve . . . Türkçü değil, İslamcı değil, insancı idi. Bir dörtlüğünde şu iki mısra okuyoruz: Milletciler, vatancılar, dinciler var sinende, Bir insancı çok mu? Bırak, bir insan da yaşasın!

Düşmanları, onu bu inanışından yakalayıp didikli­ yorlardı. Ama O, adeta kahra UğTamaktan bahtiyar, ken­ di kendisini teselli ediyordu : Açtım cihane rahm-ü uhuvvet kucağını, Her zi hayata zerrelerim: kardeşim diyor. Ü lfet nevalarıyla gönüller pür ihtizaz, Ey düşmanım, neden yüreğin <<Ben taşım» diyor?

Abdullah Cevdet'in düşmanları? Ama bu düşmanla­ rı kendisi adeta çalışarak hazırlar, yoktan var ederdi. Fuzfüi'nin Türk olmadığını sevinerek söylerken, Zi­ ya Gökalp'e çarpıp nasıl paramparça olduğunu hiç unu­ tamam. Büyük kusurlarından biri de pintiliğiydi: Bu gönlü çok cömert adamın cebi çok hasisti. Birinci Dünya Har-

78


bi içindeki çarşamba toplantılarında, çaylarımızı şeker yerine kuru üzümle içerdik! Bu, şekerin yok oluşundan değil, okkası üç lira olu­ �undandı! Süleyman Nazif ile şair Eşref onu hicvedenlerin başında gelir. Abdullah Cevdet için: - Meteliğe kurşun atar . . . Diyen bir dostuna, Süleyman Nazif:

- Ne kurşunu? demiştir, meteliğe göbek atar! Büyük heccavımız Eşref de, yüzündeki çiçek bozuğu için: O Suretten hayayı dest-i hak tırnakla yolmuştur!

Diyecek kadar merhametsiz oldu. Yine Eşref, onun meşhur hasisliğini biraz türkçeleştirerek yazdığım şu iki mısrala hicvetmiştir: Bir sinek konsa eğer tiksinerek pisliğine, Hakkımı eklediyor der de koşar mahkemeye !

Yalnız bu kadar da değil. Büyük İslam şairi Meh­ met Akif bakınız ona ne korkunç hücum ediyor: Taklak attın arkasından en deni bir şöhretin Düştü takken, çıktı cascavlak o kel mahıyyetin!

Abdullah Cevdet'in hiç şüphe yok, bilgi dolu bir ka­ fası vardı, duygu dolu bir kalbi vardı, doktordu, şairdi, yeniye, ileriye hasret çeken insandı. Ama bir eksiği var­ dı, mühim bir eksiği. . . Aklı mı idi acaba? . . Eski harfler devrinde çıkan mecmuasında o, yeni harflerin hasretini çekerdi. Ama latin harfleri kabul edi­ lince, şikayete başladı : - Hayır «a» ayın'ın yerini tutmuyor. Arap harfle­ rinin ayını ile yazılan «Ali» deki «Ömer» deki «Abdul­ lah)) daki yumuşaklık şimdi yok! Sonra, yine eski harflerdeki «he, hı, ha» yerine yal79


mz bir «h» nin alınmasını az buluyor ve «hayal» kelime­ sine istediği sesi vermek için kendince yeni bir imla uy­ duruyor «khayahı yazacak kadar acaipleşiyordu. İçtihad'ı en ucuz matbaada, en ucuz kağıda, en ucuz mürekkeple bastırırdı. Bir gün, dergisinin yeni çıkan sayısına sevgi dolu gözlerle bakarak: - Ah, demişti, şu mecmuayı evladım kadar seviyo­ rum. Dayanamamış : -- üstat, demiştim, öyleyse biraz evlat gibi baksa­ nız, evlatlık gibi değil ! Tanışmamızın üstünden birkaç yıl geçmişti. Ben, r,rtık eski ben değildim. Yazılarım para ediyordu. Türk Yurdu'ndan her şiirime bir sarı altın alıyordum. Bir gün, gençlik ürkekliğimi yendim: - Cevdet bey, dedim, iki üç senedir sizden hiç bir şey istemedim. Ama, biliyorsunuz, yaşamak güçleşti. Ya­ zılarım için, uygun göreceğiniz bir karşılık rica ediyo­ rum . Bir insan yüzünün bir anda bu kadar karardığını görmemiştim hiç. Nabzı durdu, nefesi durdu galiba . . . Sonra, her zamanki tatlı, yumuşak sese benzemeyen bir iniltiyle cümle olmayan kelimeler hıçkırdı: - Vallahi . . . bilmezsiniz . . . Ne yapsak ki . . . Sizi seve­ rim . . . Kırmak da istemem . . . Durun b akayım! . .

Durdum. O salondan çıktı, bekledim, bekledim, bek­ ledim. Sonra geldi elini ceketimin dış cebine soktu, boş­ luğa dökülen bir para şıngırtısı duydum : - İçtihad'ın bütün mevcudunu takdim ediyorum, dedi, artık . Devam edemedi. Ağlıyacak diye korktum ve teşek­ kürlerle ayrıldım. Merdivenleri inerken, hayalimde hesap ediyordum: . .

80


- En az yüz şiirim çıktı şimdiye kadar . . . Türk Yur­ du'nun ölçüsüyle birer lira verse, tam yüz lira eder . . . Yarımşar lira verse, elli lira eder . . . Bunun da yarısını verse yirmi beş lira . . . Yirmi beş altın! .. O günlerde, Be­ yoğlunun eşsiz terzisi Boter en güzel ingiliz kumaşından bir kat elbiseyi yedi liraya dikerdi. İstanbul'un en güzel lokantalarında kendinize, iki liraya bir ay ziyafet çeke­ bilirdiniz! Cağaloğlundaki İçtihad Evinden biraz uzaklaşınca elımi cebime soktum, avucum doldu . . . Bu avuç dolusu paranın hepsi . . . yirmi üç kuruştu! Abdullah Cevdet idealistti. Ama, ideali neydi? Hala bilmiyorum! O, muhakkak ki sayılı kıymetlerimizden biridir. Yalnız, hem yolunu bulamamış, hem talihsiz bir kıy­ met. Birinci Dünya Harbinin perişan günlerinde bir şiir yazmıştı: Vatanın öksüzüyüm Öksüzlerin gözüyüm!

Talihsizlik burada da yakasına yapışmış, bütün «ök­ süz» lerin «S» leri düşmüş ve doktor Abdullah Cevdet: Vatanın öküzüyüm Öküzlerin gözüyüm !

Olmuştu. Başta Süleyman Nazif, bu dizgi yanlışının tatlı, acı, bin türlü şakasiyle gazeteleri, dergileri, salonla­ rı aylarca, ne aylarcası, yıllarca kahkahalarla çınlattı­ lar. Ama, ne olursa olsun, o, fikir hayatımıza ışık tutmuş bir insandı. . . Ve muhakkak bir şair: Bin kalb olurum da okla mecrup, Bir kalbe nişan alan ok olmam! İ çmem su susuzların elinden, Açlar arasında ben tok olmam!

Güzel . . . Yalan da olsa güzel ! 81



1885 - 1956

Ä°THAT CEMAL



1nithal Cemal :Kuntay

Birinci Dünya Savaşının yoksul günlerinde, perişan günlerindeydik. Kadıköy vapurundaydım. Yanımdaki arkadaşım yavaşça kolumu dürttü: - Mlthat Cemal ! . . . Karşımızdaki sırada oturuyordu. Güzel yüzlü, gür sesli, alımlı bir genç ·adamdı : Otuz yaşında ancak . . . El­ bisesi temiz, ama soluktu . Gömleği ütülü, ama yıpran­ mıştı. Hele siyah iskarpinleri, sağlı sollu, makine diki­ şiyle yamalıydı ! . . . Mithat Cemal'di bu, Mithat Cemal : Ölmez bu vatan, farz-ı muhal, ölse de hatta, Çekmez kürenin sırtı o tabüt-u cesimi!

Mısralarını yazan şair! . . . Büyük ve saltanatlı sözün çok beğenildiği o yıllarda, bu iki mısra bütün bir edebiyata bedeldi. Sonra, bu iki mısraı, Birinci Büyük Millet Meclisi kürsüsünden Mus­ tafa Kemal bile okuyacaktı ! Aradan kaç yıl geçti, sayamıyacağım. Bir akşam, onun Mısır apartmanındaki dairesinde çaya davet edil­ dim: Eski ve seçme eşya ile döşeli, kibar bir salondu bu . . . Artık, Adliye veznesinden maaş bekleyen Mithat Cemal'in değil, Galata Noteri Mithat Cemal'in evindey­ dim !

85


Bu çayda Abdullal1 Cevdet vaTdı, Süleyman Nazif vaTdı . . . Başka, kim van:ü, bilmiyorum. Güzel kvnuşuyor­ du, "bol konuşuyordu, süslü konuşuyordu. Aradan bir kaç ay geçti, onu tekrar gördüm: Halil N ihat Boztepe'nin evinde: Şıktı, gümüş pırıltılı saçları, beyaz benekli nefti papiyonu ile pek şık. O akşam, ga· liba daha çok sevdim onu . . . Ama, dostluğumuz tesadüf· lı.:;rin dostluğuydu: Bir öğle üstü Abdullah Efendi Lo· kantasında, bir akşam üstü Lebon'da . . . Hepsi o kadar. Asıl dostluğumuz, bir yaz günü başladı : Büyükada'· da, Anadolu Kulübü bahçesinde . . . Başını, siyah yaprak· lı, sert gövdeli bir ağacın gölgesine saklamış, geniş kol· tukta güneşleniyordu. Beni görünce, sesi sahiden sevinç­ li, elini telaşla sallayarak çağırdı: - Buyurmaz mısınız? . . . Yandaki masadan bir koltuk alacaktım. Durdurdu: -- Sakın haaa . . . Musaaa ! . . . Beyefendiye şu koltuğu getir! Daha otururken söze nasihatle başladı : - Ağır kaldırmayınız . . . Maddi ve manevi yükümüz bize kafi ! . . Sonra, oturduğu, hayır, daha doğrusu yattığı kol­ tukta biraz yana dönerek gülümsedi : -- Sizi bizim cemiyete aza yazalım . . . Bilmiyorsunuz, değil mi? . . . Ben burada bir cemiyet kurdum: Ayağa kalk­ mıyanlar Cemiyeti ! . . . Aman birader, rahat mı edeceğiz bu bahçede, yoksa gelene, geçene selam mı duracağız? ... Sonra, garsonun getirdiği küçük acem bardağındaki çaya şeker atmaya başladı : Bir, iki, üç . . . Tam sekiz şe­ ker! Ne dalgmlıktı bu? - Aman beyefendi, dedim, sekiz şeker attınız . . . - Ne yapayım, dedi, daha fazla getirmemiş ki ! . . . . . .

86


O güldü, ben güldüm ve karşılıklı iki kahkaha ile anlaştık! Artık birbirimizin tiryakisi olmuştuk. Konuşmamız, sizli değil, senliydi! Bir akşam, yemek salonunda, baktım, masasından alevler yükseliyor. Tutuşmuş bir meyva tabağıydı bu: Kayısılar, şeftaliler, erikler yangını! . . . Yarım saat sonra, bahçede kahvelerimizi içerken öğrendim: Tifo'yu yakıyormuş ! Meraklıydı, çok meraklı. Vapurda bir pencere açıl­ sa telaşla yalvarırdı: - Aman ne yapıyorsunuz, zatürree giriyor içeri! . . . Biraz bencildi, biraz vehimliydi, ama servete eğil­ mez, kuvvete eğilmez, yalnız . . . Yalnız güzele eğilirdi: İs­ ter ağaç olsun, ister ipek olsun, ister kadın! Kadında, güzellik anlayışı başkaydı onun: Kemik güzeli derdi, çizgi güzeli derdi, renk, ışık güzeli derdi. . . . Eğer ucu bir şeytan fiskesiyle hafifçe havaya kalkmış bir burun görürse, yahut ince bilekli iki kılıç bacak, ye­ terdi ona: Bu güzel kadındır! . . . Yaşa bakmaz, ellilik bir «şüh-u güzeşte» ye : - Hayat var onda, hayat . . . Mektep kokmuyor! Diye adeta iç çekerdi . . '

.

Sairdi. Güzel şair, gür sesli şair. Kelimenin de tadını alırdı, kafiyenin de . . . Adı şarlatan bir şöhretle ka­ natlanmadıysa, edebiyatın siyasetini yapmadığı içindir. Biraz da elindeki kalem, vatanını, milletini, tarihini ko­ nuşmaktan, kalbini konuşmaya pek az vakit bulduğu için! Kitabının adı bile bunu söylüyor bize: Türk'ün Şeh­ ·n amesi ! Son sahifede sıralanan şiirlerin isimlerine bakınız: Yurt Duyguları, Atatürk'ün Heykeli Önünde, Gazi'ye, Atatürk'ün Cenazesi Ankara'da Karşılanırken, Büyük 87


Ölü'ye, Milli Hakimiyet Şarkısı, Talat'ın Tabutu Önün­ de, Topkapı Müzesinde, Fatih'e, Kolu Kesik Asker'e, Meçhul Asker'e, Rüstem Paşa Camii, Çanakkale, Genç­ lerin Şarkısı . . . İster acı olsun, ister sevinç, her büyük günde onun sesi vardır. Cumhuriyet'in onbeşinci yıldönümünde yaz­ dığı şiirden dört mısra alıyorum : Asrın yaşamak hakkını vermez sana kimse, Sen asrını, üstünde izin varsa benimse! Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır!

Atatürk'ün tabutu önünde hangi kalem, Mithat Ce­ mal'den başka, ona yaraşan şu büyük sesle konuştu : Yine onbeş sene evvel gibi Gazi geliyor, Yine onbeş sene evvelki kadar yükseliyor. Yine başlarda oturmuş, yine göklerde başı, Yıldırımlar yine bir eski silah arkadaşı. Ölümün bitmeyen ufkunda yatarken yine sağ, Bir avuç toprak olurken yine yüksek, yine dağ.

Rüstem Paşa Camiini gezerken, Fatih'in türbesine bakarken, Çanakkale'yi düşünürken, Mithat Cemal, hep bu Mithat Cemal'dir. Milli Hakimiyet Şarkısında da bu: Bir tek saray on bin evi, yüz bin evi yerken, Bir nazlı kadın on köyü bir günde giyerken, Sen toprağa artık «vatanımdır» diyemezsin!

O, eşine, çocuğuna, evine de daima otuz altı buçu­ ğun üstünde bir ateşle aşıktı. Kadınlarımızı, yabancı ka­ dınların saltanatını kıskanarak sever: - Bizim Ayşelerimiz, bizim Fatmalarımız bunların giydikleri kürklerin, sürdükleri kokuların adlarını bile bilmezler! Diye sesi ağlayarak iç çekerdi. Karısı Naile hanıma yazdığı şu mısralarda onun �ışık kalbini görürsünüz : 88


Her hamleme bir başka kanad, başka ufuksun, Koptukça kanadlar gibi azmimden ufuklar . . . Yırtılmış, atılmış o kağıtlar ki hayatım Her parçası, her büklümü üstünde adın var!

Ifayat arkadaşının öleceğini duyduğu gün hayat ona ölüm oldu. Aylarca, iki lokma yemeğini tabağına damla­ yan gözyaşlariyle karışık yedi. Öm1·ünün son yıllarında bir kadına aşık olduğunu biliyorum. Ama ne aşk, ne umutsuz, ne kıskanç aşk . . . Aşağıdaki şiir onun için yazılmış ve hiçbir yerde çıkma­ mıştır: O KADINA

Kendi aşkımda ben vefa aradım, Eana siz verdiniz o harikayı. Uçurumsuz bir irtifa aradım, Sizde buldum bugün o şahikayı! İ stemem vuslatın hakikatini, Yetişir vuslatın hayali bana. Bahtiyar olmak istemem, yetişir Bahtiyar olmak ihtimali bana! Ömrümün günleriyle birliktir Gecelerden uzun tahayyülünüz, Talihim gülmemişse kendi bilir, Bana alemde sade siz gülünüz !..

Bu kadın da Mithat Cemal'i seviyordu. Ona varmağa hazırdı. Ama, Mithat Cemal almadı. Gözlerinden yaşlar akarak: - Almam Yusuf Ziyacığım, dedi, alamam . . . Kadın zengin, ben züğürdüm. Parası için aldı derler! Sevdiklerine yazdığı mezar taşları, dostlarına verdi­ ği fotoğTaflara yazdığı mısralar içinde de sahiden güzel­ leri vardır, acıları vardır, nüktelileri vardır. Bir gün, Galatadaki Dördüncü Noterlik dairesinde, Nihat Erim'e : - Baş katibim, baş arkadaşım, baş belam! Diye takdim ettiği Süreyya Ormancı'ya hediye etti· ği fotoğrafın üstünde şu kıt'a var:


Sen gıyaben de huzurumdasm ey mihr-i zeka, Seni, zannetme gözüm sadece gördükte arar. Yerin üstündeki yıldızları bilmezse adam, Yedi kandilli Süreyyayı, gider gökte arar!

Doğrusunu isterseniz, Süreyya onun değil, o Sürey­ yamn baş belası idi. Dairenin bütün sorumluluklarım, bütün yükünü bazı bembeyaz dişleriyle gülerek, bazı göz­ bebekleri çıldırarak taşırçlı . . . Taşırdı, çünkü Mithat Ce­ mal'i yalnız seven değil, duyan, anlayan, tadan adamdı! Mithat Cemal Kuntay, tanıdığım insanların en çalış­ kanlarından biridir. Güçlükten yılmazdı . Fransızcayı kendi kendine ve sahiden öğrenmişti. Zengin ve zarif kitaplığında, kalemle okunmamış tek kitap, kenarına not yazılmamış tek sahife bulamazsınız. Namık Kemal, Mehmet Akif, Türk edebiyatına bü· yük emeklerinin iki armağanıdır. Bize bir de Tevfik Fikret verecekti: Bilmediğimiz şiirleri, hicivleri, mektupları, öfkeleriyle bir Tevfik Fik­ ret . . . Kaplan gücü ve karınca sabriyle topladığı bir san­ dık dolusu vesika acaba nerede, ne oldu şimdi? . . . Hiç kimse, bu yazılmamış eseri onun büyük sabriy· lB yazamaz. Ama ne olursa olsun, Mithat Cemal'i kay­ bettik, vesikaları kaybetmesek! Klmtay, bütün hayatınca güzel, ama daima parasız yaşadı. Maçka'da eski ve seçme eşya ile döşeli iyi bir apartmanda otururdu. Otomobilden başka taşıta bin­ mezdi. Yalnız Abdullah Efendi Lokantasında bol ve pa­ halı yerdi. Daima en büyük terzilerde giyinirdi . . . Ve me­ teliksiz gezerdi ! Ne zarif insandı, ne hazır cevap insandı bilseniz . . . Nükteyi, kendisine karşı bile olsa feda etmezdi. Bir gün, Kolaro'nun camında pek şık bir mendil gördü: Koyu lacivert üstüne kibar desenli, büyük, ipek bir mendil . . . Telaşla beni de sürükledi içeri : 90


- İki gözüm, kaça o camekandaki mendil? . . . - Otuz beş lira beyefendi . . . İki tane kaldı : Biri gör· düğünüz, biri de onun bordosu . . . Çıkardı. Sahiden güzeldi ikisi de . . . - Peki, lütfen sarınız, bağlayınız ! - Şimdi, lütfen masanızın gözünde dursun. . . Param olduğu gün gelip alacağım ! O, mağazanın kırk yıllık müşterisiydi. Adam yal­ vardı : - Beyefendi, alınız . . . Rica ederim . . . Ne zaman em­ rederseniz o zaman verirsiniz parasını . . - Hayır Kolaro'cuğum, olmaz ! - Canım Mithat Cemal Bey, ben sizi bilmez miyim? . . B u söze, Mithat Cemal, zehir gibi bir kahkahaya ze­ hir gibi bir nükte katarak cevap verdi: - Her halde benim kadar bilmezsin! . . . Üç dört gün sonra mendillere kavuştuğu zaman ço­ cuk gibi seviniyordu. Yine bir gün, otomobil bulamamış, Maçka'dan oto· bilse binmiş. Arkasında cam açmışlar. Hemen biletçiye emretmiş : - Camı kapayınız . . . Buna, dik bir erkek sesi cevap vermiş: - Hava alacağız . . . Mithat Cemal bu, hemen cevabı yapıştırmış: - Burası Çamlıca değil ! 1951 yılında ilk defa Avrupaya gitti. Paris'ten dki gözüm, canımın içi Süreyya>> diye yazdığı mektuptan bir kaç satır alıyorum : «Mektubunda bana fazla, çok fazla şeyler yazıyor­ .sun. Utanıyorum. » «Bizim aramızda ancak ağabey v e kardeş sevgisi so­ kulup girebilir. » ·

91


<<Başkalarının arasında güzel, çok güzel olan hür­ met bile bizim aramızda sevimsizdir.» ((Paris denilen yer paraya doymayan bir canavar. Cep cüzdanım mütemadiyen açılıp kapanmadan on gün­ de birkaç senelik eskidi! » Yazın, Ada'da Anadolu Kulübünde - Eyvaaah o da ölen Ress2.m Kenan Temizan'la tavla oynamış . Kırk lira kaybetmiş . Yine başkatibine gönderdiği mek­ tupta bakınız, nasıl özür diliyor: ({Bu muvafık değil. Fakat kırk lirayı altmış üç sene­ me taksim edersen her yıla yetmiş beş kuruş bile düş­ mez ! Ömrümde ilk defa olan bu hadiseyi hoşgörüver! » Nasıl? . . . Koca adam, yaptığmdan, başkatibine, baş­ dostuna karşı çocuk gibi utanıyor, değil mi?. ,

-

1 955 yılının yazında yine Adada, yine Anadolu Ku­ lübü bahçesindeydik. Gittikçe durgunlaşıyor, donuklaşı­ yordu neş'esi . . . Az yiyordu, az konuşuyordu, az gülü­ yordu. Henüz mevsim sonu gelmeden İstanbul'a dön­ meğe karar verdi ansızın. Bıkkın bir sesle: - İlk defa Ada'dan sıkılıyorum, dedi. . . Kış için da­ marlarımda, kemiklerimde biriktirdiğim güneş bile ba­ na soğuk geliyor bu yaz . . . Kışa doğru yatağa düştü. Önce soğuk algınlığı san­ dı, sonra astın, daha sonra da verem . . . Asıl hastalığı, kanser, aklına gelmiyordu bir türlü! . . . Vefalı dostu, büyük doktorumuz Ekrem Şerifin göğ­ sünü dinleyen geniş alnına hayranlıkla bakıyor: - Başı kafasına sığmıyor, diyordu. Bir gün, on yıldır kapısını açmadığı eşinin yatak odasına geçmek istedi. Onun hayata gözlerini yumduğu yatağa uzandı ve bir daha uyanmamak üzere uyudu. Mezar taşını kendisi yazmıştır: «Yolcu! Burada bir karı, koca yatıyor. İkisine bir Fatiha yeter ! » 92


1 885 . 1933



Ahmet ':J-laşim Haşim'le tanışmamız, hayır, sevişmemiz bir hicivle, başladı. O, yeni bir şiir yazmıştı . Kendi sanat yapısı içinde güzel, ışıklı bir şiir: YARI YOL Nasıl istersen öyle dinle, bakın: Dalların zirvesindeyiz ancak. Yarı yoldan ziyade yerden uzak, Yarı yoldan ziyade maha yakın!

Ben bunu eski harflerin Akbaba'sında alaya aldım: YARI YOL Haşim'in şiiridir bu, şiire bakın: Bunu mümkün müdür hiç anlamamak. Yarı yoldan ziyade nesre uzak, Yarı yoldan ziyade şiire yakın!

O gün, akşama doğru, Haşim zeki kahkahalarla oda­ ma girdi ve yarım saat içinde dost olduk. Ölünceye ka­ dar süren sahici dost. Size önce Haşim'in resmini çizeyim : Büyük, fırlak bir alın. Sonra, yine bu alın kadar büyük, sağlam, ortası çukur, fırlak bir çene. Kaşlar, yukarı doğru çekilmiş, uçları biraz kırık iki şeytan çizgisi. Göz bebeklerinde, altın, demir, bakır karışık bir maden parçasının bütün 95,


renk ışıklarını görürdünüz. Yüzü, taşkın bir neş'e, taş­ kın bir öfke, taşkın bir arzu ile kırmızıydı. O, kendi yüzünü, şu mısralarla çizmiştir : Ürkerim kendi hayalatımdan, Sanki kandır şakağımdan akıyor. Bir kızıl çehrede ateş gözler Bana güya ki içimden bakıyor

Haşim, ölünceye kadar o zeki baştan ürktü. Onun gençliğinde, pudralı yanak, kozmatikli bıyık, briyantinli saçtı güzel sanılan! Şair, bu korku içinde, son nefesini verdiği kırk ye­ di yaşına kadar, sevmenin, sevilmenin hasreti içinde, yapyalnız yaşamıştır. Gece, Moda kıyılarında tek başına gezerken, yaprak fısıltılarım, buse fısıltıları sanan Haşim'i, mehtap bile yaralamıştır : Oklar gibi saplanmada kalbe Vurdukça semadan yere mehtap!

Üç Ahmet Haşim var: Şair Haşim, fıkra yazarı Ha­ şim, konuşan Haşim. Hemen söyleyim: Üçü de şairdi bunların. Konuşan Haşim'in tadına doyamazdınız. Bu, tuzu, biberi, hardalı çok, iştah açıcı yemekler, baş döndürücü sert içkiler gibi bir konuşmaydı. Onu, biraz huysuz, biraz hırçın, biraz ağulu yapan, mizacından çok talihiydi. Arkadaşlarının hepsi bir şey olmuştu: Kimi vekildi, kimi mebustu, kimi elçi . . . O, mülkiye mektebinde, çok sevilen, az maaşlı bir Fransız­ ca hocasıydı sade! O zaman, kelimeler, içinde dönen haset çarkında bi­ leniyor ve ok oluyor, hançer oluyor, kılıç oluyordu. Kendisi, ayağında postallar, sırtında kaput, başında. kabalak, Çanakkale cehenneminde askerliğini yaparken, iki dostundan biri Suriye'de Cemal Paşa'nın yaveriydi. 96


Öbürü de ciğerleri zayıf olduğu için İsviçre dağların­ da . . . Bir dost evinde: - «F . » ihtiyat zabiti midir? Diye sonra bir hanımefendiye, Haşim, Mefistofelesi kıskandıracak kahkahalar atarak: - Hayır hanımefendi, demişti, operet zabitidir! Ama savaş yıllarını, İttihat ve Terakki Hükumeti­ nin yardımı ile İsviçre dağlarında geçiren arkadaşı için söylediği iki mısra, daha çok zalimdir: . .

Bu ne ihsan o değersiz cüceye, İskelet başlı ciğersiz cüceye!

Bilir misiniz, bu korkunç Haşim, o iki dostu çok, ama sahiden çok severdi! Bir yaz günü, kıpkırmızı bir mayo giymiş, plajda yatıyordum. Haşim, soyunup vücudunu kalabalığın göz­ leri önüne seremiyecek kadar ürkekti. Benim, deniz su­ yu, temmuz güneşi ve kıvılcımlı kumda bakırlaşmış de· rime hasetle bakarak zehir gibi bir kahkaha çatlattı. Bu kahkahanın arkasınd,a bir nükte vardı muhakkak. Onu konuşturmak için sordum : - Ne var Haşim, ne oldu? . . . Kendisinin bu çıplaklar arasındaki şapkalı, baston­ lu, kravatlı gülünçlüğünü unutmuş, benim kırmızı ma­ yomla alay etti : - Mahmut Şevket Paşanın tabutuna dönmüşsün! Haşim, yazarken dünyanın en cesur adamıydı, okur­ ken en korkak. Akşam, matbaaya bıraktığı fıkrasını sa­ bahleyin gazetede okuyunca ödü kopardı! Tanıdığım insanların en keyiflilerinden biri olan rahmetli Ali Naci Karacan'la şakalaşmalarını hal§. unu­ tamam. Bir gün kendisine: - Arap Haşim! Diye takılan Naci'ye :

97


- Aman beyefendi, demişti, bize Arap demeyi de ar., tık Türklere bırak! Kadıköyünde, küçük bir apartımanda oturuyordu. Az, ama kibar eşyası vardı . Kendi eliyle semaverde dem­ lendirdiği çayı karşılıklı içtiğimiz günleri bir daha bu­ lamadım. Kadından, şiirden, aşktan, sesi gizli bir sıt­ mayla yanarak konuşurdu. Onun konuşması, bildiğiniz, kelimelerle bilmediğiniz bir dildir! Bir gün, sabah Matbaasının altındaki eski vükela berberi Anastas'ta saçlarını kestirirken Yakup Kadri ile cümbüşlü bir konuşma yapıyorlarmış. Bir aralık ber­ ber hayretle durarak: - Beyefendi, demiş, söylediğiniz bütün sözleri anlı· yorum, ama ne söylediğinizi anlıyamıyorum! , . . Haşim, sevinçle: - Yakup, demiş, bizi en iyi anlıyan adam bu! . . . Onu bir gün, sevgili evinden alıp Alman Hastahanesine götürdük: Yatağından çıkmış, giyinmeğe gitmişti. Yarım saat geçmiş, gelmemişti bir türlü. Merak ile· odaları dolaştık, yok. Bir de baktık ki, mutfakta: Akşam­ dan kalma domatesli pilav tenceresini kaşıklıyor !

- Haşim . . . Ne yapıyorsun Haşim! . . . Diye üstüne atılınca mahzun mahzun boynunu bük­ müştü : - Bırak Yusuf Ziya, nasıl olsa hastahanede tuzsuz; kabak haşlamasından başka şey yedirmiyecekler! Sonra acı acı gülmüştü: -- Ve nasıl olsa öleceğim, bari ağız tadiyle öleyim ! Doğru çıktı dediği. Bir aylık perhizden ve tedaviden s�mra evine daha yorgun, daha perişan döndü. İlk işi, Lendisine şefkatle bakan tek kadınla evlenmek oldu. Ölüm döşeğinde kıyılan bu nikahtan sonra : - Ooooh, dedi, şimdi bahtiyarım, ben de arkamda gözleri yaşlı bir dul bırakacağım!

98


1886 - 1942

MİN BÜLENT



Emin Bülent Selılnik'ten İstanbul'a üç kişilik bir heyet, dışı deri kaplı, ince bir kutu getirdi. İçinde, koyu kırmızı kadi­ feye gömülmüş, pek zarif bir altın saatle bir altın kor­ don var. Bu üç kişi, Ali Canib, M. Nermi ve Küçük Talat'tır. Ziya Gökalp'in çevresinde toplanan ilk Türkçeciler, bu armağanı bir şaire verecektiler. Saatin kapağı içinde şu dört kelime vardı : «Genç kalemlerden Kin şairine»

Bu Kin şairi, Emin Bülent'tir! Emin Bülent kimdi? . . . Bunu edebiyatın içinde olmı­ yanlar bugün hatırlamaz bile . . . Ama biz, bütün Meşruti­ yet çocukları, mektep sıralarında onun bu meşhur man­ zumesiyle coşmuştuk: Yüksel sema-yı mağribe göster de alnını, Dök kalb-i saf-ı millete feyz-i beyanını! Al bayrağınla çık ,yürü sağken zafer nüma, Bir gün şehit olunca da olsun kefen sana! Ey makber-i muazzam-ı ecdadı titreten, Düşman sedası, sus! yine yükselme gölgeden! Düşman! Hilal-i rayet-i islama hürmet et, Toplar boğar hitabını dağlarda akıbet! Dağlar lisana gelse de anlatsa hepsini, Binlerce can dirilse de nakletse geçmişi! Garbın cebin-i zalimi affetmedim seni, Türküm ve düşmanım sana kalsam da bir kişi!

101


Ben şurezar-ı k�lbimi kinimie besleriır., Kalbimde bir silah ile fe:-dayı beklerim. Kabrinde müsterih uyu en namdar atam, Evlfıdının bugünkü adı sade intikam!

Mekteplerde, törenlerde, her yerde günün sesi buy­ du : Kin! . . . Emin Bülent, hem ana, hem baba tarafından soylu bir ailenin çocuğudur : Babası, Serdar-ı Ekrem Ömer Pa­ şa, annesi Müşir Cemil Paşanın kızıydı. Galatasarayda okumuştu. Fecr-i Ati'yi kuranlar arasındaydı. Emin Bülent, o sanat topluluğu içinde, duygusu, dü· şüncesi ve anlatış gücü ile apayrı bir şairdi. İlk eserle· rinden ( Hacer'le İsmail ) kelimeleri renk olmuş, ışık ol· muş bir şiirdi . Okuyan bu esrar havasiyle büyüleni­ yordu: Sema ve çöl. . . Çölün üstünde bin nücum eriyor, Son ay, ziyası nihan ufka bir hüzün veriyor . . .

Ama sonra ne oldu? Nasıl bir ruh depremi geçirdi bilinemez, bu altın damarı kayboldu adeta . . . Bu, uzun bir sessizlikti. Ölüm sessizliğine yakın bir sessizlik . . . Sonra, ansızın yine onun yiğit çığlığını duy­ duk. Aşiyan Mecmuasında «Hisarlar» ı anlatıyordu: Guruba karşı mehabetle dinlenen kuleler, Neden semanızm üstünde yok neva-yı zafer? Neden bugün tepenizden zalfıma doğru akan O kuşların uluyan nağme-i siyahı figan?

Ama o, hayalinin gözleriyle eski heybetli günlerimi· zi arıyor, görüyor ve iki mısrada bir tarih tablosu çizi­ yordu: Yanar sönerdi duvarlarda şanlı miğferler, Gezerdi kal'ada müthiş, sarıklı askerler!

Sonra? . . . Emin Bülent yine sustu. Adının yayılma­ sından, dillerde dolaşmaktan, günün adamı olmaktan 102


korkt:ıyordu sanki . . . O, evine, aile sevgisine gömülmüş bir iyi insandı. Karısı, kızı. . . Sonra, av . . . Avı seviyordu: - Çünkü tabiatı seviyorum, çünkü sessizliği seviyo­ rum, çünkü yalnızlığı seviyorum ve onda bütün bu sev­ diklerim var, diyordu. Yalnız büyük bir şair değil, iyi bir avcı, usta bir bi­ nici ve yaman bir futbolcu idi de . . . Galatasaray takımı, Kadıköy Stadında Elpis Kulübüyle karşılaştığı gün ko­ pan kavgada, aralarında beş Türk bulunmayan beş bin kişilik tribüne, yumruklarının balyozunu sallayarak, o, tek başına hücum etmişti ! Emin Bülent bir tezat adamıdır : Erkek kalbi ve yi­ ğit karakteri içinde bir genç kız iffeti vardı! Balkan Harbine gönüllü gitti ve yıkılan Rumeli ile içinde bir dünya yıkıldı! İkinci Dünya Savaşında onu süvari zabiti görüyo­ ruz. Bu korkunç kıyamete katılmamızı hiç istememişti. Ama silah patlayınca, kafasındaki bütün çekingen dü­ şünceleri sildi. - Kendi atım yoksa, başkasının atına biner, yine giderim, dedi. . . Gitti ve cephe cephe döğüştükten sonra, yurda dön­ dü. Sağdı ama, etiyle, kemiğiyle sağdı. Bu canlı kalıp içinde bir şehit kalbi yatıyordu artık! Elektrik İdaresinde, sessiz, iddiasız, dört duvar ara­ sında bir memur hayatı sürüyordu. Hiç kimseye edebi­ yat tarihimizin Emin Bülent'i olduğunu hatırlatmağa te­ ·nezzül etmiyor, kimseye eğilmemiş dimdik karakteri ile, gösterişsiz dış hayatına benzemiyen bir iç zenginliği içinde yaşıyordu. Onu bir kere yakından gördüm ve bir kere karşı karşıya, uzun uzun konuştum: Elektrik İdaresindeki me­ mur odasında . . . Kendisine: 103


- Yeni şiirleriniz var mı? Diye sorunca, gözlerinin tçine kadar kızardı . . . Uzun yıllardan sonra hatırlanmak onu utandırmıştı adeta . . . Vardı yeni şiirleri . . . Bir tanesinin adı «Devlerin Türküsü» idi . . . Bunu okudu . . . Ama, ruhu o kadar ürkek olmuş, hayattan, şöhretten o kadar uzaklaşmıştı ki, Ay­ dabir'de neşredilmesine razı olmadı. Mahzun bir gurur, ezilmiş bir gurur içinde büsbütün unutulmak istiyordu. Bugün, o Türkü'den hatırımda kalan şu mısralar var: Türküm ben oğul, sor beni sen Tanrı Dağından, Bağrımda yanan hangi ateş, hangi yavuz kan? Heybetli denizler gibi coşmuş büyük ordu, Yetmiş yedi başbuğ yedi koldan yürüyordu! Dur, şöyle kulak ver, yine seslendi Doğan Bey: Dağlar ona ses verdi, civar inledi : Lebbey! . . .

Bir gün, o çelik yapılı, çelik karakterli insanın has­ talandığını duyduk . . . Bu hastalık değil ölümdü! . . . Dok­ torlar, ona bir şey sezdirmediler. O, çektiği acılardan, karısına, kızına hiç bir şey belli etmedi. Bir büyük arzusu vardı : Kızı Sara'nın anne olduğunu görmek! Son yazdığı şu satırlar, onadır: Canım Saracığım, Sana uzun mektup yazamıyorum. Fakat her zaman canımın içindesin. Sana çok iyi dualar ediyorum ve ana­ cığını Allaha emanet ediyorum, canım evladım. Emin BÜLENT

ölümü, ıslak güz rüzgarlarında kızıl yaprakların uçuştuğu bir Aralık günüdür. Son sözleri, Balkan Sava­ şının şuur altında saklı kalmış acı çığlıkları oldu: - Lüleburgaz'da harb ediyoruz . . . harb ediyoruz ! 104

Lüleburgaz'da,


1876 - 1924



'Ziya Gökalp Rıza Tevfik, Bebek'te komşumuzdu. İki bitişik ev· de oturuyorduk. Ben, henüz genç, hayır pek genç bir şairdim. Şair de değil, şair adayı ! Bir gün, büyük komşumuz: - Bu cuma seni Bilgi Derneğine götüreceğim, de­ di. Ziya Gökalp tanımak istiyor . . . Ziya Gökalp, benim için sadece «Turam> isimli şiir den ibaretti: Nabızlarımda vuran duygular ki tarihin Birer derin sesidir . . .

Diye başlıyan ve : Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan, Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir : Turan!

Diye biten şiirden ibaret . . . Ama bu şiir, edebiyatımı­ za çağ değiştirtiyordu: Ümmet devrinden millet devrine onunla girdik! Bilgi Derneği Cağaloğlunda idi: Köşe başındaki İç­ tihat Yurdunun ikinci katında . . . Rıza Tevfik beni salon kapısında bıraktı : - Sen gir, ben Abdullah Cevdet'i görüp geleceğim ,şimdi . . . Ömrümde bu kadar yalnız kaldığımı bilmiyorum. İçeride upuzun bir masa vardı. Başında da, yuvarlak 107


yüzlü, pos bıyıklı, kravatının düğümü gerdanı altında lrnybolmuş, yarı dalgın, yarı utangaç bir adam . . . Terbiyeli bir temennahla masanın öbür ucuna iliş­ tim . Ara sıra ürkek gözlerle biribirimize bakıp susuyor­ duk. Başımızda fes, boynumuzda kolalı yaka ve kapalı bir salonda temmuz . . . Kolay mı? Biraz sonra koridorda iki kahkaha birden şakradı . Birini, görmeden tanıdım: Rıza Tevfik'in kahkahasıydı. Ama öteki ? Ötekini, içeri girdikten sonra da tanıma­ dım : Açık kumral bıyıklı, mavi gözlü, geniş şakaklı, siv­ ri çeneli, hafif çiçek bozuğu biriydi bu . . . Sonradan öğrendim: Karşı karşıya yarım saat sus­ tuğumuz yumuşak adam Ziya Gökalp'miş. Öbürü de Omer Seyfettin! O gün, edebiyat tarihinde «Hecenin beş şairi» diye bir bölüm açanlardan üçü orada tanıştılar . Susan adam, iki saat konuştu: Biraz yorgun, biraz tutuk, ama dinli­ yeni sürükliyen bir bilgi, bir anlayış ve inandırışla . . . İkinci cuma, hece vezni ile ilk şiirimi getirdiğim za­ man, Ziya Gökalp, ilk torununun doğum müjdesini al­ mış bir büyük baba kadar bahtiyardı. Ondan sonra onu, Birinci Dünya Savaşının başın­ dan Mütarekenin başına kadar üç ayrı yerde gördüm : Evinde, İttihat ve Terakki merkezinde, Bekirağa bölü­ ğünde . . . Gökalp, önr:!eleri Cerrahpaşa'da, arka pencereleri geniş maviliklere bakan küçük, ahşap bir evde oturuyor­ du: Yer, çıplak tahta, pencereler patiska perde, eşya, bir eski sedir, çarpık bacaklı üç sandalye . . . O, arkasında ince çizgili bir entari, çıplak ayakların­ da mercan terlikler, gelir, saatlerce, Türk mitolojisini anlatır, yarınki Türk operasını hayal eder, bize yepyeni, bambaşka ufuklar açardı. Bu şatafatsız adam, Osmanlı İmparatorluğunu avu108


cunda tutan adamdı. Bu fakir ev de onun eviydi . . . Hem de kira evi! Ziya Gökalp, parayı tanımadan yaşadı, tanımadan öldü. Evinin kışlık odununu bile arkadaşları alırdılar. O, yalnız hayallerinin içinde bahtiyardı: Minarele­ rinde Türkçe ezan okunan camiler, dükkanlarında Türk malları satılan çarşılar, erkekle eşit Türk kadını ve . . . Ve çağdaş müslüman Türk milleti ! O, tek başına bir genç kuşağa ideal aşılamıştı : Türkiye büyüyüp Turan olacak, Düşmanın ülkesi viran olacak!

Çanakkale'ye bu iki mısra ile koca bir üniversite gömdük. Gökalp'ı dinliyenler, ona inanırdı. Çünkü inandığı­ nı konuşan adamdı o ! Bir kere kızdığını gördüm: Fuzuli'nin Türklüğün­ den şüphelenen Abdullah Cevdet'e karşı : - Böyledir diye bağırmıştı, kendisinden şüphe edenler, başkalarından da eder! Yahya Kemal'i eski ağız gazellerden vazgeçirmek için inat ile uğraşıyordu. Nihayet şu meşhur beyti söy­ ledi: Harabisin, harabati değilsin, Kökün mazidedir, ati değilsin!

Ama Yahya Kemal hece vezni ile bir şiir yazınca, beş cepheden bozgun çığlıkları gelen o perişan günlerde, Gökalp, bir zafer müjdesi almışcasına sevinmişti! Büyük ilim adamı Gökalp, büyük bir şairdi de. Şu dört mısra'a bakınız, acı renklerle çizilmiş bir tablo ka­ dar canlı değil mi? Karanlık bir gece, sabaha yakın, Oğuzun üstüne çöktü bir akın, Bu akın atadan kalma bir öçtü: Yıldı Oğuzeli, batıya göçtü!

1 09


Çocuk masaliarı içinde Alageyik hala eşsizdir: Çocuktum, ufacıktım, Top oynadım, acıktım, Yerde buldum bir erik, Kaptı bir Alageyik!

Biliyor musunuz, bu çocuk şıırını yazarken haHt içim beni çocuklaştıran bir hazla doluyor ! Benim gönlüm kış günü aç Kalan bülbül gibi muhtaç, Ruhum hasta, sensin ilaç, Beni dertten kurtar Tanrım!

Nasıl? Vezninden, kafiyesinden ve manalı olmasın­ dan başka kusuru yok değil mi? Nuruosmaniye'deki İttihat ve Terakki merkezinin Encümen odasında her gün toplanırdık : Ömer Seyfettin, Ali Canip, Orhan Seyfi, Enis Behiç, Fuat Köprülü en çok, en sık gelenlerdendi. Haaa, bir de şair İdris Sabih . . . Ta­ nımadınız değil mi? . . . Bayram sabahı Çanakkale'de şe­ hit düşen kardeşi için: Kaşından daha çok bıyığın yokken, Döğüştün yeleli arslanlar gibi! El fıtra verdi, sen canını verdin, Ne acı bir Şeker Bayramı yaptık !

mısralariyle ağlayan şair . . . Gökalp, bu odada her gün yeni bir konuya ışık tu­ tardı : - Cami, adından da belli, cem olunan yer, içtima mahalli. Ornda, müslüman Türkler hayır işlerini, sosyal davalarını konuşacaklar . . . Camide, sıralar ve sandalye­ ler olacak . . . Kadın, erkek, oturup büyük mürşitlerin na­ sihatlerini dinliyecek, aydınlanacak! Mescit, yine adın-

1 10


dan belli : Secde edilen yer. Orada müslümanlar namaz­ larını kılarlar, Tanrı 'ya dualarım yükseltirler . . . Bu konuşmalar hel' gün değişirdi : Türk edebiyatı, Türk tari hi , Türk mimarlığı, Türk mitolojisi onun dile getirdiği başlıca bahislerdi. Diyarbakırlı Ziya Gökalp, şarklı kılığı içinde garplı ilim kafasını taşıyan tek adam ' n_1ızdır. Konuştuğu konu üsülnde, ::,i.,.'.';�: 0.agıtmadan, dikka­ tini, bilgisini onun kadar toplayan insan görmedim. İnandığını cezbe içinde savunurdu. Bir gün, Büyükada'­ da Türkleşmek, İslamlaşmak, Avrupalılaşmak üstüne fi­ kirlerini anlatırken, masa üstündeki fesi yere düşmüş. - Ziya bey, demişler, fesiniz yere düştü . . . Göz ucuyla bile bakmadan: - Giderken alırım ! diye yine sözüne devam etmiş . . . Onu, Mütarekede tevkif edeceklerdi. Dostları «kaç)) dediler. Güldü ve sustu. Ertesi sabah «Bekirağa Bölüğü» ne hapsettiler. Haftada iki gün ziyaretine giderdim. De­ mir karyolasının bir ucuna o otururdu, bir ucuna ben . . . Bu ölüm höcresinde, yatak adasındaymış kadar rahat yine eski sohbetlerine devam ederdi. - Bizim, derdi, iki benliğimiz, vardır: Biri şeytan benliğimiz, biri melek. Zindanda olan şeytan benliği­ mizdir. Melek benliğimiz, hür duygular, hür düşünceler halinde dolaşıyor ! Asılmaktan kurtulup da Malta'ya sürüldüğü eün, ne cebinde on parası vardı, ne evinde . . . Dostu Cafer Dik­ men, rıhtımdan kalkmak üzere çarkları işleyen gemiye, nefes nefese bir kaç yüz lira yetiştirebilmişti ancak. Bu on parasız adamın, on dakikada milyoner olacak güçte bir politikacı olduğuna bugün inanabilir misiniz?'

1 11



1869 - 1944



mehmel Emin

Milli kelimesi, milli hudut, Milli Mücadele, milli mahsül, milli sanayi, hcı,tU't Milli Takımdan evvel onun için kullanıldı: Milli Şair! Kim verdi bu rütbeyi ona?. Bilmiyorum. Belki İtti­ hat ve Terakki . . . Ama yayan bir kişidir: Gençliğimizin altın çağını heyecanlarla dolduran Hamdullah Suphi Tanrıöver. Orta boylu, kalın yapılı, gövdesi bacaklarından uzun, tertemiz bir adamdı. Fil dişi beyazı yüzünde açık kum­ ral, güzel bir sakalı vardı. Sevgi dolu gözlerle bakar, tit­ reyen seslerle konuşurdu. Kalbi çok merhametliydi, eli çok merhametsiz. Kalemi yoksullar için siyah yaşlar­ la bol bol ağlar, ama açılan avuçlara yelek cebinden bir metelik damlamazdı ! Mehmet Emin Yurdakul, bahtiyar insandır: Büyük şair olduğuna inanarak yaşadı, ' Milli Şair olduğuna ina­ narak öldü. Beşiktaşta, Serencebey Yokuşundaki konak yavrusu­ na ara sıra giderdim. Boğaz'a bakan, gök ve deniz dolu yazı odasında edebiyat üstüne konuşurduk: Biribirimi­ zi hiç anlamadan! Bu muhterem insan için büyük şiir, büyük kelimey115


di : Dev, fil, arslan . . . Bu sözler mısralara girdi mi, olur­ dunuz büyük şair: Biz, devlerin, fillerin, Diz çöktüğü milletiz! _

Okurken öyle göğsü kabarırdı ki, edebiyat tarihi­ mize sığmıyacak sanırdım. Mizah edebiyatımızın eski ustası Fazıl Ahmet'in, onun dilinden ne güzel bir manzumesi vardır : Yazıyordum, çıkıyordu her sabah, Okuyordum, ağlıyordu Hamdullah!

Ama, bütün Birinci Dünya Savaşçılarının dilinden ve gönlünden onun iki mısraı hiç eksik olmamıştır: Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur, Sinem, özüm, ateş ile doludur!

Buna ben, bir üçüncü mısra da katayım: Ey çobanlar anın beni coşkun sular başında!

Balkanlarda yıkılışımızdan sonra, Milli Şairin bir. çığlığını duyduk: Ey Türk, uyan! ..

Bu, kırmızı kaplı küçük bir şiir kitabı idi. Şiirle hiç . ilişiği olmayan bir şiir kitabı. Ama, herkes aldı, herkes okudu, herkes ağladı . . . Emin Bey, sahiden Milli Şair ol­ muştu o günlerde! Hiç unutmam, Süleyman Nazif, bir toplantıda ese­ ri eline almış, bir kaç parça okumuş, sonra bu hantal mısralardan tiksinerek gürlemişti: - Ey Türk, utan! . Milli şairimiz, şiirlerini, ancak sigara kağıdı büyük­ lüğünde kağıtlara, dörder satır yazar, üstlerine numara­ lar koyar, masasına dizerdi. Okurdu, düşünürdü, yerle116


rini değiştirirdi. Zaten birbirine bağlı değildi ki . . . Baş­ ka dörtlükler katsanız da olurdu, çıkartsanız da! Kurtuluş Kavgasından sonra, Mehmet Emin Yur dakul, mebus oldu. Milli Şairin yeri Millet Meclisi idı elbet. Gazi'nin başkanlık ettiği bir günde kürsüye çıkan Milli Şairimiz, milli bir heyecanla mensur bir şiire baş­ lamış. Bu fikirsiz edebiyata beş dakika dayanabilen Mustafa Kemal : - Beyefendi, sadede geliniz! Deyince, Emin Bey, büyük bir saffetle cevap vermiş: - Sadede arkadaşlar gelecekler efendim! Yahya Kemal, bu hazin olaydan bahsederken: - Ah bu Emin Bey, derdi. Şiirde de böyle, bir türlü sadede gelmemiştir! Şapka inkılabından bir kaç ay sonraydı. Beraber öğle yemeği yemiştik: Birinci katta, soldaki odada . Üs­ tüne sarımsaklı yoğurt çırpılmış nefis bir Tatar böreğiy­ le ikimiz de silme doluyduk. O, arkasında siyah astra­ gan yakalı kalantor bir palto, başında melon şapka, elinde baston ve ağzında uzun bir sigarla karşımda gü­ lümseyerek durdu : - Nasıl, tam Avrupalıyım, değil mi? . . İçi Tatar böreğiyle dolu Milli Şairimiz, dış yapısıy­ la sahiden Avrupalıydı. Ama, Galata'daki Tring mağa­ zasının camekanında palto ve şapka giydirilmiş baston­ lu manken kadar Avrupalı! Atatürk, serbest fırkayı kurdurmağa karar verince Milli Şairimizi de düşünmüştü. Emri alan ak sakallı, nur yüzlü çocuk adam sevindi: Onun girmesiyle, muhalefet partisi «Milli Muhalefet Partisi» olacaktı. Ama, kısa bir zamanda dağıtılmasına karar verilin­ ce, Milli Şair kimsenin aklına gelmedi. 117


Yalnız, çok geçmeden Atatürk'ün ve:::d.J.ı elini tekrar uzanmış gördük: Yine Meclisteydi Emin Bey. Bu hakkıydı onun. Edebiyatta yeri olmasa bile ede­ biyat tarihinde yeri vardı: Ben bir Türküm! Diyen adamdı o . . . Yalnız bu kadar da değil. Musta­ fa Kemal'in adını da ilk defa onun Çanakkale Destanın­ da duymuştuk. Anafartalar'ı anan güzel bir mısradır bu: Ey Mustafa Kemal'lerin aziz yeri!

Mustafa Kemal, o zaman Atatürk değil, Gazi değil, paşa bile degildi. Miralay Mustafa Kemal Beydi! Mehmet Emin Yurdakul'u Unuttu bile . . . Ama :

edebiyat

unutacaktır.

Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur!

Diyen insanı edebiyat tarihi unutamaz.

118


1884 · 1920



Omer Seyfietlin

Hızla açılan kapıdan içeri girişi, hayır girişi değil, atılışı hala gözümün önündedir: Bu kadar gergin vücut,. bu kadar kımıldanan insan, o gün bugündür hala gör­ medim. Göğsü alabildiğine ileride, omuzları gerideydi. Sarı, uçları az kıvrık bıyıkları vardı. Kaşlar seyrek ve altın kumralı . . . Saçlar da öyle . . . Hafif çiçek bozuğu yü­ zünde alayla acı karışık tuhaf bir gülümseme hiç eksik olmuyordu . Kirpiksiz gözleri bir noktada duramıyan iki damla mavi ışıktı . Elinizi sıkışından anlıyordunuz, çok kuvvetliydi. Bu adam, Ömer Seyfettin'dir. Kuvvetli dedim. Önce bunu anlatayım size: Ömer, Eski bir Türk zabitidir. Harbiyede okurken, mektebin sayılı fırtınalarından biri, onu bahçede terslemiş. Ömer, ufak tefek bir genç, ama, dayatmış . . . Kavga sonu, müdürün huzuruna çıkmışlar. Dev yapılı belalının yüzü, alnından akan kanlarla kıpkırmızı . . . Kumandan sormuş : - Neyle vurdun başına? Ömer, telaşsız, cakasız, çocuğumsu cevap vermiş: - Yumruğumla . . . Yaralı dev : 121


- Yalan efendim, diye solumuş, ya demirle vurdu, ya taşla! Mektep müdürü, tekrar suçluya dönmüş : - Doğru söyle, neyle vurdun? Bu sefer Ömer, bacaklarının üstünde yaylanarak, döğüşe hazır, cevap vermiş: . - Yumruğumla efendim . . . İsterseniz bir tane daha vurayım, patlatamazsam cezama razıyım! Ömer Seyfettin, izinsiz olduğu haftalar, pencerenin iki demir parmaklığını iki eliyle tutup büker, aralıktan sokağa atlarmış. Edebiyatımızdaki Ömer Seyfettin, sadece bir yazar, bir hikayeci değildir. Ziya Gökalp'ın diliyle söyliyelim : «Yepyeni bir cereyanın t a başında bir inkılapçı idi. O, bu cereyanın dallanarak genişlemesine, Türkçülük, hal­ ka doğruculuk; milli kültür hareketlerinin doğmasına .sebep oldu.» Gökalp haklıdır. Bundan kırk dokuz yıl önce, o, Bul­ gar hududunda, Yakorit'te altın bıyıklı toy bir zabitken, bakınız, Ali Canip'e ne yazıyor: «Size bir teklifim var. Kanaatlerinize pek yakın ol­ duğu için kabul edeceksiniz sanıyorum. Bakınız ne! » « Sayimin esasını teşkil edecek noktalar pek basit: Arapça, Farsça terkiplerin hiç lüzumu yoktur. Bunlar ancak süs içindir. Kimin gösterecek, teşhir edecek fikri yoksa onları çok kullanır.» «Geliniz Canip bey, edebiyatta, lisanda bir ihtilal vücuda getirelim . . . Ah büyük fikir! . . . Say, sebat ister! » Bugün yazdığımız güzel, ışıklı Türkçenin rüyasını, Ömer Seyfettin, tam yarım yüz yıl önce, Balkanlarda bir sınır karakolunda görüyordu. Ömer'i mutlaka severdiniz. Tatlı, şakacı bir mizacı vardı. Ama, onun kahkahaları kadar hıçkırığa yakın gülüş görmedim. 122


Balkan harbinde cephe cephe döğüşmüştü: Koma­ nova'da, Yanya'da . . . Sonra, esir düşmüş, bir yıl Yuna­ nistanda kalmıştı. Bir tek dileği vardı : Kalemiyle yaşamak . . . Ayda, yal­ nız altı lira ona yeterdi . . . Bu parayı bulabilecek miydi acaba? Yine Ali Canip'e yazdığı mektuplarda: «Asla ·memur olmak istemem. Ben yalnızım ve yap­ yalnız bir adam için, namuslu ve muntazam yaşarsa bu para az değildir.» «Ben, çalışmamda devam edecek tenha bir köşeye muhtacım. En uzak yerleri İstanbul'a tercih ederim.» diyor. Ömer Seyfettin, İttihat ve Terakki Cemiyetine bağ­ lıydı. Ama, bağımsız bir bağlı . . . Tek hizmet, tek nimet istemek aklından bile geçmezdi. Çoğundan tiksinirdi onların. Yine bir başka mektubunda: ·

«Ben, Ziya Bey müstesna, onların hangisiyle bir ara­ da bulunsam, kendimi, penceresiz ve kapısız bir ahırda sanıyorum. » diyor. Birinci Dünya Savaşında vagon vurguncuları, harp zenginleri türemişti. Ama, şimdiki bollukta her mahal­ lede bir milyoner değil, iki elin on parmağiyle sayılacak kadar! . . . Ömer öfkeli öfkeli bunlardan şikayet ederken, İttihat ve Terakkinin meşhur doktor Nazım'ı ayağını kaldırırmış: - Baaak! . . . Tabanı delik ucuz bir iskarpin! . Doğrudur : Onlar fakir yaşadılar, fakir öldüler. Ama Ömer, acı, merha­ metsiz bir gülüşle Doktor Nazım'ı da hicvederdi : - Ah cancağızım, herifin siyasi namusu ayağının .altında! . . . İnanışlarında çok ciddi olan Ömer, dostluklarında çok şakacıydı. Onunla teklifli yaşayamazdınız. Biraz ağ-

123


dalı konuşan şair Mehmet Ali Tevfik'e, daha ilk tanış­ tıkları gün : - Vah vah cancağızım, niçin: böyle kitap okur gibi konuşuyorsunuz? Diye sormuş, ama kırmamış, onu bile güldürmüştü. Bir aralık evlendi : Yirmi yıl önce Türkiyenin en zevkli kadın terzisi olan Calibe Hanım'la . . . Sonra, bir kızları oldu, ayrıldılar . . . Ömer, Kalamışta, deniz kıyısında, etrafında tek bi­ na bulunmayan küçük sipsivri bir yalıya taşındı : Asker­ likte kendisinin ordu kumandanı olan Cavit Paşanın ki­ ralık yalısına . . . Burada, tek başına yaşıyordu : Durma­ dan okuyarak, durmadan yazarak . . . Bu ayrılıktan çok yaralıydı Ömer. İki kere şikayet etti. Bir kere: - İçim sıkılıyor . . . Ama zamanla geçer, değil mi? . . . Diye, bir kere de, eski karısı, yeni kocasiyle yalısının önünden kahkahalar atarak geçtiği gün! Ömer Seyfettin'in Babıali Yokuşunda bir hikaye de­ posu vardı : Zaman Kütüphanesi. . . Hala en bulunmaz eserleri bulduğumuz Zaman'ın sahibi Misak Efendi ile pek dosttular. Ömer, yazdığı hikayeleri ayrı ayrı zarf­ lara koyar, ağızlarını kapar ve üstlerine isimlerini ya· zardı : İncili Kaftan, Diyet, Falaka, Aşk ve Ayak Par­ makları . . . Hikaye isteyen gazete, dergi sahibi Misak Efendi'ye gider, zarflara bakar, bir tanesinin adını beğenir, alırdı. Fiatı beş liraydı her hikayenin . . . Bir gün, o yılların en güzel, en sürümlü gazetesi Va­ kit'te ömer'in bir hikayesi çıktı. Hoştu, sürprizliydi. Yalnız kısa kısa konuşmalar can sıkacak kadar uzatıl­ mıştı. Okurken gözlerini yüzümüzden ayırmayan Ömer: -:- Ne yapayım cancağızım, dedi, Hakkı Tarık hika124


ye başına değil, satır başına para veriyor! .. Bu denemeden sonra, yokuşumuzun en tatlı, en dost insanlarından biri olan Hakkı Tarık, Ömer'in hikayele· rini satır hesabiyle satın almaktan vazgeçti. Ömer'in hikayeciliği Türk edebiyatında bir çağ baş­ langıcıdır: Diliyle, yapısiyle, konusu ile. Cömert, ışıklı bir ilhamı vardı. Kaç yaşında öldü biliyor musunuz? . . . Otuz altı! . . . Otuz altı yaşında ve dokuz cilt hikaye bıra­ karak . . . Hasta olduğunu duymuştuk. O kadar . . . Ölüm, Ömer Seyfettin'le yanyana getiremiyeceğimiz tek düşünceydi. Ama bir sabah, Celal Sahir'in Ayasofya'da toprak sokaktaki evinde sanat konuşmalariyle geçirdiğimiz gü­ zel bir gecenin puslu sabahında, Sahir, o solgun, o ince yüzü balmumulaşmış, hıçkırarak odama girdi: - Ömer ölmüş ! Bana: « Sen ölmüşsün» deseler bu kadar şaşmaz, bu kadar ürpermezdim. Hastalığını, otuz dokuz yıl önceki hekimliğimiz -ne hekimliği? - Tıp Fakültemiz anlıyamamıştı. Şimdi biliyoruz, o da Tevfik Fikret gibi Şeker'in kurbanıdır. 1 920 yılının Mart ayında, onu, Kuşdilindeki Mahmut Baba mezarlığına bırakmıştık. Ama, dünya evinde ra­ hat etmeyen Ömer'ciğe ahiret evinde de rahat yokmuş : Mezarlığın tramvay garajı yapılacağı söylenince, birkaç vefalı dostu, kemiklerini toplatıp Asri Mezarlığa götür­ düler . . . Şimdi orada, kitabesi örtülü bir taş altında yatıyor! Niçin mi kitabesi örtülü? . . . Çünkü bu telaşlı adam ölümde d e acele etmiş, eski harfler zamanında gözlerini dünyaya yummuştu. Dirilebilseydi bundan ne güzel bir hikaye çıkarırdı Ömer.

125



1893 . 1949



Enis Behiç Bilgi Derneği'nin kapısından bir genç girdi: Uzun­ ''Ca boylu, ince yapılı, kalın kaşlarının üstü ustura ile ·hafif alınmış ve ikisi tıpatıp bir biçime konmuş bir genç. Biraz kemerli ince burnu, geniş alınlı, uzun yüzüne ya­ kışıyordu. Şıktan çok titiz giyinmişti. üst cebine men­ dilini çok hesaplı koyduğu, kravatını hiç kırıştırmadan pürüzsüz bağlamağa çalıştığı belliydi. Ama bu adeta ter­ ziden, gömlekçiden, kunduracıdan ve berberden yeni çıkmış adam hoştu, sevimliydi ve bu genç adam Enis Behiç'ti. Enis Behiç, ilk şöhretini aruzla yapmıştır. Balkan yıkılışından sonra . . . Daha ben İdadide öğrenci iken, o, günün en güzel ve en lüks dergisi Şehbal'de çıkan «Va­ tan Mersiyesi» ile birdenbire meşhur oluvermişti: Bu sesler ki haksız, neden böyle tiz? Eninim ki haktır, bu pesti neden? Bu zalim sadalar niçin böyle şen? Bu mazlum eninimse pür ıztırap ! Bu esvatı, aciz, benim dinleyen, Gururum kırılmış, hayalim harap !

O zaman Türk dili Osmanlıcaydı. O zamanın aydın­ ları bu kelimeleri biliyor, anlıyor, seviyordu henüz ve 129


bu « Namık Kemal'in ruhuna » ithaf edilen şiir, bir gün-. de elden ele, dilden dile yayılıvermişti. Enis, Bilgi Derneği'ne geldiği gün, mizacının tatlı neşesinde erimiş, genç yaşta eriştiği şöhretin belli belir­ siz gururu içindeydi biraz . . . Mülkiye mektebini bitirmişti, hem de pek parlak. Fransızca biliyordu, hem de mektep Fransızcası değil. . Memurdu, hem de bugün bile moda olan Hariciye'de! Ziya Gökalp'ın hece vezni ve İstanbul lehçesi kon- . feransım beraber dinledik, beraber inandık ve Dernek­ ten beraber çıktık . İlk adımda iki eski dosttuk onunla . . . Gençliğimizin gezme yeri neresiydi biliyor musu­ nuz? . . . Gülhane Parkı ! . . . Biz de Vilayetin arka yokuşun· dan oraya indik. Kırk yıl önceki o mavi ışıklı hava için· de şakıyan neşemiz, şimdi bile içimde gülüyor . . . Çağımızın bütün güzelleri parktaydı o akşam : Dar· etekli ipek çarşaflara bürünmüş genç kızlar, göğüslerin­ de beyaz bir üçken bırakan siyah peçeler altında isim­ lerimizi fısıldaşarak geçiyorlardı! . . . Yaaa, kırk yıl ön­ ce, kızların dillerinde bizim adlarımız dolaşırdı, Holly­ wood yıldızlariyle stadyom yıldızları değil! İki hafta sonra, Enis, Bilgi Derneğine elinde ilk he­ ce şiiri ile geldi. Bu dört dörtlük orijinal bir manzu­ meydi. Adı: Hodbin . . . Bugünün kelimesiyle Bencil! Bir kaç parçası, biraz boğuk, biraz kuru sesiyle ha­ la kulağımda : Biliyorum nerde idim, Bir aydınlık yerde idim. Etrafıma bakıyordum, Gözlerimi hayli yordum: Gururumun göklerinden Hayaletler geçiyorken Hepsi bana benziyordu, Nur içinde geziyordu . . .

1 30


Yakında ben, uzakta ben, Kainatı müebbeden Ben ihata eylemiştim, Ben benimle pek seviştim! Yaşayanlar gayet çoktu, Benden başka kimse yoktu! Her gördüğüm çehre bendim, Tanrı kendim, kul da kendim!

Hepimiz beğendik. Ziya Gökalp üçüncü baba olma­ nın sevinci, saadeti içindeydi o gün! Enis keman çalardı, musiki edebiyatımızı bilirdi. Aruzdan kurtulmak istemiş, notalardan ilham alarak bir «Dümtek vezni» uydurmuş, ama yine aruzun içine düş­ müştü. Bu deneme hiç bir başarılı örnek vermemiştir. Aradan bir kaç yıl geçti, geçmedi, Enis Behiç'i kay­ bettik. Sınır dışında vazife almıştı : Budapeşte Konsolo su olmuştu. Ama yeni vazifesi ona yeni ilhamlar ver­ miştir: Güzel Macar kızı, güzel Macar kızı! Öptürmez misiniz o küçük, kırmızı Dudaklarınızı! Ben Türküm, siz Macar, kan kardeşliği var. O halde böyle bir buseden ne çıkar? Ses çıkar, okadarl O narin kolları boynuma sarın da, Margıt adasının bu son baharında, Kuytu yollarında Verin şu Türke bir buse . . . bir buse! Çekinip demeyin: Birisi görürse? Kimse yok.. hiç kimse!

Ama Enis'in en güzel şiirleri bu fanteziler değildir. Onun yiğit bir ruhu vardı. Bu yiğit ruh aradığı sesi «Akdeniz Rüzgarlarrn nda bulmuştur: Gemiciler'de . . . Venedikli korsan kızında . . . Uğursuz Baskın'da . . .

131


Yine doldu gemimizin arması, Bizim gemi martı gibi pek oynak! Ne hoş olur şimdi ateş açarsak Ufukları dumanların sarması! Akdenizin dalgaları cilveli, Akdenizdir denizlerin güzeli, Biz bu güzel kızı sevdik seveli, Elde değil göz koyana çatmamak! Kol sıvanmış, el palada bekleriz, Bıyık buran, göğüs geren erleriz, Nerde korkak Venedikli ey deniz? Kim demiş ki elimizden kaçacak? ..

Enis, sevdiği bütün şiirlerini 176 sahifelik bir kitap­ ta topladı. Adı «Mirasn tır. Zekiydi, nüktedandı, şaka­ cıydı. Ama alıngandı da! . . . Kendisine kitabı çıktıktan sonra: - Edebiyatımızın miras yedisi ! Deyişime bile gülümseyerek kızmıştı ! Enis Behiç Koryürek, memurluk hayatında en üst dereceye çıktı : Çalışma Vekiileti Müsteşarlığına kadar . . . Sonra, Demokrat Parti kurulunca istifa eti, politikaya bulaştı, kırk altı seçimlerine katıldı ve . . . Zonguldak lis­ tesinde kaybetti! Mahzundu, hırçındı, en kötüsü dardaydı ve hastay­ dı. Gaipten sesler duyuyor, ruhuna fısıldanan mistik şiirler yazıyordu artık. Bir yaz sabahı, Ankara'da özende oturuyorduk. Dalgın, yorgun, ama başı havada o geçiyordu. Seslen­ dik: - Enis . . . Enis! . . . Dudaklarındaki dost gülümseme bile dargın, yanı­ mıza geldi. Hasrettik ona. Zorladık: - Otursana . . . Sesi gayet ciddi:

132


- Hayır, dedi, gideceğ"im . . . - Nereye? . . . Bu sefer biraz yavaş fısıldadı: - Demokrat Partiye . . . En yakın arkadaşım, en yakın dostumdu benim. Ta­ kıldım: - Niye o kadar yavaş söylüyorsun? . . . Ayıp değil canım, hızlı söyle! . . . Birden, solgun yüzü kıpkırmızı oldu. Bütün masala­ rın gözlerini kendine çeken bir çığlıkla: - Mabede gidiyorum! . . . Demokrat Parti mabedi­ ne! . . . Diye bağırmaz mı? . . . Çıldırmıştı galiba. . . Arkasın­ dan bakakaldık. Ama gönlümüz nedamet dolu, utana­ rak, üzülerek! Elbet hakkım yoktu bu şakayı yapmaya: Biz, ikti­ dar listesinde kazanmış mebus beylerdik! . O muhale­ fet listesinde kaybetmiş bir aday! On beş gün sonra, İstanbul'da, tramvayın ön sahan­ lığında, Bankalar caddesinden geçerken onu gördüm . . . Görmemle kendimi kaldırıma atmam bir oldu! Yalvardım, af diledim, barıştık . . . Kırk yıllık genç­ lik arkadaşımı, sanat arkadaşımı pis politikaya feda edemezdim . . . Aradan çok geçmedi, Miras şairi, vefalı eşi Müfide Hanıma yalnız şiirlerini miras bırakarak ölüverdi. Edebiyatımız epik bir şairini, biz sevimli bir dostu­ muzu kaybettik. Demokrat Parti de 1 946 ruhunu!

133



1884

ARYA KEMAL

•

1958



1}ahya Xemal 13eyallı Kırk yedi yıl geçti aradan. İstanbul'da bir dergi Çl· kıyordu. Adı Rübab. Penbe kağıda basılırdı. Eni dar, bo­ yu uzun bir dergi. Yeni bir sanat kuşağının bayrağıydı o: Ayaklarımda çarıklar, elimde bir değnek, Sükün içinde yürürdüm semayı dinliyerek . . .

Halit Fahri Ozansoy, aruzu bu güzel Türkçe ile ko­ nuşturuyordu o zaman . . . Ötede, Selftnik'te çıkan Genç Kalemler vardı : Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Ali Canip Türkçenin kurtuluş kavgasını yapıyordular. Yahya Kemal'in sesini, edebiyat dünyamız, kimi bü­ tün, kimi yarım bir kaç mısrağla bu kımıldanışlardan sonra duymaya başladı: Mermerde naşı hareli bir tülle örtülü, Biblos ilahı genç Adonis bekliyor ölü

Piyale - Kerleri üryan omuzlarında sebü, Alınlarında da çepçevre gülden efserler, Yayar bu mahfile :'.\. sabı gevşeten bir bü, Ve gözleriyle derinden bakar, gülümserler!

Türkçeyi aruz ile en güzel dile getiren büyük şairi137


miz, başlangıçta : Çıplak yerine üryan, testi yerine sebfı, taç yerine efser, koku yerine bil kelimelerini kullanan şairdi ! Onun güzel, tatlı, unutulmaz şairliğfaden hiçbir şey eksiltmiyecek olan bu doğruyu söyliyelim: Yahya Ke­ mal, hecenin beş şairinden sonra Türkçecidir. Tanışmamız Türk Ocağında olmuştu : Şiiri, onu din­ ledikçe daha iyi anlamaya başladık. Kuvvetli adamdı : Kafasiyle, kalbiyle, sesiyle, midesiyle! Şiirimize, yalnız yazışta değil, okuyuşta da yeni bir ses getirmiştir. İsterse dünyanın en sevimli insanı olurdu. Ama bu­ nu istemesi için sizden istemiyeceği şey yoktu. En azı kendisine tapmanızdı! Eğer onun bu yaman bencilliğini sezer ve biraz izze­ ti nefis tepkisi gösterirseniz dost olmanıza imkan kal­ mazdı artık. Yahya Kemal'i memnun etmek mi? . . . Bu, yalnız kendisini beğenmekle olmazdı. Başkalarını da beğenmi­ yecektiniz. Hem de şöyle böyle başkalarını değil, Ahmet Haşim'i bile . . . Mehmet Akif'i bile . . . Tevfik F'ikret'i bi­ le . . . Abdülhak Hamid'i bile! Mizah edebiyatımızın en ince şairi, efendi insan Ha­ lil Nihat Boztepe ile darılmışlardı. Niçin mi? . . . Bir An­ kara yolculuğunda, edebiyatımızdan konuşurken Boz· tepe: -Ne büyük şairdir Fikret! Dediği için . . . Yahya Kemal'in ilk şiiri İrtika mecmuasında çıkmıştır. O zaman on sekiz yaşındaydı : E y şehriyar-ı atıfet-asar-ı muhterem, Ey tacdar-ı madelet-efkar-ı zülkerem, Sensin o padişah-ı dil agah-1 pür himem. Kim vasf-ı hazretinde senin her ne söylesem, Ahradır ey halife-i pür lCıtuf-u madeletl

138


·

Bu mısralarla gönüllerdeki yeri ve adaleti övülen padişah İkinci Abdülhamit'tir! Yahya Kemal, elbet talihli insandı : Çocuk yaşında Paris'e gitti. Fransızcayı, Fransızcanın vatanında öğren­ di. Ünlü tarihçi Albert Sorel'den hem feyz aldı, hem zevk. Sanat akımlarının deltası Quartier Latin'de yaşa­ dı. Cafe Vachette'de Jean Moreas'la dostluk etti. . . Son­ ra, yurda dönünce, günün politikacıları onu oturtacak makam aradılar : Profesör oldu, ilmi rütbelerin en şeref­ lisi . . . Mebus oldu, milli rütbelerin en büyüğü . . . Elçi ol­ du, siyasi rütbelerin en keyiflisi . . . Ve nihayet şiirden an­ layan ve anlamıyan, bütün aydınların ve yarı aydınların gönül tahtına oturdu . . . Ama Yahya Kemal memnun olmadı. Çünkü o gönül tahtlarında başkaları da vardı! Sakın bu satırları okurken, içinizden kötü düşünce­ ler geçmesin. Yahya Kemal, bütün kıskançlıkların üs­ tündedir. Kaldı ki, o şiirleri yazan adam kıskanılmaz, o­ nunla övünülür . . . Ben de Yahya Kemal ile övünen biriyim. Gün geç­ mez ki, bir müslüman mahallesinde dolaşırken, Üsküdar pencerelerinde akşamı seyrederken, Emirgan kıyıların­ da dinlenirken onun büyük hatırası, içimden mısra mıs­ ra geçmesin. Kadeh elde, onu anarız, güz yaprakları bah­ çelerde hışırdarken onu anarız, hele öfüm karşısında, o sonsuz karanlık önünde onu ne kadar, ne kadar, ne ka­ dar anarız : Artık demir almak günü gelmişse zamandan, Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan . . .

Hangi İstanbullu vardır ki, Bebek kıyılarında dola­ şırken dudaklarına onun sesi gelmesin : Günlerce ne gördüm, ne de bir kimseye sordum, «Yarab, hele kalb ağrılarım durdu» diyordum. His var mı bu alemde nekahet gibi tatlı?

1 39


Gönlüm bu sevincin heyecaniyle kanatlı Bir taze bahar alemi seyretti felekte, Mevsim mütehayyil, vakit akşamdı Bebekte.

Akşam, lekesiz, saf, iyi bir yüz gibi akşam!

Ama yine tekrar edeyim: Şiirlerini ne kadar sever­ seniz seviniz, Yahya Kemal'i, her gün ona izzet-i nefsi­ nizden, benliğinizden bir ziyafet çekmedikçe sevemez­ diniz ! Dostluk, arkadaşlık, vefa, saygı, bütün bu güzel duy­ guları, ödememek şartiyle hep sizden isterdi. Bir gün, Abdullah Efendi lokantasında öğle üstü masama gelmek lütfunda bulundu. Sevinerek ayağa kalktım, yerimi verdim ve ben karşısına oturdum. - Ne latif adamsın Yusuf Ziya, diye iltifat etti. Pek keyifli bir yemek yiyorduk. - Yahya Kemal'ciğim , dedim, dikkat ediyorum1 se­ nin mısralarında kelime yok. . . Yüzüme merakla baktı. - Kelimeler, dedim, mısram potasında eriyor, bir bütün oluyor . . . Artık o bütünü kırmadan, zedelemeden bir nokta bile çıkaramazsın . . . Pek sevindi, pek . . . Burada tekrarlıyamıyacağım ka­ dar güzel sözlerle sevindi. Ama, sofradan dargın kalktık . Neden mi? . . . Sadece karşısındakine insan saygısı göstermeyişinden: Yemek sonunda, masaya küçük bir bakır tas getirt­ miş ve ağzından çıkardığı takma dişleri karşımda yıka­ maya başlamıştı. Suların üstünde yemek kırıntıları yü­ züyordu . Midem burkularak koptu sandım. Belki biraz hırçın: - Yahya Kemal, bunu yapmaya hakkın yok, de­ dim . . . Mağrur ve öfkeli haykırdı: - Bir daha benimle oturmazsın . . . 140


Ben de ayni sesle bağırdım : - Benimle oturan sensin! . . Kalktı, gitti, darıldık . Yalnız bana mı? . Halit Fahri'ye, bir gün sormuş : - Ne iş yapıyorsun? - Edebiyat hocasıyım . . . - Maaşın? - Seksen lira . . . Hakaretle gülmüş : - Oooh, bedavadan milletin seksen lirasını alıyor­ sun ! Yahya Kemal bunu söylediği zaman milletin binler­ ce lirasını alan bir elçi idi! İbrahim Alaettin Gövsa gibi, karınca incitmez bir adam, onun çirkin bir tecavüzüne uğramış, ama şu müt­ hiş mısralarla da damgalamıştı: Şairim der de tufeyli yaşatır gövdesini, Dayanıp köhne Nedim artığı üç, beş satıra! Senelerdenberidir aynı sakız, aynı geviş, Seneler var ki doğursun diye baktık katıra!

Onun ölümü ile büyük bir şair, küçük bir insan kay­ bettik . . . Eyvaaah, artık mavi Boğaz, artık Türk Üskü­ dar, artık müslüman Kocamustafapaşa, artık edebiyatı­ mız Yahya Kemalsizdir!

141



1888 - 1956



Ercüment Ekrem talu Şehzadebaşında, Sokrat Eczahanesinin arkasında, konaktan küçük, evden büyük ahşap bir bina. Sokak ka­ pısına mermer basamaklarla çıkılıyor. İçeri girince, sol­ da misafir odası. Ercüment Ekrem'le ilk defa karşı kar­ şıya oturuyoruz. Tam otuz dört yıl evvel . Ercüment, boştaydı o zaman. Akbaba için yazı is­ tedim. Hiç nazlanmadan kabul etti. Üç gün sonra, bir hikaye getirdi, bir Evliya-yı Cedit, bir kaç da küçük fık­ ra . . . Bunlar, iyi cins beyaz kağıt üstüne, yazılmamış, ba­ Hele sılmıştı sanki: Silintisiz, çıkıntısız, çizintisiz . . . yazısı, eskilerin meşk dedikleri bir kaligrafi örneğiydi .. Aradan bir hafta geçti geçmedi, bize misafir geldi­ ler: Eşi rahmetli Feriha Hanım, Reşit Halit, bir de şiş­ man, patlak gözlü, Hala Hanım dedikleri, vur patlasın, çal oynasın meraklısı bir komşu ile . . . Ellerinde bir de çekmecemsi, marköteri bir kutu vardı : Meğer içinde is­ kambil kağıtları, fişler varmış . . . Kahveleri içer içmez oturduk pokere! İki seans sonunda, misafirlerimizde metelik kalma­ mıştı. Hepsi benim önümdeydi. Kapıdan çıkarlarken Er­ cüment şöyle bir durmuş ve Evliya Çelebi üslübiyle: - Durb şüden-i Evliya, Der hane-i Yusuf Ziya !

145


Diye bir kahkaha atmıştı . Öbürleri de güldüler gfi.,. ya . . . Sonra yine kendisinden dinledim, yolda gelirlerken benim için: - Canım, demişler, şair değil mi? Enayi olur . . . Ka­ zanırız muhakkak! Ercüment'le kısa zamanda dost olduk. Ama, birbiri­ ni her gün arayan, her gün gören iki dost. O aralık Şe­ hiremini Operatör Emin Beye muavin tayin edilmişti. Akşamları Belediyeye uğrardım. O, değme sanatkarın erişemiyeceği bir başarı ile Emin Beyin taklidini yapar, gözlerimizi yaşartıncaya kadar güldürürdü . . . Ercüment Ekrem, her taklidi güzel yapardı : Erme­ ni, Yahudi, Çerkes, Arnavut, Acem . . . Vaktiyle orta oyununa da çıkarmış. Görmedim. Ama Karagözü'nü seyrettim. Nükteli, cinaslı, pek güzeldi. Ertesi yıl, tadına doyulmaz bir yaz geçirdik beraber: Arnavutköyü iskelesinin sağlı, sollu iki yanındaki yalı­ yı tutmuştuk. üst başındakinde o oturuyordu. Alt başın­ dakinde ben. İstanbul'a inmediğim günler, sabahları ona uğrardım: Gümüş bir tepside, bir tabak çilek, bir tabak vişne, buz parçaları altında ışıldardı. İki kadeh de rakı.. Bir saat sonra, adeta sarhoş olurduk. Ama rakıdan de­ ğil, neşeden ! Recaizade üstad Ekrem'in oğlu Ercüment Ekrem, saltanatlı bir yalıda büyümüştü. Ekrem Bey tepeden tır­ nağa ciddiyet, vekar, hatta gururmuş. Ama Ercüment, bu kumral sakallı, siyah redingotlu, alafranga babanın oğlu değildi. O, eşsiz Fransızcası, orta İngilizcesi, güzel Rumcası ve muaşeret bilgisi dışında bir halk adamı, hat­ ta biraz da halk komiği idi: Naşit'in yazarı . . . Galiba bunun için olacak, meşhur karikatürist Cem,, bir gün:

146


- Ercüment, babanın Nejat'a niçin o kadar ağladı­ ğmı seni tanıdıktan sonra anladım, demişti! En güzel eserlerini, yıllarca Akbaba'ya verdi: Meş­ hedi'nin hikayeleri, Meşhedi ile Devr-i Alem, Meşhedi Arslan Peşinde, Papeloğlu, Gün Doğmayınca. . . Bunlar mizah edebiyatımızın hala rakipsiz romanlarıdır. Ercüment Ekrem gayet kolay yazardı. Yalnız, rahat bir oda, temiz bir masa, iyi yontulmuş altı kalem, bir silgi, bir deste de beyaz kağıt veriniz, yeter . . . Eski harfler Akbabasında çıkan «Şerhül lügat vel esami» hfı.la güzeldir. Rüya tabirleri de öyle . . . Bunları, günün vakalarım karıştırarak yazmakta erişilmez bir us­ talığı vardı. Okuyucularım arasındaki gençleri düşünerek biraz açıklıyayım: Gül, gel, kel kelimeleri, eski harflerle bir şekilde yazılırdı. O, isimleri ve lügatleri manalandıran yazı serisinde, sıra «gül» e gelince, bir de mani söyle­ mişti: Aman aman gül Alim, Gül dibine gel Alim!

Ama, yukarıda anlattığım gibi bu manadaki «Gül Ali» yi de «gel Ali» yi de «Kel · Ali» okumak pek müm­ kün, hatta muvafıktı. E, o yıllarda İstiklal Mahkemele­ ri Reisi Kel Ali'yi de bilmeyen, hele ondan korkmayan yoktu . . . Ama biz korkacak yaşta değildik ki ! Ercüment, memurluk hayatında her oturduğu kol­ tuğu doldurmuş, yalnız hepsinden de birer nükte uğru­ na yuvarlanıp gitmiştir. Dili durmazdı. Atatürk evlendi­ ği zaman o Cumhurbaşkanlığı Umumi Katibi idi. Latife Hanımı ilk görüşte: - «Latife latif gerek! » demiş ve Çankaya'dan yu­ varlanıp gitmişti. Matbuat Umum Müdürü iken de böyledir: 147


- Almanların bizden bir « H » si fazla, demiş. Onları Bitler idare ediyor, bizi itler! . . . Ertesi günü, elinde kalem, soluğu yine akbaba'da aldı ! Bir akşam, onu Laleli'deki apartımanında düşünceli görmüştüm. Ben odaya girince sevindi. Adımın ilk he­ cesini çekerek: -

Sorma başıma geleni YO.süf, dedi . . . Hayrola Ercüment? Ahmet Cevdet telefon etti demin . . . Evet . . . İkdam için bir romanın var mı? diye sordu . . . Evet . . . Ben de var, dedim . . . Evet . . .

- Ama yok! . . . Birazdan, ilan etmeleri için adını söyliyeceğim . . . Ne yapsam, ne desem, bilmem . . . - Kolay, dedim, bir isim buluruz . . . Biraz düşündük, biraz konuştuk, biraz şakalaştık, bir isim bulduk: Kundakçı ! . . . Bu müthiş bir çapkının romanı olacaktı : En zarif sosyete hanımından en körpe mahalle kızına kadar her kalbe kundak sokan bir çap· kının romanı . . . Belle Amie gibi bir şey! Bunu bulunca, hemen telefona yapıştı. Yüzü, görü· lecek kadar gülünç bir ciddilik takınmıştı: - Romanı yarından itibaren ilana başlayınız: İsmi, Kundakçı. . . Ercüment Ekrem'in gazetemiz için titiz bir itina ile yıllarca çalışarak hazırladığı büyük aşk, ihtiras, macera romanı dersiniz . . . İlanlar bir hafta kadar sür· sün . . . Fotoğrafımı da gönderirim . . . Efendim? . . . Müsved­ deler mi? . . . Hepsi hazır, hepsi . . . Yalnız bir gözden geçi­ reyim . . . Ufak tefek rötuşlar yaparım belki! Size şaşılacak bir şey söyleyim mi? . . . Üç aydan faz-

1 48


la süren bu roman İkdam gazetesinin satışını arttır­ mıştı! Ercüment Ekrem'in son yılları hazin geçmiştir. Pek sevdiği kızı Esin ile Tokatlıyan otelinde yapyalnız kal­ mıştı. Tek oğlu Muvakkar Ekrem Talfı'nun, kendi genç­ liğinde bile yaptığı yaramazlıkları, artan bir öfkeyle af­ fetmez olmuştu nedense! . . . Bu eski Cumhurbaşkanlığı Umumi Katibinin, bu es­ ki Matbuat Umum Müdürünün, bu eski Sefaret Müste­ şarının bir tek arzusu kalmıştı dünyada: Mebus olmak!.. Halk Partisi, sokağa kadar düşürdüğü mebusluğu, ona kadar yükseltemedi ! Son yıllarında bir tek sevinci, bir tek tesellisi ol­ muştur : Yapı ve Kredi Bankasının, ona, kırkıncı sanat yılında hediye ettiği zarif saat . . . Ama o yaşta otel odalarında bahtiyar olmak kolay değildi . İçiyordu . . . Şekeri vardı, içiyordu. Kalbinden hastaydı, içiyordu. Bir gün, sesim biraz dargın: - Ercüment, dedim . . . Elinde kadeh, yüzünün buruşukları içinde kaybolan bir gülüşle sözümü kesti: - Bu, dünya tababetinde yeni bir metod Yfısüf! Sistem Talu ! . . Hastalıkları neşeyle tedavi! Ne dersiniz, Amerikalıların şimdi pek moda olan « Hoşgör hapları» nı daha önce o mu keşfetmişti acaba? . . .

149



1889 . 1952

BRAHİM ALAADDİN



jbrahim Alaa��in GötJsa Ortada bir yaratma yanlışı vardı galiba: Bu büyük baş bu küçük vücudun olamazdı . Büyük baş dedim, ko­ ca kafa değil ! İsviçre'de okumuştu : Profesör doktor Sedat Tavat'­ lar, Hakkı Hayrı'larla beraber ve Saraçoğlu'ların, Esat Mahmut Bozkurt'ların yetiştiği yıllarda . . . Ortanın az altında bir şairdi, ortanın çok üstünde bir yazar . . . İlk gençlik kitabı «Güftü - Gün dur: Küçük, tatlı manzumeler . . . Sonra, çocuk şiirleri çıktı : Ertuğrul'un ocağında uyandın, Şehitlerin kanlariyle boyandın, Nice düşman kalesine uzandın, Sana selam ey Osmanlı bayrağı !

Yıllar yılı, bütün mektepler bu mısraları ezberlemiş ve bütün bir kuşağın çocukları bu mısralara selam dur­ muştur. İbrahim Alaaddin, edebiyat hocalığından Muallim Mektebi Müdürlüğüne kadar çeşitli kültür hizmetlerin­ de çalıştı. Canlı, hareketli, yorulmaz bir insandı . Öğren­ cileri arasında, genç yaşında ölen şair Kemaleddin Ka­ munun da bulunduğu, ondan ışık almış bir aydınlar ka­ labalığı şimdi yurdun her tarafına dağılmıştır. 15�


Uzun yıllar Akbaba'da yazı arkadaşlığı da ettik. İn­ ce, zeki bir kalemi vardı. Eski harflerin kolleksiyonun­ daki «Kıvılcım» imzalı hikayelerin hepsi onundur ve hepsi hoş sürprizlerle biter. Yalnız bu kadar da değil. Yine o yıllardaki «Akbaba» imzalı başyazıların da bir­ çoğ·u onundur. Halil Nihat Boztepe ile beraber mebus seçildikten sonra, Meclis hayatında da gürültüsüz bir çalışma ile uzun yıllar hizmet etti. Bütçe tartışmaların­ da Maarif Vekaletine haksız yere çullanan bir Çanak­ kale mebusuna, komisyon sözcüsü olarak İbrahim Alaaddin cevap vermişti. Baştanbaşa mantık ve güzel nüktelerle süslü bu cevap, alkışlarla sona ererken, Göv­ sa, kürsüden şu son cümle ile inmiş ve yeniden kopan alkışları arkasından sürüklemişti: - Ne yapayım, Çanakkale Mebusu çanak tuttu! İbrahim Alaaddin, geniş kültürlü, zengin hafızalı, eşi az bulunur bir yazardı. Yedigün dergisinde çalışır­ ken, her konuda hünerle kalem oynatmıştır. Sedat Si­ mavi, yazıya resim yaptırmaz, resme yazı yazdırırdı. Bakardınız, bir gün güzel bir fotoğraf bulmuş : Elinde­ ki gümüş çerçeveli aynada kendisine aşık gözlerle ba­ kan bir genç kadın . . . Ertesi, hafta, bu resmi mecmuanın baş sahifelerinde seyrederdiniz. Altında şu zarif satır­ larla: « Her kadının en mahrem, en samimi dostu odur. Hiçbir kadın aynaya açıldığı kadar kimseye açılmaz. «Bazı bedbin sevmektir, derler. sevgisine tam bir tır, içinde her an

filozoflar: Aşk, başkasında kendisini Ayna, sevginin şu tarifine, hele kadın misal sayılabilir. Kadın aynaya aşık­ kendini bulduğu için . . .

«Eski harem dairelerindeki endam aynalarının, şim­ diki tuvalet odalarındaki boy aynalarının hatıralarında duran hayalleri hangi sinemada, hangi romanda bula154


bilirsiniz? Fakat ne yazık ki, ayna kadın gibi değildir, sırlıdır ! » İbrahim Alaaddin'i yalnız böyle hafif ve tatlı fante­ ziler yazarı sanmayınız. Ancak bir bilginler topluluğu­ nun başarabileceği ağır bir iş, dört ciltlik «Meşhur Adamlar Ansiklopedisi» tek başına onun büyük sabrın­ dan doğdu. Atatürk, Bunun üstüne bir hatıramı anlatayım: kendisine armağan edilen eseri karıştırırken, hem ken­ disinin, hem de Çakırcalı'nın bulunduğunu görünce kö­ pürmüştü. Akşam, Anadolu Kulübünde, nazik ve ürkek mizaçlı Alaaddin'ı hırpalamaya başladı: - Maşallah efendim, doğrusu takdir kudretinize bayıldım: Hem ben varım eserinizde, hem Çakırcalı! . . Bu haksız öfke karşısında, o , tutuk bir dille kendi­ sini savunmaya çalışmış : - Paşam, demişti, bu «Büyük Adamlar Ansiklope­ disi» değil, «Meşhur Adamlar Ansiklopedisi» . . . Müsbet, menfi, iyi, kötü her şöhret var! Ama sesini duyuramamış, müdafaasını dinleteme­ mişti . Yalnız, Parti Genel Sekreteri Recep Peker onu teselli etmişti : - Üzülme, büyüklerin bazı böyle cezbe anları olur! Aradan bir kaç gün geçmiş, Recep Peker Atatürk'­ ün fırtınasına tutulmuştu. Bu sefer, aynı kelimelerle o, C .H.P. Genel Sekreterini teselli etti: - Üzülmeyiniz, cezbeye geldiler . . . Geçer! Alaaddin, son yıllarda gittikçe ağır işitmeğe başla­ mıştı. Nihayet büsbütün işitmez oldu. Bundan çok mem­ nundu o : - İnsan n e rahat çalışıyor, diyordu. Kıyamet kop­ sa farkında değilim! Bir gün, İsmet İnönü, Çankaya'da, ağır işiten D1şiş­ leri Bakanı Numan Menemencioğlu'nu sağına, İbrahim 155


Aiaaddin'i soluna alıp konuşmuş. Bunun taklidini ince bir zarafetle yapar : - Üç kulakdaş ne güzel anlaştık, diye gülerdi. Son zamanlarda bir işitme aıeti almış, küçük düğ­ meyi kulağına iliştirmiş, pili ceketinin üst cebine koy­ muştu. Beni görür görmez, bir kahkaha attı: - Yusuf Ziya, hiç böyle kulağını cebinde taşıyan adam gördün mü? . . . Altısı tercüme, otuz cildi aşan basılmış eserlerinden başka, gazeteler, dergiler dolusu toplanmamış yazısı var­ dır. Bunların arasında hiciv edebiyatımızın en güzel kıt'alarını da bulursunuz. Bunlardan bir tanesi hala ez­ berimde : En yakın dostu Halil Nihat'ın «Evlen» bat;; lıklı mizah şiirine kızan biri, onu eskilikle, gerilikle suç­ landıran ağır bir cevap yazmıştı. Alaaddin, bu kaba hü­ cuma şu zehir gibi mısralarla karşı koymuştur: Niye «Evlen» diye manzumene aldın onu da? Nükte israf-ı zekadır şakadan anlamaza. Mürtecidir diye curnal yazarak cerre çıkan Böyle bir yongası üstünde suratsız yobaza!

Kaleminin denemediği yazı çeşidi, romandan başka yoktur sanırım: Hikaye, fıkra, şiir, mizah, hiciv, psiko­ loji, çocuk psikolojisi, ruhiyat ve terbiye . . . Hatta bir de tercüme piyes : Jean - Marie . . . Sonra şu birer damlalık tebessümler: «Kağıdı güzel öyle kitaplar vardır ki, ah keşke ya­ zısız olsaydı, diyorum.» «Güzel kitap güzel kadın gibidir: Emeksiz tasarruf edilemez.» «Düşenin dostu olmaz sözü yalnız güzel kadın hak­ kında doğru değildir.» Abdülhak Hamid'in, Süleyman Nazif'in, Mehmet Akif'in, Mehmet Emin'in üslübiyle yazılmış manzume· leri arasında da bakınız ne kadar başarılıları var: 156


Abdülhak Hamid gibi: Lüsyen, bana yaz diyorsun amma, Yazsam bugün eskisinden ala, Farzet ki, huzura meh getirdim, Herkes diyecek ateh getirdim !

Mehmet Emin gibi: Elli yıldır Altayların türküsünü çağırdım, Bangır bangır bağırdım. Homer oldum, saz elimde dört bucağı dolaştım, Çoban oldum, yol açarak dağ başına ulaştım. Hani benim çığının, Kuzum, keçim, sığırını?

Manzum şakaları severdi. Onun için bir sanat eğ· lencesiydi bu. Bakardınız, bir fotoğraf üstünde iki mıs­ raı, iki zeka kıvılcımı gibi parlıyor . Bakardınız, yeni evlenmiş bir gence, yahut yeni doğmuş bir çocuğa nük· teli bir tarih düşürmüş. Soyadı kanunu çıkınca, İbnül Emin Mahmut Ke· mal üstadımıza da bakınız ne güzel bir kıt'a yazmıştır: Bahri irfanü zeka hazreti Mahmut Kemal Nesebi pakine layık adı keşfetti: İnal O demektir ki, eğer talibi şehdane isen Ka'rı deryayi kemalatına gark ol da in, al!

Onun en sevdiği iki şey vardı: Evi ve kitapları . . . Son yıllarda az dinleniyor, çok çalışıyor, büyük Türk Lügati ve Ansiklopedisini hazırlıyordu. Bir gece, ansızın ölüvermiş : Istırap çekmeden ve ıstırap çektirmeden . . . Eğer bahtiyar kelimesi ölüme ya­ kışırsa, buna «Bahtiyar bir ölüm» diyebiliriz: Çok sev· diği evinde, çok sevdiği kitaplarının arasında!

157



1882 - 1951



':Ualil 1lihal Bo�lepe Trabzon'da bir genç var, fakirce bir genç. Doğup büyüdüğü topraklardan dışarı çıkmamış. Ama içi güzel, büyük isteklerle dolu. Başta, Fransızca öğrenmek . . . Trabzon'da papazların mektebi var. Ama orada okutma­ ya ailenin kazancı yetmez. Delikanlı bunun bir çaresi­ ni bulmuştur : Günde birkaç kere mektebin satış yerin­ den alış veriş etmek. . . Sonra, aldığı defterleri, kalemle­ ri, silgileri, arkadaşlarına, komşu çocuklarına satmak . . . Bundan ne çıkar demeyiniz, her seferinde Fransızca iki cümle söylese, üç cümle dinlese, birkaç kelime öğrense, onu sevindirrneğe yeter! Bu gencin bir hevesi, bir arzusu daha var: Halit Zi­ ya Beyi tanımak . . . Mavi ve Siyah'ı okumuş, Aşk-ı Mem­ nu'u okumuş . . . ve o çağın her insanı gibi büyük roman­ cıya aşık olmuş! Bir gün, gazetede bir müjde görüyor. Reji müfettişi Halit Ziya Bey Trabzon'a geliyor diye . . . S abahı uykusuz karşılayan genç, erkenden sahile koşuyor. Gözleri engin­ de, onu getirecek gemide . . . Gemi geliyor, yolcular çıkıyor . . . Eyvaaah, Halit Zi­ ya Bey yok! Arkadaşları soruyorlar ona: 161


- Sen Halit Ziya Beyi tanır mısın? .. - Hayır! . . Ama çıkanları gördüm, Halit Ziya denecek adam yoktu içlerinde ! Halit Ziya bu ! . . Hiç başkalarına benzer mi? Kimbi­ lir o ne insan üstü bir yaratıktır. Onu, kim görse: işte Halit Ziya el.er muhakkak! Ama Halit Ziya çıkmıştır. Bir otele yerleşmiştir. Onun yazdığı mektubu okuyacaktır. Sonra . . . Aradan üç ay geçecek, İstanbul'dan bir mektup gelecek, ona, kub­ beler ve minareler şehrinin kapılarını açacaktır! Bu genci size takdim edeyim: Halil Nihat Boztepe .. Ben onu, Balkan bozgunu ile Birinci Dünya Savaşı arasındaki günlerde tanıdım : Elinde istaka, bilardo oy­ nuyordu . Nuruosmaniye'deki kahveyi bilir misiniz? İkbal kı­ raathanesini? Orası, fikir, san'at, edebiyat adamlarımı­ zın kışlık kulübü idi: Falih Rıfkı Atay'dan, Tahir Nadi hocaya kadar, yeni, eski, bütün şöhretleri orada bulur­ dunuz. Orada toplanırdık, orada konuşurduk. Halil Ni­ hat da bu aydınlar kalabalığı içindeydi. Meşhur değildi henüz. İmzasını, yalnız Şehbal mec­ muasında Alphonse Daudet'den çevirdiği «Değirmenim­ den Mektuplar» altında görüyorduk. Bunlar, zeki, sağ­ lam tercümelerdi. Beğeniliyordu. . . Sonra, bu Daudet aşığı, bizim Meşhedi'mize benziyen Tartarin'i türkçeleş­ tirdi . Daha sonra, yine ayni Fransız edibinin Jac'ını ve· Le petit chose'unu . . . Artık meşhurdu. Yalnız meşhur da değil . . . Biraz da mağrur! Bu, belki de kendi kendisini yaratmanın bir güven­ ciydi. Eski Türk edebiyatını, aruzun bütün şekillerini, bütün Divan şairlerin� ve defter, kalem alış verişiyle öğ­ renilmiş Fransızcayı mükemmel biliyordu. Zeki adamdı Halil Nihat, güvenilir adamdı Halit

1 62


Nihat ve yakından, dış görünüşüne uymıyan, ince, tatlı, hoş adamdı Halil Nihat. Günün birinde, adım, günlük gazetelerin birinci say­ falarında gördük: Mizah şiirleri altında . . . Bunlar bir an­ da beğenildi, sevildi, meclislerde tekrarlandı: Hiçe saydım cümle meb'üsanı da ayanı da, Yılmadım hicveylemekten devri de devranı da!

Diye tatlı sert yordu:

çıkışlarla sağa, sola

meydan oku­

Bir zamanlar saklıyordum canı bir canan için, Aldı lakin şimdi açlık cam da, cananı da! Kırk kuruş verdim dün akşam bir kavun aldım düştin, Kırk kuruş versem alırdım bağı da, bostanı da!

Sonra, Birinci Dünya Savaşının pahalılık şikayetle­ rini bırakıyor, aynı manzume içinde, Ahmet Haşim'e ta· kılıyordu: Şerhederken şair Ahmet Haşim'in bir şi'rini Eyledim gaip tamamen aklı da iz'anı da!

Artık, Halil Nihat imzası, her gazetenin aradığı bir isim olmuştu. Sabah'tan Tasvir-i Efkar'a kadar . . . O, in­ citmiyen, acıtmıyan bir dille olaylara gülümseyerek do­ kunmasını biliyordu: Şu meb'uslar ki meclis içredir azayı bilmezler, «Ü mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler» Diyar-ı garbı gezmişler, bütün dünyayı görmüşler, Garabet bunda kim hala bizim Konyayı bilmezler! Nihat, etrafa bak, zira acaiptir bu insanlar, Hakaret zannederler, nükteyi, alayı bilmezler!

Bir gün, galiba Alfred de Musset'den güzel, ince bir şiir tercüme etmiş, vezinli, kafiyeli . . . Ama ben, yaşımın toyluğuna kapılmış, ufak tefek ihmaller bulmuştum bu

163


tercümede . . . Yazdığım tenkidin üstünden bir hafta geç­ ti, iki mısrağla hak ettiğim cevabı aldım: Dinletirim aleme ben kavalı ney gibi, Herkes frenkçe bilmez Yusuf Ziya bey gibi!

Hakkı vardı alay etmekte :Elbet onun kadar Fran­ sızca bilmiyordum ben! Bir gün, Halil Nihat, ölünceye kadar dostu İbrahim Alaaddin ile başlarına birer melon şapka, arkalarına bi­ rer kuyruklu elbise giyip Ankara'nın yolunu tuttular: - Ne var Ankara'da? diye sorduk: Boztepe, o ince, o alaycı gülüşü ile: - Meb'us olacağız, dedi. Biz de güldük . . . Ama asıl onlar gülmüşlerdi. İkisi de Gaziyi görmüşler, konuşmuşlardı. Sonra, meb'us ol­ dular! Halil Nihat, seçimlerden önce, bu arzusunu bir de manzume ile belirtmişti : BEN DE NAMZEDİM! Herkes mebus olmak istiyor bugün, Ya ben durur muyum, nem eksik benim? Yaşım da müsait, başım da düzgün, Biraz da bu yolda yıpransın tenim! Menfaat düşünmem, haktır garazım, Feleğe karşı da yoktur niyazım, Karadenizliyim, Lazoğlu Lazım! Vatanın uğruna ölenlerdenim . . . Mekteb-i aliden mezun değilim, Şahiidetnameli mecnun değilim! Şöhrete, servete meftun değilim, Efendi! boş sanma, gizli madenim!

Halil Nihat Boztepe, Fuzuli'ye, Nedim'e, Nef'i'ye, Galip Dede'ye, Namık Kemal'e, Tevfik Fikret'e başarılı

164


nazireler yazmıştır. Onların diliyle, onların sesiyle, on­ ların havasıyle . . . Bu güzel, bu zarif, bu nükteli şiirler, ona pek çok dost kazandırdı, pek az da düşman! Ama en büyük, en şerefli kazancı, Atatürk'ün sevgisiydi. Ona daima iltifat etmiştir. Bir seçimde, İbrahim Alaattin Gövsa aday gösteril­ memişti. Boztepe, Gaziye yalvardı: - Paşam, ben Mecliste faydalı olamıyorum. İbra­ him Alaattin ise hem Mecliste, hem komisyonlarda çok çalışan, çok hizmet eden bir arkadaşımdır. Beni affedi­ niz de onu mebus yapınız! Atatürk, bu vefalı dostluğu, Alaattin'i de tekrar me­ bus yaparak mükafatlandırdı. İsmet Paşayı da çok severdi Halil Nihat. Onun Baş­ vekillikten ayrıldığı günlerde, bir kağıda, büyük İran şairi Hafız'ın bir mısramı yazıp vermiş. Manası şu: «İsmet olmayan evde rahat olmaz! » Aradan bir kaç gün geçtikten sonra, İsmet Paşa Halil Nihad'a gülerek takılmış : - Boztepe, Hafız'ın dediği çıkmadı ! O da gülerek cevap vermiş! - Aldanma ki, şair sözü elbette yalandır! Halil Nihat, sevgi gördü, saygı gördü, ama son yıl­ larında rahat görmedi: Bekardı. Hiç evlenmemişti. Yal­ nız hiç evlenmemiş de değil, ne helal, ne haram, yatak odasında kadın görmemişti. Arasıra takılırdık: - Nihat Bey, seni evlendirelim artık . . . O, altmış yılın ötesinden mahzun gözlerle gülerdi: - Hele durun bakalım, bu işler aceleye gelmez! Fuad Paşa türbesinde güzel bir evi vardı, arka pencereleri Marmarayı çerçeveleyen güzel bir ev. Salonunda iki resim vardı: Üsküdarlı Ali Rıza ho­ canın iki peyzajı. . . Sonra üç te eski talik levha. . . Biri, Nedim'den:

165


Bir nim neş'e say bu cihanın baharını, Bir sagar-i keşideye tut lalezarını!

Öbürü, yine o Jale devri bülbülünden: Gülzara salın mevsimidir keşt-ü güzarın, Ver hükmünü ey servirevan köhne baharın!

Üçüncüsü, evi için kendisinin dörtlük :

söylediği şu güzel

Bir misafirhanedir dünya-yı dun Anda bir kaşane de virane de. Bi deva-vü bi bedel gafletteyim, Hane yaptırdım misafirhanede!

Ölümünden bir kaç yıl önce bir gözünü kaybetti. Kendi kendisini şöyle teselli ediyordu: - Bu yaştan sonra bana bir göz çok bile! Daha sonra kalbi yetersiz çalışmaya başladı. Yürü­ yemiyor, çalışamıyor, nefes alamıyordu. Tek talihi, sa­ hici bir dost evinde yaşamaktı: İbrahim Aiaattin'in . . . Nihayet bir gece, ölüme, elini çabuk tutması için yardım etti; çok sayıda uyku hapı yuttu ve edebiyatımı­ zın bu «çiçekle nim bozulmuş, rakik simasrn gülmeyi çoktandır unutmuş gözlerle sonsuz uykusuna daldı.

166


1892 - 1956

EŞAT NURİ



Reşat 1l uri <Jünlekin Eski Zeynep Kamil Hanım Konağındayız . Darülfü-­ nun Edebiyat Fakültesinde. Sınıflardan birinde, sırala­ ra dizilmiş gençler, yine kendileri kadar genç birini din­ liyorlar : Yirmi dört yaşında birini. Bu keskin çizgili yü­ zün altında, uçları hafifçe kırık iki yaylı kaş ve içi al­ tının, zümrütün, bakırın, çeliğin karıştığı, renkli ışık­ larla dolu iki göz var. Bu yirmi dört yaşındaki genç adam, Hikmet-i bedayi muallimi Hamdullah Suphi Bey­ dir. Kendisini, soluk almadan dinleyen sınıfın karşısın­ da, talebesinden birini ayağa kaldırmış, konuşuyordu: - «Size haber veriyorum : Doğduğunuz gün, tali­ hin eli, beşiğinizin üstüne bir yıldız asmıştır. Yazınızın, gözlerimin önüne serdiği manzarada ne kadar feyiz var. Eğer isterseniz, eğer hilkatin size cömertçe verdiği değere sırt çevirmezseniz, emin olunuz, şöhretiniz bir gün memleket hudutlarını da aşacak, dış alemde tanına­ caksınız ı » Hamdullah Suphi Tanrıöver'in heyecanla övdüğü bu derisi kemiğine yapışık, bu çelimsiz, bu hareketli genç, Reşat Nuri idi. Ben onu, Şehzade Camiinin üst yanında, sokak içi, eski, ahşap bir evde tanıdım, tarihçi Emin Ali Çavlı'nın

169


Bvinde . Adı pek yabancı değildi bana: İmzasını, ara sı­ ra, piyes tenkidlerinin altında görüyordum. Fatih taraf­ larında bir ortaokulun müdiriydi o zaman. Manzum bir piyes yazdığımı öğrenince beni mektebine çağırdı. Yaz günleri.ndeydik. Elimde iki defter, ona, henüz «Darülbe­ dayi Şehfr Tiyatrosu» edebi heyetine vermediğim ese­ rimi, Binnaz'ı götürdüm . Sınıflar boştu. Sıralardan bi­ rine o oturdu, birine ben. Sonuna kadar, dikkatinin bü­ tün antenleriyle dinledi. İki asır yaşasaydık, bu ikinci konuşmamızdakinden daha fazla dost olamazdık. =

Biraz sonra onu Tanin matbaasında, dış merdiven­ den çıkınca sağdaki odada buldum . Burası La Pensee Turque dergisinin idare eviydi. İttihat ve Terakki Ce­ miyetinin beslediği bir mecmuaydı bu. Paris'te okumuş, Paris'te yaşamış, Paris'te imza sahibi olmuş biri çıkara­ caktı bu dergiyi : Halit Carim. Reşat Nuri'nin bu dergiye girişi anlatılmaya değer: La Pensee Turque hazırlanırken, Halit Carim hepi­ mize soruyordu: - Makaleleri, hikayeleri Türkçeden Fransızcaya çe­ virecek birini tanıyor musunuz ? . . . Her iki dili de iyi bi­ len birini? . . . Hepimiz düşünüyor, hafızamızı yokluyor, tanıdığı­ mız bir kaç ismi, yarım yamalak bir güvenle kekeliyor­ duk. En son, sora soruştura Reşat Nuri'nin üstünde bir­ leşildi. Ondan üstünü yok. Ama bu Reşat Nuri başka Re­ şat Nuri'dir, alafranga Reşat Nuri ! Hemen nerede oturduğu öğrenilmiş, adresine mek­ tup yazılE:ış, davet edilmişti . . .

İki gün sonra Reşat Nuri gelmiş. . . Reşat Nuri değil, bizim Reşat Nuri!

Ama gelen O

Halit Carim ikisinin de yabancısı. Ne gelenin far-

170


kında, ne gelmiyenin. Başlamışlar çalışmaya . . . Netice umduğundan üstün, umduğundan güzel. Ancak bir ay sonra anlaşılmış ki, tavsiye edilen Re­ şat Nuri başka Reşat Nuri'dir, kendisine mektup yazı­ lan, davet edilen başka! . . . Ama dergi sahibi bizim Re­ şat Nuri'yi o kadar seviyor, Fransızcasım da, Türkçesi­ ni de, tercüme san'atmdaki hünerini de o kadar beğe­ niyordu ki : - Aman ne güzel yanlışlık, ne mutlu yanlışlık, di­ ye seviniyordu. Bunlar, Reşat'ın gizli değerleri, gizli hizmetleridir elbet. Onun büyük şöhreti, şimdi sizin de bir ağızdan fı­ sıldadığınız romanla başlar: Çalı Kuşu ile . . . Onu okur­ ken kaç bin gözün ağlıyarak sabahladığını bilmem. Ama Süleyman Nazif'in, ama Celal Sahir'in, ama İsmail Ha­ bib'in ağladıklarını bilirim. Reşat Nuri, bize bir değil, iki değil, üç, dört, beş ka· lemin vereceğini tek başına verdi. Ama biz o çapta bir Avrupalı yazara verilen huzurun beşte birini ona ver­ medik! Hafızamdakileri sayayım size: Çalı Kuşu, Damga, Akşam Güneşi, Dudaktan Kalbe, Yeşil Gece, Acımak, Bir Kadın Düşmanı, Yaprak Dökümü, Eski Hastalık, Miskinler Tekkesi, Kızılcık Dalları, Kan Davası, Gökyü­ zü, Harabeler Çiçeği, Gizli El. . . Onbeş cilt roman! Leyla İ le Mecnun, Olağan İşler, Tann Misafiri, Bal­ ta . . . Dört cilt küçük ve büyük hikaye. Sonra tiyatro eserleri : Taş Parçası, Hançer, Haki­ ki Kahramanlar, Gönül, Bir Gece Faciası, Eski Rüya, Gazeteci Düşmanı, İhtiyar Serseri, Şemsiye Hırsızı, Çif· te Keramet, Ümidin Güneşi, Bir Donanma Gecesi, Sev­ mek Hakkı, Karanlık Kuyu, Babür Şahın Seccadesi, Ba­ har Hastalığı, Karaman Kahvesi, Gözdağı, Eski Borç, Balıkesir Muhasebecisi, Yaprak Dökümü, Bu Gece Baş-

171


ka Gece, Tanrı Dağı Ziyafeti . . . Eksik yazmadımsa yir­ mi üç piyes. Reşat Nuri düşünmekle, yaratmakla kalmamış, ka­ lemi, fikir ve sanat hayatımızı bir yandan da tercüme­ lerle zenginleştirmiştir. Fransız Edebiyatı Antolojisi, . XIX. Asır Fransızca Edebiyatı, İbsen, Muhammed'in Hayatı, Donkişot, La Dam O Kamelya, Bir Fakir Delikanlı, Tolstoy, Yaban­ cı, Altın Adam, Hakikat. . . Bunlar da sadece basılmış olanlar. Bir de her parçası büyük bir romana harç olacak değerde ince görüşler, zeki dikkatlerle . dolu, acımsı bir kitabı daha vardır: Anadolu Notları . . . Okurken, bazı gü­ ler, bazı utanır ve daima düşünürsünüz. bırakınız, ama Bu saydıklarımın öz ağırlıklarını hepsini terazinin bir kefesine, Reşat'ı bir kefesine koysa­ nız, yine kitaplar ağır basar. Bu elli altı kiloluk dev adam bu kadar eseri ne za­ man yazdı ? . . . Size cevabını yüzüm kızararak vereyim : Hep, biz güzel bir yemekten, tatlı bir sarhoşluktan, bir sinema, bir tiyatro, bir balo dönüşünden sonra mışıl mışır uyurken. . Reşat Nuri'nin kendi boyunu çok aşan eserleri bu kadar da değildir. Günlük gazete sahifelerinde, çeşitli dergilerde, eski Akbaba'larda unutulmuş, kimbilir kaç yüz yazısı var. Bir aralık, Mahmut Yesari, İbnürrefik Ahmet Nuri ve Ressam Münif Fehim'le beraber bir de mizah dergi­ si çıkardı : Kelebek . . . İlk sayısını bana getirdiği gün, yü­ zündeki kahkaha artığı çizgiler hala gözümün önünde­ dir. Saçından küçük bir tutam alnına düşmüş, yarım si­ garası alt dudağına yapışık, sessiz sessiz gülüyordu: - Yusuf Ziya, dedi, ismine bak da Akbaba ile nasıl boğuşacağını anla! . . .

172


Sık sık gelir, masamın üstüne sıçrar, otururdu. Ba­ kardım, sigarası gittikçe ufalıyor, ucundaki kül gittik­ çe büyüyor. Derken korktuğum olur, esmer bir toz sü­ tunu dudağından kopar, yakasından yuvarlanarak ma­ samın üstüne düşerdi. Titiz olduğumu bilirdi benim. Ama: - Dur Reşat, tablaya süpürelim, derneğe kalmaz, ceketinin koliyle, hem de büsbütün sıvıştırarak siler, hem kendi esvabını, hem masayı berbat ederdi . . . Evlendiği günü hatırlıyorum: Akbaba'ya hemen ka­ fes içinde ufacık bir kuş çizdirmiştim. Bu ince gagalı, alt dudağı sarkık kuşun başı Reşat Nuri idi. Altına iki kelime yazdık : «Çalıkuşu Kafeste! » Bu şaka, pek hoşuna gitmişti onun. Tatlı, uysal bir mizacı vardı. Çoğumuzu kızdıran olaylar onu güldürürdü. Bir gün, İstanbul Maarif Müdürlüğünün merdiven­ lerini çıkarken, duvara çakılı büyük, rakkaslı saati ta­ mire götüren hademe, Reşat'ın omuzuna adamakıllı bin­ dirmiş. Ama o, can acısını hazin bir tebessümle örterek: - Evladım, demiş, cep saati kullansan daha iyi edersin! Bir aralık Mebus oldu. Ama politikacı olamadı. Meclisten çok Babıali'de görüyorduk yine . . . Sonra Paris'e gitti : Hem Talebe Müfettişi, hem Unesko temsilcisi olarak . . . Orada, başından geçen, ucuz atlatılmış pahalı bir kaza vardır: Bir çalışma gecesinin sabahı, odasında yalnız uyur­ ken apartımana hırsız girmiş ve yükte hafif, pahada ağır ne varsa çalmış: Reşat'ın birikmiş parasını, eşi Ha­ diye Güntekin'in elmaslarını . . . Tahkikat yapan polis, her şeyi inceledikten sonra, ayrılırken elini uzatmış Reşat'a: - Tebrik ederim sizi . . . Talihiniz varmış!

173


- Talihim mi? . . . Neden? - Hırsızlığın tarzına göre bu bir zencidir. Gündüz, kapıdan girer onlar. Gözleri gayet pek olur. Eğer uyan­ saydınız, eğer karşılaşsaydınız, sizi bir daha ayılmamak üzere nakavt ederdi! Reşat, yalnız eserlerinin

ikinci, üçüncü baskısını

görmüş büyük bir romancı, bir hikaye ustası değil, in­ ce bir mizah yazarı idi de. Akbaba'da çok emeği vardır: Hem asıl imzası, hem Ağustos Böceği, Ateş Böceği im­ zasiyle çeşitli konular üstünde hünerle kalem oynatmış­ tır. Bunların arasında Balta isimli büyük hikayesi, ben­ ce onun en başarılı eserlerinden biriydi. Reşat Nuri'nin hizmeti, yalnız bir roman, bir hika­ ye mimarı olmakla da kalmaz. Çalıkuşu, güzel Türkçe­ mizle her duygunun dile getirilebileceğini de isbat etti. Sonra, yine Çalıkuşu, sayısı on binleri aşan bugünkü roman okuyucusunu hazırlamıştır : Salon kadınından hizmetçi kıza kadar! . . . Maarif ve politika arkadaşı Cevat Dursunoğlu, onu anlatan özlü bir yazısında : « Cepheye giden her subayın manevra sandığında bir Çalıkuşu vardrn diyor. Dudaktan Kalbe yazarı, yıllarca sonra, san'atinde bir dönemece gelmişti : Kalpten kafaya . . . Bu yeni çığır, ona eskisi kadar okuyucu kazandırmıyacaktı. Ama ede­ biyat tarihindeki yeri eskisinden büyük, eskisinden üs­ tün olacaktı elbet. Bu dönüm noktası, eyvaaah, meğer bir ölüm virajı imiş ! . . . Bu bir yerde duramıyan, şimdi bir koltuktan bir sandalyeye, şimdi bir sandalyeden bir masa üstüne sıç­ rayan, canlı, çevik adamın ansızın o ıslak, o karanlık, o sonsuz çukura yuvarlanacağı hiç aklıma gelmezdi. Benim zavallı, zavallı, zavallı Çalıkuşum!

174


1891 - 1945



mahmul l/asari Birinci Dünya Savaşının son günlerindeyiz. İstan­ bul valiliğinin alt duvarına bitişik aşı boyalı bina, o yıl­ larda İlhami Safa'nm matbaasıydı. Üst katı Gazeteciler Cemiyetiydi bu kırmızı konağın. Kapıdan girince, solda­ ki odaya da «Nedim» Mecmuası sığınmıştı. Nedim, bir san'at dergisiydi. Halit Fahri Ozansoy'­ du çıkaran. Bir gün bu tek odalı idare evinde, kime bak­ tığı belli olmıyan bir genç adam gördüm. Biraz yağlı, bi­ raz yorgun yüzünde, bebekleri sağa, sola kaymış iki göz kıpırdıyordu. Siyah, parlak saçları alnına düşüktü. Se­ si hımhımdı biraz. Bu, adı henüz hafızada kalacak ka­ dar duyulmamış olan bir yazarımızdı: Mahmut Yesari. . Uzun yıllar içim ısınmadı ona. Sevemiyeceğiniz ka­ dar çirkindi. Bu çirkinliğin en çok kendisini ürküttüğü­ nü, sonradan anladım . . . Bir gün, iş hayatı, ikimizi Akbaba'da karşı karşıya getirdi. Masasının üstüne adeta kapanır, yağlı saçların­ dan bir perçem alnında, sigarası dudağına yapışmış, ça­ lışırdı. Çok vergili kalemi vardı: Hikaye, fıkra, skeç, ro­ man, her çeşit yazı gelirdi elinden. Aylar geçtikçe onu tanımıya başladım: Hindistan

177


cevizi gibi, bu esmer kabuğun içinde, duygu, bembeyaz: bir süttü! Az zamanda çok eser verdi : Şehir Tiyatrosu sahne­ sinden kitapçı raflarına kadar . . . Akbaba'nın ciltleri de bu aradadır. Bazı akşamlar beraber çıkar, Raşit Rıza'nın «Bizim Lokanta» sına giderdik. Oraya, Peyami gelirdi, Mesut Cemil gelirdi, Çallı İbrahim gelirdi, Nurettin Artanı ge­ lirdi . . . Sonra, Osman zade Hamdi, Kılıç Ali de uğrardı arasıra . . . Bir gece, kafalar dumanlı, topluca Gardenbar'a git­ mek istedik. Mahmut Yesari, o sessiz, o uysal insan bir­ den tersleşti. Yüzü, sesi, gözleri çirkin değil, korkunçtu adeta. . . - Ben gitmem, diyordu, gitmem ben! . . Biz zorladıkça o dayatıyor, biz yalvardıkça o çetin­ leşiyordu . . . Ama neden .. Ama niçin? .. Ama? .. Devam et­ tirmeden, başını, sarhoşla deli karışık bir öfkeyle saçla­ rını silkeliyerek önümüze eğdi: - Ben bu kafayla o ışıklı yere nasıl girerim? . O genç insanlar, o güzel kadınlar arasında nasıl oturu­ rum? . . Ha? . . . Nasıl? . . . Nasıl? . . . .

Başında, korkunç, vahşi bir et beni vardı. Bu el bü­ yüklüğünde, mor, tüylü ben, onun kafatasına tırnakları­ nı geçirmiş bir canavar pençesiydi! Meze artıkları, kadeh artıkları ile dolu masaya ka­ pandı, içkinin cömert müsaadesi içinde rahat rahat ağ­ ladı o gece . . . Bir kere Mahmud'a darıldım. Bu, bir iş dargınlı­ ğıydı: Akbaba'da başladığı bir romanı yarıda bırakmış, kayboluvermişti. Neredeydi? Nerede oturuyordu, bilmi­ yordum . . . Bütün dostlarına sorduk, bütün meyhaneleri tarattık, yok.

178


Çaresiz, iki sayı, konusunu bilmediğim romana ben devam ettim . . . Derken, çıkageldi: Aşık olmuş! Güzel bir kadındı bu: Rengi güzel, çizgisi güzel bir genç kadın! Kendi haline öyle gülüyordu ki, ağlasa bu kadar acı olmaz! Sonra? . . . Evlendiler ve . . . ayrıldılar. Artık gündüzleri de içiyordu: Cebinde küçük bir konyak şişesi vardı her zaman. Daima uysal, daima tatlı sarhoştu. Arasıra ölçüyü kaçırınca, gücünü aşan bir öfkeyle: - Bu surata bu kalb yakışır mı? Diye boğula boğula, hıçkıra hıçkıra gülerdi. . . Yeni bir romana başlıyacağı zaman: - Mahmut, derdim, önce mevzuu anlat . . . Bir gün kaybolursan, zorluk çekmeyim! İyi insan, tok gözlü insandı. Yazı alışverişinde al­ datılmayı severdi adeta: Anlatıp gülmek ve biraz da öc almak için! Şehir Tiyatrosunda, ömrü boyunca figüran çıkan bir dostu vardı. Adını söylemeyim, şimdi hayatta değil. Gazetelere Mahmud'un yazılarını o götürür, parasını o getirirdi. İki derdi vardı bu adamcağızın: Biri, sahnede bir kerecik olsun konuşmak. . . Öbürü de geçimine yar­ dımcı bir ek iş bulmak! Birincisi olmadı. Ertuğrul Muhsin, o kadar yalvar­ mamıza karşı ona hiç bir piyeste ağız açtırtmadı! Ama ikincisi oldu: Mahmut Yesari, o yıllarda Milli Emniyet Müdürü olan rahmetli Aziz Hüdai'ye rica et­ miş, ona galiba ayda otuz liralık bir maaş bağlatmıştı. Bir gün Mahmud'a rastlayan Emniyet Müdürü: - Ayol, demiş, senin aleyhindeki raporlar neredey­ se tavana değecek. . . Sen Meserret kıraathanesinde tav­ la oynarken fena zar atınca ağzını bozuyor, büyüklere

179


küfrediyormuşsun . . . Çayı, kahveyi beğenmezsen yine öyle! .. Alt tarafını Yesari şöyle anlatırdı: - Meğer bizimki, ayda otuz lirayı haketmek için her gün beni jurnal edermiş! Sonra başını önüne eğer, kıs kıs gülerdi: - Ne yapsın fakir ?.. Benden başka tanıdığı yok ki! .. Hastalığında, en acı sözü Reşat Nuri'ye söylemiş : - Nafile, demiş, öbür dünyada da rahat yoktur bana. . . Bu suratla adamı cennete de sokmazlar! Eğer, Tanrının cenneti, kapılarını, cehennem azabı­ nı dünyada çeken o güzel ruha da açmadıysa, yandık!

180


1873 - 1958

BN ÜL EMİN MAHMUT KEMAL



'

Jbn-ül Emin mahmul Xemal Beyazıt'ta, eski Sahaflar çarşısından geçiyordum. Acayip bir adam gözüme ilişti : Fes kenarları kulak uç­ larına değen, esmer, kuru bir adam. Haziran sıcağında, arkasındaki neftimsi paltoyu çıkarmamıştı. Boynunda, hala bir şal sarılıydı. Ayağında kaloş kunduralar, kaş­ larında öfke, gözlerinde gazap, burun kanatları fena bir koku almış gibi nefretle kırışık, siyah ve kalın bıyıklar altında çizgilenmiş dudakları neredeyse birisini payla­ yacak . . . Solunda ve yarım adım gerisinde de saygı ile giden bir sakallı . . . Sahaflar, telaşla yerlerinden kalkıp selamlıyorlar­ dı onu. Kimisine baştan savma bir el işareti yapıyor, ki­ misine gülümsüyor, kimisini de azarlıyordu galiba . . . Bu adam, meşhur Biyografi liyografi = Kitabiyat bilginimiz

=

Tercümei Hal ve Bib­ İbn-ili-Emin Mahmut

Kemal beymiş. Arkasındaki gölge adam da kardeşi Ke­ mal Bey! O günlerde ben onyedi yaşında bir İdadi talebesiy­ dim. Üstada yaklaşmak değil, uzaktan selam vermek, yüzüne bakmak bile haddim değildi. Kendisiyle tanışmamız Akbaba çıktıktan sonra ol­ muştur. Sultanahmet Parkı karşısındaki Setli Kahve'-

1 83


de şair Hamamizade İhsan takdim etmişti. Hiç unut, marn, yüzüme gülümseyerek ve küçümseyerek bakmış: - Hafazan Allah, o şeytan sen misin? Diye galiba iltifat etmişti. Ilk konuşmalarımız böyle tesadüflerle olmuştur. Sevgisini, güvenini kazanmak kolay değildi onun. Ama, eskilerin pek değer verdikleri aruz veznini bilişim, di­ van edebiyatımızdan biraz anlayışım, hele bir mizah dergisine sahip oluşum üstadın yanında çabuk itibar ka­ zanmamı sağladı ve bir pazartesi akşamı ben de Bakır­ cılar'daki sarı boyalı, meşhur Emin Paşa konağına da­ vet edildim. Emin Paşa Konağı, kendisince Topkapı Sarayından bile zengin bir sanat ve irfan hazinesiydi: Eşi bulunmaz nadide eserler, el yazması kitaplar, edebiyat ve musiki hayatımızın meçhullerini çözecek vesikalar, çeşm-i bill­ büller, eser-i İstanbullar o hazinede toplanmıştı hep. Beni çağırdığı gece bir musiki ziyafeti varmış. Az ışıklı, çok rutubetli bir avludan geçtim, her basamağı eski bir ses veren merdivenleri çıktım ve huzura gir­ dim. Sedirler, koltuklar, sandalyeler davetlilerle doluy­ du: Şair Halil Nihat Boztepe, Profesör Mükremin Halil, Mithat Cemal hatırımda kalanlardır. Bir de gözümün önünden gitmeyen duvarlar var: Sülüs, nesih, ta'lik lev­ halar ve eski tabaklarla süslü duvarlar . . . Gösterilen yere oturdum. Adet böyleydi, üstad, otu­ racağınız yeri, rütbenize göre seçer, işaret ederdi! Hanende ve sazendeler, emeklilerle heveslilerden­ di: İhtiyar seslerle toy sesler . . . Kendisi, başında siyah takkesi, gözleri yarı süzgün, köşesine kurulur ve saz başlayınca, o da dizleri üstün­ de usul tutmaya başlardı. İbn-ül-Emin Mahmut Kemal, tanıdığım en müthiş:

184


hafızadır: Sorduğunuz tarihi şahsiyetin bütün hayatını,. doğum gününden ölüm gününe kadar, tek rakam ve tek hadise yanlışı olmadan öğrenirdiniz. O, yalnız Türk aydınlarının değil, Avrupanın tanıdığı ve saydığı sağ­ lam salahiyetti. Aradan yıllar geçmiş, dost olmuştuk. Sık sık Akba­ ba'ya gelir, şakalaşırdı. Mutlaka kendisine bir şey sorar, o anlatırken, dinlemiyor gibi yapar, kızdırırdım. Ne gü­ zel, ne zengin öfkesi vardı. Onun dilindeki zehirin ta­ dını aldığımı görünce tekrar yumuşar: - Deccal mıdır, nedir? . . . derdi, beni kızdırıp kız­ dırıp keyifleniyor! . . . Eğer bir sahne artisti olsaydı, yine büyük bir şöh­ ret olurdu: Yüzünde, bakışlarında, her konuya göre de­ ğişen emsalsiz bir ifade kudreti vardı. Heccavdı. Diline düşeni, sözle param parça eder, mısraların oklarından geçirirdi. Bir zamanlar, huzurunda iki büklüm oturup sonra kendisine meydan okuyan birine yazdığı uzun taşlama­ dan aklımda kalanlar bu yaman hiciv gücünün bir örne­ ğidir: Cehl-ü günahı bi hesap, Paspas-ı bab-ı intisap! Bed çehresinden ismeti Sünger ile silmiş kasap !

Lafını hiç esirgemezdi. Bir aralık kendisini her gün ziyarete başlayan şair Filorinalı Nazım'a şu kıt'ayı yaz­ mıştır : Bir takım lfıf ile teşviş-i huzur Etme ey şair-i bi şi'r-i şuur. Her dakika bana gelmektense Yılda bir kendine gelsen ne olur?

185


Dostluğunda da sağlamdı, düşmanlığında da. Takdirine layık gördüğü insanı : - Bize hürmeti vardır! Diye överdi . . . Hem dindardı, hem kindar. Çocukluğundan tanıdı­ ğı Mithat Cemal'e bir iftar sofrasında darılmıştı. Sık sık gazaba gelir: - Yıllarca ırz-u namusuna nigehban olduk. Nan-u nimetimizle perverde eyledik. Biraderim merhumun mübarek elleriyle hazırladığı nar ve turunç şerbetlerini içe içe büyüdü. Gözüne, dizine dursun mel'unun! Diye beddua ederdi. Çok yerdi. Ama her davet edildiği evde değil. Te­ mizliğine inandığı eski, müslüman evlerde . . . Ramazan yaklaşırken, yakın dostları konağına ra­ mazaniyelik gönderirlerdi : Yağ, şeker, pirinç, güllaç . . . Bir Ramazan, Profesör Kazım İsmail Gürkan da bu sayılı dostlar arasına katılır ve bir hamal yükü erzak gönderir . Ancak, üstadın peynirden tiksindiğini ve öm­ rü boyunca ağzına koymadığını bilmediği için, bir te­ kerlek kaşar, bir teneke de beyaz peynir yollar. Ertesi gün gelen nükte ve muhabbet dolu mektupta, Mahmut Kemal Bey, geri aldırılmasını istediği peynire şu ismi takmıştır: « Sütün veled-i zinası! » Yine bir Ramazan, en nefis Türk yemekleri ikram edilen Necmeddin Molla Beyin Cihangir'deki konağında, üstad, iftardan sonra tuvalete gitmek ister. Hizmetçi kendisini götürür, kapıyı açar. İbn-ül-Emin, ilk defa gör­ düğü bir alafranga aptesane karşısında kalınca, telaşla geri dönerek hizmetçiye seslenir: - Nereye gidiyorsun beni bu acayip yerde bırakıp da? . . . Gel bakalım, ne yapacağız? . . . Beraber karar verelim! . . Son asır Türk şairlerini yazdığı günlerde, hal tereli.

1 86


meleriyle fotoğraflarım istediği şairlerin ihmalinden: - İhtiyarlardan taleb-i mal, gençlerden taleb-i visal edercesine niyaz ediyoruz! Diye gözleri şıldır şıldır dönerek şikayet ederdi. Bir gün, pek hususi bir dost meclisinde: - Cenabı Hakka hamd-ü şükür olsun, harama uç­ kur çözmedik, bu sayede aklımız, şuurumuz, sıhhat ve hafızamız yerinde kaldı, devlet ve milletimize kalemi­ mizle hizmet ettik! Diye öğününce, Profesör Mükremin Halil - ki do­ ğum yeri Elbistandır - gülümseyerek sordu: - Üstad, malüm-ı füzılanenizdir, yarın ahirette, hu­ zuru İlahiye çıkınca, vücudumuzun her parçası kendisi­ ne ettiğimiz zulümden, işkenceden şikayet edecek. Me­ sela göz, bana fena şeyler seyrettirdi, dil : Bana yalan söyletti, el : Bana hırsızlık ettirdi, mide: Beni aç bıraktı diyecek . . . Hiç şüphe yok, evlenmediğinize ve harama da uçkur çözmediğinize göre sizden de şikayetçi olacak . . . Cümleyi tamamlamağa kalmadı, üstad, öfkeyle ayağa kalkarak ve acayip sesler çıkararak: - Elbistanlı, Kelbistanlı ! . . . Elbistanlı Kelbistanlı! . . . Diye odada fır dönmeğe başladı! Ibn-ül-Emin Mahmut Kemal, seksen yedi yıllık ha­ yatının yetmiş yılım okumak, aramak ve yazmakla ge­ çirmiştir. Eli, hasis denecek kadar sıkıydı. Yemezdi, iç­ mezdi ve giyime, kuşama para harcamazdı. Ama, bir ömür boyu, sabırla, cömertlikle topladığı kitapları üni­ versiteye ve biriktirdiği altınları yalnız hayır işlerine bağışlıyacak kadar asil bir cömertlik göstermiştir. Kendi eliyle hazırladığı vasiyetnamesinde: Zeynep Kamil Hastahanesine yüz altın, Guraba Hastahanesine seksen altın, Verem Hastahanesine altmış altın, Darüş­ şafakaya yüz altın, Darülacezeye seksen altın bıraktı. Ama asıl büyük ve eşsiz mirası: Tarihçe-i Evkaf ve

187


Teracüm-i Ahval-i Nuzzar, Osmanlı Devletinde Son Sad­ razamlar, Son Hattatlar, Son Asır Türk Şairleri, Hoş Sada gibi, Türk milletine bıraktığı yirmi bir cilt eseri­ dir. Onu, bütün cepheleri, bütün hizmetleriyle bir kaç sütuna sığdıramayız. Ama iki büyük sanatçımız, Süley­ man Nazif ile Yahya Kemal, şu iki mısrağa sığdırmış­ lardır:

Hezar gıpta o devr-i kadim efendisine, Ne kendi kimseye benzer, ne kimse kendisine!

188


1897 - 1961



+/:asan Ali Yücel İnsan nasıl ölür, bilir misiniz? .. Ansızın bir sende­ leyişle, bir kalb duruşu ile değil. Annesinin ölümüyle, babasının ölümüyle, dostlarının, sevdiklerinin, kafa ve gönül arkadaşlarının ölümleriyle her gün birer parça, birer parça, birer parça . . . Benim bir Ahmet Haşim'im vardı: Güzeli beraber tadar, çirkinden beraber iğrenir, beraber güler, beraber kızar, beraber acırdık. Sevincim onun da sevinciydi, öf­ kesi benim de öfkem! Benim bir Mithat Cemal'im vardı: Yalnız vücutları­ mızla iki ayrı insandık. Bütün bir yaz, Anadolu Klübü­ nün bahçesinde, neşemiz tek kahkaha olurdu. Şimdi yıl­ lardır onsuzum. Mithat Cemalsiz bahçede dost gözlerle baktıklarım kimlerdir bilir misiniz? . . . İhtiyar ağaçlar! Sanırdım ki bu ikisinin ölümü kadar acı dost ölü­ mü olamaz. Olurmuş ! . . . İşte Hasan Ali Yücel'in ölümü. O, benim mektep arkadaşımdı. Vefa İdadisinde be­ raberdik. Zeki, çalışkan, hırslı bir öğrenciydi. Sonra, Birinci Dünya Savaşında birbirimizi kaybettik. Yalnız bir gece, eski Gaziantep mebusu rahmetli İshak Rafet'in zengin akraba konağındaki sofrasında konuşarak, gülü­ şerek, dertleşerek ve türküler, destanlar, nefesler okuya-

191


rak geçirdiğimiz bir gece, hala yıldız yıldız gönlümdedir. Asıl dostluğumuz bu üç dört saatlik kadeh arkadaşlığın­ dan sonra başlamıştır. Kafası kadar gönlü de zengin insandı. Okurdu ve yazardı. Düşünürdü ve duyardı. Doğuyu da tatmıştı, Ba­ tı'yı da . . . Çağının ünlü bir güzeline yazdığı : Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz? .. Aşkın beni sermest ediyorken keder olmaz, Ölsem de senin uğruna canım heder olmaz, Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz? .. Dalgın ve ilahi, eriten bir bakışın var, Bir ançla bütün ruhumu birden yakışın var, Karşımda periler gibi nazan akışın var, Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz? ..

şarkısı onundur. Bu iki dörtlük bile, Yücel'in nasıl bir kalb adamı olduğunu anlatmaya yetmez mi? Bir memleket gezisinde, Atatürk onu da yanına al­ mıştı. Yeni insanlar vardı bu yolculukta. Atatürk, on­ ları çeşitli konularda konuşturarak deniyor, tartıyordu. Bir akşam, sofrasındakilere sormuştu: - Sıfır nedir? Yücel'in cevabı şu oldu: - Sizin huzurunuzda ben! Bu imtihan gezisinde, Hasan Ali, sıfır almayan tek yolcudur sanırım. Yücel'in politika hayatı, Milli Eğitim Bakanlığiyle başarılar içinde geçmiştir. Karanlık topraklarımızın ilk fecri Köy Enstitüleri, Köy Okulları, Kız San'at Enstitü­ leri, bir kitaplık dolusu klasikler tercümesi, opera, İnö­ nü ansiklopedisi... Bırakınız tümünü� bir tanesi bir insanı bahtiyar etmeğe yetmez mi? Ona komünist dediler. Neden mi? .. Bu aydınlar ço­ rağında kaybedecek tek insanımız olmadığını bildiği ve her değerin üstüne titrediği için !

192


Ne oldu? . . . Onun kaybetmek istemediği değerlerin hepsini başka milletler kazandılar: Şimdi, kimi Fransız Üniversitesinde profesör, kimi Amerika'da! . . . O yabancı ve bayındır ülkelerde Milli Eğitim Ba­ kanları hep vatan haini midirler? Bana sorarsanız demokrasimizin en büyük kurbanı Hasan Ali Yücel'dir. Geriliğe verdiğimiz bütün kurban­ lar ondan sonra gelir. Hiç unutmam, sayın Avni Başman'a D.P. nin ilk Maarif Vekili olduğu günlerde sormuştum: - En başarılı Milli Eğitim Bakanımız kimdir? Düşünmeden cevap vermişti : - Yücel! İşte bu Yücel'i, bir gün, kendi partisi, kendi gazete­ sinin, Ulus'un sayfalarından bile koğdu! O kırılmış kalbin, ansızın duruşuna değil, bu kadar dayanışma şaşmalıyız.

193



1899 - 1961

EYAMÄ° SAFA



lJeyami Sala Maarif Nazırının kapısı açıldı ve sırmalar içinde iki hademe arasından büyük salona küçük bir çocuk girdi. Nazır, en sevgili oğlunu, Nejat'ı kaybetmiş bir baba idi, şair bir baba: Recaizade üstad Ekrem. Çocuk, babasını iki yaşında kaybetmiş bir öksüzdü: «Şair-i maderzat>ı İsmail Safa'nın oğlu Peyami. Şair Recaizade Ekrem Bey, Şair İsmail Safa'nın oğlunu, Nejat'ı kucaklayan baba elleriyle kaldırdı, di­ zine oturttu. Peyami, iki yaşında keybettiği babasını sekiz yaşın­ da tekrar bulmuştu. «Yetim-i Safa» değildi artık! Galatasaray Sultanisinde yatılı okutulmasına karar verilen Peyami, Osmanlı Maarif Nazırının kapısından ışıklı bir yarına ilk adımını atıyordu o gün. Ama, bir çocuğun kara talihini, bir Nazırın sevgisi bile aydınlatmaya yetmez : Recaizade Ekrem Bey, emri­ ni yerine getiremeden koltuğundan ayrıldı . Ben Peyami Safa ile Vefa İdadisinin bahçesinde ta­ nıştım: Dal gibi bir vücut üstünde dev gibi bir baş! Küfürsüz ve dargınlıksız biten ilk edebiyat kavga­ sını birbirimizle yapmıştık: Şapirografla basılmış mek­ tep dergisinde . . . O günden sonra bütün ömrümüz, pek

1 97


çok düşünce ayrılığı, ama daima geçti.

gönül birliği içinde

Çıkardığım dergilerin hepsinde imzası vardır: Hi­ kaye, roman, makale, fıkra, skeç . . . Yazı çeşidinin hiç birisine kalemi yabancı değildi: Edebiyattan resme, mu­ sikiye . . . Felsefeden sosyolojiye, ekonomiye ve . . . Şaşma­ yınız, tıbba kadar! Türkiyemiz, kendi kendisini yetiştirenler vatanıdır. Ama hiç kimse, Peyami kadar kendi kendisini yetiştir­ memiş, yetiştirmekten de fazla, yaratmamıştır. Selamı bile vermekten çok almayı seven doktor Ab­ dullah Cevdet, bir gün onun çocuk ellerine sığmayan kocaman bir kitap vermişti : Bir Larousse. - İşte, demişti, istikbalini bunun içinde arayacak, bulacaksın! Peyami, o ince yapraklar, ince satırlar üstüne yıl­ larca kapandı . . . Galiba, bütün nasipsiz hayatında din­ lediği tek nasihat budur! Altmış bir yaşına kadar nasıl yaşadığını sayfa sayfa bilseniz, insan gücünün dayanıklılığına şaşarsınız. «Ya Seydi ! » diye fena başlıyan, ama başlayışından daha fe­ na biten bir edebiyat kavgasında Ahmet Haşim'in dediği gibi «Çekirge vücuduna yapıştırılmış at kafalı» çelimsiz bir yaratıktı : Kolu hasta, kulağı hasta, ciğeri hasta . . . Ve kesesi, hasta da değil, bütün ömrünce ölüm döşeğjnde! Ruha büyük inancı bundandır Peyami'nin: O çürük vücudu, sağlam bir ruh ile altmış bir yıl, dimdik ayak­ ta tuttu . Hayatının en acı bölümünü bir şaheserde okuyabi· lirsiniz : «Dokuzuncu Hariciye Koşuğmmda . . . Ama sanı­ rım ki asıl büyük eserinin adını bile kağıt üstüne koya­ madı: «Karanlıkta Sönen Mum>>! . . . Bu yazılmamış ro­ man, bütün acılariyle kendi hayat trajedisi olacaktı sa­ nırım .

198


Yazdığı kitapların sayısı iki yüz cildi aşkın diyor­ lar . . . Doğrudur. Ama ben size bir doğru daha söyliye­ yim: Bu harika adam, belki de bir kerecik olsun ölçü üstüne ceket, ölçü üstüne pantalon, ölçü üstüne palto diktiremedi. «Fatih - Harbiye»nin, « Sözde Kızlannn, « Matmazel Noralyanın Koltuğm>nun, «Dokuzuncu Harici­ ye Koğuşmmun, «Cumbadan Rumbaya»nın, «Şimşek»in, «Yalnızız»In, bütün bu şaheserlerin romancısı Peyami Safa, ömrü boyunca, ancak Bitpazarı'ndan alabildiği zengin artığı kullanılmış esvaplar giyebilmiştir ! Türk edebiyatını, eski san'at oyunlarının düğümle­ rini çözecek kadar iyi ·bilirdi o. İnce vücuduna sığma­ yan kalın sesiyle, biraz gösterişli, biraz romantik, ama ne güzel şiir okurdu: Hele babasının, hele Recaizade'nin, hele Tevfik Fikret'in şiirlerini : Sis'i, Bir Lahza-i Teah­ hur'u, Haluk'un Vedaı'nı . . . Bu kadar mı sanıyorsunuz? . . . Peyami, oldukça gü­ zel ud, güzel keman çalardı : Alaturka musikinin bütün ses hünerlerini perde perde bilerek ve hayranlıkla an­ latarak . . . Olmayan parasını ekmekten, kravattan çok kitaba vermiştir. Her türlü kitaba . . . Hekimlik üstüne olanl'.'1rını, nice doktorların çalışma odasında bulamazsınız! Kalbin yazısını, filmde kekelemeden okurdu. Her hekim bu alfabeyi bilmez sanırım! Fikir ve sanat adamlarının hemen hemen hepsiyle dost, hepsiyle düşman olmuştur. Bir kış gecesi, Ahmet Rasim'lerin, Mahmut Sadık'ların, Yunus Nadi'lerin mey­ hanesi Ştaynburk'ta, büyük gönül adamımız profesör Şekip Tunç'u, çetin, uzun bir çatışmadan sonra nakavt etmişti. Hemen söyliyeyim ki, yenilen Tunç'un yenen Peyami'yi öpüşü, en az onun bilgi ve zeka zaferi kadar güzeldi! Peyami, ud ve keman çalardı dedim. O kadar da de·

199


ğil : Sahneye de çıkardı. Bunlardan bir tanesi hiciv ede­ biyatımıza geçecek kadar meşhur olmuştur: La dame aux Camelias'da Arman rolüne başında fesle çıkışı! İçkiyi severdi. Daha doğrusu, içki meclisini sever­ di: Gün ışıyıncaya kadar coşmak, konuşmak için . . . Son yıllarda, elinden düşmeyen yasemin çubuğa ya­ rım sigara takıyordu ve önündeki tek kadeh, gidinceye kadar boşalmıyordu. On yıldan çok oldu sanırım: Kuzguncuk tepelerin­ de oturan bir kıza tutuldu, yapıncak salkımı gibi bir kı­ za . . . Aralarındaki otuz yaş ona neler, neler, neler çek­ tirmedi ki ! . . . Bir tanesini söyleyim: Ziyaretine giderken, bir de­ met karanfille bir kutu çikolata alabilmek için, iki kat esvabından birini eskiciye sattı! Eşi Nebahat Hanım, onu anlayan, onu üzmeyen bir kadındı sanırım. Ama adı bile konmayan bir hastalığa tutuluşu, Peyami'yi çok, çooook üzdü: Dost, arkadaş doktorlarımızı kıracak kadar. Oğlu Merve onun en büyük sevgisi, en büyük tesel­ lisi ve hayaller ötesi ümidiydi . . . İngiliz lisesini bitirmiş­ ti. . . Londra'ya gönderecekti onu . . . Mühendis olacaktı Merve . . . Para arıyordu, yol arıyordru, çare arıyordu . . Ek­ meksiz kaldığı gün oldu sanırım. Ümitsiz kaldığı gün olmadı ! .

Bir sabah yataktaydım. Karımla değişmez bir sa· bah keyfimiz vardır : Gazetelerimizi açıp okumak . . . Bir­ den, onun çığlığiyle ürperdim: - Aaaa . . . Peyami'nin oğlu ölmüş ! Elimdeki gazete, göğsüme bir kefen parçası gibi düştü. Artık gidemezdim, artık kapısını çalamazdım, artık.

200


yüzüne bakamazdım onun. . . Merve'nin ölümünden çok Peyami'nin yaşaması korkutuyordu beni . . . Ancak bir ay sonra, küçücük vücudunu kollarımın arasına alabildim: Göğsümde bir avuç kemik hıçkırı­ yordu! Ayrılırken, Nebahat Hanırn'Ja gözgöze geldim: Hiç­ bir ağlayan göz, bu yaşları kurumuş anne gözü kadar acılarla dolu olamaz! Kapıdan çıkarken avucumda nün iskelet parmaklarıydı . . .

sıktığım el, bir ölü­

201


iÇNDEKİLERİ Bu kitap Abdülhak Hamid . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Tevfik Fikret . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Cenab Şahabettin . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

.

Halit Ziya . ,............................ Hüseyin Cahit . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Süleyman Nazif . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Rıza Tevfik . .. . .. . Mehmet Akif ...................................... . . . . . .

. . . . . .

.

.

. . . . .

. . . . . . . . . . .

. . . . . . . .

. . .

. .

. . . . . .

.

Celal Sahir . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Abdullah Cevdet ................................ Mithat Cemal .. . . . . . . . . . . . . . . . . .. . .. . . . . . . . . . . . . . . . . Ahmet Haşim . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Emin Bülent ...................................... Ziya Gökalp ...................................... Mehmet Emin . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Ömer Seyfettin . . .. . . . . .. . . .. . . .. . .. . . . . .. . .. ... .. Enis Behiç ......................................... .

.

.

.

.

.

3 5 13 21 29 35 45 51 59 67 75 83 93 99 105 113 119 127 135

Yahya Kemal .. . .. Ercüment Ekrem . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 143 İbrahim Alaattin . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 151 Halil Nihat . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 159 . 167 Reşat Nuri . . .. 175 Mahmut Yesari . . . İbn-ül-Emin Mahmut Kemal . . . . . . . . . . . . . . . . . 181 Hasan Ali Yücel . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 189 . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . .

. . . . .

.

.

. .

. . . . . . . . . .

. . . .

. . . . . . . .

. . .

. . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . .

.

Peyami Safa

2 02

. .

. .. . . . . . . . . . . . .. . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . 195


Akbaba Yaymevi kitap yayınlarını üç kol üs­ tünden yapacaktır. 1

-

Türk Edebiyatı:

Bu yayınlarda Türk şiirinin, Türk romanının, Türk hi kayesinin ve seyahat edebiyatının en güzel örneklerini bulacaksınız.

Bu edebiyat serisinde, yalnız edebiyat tarihin­ de yer almış eski şöhretler ve adı ve gücü üstünde birleşilmiş sanatçılarımızın eserlerini bulacaksınız .

2

-

Akbaba yayınevinin ikinci yayın bölümü

mizah edebiyatı üstüne olacaktır. Türk mizah ede­ biyatı, kadrosu gittikçe zenginleşen bir varlık ol­ maktadır. Buna dünya mizahının her dile mal ol­ muş büyük eserlerini de katacağız. Karikatürü, çizgi edebiyatı sayan Akbaba ya­ yınevi, bu seri içerisine Türk ve Dünya karikatür­ cülerinin albümlerini de katacaktır.

3

-

Üçüncü yayınımız, Dünya romanlarıdır.

Her gün yeni bir roman,

dünya edebiyatına

yeni kıymetler katıyor. Fransız, İngiliz, İtalyan, Al­ man, Amerikan romancıları kendi rekorlarını kıran birbirinden güzel eserlerle

okuyucu sayısını her

gün çoğaltmakta ve eserleri ile

yüzbinleri, hatta

milyonları sürüklemektedirler.

203


Akbaba yayınevi, bu seri çerçevesinde sizlere dünyanın en güzel romanlarını vermek için seç­ kin bir çevirgenler kadrosu ile çalışıyor. Birinci bölümdeki eserler hakkında yeter bil­ giniz var sanırız. Bugüne kadar çıkmış olan Yusuf Ziya Ortaç'ın: Portreler, Gün Doğmadan, Göç, Bir Rüzgar Esti adındaki dört kitabından sonra: Satışa çıkar çıkmaz tükenen Portreler'in ikinci baskısı elinizde bulunuyor. Bundan başka: Hecenin en ünlü şairi Orhan Seyfi Orhon'un «Gönülden Sesler» adındaki şiir kitabı önümüzdeki ay satışa çıkmış bulunacaktır. Gönülden Sesler, Meşrutiyet gençliğinin elden ele dolaşan kitabı idi. Oradaki şiirler bütün bir neslin hala hafızasındadır. Okuyucularımız, güzelliğinden, tazeliğinden hiçbir şey eksilmeyen bu şaheseri yine büyük bir sanat duygusu içinde yudum yudum ta· tarak okuyacaklardır. Gönülden Sesler, bütün Akbaba yayınları gibi en iyi kağıda, en güzel harflerle basılıyor. İplik di­ kiş, karton kapak ve beş renkli kuşe gömlek için­ de çıkacak olan Gönülden Sesler kitaplığınızın en değerli eserleri arasında yer alacaktır. Bundan sonra, yayınımızın altıncı kitabı yine Orhan Seyfi'nin bir şiir kitabı olacaktır: Kervan . . . Kervan'da, Orhan Seyfi Orhon'un son yıllarda yazdığı şiirleri bulacaksınız. Bu şiirler hiçbir yerde yayınlanmamıştır. Okurken, içinizin, yıllardır özle·

204


diğiniz güzel şiire, öz şiire ve pırıl pırıl Türkçeye kavuşmanın mutluluğu ile dolduğunu göreceksiniz. Orhan Seyfi Orhon, okurlarına, Kervan'ı şu üç mısra' ile takdim ediyor: Her akşam üstü deniz kuşlarıyla birlikte Geçer içimden ipeklerle inciler yüklü O eski kervanlar . . .

Akbaba yayınevi edebiyat dünyamıza pek ya­ kında vereceği bu güzel eserle bahtiyarlık duyar. Bu yayınımızın yedinci kitabını da yine Orhan Seyfi Orhon'un im· zası altında göreceksiniz: Çocuk Adam. Çocuk Adam, şair Orhan Seyfi'· nin Türk edebiyatına verdiği ilk ve son romandır. Bu romanda ken­ di çocukluğunuzu, kendi evinizi, mahallenizi, kendi aşkınızı tatacak ve işte bir Türk romanı diyecek· siniz. Çocuk Adam, diyebiliriz ki nesre, yani düz ya­ zıya çevrilmiş bir şiir kitabıdır. Eksik olan, vezni ve kafiyesi. Fazla olan yaşanmış bir hayatın tatlı, güzel, vezne ve kafiyeye sığmaz konusudur. Çocuk Adam'ı da pek yakında, Akbaba yayın­ larının bütün özellikleri ve güzellikleri içinde satı­ şa çıkmış bulacaksınız. Akbaba Yayınevi

205


. ..ız .

.

.ış Padişah, Vezir,

rdar tanıyor musunuz? vet diyemiyeceğiniz kadar az, ğU mi? , kendi küçük hayatımın hatıralarını zaman zaman

u ilgi, bana onları yazmak

verdi.

Y. Z. O.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.