Blogum Dergisi - Haziran Sayısı 2012

Page 1

BLOGUM

1 Haziran 2012 - Sayı:1

Her Renge Hitap Ediyoruz ...

TÜRKİYE'NİN ONLİNE BLOG DERGİSİ

#blogum

blogumdergisi.blogspot.com


BLOGUM

BLOGUM Genel Yayın Yönetmeni Cansu ÖZMEN Editör Okan Can BADEMCİ Türkiye'nin Online Blog Dergisi Blogum, Blogum blog yazarlarının menfaatleri üzerine kurulmuş olup markalaşma kaygısı yoktur. Her türlü eleştiri, soru ve görüşleriniz için, okancanbademci@hotmail.com Mail adresinden ulaşabilirsiniz.


KONUK BLOG YAZARLARI İÇİNDEKİLER

Selma AKDEMİR Güven TURAN Elif IŞIK Sevgi YILMAZ Ender TAN Armağan ÖRKİ Birsen Güldemir KAPLAN Akif ULUTAŞ Ali Erman AKYÜZ Naz AYDOĞAN Sevinç SARGUT Merve ÖZCAN Hanife ALBAYRAK Yasemin ÖZER Mehtap ARSLAN Yakup Sabri İNANKUR Furkan ÖZDEN Serkan Murat KIRIKCI Cemre KOZAN Beyaz Kitaplık La Loba Medya Cadısı Kitap Notları


KİŞİSEL GELİŞİM Sevgi'siz' Kalmayın Zaman ne kadar çabuk geçiyor dimi. Acılar, sancılar, mutluluklar gibi onlarca duygu yoğunluğu. Yollarımız bazen karanlık, bazen aydınlık; olsada hep bir yolda yürüyoruz. Hiç durmuyoruz, çabalıyoruz. Daha iyi olmak, hayatta daha güzel konumlanmak için. Bu konum mevzusuna insanlar o kadar odaklanıyorlar ki; karşılarındakileri ve en yakınındakileri kırabiliyorlar. Bazen de kırmak yetmiyor, birde yıkmak istiyorlar. Oysaki sevgi her şeyin ilacı. Kendine sevgi ile, çevrelerindekilere sevgi ile bakan insanlar; amaçlarına daha sızısız ulaşmışlardır. Sızı insanı yıpratır, bir gün ortaya telafisi olmayan sonuçlar çıkartabilir.

En küçük şeylerden mutlu olanlar, yolun yarısında tıkanmayanlardır. Çünkü, küçük şeylerden mutlu olanlar bir yaprağın rüzgarla temasını bile mutluluk ile karşılayabilir. Bu gibi misaller süslendirilebilir. Şunu unutmayın, küçük şeyerden mutlu olan bireyler sevgi ile harmanlanmışlardır. Sevginin açamayacağı kapı yoktur. Sevgi insanı kötü emellerinden uzak tutmaya yardımcı olur. İlerde yaşayacağı pişmanlıkları yaşamasını önler. Evet sevgi diyorum. Sevgi sadece insanlara duyulan bir duygu yoğunluğu değildir. Sevgi bir ağaca,bir kediye, bir köpeğede duyulabilir. Siz yeterki sevgi olgusunu benim seyin, ondan sonra seveceğiniz çok şey olacaktır.

Sayfa 4 | BLOGUM


KİŞİSEL GELİŞİM Sevgi her şeyi önler mi ? Hayır, tabiki de. Ama, büyük sevgiler kötülüklerin kolay ve zahmetsiz atlatılmasına yardımcı olur. Sevgi insanı yüceltir, sevgi insanı zengin yapmaz. Sevgi insanı üzmez, sevgi insanı düşürmez. Sevgi insanı mutlu eder, sevgi insanı yalnız bırakmaz. Sevgi insanı mutsuzluğa itmez, sevgi insanı eğlendirir.

Ama her insana da sevgi ile yaklaşamazsınız. Bunu ayırt edecek olan yine sizsiniz, sevgi ile harmanlanırsanız; insanları yanlış konumlandırmazsınız. Yazımı şu sözlerle, tamamlamak istiyorum; Dünya benim olsa neler isterdim, önümüz kötü kara kış; bi yürek bi de sevgi Sevgisiz Kalmayın adlı yazımın devamını bir sonraki sayıda devam ettireceğim.

Okan Can BADEMCİ Blog : okancanbademci.com

Sayfa 5 | BLOGUM


AŞK

AŞK BENCE ...

Selma Akdemir – supercellma.blogspot.com

Yanında rahatça osurabilmek, iki dakika önce çıktığı tuvalete öf pöf demeden girebilmektir. Evin her tarafı darmadağınık ve tozlar havada uçuşuyorken bile aniden zil çalıp sürpriz yapıp geldiğinde eyvah! deyip panik yapmadan buyur edebilmektir içeri. Yağlı saçlarıyla, dizleri çıkmış çamaşır suyu lekeli ağı delik pijamalarıyla bile çekici bulmandır onu. Ağda gününe kadar uzatmak zorunda kaldığı istenmeyen tüyleriyle de sevebilmektir ya da yorulup terlemişken duştan yeni çıkmış gibi sımsıkı sarılabilmektir. Aşk tek kişilik yatağa sığabiliyorken, kimi zaman da mutluluktan, heyecandan hiçbir yere sığamamaktır. Yokken bir şişe birayı içmektir birlikte, varken en pahalı şarapları. Şevkate ihtiyacın olduğunda onun yanında almaktır soluğu. Aşk filmi izlerken en acıklı ayrılık sahnesinde iyi ki yanımda deyip sarılabilmek, sevişme sahnesindeyse filmi durdurup devamını birlikte çekebilmektir canlı canlı. Sohbet edebilmektir her konuda. Eski sevgililerini, çocukluk anılarını, gençlik maceralarını birşey eksiltmeden ya da katmadan anlatabilmektir içtenlikle. Hafif pörtlemiş bira göbeğiyle dalga geçebilmektir ya da alınma zamanı gelmiş bıyıklarıyla. Fazla alkolden değil fazla mutluluktan sarhoş olabilmektir. Ağzım soğan kokmasın diye endişe etmemek, ekmek arası köfteye "soğansız olsun" dememe lüksüne sahip olabilmektir.

Sayfa 6 | BLOGUM

Birlikte maça gidip küfredebilmek, aslında her zaman başbaşa kalma imkanınız varken bile sinemada öpüşebilmek, sanki dünyada yalnızca siz varsınız gibi umarsızca yaşayabilmektir herşeyi. Puding tenceresinin dibini birlikte parmaklayabilmek, salatayı birlikte yapabil- mektir. Dil, din, ırk, renk, seviye ayrımını hiçe sayabilmek, gerektiğinde herkese ve her şeye karşı koyabilmektir. Sevmekte, özlemekte ondan hep bir adım önde olmaktır. Sen, ben olmaktan çıkıp “biz” olabilmektir. Topu topu üç harfken içine milyonlarca anlamı katabilmektir aşk. Yaşamaya aylar, yıllar, tarifine kelimeler, hissetmeye kalpler ve algılamaya akıl yetmezken bir kıçı kırık Şubat gününe sığdırılamayacak kadar da büyüktür "AŞK".


BÜTÜN MÜDÜRLER ....! Uyarı : Bu Yazı Bolca Hakaret ve Küfür İçeriyor. SayınYetkili, Görüşmeye girince elimi bile sıkmadınız. O esnada sizin ne kadar büyük bir göt olduğunuzu anlayabilmek için görüşmeyi sürdürmeye karar verdim. Ama bu sefer ben de elimi uzatmadım zaten aramızdaki mesafe oldukça fazlaydı. Çok sinirlendim ama belli etmedim. Hızlı hızlı anlattım, soru sormanıza bile fırsat vermedim. Çok kısa ve saçma sapan bir görüşme oldu. O kadar yolu gitmeye değmeyecek kadar.

Bu sadece tanışma amaçlıymış. Evet, haklısınız ben zaten binbir eziyete katlanarak Gebze Organize Sanayi Bölgesi'ne sizin sıçmık suratınızı görmeye gelmiştim. İstediğim maaşın üç katını da verseniz sizin gibi bir götle çalışmak istemem. Umarım aramazsınız çünkü sülalenize sövmek niyetindeyim. İşlerinizin yoğun olması insanları uzun süre bekletebilmeniz ve onlara karşı saygısız davranmanızı haklılandırmaz. Yoğun çalışıyorsunuz da elinize ne geçiyor? Dünya ve İnsanlık adına çok önemli bir şey yapmıyorsunuz. Cep mendili ya da bebek kıçı silmek için ıslak mendil üretiyor olmak sizi önemli bir insan yapmaz. Zaten siz başlı başına bir tuvalet kağıdısınız ama ben kıymetli kıçımı sizin suratınıza sürmem bile. Ayrıca servisinizin olması benim her gün yüz seksen dakika boyunca trafikte işkence çekmemi hafifletmeyecek.Çalışma saatlerinizi de beğenmedim. Şu anlama geliyor ki: E-5'ten sabah 06:30 da servise bineceğim ve işten çıkınca akşam 20:00 sularında evde olacağım. Ne zaman nefes alabileceğimi bilemedim. Sizinle çalışan insanlar var. Bilemiyorum size nasıl katlandıklarını. Gerçi bu durum neyi tolere edebileceğinizle alakalı. Görüşmeye girmeden önce asansör beklerken şirketinizin sahibiyle karşılaştım. O pörsümüş buldog köpeği suratını görünce en az sizin kadar büyük bir göt olduğunu anlamıştım. Sanki bu bana bir işaret niteliğindeydi.

Yanındaki elemanla konuşurken yanımdaki hanıma bakıp 'Niye gelmiş bu hanım?' dedi. İş görüşmesi yanıtını aldıktan sonra bana dönerek 'Sen ne iş yapacaksın ki?' dediği anda ağzının ortasına amele tekmesini oturtmak istedim ama derin nefes aldım ve soruyu yanıtladım. Sanırım görevi bana yakıştıramadığı için 'Hıııı' deyip kafasını çevirdi ayıoğlu ayı. İşte bu durum ortaya koyuyor ki: Patron osurursa sizin gibi götler sıçar! Ayrıca farkettim ki evli değilsiniz. Zaten sizin gibi kıçı yere yakın bir ucubeyle kim evlenmek ister ki? Şimdi çekil gözümün önünden pislik insan müsvettesi. Saygılarımla.

La Loba – turuncupelush.blogspot.com

Sayfa 7 | BLOGUM


ÖLMEDEN ÖNCE NELER YAPMAK İSTERDİNİZ ? Ölümden kaçmak, onu aldatmak mümkün değil. Dünyada yaşayan her canlı gibi hayatımızın da bir sonu var ve hepimiz bir gün öleceğiz. Fakat iki yüz yaşına kadar yaşayacağımızı düşünerek hayatlarımızı südürüyoruz ve hayallerimizi, yapmak istediklerimizi sürekli erteleyerek yaşamaya devam ediyoruz. Herkesin bu dünyada gerçekleşmesini istediği büyük ya da küçük hayalleri var. Peki, biz bu hayallerin gerçekleşmesi için neler yapıyoruz? Körü körüne yaşamak yerine, kendimize belirli hedefler koyup bu hedeflere ulaşmak için gereken çabayı harcıyor muyuz? Yaşadığımız her anın kıymetini bilerek mi ömrümüzü tüketiyoruz?

Bir film izledim hayatım değişti :Hayatımızın belirli dönemlerinde, okuduğumuz kitaplardan, dinlediğimiz şarkılardan ya da izlediğimiz filmlerden etkilenir, yaşam serüvenimizin rotasını iyi ya da kötü yönde değiştiririz. Farklı yollara gider, yeni kapılar aralarız. Ben de günün birinde bir film izledim ve hayatım tamamıyla değişti. Jack Nicholson ve Morgan Freeman’ın başrollerini paylaştığı 2007 yapımı olan “The Bucket List” filmini izledikten sonra bazı konular hakkında yeniden düşünmeye ve kafa yormaya başladım. Filmde, iki farklı sosyal statüde, yaşlı ve kanser hastası olan kahramanlarımız aynı hastane odasını paylaşırlar. Zamanla dost olan bu ikili, kaba tabirle tahtalı köyü boylamadan önce yapmak istedikleri şeyleri bir kağıda yazdıktan sonra teker teker yapmaya başlarlar. Uçaktan paraşütle atlama, piramitlere seyahat, Çin Seddi üzerinde motora binmek yaptıkları olaylardan sadece birkaçı. Bu filmi izledikten sonra ben de kendi kendime uzun uzun düşündüm: Yapmak istediğim şeyleri, hayallerimi yaşamak ve gerçekleştirmek için kaç yıl beklemem ve her birinin sırasının teker teker gelmesi için hayatımda neleri ertelemem gerek? Yoksa herkes gibi, benim de yolun sonuna geldiğimde mi aklım başıma gelecek ve kafamı duvarlara vuracağım? Peki neden benim de bir ölmeden önce yapılacaklar listem olmasın? Hemen kağıt kalemi elime aldım ve hayallerimi eğitim, iş, gezi, din gibi kategorilere ayırdım. Daha sonra her kategoriye kendime sınırlar koymadan yapmak istediğim şeyleri madde madde ekledim. Her eklediğim madde de kendimi biraz daha hafif ve özgür hissettim. Örneğin Tokyo’ya git maddesini yazdığımda gerçekten bir anlığına Tokyo’ya gidip gelmiş oluyordum. Buna kuantum deyin, Zen felsefesi deyin, ne derseniz deyin o size kalmış. Yazdığım her maddede ben, bir şeyleri başarabileceğim inancımı içimde hissediyordum. Belki de evrene küçük mesajlar gönderiyordum da haberim yoktu. Listeyi tamamladıktan sonra bir maddeler yığını üzerini çizmem için beni bekliyordu. Bir süre hiçbir maddenin üzerini çizemedim. Sayfa 8 | BLOGUM


Ancak üniversite’de 3. sınıftayken Erasmus’u kazandım ve Avrupa’da görmediğim birçok ülkeyi bir anda görme ve farklı kültürlerden insanlarla tanışma ve arkadaş olma şansına eriştim. Her gezdiğim yer ile birlikte listemden birer madde eksiliyordu. Tüm o ülkeleri gezerken anladım ki,aslında hayalleri gerçekleştirmek sandığımdan daha zor ve uzak değil. Hazırladığım listenin büyük bir bölümünü dünyadaki çeşitli yerleri gezip görmek oluşturmuş olsa da, içinde maddiyat gerektirmeyen, ilk bakışta kolay gibi görünen ama hayata geçirmenin çoğu insan için çok zor olduğu maddeler de var. Bir insana sevdiğini söylemek, kan bağışı yaparak hiç tanımadığınız bir insanın hayatını kurtarmak, aşık olmak gibi manevi eylemler her zaman yapmak istediğimiz ama sürekli ertelediğimiz ve bir türlü fırsat bulamadığımız eylemler. The Bucket List filminde, onların ölmeden önce yapılacak listesinde ‘dünyanın en güzel kızını öp’ şeklinde bir madde yer alıyor. Buradaki ‘dünyanın en güzel kızı’ kavramı, film boyunca seyirciye manken gibi bir kızı çağrıştırsa da, Jack Nicholson’ın uzun süredir küs olan kızıyla buluşarak torununu öpmesi ve listedeki bu maddenin üstünü çizmesi üzerine yapılan tüm tahminler bir anda ortadan kalkmış oluyor. Hayatın ipuçları ve mutluluk belki de bu bakış açılarında gizli. Kimimiz mutluluğu milyonlarda ararken, başkalarımız onu minik bir öpücükte bulabiliyor. Siz de kendi yapılacaklar listenizi hazırlayarak işe başlamaya ne dersiniz? Artık benim için çok geç diye asla düşünmeyin. Yaşınız kaç olursa olsun, hiçbir şey için geç değildir ve her zaman her şeyi yapmaya yetecek vakit vardır. Önce kendinizi buna inandırın. Bu listeyi hazırlarken kendinize asla sınırlar koymayın. Hayallerinizi büyük ve sınırsız tutun. Kendinizi özgür bırakın ve iç sesinizi dinleyin. Ben yapamam diye düşünüp kendinize negatif enerji depolamayın. İşe küçük adımlarla başlayın. Önce kendi çevrenizdeki yerleri gezin. Örneğin bir İstanbul turuna çıkın ve her gerçekleştirdiğiniz maddenin üzerini kırmızı kalemle çizin. Çizdikçe gerçekten yaşadığınızı ve bu dünyada bir işe yaradığınızı hissedeceksiniz. Siz siz olun yaşamın kısalığını, hayal kurmanın basitliğini ve mutluluğun gücünü asla unutmayın. Eğer ben sizi uyandırabilirsem, siz de bir başkasını uyandırın. Çünkü hayat uyuyarak vakit geçirmek için çok kısa!

Güven Turan – benolmeden.blogspot.com

Sayfa 9 | BLOGUM


DANS BACAKLARLA YAZILAN ŞİİR Binlerce yıllık bir gelenektir dans etmek. İnsanoğlunun tüm duygularını hiç konuşmadan anlattığı bir ritüeldir. Çalan müziği, izleyenlere kendi bedeninde dinletebilme yetisidir. Tangoyla tutuşurken biri, salsayla tutuşturur öteki. Biri tepeden tırnağa süslenmiş, boncuklar danteller içinde; öteki çıplak, kas örtüsünde. Bilinmeyen bir dilde yakarır biri, öteki anlar. Teller kopar belki, davullar patlar, sesler kısılır, birinin yorulduğu yerden öteki başlar. Ayaklar, eller, gözler her yerde; dans etmek bir olmaktır ötekiyle...

Başka birinin dünyasına ortak olma, tam bir teslimiyet hali, güven duygusu, empati patlaması, aynı ritmi yakalama arzusu içindeki çiftler arasındaki ipsiz bağdır. İşte, en çok da bu yüzden kolay değildir dans etmek. Vücut disipline edilebilir, “yerim dar”lar iki ısrardan sonra unutulur, “ay hiç beceremem”ler koluna birinin girmesiyle son bulur, “erkek adam oynamaz”lar bir tek attınmı kravatı kafaya bağlatır, ama ya iletişim? Kontrolünü paylaşmaya hazır mısın? İlk kez gördüğün biri saati sorduğunda bile tedirgin oluyorken, aynı ritimde bir yabancıyla yürüyebilir misin? Sessiz anlaşmalara uyabilir misin? Peki ya bunları 395 kişiyle birlikte yapabilir misin? İşte, dansa gönül vermiş 396 kişi, yani 198 çift, 12 Şubat 2012’de Atatürk Uluslararası Havalimanı dış hatlar terminalinde bunu başardı. Aylarca farklı şehirlerde, farklı dans okullarında aynı koreografiyi çalışan amatöründen profesyoneline pek çok dansçı; aynı gün - aynı saatte bir araya gelip dünyanın en kalabalık bachata dansını yaparak Türkiye’nin adını Guinness Rekorlar Kitabı’na sokmayı başardı. Danskeyfi Dans Akademileri önderliğindeki bu rekor, aynı amaca olan inancın, birlikteliğin ve kenetlenmenin en güzel örneği olarak dansı ülkemizde daha da tanıtmak ve insanları dansa yüreklendirmek amacını taşıyordu. Şimdilerde bu dans okulu, 14. yılını çeşitli etkinlikler ve dans gösterileriyle 8 Haziran 2012’de Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde kutlayacak. Orada olmak ve kendi şiirinizin ilk mısrasına “bir adım” atmak için neyi bekliyorsunuz?

Elif Işık – bodakedi.com

Sayfa 10 | BLOGUM


ANADOLU BEYLİKLERİ... "Ben hayatta yaptığımız hiç bir şeyden pişman olmadım." "Pişman olacağım şeyi asla yapmam" "Keşke hiç demedim" Sevgi Yılmaz – gunlukmusunnesinsen.blogspot.com "Kesseler asla yüzüne bakmam ben onun"

Milyon çeşit kişiliğin var olduğu nadide ülkemizde (hatta dünyamızda) bizi anlatmayan, bizden çok uzak olan kimlikleri gördükçe gözlerine, kulaklarına inanamıyor insan... Öyle kocaman sözler, büyücek yanılmalar... Her biri birbirinden alevli, her biri birbirinden antidepresan. Ürküyorum ben, daha da endişeleniyorum kendimi kandırdığımız saatlere denk düştüğümüz anlarda. Büyük bir kavganın içine atıldığımızda görmekle var olmak arasındaki ince çizginin sessizliği bürüyor içimizi... Sonrasında da yollar ayrılıyor. En zayıf yanımızı çok güçlü gösterme durumları ya da insan olma meziyetinin fabrika ayarlarına dönüş kısmı acizliğini kabullenmek. Ben hayatım boyunca ikinci kısım tarafında olmak istedim hep. Başarısızlıklarım oldu, ve çok kez kendimi tanıyamayışlarım, büyük heyecanla başladığım şeylerin aslında bana ait olmadığını anlama sancılarım. Çok pişmanlık çektim, çok düştüm, çok dibe çöktüm... Ama hep kabullendim... Pişman olabilmenin erdemine yükselebilmek güzel gelirdi bana çünkü, insandım o kadar da sistematik, mükemmel olmayan bir mekanizmanın defolu parçasıydım.Sen de öyleydin, onlar da iç seslerinde aynı dizeleri tekrarladı hep, ama hep korktuk yenildiğimizi kabul-lenmekten... Etrafa saldırdık…! Oysa hepimiz biliyorduk ki zaman şekillendiriyordu bizi, aynı ritimde gitmeyen bir kalp grafiğinin sancılı dökümüydük. Asla yapmam dediğimiz şeyleri yapmaya başlayabilirdik, çok pişman olup bir arkadaşımızdan özür dileyip , keşke hiç doğmasaydım da diyebilirdik. Öyle bir şey ki hayat, her gün yeni bir şey öğretiyor ve büyümeye başladığın an "asla yapmam" dediğin şeyleri yapmaya başlıyorsun. Ki; olgunlaşmak böyle bir şey sanırım daha esnekleşiyor daha olabilirli cümlelerin ortasına giriyor insan.

Tam yenildiğin, güçsüz kaldığın zamanlarda elini tutan iç sesin oluyor çünkü, "yenildin kaybettin ve yeni bir şey öğrendin!" ve şimdi kalkma zamanı diye fısıldıyor kulağımıza... İşte tam da ağzını açmak istediğin zaman Anadolu beyliği laflara, havada kalıyor bütün güzellikler, kötüyü kabullenmeden iyiye ulaşamamanın hüznünü çaktırmak istemeyişin havada kalıyor! Küçücük kalbinden çıkan büyücek, bencil sözler öldürüyor mütevazılığımızı.. Pişman olmak erdemdir, anladığına işaret eder bazı zamanlarda. Yeni bir yaşanmışlığa cesaretini tetikler hataları kabullenme durumu.. Örter kibirini, at gözlüklerini... Ve şimdi kaybettin! Neden kaybettiğini düşünmek yerine, “keşkeleri” hayatından silmeye çalışırsın bilirim... Gel gör ki insansın, duygularını en değişken yaşayan yaratıksın… Anadolu beyliği laflar silemez aslalarını, keşkelerini. En önemlisi yarına açılacak pencerendeki karanlıklarını….(Bu yazıyı yazdığım için hiç pişman olmayacağım desem ne kadar tutarlı olabilirdi ki)

Küçük bir çocuğun yere düşüp dizini kanatmasındaki öğrenme durumu gibi kenetlenen hatalar daha özel kılabiliyor yarınları. Sayfa 11 | BLOGUM


MODA SIRADIŞI BİR TARZ İÇİN ZIMBALI AYAKKABILAR 2011 Yaz sezonunda hayatımıza giren zımba detaylı ayakkabılar 2012 yazında da etkisini arttırarak devam ettiriyor. Bu sezonun favorisi Oxford ayakkabılarda sıkça rastladığımız bu detay rahat ve şık bir tarzı benimseyen bayanların tercihi… Beyaz bir atlet ve salaş bir kot pantolonun altına geçireceğiniz zımbalı Oxfordlarınızla birden bire farklı bir havaya bürüneceksiniz. Özellikle kalıpların dışına çıkmayı seviyor, cesur davranmaktan korkmuyorsanız; bu ayakkabılar sayesinde çok dikkat çekeceğinizi söyleyebiliriz. Çünkü yeni sezonda zımba detayı sadece Oxford-larla sınırlanmıyor. Platform topuklulardan, stilettolara; bootielerden spor ayakkabılara kadar pek çok formda karşı-mıza çıkıyor. Özellikle yaz sezonu için platformlar favoriler arasında… Sade bir elbisenin altına giyeceğiniz renkli ve zımbalı bir platform ayakkabının fark edilmemesi neredeyse imkansız. Pek çok markada değişik renklerde, sıra-dışı platform modeller bulmak mümkün.

Sayfa 12 | BLOGUM


Mezuniyet ve düğün sezonuna girdiğimiz şu günlerde farklı bir ayakkabı tercih etmek istiyorsanız; bu detayı taşıyan ayakkabılar tam size göre… Fazla abartıya kaçmak istemiyorsanız bu detayın sadece topuk kısmında kullanıldığı ayakkabıları tercih edebilirsiniz. Ama ‘’-Abartmaktan korkmam. Benim ayakkabım dikkat çekmeli!’’ diyorsanız karışık desenler ile zımbaların birlikte kullanıldığı modeller sizi büyüleyecek.

Sayfa 13 | BLOGUM


Şortlar ve günlük elbiseler ile genellikle babet giymek tercih edilir. Bu sezon pek çok marka zımba detaylı babetleri beğenimize sunuyor. Renkli olanları özellikle kullanmanızı öneririz. Çünkü bu sezon sıradışı detaylar kullanmanın yanı sıra capcanlı renklerde giyinmekte çok moda

Moda beni ilgilendirmez ben rahatıma bakarım diyenlerdenseniz; bu trendin öncelikle spor ayakkabılarda kullanılarak yayıldığını söyleyerek sizi şaşırtmak isteriz. 2011 yaz sezonunda pek çok spor markasının kullandığı zımba detayı tasarımcılara ilham vermiş oldu. Retro trendine göz kırpan bu birbirinden güzel spor ayakkabılar; bileği saran modelleri ile 80`leri, makosen tarzı modelleriyle ise 50`ler ve 60`ları anımsatıyor. Bayanlar için çeşitli alternatiflerin bulunduğu bu trend her ayakkabıda farklı bir tarzı yansıtıyor. Sizde kendi tarzınızı yansıtan modeli rahatlıkla kullanabilir ve trendlerin takipçisi olduğunuzu gösterebilirsiniz.

Ender Tan – endertanblogspot.com

Sayfa 14 | BLOGUM


Armağan Örki – nettebugün.blogspot.com

Yaz Alışverişi Yapmadan Önce Göz Atmakta Yarar Var… Sevgili Okan Can Bademci'den onur verici bir e-posta alınca, aslında Haziran'ın ilk haftasında gerçekleştirmeyi düşündüğümüz etkinliği birkaç hafta öne alıp biraz hızlandırdık. 10 Mayıs'ta Gazimağusa'da adeta yeniden inşa edilen Arkın Palm Beach Hotel'de, Güzelyurt'un en çok tercih edilen butiği Sema Butik ürünleriyle mini bir çekim yaptık. Aynı zamanda ekibinde bulunduğum Zarina Ajans'ın yöneticisi Olgan Mustafa ile de kısa bir söyleşi yapma fırsatı buldum.


Çekimler arasında Olgan'la kılık kıyafet üstüne hoş bir sohbette başladı. Modanın, insanın üstüne oturan, fiziğiyle uyum sağlayan ve insanın hissedebildiği renkler olduğunu ve söz konusu yaz modası iken, tüm bunlara ek olarak rahat ve geniş yakalıların özellikle Kıbrıs gibi sıcak coğrafyalarda tercih edildiğini vurguladı. Her ne kadar geniş ve rahat gözükse de, kimi ürünlerin yaz için fazla kapalı gerçeğini sorunca hafiften gülümseyip kumaşa değindi. Çoğu markanın Avrupa ülkelerine yönelik ürün hazırladığını ve bunların gerek İstanbul, gerek Londra ve gerek Güney Kıbrıs'ta bol bol olduğunu hatırlattı. Rahatlıktan söz açılınca, ayakkabı, sandalet ve terlikte her türlü hava koşulunda ortopedik olanların hem sağlık, hem de konfor açısından daha iyi olduğunu ekleyip Ashwak 'ın yeşil pantolonunu gö-rünce konuyu renklere bağladı. Bu yılın yaz modası veya moda yerine daha sık tercih edileni diyelim, birbirine aykırı canlı renklermiş. "Siyah ve beyaz vazgeçilmezler; ancak canlı renklerin aykırı duruşu da günün her anında bu yaz karşımıza çıkacağa benziyor..." derken Emrullah'ta renkli desenleri olan şortuyla göründü; ki işte o zaman 1960'lar da tercih edilen bu desenlerin de tekrar tasarımların içine girdiğini söyledi.

Konu devamında facebook sayfasına geldi... 2500 civarında beğeneni olan Zarina Ajans'ın sayfası, Kuzey Kıbrıs'ta bir ilk ve sayfayı Mart 2010'da ben açmıştım. Sayfanın var olma sebebi basit: İşverenleri kataloglara boğmaktansa, rahatlıkla albümlere ayrılmış olan etkinlikleri görmelerini sağlamak. Olgan'a göre bir diğer sebep, Kuzey Kıbrıs'a bir şekilde hizmet edebilmek: Gençlerin modayı takip edebilmesi ve fikir edinebilmesi. Ayrıca da mankenliğin veya fotomodelliğin aslında oldukça zevkli bir iş ya da hobi olarak tercih edilebileceği...


Sürekli aklıma takılan bir başka soruyu sordum: Modacılar, defilelerinde, sahiden de cesaret isteyen parçalarını sergiliyor ve bunların bir kısmı, bazı değişikliklerden sonra normalleşiyor ve vitrinleri süslemeye başlıyor; ama niçin en başta herkese yönelik bir çalışma göremiyoruz? Makul bir yanıt geldi doğrusu: İlgi çekebilmek... Modacılar ilgi çekmek için gösterişli ve olağandışı bir görsellik hazırlıyor; çoğunu da bırakalım sokağı, özel davetlerde bile göremeyiz. Hele ki Kıbrıs'taki siyah beyaz klasik alışkanlığı var oldukça, asla... Olgan'ın son olarak dediği bir başka şeyse, bütçe üstüne oldu; yaz için güzel bir kombin almak için ideal fiyat aralığı sorusuna karşılık olarak: Bütçe önemli değil; güzel bir uyum olsun ve giyinen aynaya bakınca kendisini beğensin yeter, yoksa ha 300'e ha 3000'e almışsın çok önemli değil bence... Sevgili Olgan'ın koreografisi, Sema Butik'in 2012 yaz ürünleri ve Arkın Palm Beach Hotel'in nezih alanından yaz alışverişi yapmayanlara az çok fikir verebilecek fotoğrafları BLOGUM dergisinin ilk sayısına yollamak bizim için tatlı bir onur ve büyük bir mutluluk...

Sema Butik: Çakırlar Sokak 32/A-B, Güzelyurt, KKTC Arkın Palm Beach Hotel: Nadir Yolu, Deve Limanı, Gazimağusa,KKTC Armağan Örki: facebook.com/armaganorkiph Zarina Ajans: facebook.com/zarinaajans Sema Butik: facebook.com/profile.php?id=100002791698507


YAZARLARIN MASKESİNİ DÜŞÜREN KİTAPLAR Yazarlar, hele de eserleri klasik mertebesine ulaşmış olanlar, zihnimizde bizden çok farklı insanlar. Yaratıcılığın verdiği ruhsal gerilim ve bunalımlarının yanı sıra yalnız, sürekli yazan ve okuyan, entelektüel belki biraz çok içki veya tütün tüketen ama kendilerini edebiyata adamış ulu adamlar. Hatta Shakespeare gibilerini etten kemikten bir insan olarak tahayyül etmek bile pek güç. Oysa aşağıda bahsedeceğim üç kitaba göre hiç de böyle değiller. Kimisi inanılmaz derecede pinti veya çapkın, kimileri o sanatçı kimlikleriyle ters düşecek derecede ırkçı, bazıları madde bağımlısı, bazıları da garip huylarının ve takıntılarının esiri. Evet yine sizin bizim gibi insanlar değiller (öyleler mi yoksa?) ama hayal ettiğimiz gibi hiç değiller!

Yazınsal Yaşamlar - Javier Marias Yazarlar, özellikle de kurgucular karakterler yaratırlar, hatta bazen o karakterler ( başka yazarlar eliyle ) başka karakterleri doğurur. Kendisi de önemli bir romancı olan, belki de bir gün anlattığı yazarlarla birlikte anılabilecek Marias bu sefer yazarları birer roman kahramanı gibi kurgulamış. Üç Kuzey Amerikalı, üç İrlandalı, iki Rus, iki Fransız, iki İskoç, iki İngiliz (biri Hindistan'dan diğeri İngiltere'den), bir Alman, bir İtalyan, bir Çek, bir Polonyalı, bir Danimarkalı toplam 20 edebiyat kişisi hakkında yazılmış 4 sayfalık kısacık biyografileri okurken büyük yazarları değil, roman kahramanlarını okur gibi oluyorsunuz.

Sonra edebiyatçıların hayatlarında yer etmiş kadınlar (Gelip Geçen Kadınlar) ve edebiyatçıların fotoğraflarının yorumlandığı (Kusursuz Sanatçılar-benim favorim) bölümler var. Bir yandan yazarların özel hayatlarının ilginç taraflarına göz atıyor, bir yandan da Marias'ın hoş anlatımının (ve uzun cümlelerinin) tadını çıkarıyorsunuz. Yer verilen yazarlar Marias'ın kişisel ve kendi ifadesiyle rastgele tercihleri. İçlerinde hiç İspanyol yok. Belki de ülkesinin edebiyat camiasında bir tartışmaya yol açmak istemeyişinden. Şu örneklere bakın ve tartışma yaratıp yaratmayacağına siz karar verin.

"Yazarın [Arthur Conan Doyle - Sherlock Holmes'ün yazarı] boks yaptığını göz önünde bulundurursak, gençliğinden beri kadınları savunmak için türlü alçakla karşı karşıya geldiği açıktır: Bir tiyatroda, aralarından biri genç bir kıza dirsek attığı için bir tabur askerle dövüşmüş, bir doktor olarak yerleşmeyi düşündüğü Portmouth'a daha varır varmaz bir kadına vurduğu için adamın birini tanınmaz hale getirmiştir. İster adına talih deyin, ister talihsizlik ertesi gün muayenehanesine gelen ilk hasta da bu adamdır, görünüşe göre bir gece önce gece karanlığında kendi-sini pataklayan doktoru tanıyamamıştır."

"İki yazar [Turgenyev ve Tosloy] arasında büyük farklılıklar ve bir dereceye kadar da arkadaşlık vardır kuşkusuz. Bir tartışmada konu gelip Rusya'nın batılılaşmasının uygun olup olmadığına dayanınca bu farklılıklar doruk noktasına ulaşır ve Tosloy Turgenyev'e meydan okuyarak onu düelloya davet eder, mesele bir-iki çiziğin ardından kutlamayla ve şampanyayla sona ermesin diye de, düello silahının tabanca olmasını önerir.


Turgenyev özür diler ve iş tatlıya bağlanır, ama Tosloy'un onu sağda solda ödleklikle lekelediğini duyunca bu sefer o Tosloy'u düelloya davet eder, ancak uzun bir yolculuğa çıkmak üzere olduğu için davetini dönüşüne erteler. Bu kez özür dileme sırası Tosloy'a gelmiştir, böyle birbirlerini düelloya davet ede erteleye tam on yedi yol geçirirler..." "Zavallı Borges sabırlı ve pişman görünüyor. Elli üç yaşında bir tabureye tünemiş, züppelikten çok engellenmemiş bir görüntü alması gereken fotoğrafçının işini kolaylaştırmak için gözlüğünü çıkarmış. Onu geçici olarak elinde tutar; içinde hiçbir kötülük olmayan, masum ve kesinlikle çaresiz biridir. Bir tabureye dik mi oturulur, yoksa insanın rahatça bacak bacak üstüne atması mı gereklidir, bilemez. Yeni çıkardığı gözlüğünü objektiften sakınması gerektiğinden de, tüm düğmeleri ilikli ceketinin ... fazlasıyla doğrucu bir hava verdiğinden de bihaberdir. Şık giyinmiştir ama nedense fotoğrafı bir pazar günü çektirmiş gibi durur." (Kusursuz Sanatçılar'dan) Aslında aşağıda bahsedeceğim Schnakenberg kitabına bakıldığında iki kitapta da yer alan yazarlar hakkında yazılan özel notların benzediği görülüyor. Yazınsal Yaşamlar'ın sonundaki kaynakçaya bakarak bazıları inanılmaz olan bilgilerin doğru, en azından gerçeğin (abartılı veya değil) yansıması olduğunu düşünüyorum. Kitabın yeni kapağı koyu mavi renkli, Can Yayınları'nın klasik kitap kapağından farklı. Ben resimde gördüğünüz 2008 yılı baskısının kapağının hem resmini, hem standarttan biraz geniş oluşunu, hem de dizgisini daha çok sevdim ve bu baskıyı okudum. (Esas favorim Google'a "written lives" yazmanız halinde bulacağınız renkli kitap sırtlarında oluşan kapak!) Tek geliştirilebileceğini düşündüğüm nokta fotoğrafların netliği. Saman kağıt zamanla siyah-beyaz fotoğrafları zevk vermez hale getirebiliyor ve o güzelim fotoğraflara yazık oluyor.

Büyük Yazarların Gizli Hayatları - Robert Schnakenberg Bu kitabı kitapçıda gördüm ve Tolkien hakkında birazdan alıntılayacağım kısmı okudum, sevdim. Birkaç yerde hakkında vasat yorumları okudum. Açıkçası illüstrasyonları, renkli baskısı, kullanılan kâğıt ve "esprili" dil bu yorumlarla birleşince beklentimi düşürdükçe düşürdüm. Hatta neredeyse okumayacaktım ki kütüphanede Yazınsal Yaşamlar kitabının durduğu rafın hemen üstünde görünce alıverdim. Pişman mıyım? Asla! Öncelikle "beklenti ayarları" iyi yapılırsa son derece eğlenceli ve neredeyse öğretici bir kitap. Çoğunlukla, İngilizce eser vermiş yazarlardan ve edebi değerlerinden çok eksantriklikleri ölçü alınarak gayet sübjektif şekilde seçim yapılmış. Her bir yazar için ortalama 7-9 sayfa ayrılmış. Bölümler yazarın milliyetini, doğum ve ölüm tarihlerini, önemli eserlerinin adını ve edebi üslubunu belirten künye ile başlıyor. Hemen ardından bir buçuk-iki sayfalık ilginç bir kısa hayat hikâyesi yazılmış. Sonra bu kısımda dikkat çekilen noktalarla ilgili 6-7 anekdot aktarılmış. İçlerinden en tuhafı veya karikatürleştirmeye en uygunu Mario Zucca'nın elleriyle illüstrasyonlara dönüştürülmüş ve renkli, tam sayfa basılmış. Peki bu "garip"likler arasında neler var? Buyurun size tadımlık bir kaç alıntı*... "Balzac'ın edebi üretkenliğini tetikleyen şey neydi? Ne olacak, milyonlarca insanın şu bitmek bilmez akşam toplantılarını atlatmasını sağlayan şey: bildiğiniz yüksek oktanlı kahve. Gecelerini gündüze katan Fransız yazar, günde yaklaşık elli adet koyu Türk kahvesi içiyordu. Starbucks'ın olmadığı bir çağda bu miktarda bir tüketim, hakiki bir maharet gerektiriyordu. Kahvesini pişirilmiş halde önüne getirtemediği zamanlarda yazar, Limbaugh stiline başvurarak bir avuç çekirdeği öğütüp ağzına atıyordu." "Dickens şimdi, insanların seri şekilde yayınlanan uzun romanlarını satın almak için kuyruklar oluşturduğu bir dünyada yaşıyordu. 1841'de New York'ta altı bin kişi Antikacı Dükkânı'nın en son çıkan bölümlerinin gelişini beklemek için bir limanda toplanmıştı.

Sayfa 19 | BLOGUM


Romanın gözü pek genç kahramanının kaderini merak edenler, yaklaşan buharlı gemideki denizcilere 'Küçük Nell ölüyor mu?' diye sesleniyordu ... Dickens zamanının Stephen King'iydi; eleştirmenler tarafından sevilmez ama çok sayıdaki tutkulu hayranından saygı görürdü." "J.R.R. Tolkien Hobbit'i yalnızca yazmakla kalmadı. İçten içe kendisinin de bir Hobbit olduğuna inandı. Milyonlarca hayranından birine 'Ben aslında (boyutlarım hariç) bir Hobbit'im' demişti. 'Bahçeleri, ağaçları, traktörlerle sürülmemiş tarlaları severim. Pipo içer iyi ve basit (dondurulmamış) yiyecekleri severim ama Fransız yemeklerinden nefret ederim. Şu yavan çağda süslü yelekler giymeyi sever, hatta göze alırım. (Tarladan toplanmış) mantara bayılırım, (beni beğenen eleştirmenlerimin bile bezdirici bulduğu) çok basit bir espri anlayışım vardır. Geç yatar (mümkün olduğunda) geç kalkarım. Fazla seyahat etmem.'"

Yorulup benim gibi aman ya şunu biraz zorlayayım iyice açayım bakalım dediğinizde hemen yaprak aralarından cildin dibi yapışkan zemini görünmeye başlıyor. Cilt sağlam sanırım, dağılacak gibi durmuyor ama yine de moral bozucu.Son bir şey daha: Tebrikler çevirmen Duygu Akın'a! Bu mizahi dili, popüler kültüre atıflarla dolu metinleri çevirmek kolay olmasa gerek. Akın başarıyla tüm şakaları, kapaktan da görüleceği üzere argo, deyim ve şarkıları sanki aslında Türkçe yazılmışlar gibi çevirmiş.

"Franz Kafka: Öldür beni yoksa katilsin!"(Son sözler bölümünden)

Tanımadığımız Meşhurlar - Hikmet Feridun Es Peki Türk yazarlar hakkında böyle bir kitap var mı? Münhasıran yazarlara ayrılmış benim bildiğim bir kitap yok. Eğer olsaydı lise edebiyat derslerine renk katardı; hangi yazar hangisiyle dönemdaş, kim kimi neyle eleştiriyor, önemli eserlerdeki biyografik unsurlar neler ya da belki sadece kim hangi kitabı yazmış gibi konuların öğrenilmesi kolaylaşırdı.

Şunu da demeden geçemeyeceğim kitabın baskısı işgüzarlık örneği. Domingo Kitap aslında o kaliteli ve kalın kağıt seçimiyle, renkli baskısı, düzgün dizimi ve az sayıdaki imlâ hatasıyla güzel iş yapmaya çok yaklaşmış. Yalnız benim gibi okurken kitabın estetiği değil benim konforum önce gelir diyenlerdenseniz baskı size göre değil. Bir kere belki de renkli baskıyı kaldırabilmesi için kullanılmış olan o kalın kâğıt 300 sayfalık kitabı 1000 sayfalık kitapların ağırlığına ulaştırmış. Kapak ve ciltleme öyle acayip ki normal şekilde kitabı açık bir masaya koymanız mümkün değil, katlanmıyor, kapanıyor. Mutlaka elinizle zapt etmeniz gerek ki bu da zamanla çok yorucu bir hal alıyor.

Sayfa 20 | BLOGUM

Öte yandan zamanında Tanımadığımız Meşhurlar kitabında birçok yazar hakkında çok ilginç bilgilere yer verilmiş. İncelediğim kadarıyla meşhurlar 1900'lerin başında yaşamış fikir adamları, edebiyatçılar, sanatçılar, bilim insanları ve siyasilerden oluşuyor. Kitaptan tadımlık bir parça Ahmet Hakan'ın Ne Varsa Eskilerde Var başlıklı yazısında sunulmuş. Şimdi baktım da Schnakenberg'in kitabından seçtiğim alıntılar "en garipler" değil de en beğendiklerim olmuş galiba (Sanırım aynı şey Marias'ın kitabı için de geçerli).Yoksa gariplik arıyorsanız çılgın fantezilerden aile boyu intiharlara, idrar içenlerden simetri ve hijyen hastalarına kadar her şey var kitapta.

Kitap Notları - kitapnot.blogspot.com


YEMEK ŞEFTALİ KURABİYE MALZEMELER:

YAPILIŞI:

1 paket margarin 1 çay bardağı pudra şekeri 1 tane yumurta 1 paket vanilya 1 paket kabartma tozu Aldığı kadar un İç Malzemesi: 1 paket çikolatalı puding 2 su bardağı süt Diğer Malzemeler: 2 çay kaşığı kırmızı gıda boyası 1 kase su 1 su bardağı tozşeker 30,35 tane ceviz kabuğu 15,20 tane nane yaprağı

Kurabiye hamurunu yoğurmak için büyükçe bir kaseye margarin,yumurta ve şekeri koyup biraz elimizle yoğuralım.İçine vanilya,kabartama tozu ve unu koyup kulak memesi yumuşaklığında bir hamur yoğuralım.Ceviz büyüklüğünde parçalara ayıralım.Bir parça hamuru ceviz kabuğunun üstüne şapka giydirir gibi kaplayalım.Diğer tüm hamurlara aynı işlemi yapalım.( Bu yaptığımız işlemle pişen hamurun içinin boş kalmasını ve bu boş kısıma pudingi koymamızı sağlayacak ama ceviz kabuğunuz yoksa normal kurabiye yapıp piştikten sonra sıcakken çay kaşığıyla alttan kurabiyeyi oyup bir boşluk oluşturup aynı şekilde puding doldurabilirsiniz.) Tepsiye kurabiyeleri dizip ısıtılmış 175'Cde pişirelim.Kurabiyeler pişerken puding ve sütü karıştırıp pişirelim.Kaynayınca altını kapatıp karıştırarak soğutalım.Pişen kurabiyeleri iyice soğutalım.Kurabiyeyi ceviz kabuğundan ayıralım.2 tane kurabiyenin içine pudingi doldurup arasına nane yaprağı koyup birbirine yapıştıralım.Bütün kurabiyeleri aynı şekilde yapalım.Bir kase suya boyayı koyup karıştıralım.Kurabiyeyi yaprak suya girmeyecek şekilde boyalı suya batırıp çıkartalım.Tozşekere bulayıp servis tabağına dizelim.Servis yapalım.

Birsen Güldemir Kaplan - birseninmutfagi.com Sayfa 21 | BLOGUM


YORUM KISA BİR NOT

DEDEM HER ZAMAN DER Kİ

Yazılarımda anlam bütünlüğü arayabilirsiniz ama bulamazsınız, en ilgisiz alakasız konuları iç içe ya da alt alta görebilmeniz mümkün.

MÜREKKEP KOKUSU VS RADYASYON

Amerikan filmleri ve onların bitmez klişeleri, bu klişe pek dile getirilmedi ya da ben görmedim o yüzden hemen sizlerin beğenisine sunayım; Alakalı alakasız bir olay olur ve kahramanlarımızdan biri “Babam her zaman der ki arkadaşlarınla iyi geçinmelisin” “Dedem bir konuşmasında bana, pusulanın daima kuzeyi gösterdiğini söylemişti” “Babam bir keresinde yere sakız atarsam kuşların onları ekmek zannedeceğini söylemişti” Bu kahramanların babası-dedesi artık hangisi ise, birer kahin ve düşünürdür, her türlü konu hakkında konuşmuş fikir beyan etmişlerdir saygı duymamak olmaz tabii.

KURALSA BİLGİLENDİRİN BENİ

Başlıkta radyasyon demişken, radyasyondan koşarak kaçan adama sevgilerimi iletmek istiyorum yazımın başında, bana ilham veriyor.Mürekkep kokulu kağıtlarımız, gazetelerimiz vardı eskiden ve buralar dutluktu, sonra birşeyler oldu Steve Jobs Pahalı, İşe Yaramaz, Kullanışsız, ama moda ve trend ürünler üretti. Gazete dergi yerine ipad falan kullanamıyoruz yok öyle bir dünya, pahalı çünkü. Bu geçmiş ve gelecek konusunu bir yere bağlamak gerekirse (ki neden bağlamam gerekli onu da bilmiyorum) teknoloji gelişiyor, bizde uyum sağlıyoruz ama satın alıp kullanamıyoruz, sorun orda.

Sayfa 22 | BLOGUM

Yaz geldi güneş gözlükleri bir bir kafalardaki yerini almaya başladı, yüzlerde veya gözlerde demedim burnun üstünde de değil bildiğin kafanın, saçlı alanın üzerinde, sayıları gittikçe artıyor ve ben korkmaya başlıyorum acaba gizli bir işaret mi bir fight club mu?Yaz bitse de şu kafaların üzerindeki güneş gözlüklerini görmek zorunda kalmasak. Evet. Akif Ulutaş – akifulutas.com


GEZİ

CHİCAGO Tatil için her zaman kendi rotamı kendim çıkarmayı adet edinmişimdir. Önce gideceğim yerleri belirler, gerekli araştırmalarını yapar, uçak bileti, otel, araba kiralama, vs. rezervasyonlarımı yaptırır ve öyle yola koyulurum. Bu sefer kısıtlı, sadece 6 günümüz vardı ve bu 6 günü Amerika’nın en büyük ve en güzel şehirlerinden biri, Chicago’yu keşfetmeye harcayacaktım. Chicago, ABD’nin orta-kuzeydoğu kısmında, Michigan Gölü’nün kıyısında kurulmuş, canlı bir şehirdir. “Rüzgarlı Şehir” olarak bilinmesinin nedeni; gölden vuran şiddetli rüzgarlardan ziyade “politik” anlam içermesiymiş. Bunu bizde gittiğimizde öğrendik. Nüfusu yaklaşık 3 milyon olan metropolün şehir planlaması, bizim ülkemize göre çok daha muazzam yapılmış. Gökdelenlerin doldurduğu “Downtown” ve çevresi, birbirine paralel ve dik kesişen yollar ile bloklara ayrılmış. Bu düzen neredeyse tüm Chicago, hatta tüm Amerikan kentlerine uygulanmış zamanında. Zaten Hollywood filmlerinde “Bilmem kaç blok yürüdük” gibi tabirleri duymuşsunuzdur. Hepsi bu düzenli şehirciliğin ürünü.. Chicago hakkında söylenecek daha bir çok güzel cümle var ama bunları “Downtown” ‘u anlatırken, aralara sıkıştırmak daha iyi olacak eminim.

Chicago Tiyatrosu THY’nin yıllardır Chicago’ya direk uçuşu var. Geçen seneye kadar sadece New York’a ve Chicago’ya direk uçan THY, Amerika için yeni hatlar açtığının da altını çizmek lazım. Aktarmalarla vakit kaybetmek yerine THY’nin yaklaşık 11 saat süren rahat ve konforlu uçuşu ile Chicago’ya vardık. Havaalanı şehrin çok dışında olduğundan ve uçak öğleden sonra indiği için ilk etapta kendimizi otele atmak en mantıklı eylemdi.Amerika seyahatlerinin şöyle bir avantajı var. Gidişte değilde dönüşte “jetlag” oluyorsunuz genelde.

Chicago'da Gece

Türkiye ile 8 saat fark olduğu için sanki o gün sadece 3 saat yolda geçirmişiz gibi geliyordu. Halbuki o günü 32 saat olarak yaşamıştık.Metro ile yaklaşık 45 dakikalık bir yolculuk yaptıktan sonra Downtown’ın tam göbeğinde, Trump Kulesi’nin karşısındaki otelimize yerleştik.Otelimizin adı Hotel 71. Chicago’nun en büyük ve en lüks butik otellerinden biri. Tercihimizi çoğunluk gibi 36. kat ve Chicago nehri manzaralı odadan yana yapmıştık. Tabii şehir manzaralı oda da tercih edilebilirdi. Sayfa 23 | BLOGUM


İlk akşam Loop adı verilen Downtown sokaklarında yürüyüş yapıp şehir merkezini biraz keşfettik. Loop, aynı Manhattan‘ın ufaltılmış versiyonu gibi.. Mesafeler birbirine çok yakın olduğu için metro veya toplu taşıma kullanmaya gerek bile kalmıyor. Yol yorgunluğunun verdiği bir miskinlikle erkenden uyuyup ertesi güne erkenden başladık. Chicago’nun ilk gezme günümüzde ilk durağımız Amerika'nın ve Chicago'nun en yüksek iş merkezi olan Willis, eski adıyla Sears Tower olmuştu. Şansımıza hava, kasım ayı olmasına rağmen çok güzel olduğu için manzara muhteşemdi.Her ne kadar sınırları ayırt edemesekte 4 eyalet görünüyormuş tepe noktasından. Bu arada Chicago'daki, özellikle Downtown'daki tüm binaların çatılarının farklı farklı mimariye sahip olduğunu belirteyim. Bunun bir inşaat kuralı olduğunu öğrendik görevliden.

İlk Akşam Turu

Nitekim hepsi birbirinden farklı bina tepelerini kendi gözlerimizle de görmüş olduk. Oradan indikten sonra Chicago nehrinde tekne turuna çıktık. Bir çok binayı bu 'Sight Seeing Tour' ile tanıttı rehber bize. Tur esnasında taktığım Türk Bayraklı berem sayesinde yanımıza gelen bir Türk vatandaşı ile tanıştık.Tesadüf bu ya, kendisi bizi Chica-go'ya getiren uçağın 2. pilotuymuş.. Tekne turunu hep beraber tamamladıktan sonra akşam yemeği için tercihimizi fast food kategorisine giren Çin restaurant zinciri Panda Express'ten yana kullandık. Amerika'nın en güzel portakallı tavuklarını ve fırınlanmış yumurtalı pilavlarını kesinlikle Panda Express yapıyor. Gece otelimizin en üst katında, hafif bir blues müziği eşliğinde içkilerimizi yudumladık. Bu arada Chicago denince akla gelen ilk müziktir Blues..

Willis Tower'dan Downtown Manzarası

Tatil demek farklı lezzetleri tatmak demektir bizim için. O yüzden kahvaltıyı otel yerine Panera Bread isimli yerde 'Bagel & Cream Cheese' yiyerek yaptık. Bugünü alışveriş günü ilan etmiştik o yüzden önce State St. 'de dolaştık ve en büyük AVM'lerden biri olan Marshall Fields'e girdik. 7. kattaki Wallnut Room isimli restaurantın meşhur olduğunu okumuştum bir yerlerde.Gerçekten de öyle olmalıydı ki bir sürü kokoş, Sex and the City'den fırlamış ablalar, amcalar öğle yemeği için buradaydı. Yemekten ziyade 10 metreden daha yüksek olan noel ağacı dikkat çekiyordu. Buradan çıkınca kış sezonu başlamış olmasına rağmen Navy Pier'e gittik otobüsle. Willis Tower En Üst Katından Bir Poz Sayfa 24 | BLOGUM


Chicago Nehri'nde ve Michigan Gölü'nde Tekne Turu

Navy Pier 1916'da eğlence merkezi olarak açılmış bir liman.. Günümüzde ise bir sürü restaurant, mağaza, müze, oyun alanları ve IMAX Sineması'nı barındıran bir kompleks. İskele tarafında bulunan dönmedolap yavaş yavaş dönerek şehre farklı bir bakış açısı sunuyor. Tabii bizden kaçmaz deyip ona da bindik.Kasım ayı olduğu için insan yoğunluğu yok denecek kadar azdı. Epey yorulmamıza rağmen otelde hazırlanıp concon bir akşam yemeği yemek için Chicago'nun en yüksek 3. binası olan Hancock Tower'a gittik. Buranın 95. katında yer alan Signature Room at the 95th restaurantında önceden yer ayırtmıştık. Ve Amerikalıların tabiriyle 'amazing' bir geceye imza attık. Loş ışık altında o enfes ve lezzetli yemeklerimiz ve yanında içtiğimiz şarabın tadı hala damağımda.

Ayrıca restaurant müdürünün yıllardır Chicago'da yaşayan bir Türk olduğunu da belirteyim.Ertesi gün şansımıza hava bir kez daha güneşli ve çok güzeldi. Sahil kenarında yer alan en büyük park olan Grand Park, bu havada dolaşmak için idealdi. İçerisinde Millenium Park var birde.. Bir çok Chicago'da geçen filmde gözünüze çarpmıştır belki; fasülye tanesi şeklinde aynamsı bir yapı vardır burada.Herkes önünde, içinde falan fotoğraf çektirir. Bizde eksik kalmayıp fotoğraflarımızı çektikten sonra parkta yürüyerek John G. Shedd Akvaryum'una gittik.Şunu rahatlıkla söyleyebilirim İstanbul'daki iki akvaryum da buradan kat be kat daha iyi.. Wallnut Room'daki Noel Ağacı Akabinde Adler Planetaryumu'nu ve Astronomi Müzesi'ni dolaştık. Tüm uzaya gönderilen Apollo'lar, Columbia'lar ile ilgili detaylı bilgiler ve görseller bu müzede yer alıyor. Gitmeye değer kesinlikle.. Akşam yemeğimizi Pizzeria Uno'da, Chicago'dan başka yerde bulamayacağınız Chicago stili Deep Dish Pizza ile yaptık. Derin ve malzemeleri tersten yerleştirilmiş bu pizzanın lezzetini alan bir daha meşhur pizza zincirlerinin yanından kesinlikle geçmez.. Chicago'ya gelmişken tiyatrolar bölgesinde meşhur müzikallerden birini izlemeden dönmek olmaz deyip Aslan Kral'ı seyrettik o akşam.

Grand Park İçinde Millenium Parkı

Sayfa 25 | BLOGUM


Chicago'daki 5. günümüze North Michigan Ave.'yu gezerek başladık. Burası aslında meşhur 'Magnificent Mile' denilen Manhattan'ın 5th Avenue tarzı caddesi. Armani, Chanel, Burberry, Prada, Louis Vitton, vs, tüm lüks markaların birbirinden lüks mağazaları bu caddede yer almakta. Ürünlerin etiketlerinin 4 haneli sayılarla ifade edildiği bu mağazalara girmek bile cesaret istiyordu açıkçası. Yolun devamındaki Water Tower binası ise 1871'deki büyük Chicago yangınından kurtulan ender yapılardandır. Öğleden sonra ise Downtown'ın dışına çıkıp metro ile Chinatown'a gittik. Enteresan bir Çin yemeği yedikten sonra biraz etrafta dolanıp geri döndük.Akşam ise merkezde, yani Loop'ta yer alan Hothouse isimli mekanda kendimize geç vakte kadar caz ve blues ziyafeti çektik. Chicago'daki son günümüzde ise biraz kültürel bir aktivite yapalım deyip Art Institute of Chicago müzesine gittik. Tipik bir sanat müzesi..

Meşhur Fasülye :)

Biraz hızlı dolaştığımız için yarım günde bitirdik ama normalde bir günü alan bir yer. Chipotle isimli Mexican Restaurant'tında meşhur burritolarımızı yedikten sonra Trump Tower'ın orada, yani otelimizin tam karşısındaki film çekimini seyrettik. Mağlum Chicago film çekimleri için en çok tercih edilen şehirlerdendir. Transformers, Yaşam Kaynağı / Source Code, Aşk Yemini / The Vow geçen yıl içerisinde Chicago'da çekilen filmlerden ilk aklıma gelenler... Artık dönüş vakti gelmişti ve çift katlı tren ile Wisconsin'a doğru yola çıkmıştık. Chicago macerası genelde Downtown ile sınırlı kalmıştı. Signature Room 95th Manzarası

Daha gezilecek, görülecek bir sürü yer vardı ama bu 6 güne en önemli kısımları sığdırmıştık. Bir dahaki sefere, yaza doğru, daha farklı aktiviteler için gelmek farz olmuştu. O yüzden eğer yolunuz Chicago’ya düşerse bu yazdıklarımı göz önünde bulundurmanızı tavsiye ederim.... Film Çekimi

Sayfa 26 | BLOGUM

I ♥ Chicago.. Hemde Bu Kadar..

Ali Erman Akyüz – aliermenakyüz.com


KOZMETİK KOZMETİK DENEYİMLERİ

Kozmetik ürün alırken şansa inanır mısınız? Cilt bakımından saç bakımına, diş temizliğinden renkli kozmetiklere, vücut ürünlerinden manikürümüze kadar geniş bir ürün skalası varken, kadın erkek demeden hepimiz kozmetik ürünleri kullanıyoruz. Kozmetik kullanıcıları da artık okuyor, araştırıyor, yorumları değerlendiriyor hatta deniyor ondan sonra satın alıyor. Kimse işini şansa bırakmıyor. Bazılarımızın kadim markaları ve ürünleri varken bazılarımız yeni ürünlere meraklı hep daha iyisini ister halde. Yeni ürünleri, kullanan kişilerin yorumlarını makyaj ve kozmetik dünyasındaki gelişmeleri birebir takip edebileceğiniz kozmetik bloglarından bir tanesi de sevgili blogum olan” kozmetik deneyimleri”. Ürün alırken şansa bırakmak istemeyenlerden olarak kozmetik bloglarının tecrübelerinden bolca yararlanıyor hem de katkıda bulunuyorum. Ben yeni ürünler denemeyi, kozmetik ürünleri değerlendirmeyi ve deneyimlerimi aktarmayı çok keyifli buluyorum. Ürün aldığımda önceden kullananların yorumlarını bildiğimden sürprizler yaşamıyorum. DIY köşem, hediye çekilişlerim ve çok değerli okuyucu yorumlarımda gittikçe daha renkli hale gelen kozmetik dünyamın kapıları herkese açık. Siz de kozmetik alışverişinizi şansa bırakmayın... Önce sağlıklı sonra güzel bir cilt diler mekanıma beklerim .

Naz Aydoğan – kozmetikdeneyimleri.blogspot.com

Sayfa 27 | BLOGUM


Sayfa 28 | BLOGUM


VAMPİRLER NÖBET DEĞİŞTİRİYOR

Son yıllarda televizyon ekranlarında hakimiyeti elden bırakmayan vampir furyası tüm hızıyla devam ediyor. Güçlü, kendi içgüdülerinin getirdiği kötü arzulara karşı direnen, insani duygularına sıkı sıkı tutunan, sevgi dolu ve yakışıklı vampirleri hepimiz çok sevdik. Genç kızların rüyası beyaz atlı vampirler türedi. Bill, Eric, Stefan, Damon, Klaus ve daha nice vampirlerin fanları oluştu. Dünya televizyonlarında giderek artan vampir sevgisinin etkinliğinin farkında olan Türk yapımcılar 2 yeni vampir dizisi ile ekrandaki yerini almak üzere kollarını sıvadılar bile. Türk izleyiciler bu yeni dizileri merakla beklerken, yeni sezonuyla hızlı bir dönüş yapacak olan True Blood, 10 Haziran tarihinden itibaren takipçilerini ekrana kilitleyecek. The Vampire Diaries’in 3 . sezonuna sıkı bir bölümle veda etmesinin ardından, ekran nöbetini Stefan, Damon ve Klaus’tan devralacak olan True Blood’un yakışıklı vampirleri Eric ve Bill’in maceraları tüm hızı ile devam edecek.


5. Sezonda True Blood’a yeni yüzler katılacak True Blood’un 5. Sezonunda Russell Edgington karakterinin dönüşü damgasını vuracak. Russell Edgington’un Sevgilisini öldüren, kendisini gümüş dolu bir çimento kalıbına gömen Eric için 5 sezon yine zorlu geçecek diye düşünüyorum. diğer yandan Christopher Heyerdahl, Law & Order: SVU'nun yıldızı Christopher Meloni, Spartacus'ten tanıdığımız Peter Mensah, Valentina Cervi, Dale Dickey, Lucy Griffiths, Giles Matthey, Carolyn Hennesy, Camilla Luddington ve Jacob Hopkins gibi pek çok isim True Blood’un 5. Sezonuna renk katacak.


Eric’in kardeşi döndürecek

Nora, baş

Lucy Griffiths tarafından canlandırılacak olan Nora karakteri, True Blood’un yeni sezonunda yer alacak karakterlerin en önemlisi olacak gibi. Ciddi bir hayran kitlesine sahip olan Eric’in kız kardeşi olan Nora, çok eski tarihlerde yine Eric’in dönüştürücüsü Godric tarafından dönüştürülmüş. Uzun yıllardan beri Eric’i görmeyen Nora’nın Eric ile sevgi nefret ilişkisi olduğu açıklandı. Nora aynı zamanda dizinin 5. Sezonunda önemli bir yer tutacak olan Vampir Otoritesi’nin yönetimde yer alıyor.

Roman, Eric ve Bill’in kaderini değiştirecek True Blood’un yeni sezonunda en çok merak edilen karakterlerinin başında, Christopher Meloni'nin tarafından canlandırılacak yaşlı ve güçlü vampir karakteri Roman geliyor. Roman (Christopher Meloni), (Bill (Stephen Mo-yer) ve Eric'in (Alexander Skarsgard) kaderleri üzerinde kontrol sahibi yaşlı ve güçlü bir vampir olarak nefes kesecek.


TRUE Marcus, True Blood’a transfer oldu Vampir konulu yapımlar arasında adeta efsane olan Alacakaranlık Serisi’nde, diğer vampirlere kök söktüren Volturiler klanında bütün varlıkların duygularını anlayabilme yeteneğine sahip vampir Marcus’u canlandıran Christopher Heyerdahl’de bu sezon True Blood’da izleyicisi ile buluşacak. Christopher Heyerdahl, Dieter Braun’u canlandıracak. Dieter Braun, gelişmiş işkence tekniklerine sahip eski ve güçlü bir vampir. Sanıyorum ki True Blood, 5. Sezonunda güçlü vampirlerin hakimiyetinde olacak. Vampirler kan ağlayacak 3 Mayıs tarihinde yayınlanan postere baktığımızda 5. Sezonda vampirleri zor, duygu dolu günlerin bekleyeceğini düşünüyorum. 4. Sezon posterinde keyifle ağzının kenarından sızan kanı yalayan vampirin aksine, bu sezonun posterinde ağlayan vampir bulunuyor. Her Vampir dizisinde farklılık ve benzerlik gösteren vampir mitleri var. True Blood’un diğer dizilerden farklı yanlarından bir tanesi de vampirlerin ağlayabilmesi ve ağladıklarında gözlerinden yaş yerine kan gelmesi. Anlaşılan o ki True Blood’un 5. Sezonunda vampirlerimiz bol bol kan ağlayacak. True Blood’u farklı kılan özellikler Diğer vampir dizileri arasından sıyrılarak, ciddi bir hayran kitlesine sahip olan True Blood’u benzerlerinden ayıran özelliklerini sıralarsak eğer, True Blood sahneleri nedeniyle biraz +18 olma niteliği taşıyor


BLOOD Bizim çocukluk yıllarımızda varolan vampir filmlerinden gelen mitlere dayandırılıyor. Malum, vampir mitlerinde cinsellik her zaman ön plandadır. Vampirlerin genelde kurbanları genç ve güzel kadınlar olur ve bu kurbanlar vampir tarafından etki altına alınırlar. True Blood’un diğer bir farklılığı ise karakterlerin çok yakışıklı ya da çok güzel olmamaları. Bu durum, dizinin daha gerçekçi olduğunu düşündürüyor. Karşılarında süper fiziksel özelliklere sahip olmayan karakterleri gören izleyici, diziye kendisini daha yakın hissediyor. Ayrıca True Blood’da vampirlerin toplumda yer edinme çabalarını görüyoruz. Her zaman güçlü görmeye alıştığımız vampirler, True Blood’da zaman zaman insanlar tarafından kullanılıyorlar. Uyuşturucu etkisi gösteren ve bu nedenle maddi anlamda değer taşıyan vampir kanı, insanlar arasında ticaret amaçlı kullanılıyor. Kanları nedeniyle öldürülen vampirleri dizide sık sık görüyoruz. True Blood vampirlerinin zaafları da bulunmakta. Gümüş bir bileklikle bile durdurulması mümkün olan vampirler, sıradan insanların işkencelerine bile maruz kalabiliyorlar. 10 Haziran Pazar akşamı 12 bölümlük yeni bir sezonla ekrana dönecek olan True Blood, bu sezonda heyecanlı sahneleri ve efektleriyle takipçilerinden tam not alacak.

Sevinç Sargut – dizimanyaq.blogspot.com


TELEVİZYON FİNALLER BİZİ GÜLÜMSETİR Mİ YOKSA ÜZER Mİ?

Haziran ayı yaklaştıkça televizyon programlarının ve dizilerinin de sezon finalleri için heyecanlı bekleyişimiz başladı. Aptal Kutusu olarak isimlendirilen, ama doğru seçimlerde bize çok şey katan televizyonlarımız final haftasında belki son kez esir edecek bizi. Sonrasında televizyon esaretiyle geçirilen Kış’a veda ederek ve hayat sokaklarda diyerek ,atacağız kendimizi denize,yazlıklara,otellere ya da sadece sokaklara…Ama akıllarda soru işaretiyle… Acaba yeni sezonun ilk bölümünde neler olacak, acaba yeni sezonda hangi dizide rol alacak ya da acaba yeni sezonda nasıl bir program yapacak soruları veya bu dizinin sonu niye böyle bitti ki, şu son daha çok yakışırdı yorumları ara ara yazlık muhabbetlerimize konu olacak. Hatta belki şimdiden finallere yönelik tahminler oluşmaya başlamıştır kafamızda…

Mesela Feriha’nın Sonu Mutlu mu Ya da Hazin mi Bitecek? Ben özellikle gayet gerçekçi başlayıp, finale yaklaştıkça saçmalayıp, fantastik bir hikayeye dönüşen dizilerden oldukça sıkılmış durumdayım. Bakınız ‘’Adını Feriha Koydum’’. Geçen sezon dizinin başlarında Feriha’nın yaşadıkları ne kadar gerçeğe yakın geldiyse, şu anda yaşadıkları da bir o kadar komik ve saçma geliyor. Tamam, genç bir kız, kapıcı kızı olabilir, özel bir üniversitede burslu okuyabilir, ailesinin maddi durumu hakkında yalan söyleyebilir ya da beyaz atlı prensini bulabilir. Buraya kadar bence her şey gayet normal. Ama sonrasında bir baktım Feriha’ya tekme tokat girişenin haddi hesabı olmadığı gibi ruh hastası biri tarafından kaçırılıyor, Emir eliyle koymuş gibi buluyor, işkence görüyorlar, Emir vuruluyor, kavga edip barışıyorlar, kaçıp kovalıyorlar, insanlar kar yüzünden evlerinde mahsur kalırken, onlar kar kıyamet demeden dağ başına nikah memuru getirtip evleniyorlar, manyak komşuları tarafından zehirlenip tekrar hastaneye düşüyorlar,Emir baba oluyor, Emir baba olmuyor, maskeler düşüyor, Sayfa 34 | BLOGUM

Ece ortaya çıkıyor ve artık kurşun işlemez Emir bir kez daha vuruluyor Nasıl senaryo? Okurken isyeeeaaan diye bağırmak geldi içinizden değil mi? Gına getiren bu olaylar zincirinde mutlaka dizideki senarist değişikliğinin de payı büyüktür ,ama ne olursa olsun gerçeklerden bu kadar kopuşun ve ağır ilerleyen sahnelerin bahanesi olamaz. Bazıları her ne kadar sezon sonunda Feriha’nın öleceği ve ölmeden önce ileride Feriha ismini alacak bir bebek dünyaya getireceğini iddia etsede, ben finalin tamamen ailelerin, arkadaşların mutlu mesut bir arada olacağı bir düğün sahnesiyle sonlanacağını ve son bölümün sürpriz ismi olarakta Feriha’nın annesi rolündeki Vahide Gördüm’ü izleyeceğimizi düşünüyorum. Unutmadan dizinin Emir karakterini canlandıran Çağatay Ulusoy ile ilgili bir de haber var; önümüzdeki sezon yeni bir dizi ile karşımıza çıkmaya hazırlanıyormuş.


Peki Ya Muhteşem Yüzyıl’da Neler Olur? Tarihi bire bir yansıtmadığı ,sadece tarihten esinlenerek kurgulandığı defalarca dile getirilen ve bu sene alanında bir çok ödülü silip süpüren Muhteşem Yüzyıl hakkında söylenecek çok bir şey yok aslında. Nur içinde yatsın, sevgili Meral Okay gitmeden bize muhteşem bir prodüksiyon armağan etti. Tıpkı geçen sezon olduğu gibi bu sezonda reyting listelerindeki liderliğini korudu. Hem de öyle bir korudu ki Kıvanç’ın adonisleri bile bu liderliğe dur diyemedi. Nedense Muhteşem Yüzyıl için Valide Sultan’ın öleceği bir final var aklımda. Ama son sahnesi Pargalı’nın boynuna dayanmış bir kılıç şeklinde canlanıyor kafamda. E tabi birde son bölümde Malkoçoğlu Bali Bey’in geri döneceği ve Hürrem’in kızıyla yeni bir aşka yelken açacağı konusunda tahminimde yok değil. Ayrıca zaten Burak Özçivit Kral Tv Müzik Ödüllerinde hala kesmediği bıyıklarıyla bunun sinyallerini vermişti .

Fatmagül’ün Suçu Neymiş?

Yine geçen sezon başlayan dizilerimizden olan Fatmagül’ün Suçu Ne? her ne kadar toplumsal bir yaraya parmak bassa da tıpkı Feriha gibi finale yaklaştıkça gerçeklikten uzaklaştı, ağırlaştı, baydıkça baydı yetmedi içimizi kıydı. Şaşırtıcı bir final beklemiyorum zira hikayenin sonunu hepimiz biliyoruz ya da bilmesekte tahmin ediyoruz.

Sayfa 35 | BLOGUM


Kuzey-Güney’de Ortalık Daha da Karışır mı?

Zaten oldukça karışık bir senaryosunun olması ve yayın saatinin de Muhteşem Yüzyıl’a denk gelmesi sebebiyle henüz konusunu anlayabilmiş değilim. Malum sadece reklam aralarında bakmak yeterli olmuyor bu karmaşayı çözmeye. Ama az çok takip ettiğim kadarıyla son günlerde oldukça hızlanan ve hareketlenen dizilerimizden. Nasıl olur bilemiyorum ama, kendisinden sağlam ve çok konuşulacak bir sezon finali bekliyorum.

Vee Kraliyet Ailesi… Bildiğiniz gibi bu sezon haftada beş gece gerçekten yalnız kalmadık.Kraliyet Ailesi programlarıyla bilgilendik, bilinçlendik ve eğlendik. İzlemekle de yetinmeyip ,sosyal medyadan da sürekli laf yetiştirdik,fikir beyan ettik, sorularımıza cevap istedik.Haziran ayında kapanışı yapacak olan Kraliyet Ailesi ve Okan Bayülgen’in önümüzdeki sezon izleyenlerinin hayatında büyük bir boşluk oluşturacağı kesin. Çünkü o çok sevilen bir televizyon adamı olmak dışında, aynı zamanda çok içimizden biri oldu. Gayet dobra, ulaşılabilir ve samimi bir yol izledi. Gel gelelim izleyene hava hoşta, beş gece program yapmak için koşuşturanların bünyesi de bir yere kadar dayanır bu yorgunluğa. Bu konuyla ilgili kendisi de sık sık bu sezon yorulduğunu ve yeni sezonda haftada beş gece program yapmayacağını dile getirmişti. Hatta yarışma programı yapmak gibi bir düşüncesinden de üstü kapalı bahsetmişti katıldığı bir programda. Dolayısıyla 2012-13 sezonunda Okan Bayülgen’i ne sıklıkla görürüz ekranlarda hiç bilemiyorum ama en azından yaz aylarında ‘’Yalnız Değilsin’’ sloganıyla yayın hayatına başlayan On8 TV yaşamımıza arkadaşlık edeceğe benzer.

Sayfa 36 | BLOGUM


BİZ OKUDUKÇA VARIZ Günümüzde interneti sadece araştırma için değil hobilerimiz için kullanıyoruz. Buna en güzel örnek bloglar; çeşitli konular, içeriklerle açılan bu sayfalar çok büyük bir ağ oluşturuyor. Bu Ağar sayesinde hobilerimizi geliştirme fırsatı buluyoruz. En azından bu benim için böyle oldu. Blogum sayesinde yabancı yazarlarla, benim gibi Türkiye’den ya da yurt dışından kitap kurtları ile etkileşime geçme fırsatı elde ettim. Aynı şekilde sevdiğim türlere dair blogları takip ederek benimle aynı duyguları paylaşan insanlarla tanıştım ve sevdiğim türlere ait kitapları daha yakından takip edip başka açılardan bakma fırsatı yakaladım. Her gecen gün ülkemizde kitap okuma oranının artsa da bu sayı gene de yeterli oranda değil. Bu durum okuyucular içinde bir sorun teşkil ediyor. İyi bir okuyucu bilir ki, kitabı bitirdiğinizde o etkisinde kaldığınız karakteri tartışmadan, kitabın kurgusuna yorum yapmadan yaşadığınız duygu selini hazmedemezsiniz. Konuşmak, paylaşmak bu yüzden çok önemlidir. Önce Facebook, Goodreads gibi sitelerle başlayan ilgim sayesinde yazarlardan aldığım haberleri, yeni kitapları okuma ve yorumlama şansı buldum. Bir kitap kurdu olarak benim gibi yeni insanlarla tanıştım ve kitapların büyülü dünyasını hep birlikte keşfetmeye başladık. Her okurun kendine yakın bulduğu bir kitap türü vardır; vampirler.tanrılar, kurt adamlar, mısır ve yunan mitolojileri 2000’li yılların en popüler konularını oluştururken bunu iki ilişkiler anlatan tarihi ya da güncel romantik kitaplar takip etmekte. Yayın evleri bir biri ile yarış yaparcasına bu konular üzerinde kitap çıkarmakta, filmlerde bu ünlü kitapları takip etmekte Blog açmanın bir yararlı tarafı da yayın evlerinin sizi takip etmesi ve kitap konusunda fikir edinmek için kullanması. Özellikle yabancı kitapları yorumlamanın bize dönüşü baya fazla oluyor. Sevdiğiniz kitapların Türkiye de yayınlanma oranının artması ve yurtdışında ki gündemi takip edebilme fırsatı yakalamış bulunuyoruz. Yayınevleri kitabı objektif bakış açısından yapılmış bir yorumla görünce değerlendirmeye almayı isteyebiliyor. Buda hiç hesapta yokken o kitabın kısa sürede raflarda görmemize sebebiyet veriyor. Bu nedenledir ki, kitap blogları için yorumlar olmazsa olmazdır. Bu tür etkileşimler her iki tarafı da kazançlı çıkarmakta ve tatmin edici bir ortam yaratmakta.

Bana göre bir kitap blogununun olmazsa olmazları şöyledir; 1. Yorum: Kitabı okuyup sadece güzeldi demek iki tarafa da yeterli bilgiyi tanımadığı gibi zamanla okuyucu da hafızasının kurbanı olup kitapların can alıcı noktalarını unutabiliyor.Bunun için kitabı okurken tutulan ufak notlar ile hem kapsamlı kitap yorumları yazılabilir hem de ileride okuyucuya kitabın konusunu ve özellikleri hakkında bilgi verebilir. 2. Kitap tanıtmak: Zaman kısıtlı olduğu için her kitabı okuyamıyoruz ama çeşitli sitelerden edindiğimiz ve okuyucuların yorumlarından aldığımız bilgileri kolaj halinde bloglarımızda sunabilir, okumak isteyenlere yeni yazar ve kitap önerileri sunabiliriz. 3. Kapak: Çoğu kişi kitabı aldıranın kapağı olduğunu kabul edecektir. Bloglarda yayınlanlanan kitap kapakları görselliği arttırdığı gibi ilgiyi de üzerine çekip kitap hakkında fikir sahibi olunmasını sağlayacaktır. 4. Ön Okumalar: Daha önce yayınlanan ya da sizin çevirdiğiniz ön okumalarda kitabın dilini anlamaya ve kitap hakkında bilgi vermeye yardımcı olacaktır. Yazarların daha kitaplar çıkmadan kendi sitelerinde ya da blogların da yayınladığı bu ufak bölümler çoğu okuyucunun bağımlılığıdır. 5. Alıntılar: Kitabın içinden seçilmiş birkaç can alıcı alıntı yazınızı ilginç kılacaktır ve okuma isteğini arttıracaktır 6. Yazar Biyografileri:Yazarlar kitapları yazarken kendi hayatlarından etkilenirler, onları tanıtmamız kitaplarla daha yakın bağ kurmamıza ya da yazma süreçleri hakkında bilgi edinmemize yardım edecektir. 7. Söyleşiler: Yazarlarla ayarlanan vakitte yapılan söyleşiler okuyucuları kitaplara daha çok bağlayacak, yazar ile bir bağ geliştirmesini sağlayacaktır. Yazarlarla ayarlanan vakitlerde yapılan söyleşiler okuyucuların kitaplara farklı açılardan bakmasına, yazarın dünyasına bir bakış şansı tanır. Aynı zamanda yazar olmanın ne demek olduğunu birinci elden güzel bir söyleşi ile okumuş olursunuz. 8. Yarışmalar: Ödüllü ya da eğlence amaçlı yapılan yarışmalar bloga ilginin artmasına ve daha samimi bir ortamda bilgi paylaşımına yardımcı olacaktır. 9. Kütüphaneler: Google ya da Goodreads gibi sitelerde yaratılacak sanal kütüphaneler takipçilere büyük kolaylık sağlayıp aynı anda birçok kitaba ulaşmalarına yardımcı olacaktır.

Hanife Albayrak – romancekolik.blogspot.com Merve Özcan – kitabisevda.blogspot.com Sayfa 37 | BLOGUM


JJ Kim? – Anne Cassidy

J KİM? ANNE CASSIDY ON8 Kitap Orjinal Adı: Looking For JJ Çevirmen: Nazlı Tancı Mart 2012, 1. Baskı 296 Sayfa JJ Kim?” benim şahsi olarak On8 kitapla ilk tanışmam. Sizin bu yayınevinin kitaplarını inceleme fırsatınız oldu mu bilmiyorum ama biz bu dinamik, yepyeni bir yayınevi olan ON8 Kitap’ı çok sevdik. Bursa Kitap Fuarı’nda stantlarını görünce koşarak gittik fakat maalesef yayınevinden kimseyle tanışamadan bir kitap ve iki farklı kitap kapağı baskılı karton çantayla oradan ayrıldık.. İlk önce eşim aynı yayınevinin “Canavar” adlı kitabını okumuş ve çok beğenmişti. Ben de “JJ Kim?” adlı son çıkan kitaplarını okudum. İlk önce şunu söylemeyim ki; “BEN DE VARIM” sloganıyla camiaya ayak basan ON8 kitap, sayfa boyutlarıyla bir fark yaratıyor. Taşıması, okuması ve özellikle daha kolay tutulan 12X18 sayfa boyutuyla hem rahat hem de çok şirin! Sayfa 38 | BLOGUM

JJ Kim, arkadaşının ölümüne sebep olan on yaşında bir kızın hikâyesini anlatıyor. Anlayacağınız konu oldukça ilginç. Kaza da olsa bir çocuk hangi nedenlerle böyle bir hata yapabilir, bu çocuğun psikolojisi, geleceği, duyguları, umutları bu olaydan nasıl yara alabilir? Peki, bu çocuğun ailesi nerededir? Olaylar hangi noktada başlayıp, nerelere gelir? Anne Cassidy Hakkında: Emekli bir öğretmenin kaleminden çıkan bu kitabı okuma fırsatınız olur- 1952 yılında Londra’da doğan Cassidy, on dokuz yıl boyunca yaptığı sa, beğeneceğinize eminim. öğretmenliğin ardından gençler için polisiye ve gerilim kitapları yazmaKitabın Tanıtımından: ya başladı. 1995-2000 yılları arasın"Üç çocuk, kasabanın kıyısındaki da kaleme aldığı yedi kitaplık East kulübelerden uzaklaşıp göle doğru End Murders (Doğu Londra Cinayürüdü. Günün ilerleyen saatlerinde yetleri) adlı dizisiyle dikkati çekti. yalnızca ikisi geri gelecekti. Alice Tully bu hikâyeyi biliyordu. Bu ko- 2004’te yazdığı JJ Kim? (Looking nuda bir kitap bile yazabilirdi. Jenni- for JJ) adlı gençlik romanı, kazandığı fer Jones neredeydi? Herkes bunu birçok ödülün yanı sıra, yayımlandığı konuşuyordu. Ülkede cevabı bilen yıl Carnegie Medal Ödülü ve Whityalnızca birkaç kişi vardı. Alice Tully bread Çocuk Kitapları Ödülü listelerine girdi. 1993’te İngiltere’de, on de onlardan biriydi." yaşlarındaki iki çocuk tarafından ölYazdığı polisiye ve gerilim kitapla- dürülen iki buçuk yaşındaki James rıyla ünlenen, yedi kitaplık "East End Bulger’ın hikâyesinden esinlenerek Murders" (Doğu Londra Cina-yetleri) yazdığı bu kitap, 2007’de oyunlaşdizisiyle dikkati çeken Anne Cassidy, tırıldı ve Cassidy’ye edebiyat dünyaON8'le ilk kez Türkçe'de. 2004'te sında saygınlık kazandırdı. yazılıp, 2007'de tiyatroya u-yarlanan JJ Kim?'de Cassidy, İngil-tere'de Bazı eserlerini, dramatik ve trajik oyaşanmış gerçek bir olaydan laylarla, bazılarınıysa gündelik rastesinleniyor. Genç Alice'in yaşamı, bir lantısal olaylarla ilişkilendiren yazar, türlü kaçamadığı büyük bir sırla sü- Missing Judy (Kayıp Judy, 2002) kirekli örselenmekte, onu sonu gelmez tabında, bir kızın kaçırılmasının arbir vicdan hesaplaşmasına itmektedir. dından yaşananları; Love Letters’ta Geçmişine ait bu sırra, ihmal ve yal- (Aşk Mektupları, 2003) da, gizli bir nızlıkla kararan bir çocukluğun anı- hayranından aşk mektupları alan, anları eklenmiştir. Suç, masumiyet ve cak sonra izlendiğini anlayan bir kıadalet kavramlarını çocukluk bağla- zın hikâyesini anlattı. mında düşündüren roman, gizem doİşlerin nasıl bir anda kontrolden çılu kurgusuyla derin bir iz bırakıyor. kabileceğini sergileyen The Story of 15.05.2012 tarihde farklı sitelerde My Life (Hayatımın Hikâyesi, 2006) adlı romanını, erken yaşta hamilelik "JJ Kim?"in fiyatı: ve taciz konularını, kaybetmek ve www.hepsiburada.com 13,17 TL güvenmek ekseninde işleyen Carewww.dr.com.tr 13,49 TL less (İlgisiz, 2007) ile çocuk kawww.okuoku.com 14,40 TL çırmayı konu alan Forget Me Not www.kitapyurdu.com 15,21 TL (Beni Unutma, 2008) izledi. Gençlik www.idefix.com 15,30 TL kitaplarının Ruth Rendell’ı olarak awww.pandora.com.tr 16,20 TL nılan Anne Cassidy, Londra’da yaşıyor. beyazkitaplik.blogspot.com


Yerine Geçmek Bu Kadar Kolay Mı Yahu ?

Bir haber sitesi'nde 'Eser Yenenler, Okan Bayülgen'in yerine geçiyor' başlıklı bir haber gördüm. Ve hemen tık-ladım. Ancak haberi tıklamadan önce, aklıma şu geldi. Okan Bayülgen daha önce, gelecek sezon kraliyet ailesi programlarını yapmayacağını söylemişti. Acaba Eser Yenenler, tv8'de haftada beş kez program mı yapacak diye düşünürken.. İşin aslını haberi okuyunca anladım. Ama okuyunca yine anlam veremedim. Eser Yenenler şimdilerde başarılı bir yarışma programı sunuyor. Bu programda da mizahi bir yönününde olduğunu sergiliyor. Evet belkide talk show programı sunacak. Belkide çok çok başarılı olacak. Haberin anafikrinin, Okan Bayülgen'in yerine geçme eylemi olması çok çok düşündürücü. Kasti yapılmış gibi görünsede, haberin dikkat çekme ya da okuma kaygısı ile yazılabileceğini düşünüyorum. Haberin başlığı, Eser Yenenler talk show sunacak gibi bir şey olsa; eminim bu haberi daha güleryüzlü karşılayacaktım. Ama Eser Yenenler, Okan Bayülgen'in yerine geçiyor haberi; olmamış,yakışmamış.

Okan Can Bademci – www.okancanbademci.com Sayfa 39 | BLOGUM


BLOG YAZANLARA TAVSİYELER Blog dünyasında konusunda uzman olanlarda yazıyor ya da ağzı olanda yazıyor (ağzı olan konuşuyor gibi). Bunun ayırımını sizin kendinizin yapması lazım. Bir kitabı okudunuz mesela onunla ilgili yazıyorsanız, lütfen yayınevi reklamını değilde, okuduğunuz kitabı tanıtın, 'sen ne öğrendin, neler hissettirdi o kitap sana?' ben bunları merak ediyorum.Kitabı yazan yazarla ilgili düşüncelerini öğrenmek istiyorum, tavsiye edip etmemeni mesela.. Yeni yazmaya başladıysanız, blogunuz yeniyse, başka blogları takip etmeniz lazım.Onların yazılarını okuyup, yorum bırakmanız gerekir. Bu sizin en azından birazcıkta olsa tanınmanızı sağlar. Ama okuduğunuz şeyle ilgili yoBlog Dünyasına yeni başlayan arkadaşlarıma bazı öneri- rum yazın lütfen. Benim blogum bu sizi takipteyim, sizde beni takip edin şekilde saçma sapan yorumlar bırakmayın. lerim olacak. İnsanları sizi takip etmeye zorlamayın, zaten yazılarınızı, Öncelikle blog dünyasında yeniyseniz, yazmaya yeni baş- blogunuzu beğenirlerse sizi takip ederler. Samimi olmalıladıysanız içinizden yazmak geliyorsa, kendinizi yada yaz- sınız. mak istediğiniz konu hakkında tüm samimiyetinizle yazın. Blogunuzda polemiklere, tartışmalara girmeyin. Dışarıdan Kendimden örnek vermem gerekirse ilk blog yazmaya baş- çok kötü bir görüntü oluşuyor.Kim ne derse desin, siz ladığımda hiç kimse beni takip etmiyordu, benim kişisel bir yazmaya devam edin.İstediğiniz konuda yazın, önemli olan blogum var bu arada şu anda ise gerçekten sayı olarak beni karakterinizi, hislerinizi, benliğinizi yazılarınıza aktarabiltakip eden takipçilerim oluştu.Takipçilerimde kaliteli ve sü- mek. Kötü eleştirilere kulak asmayın pek fazla kafanıza rekli yazılarımı yorumsuz bırakmayan, gerçekten yazılarımı takmamaya çalışın.Zaman ilerleyince blog dostlarınız artokuyan insanlar.Bunun nedeni ise yada sırrı ne diye düşü- tığı gibi blogunuzu çekemeyen insanlarda artacaktır. Siz siz nüyorsanız bu samimi olmaktan kaynaklanıyor baştan bunu olun tartışmalarla değil hep yazılarınızla gündemde kalbelirtmem lazım.Çünkü sizi okuyan kişiler sizin samimi ol- maya çalışın.İçinizden geldiği gibi yazın, kimse sizi anlamasada yazmak çok güzel bir duygudur. Ben kendi açımmadığınızı her şekilde anlarlar. dan yazmayı terapi gibi gören birisiyim. Blogunuzda doğal olun,kendiniz olun.Yazacağınız konuyla ilgili bilgi sahibi olun en azından, oradan buradan kopyalayarak bir yazı oluşturmayın. İster kozmetik, ister bir kitap hakkında yazın ama her zaman kendi görüşlerinizi yazın. Genelde markalar bloglara çok ilgi duyuyorlar, sosyal medyanında bunda çok büyük etkisi var. Sizin ürünlerini kullanmanızı ve bu konularda yazmanızı istiyor olabilirler.Lütfen bu konuda gerçekçi ve samimi olun, o markayı övüp durmayın.Gerçek hislerinizi yazın, yada kendiniz bir ürünü kullandığınızda onunla ilgili, kullanımıyla ilgili şeyleri yazın. Moda dergilerinden ordan burdan şeyleri kopyalayıp bu 'günün kombinidir' diye çalıntı, alıntı şeyler yazmayın. Çünkü çok sırıtıyor blogunuzda.Sizi blogunuzda takip eden insanlar size değer verip yazılarınızı okuma zahmetine giriyorlar, yorum yazıyorlar, lütfen yazılan yorumlarınıza cevap yazın.Okuyucularınızla ilgilenin, onlara değer vermelisiniz, neler yazdıklarını okuyup sizde aynı şekilde cevaplamalısınız. Hatta blog dostlarınızı ziyaret etmelisiniz, sizde onları takip edip okuduğunuz, beğendiğiniz yada beğenmediğiniz yazıları yorumlamalısınız.Bu sizi okuyanlar arasında bir bağ oluşturacak bundan emin olun. Sayfa 40 | BLOGUM

Blogunuzu sürekli güncelleyin, hergün yazmaya çalışın fakat vaktiniz yoksada en az iki-üç günde bir yeni yazılar yazın. Güncel olan bir blog,kendini yenileyen, tasarımıyla ilgi odağı olan bir blog her zaman okuyucular için çekicidir.Bloguna müzik ekleyen bloglar için söyleyeceğim şey ise, ben orada yazıyı mı okuyacağım yoksa müziğimi dinleyeceğim bunu anlayamıyorum. Müzik konulacaksa yada daha sakin, yazıyı etkilemeyecek bir müzik olmalı,aslında hiç müzik olmasa daha güzel. Çünkü okuyucu sizin blogunuza yazınızı okumaya geliyor, müzik dinlemek isteseydi müzik dinlemeye giderdi. Blogtan para kazanmayı düşünüyorsanız bu amaçla blog açtıysanız ise bence yanlış yerdesiniz, bir işe girip hemen çalışmaya başlayın.Çünkü blog yazmak zevkli bir hobidir. Eğlenceli ve güzel bir dünyadır blog dünyası ama para kazanacağınız bir yer değildir. Son olarak blog yazan, yazmayı düşünenlere tek söyleyeceğim kendiniz gibi olun ve tüm samimiyetinizle yazın. Sevgiler.


ESKİ SEVGİLİYE TAVSİYELER Sevgilinizden ayrıldınız, artık sevgiliniz sizin 'eski sevgili'niz oldu. Peki unutmak için neler yapmalı,neler etmeli,nasıl unuturum ben eski sevgilimi, aklımdan çıkmıyor bir türlü diyorsanız; *Öncelikle ayrılığı kabullenin.Ve içinizden ağlamak geliyorsa ağlayıp rahatlamayı deneyin. *Eski sevgiliniz sosyal medya mecralarındaki hesabınızdan silin (facebook-twitter-msn vb .) Orada onu görüp iyice bunalıma girmemeniz için,siz ağlayıp ağlak şarkılar dinleyip profılınızde dinlerken, laf sokmalı iletiler yazarken o sizi takip etmiyor merak etmeyin , takip etseydi ayrılmazdı. *Size almış olduğu hediyelerini yada beraberken çekildiğiniz fotoğraflarınızı şu an için hiç ulaşamayacağınız bir yere kaldırın .Zaman geçince sizin belki bir anı olarak kalırlar yada çöpün dibini boylarlar. Siz sadece gözünüzün önünden kaldırın onu hatırlatacak şeyleri.

*Facebook/Twitter /Msn gibi ortamlarda atarlı iletiler, şarkılar paylaşmayın, sizi seven dostlarınız ve iş arkadaşlarınız açısındada komik duruma düşüyorsunuz, illaki dayanamıyorum diyorsanız kendinize sahte bir profil açın ve oradan avazınız çıktığı kadar bağırın. *Ayrıldığınız ilk dönemde yeni birini hayatınıza kesinlik*Hüzünlü şarkılar dinlemeyin, en kötüsüde ikinize ait özel le sokmayın. Unutmak için yapılan bu durum başlı başına şarkılar varsa onları hiç mi hiç dinlemeyin. Hareketli, daha hata doludur. Çivi çiviyi sökmez sakın bu hataya düşmeçok kopacağınız türdeki şarkıları, müzikleri dinleyin. yin. Hem size hemde yeni sevgilinize yazık olur, aşk hayatınız daha da karmaşık bir hale girer. *Yahu zaten hüzünlüyüm nasıl kopayım, göbek mi atayım diyorsanız, o zaman hemen elinize bir kitap alın ve onu o- *Ayrılık ve üzüntülü bu döneminizi yakın arkadaşlarınızla, kuyun. Ayrılık zamanlarında, depresyon zamanlarında kitap hobilerinizle değerlendirin.Arkadaşlarınızla sık sık buluen iyi ilaçtır. şun, ailenize vakit ayırın,sosyalleşin bir kursa yazılın, değişik hobiler edinin bu dönemde. *Eski sevgilinizin telefonunuda silin rehberinizden. Ani duygu patlamaları yaşayıp aramamak için bunu yapmanız Zaman en büyük ilaçtır bunuda gözardı etmemelisiniz. lazım.

Yasemin Özer – biricitinyeri.blogspot.com

Sayfa 41 | BLOGUM


Köpeğine Bak Sahibini Tanı! Köpeklerimizin karakteri kadar dış görünüşünün de hakkımızdaki pek çok şeyi yansıttığını hiç düşünmüş müydünüz? Hep söylediğim ve çok sevdiğim bir söz var: “Köpekler sahiplerinin aynasıdır”. Karakteri olsun, ırkı olsun, dış görünüşü olsun, pek çok özellikleriyle bizi anlatırlar. Nasıl mı? Safkan mı, Kırma mı? Safkan köpek edinmek daha çok zaman, araştırma ve planlama ister. Bu köpeklerin dış görünüş ve karakter özellikleri büyük ölçüde bellidir, en azından büyük sürprizlere yer yoktur. Bundan yola çıkarak safkan köpek sahiplerinin hayatlarını kurdukları planlar üzerine yönlendiren insanlar olduğunu düşünüyorum.Aynı varsayıma dayanarak kırma köpek sahiplerin sürprizlere daha açık, kararlarını hislerine göre verebilen, değişikliklere kolayca adapte olabilen ve daha az kaygılı insanlar olduğunu düşünüyorum.

Jessie’m safkan Golden Retriever. Kendime baktığımda bazen fazla bile diyebileceğim ölçüde planlı ve sistematik olduğumu görüyorum. Anlık çılgınlıklar olsa da hayatımın genel akışı kurallar ve planlar üzerine kurulu, sonunu bilemediğim sürprizlerden çok hoşlanmam, hatta risk almayı da hiç sevmem..:) Büyük Köpek mi, Küçük Köpek mi? Büyük köpek daha çok yer, zaman ve enerji ister. Hareketlidir, enerjisini atması için daha çok gezmesi, hareket etmesi gerekir. Bu yüzden büyük köpek sahipleri dışarıda zaman geçirmeyi seven, outdoor sporlarına yatkın kişilerdir diye düşünüyorum. Ayrıca büyük köpekler çamurlarda koşmayı, yüzmeyi ve pisliğe bulanılan her türlü aktiviteyi daha çok severler. Sahiplerinin temizlik konusunda daha toleranslı, daha az titiz olması gerekir.Ufak köpek sahipleri genel olarak parkta sakin bir yürüyüş gibi aktivitelere yatkın insanlardır. Dışarıda köpeklerine ayırdıkları zaman genelde daha azdır ve daha az aktif geçer. Bu yüzden minik paticikler ve döndüklerinde büyük paticiklerden daha az pis olurlar. Buna dayanarak küçük köpek sahiplerinin titiz ve düzenli insanlar olması gerekir.Gerekir diyorum çünkü ben bu tanımların yarısının dışında kalıyorum. Outdoor’a düşkün olduğum, dışarıda zaman geçirmeyi ve spor yapmayı aşırı derecede severim. Ama ev temizliği konusunda da aşırı pimpirikliyimdir. Evde Jessie olsa da olmasa da o ev her gün süpürülür, silinir, tozlar alınır.:) Dışarıda öyle titiz değilim ama ev konusunda bir saplantım var, ve dediğim gibi bu tamamen benden kaynaklanıyor, Jessie den önce de böyleydim, bu yüzden onun küçük de olsa bu durum beni fazla etkilemeyecekti her halükarda..:) Sayfa 42 | BLOGUM


Uzun Tüylü mü, Kısa Tüylü mü? Uzun tüylü köpeklerin ekstra bir tüy bakımına ihtiyacı olduğu aşikar. Düzenli taramak, fırçalamak, deri diplerinin havalanmasını sağlamak, masaj yapmak ve çeşitli tüy bakım ürünleri kullanmak gerekiyor. Kısa tüylülerde bu ihtiyaçlar daha az.

Mehtap Arslan – goldenjessie.blogspot.com

Bakım, mesaj ve spa seanslarını seven insanların uzun tüylü köpeklere yönelebileceğini düşünüyorum.Bana sorarsanız, ben masaja da bakıma da varım, köpeğim için de kendim için de.:) Doğal Beslenme mi, Kuru Mama mı? Köpeklerini evde yaptıkları özel yemeklerle, organik besinlerle ya da özel diyetlerle besleyen kişilerin market alışverişlerinde etiketleri uzun uzun inceleyen, beslenme konusuna azami özen gösteren kişiler olma ihtimali oldukça yüksek. Kuru mamaya yönelenler ise hazır yiyecekleri de keyifle tüketmeyi seven, reyonlardaki ürünlere güvenen ve beslenmeye daha az zaman ayıran kişiler. Köpeğimin yemeğindeki en ince detayı bile inanılmaz titizlikle araştıran ben markette alışveriş yaparken de uzun süre etiket okur, evde uzun zaman ayırıp yemek yaparım.:)

İyi Eğitimli mi? Köpeğini eğitmek için emek ve zaman harcayan kişiler köpeği ile geçireceği zamanın hem köpeği hem de kendisi için daha kolay, kaliteli ve paylaşım dolu olmasını isterler. Bunun için hiçbir fedakarlıktan kaçınmazlar. Kontrollü, planlı ve mükemmeliyetçidirler. Eğitimi geri plana atan kişiler biraz daha kaygısız, detaylara çok takılmayan, sorunları olduğu gibi kabullenebilen kişilerdir. Daha sabırlı ve zor sinirlenen insanlar olma ihtimallerinin de yüksek olduğunu düşünüyorum.Eğitimsiz bir hayat düşünülemez, 7/24, her an, her yerde..


BAGGIO OLMAK LAZIM

Ömrümüzün yarısı, hayatımızı bir raya koymakla, kalan yarısı diğer raylara özlem duymakla geçer.Geçmişimizi ray döşemekle, geleceğimizi diğer raylara bakmakla harcarken, çevredeki manzaranın tadını çıkarmayı unuturuz (en azından küçümseriz). Halbuki geçmiş geçip gitmiş, gelecek ise belirsizdir. Gerçek; içinde bulunduğumuz “an”dır. Sahip olduklarımızı kaybettiğimizde anlarız, “an”ların değerini. O “an”ları uğrunda harcadıklarımız (kariyer, para...herneyse), kumdan kaledir. Asi bir dalganın keyfi kadar ömrü vardır. O zaman, zihinsel olarak dönmeye çalışırız o “an”lara, keşkelerle sarhoş oluruz. Büyüyünce futbolcu olacağımı düşünenlerden biriydim ben de (Kim düşünmedi ki!). Sabahtan, yıldızların uyuşuk uyuşuk parlamaya başladığı saate kadar (daha doğrusu annem kardeşimle haber gönderene ve ekmek alıp eve dönmemi gerektiren o saate kadar) bıkmadan, durmadan top oynardım (Kim oynamadı ki!). Ama çoğunuzdan farklı olarak bu rüyaya dokundum ben. Lisanslı geleceğe parlak bir forvet olarak Genç Milli Takıma kadar başımı çıkardım. Sonra Adana Demirsporlu (adını şu anda hatırlayamadığım) kafası usturaya vurulmuş, kısa boylu, kalın kemikli bir savunma oyuncusu kaval kemiğimin yapısını merak etmiş olacak ki, kramponlarının çivisiyle ameliyata kalkıştı, beni de o başımı çıkardığım tünele geri gönderdi. Önemli değil, affettim O’nu. Ama “o” ray da ne var hep merak ettim, doğruya doğru. Şu anda bu odada, siyah masada, arkası kırık koltuğumda, ekrandan belli belirsiz yansıyan yüzümde bunu görebiliyorum.Kendinizi bir an için düşünün. Karizmatik, klas, 10 numara bir futbolcusunuz. Bir penaltı atılacak ve maç o penaltıdan sonra bitecek. Statta onbinler susmuş durumda. Milyonların, hatta yüzmilyonların oturma odasındasınız şu an. Çaylarına, biralarına, kolalarına, çerez tabaklarına kimse dokunmuyor. Kimi elleriyle koltuğun 2 kenarına yapışmış, kimileri de birbirlerine sarılmış göz ucuyla size bakıyorlar. Dünyanın en büyük fotoğrafı bu; yüzmilyonlarca donmuş insan. Bu fotoğrafı belli belirsiz dudakların dua kıpırtısı bozuyor ancak. 7.32X2.44’lük kale, bir iğne deliği gibi gözükmeye başlıyor. Böyle olmadığını biliyorsunuz. Daha önce yüzlerce kez yaptınız bunu. Beklediğiniz her saniye, bunu hatırlamakla, diğer saniye bunu unutmakla geçiyor. Aklınızdan kimbilir daha neler geçiyor. İlk futbola başladığınız an, ilk golünüz, hatta eşiniz, çocuklarınız, aileniz... Bunları unutup, sadece penaltıya konsantre olmak istiyorsunuz. Kolay bir iş değil bu! Atamazsanız; bu kadar emek boşa gidecek, milyonlarca insan kahrolacak. Belki de adınızı lanetle anacaklar. Tarihe kaybettiren olarak geçeceksiniz ve yüzyıl unutulmayacak bu.O penaltıyı atmak ister miydiniz?Düdük sesini duydunuz. Düşünme zamanı doldu. Topa doğru hareketlenmeye başladınız. Bacaklarınızda hissizlik var sanki, mideniz gıdıklanıyor. Bunun sırası değil şimdi, nereye vuracağınızı düşünün. Sola mı? Bir önceki penaltıda kaleci sağa atlamıştı bu kez de öyle yapar mı? Sert vuracaksınız. Hayır, gerek yok ayak içiyle vuracaksınız. Ortaya mı yoksa?Geldiniz vurdunuz. Top süzüle süzüle koskoca kalenin üzerinden geçti gitti. Atamadınız. Daha önce bunu yüzlerce kez yaptığınız halde atamadınız. Bir çocuk bile becerirdi bunu. 11 metreden koskoca kaleye bu topu gönderemediniz. Roberto Baggio işte bu raydaydı. Dünya kupası O’nun ayağından çıkıp Brezilyalıların ellerinde yükselirken, başını öne eğdiğinde neler düşündüğünü bilemem. Ancak daha sonra “O penaltıyı 4 yıl boyunca hergün kaçırdım” dediğini biliyorum.O penaltı kaçtığında, Brezilyalılar deli gibi sevindiğinde, İtalyanlar kahrolduğunda kimsenin dikkatini çekti mi bilmiyorum ama Baggio yere çökmedi. Yere uzanıp çimleri yemedi, formasını kafasına geçirmedi, ağlamadı... Ayakta kaldı. Dünyanın büyük çoğunluğunun O’nunla alay ettiğini, en iyi ihtimalle O’na acıdığını, en azından 70 milyon İtalyan’ın O’ndan nefret ettiğini hissettiği tam o anda, Brezilyalılar sevinçten yerlere yatarken, O ayakta kaldı. Kendi rayında kaldı. 4 sene her gün, bununla yaşadı, hala da yaşıyor. Çocukluk aşkı Andreina ile evlendi. 2 kızı, 1 oğlu oldu. Çevresinde daha alımlı, daha güzel, “daha” bir çok kadın varken ve bunları elde edeceğini bilirken, hayatında tek bir kadın oldu. Başka raylara bakmadı. Çok mutlu ve huzurlu bir evliliği var. Juventus, Milan ve Inter’de oynadı. Gönderilirken kimsenin hakkında tek bir kötü söz söylemedi. Kameraların karşısına geçip “haksızlığa uğradım” demedi. “Bitti” dedikleri sezon gol kralı oldu, “yaşlandı” dedikleri sezon küme düşen takımı tek başına ayakta tuttu, kornerden goller attı.Son maçında oyundan çıkarken 80.000 kişi ayakta alkışladı O’nu. Kimse 94’te kaçırdığı penaltıyı hatırlamadı bile o an. Çünkü O hep kendi yoluna baktı. Keşkelerle uğraşmadı, pişmanlık duymak yerine tecrübe edinmeyi tercih etti.Şartlar ne olursa olsun, atacak bir penaltımız daha varsa atmalıyız. Baggio’nun dediği gibi "Penaltıyı, sadece onu atacak kadar cesur olanlar kaçırır." Kaçarsa da kaçsın. Herşey bittiğinde alkışlarla terkederiz sahayı... Yakup Sabri İnankur – olefutbol.blogspot.com


MÜZİK

TAM 90'DAN

Bu albüm bir başka. Bu albümde kimler yok ki. Mustafa SANDAL, Burak KUT, Demet SAĞIROĞLU, Sibel ALAŞ, Mansur ARK, Serdar ORTAÇ, İzel, Metin AROLAT, Yonca EVCİMİK, Tayfun. Bu albümü dinlediğinizde doksanları özlediğinizi anlayacaksınız.

Metin Arolat mutlu yıllarrrr :)) Okan Can Bademci - www.okancanbademci.com

Sayfa 45 | BLOGUM


BLOG RÖPORTAJ SERKAN MURAT KIRIKCI RÖPORTAJI

ki gelişmeler süratle okurun karşısına çıkıyor..Müzik konusunda da iddalıyız, alternatif-rock dünyasındaki gelişmeler ve yeni çıkan klipleri de çıkar çıkmaz yayınlayıp aynı müzik zevkine sahip okuru birlikte izlemeye çağırıyoruz Albüm kritikleri de içerikte önemli yer tutuyor ve en çok okunan, paylaşılan içeriğimiz. İçeriğin edebiyat yükünü de, hikayeler ve kitap eleştirileri çekiyor. Kültür sanatın olduğu Serkan Murat Kırıkcı ile yaptığımız güzel röportaj sizlerle, her yerde olma dürtüsüyle yetişebildiğim oranda yazıyor ve haberdar ediyorum okuru… -Merhaba,ilk önce sizi tanıyabilir miyiz ? Merhabalar… 12 Eylül 1975’te Serkan Murat KIRIKCI adı verilerek atıldım dünyaya… Şanslı çocuktum, babam teknoloji meraklısı, amcalarımdan birinin plak dükkanı vardı, biri yazlık sinemada makinistti, birde edebiyat öğretmeni… Evde sürekli plak sesi eksik olmazdı, akşamları sinemada alırdık soluğu… Fotoğrafçı babanız olunca bol bol çekiliyorsunuz, doğal ilgi falan derken daha ilkokul sıralarında şiirdir, fotoğraftır yapmaya başladım birşeyler… Okul bitince de, grafikerliğe başladım… Öyle kalmadı gazetelerin dizgisini yapmakla kalmadım, muhabirlikle başlayıp yazı işleri müdürlüğüne kadar da yükseldim… Aynı dönem fotokopi ile çoğalan, aslında bugünün blogları diyebileceğim Fanzin çıkardım… Sonrasında çeşitli dergiler, siteler, görevler derken kendi bloğumdayım artık… -Blog yazmaya ne zaman ve nasıl karar verdiniz ?

-Blogunuzun adı 'Kayıp Paylaşımlar Koleksiyoncusu', anlamı nedir ? Beni etkileyen filmlerden birinden, Theo Angelopoulos filminden gelir… Filmi izleyenler bilir, ana karakter sinemanın ilk filmlerinin kopyasını arar film boyunca… Bulduğunda girer bir odaya, bolca film… Adama döner “Siz Kayıp Bakışlar Koleksiyoncususunuz” der… Bende internet paylaşım işi ve blogta yazıları paylaştığımdan hareketle son şeklini verdim… -Blogunuzun adı 'Kayıp Paylaşımlar Koleksiyoncusu', ama adresiniz bodakedi… Bodakedi’nin anlamı nedir peki? Evet, benim tercihim… Bodakedi, internet aleminin bize getirdiği “nickname”… Tabi ben internetten çok önce kullanıyorum, 90’lar başı gibiydi sanırım… Nirvana vokalisti, Kurt Cobain’in çocukluğunda hayali arkadaşının adı “Boda”… Tüm suçlardan aklanmak için, boda yaptı dermiş… Kedi de iflah olmaz kedi sevgimden geliyor… Birleşmesi de iyi oldu… İnternetle tanıştığımdan bu yana kullanıyorum, öyle biliniyorum… Sinemalar.com’daki üyeliğim de “bodakedi” olunca adres için başka bir şey düşünmedim…

Bugünki içerikle alakası yoktu aslında… Kim yazı istese ürettiğim bir dönemdeydim… Bir yandan gazetede kültür sanat sayfası, bir yandan sinemalar.com’a kritikler derken baktım çok dağılıyorum… Hepsi bir yerde olsun isteğimi herşeyiyle tatmin eden yer oldu blog. Kimseye duyurmadan, ismi, adresi içerikten bağımsız girdi yayına… Yazılarımı yanımda taşımaktı amacım… Tabii öyle olmadı, blogger Adres ve blog adının farklı olmasına gelince… Özellikle olmak farklı bir virüs biliyorsunuz… öyle istedim… Blogların içeriğiyle alakalı isim seçmelerini çok doğru bulmuyorum, hatta saçma buluyorum… Örneğin -Bilmeyenler için blogunuzun içeriğinden bahseder misibir sinema bloğunun “sinema”nın sonuna bir şey ekleyip iniz ? sim alması çok düz mantık ve kolaycılık olarak geliyor bana… İsim vermek dediğimiz şeyde ortada bir eser varsa Kısaca, “Film, Dizi, Müzik ve Kitaplar üzerine Yazılar Diciddi iştir… Bloğunuzun adresi ve ismi içerikle değil, siyarı...” Kültür-sanat blogları kategorisinde yer alıyor. Ama zinle ilgili olmalı, sizi yansıtmalı bence… Bu düşünceyle diğer yandan, Sinema Blogları Birliği üyesiyim aynı zaadres olarak bodakedi.com’u kullanıyorum, “Kayıp Paylamanda. İçeriğin büyük bölümünü sinema kaplıyor. Güncel şımlar Koleksiyoncusu”, “kpk” adıyla okurlara haber çevirileriyle yeni projelerin haberleri,dizi dünyasında sesleniyorum… Sayfa 46 | BLOGUM


-Aslında bakarsanız bir blog yazarı için sanat ve kültür a- -Blogunuzda paylaştığınız yazılara nasıl tepkiler alıyordına yazılar paylaşmak tecrübe ve bilgi birikimi gerektiren sunuz ? Bu tepkiler sizin yazılarınızı nasıl etkiliyor ? bir meziyettir. Siz bu konuda başarılısınız. Peki blogunuzda size yardımcı olan başka blog yazarları var mı ? Belli bir mail trafiği oluştu… Okurlar yorum yazmaktan çok, maille iletişime geçmeyi tercih ediyor. Okurluktan Teşekkürler, teveccühünüz… Güncel haber çevirilerini dostluğa terfi ediyorlar… Pazar günleri klasiği var iki tasevgili dostum Elif IŞIK yapıyor… Güncellik ve istikrarı ne, Pazar konseri ve dizi ajandası… Gelecek hafta için ösağlıyor… 2011 Temmuz’undan bu yana aldığı yükü, ara- neriler geliyor, dizi ajandası konusunda da meraklı bekmızdaki espriyle “hat-trick” yaparak sırtlıyor. Haberler dı- leyiş oluyor… Ortak övgüler hergün güncelleniyor olması şında öyküleri ve sinema yazıları da mevcut. en başta… “Hergün sabah kahvemi alıp bakıyorum neler olmuş” diyorlar. Hatta artık kemikleştiği için, o gün hiç -Blogunuza bakınca sanat adına her türlü yazı ile karşı- güncellenmemişse “ne oldu” diye soruyorlar… laşmak mümkün. Başka kategorilerde de yazılar yazmayı düşündünüz mü, böyle bir planınız var mı ? Geçen yıla kadar takip ediyordum ama artık etmesem de, bolca paylaşılıyor yazılar… Kendi bloglarına ekleyenler, Yazılacak kategori bırakmayınca, plan dahilinde değil ar- facebook ve twitterda takip edenlerle kendine özgü bir setık… Ama bir dönem şu anki içeriğin müzik kısmı ayrı si var kpk’nın… Örnek vermek gerekirse, genç bir okurblog idi aslında… “My obsession” adıyla ikinci blogdu, dan mail amıştım… 3-4 yıl önce bloğu kurcalarken Eddie kpk’nın içeriği o zamanlar sadece sinema olduğu için böy- Vedder’ı keşfetmiş… Sayenizde keşfettim, çok sevdim hiç le bir tercih yapmıştım… Ama baktım ikiye bölünüyorum, unutmam deyip teşekkür etmiş… Bundan daha güzel bir içeriğin şu anki halini alması için o yazılarda gelip kurul- ödül olabilir mi?... Yine son dönemde albüm kritiklerinin du yerli yerine… Her kategoriye açığım zaten blogda, ah- yarattığı etkiyi görmek keyifliydi… Yazdığım albümlerin kam kesebileceğim her kategoride yazıyorum… Bu anl- yayıncı firması Ada Müzik, yazıları kendi sitesinde de yaamda da herhangi bir sınır koymuyorum zaten… yınladı… Sosyal medyada paylaştı ve müzisyenlerde tebrik edip, övgülerini yazdılar sağolsunlar… -Siz başarılı sanat ve kültür blog yazarısınız. Sizinle aynı kategoride yazan ya da yazmak isteyen blog yazarlarına ö- Yazılara etkisine gelince… Bende motivasyondan öteye nerileriniz nelerdir ? geçmiyor… Zira; hem hiçbir zaman “kim okur bunu” düşüncesiyle yazmadım, hemde artık 5 yıl olunca takipçileKesinlikle özgün içerik… Başarı kriterleri herşey için ay- rin kafasında da genel bir profilim oluştu… Bloğa etkisi inı aslında… Özgünlük ve samimiyet… İçinizden geçen se, yeni takipçilere ulaşmak oluyor haliyle… Beğenilen şeyi yazın, kendinize sansür uygulamadan hiçbir kurala bir yazı, siz ne yaparsanız yapın ulaşamayacağınız bir kitbağlı kalmadan kendiniz olun… Üslubunuzu da bilgi da- leyi getirir ki müthiştir… Okurun başka okuru getirmesi ğarcığınıza göre oluşturun… Araştırma yapmayı ihmal et- bence blogda en büyük başarıdır… meden, her konuda yazabilirsiniz… Blog oluştururken işin teknik kısımlarına, temaya falanda çok takılmayın… Zira -Sizin blogunuzu insanlar neden takip etmeliler ? yazdığınız yazıları sürekli olarak takip edecek olan kemik okur kitlesinin ancak ve ancak sizinle ortak zevke ve akıla Onlar takip etmese de, yayını sürdüreceğim için… Çosahip insanlar olduğunu bilerek kendiniz olun sadece… ğunlukla kafalarındaki blog imajından farklı olarak, düzenli olarak güncellenen içerik için… Sinema, dizi ve mü-Siz aynı zamanda istikrarlı bir blog yazarısınız. Uzun bir zik ilgi alanları içindeyse onları şu anda keşfedilmeyi beksüredir, yazıyorsunuz. Sizce blog yazarları genel olarak is- leyen 2377 yazı yer aldığı için… Rasyonel olmak geretikrarı ve başarıyı nasıl yakalayabilirler ? kirse, bu soruya birden çok yanıt verilebildiği için diyebilirim… Evet, istikrar konusunda alışılmadık bir blog kpk… Anasayfa bazen gün içinde tamamen yenilebiliyor, ki bahset- -Bu güzel röportaj için teşekkür ederim… Başarılarınızın tiğimiz 18 yazılık bir anasayfa… Geçtiğimiz ay toplam devamını dilerim. 213 yazı yayınlanmış örneğin… Bu örnekten hareketle, bu durum özel bir çabayla oluşmadığı için istikrar için diye- Ben teşekkür ederim, bu keyfe ortak edildiğim için… Bilbileceğim blogunuzu ciddiye almanız gerektiği… Genel mukabele… başarı ve istikrar için de aynı şeyi söyleyeceğim… Kendiniz olun ve ciddiye alın işinizi… Yazarken, temadır, resimdir her an okur gibi de düşünün… Ben olsam okurmuyum diye düşünün daha çok… Belli bir süre sonra bir tar- Serkan Murat Kırıkcı'nın blogu : bodakedi.com zınız, üslubunuz oluşacaktır zaten… Sonrasında da o tarzı korumanız yeterli… Her alanda olduğu gibi, bilmediğiniz bir konuda ahkam kesmeyi kesinlikle denemeyin… Sayfa 47 | BLOGUM


BLOG RÖPORTAJ FURKAN ÖZDEN RÖPORTAJI

Furkan Özden ile yaptığımız güzel röportaj sizlerle, -Merhaba, ilk önce sizi tanıyabilir miyiz ? Öncelikle ilk röportajımı yapma fırsatı verdiğiniz için teşekkürler. Adım Furkan Özden. 28 Nisan doğumluyum. Samsunluyum. İlkokulu Edirnede okudum. Liseyi Samsunda bitirdim. Üniversite şimdilik belli değil. Hobimle paralel olan alışkanlıklarım var. İnsanlara yardım etmeyi çok severim mesela. Birine yardım ederim ve o da bana "Teşekkürler." der. Bu bana yeter. Sitede ne kadar kalmış, yer imlerine eklemiş mi fark etmez. Teşekkür etsin yeter. -Blog yazmaya ne zaman ve nasıl karar verdiniz ? Her webmaster ilk işe başladığında ya takma adı olur yada kendi ismini kullanır. Küçükken oynadığım Silkroad Online adlı oyundaki karakter adım SonSamsunlu ile bu macera başladı. Yaş ilerledikçe bu takma da komik durduğu için kendi adımı kullanmaya karar verdim. İlk sitemi Bedava Sitem sayesinde açtım. Paneli fazla bilgi gerektirdiği için genel kodlamayı orada öğrendim. Sonra Wordpress hoş geldi gözüme. Birçok yazımı orada yazdım. Sonra Blogger'ı keşfettim. Temalar çok iç açıcıydı. Her türlü tema seçeneği vardı. Temayı da istediğiniz gibi düzenleyebiliyordunuz. "Artık Bloggerdayım." dedim ve Blogger'a geçtim. Wordpress blogumda hit alan yazıları Blogger bloguma yönlendirdim ve bir müddet sonra Wordpress blogumu kapattım. Aslında Bedava Sitemden site açtığım zaman Blogger hesabım vardı (Mayıs 2009). Ama yazmaya 12 Aralık 2009'da başladım. Yazıları yazdıkça insanlar teşekkür etmeye başladı. Artık bir blogcu olarak tanınıyordum ve bu hoşuma gitmişti. İyi bir şeydi bu. -Bilmeyenler için blogunuzun içeriğinden bahseder misiniz ? Blogumun içeriği aslında genel blog olarak adlandırılabilir. Kafama ne eserse onu yazıyorum. Şöyle de söyleyebiliriz. Mesela bugün "Facebook sayfaları" hakkında bir yazı yazdım diyelim. Bu demek oluyor ki o gün o işle uğraşıyormuşum. Yani bir günlük gibi aslında. Sadece yazma usulü değişik. Bunu yazdığım yazılara geriye dönüp bakarken farkettim. Örneğin bir filmin bilgilerini özetini ve indirme linkini paylaştım diyelim. Bu benim blogumun film indirme sitesi olduğunu göstermez. O gün o filmi izlemişim ve takipçilerime de tavsiye etmişim demektir. -Siz başarılı bir blog yazarısınız. Sizce insanlar neden blog yazmalılar ? Her blog yazarının kendine göre nedenleri vardır. Para, şöhret, hobi, can sıkıntısı, iş. Şöyle diyebilirim: "Yeter ki yazın.". En fazla 3 ay beklersiniz. Eninde sonunda kalıcı bir okur kitlesi kazanırsınız. Ben yazdıkça kendimi rahatlamış hissediyorum. Herkes farklı duygular yaşayabilir blog yazdığında. Biraz da merak meselesidir aslında. -Başarılı bir blog yazarı olmak için, blog yazarlarına önerileriniz nelerdir ? 1. kural çalmadan çırpmadan kendi emeğinizle yazmanız. Tamam onu bıraktım diyelim. En azından kopyala yapıştır yapacağınız yazıyı okuyup özetini çıkarıp kendi yorumunuzu katarak yazsanız bile yeter. Hem o konu hakkında düşüncelerinizi paylaşmış olursunuz. Hem de edebi kişiliğinizi ortaya çıkar. Sayfa 48 | BLOGUM


2. kural görsellik. Bana sorarsanız bir yazı da tek bir resim bile yoksa o yazıyı okumaktan usanırım. Çünkü bilgisayarda yazı okumak bazı insanların gözlerini yorar. Bu nedenle arada bir yazıdaki resme bakma ihtiyacı duyarlar. Temanız da, ziyaretçinizin rahat rahat dolaşmasına elverişli olmalıdır ki ziyaretçiniz sitenizi beğensin. 3. kural isteğe bağlı denebilir. SEO ayarları. Eğer blogunuzda normal bir günlük tutuyorsanız veya yazdığınız hikaye veya şiirleri paylaşıyorsanız SEO ayarlarına pek de ihtiyaç yok diye düşünüyorum. -Sizce blog yazarak para kazanılabilir mi ? Bu konudaki önerileriniz nelerdir ? Blog yazarlarının bir kısmı blogu açtığı gibi para kazanmak ister. Aksine durum böyle değildir. Bir blogunuz var ise yazılarınızın özgün olması lazım. Gerekli SEO ayarlarının yapılmış olması gerek. Ve en önemlisi ise zaman. Bütün bunları yaptıktan sonra size teklifler bir bir gelecektir. Kendi çapınızda bir blogunuz varsa aylık 500-1000 TL arası bir gelir beklemeyin derim. Benim blogdaki gelirler bana ancak cep harçlığı oluyor. Onları da harcamıyorum zaten benim için değeri büyük. Aslında fazla para harcamayı sevmem. Biriktirmeye bayılırım. Fazla tutumluyumdur biraz. -Hiç kuşku yok ki bloglarda tasarımın önemi büyük. Sizce insanlar blog tasarımlarında nelere dikkat etmeliler ? Empati kurmak bu konuda çok yardımcı olabilir. Veya bir yakınınızdan blogunuza girip eksik yönleri söylemesini isteyebilirsiniz. O da olması ziyaretçilerinize anket sunar fikirlerini alırsınız. Çünkü tasarım en zor iştir ve özneldir. Siz tasarımınızı yapın. Her tasarım kendi çapında beğeni alır. Gözü yormasın, reklamlardan arınmış olsun, ziyaretçiniz siteye giremeden çıkmasın yeter. -Bazı sitelere girdiğimde google reklamlarında blogunuzun reklamlarını görüyorum.Google'a reklam vermenin avantajları nelerdir, önerir misiniz ? Tekliflerin ardı arkası kesilmez. Reklam almaya başlarsınız. Beraber iş ortaklığı teklifleri alırsınız. Bunun yanında Google reklamlarında o kadar çok kişisel blog reklamı yok diye düşünüyorum. İnsanlar böyle bir banner görünce ilgisini çekiyor ve tıklıyorlar. Neymiş diye bu kişi kimmiş diye araştırıyorlar. Bunun yanında sosyal medyada hayranlarınızda da artış gözleniyor. Reklamı verirken belirlediğiniz günlük bütçede işin içinde tabii ki. Adsenseye 16 kere başvurumdan sonra Adsenseyi bırakmıştım. Sanırım bu yüzden Google bana kupon yolladı. Yada Adwords hesaplarından dolayı da olabilir. Tam emin değilim ama sonuçta iki adet kupon geldi. Bir de bir forumdan bir kupon aldım. Hepsini kullanıma açtım. Ziyaretçilerin artmasının yanında kalıcı ziyaretçiler de artış gösterdi. Bunun yanında e-bülten aboneleri de. -Peki sizce blog yazarları bloglarına reklam alırken nelere dikkat etmeliler ? Aldıkları reklam bloglarıyla uyumlu olmalı. Bunu söylememe gerek bile yok aslında. Çünkü bir sağlık sitesinde Web Dilleri hakkında yazan bir blogun reklamı hiç de ilgi çekici olmaz. Tasarımla da alakalı bir bağlantısı var reklamın. Reklamı ziyaretçinin gözüne sokmamak gerekir. Bir sayfada da 3den fazla reklamın olmaması gerekir diye düşünüyorum. -Son olarak,insanlar neden sizin blogunuzu takip etmeliler ? Güncel konular hakkında farklı görüşleri merak ediyorsanız, benim anlatım tarzım hoşunuza gittiyse, paylaştığım konular ilginizi çekiyorsa sağ kısımdaki e-bülten'e email adresinizi girmekte gecikmeyin. -Bu güzel röportaj için teşekkür ederim.Keyifliydi. Aynı düşüncedeyim. Bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Furkan Özden'in blogu : furkanozden.blogspot.com

Sayfa 49 | BLOGUM


BLOG RÖPORTAJ CEMRE KOZAN RÖPORTAJI

Cemre Kozan ile yaptığımız güzel röportaj sizlerle, -Merhaba, ilk önce kısaca sizi tanıyabilir miyiz? 16 Nisan 1990 İzmir doğumluyum. Ailesine ve evine bağlı, yazmayı – dinlemeyi seven, doğa aşığı biriyim. Liseden sonraki 2 yıl hem özel sektörde çalıştım hem de açık öğretim fakültesinde Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü okudum. Fakat 12 Ekim 2010 Salı günü hayatıma giren yavru bir Golden Retriever ile hayatım değişti. Şu an Veterinerlik bölümü için 2012 YGS sınav sonucumu bekliyorum. Aynı zamanda Aydın ilinde sokak ve barınak hayvanlarını koruma adına gönüllü olarak bir dernekte çalışıyorum. -Bilmeyenler için blogunuzun içeriğinden bahseder misiniz? Blog sayfamı oluşturmadan önce çok düşündüm. Köpekler hakkında bir çok yerde doğrusuyla yanlışıyla fazlaca bilgi var. Köpeklerim pardon ben köpek diyemiyorum =) çocuklarım; Kont ve Likya ile ilgili yaşadığım tecrübelerden yola çıkarak köpekler hakkındaki tüm bilgileri ve kişisel anılarımızı toparlamak istedim. Tüm köpek ırkları için faydalı olabilecek bilgileri henüz çok yeni olmakla birlikte hayvan severlere sunuyorum / sunacağım. -Blogunuzun isminden de anlayacağımız gibi Kont ve Likya isimli iki köpeğiniz var. Peki Kont ve Likya' nın sizinle tanışması nasıl oldu? Bir hikayeniz var mı? Köpeklerden korkarak geçirdiğim çocukluğuma rağmen köpekleri çok seven bir babam var. Babacığımın 22 yıllık ısrarlarına dayanamayan anneciğim pes eder. Ve sonradan gerçeklerini öğrendiğim petshopların birinden Kont’u alırız. Kont ile köpeklere alışan ben ve kardeşim öylesine bağlanırız ki yılların acısını çıkartırcasına Kont’un doğum gününde bir eğitim ve üretim çiftliğinden kızımız Likya’ yı almaya karar veririz. Her gün “ İyi ki de varlar.” diyorum. -Blogunuzda Kont ve Likya ile yaşadığınız tecrübeleri hayvan sahipleri ile paylaşıyorsunuz. Peki Kont ya da Likya ile yaşadığınız en acı ve en tatlı tecrübenizi paylaşır mısınız ? En acı tecrübem; Kont ile bir çok rahatsızlık yaşadık. Petshoptan aldığımız için aşıları eksikti ve Parvo Virüs (Kanlı İshal) hastalığına yakalanmıştı. Onu 3 gün boyunca kucağımda veteriner kliniğe götürmek çok üzücüydü. Biliyorsunuz ki Parvo Virüs ölümcül bir hastalıktır. Kurtarılma oranı düşüktür. Bu endişe ile onu her gün serum için doktora götürmek bana çok acı vermişti. Neyse ki kurtuldu. Bir cana bir dosta böylesine bağlıyken kaybetmeye böyle yaklaşmak kötü bir tecrübe… En tatlı tecrübem; Açıkcası Kont ve Likya beni her an mutlu edebilme potansiyeline sahip onlarla geçirdiğim her an güzel. Aslında köpeklerle, hayvanlarla, doğayla geçirilen her an çok güzel… Sayfa 50 | BLOGUM


Ancak beni en çok gururlandırdıkları an katıldığımız yarışmalarda aldıkları güzel dereceler, başarılar ve geleceğimiz olan çocuklara hayvan sevgisi aşılamak adına dernek olarak gittiğimiz seminerlerde çocuklarla olan pozitif iletişimleri oluyor. Çocukların temas ettiği an değişen dünyaları içlerindeki saf hayvan sevgisini görmek çok huzur verici. =) -Blogunuza bakınca sevginin sadece insanlara karşı hissedilen bir duygu olmadığını anlıyorum. Belli ki sizde benim gibi hayvan seversiniz. Sizce kişilere hayvan sevgisi neler kazandırıyor? Kesinlikle öyle. Sevgi özellikle hayvanlara ve doğaya duyulan sevgi bence iç huzurun gizli anahtarıdır. Hep derler: “ Hayvanları sevmeyen insanları sevemez.” Diye. Çok doğru hayvan sevgisi çocukluktan başlayan bir sevgi olabildiği gibi benim gibi üstü kalın bir örtüyle de örtülmüş olabilir. Önemli olan bu sevgiyi bir gün bir yerde ortaya çıkartıp yaşayabilmektir. Her şey bir yana sevmiyorsak bile saygı duyabilmek önemlidir. Hayvan sevgisine sahipseniz doğayı koruyan, merhametli ve vicdanlı, evinizde artan yemek ile bir kap suyu sokaktaki kediden köpekten esirgemeyen sorumlu bir bireysiniz demektir.

-Şöyle bir bakınca zamanınızın çoğunu Kont ve Likya'ya ayırıyorsunuz. Bu durumun size, yaşamınızda kaybettirdikleri var mı? Doğru bir tespit =) Neredeyse tüm vaktim onlarla geçiyor elbette derslerime ve kendime vakit ayırıyorum ama dediğiniz gibi genel olarak Kont ve Likya ile birlikteyim. Ancak ben onlarla öyle mutluyum ki bana göre kaybetmek yerine kazandığım pek çok şey var. Yaşıtlarım gibi gezemiyorum belki ama hayata bakış açım değişti, bambaşka bir sosyallik kazandım. Gerçek dostluğun ne olduğunu, iki köpeğim olduğu için aralarındaki (insanlarda bulunmayan) saygıyı, sevgiyi ve ilgiyi öğreniyorum. İkisi de benim hayatıma sayısız güzellikler kattılar. Üstelik köpek diyip geçmemeli. Kont ve Likya bana geldiklerinde 2 aylık yaştalardı. Bakımları sanıldığı kadar kolay değil. Ciddi emek gerektiriyorlar, bilirsiniz. =) -Kont ve Likya'nın bir blogu var. Kont ve Likya' nın bir Facebook sayfası da var.Peki sizi Kont ve Likya kitap yazmaya teşvik ediyor mu? Hayatım hayvanlarla özellikle köpeklerle o kadar dolu ki, bir çok koldan insanları bilinçlendirmek için çırpınıyorum. Golden Retriever ırkından yola çıkarak ırklar hakkında, soköler (sokak köpekleri) hakkında halkı bilinçlendirmek onlarla yaşamayı kabullenebilmek adına şimdilik kitap olmasa da kısa kısa pratik bilgiler içeren bir el kitabı projem var. -Bildiğiniz gibi bizimde minik bir Golden Retriever kızımız var. Sizi biz de takip ediyoruz. Blogunuz sayesinde yapmamız gereken yeni şeyler öğreniyoruz. Yazmaya devam edin, takipteyiz. Güzel cevaplarınız için teşekkür ederim. Kont ve Likya' ya sizinle birlikte uzun, sağlıklı, mutlu yaşam dilerim. Çok teşekkür ediyorum. Köpek yetiştirmek sanattır. Doğru yöntemlerle yetiştirilmiş bir köpek ile gerçek bir dostluk yaşanabilir. Umarım siz de kızınız Şiva ile çok keyifli bir ömür geçirirsiniz. Kont ve Likya bu güzel röportaj için sizlere pati sallıyorlar... Cemre Kozan'ın blogu : kontlikya.blogspot.com

Sayfa 51 | BLOGUM


BLOGUM


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.