Çay Dergi / Ocak Sayısı

Page 1

ÇAY DERGİ ONLİNE EDEBİYAT DERGİSİ

"O Gemi Bir Gün Gelecek..."

1.SAYI OCAK 2017


Yazarlar Ahmet Güler Araf Yansıma Burak Muhammed Öner Deniz Silahcı Fatih Çınaroğlu Ferdi Uzun Fuat Cengiz Onayman Hasancan Yıldırım Merve Gökbüke Büyükkeskin Mete Karagöl Muhammed Atakur Murat Çandır Mustafa Motuğan Onur Çalhan Tilki Hanım Tolga Gökçen Tuğba Cebe Varol Mengüverdi Yaren Oktay Yiğit Kerim Arslan


İÇİNDEKİLER 3

AFŞAR TİMUÇİN 2015 Yılı Şiir Bildirisi

METE KARAGÖL Ölülere yazılan mektuplar, edebi türler içersin de mektup olarak mı değerlendirilir, sohbet yazısı olarak mı değerlendirilir?

AHMET GÜLER Son gecem bu gece, bu gece son benim karanlıklarda gizli, özgürlüğüm benim

HASAN YILDIRIM Hayat, bir martının simidi kapıp uzaklaşması kadar kısa. Nefes alıp verirken bile yaşayacaksın. Bile

12 FATİH ÇINAROĞLU SANA SENDEN OLANA

36

TİLKİ HANIM TARLA SOKAK / BÖLÜM 2


2015 YILI DÜNYA ŞİİR GÜNÜ BİLDİRİSİ Şiirin ölüm kalım savaşı verdiği bir dünyada yaşıyoruz. Gerici güçler gerçek bilimi gerçek felsefeyi gerçek sanatı boğma yolunda bütün çabalarını ortaya koyarken ince bilge kırılgan şiir gökdelenlerin siyasetlerin çıkarların markaların adaletsizliklerin tankların altında eziliyor. Bir kazanma hırsıyla dünyaya ele geçiren sermaye herkese ileri teknoloji ürünleri pazarlarken şiiri de bütün gerçek değerlerle birlikte yok etmek istiyor. İletişim araçlarının yetkinliğine karşın yanlış bilinç üretmeyi görev bilenler yüzyılların getirdiği değerleri geçersiz kılmaya, parayı tanrı sayan bir uydurma değerler dizgesini yaşama geçirmeye çalışıyor. Evrensel cahillik her gün biraz daha yaygınlaşıyor kurumlaşıyor kökleşiyor saldırganlaşıyor. Hiçbir değer tanımama konusunda kararlı görünen dünya sermaye güçleri bu amaçlarını gerçekleştirme yolunda adım adım ilerlerken demokrat görünen demokrasi düşmanlarından, ahlak değerlerini her şeyin üstünde tutar görünen ahlak düşkünlerinden, devrimciliği kimseye bırakmayan kurulu düzen yardakçılarından alabildiğine destek görüyor. "

3


Bu yüzden şiire bugün daha çok gereksinimimiz var. Kurtuluşun yalan yanlış tasarılarda, köksüz temelsiz düşlerde, ikiyüzlü ya da çok yüzlü ilişkilerde, basit ve bayağı siyasetlerde olmadığını, güçlünün eline bakmanın onursuzluk olduğunu bilenler dünyanın ancak şiirle, şiiri yaratanlarla ve şiiri özümleyenlerle kurtulabileceğini de biliyor. Şiir bize daha da insan olma yolunda neler yapmamız gerektiğinin öngörüsünü sağlıyor. Şiir bize kim olduğumuzu, insan için ne yapmamız gerektiğini, insana adanmanın nasıl bir şey olduğunu öğretiyor. Şiir kimseyi öldürmüyor, kendi için bir şeyler elde etmek istemiyor, insanlığı üçe dörde beşe bölmeyi düşünmüyor, insana güzelin yüceliğini duyururken aç yatan çocuklar için işsiz babalar için acılı anneler için daha doğru bir dünya kurmaya çalışıyor. Şiir insan olmanın ve insana adanmanın bilincidir. Şiir ışıktır umuttur savaştır inanıştır arayıştır. Şiir ün değildir unvan değildir zenginlik değildir, bir köşeyi tutmak bir yeri ele geçirmek ve orada cahilliğin ve çıkarcılığın saltanatını kurmak değildir. Kendilerini şiire adayanlar, yüce duyguların gerçek savaşçıları, gelin hep birlikte dünyayı şiirle kurtaralım, çünkü bugünkü koşullarda şiirden başka hiçbir şey bize aydınlıkların yolunu açacak gibi görünmüyor." AFŞAR TİMUÇİN

4


Gece Gelenin Türküsü Hangi saatte durur şiir Hangi saatte başlar Horozlar hangi saatte öter Hangi saatte yıkanır ışıkla Gecenin çamuruna batanlar. Böyle sen mi geldin sabaha karşı Alkol tütün ve yalnızlık içinde Böyle sen mi geldin sessiz Çocukların doğmasından, günün ışımasından Kavgada insanların ölmesinden korkarak Böyle sen mi geldin kaça kaça. Kaygılar hangi saatte başlar Hangi saatte yenik düşer Gecenin bitimi doğan güne Ve neden güne başlıyor gibi Bazen çok sevdiklerimiz bile Yeniden geceye başlarlar. Hangi saatte susar şiir Hangi saatte yazar ölümün yazgısını. AFŞAR TİMUÇİN

5


Mete Karagöl-Ben Sen Daha

Ölülere yazılan mektuplar, edebi türler içerisinde mektup olarak mı değerlendirilir, sohbet yazısı olarak mı değerlendirilir?

Çocuktum. Herkes gibi. Ben de bir zamanlar çocuktum. Hafta içi derslerden kafasını kaldırmayan; beş günde üç öykü kitabı bitiren, hafta sonları ise Sami ile o sokak senin bu sokak benim bisikletlerimizi sonsuz özgürlüğe pedal çeviren çocuk. Kırmızı ışıkta duran torosların, tofaşların arasından geçer, bilmediğimiz bahçelerden elma çalar (göz hakkı beştir o yaşta, altıncıyı alan hırsızdır) akşam eve geldiğimizde bisikletlerimizi kilitleyip karışık kızartmayı yoğurtla birlikte yufkanın arasına dürüp tekrar dışarı çıkardık. Yatsıdan dönen dedemin eline sarılır; dondurma parası alırdım.

Sami de nasiplenirdi. Yarın kadrolar kurulur, dün hayat yoldaşım olan Sami oynuyorsa ben oynamazdım. Böyle de çirkef bir çocuktum aynı zamanda. Beni daha sonra oynanan oyunlara da davet etmedikleri için akşama kadar Bugs Bunny izlerdim tüplü televizyonumuzda. Akşam olunca Sami babasının yeni aldığı atariyi oynamak için çağırır, bir saat oynadıktan sonra Gülsüm teyze ‘yeter, hadi eve’ derdi. Pazar banyosunu yapar, saat on olunca uyurdum.

6


Günlerin böyle güzel geçeceğini tahmin etmiştim. Babam sabah işe diye çıktığı evden tabutuyla gelene dek. Artık Serkan Gezgin diye biri yoktu hayatta. Ölmüştü babam. On yaşındaydım. Halam o gece kucağına alıp ‘ağbim kokulu’ diyerek gözyaşlarını dökmüş, amcam ‘kardeşimin emaneti’ diyerek bayılmış, zavallı babaannem evladının acısına dayanamayıp olduğu yerde ölmüştü. Sen güzel annem; on altında kaçtığın beş evlat verdiğin kocana adamakıllı doyamamış, küçük kardeşimi; henüz bir yaşındaki kardeşimi kucaklayıp ‘Serkan’ın yanına gideceğim, o gecikmezdi eve. Çıkıp arayalım.’ deyip insanların yüreklerini daha da yakmıştın. Unutmuyorum o günü hiç. Üç gün amcam, iki gün dayım alakadar olmuş sonra o evde biz bize kalmıştık. Faruk ağbim evden böyle bir acıyla çıktı. Eve ekmek gelmesi gerekiyordu. Artık babamız oydu. Üniversite harç param denkleşmeyince sırtındaki iki ceketten daha az giyilmiş olanı satıp üç kuruş parayı avcuma saymış, kalan parayı da ‘ileride evlenirsem düğün masraflarını karşılarım’ diye köşeye attığı beş kuruş paradan tamamlamış, “Sen okuyacaksın oğlum.” diyerek üniversiteye kaydettirmişti ağbim. Senden uzak geçen her bir gün benim için azaptı annem. Senin kollarının altından hiç ayrılmamıştım. Bu denli uzaklık benim için tarif edilmesi güç bir acıydı. Bir süre derslere devam etmedim. Devamsızlık dert edilmiyordu. Sekiz kişi kaldığımız iki artı birlik bodrum katındaki dairede ağlamak için yalnız kalmayı bekliyordum. Her yalnızlık yeni bir kalabalıkla geliyordu. Bir türlü adamakıllı yalnız kalamıyordum. Aldım anahtarı çıktım dışarıya, arka sokaklar genelde tenha olurdu, hem yürüdüm hem ağladım. Ben seni özlüyordum, seni istiyordum anne. İnsanız, bir süre sonra buna da alıştık. Dönem sonu sınavlarının ardından çıkıp geldim hemen yanına. Öyle böyle dört yıl daha geçti. Aradan geçen dört yılda çok şey değişmişti. İstanbul’da iyi bir işte çalışıyordum. Yanına gelmek için zamanım olmuyordu. Okul bitince beni Almanya’ya göndereceklerdi. Senin kırışmış yüzünü gözlerinden akan yaşlar ıslatırken havalimanına gelmiş beni uğurlamıştın. Yanındaki Faruk ağbim babam olsaydı bu kadar sevinebilirdi. Kendi hiç evlenmemişti. Zamanı olmamıştı. Kendini bize adamıştı. Onun evlatları bizdik. Her kardeş yapmaz bunu. Seni alıp eve dönerken yolda geçirdiğiniz kazada öldüğünde otuz beş yaşındaydı. Senin kolun kırılmıştı. Ben Almanya hükümetinin bazı kurallarından ötürü altı ay gecikmeli gelebilmiştim. Faruk ağbim babamın üç mezar yanında yatıyordu. Beni okutabilmek için ceketini satmış güzel ağbim; üniversitede katıldığım topluluk tarafından beynim yıkanıp dinden çıkarılmasaydım bir dua okurdum sana. Almanya’da sana sık sık mektup yazıyordum. O zamanlar telefonla görüşmek imkansızdı. Hem çok yazıyordu. İki sene sonra, bir hafta geldiğim ziyarette iki ay önce evlendiğim Ailna’yı beğenmemiş ve anlaşamayacağımızı ileri sürmüştün. Nitekim döndükten iki hafta sonra ayrılmıştık. Nafaka derdim olmadığı için sevinmiştin benim güzel annem. Üç yıl sonra ziyaretine gelmiştim. Artık hasretine alışmıştım. Türkiye’de olduğum günler benim için sıkıcı geçiyordu. Faruk ağbim ve babama iyi birer mezarlık yaptırmıştık o yaz; sana da güzel bir yer almıştık kocanın yanından. Kardeşim lisenin ilk sınıfında tekrar yaptığı için uzun uzun kızmış; evi terk etmesine sebep olmuştum. Bana belli etmesen de artık gelmemi istemiyor gibiydin. Seni götürmek için başvuru yaptığımızda konsolosluğa; kabul edilmesine rağmen sen vazgeçirmiştin ya, oradan anladım. Bir beş sene daha gelmedim. Altıncıda da gelmeyecektim ama senin cenazen sebep oldu. Seni yaşlanırken görememek ne demekti? Kokunu duyamamak… O sene uzun izin alıp gelmiştim. Kardeşimi evlendirdik kırkın çıkınca. Mustafa ağbim ve Meryem ablam senin evinde kalmama müsaade etmedikleri için pansiyonda kaldım. Sana da sağlam bir mezar taşı yaptırdık. Mezarlık için erken dediler. Tüm birikintimle kardeşime sanayiden bir iş açmış, içine makineler almıştık. Bana borçlu olduğunu söylediğinde ise uzun uzun azarlamıştım. Faruk ağbim mi olmuştum ne? Beni havalimanına geçirdi kardeşlerim. Dönüşte Mustafa ağbim ve Meryem ablam kazada öldüler. Kardeşim ise ufak bir sıyrıkla kurtuldu. Onların cenazelerine gelmedim. Mezarları nerede hiç bilgi almadım.

7


Bugün aramızdan ayrılışının onuncu yılı annem. Kardeşim, kardeşimin eşi ve yeğenim kabrini ziyarete geldik. Mezarına on yıl sonra çok uzaklardan gelip bir çiçek koyup bir kova su döküyorum diye; dua okumuyorum diye kızma. Biliyorsun üniversitedeki topluluktan sonra dinden çıkmıştım. Bir daha dönemem. Bir ara bizi terk edip dağınık bir aile (kimimiz yeraltında, kimimiz yer üstünde) olmamızın suçlusu babamı, yanından kaldırıp başka yere yatırmak geldi ya içimden; babamı hiç hatırlamayan kardeşimin hüznüne saygılı davranıp yapmadım. Bize küçükken öğrettiğin gibi mi gerçekten anne? Ölüler… Sen şimdi ölüsün ya benim güzel, canım annem, bizi yukarılardan bir yerlerden izliyor musun? İzliyorsan eğer yeryüzündeki kendi dertlerini bile göremeyen tanrı kulları gibi fiziksel mi görüyorsun? İçimizde kopan fırtınaları, dertler karşısında eriyişimizi, kafamızdaki saçın aksine kararan ciğerlerimizi görebiliyor musun? Faruk ağbim yanındaysa selam söyle. Çok özledim onu. Seni de. Babamı da. Babaannemi de. Diğer kardeşlerimi de. Atatürk’ü de… Beni Almanya’ya gitmek için uçağa bindirmeye geldi kardeşim ve ailesi. Uçaktayım şimdi. Biliyorsun yazmaya başladığım ilk andan itibaren yazıyorum. Şimdi de yeğenimin defterinden koparttığım, bir annenin evladına duyduğu sevgi kadar temiz olan üç kağıda bu mektubu yazıyorum. Eline ulaşmayacak bir mektuba ‘nasılsın, iyi misin’ yazılmaz herhâlde? Ya anne. Sen de ilkokul beşe kadar okumuşsun. Bilirsin. Ölülere yazılan mektuplar, edebi türler içerisinde mektup olarak mı değerlendirilir, sohbet yazısı olarak mı değerlendirilir? Neyse boş verelim bu boş edebiyat laflarını. Seni Seven Oğlun. ***

Almanya’dayım anne. Dün geldim. Ama acı haber şimdi geldi. Benim uçağım kalktıktan sonra eve dönmek üzere yola çıkan kardeşim ve ailesi kaza yapmışlar. Kardeşim ve karısı ölmüş. Yeğenimi yanıma alacağım. Oğlun.

8


BURAK MUHAMMED ÖNER "SEVGİ FIRÇASI"

Bir resim çiziyorum gecenin karanlığında Dünyanın her türlü rengini kullanıyorum Sonra barış fırçasını sürüyorum kağıda Sürüyorum ama olmuyor Her sürdüğümde gözyaşı dökülüyor fırçama. Yılmadan deniyorum büyük bir ümitle Denedikçe yıpranıyor kağıdım Bu sefer kardeşlik fırçasını alıyorum elime Sürüyorum ama olmuyor Her sürdüğümde kan damlaları dökülüyor fırçama. Son olarak umut fırçası kaldı masamda Önce denemek istemiyorum Yine aynı sondan korkuyorum aslında. Sonra alıyorum elime fırçayı, kağıda götürüyorum Yarı yolda kırılıyor fırça. Oturup kalıyorum resmin başında Öylece kalakalıyorum O anda bir çocuk geliyor yanıma, elinde sevgi fırçasıyla Fırçayı kağıda bir değdiriyor ki Görmeliydiniz sevginin gücünü! İşte o anda diyorum ki Böyle bir güç varken elimizde, Neden ihtiyaç duyuyoruz ki paraya, madene? Oysa sevgi bedavaydı ve hiç bitmiyordu şarjı...

9


DİRİLİŞ MUHAMMED ATAKUR

"ELBET BİR GÜN BULUŞACAĞIZ, BU BÖYLE YARIM KALMAYACAK."

Günün ilk ışığı yüzüne vurunca uyandı. Yeniden uyanabildiği için kendine küfretti. Yüzünü yıkayınca o bir türlü sevemediği yüzle tekrar karşı karşıya geldi. Kendine nefretle baktı. Çekyatın üstüne oturdu ki, ondan bile nefret ediyordu; çünkü yıllardır onu kullanmasına rağmen hâlâ ne olduğuna kanaat getirememişti. Yatak mı? Koltuk mu? İki yüzlüydü işte insanlar gibi, gündüz başka gece başkaydı. Radyoyu açtı. Cızırtıdan başka bir ses yoktu. Küçük kara kutuya sinirlendi ve onu odanın bir köşesine fırlattı. Susadığını hissetti. Önünde duran akşamdan kalma tadı kaçmış bayat çayı kafasına dikti ve bardağı da fırlattı. Bardak, paramparça olmuştu.

Farkındaydı, tıpkı çayı gibi hayatının da tadı kaçmıştı. Bıkmıştı, sıkılmıştı, yorulmuştu ve artık tükenmişti. Yolun sonu gelmişti. Ayağa kalktı, tavana bir ip bağladı. İpin hemen altına iskemleyi yerleştirdi. Kafasını ipe geçirdi. Gözünü kapattı, artık kurtulduğu için tebessüm etti ve iskemleyi usulca geriye itti. Boşluktaydı, nefesi yavaş yavaş kesiliyordu. Evet artık bitiyordu, bu dünyadan gidiyordu. Bilincinin kapanmasına kısa bir süre kala bir cızırtı geldi kulağına çok uzaklardan, odanın bir köşesine fırlattığı küçük kara radyodan ve ardından o sözler: "Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak."

10


Gözünü açtı. Bu dünyadan gitmesi için sadece birkaç saniye daha öyle durması gerekliyken o durmadı, duramadı. Çünkü yaşamalıydı. Yeniden denemeliydi. Daha güzel yenilgileri olmalıydı. Evet, belki de sırf daha güzel yenilgileri olması için yaşamalıydı. En önemlisi de tam uçurumun kenarındayken içinde yeşermiş olan umut için yaşamalıydı. Ellerini, boğazını saran ipe götürdü ve yaşamak için çabalamaya başladı. O çabaladıkça ip onu daha çok sıkıyordu. Tıpkı elinden oyuncağı alınmaya çalışılan bir çocuk gibi ısrarla daha çok sarıyordu boğazını. Direniyordu lâkin başaramıyordu; kendi bağladığı ip ona ihanet ediyordu. Hayata dönmesine izin vermiyordu. Yaşama dönmek istiyordu ama yapamıyordu. O an kendi bağladığı ipin onu bırakmayacağını ve hayata dönemeyeceğini anladı. İçinde yeni yeşermiş umut, kulağında çalan müzik, gözünden gelen iki damla yaş ile kendini bıraktı.Tam vazgeçmişken, ruhu bedeninden çekilirken ip koptu ve yere düştü. Kafasını ipe geçirdikten yaklaşık bir buçuk dakika sonra sırtüstü yerdeydi. Hayat ona ikinci şansı vermişti. Yaşadığı şaşkınlıkla düştüğü yerde kalakalmış, ipin koptuğu yere bakıyordu. Hayatın ona ikinci bir şansı tanıdığı tavana bakıyordu. Yüzünde tebessüm, kafasında ise onu hayata döndüren şu sözler vardı: ELBET BİR GÜN BULUŞACAĞIZ, BU BÖYLE YARIM KALMAYACAK."

"

Derinleşen Akşamlar Bir sigara yaktım, durup düşündüm Neyim var, neyim yok döküverdim önüme Yeniden gözden geçirdim kendimi Kendime yabancı düştüm gene Nasıl da sert davranmıştım kendime Şimdi daha iyi anlıyorum Ben sokakların kural bilmez çocuğu Bir başkası olabilir miydim hiç Kendi yerime Biraz da anılarla oyalansam Yaşanmış ve bitirilmiş olanı Nedense bir türlü sevemiyorum Yeniden yaşamayı düşünmüyorum En güzel sevinçlerimi bile Her zaman kendime dar geliyorum Ne zaman derinlerime dönsem Yeni bir sayfa açılıyor önüme Ne zaman yeni bir şeyleri özlesem Neden bilmem Kaskatı bir karanlık yerleşiyor içime. AFŞAR TİMUÇİN

11


FATİH ÇINAROĞLU "SANA SENDEN OLANA"

Bilsen, Ne militan bir başkaldırıştır, saçının teline değende yüreğim. Alnımda hançer yarası gibi durur sözlerin Sonra, öyle hoyrat bakmışımdır gözlerine ki, Bir ihtilal sonrası mahpusluğudur bileklerimde sevdan Hangi urganlara çekilmiştir de yüreğim, Hiçbir meydan korkutmamıştır öfkemi Her vuruşmam, yeni bir dirilişidir yiğit yüreğimin Sonra, sen düşersin aklımın sanıklı eylül umutlarına Öylece düşer omuzlarım, Düşer civan mertliğim, Düşer kahrolası cesaretim Ve, “Sana öyle yanmak var ya…” diye sıraladığımda sözcükleri, Her biri bir kurşun olur, yıkar beni uluorta kaldırımlara Sevda, ağır bir kurşundur şimdi sırtımda!.. Senin her bakışın, Bağrında bir kardelen bitirir bu toprakların. Sana bir de öyle yılgın, Öyle mahzun, öyle çilekeş, Öyle yağmur sonrası, öyle kırılgan, Öyle mahcup bir Ferhat hüznüyle baktığımda, Alev yağar saçlarımın diplerine gözlerinden Ölümü bekler şimdi sana yazılmış her mısram Bütün kelimeler yoksul, bütün cümleler kesik şimdi sana akarken Ve şimdi, Ellerine sürgün edilmiştir yüreğim İşte, öyle korkaktır sana yazılmış şiirlerim Sesine değerken, işte ondan titrer nefesim Bu yüzdendir öyle yanık duruşum karşında Öyle acımtırak, öyle ürkek susuşum...

12


Murat Çandır Fikirler Hayallerden Gelir

Ve ek olarak; ölüm en büyük deliliktir, adamakıllı yaşayamayana!

Bence her şeyin başı bilgidir. Filozofları filan pek bilmem, çok kitap okumuşluğum da yoktur. Hayal ederim ben; ne öğrendiysem, ne hissettiysem hep bu hayallerim sayesinde olmuştur; bilgilerimse hayal dünyamın en harika meyveleridir.

Sizin hayal dünyanız var mı? Yani bir dizi takip ettiğiniz gibi dışarıdan bir göz olarak izlediğiniz ya da sizden ayrı yaşayan, sizin içinizde başka bir ruhunuz olduğunu hissettiğiniz oluyor mu? Aslında bu bir hastalıkmış; yani psikolojideki multipal personality, bizdeki adı diğer bütün psikolojik rahatsızlıklarınki gibi: delilik!

13


Bazen binersin minibüse -ki yol uzun sürecekse daha iyidir- kulaklığını takarsın (kulaklığın anlamı; beni rahatsız etmeyin demektir esasında) hayal etmeye başlarsın. Hangi şarkının çaldığının farkında bile olmadığın o an var ya, işte o anı uzun uzadıya yaşamak lazımdır. Çünkü seni bu korkunç fani âlemden alıp acılarının bile bir değerinin olduğu, onun güzel yavru cennetine bırakıverir seni. Orada en can yakan acılar bile tatlıdır. Çünkü acı, insanın kendisindense tatlıdır. Canımızı en çok yakan acılarımız hep bizim dışımızda, bize emrivaki yapılanlardır. İşte o yavru cennete gidince uzun uzun gezmek, tanımak ve en önemlisi anlamak istersin o güzel yeri. Ancak dikkat etmelisin, orası çok katlı bir apartman gibidir; gittiğin yer, apartmanın en lüks ve üst katıdır. Her indiğin kat aslında cehennemine götürür seni. Orada dostların var, orada seni gerçekten üzenler var ve daha kötüsü orada sana dost görünen hainler var. Emin olmalısın ki dostlarının gerçek yüzlerini görmek istemezsin; hele, daha da seni yaralayacak olan en güvendiklerin dost görünen hainler, onları orada gördükten sonra yaşamak istemeyebilirsin. Sana tavsiyem; kolay olanı yapmalısın, apartmanın en üst katında lüks içinde yaşayarak ölümü beklemelisin. Ölümü beklerken orada öğreneceğin çok şey, okuyacağın bir sürü kitap ve tanışacağın harika insanlar olacak. Hissettiğin her duyguya önem ver çünkü onlar senin gerçeklerin. Ve orada yaşamaya alıştıkça o andan çıkmak istemeyeceksin, ta ki ineceğin durağın adını bağıran kaptanın sesiyle ölünceye kadar... Ve ek olarak; ölüm en büyük deliliktir, adamakıllı yaşayamayana!

BİR SERÜVEN TANIMI Hiç bir zaman yenilmedi geceye Sevincim de, inancım da Doğru diye bildiğim güzellikler Hiç bir gün kendinden uzak bir şeye değişmedi. Hiç bir gün yolda koymadı beni Güvencim ve direncim... Düşerim sandılar, dönüp baktılar Gülerek geçip gittim. Evet, ben tek başımaydım Onlarsa çok yalnızdılar! AFŞAR TİMUÇİN

14


ONUR ÇALHAN "SADRI ALIŞIK VE FİGEN"

Sus bu başka bir şey Figen... Sadri Alışık filmlerinden gaza gelmiş yazıyorum sana, Kendisi de ayna ile konuşurdu. İyi adamdı be Figen, Sen severdin onun filmlerini Tam bilmiyorum, öyle hatırlıyorum. Ben seni de çok tanıyamadım Figen, Sadri Alışık seviyor musun? Bilmem. Şiirlerimi okur musun? Bilmem. Çay içer misin, onu dahi bilmem. Çay içmeyen Figen mi olur? Sadri Alışık filmi ile iyi gider çay, Bir de bayat çerez. Yalnızlığı iyi anlatır abim, Demiş miydim, o da ayna ile konuşurdu. Şizofren değilim ben Figen, Sadece gaza gelmişim yazıyorum. Biliyor musun bilmem, bugün Sadri abime seni anlattım " Sen de mi sevdin ?" dedi . Ben de sevdim be Figen, Yürüyüşünden etkilendim en çok Bir de her sabah 07.45 dolmuşuna yetişmeye çalışmandan. Figen, insanlar, sürekli hayalden insanların yanımda olduğunu sonra da bir anda gittiğini söyler Onlara inanma, deli miyim ben? Uğraşıyorlar benimle işte. Figen, Bir pazar Sadri Alışık izleyelim mi beraber? Bana şarkı söylersin. Ha? Olur mu Figen? Figen? Ses çıkarsana Figen... Gitme Figen... Sende mi hayalsin? Neredesin Figen?

15


GURBET MEMLEKET OLMASIN TUĞBA CEBE

Aynı alfabeyi kullanmama rağmen, üç sessiz harfin art arda tek kelimede kullanıldığı bir memleketteyim ve benden boğazımı onlar gibi kullanıp sesleri onlar gibi çıkarmamı istiyorlar. Anlaşılmazlıklar silsilesi ilk round: Gurbet 1- Gurbetçi 0. Cümle nerede başlar mesela bizde? Özneyi nereye koyarsın? En az 25 yaşındasın. Şimdi senden özneyi olmasa bile nesneyi farklı yere koymanı istiyorlar. Şaşırıyorsun. Sudan çıkmış balık hikâyesi: Gurbet 2-Gurbetçi 0. Çok güzel bir eve misafirliğe gidersin. Ev sahibi çok iyi davranır. Güzel şeyler sunar önüne. Hatalarını bağışlar. Seni olduğu gibi kabul eder. "Aaa ne candan" dersin. Candanları cana kaldırmışlar; bakma, göremezsin. Yanlış anlama hatası: Gurbet 3-Gurbetçi 0. Evden bahsetmiştik hani çok güzeldi. Hiç düşündün mü, kendi evin ne kadar kırık dökük olsa da; "Ama evim bir başka" dediğini. Yaşanmışlıklar güzelliği: Gurbet 4Gurbetçi 0. Üç sessiz harfi yan yana getirdiğinde nesneyi de yer değiştirdin hadi, nasıl değiştirebilirsin 25 yıllık anlatma şeklini? Özünü düşündüğünde 25, genlerini düşündüğünde en az 1500 yıllık alışılmışlık var. Anlarlar mı sanıyorsun? Anlasalar da anladık derler mi? Frekans meselesi: Gurbet 5-Gurbetçi 0. Bu zamanlar belki belki yeni hissettin acizliğini. Gurbettekilere sor. Onların bir tarafı kırık, bir tarafı hep yaralı. Gülüşleri mazlum. Mazlum garipliği: Gurbet 6-Gurbetçi 0. Öyle bir dalsın işte, kolu kırık kanadı kırık. Köklerinden kopmuşsun. Sor bakalım ağaca kök mü kolay kopar, dal mı? Kök dal alegorisi: Gurbet 7-Gurbetçi 0. Hadi diyelim geçtin bütün sınavları, bütün kasisler dümdüz şimdi. Tek mi getirdin kalbini? Koymadın mı oraya kimseyi? Gurbetçinin kalbi aynı anda iki kere atar. Biri kendi, diğeri memleketteki sevdikleri için. Gurbet memleket olmasın. Gitmeyin. N'olur bekleyin dönüşlerimizi.

16


MERVE GÖKBÜKE BÜYÜKKESKİN "GİDİŞİNE ŞİİRLER YAZMAK"

Şimdiden hazırım Gidişine şiirler yazmaya Gözlerimle suretini karalıyorum Bulduğum her boşluğa Bütün anıları İtinayla biriktiriyorum. Sevdiğin türküleri, yemekleri, şiirleri Bulduğum her sessizlikte Bana söylediğin Birkaç güzel sözü Bağıra bağıra tekrarlıyorum İçimde kuytu bir yerlerde. Fakat Benim yumruğum Seninse sadece başparmağın Kadar olan kalbim, Adı gibi biliyor Bir gün bu şehirden Bütün renkler silinecek Her şey beyaza ve siyaha dönecek Senden ve benden geriye sadece Kaçamak bakışlarımıza şahit Birkaç kitap Kilit vurulmuş bir teras Ve Karlarla birlikte silinip giden Ayak izlerimiz kalacak.

17


Ahmet Güler-Son Gece

Son gecem bu gece, bu gece son benim Karanlıklarda gizli, özgürlüğüm benim

Son gecem bu gece, bu gece son benim / Karanlıklarda gizli, özgürlüğüm benim” Uyumsuz bir melodi hâline getirdiği sözleri yüksek sesle dillendirdiği her seferde içi içine sığmamış, uyuyan oda arkadaşını dahi uyandırmıştı. Buradaki fiziksel koşulları başka bir yerde bulamayacağını biliyordu. Şehrin en güzel muhiti bir ilçede, bahçeli ve korunaklı klinikte kendi isteğiyle tedaviye yatıyorken, son iki gündür hapishanede mahpus olduğunu hissetmeye başlamıştı. Taburcu olmak için doktoruna iyi oluşunun ispatını bile yapmıştı. Klinik şefinin vizitinde, yarın salıverilmeyi hayal ediyordu. Hastaneye yatmadan önceki geceyi hatırlayınca dahi üşümüş hissetti.

Soğuk bir gecede, bedeninde ve ruhunda hissettiği ayazın tüm zerrecikleri üzerine geldiğinde, yalnızca sıcak bir yatağı hayal etmiş; benzer bir tebessüm önce bedenini sonra ruhunu rahatlatmıştı. Çok değil üç hafta önceki hayallerinin sıcacık yatağını yarın terk etmek, canını sıkan duvar ve hudutların dışına çıkmak düşündüğü tek sonuçtu. Detaylar ve sorularla ilgilenmez, pahası ne olursa olsun özgür olmaktan başka bir yol bilmezdi böyle durumlarda. Yanlışlarla dolu kararlı adımlar, dediğim dedikler, gergin tutumlar davranışlarının çoğunda bulunurdu.

18


Sabahın köründe nöbetçi hemşirelerce uyandırılmış, yapılan kahvaltı ve tıbbi uygulama sonrası klinik şefinin gelişini duyu organlarının tüm alıcılarıyla beklemişti. Yetkin büyük doktorun gelişi kapıyı anahtarla açmasıyla değil, iki kez uzun uzun zile basmasıyla duyulurdu. Zamanı geldiğinde beklediği kapı zilini güzel bir besteymişçesine dinlemiş, görüşme sırası kendisine gelince ilgili kutsal odaya heyecanla ve söylemek istediklerini ezberinden defalarca tekrarlamış olarak girmişti. Önceki vizitlerde değerlendirilmiş, haftaya kadar klinik durumunun daha iyice olması için bekletilmişti. Bu hafta ise ayak tabanlarındaki yaralar kapanmaya başlamış, duygularını kontrol edebilir hâle gelmiş, uykuları düzene girmişti. Üstelik, bakımsız zamanlarında huzursuzluk yaratan ve suçlayıcı ifadeler kullanan seslerin beynini terk ettiğini iddia etmişti. Ailesi tarafından dışlandığını, hasta bir yetişkinle ilgilenmek istememekte haklı olduklarını, iki yıldır nasıl muhtaç olmamayı başardıysa pekâlâ böyle devam edebileceğini klinik şefine açıkça ifade etmiş, dışarıdaki yaşamında ilaç kullanma ve kontrollere gelme sözünü vermişti. Bir barınma evine alınması için vizit ekibi yerel yöneticilerle görüşmüşse de olumlu bir sonuç alınamamıştı. Ancak, hastane elinden geleni yapmış, Salim’i salah hâlde salıvermeyi uygun görmüştü. Yetkililer yetkilerini koca bir sağlık merdiveninin belli basamaklarına kadar kullanabiliyordu. Nihayetinde o kadar kusur hoş görülmeliydi, onlar da insandı... Salim’in barınma sorunu on dakika sonra unutulunca kliniğin sorunu olmaktan da çıkmıştı. Profesyonel yaşama devam etmek gerekliydi, mutlu olmanın koşulu bazen unutmaktı. Hemşire hanımın çalışanlardan topladığı harçlığı Salim ısrarla almamış, ihtiyacı olan başka bir hastaya aktarılmasını önermişti. Koca hastanenin klinikler bölgesinden özgürlüğe açılan Salim düşünmeden, uçarcasına, dışarının soğuğuna aldırmadan, ilkbahar coşkusuyla uzaklaşmış, gökkuşağı kadar rengârenk bir hayatın içine karışmıştı. Taburculuğundan bir zaman sonra takvimler zar zor ilerlemeye başlamış, kış bitmezcesine devam etmişti. Hastalığın dozu, aile fertlerinin gözünden düştüğü, evden dışlandığı zamanlardan bu yana arttıkça artıyordu. İki üç yıldır hudutsuz sokaklarda yaşar, gündüz uyur, normal insanlar evlerine çekilince uyanır, geceyle barışık ve güven içinde kağıt toplayıcılığı yapardı. Aralıksız, gün ışıyana ve normaller sokağa dökülene dek çıplak tabanlarıyla yolların çıkmazını aşmış, hızlandıkça dertlerini unutmuş, insan artıklarından kağıt biriktirmiş, arabasına yük taşımıştı. Son zamanlarda sokaklara ve soğuğa direnememiş, vücudunun uyumu bozulmaya başlamıştı. Salim’in öncelikleri değişmiş, tedavisinin devamı için verdiği sözü yerine getiremez olmuş; üstü başı kir pas, sokakların saçaklarında, kuytu karanlıklarda eski hayatına bulaşmıştı. Üstelik yalnızlıktan usanmış, çok sevdiği geceye ve sokaklara olan güveni zedelenmişti. Doktorların beyninin ürettiği hayal dediği üç yıllık, en iyi arkadaşını da yanına alarak, çıplak ayaklarıyla soğuk geceye inerek karanlığa sıcak bir melodi katmaya başlamıştı: Son gecem bu gece, bu gece son benim / Karanlıklarda gizli, özgürlüğüm benim”

19


FUAT CENGİZ ONAYMAN "LEYLA SOKAĞI"

Yâren'e Adımıza yazılı bir çıkmaz sokaktan geçip Elimde papatya tohumlarıyla Dünyanın bütün şehirlerinden çıkıp kapına geldim Şiir kokan papatyalarla sevgilim Rüzgarları alıp karşıma Sonbahar topladım sana Yağmur sürmek için saçlarına Ki bir zamanlar saçlarını toplayınca sen Ay, dolunay çıkardı Geceye yarenlik ederdim ben Gece ve yaren Gece ve yaren Gece... Karanlık bir adam olarak geçtim bu şehrin ışıklarından Elimde papatya tohumları Elimde ölü bir mezar taşı Heybemde yorgun bir adam... Geçtiğin yollardan adımlarını toplayarak geldim kapına Buradayım Adınla başlayan bir sokakta Beklemenin yorgunluğu düştü saçlarıma - Beklemek ki , Uhud ' dan beri yazgımızdır .İkinci bir emre kadar Buradayım Burada Leyla Sokağı'nda...

20


PERDE GÜNAHKAR SEVGİLİLER İÇİN KAPANIYOR Merhaba sayın günlük Neyse seni fazla TOLGA GÖKÇEN

"Aynen öyle bayan. Merak etmeyin, sizin koruyucu meleğiniz olacağım."

,

Bugün sekizinci cinayetimi işledim. Bu seferki cinayetim diğerlerinden biraz farklıydı. Nasıl söylenir bilmiyorum ama galiba aşık olduğum kadını öldürdüm. Kısa süreli bir aşk diyelim. Kentin ormanında göz göze geldiğimizde beni gerçekten etkilemişti ama işimin içine duygularımın karışmasına izin vermedim. Ama sana şöyle diyebilirim ki klasik müzik tadında bir güzelliği vardı. Ona baktıkça sanki ruhum hoş oluyordu; ama dedim ya onu öldürmeliydim ve öyle de yaptım. Ne dersin? Sence doğru olanı mı yaptım? Aah! Biliyorum ki bana yine öldürmenin yanlış olduğunu söyleyeceksin! Hayır. Yanlış falan değil.Bilmelisin ki bazı insanların ölmesi gerekir. O kadın da ölümü hak ediyordu. Belki merak ediyorsundur; ne yaptı bu kadın, neden onu öldürdüm? Hiç merak etmene gerek yok; sana her şeyi anlatacağım. Sadece biraz sabırlı olman lazım. Çünkü dünyada beni sorgusuz sualsiz dinleyen tek sen varsın.

meraklandırmayacağım. Kadının adı Alexander'dı. Yaşı hakkında bir bilgim yok ama 30'lu yaşlarında olmalı. Bundan dört yıl öncesine kadar her insan kadar kahpe olsa da, son dört yıl içinde bunu iyice meslek hâline getirmeyi başarmış. Nasıl mı? Anlatayım. Kendisi bir organ mafyası için çalışıyordu. Organ mafyası için sokağa çıkar ve de kimsesiz çocukları -aynı benim küçüklüğüm gibi günlükkandırırdı. İnsanlara bu yüzden güvenmiyorum. Alexander'ın dış güzelliği bir diş perisini andırsa da, iç güzelliği için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Bu yüzden diyorum ya; insanlara asla güvenmeyeceksin. Bana bile! Konuyu saptırmak istemiyorum. Bu kadın tam olarak 12 çocuğun ölümüne sebep olmuştu. Eğer ben onu öldürmeseydim belki de bugün 13. çocuğun ölümüne sebep olacaktı.

21


Polisler varken sana ne oluyor?" diye sorabilirsin canım dostum. Polisler sadece hükûmeti ve onun yandaşlarını korur. Halkı koruduklarını sanmıyorum. Öyle olsaydı bu kadın şu an hücrenin tekinde ölümünü iple çekiyor olurdu. Bu güzel kadını neden öldürdüğümü sana detaylı şekilde anlattığımı farz ediyorum. Hım... Geriye ne kalıyor? Ha! Doğru. İyi akıl ettin. Nasıl öldürdüm? Hemen anlatayım tek dostum. Onu takip ettim. Zengin insanların, daha doğrusu paranın kölesi olan insanların takıldığı bir kafeye girdi. Ee, tabii onun ardından bende girdim. Neyse ki üstümde güzel bir takım elbise vardı. İnsanlar tarafından garip karşılanmadım. Çünkü bilirsin ya, onlar kendi gibi olmayanlara canavar gözüyle bakıyorlar. Kafeye girdiğim sırada arka masalardan birine oturdu ve bir içeçek istedi. Garson sipariş için uzaklaştıktan sonra yanına oturmayı düşündüm, zaten öyle yapmak zorundaydım; fakat içimde ona karşı hoş duygular besliyordum. Bu lanet duygular yüzünden bütün işleri berbat etmekten de korkuyordum. Sonra aklıma öldürdüğü çocuklar geldi. Haykırışları, yalvarışları, çığlıkları birer birer gözümün önüne geldi! Anlıyor musun günlük?! Birer birer onları gördüm! Hemen toparlandım ve masasına oturdum. İlk etapta; "Ne oluyor?" gibisinden bir bakış atmış olsa da sanıyorum o da benden hoşlanmıştı. O yüzden hiçbir şey demedi. Klasik tanışma faslına girdim ve konuşmaya başladık. Saat bayağı geç olmaya başlamıştı ve ben evime, kahve içmeye davet ettim. Hemen kabul etti; çünkü kendime aşık etmeyi başarmıştım dostum. Eğer bir katil olmasaydım kesinlikle playboy olurdum. Ha ha ha! Neyse arabama bindi ve yola çıktık. Tabii ki de onu evime götürmüyordum. Kadın da senin gibi merak edip nereye gittiğimizi sordu ve aramızda şöyle bir konuşma geçti: "

...

Şey... Acaba tam olarak eviniz nerede? Evim mi? Hemen ilerideki sokağın çıkışındaki ormanda. -Nasıl yani? Ormanda mı yaşıyorsun? -Doğayı çok seviyorum. Kendimi daha huzurlu hissediyorum ama merak etmeyin eve çok az kaldı. -Tamam. Yanımda sizin gibi yakışıklı ve güçlü bir erkek olduğu sürece korkmama lüzum yok zaten. -Aynen öyle bayan. Merak etmeyin, sizin koruyucu meleğiniz olacağım. -

...

Anladığın gibi günlük, kadının tüm şüphesini yok etmeyi başarmıştım. Benim yanımda kendini güvende hissediyordu. Bu durum da benim işime çok yaramış olacak ki, ormanda evim olmasını hiç sorgulamadı bile... 10-15 dakika sonra ormanın içinde terk edilmiş bir evin yanında durdum. Işıkları yanmıyordu. Kimsenin olmadığını anladıktan sonra evimin bu olduğunu ima ederek; "Hadi bakalım, iniyoruz küçük prenses." dedim. Arabadan indik ve kadına dönerek; "Sen evin kapısına git, ben geliyorum." dedim. Kafasıyla onaylayarak oraya doğru gitmeye başladı. Evin kapısı ormana baktığı için araba kapının oradan gözükmüyordu. Yani durduğumuz yol evin arkasında kalıyordu. Kadın gözden kaybolunca ben arabamın bagajından iş için hazırladığım aletleri çıkardım. Ha bu arada, ilk defa bir iş aleti olarak neşter kullandım. Bu aleti kullanmamın sebebi o çocukların organlarını neşter ile söküp almalarıydı! Neşteri avuç içime sakladım ve kadının yanına doğru ilerledim. Kadın üşümüş olacak ki kollarını ovuşturuyordu. Ben de artık bu işi bitirmek için bir konu açmaya çalıştım. Kadının dikkatini dağıtmam gerekiyordu ve aramızda şöyle bir konuşma geçti: ...

Üşüdünüz mü? Hım... Evet. Burası bayağı soğukmuş. Hemen içeriye girelim yoksa soğuktan dolayı hasta olacağım. -Merak etmeyin. Sizi ısıtacak bir şey biliyorum. -Neymiş o? -

...

Bu soruya cevap vermedim. Elimdeki neşterle ani bir hareket yaparak kadının boğazını kestim. 2-3 saniye gözlerime donuk donuk baktıktan sonra dizlerinin üstüne düştü. Ben de neşteri ceketimin cebine koydum ve kadının yanına oturdum. Kadın bir şeyler demeye çalışıyordu ama ben hiçbirini anlamadım. Elimle dudağına bastırdım ve; "Sus... Sadece kalplerimiz konuşsun, tabii yaşayabildiği kadar!" dedim. Biliyor musun günlük, çok kötü biri olmasına rağmen gerçekten söz dinliyordu. O cümleden sonra susmuştu. Gözlerime bakıyordu. Dudağına buse kondurduktan birkaç saniye sonra düzgünce onu balkona yatırdım. Gerisini biliyorsun zaten. Cinayete dair hiçbir iz bırakmamak için gerekli işlemleri yaptım. Ha! Söylemeyi unutuyordum. Ölmeden önce bir şeyler söylüyordu ve ben anlamıyordum dedim ya, o sadece bir yalandı. Ölürken bana; "Bu ilk ölüşüm değil." demişti. Sanıyorum ki Alexander'a aşık olmamın en büyük nedeni de bu söylediği sözdü. Neyse günlük, bugün fazla konuştum. Diğer cinayetlerde görüşmek üzere. En kısa zamanda uğrayacağım. Yalnız hissetmemen için dokuzuncu cinayetimi en hızlı şekilde gerçekleştireceğim. Beklemede kal...

22


YAREN OKTAY "ON SEKİZİN ONU YİTİK"

Büyüdüğüme inanmıyorum Bana bunu doktorlar söylemeli Laboratuvarlarda incelensin ruhum Teşhisler konulsun, anneme sorulsun Oyuncakları hâlâ seviyorum Bu da söylensin Kelimelerden destek alınsın, Boyalarıma, kitaplarıma bakılsın Kaybolan uçurtmama zorla anlattırılsın. Anlattırılsın. Ben büyüdüğüme inanmıyorum Bana bunu sokaklar söylesin Çocukları ne denli kıskanırım hep görürler de ne diye susarlar? Kaç kez top geldi kafama da saçım bozuldu diye bükmedim dudaklarımı Bunu söylesinler hiç değilse. Ben büyüdüğüme falan inanmıyorum Can içim, sana bile, Dünyaya bile inanmıyorum. Bana bunu balıklar söylemeli Peki ya Güneş altında, Tuz kokan denizlerde büyüyecek mi ruhum?

23


Hasan Yıldırım-Müco

Çöplerde kaç tane kitap buldum şu ana kadar sence?” dedi. “20-30 tane anca bulmuşsundur.” “Tam 121 tane.” “Kitaplara bu kadar da değer verilmediğini bilmiyordum.” “Onu bile kitaplardan öğrenebilirsin.” “

Hayat, bir martının simidi kapıp uzaklaşması kadar kısa. Nefes alıp verirken bile yaşayacaksın. Bile.

Bizim apartmanın önündeki kaldırımlarda oturmuş, sigaralarımızdan küçük ama tesirli yudumlar alıyorduk. Bazı günler sadece, Müco ile akşamları şu kaldırımlarda oturup sohbet etmeyi beklerim. Yine o akşamlardan biriydi. Müco ile onun iş yeri olan sokaklarda tanıştık. Bi’ gün mahallenin çakalları beni sıkıştırmıştı. Nedeni de; onlara bakmışım. Kısaca birini dövüp güç gösterisi yapmak istiyorlardı. O sırada Müco, Türk filmi jönü gibi atıldı beni kurtarmak için. Sonra ikimizi de dövdüler işte. Bi’ köşeye çekilip oturduk. Onun kaşından kan akarken, benim dudağım patlamıştı. Bi’ süre sessiz kaldıktan sonra birbirimize baktık.

Gülümsedim. “Eyvallah, mahcup ettin. Sana borçlandım. Ben senin için ne yapabilirim?” dedim. “Gülümsemek, bu dünyada parayla satın alınamayacak en pahalı şeydir.” O günden beri en yakın arkadaşım, hatta kardeşimdir. Müco, çöplerden geri dönüşümü olan şeyleri topluyor. Simsiyah saçlı, beyaz tenli, benden bir iki yaş büyük sanırım. Ve onun kadar çok okuyan biriyle daha karşılaşmadım. Ailem onunla arkadaşlık yapmamı istemez. Dış görünüşünden, yaptığı işten dolayı falan. Bilirsiniz işte. Ama Müco, bu dünyada benim tek arkadaşımdır. Sigaramı söndürdüm. Kafamı hafif çevirip, göz ucuyla ona baktım. Yüzünde boş bir gülümseme vardı.

24


Müco.” dedim, “Neden bu kadar iyimsersin?” Durdu biraz, iç çekti. “Hayat.” dedi, “Hayat, bir martının simidi kapıp uzaklaşması kadar kısa. Nefes alıp verirken bile yaşayacaksın. Bile.” “Doğru dedin.” “Hadi bana eyvallah, yarın görüşürüz.” Kalktı ayağa. Bez arabasını sırtladı. Giderken birkaç çöpe göz attı. Arkasından baktım bi’ süre. “

Müco, annesiyle birlikte derme çatma bir evde yaşıyordu. Babası o çok küçükken vefat etmiş. Durumları oldukça kötüymüş. Öyle sokaklarda büyümüş. Şimdi annesiyle birlikte geçinmeye çalışıyor. Eve çıkıp yatağa attım kendimi. Yazın bunaltıcı sıcağı terletiyordu. Pencereden mahalleye baktım. Ne kadar it kopuk dolu olsa da seviyordum burayı. Bu arada mahallede mafya olduğuna dair söylentiler olan Mehmet abi, birkaç tane adamla geçiyordu. Kafamı yastığa koydum. Sıcakla birlikte uyuyakalmışım. Sabah kahvaltı ettim. Sokağa çıktım. Müco’ya bakındım. Bu saatte çalışıyordur diye düşündüm. Akşamüstüne kadar çardakta telefonla oynadım. Sokağın köşesinden Müco göründü. Ayaklarını kaydırarak sırtında arabasıyla durdu. Yüzü siyahlaşmıştı. Bütün gün sokak sokak gezmiş yine diye düşündüm. Oturdu yanıma. “Gezmişsin yine.” dedim. “Tabii, dünya turu yaptım.” O sırada Mehmet Abi dedikleri adamın adamları bize bakıyorlardı köşede. Sonra bize doğru yürümeye başladılar. “Çöpçü bak lan buraya.” dedi uzun olanı. Müco tam davranacakken tuttum kolundan. “Yapma, kardeşim sırası değil.” dedim. “Mehmet Abi seni görmek istiyor. Bizimle geliyorsunuz.” dedi yine uzun olan. “Ben de geleceğim.” diye atıldım. Müco gelme der gibi baktı ama iş işten geçmişti. Şimdi arkadaşlar ben sizi buraya çağırdım, neden biliyor musunuz?” Adamın mekânındaki deri koltuklar kıçımı terletirken adamın dediklerine konsantre olamıyordum. Mehmet abi devam etti konuşmalarına: “Bilmiyorsunuz, tabii. Nereden bileceksiniz.” Adamın çok gıcık bir şivesi vardı. Konuşurken elleri arkasında bağlı, ileri geri yürüyordu. “Biz bugün size bi’ koruma paketi yapacağız. Aslında sen, çöpçünün yanındaki, seninle bi’ işimiz yoktu lâkin gelmiş bulundun artık. Sana da bir şeyler ayarlayacağız.” dedi gözlerime bakarken. Arada bir durup masanın üstündeki sigarasından bir yudum alıyordu. Mafyadan çok mafyacılık oynayan bir tipi vardı ama belindeki tabancanın oyuncak olmadığından emindim. “Şimdi arkadaşlar, bu arkadaşımız bundan sonra haftada 200 getirecek.” dedi Müco’yu işaret ederek. Sonra uzun adamına bakıp: “Anlaşıldı mı Tayyar?” “Anlaşıldı abi.” dedi bir şeyler not ederken. “Var mı sorusu olan? Yok galiba. Tayyar çocukları dışarı alalım.” dedi muzipçe gülümseyerek. O sırada Müco ayağa kalktı: “Ne 200’ü lan? Dalga mı geçiyorsunuz. Ben nasıl geçinmeye çalışıyorum, nasıl kazanıyorum bu parayı biliyor musunuz?” “Bizi pek ilgilendirdiğini sanmıyorum. Tayyar ilgilen çocuklarla.” “

Bizi biraz dövüp aldıkları yere fırlattılar. “Ne yapacağız?” dedim Müco’ya. “Bilmiyorum. Veremem tabii ki o kadar parayı her hafta.” O akşam evlerimize dağıldık. Annemleri birkaç yalanla savuşturdum. Uyumaya çalıştım ama bütün gece uyuyamadım. Ertesi gün sokağa çıkıp Müco’yu buldum. “Bu sabah yine geldiler.” dedi. “Nasıl?!” “Parayı vereceksin, biz de seni koruyacağız diyorlar, yani bildiğin haraç.” “Sen ne dedin?” “Vermem dedim.”

25


Sonra düşünceli şekilde gözleri daldı. Her şey hep kötü gidiyordu da bu kadarını beklemiyorduk. Çaresizlik kaderimizdi sanki. Sonra Müco işine koyuldu. Ben de eve gittim. Normalde her akşam kaldırımda oturur, sigaralarımızdan yudumlar alırdık. Bu akşam bekledim bekledim gelmedi. Tam kalktım ayağa, gidecekken; siyah bi’ araba durdu köşede. Birini fırlattılar arabadan sonra da tam gaz gittiler. Koştum hemen o tarafa. Araba gözden kaybolmuştu bile. Adam yüzüstü düşmüştü. Yüzünü çevirdiğim anda kaskatı kesildim. Ellerim buz oldu sanki o yaz akşamı. Dizlerim kopmak üzere, yüreğim ise parçalanmaktaydı. Yüzüne birkaç tokat attım. Sonra karnındaki bıçağı fark ettim. Üstü başı kan olmuştu. Bağırmak istiyordum ama boğazım düğümlenmişti sanki. “Ölme sakın kardeşim, ölme!” dedim ambulansı ararken. Öksürdü. İniltiyle bir şeyler demeye çalışıyordu. Kafasını kaldırıp dizime koydum. “Kardeşim.” dedi. “Lan bırak şimdi kardeşimi falan, yorma kendini. Sakın ölme Müco!” Can çekişirken bile yüzünde gülümsemesi vardı. “Ölmek şimdiki zamanda gerçekleşen bir eylemdir. Fakat ölürken geleceğe perde çeker, geçmişi sorgularsın.” “Lan ne diyorsun, edebiyatın zamanı mı şimdi? Sus.” “Hayat bazen sadece dünden ibarettir. Küçük insan olarak doğdum, küçük insan olarak ölüyorum. Kendine iyi bak kardeşim.” O gün bunlar Müco’nun son sözleri oldu. Dizlerimde, kanlı bir bıçak yarasıyla kapadı gözlerini. Çok ağladım. Annesi memleketine geri döndü. Biz mahalleden taşındık. Ama hep ziyaret ettim Müco’yu. Onu hep yaşattım. 10 yıl sonra bi’ kitap yazdım. Onun mezarına da bıraktım. Kitabın adı “Müco”... Eyvallah.

Bir Akşamda Çocukların Türküsü Baba, nisan yağmurları bir panayır türküsüdür Birazdan güneş açınca verecekler oyuncaklarımızı Baba, savaş olmasın; savaş çıkarsa Kirletirler göklerimizi, yırtarlar uçurtmalarımızı Baba, savaş patlarsa en çok bize kızacaklar Ağabeylerimiz kıracak, çelimsiz bacaklarımızı Bilyalarımızı ezecek tanklar, düşlerimizi dövecek toplar Çamurlara bulayacaklar nisan yağmurlarımızı Güneşlerimizi ve aylarımızı söndürecekler Kendi çocuklarına götürecekler belki de portakallarımızı Baba onlar da çocuktur, onlar da kuş dili bilir Kuş, dalı gözünden anlar; dal, kuşu tüyünden tanır Rüzgârlardan rüzgârlara yıkım gelmez hiçbir zaman O çocuklar o portakalları ölür de yemez. AFŞAR TİMUÇİN

26


MUSTAFA MOTUĞAN "AZABIN İÇİNDEN"

Ne çok şey geride kaldı Oturup gün açıyor mu diye bile Bakmıyoruz artık Hoyrattık rüzgarda savrulan yapraklar gibi Özgürlük sandık ölüme uçuşu. Mağrura gömüldük Karanlığa aciz vücut Yarasalasan beyinlerimizde. Hiç haberimiz yok Kuşların uçtuğundan Göğün mavisinden Çayın kırmızısından Varsa yoksa yağmur. Kaybettik hatıraların hissiyatını Bir kelebeğin kanat çırpışı dahi hayat üflemiyor Kabuklu derimize Tükendik Bir Gazze kadar bile umudumuz yok artık

27


"BEN SANA MECBURUM” DEMİŞTİ ZARİF ŞAİR ATTİLÂ İLHAN FERDİ UZUN

Sevgili 2017, sen de kursağımızda kalma olur mu? Senden sonra çayıma şeker atmak istiyorum.

Şen olasın 2016. Öyle bir delip geçtin ki beni... Senden sonra çayı şekersiz içer oldum. Hiç sorma ahvalimi, zahmet etme sorgusuz söylerim. Ben, umutsuz. Gece dipsiz. Hayat devinimine tutsak bir örgü, hüzünlü bir melodi... Arada bir es verip yüzümüzü güldürmeleri de olmasa çekilecek bir yanı da yok hani. Deliye vurmasak, safa yatmasak bu işin götürülecek tarafı yok. Ha bu arada “o” da yok. “Ne yapsam, ne tutsam, nereye gitsem/Ben sana mecburum sen yoksun.” İki dizeye sığar mı ömürlerin uğultusu? Bilmem, ben dizelere sığınıyorum.

Bir çay ocağı buğusuna dalmış da yorgun gözlerimiz, geleni geçeni seyreyliyor... Payımıza bakmak düşmüş azizim; yanı başımızdaki yüreğe dokunamamak, “hadi sen de iyisin” (çok iyi bir insansın klişesi) denip kandırılmak, aval aval bakakalmak arkasından... Takma deli oğlan; o yoktu ki hiç, olmadı ki hiç. Sen var sandın, ahmak ıslatan bir yağmura yakalanıp da dünyanı boyadın.Telkinlere sarılıp; bir umuttur susuveriyoruz... Bu suskunluk bitmiyor... Biz bitiyoruz, suskunluk bitmiyor.

28


Çay da bitiyor; tazeliyorum fakat insan bir demlikten doldururcasına tazelenmez ki. Olmuyor. Yapamıyorum. Ben eski ben değilim. “O” eski insan değil. Dünya eski dünya değil. Elimde bir demet çiçek, süslü püslü bir mektup ve pek tabii benim çirkin el yazım... Gözlerindeki şaşkınlığa inat Attilâ abimden söz alıp “Sana kullanılmamış bir gök getirsem” diyecektim, gökyüzümü çekip aldılar gözlerimden. Hayır, böyle olmamalıydı. Kötüye gidiyoruz. Adımlarımız birbirine karışıyor. Böyle bir sene olmamalıydı. Hem ben hem ülkem... Yıkıldık, ciğerimiz yandı, yüreğimizin başkentinde bombalar patladı. Büyüdük azizim, çok büyüdük... Tarih bize bir gecede birkaç yaş büyünürmüş öğretti. Temmuzun ortasında çalan telefonlarla, palet sesleriyle bölündü uykumuz; elhamdülillah uyuyamadık sabahlara kadar, bin şükür susmadı selalar. Bir kez daha analım şehitlerimizi. Kızılay’da, Vezneciler’de, Sultanahmet’te, Atatürk Havalimanı’nda, Kayseri’de, Beşiktaş’ta, Şehitler Tepesi’nde, Silopi’de, Cizre’de, Sur’da defalarca dağlandı yüreğimiz. Bunca acının üstüne ben ne diye çaya şeker atayım. Çay da acı olsun biz alıştık. Lanet olsun ki alıştık! Olmasan da olurdu be 2016. O eski zamanların zarifliğini alıp götürdün bizden. Şimdilerde hepimizin kalbinde ağlamaklı bir şarkı çalıyor. Hüzün misafirliği uzun tuttu bu kez. Bazı günler işyerimde öyle uğultulu bir rüzgar çıkıyor ki dalıp gidiyorum; Attilâ abim geliyor aklıma. “Kötü rüzgar saçlarını götürüyor” Çünkü onun zamanında sevmek, sevdiğinin saçlarını rüzgarın okşamasından bile kıskanmaktı. Kimseler bilmesin istiyorum; böylesi mümkün değil. Böyle yaşamak... “Kimi zaman rezilce korkulu...” Gururuna yediremiyor insan. Ah şu deli zamanım... İzlerini bıraktı genç yüzümde... Artık bir değil, birkaç yaş büyüğüm. Aynaya bakmaya korkar oldum. Neredesin özgüvenim, kendimden bile korkar oldum. Böyle yaşanmaz, böyle hayat olmaz. Ne vakit bir yaşamak düşünsem/ Sus deyip adınla başlıyorum” Kaldı ki adın hangi dudaklara yar oldu da kursağımda kaldın. Canımdan öte canım. “

Sevgili 2017, sen de kursağımızda kalma olur mu? Senden sonra çayıma şeker atmak istiyorum. Beklerken Sevdiğimin kulaklarımda sesi Bembeyaz bir gül demeti Kim bilir kaç yüzyılın gülşeninden. Duvar gibi kalınlaşırken bekleyişler Birden bütün katılığın dağılması Ve sesini duyuşum bir yerlerden Kim bilir kaç yüzyılın gülşeninden. Ağır bir duyguyla bir arada Onsuz da olunur gibi gelirken bana Gittikçe basan sis artan duman Ve kilitlenmesi zaman zaman İçimde bir ağırlığın aşk adına. Nasılsın nereden çıktın Gerçekten bana mı geldin Sen miydin o olmasa da olur gibi görünen Şimdi yosun gözlerin gözlerimde Bin bir türlü rüzgarla rüzgarlanır Kim bilir kaç dünyanın denizinden. AFŞAR TİMUÇİN

29


Araf Yansıma Zamanı Satın Alabilirsiniz; bazen...

Kendimizin dışında yerde ve gökte yaşamlar olduğunu unutmamak dileğiyle

Bazen bir otobüsle on beş saat gitmektense, meblağı ikiye katlayıp bir uçağa atlamak ve büyük bir zamanı cebe atmak. Ya da trafiğin sıkıştığı bir zamanda, kestirme bir yol bulup toplantıya yetişmek. İnsan, çoğu zaman yaptığının adını koymayı bilmez -ben de bilmembazılarımız hariç elbette. Zamanı satın almak güzel hikâyedir, bunu gerçekten yapabildiyseniz.Atatürk Bulvarı’ndan merkeze doğru sallanmaktaydım, hava yağmurlu ve şemsiyelerle aram bozuk olduğundan, yağmuru hissedip tadını çıkarmaya devam ediyordum. Başım hafif öne eğik ve sırılsıklam olmuş vaziyette evin yolunu tutmuşken, merkez camiinin önündeki bir çocuğun sesiyle irkildim:

Tartayım mı abi?”. İnsan bazen ne düşüneceğini bilmeden, çaresiz duraksıyor bir müddet. Durdum, başımı sola çevirdim ve çocuğu süzmeye başladım. Bir çocuğun ıslanması gereken çizgiyi çoktan aşmış, soğuk iliklerine vardığından ellerini ayaklarının arasına almış. Yağmur başlamadan önce mi caminin yanındaki eski havuzun taşına gelip oturmuş bilemiyorum, altına koyacak bir karton parçası bulmuş hiç değilse. Neden bu havada burada olduğunu sordum. Kafamda çeşitli cevaplar dönüp dururken ıskalamasını istediklerim vardı, cevap vermedi. “

30


Bir bakıma hepsini ıskalamıştı, her şeyin fazlası zarar klişesinin ortasındayım. Bir iki soru daha sorduğumda, gene almayı beklediğim cevaplar dökülmemişti, hafifçe titreyen dudaklarından. Ne zamana kadar burada oturman gerekiyor?” dedim, gece yarısından bir saat önceye kuruyormuş saatini: 11 abi.’ dedi. Fakirliğimize aldırmadan: “Ne kazanıyorsun? dedim, “Belli olmuyor, bazen üç, bazen beş lira ya da biraz daha fazla.” Cebimde sadece beş liram vardı. Yeşilay pasaportumuzu her daim cebimizde taşıdığımızdan, nereye lazım olacağını düşünmek için vakit harcamamıza gerek yoktu. Doğruldum: “Seninle bir anlaşma yapalım.”, “Nasıl abi?” dedi. Devam ettim: “Şimdi ben tartılıyorum ve sana beş lira veriyorum. Sen de buradan kalkıp doğruca eve gidiyorsun, anlaştık mı?”. Mahcup bir edayla kafasını evet tonunda öne bıraktı. Yetmiş olmuşuz, indim, uzattım beşliği, kalktı. Dokundum omzuna: “Böyle havalarda çıkmamaya çalış. Görüşürüz.”. Yürüdü ve gitti. Bazen balık tutmayı öğretmek yerine, balık verip ortamdan sıvışmanız gereken durumlar olabilir. “ ‘

Yaşadığınız bir an hayatınızdaki çoğu şeyden kıymetli olabilir. O akşamki 5-10 dakika, yazmaya çalıştığım tüm şiirleri ilk rauntta nakavt ederdi. Caddede bir iki dönüp onu bulduğum yere geldim, gitmişti. Yürüdüğü kısımda bir noktada da yoktu. Bu dünyada en fazla çocuklara güvenmelisiniz sevgili dinleyenler. Evet, şu an kendinizi dinlemektesiniz. Usuldan aldım voltayı, eve doğru yollandım. Beş liraya bir akşam satın almıştım, belki de hasta olmak üzere olan bir çocuğun üç beş gününü, kim bilir... Hayatımdaki en kârlı alışveriş. Fakirin saltanatı. Adına ne derseniz deyin. Zamanı gerçekten satın alabildiğiniz anlar olur; bazen. Camiinin tepesinde, parmaklılarda yuva yapan güvercinlerin varlığına şaşıran herkese muhabbetle. Kendimizin dışında yerde ve gökte yaşamlar olduğunu unutmamak dileğiyle. Eksilmeyin...

Çocuklara Düşen Herkesin, her yaşta Dizinde ağlanacak bir annesi olmalı Oradan bilinmedik uzaklara doludizgin Çocuklardan da çocuk tahta atlarla Aşılmaz dağları geçip ulaşmalı. Kapalı kapıların arkasında Bekleşir ölü gözlü adamlar Çocukluğu çarmıha germek için Bunu bilen her çocuk annesinin dizinde Tek o adamlara inat olsun diye Bitmeyen sevinçlere uyumalı. AFŞAR TİMUÇİN

31


TEBRİZ YAKINLARINDA TZARA YİĞİT KERİM ARSLAN

"Altan Ağbi geldi. Cemil Meriç’in ona fakirlik dönemlerinde sattığı gözlüğünü gözünden çıkardı."

Merdiven, kaldırım, şarap, kumar, Marks bağımlısı şairlerden içip buraya geldim. Şu an, sokak lambasının vurduğu ve perdenin duvarda çıktığı bir evdeyim. Burası her ne kadar merkeze yakın olsa da kimseyle tanışıklığım yok. Buraya Meşhed’den kopup geldim. “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır.” diyen bir iki amcayı dikkate aldığımı söylemek pek normal olur. Şimdi buralarda ne yapacağımı bilmiyorum. Sonuçta hayattaki tek başarısı tanrıya inanmamak olan biri ne yapabilir? İşte bu! Apartmanın en üst katında, herkesten uzak yaşamak! Arada çıkıyorum tabii. Bir kasa bira alsam yeter, yiyecek falan da.

Başımın ağrısı olduğunda, muhafızların annesine küfür edip oyalarken arkadaşımla beraber çaldığımız araklardan içiyorum. Hepsini saklıyorum içimde o anıların ve acıların. Peşimden benimle geldiler hatta yolda bazıları yanımdaydı, bazıları kucağımda. Vardığımızda onların da kimlikleri kontrol edildi. Günahlarım kaldı, muhafızlar onları içeri tıktı ve işkence... Burada liberal yazarları okumak yasak mı? Bilmiyorum, ama bir tanesiyle aynı evde bile kalmıştık. Eğer bunu duyarlarsa başımın yanacağını biliyorum.

32


Altan Ağbi’yi aradım. “Gelirken bir iki tane kitap getir.” dedim. “Okunur.” Sonra bize gelmesini beklerken daldım. Altan Ağbi’nin tozların takıldığı ilk mekân olmuş bir sahafı vardı. Orada, bazen Sezen Aksu bazen Aylin Aslım çalar. Gelenler bu dili bilmedikleri için anlayamazlar. Çok normal! Bakın, dilimizi bilmezler ama çoğu zaman Aylin Aslım’ın sesine kapılır giderler. Bu sahaf yerin altındadır, o yüzden kadın sesi var diye kurşunlayamazlar. Altan Ağbi geldi. Cemil Meriç’in ona fakirlik dönemlerinde sattığı gözlüğünü gözünden çıkardı. Burada, Cemil Meriç’in gözlüğü olduğunu bilseler hapse girer. Ama kimse bilmiyor, her neyse. Gözlerini biraz ovuşturup elime üç tane kitap koydu. Bense biraz tozlarını sildim, elimi yıkadım, kuruladım, geri döndüm ve biraz okuyabildim kitapların adını, yazarlarını. “Zenginlikten bıkıp fahişelerle anılarını kitaplara döken hurinsonların kağıt israflarını getirme bana, rica ediyorum Altan Ağbi!” dediğimden beri bana Bukowski getirmemişti. Ben yakın zamanlarda bu düşünceden vazgeçtim. Bukowski, adam gibi adamdı! Amerika’dan Hasan Hüseyin çıkmasını beklemek ahmakça olurdu zaten. Bukowski, "Ekmek Arası"nı yazarken büyük ihtimal Amerika’ya küfür ediyordu. Ben de Amerika’ya küfür ediyorum. Bukowski’yi okumaya karar verdiğim gün bunu düşünüp Altan Ağbi’ye “Bukowski de olur.” demiştim. Herife o kadar sövdükten sonra “Ben Bukowski okuyacağım ya.” diyemezdim istekli bir şekilde. İstemiyormuşum gibi gözüktüm Altan Ağbi’ye. O gidince kitabın tamamını tek nefeste okuyacağımı bilmiyordu tabii. Onunla biraz konuştuk, burada ne yapacağız diye düşündük. Her gün aynı şeyleri görüyorduk. Rüşvetler, ölü kadınlar, yanmış kadınlar, muhafızlar, şeyhler. Altan Ağbi sahaf, ben çevirmendim. Şeyhlerin masallarını çeviren gizli bir tanrıtanımaz olmanın verdiği büyük hazzı yaşıyordum. Japonların robot ürettiğini görüp de “Bizim de robotlarımız var; kadın.” diyen İran’dayım. Tebriz güzel, buradan Hatayi geçmiş. Hatayi hakkında konuşacağım ileride… Tzara’ya gelmedik daha! Bu şarkı, Aylin Aslım Severler Derneği ve onun üyelerine gelsin.” Radyomuzu açıp, yola çıktık. Yolumuzu çevirmediler hâlâ. Yol bizi nereye götürecek merak ediyorum Tzara. Bilirsin buradaki cuma konferansından çıkan dedeler “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır.” derler… “

DEVAM EDECEK TEBRİZLİLER VE AYLİN ASLIM DİNLEYENLER

Çocuğun ve Kaptanın Türküsü Kaptan amca beni geçerken Karşı kıyılara bırakır mısın? Oralarda ne mi var? Her şey Çocuklar, sesler, ışıklar var Bayramlar ve her türlü uzaklar. Kaptan amca beni bırakır mısın Gittiğin kıyıların ötesine? Oralarda ne mi var? Her şey Oralarda çalgı var, sevinç var. Kaptan amca beni götürmez misin Gittiğin güzel yerlere şimdi? Uzakların tutkusu nicedir Çöller gibi yakıyor içimi. AFŞAR TİMUÇİN

33


Mülteci - Varol Mengüverdi

Bu sıfatı bana savaş verdi. Ve biliyorsun ki, savaşlar pek acımasızdır

Beni anlamadığını biliyorum. Konuştuğum dil kulağına garip geliyor ve bu gariplik biraz da seni ürkütüyor. Bunu da biliyorum. Ama ne yapayım? Dilinizi öğrenmek çok zor. Karmaşık bir dil olduğundan değil, konuşarak öğretecek kimse olmadığından. İnsanlarınızın bir mülteci gördüğünde mideleri bulandığından. Fakat benim burada, bu ülkede, hatta bu dünyada bulunurken hangi sıfata sahip olduğumun ne önemi var? Mülteci sıfatını ben vermedim kendime. Bu sıfatı bana savaş verdi. Ve biliyorsun ki, savaşlar pek acımasızdır. Ya bir ölü sıfatı verir insana ya da bir mülteci. İki şekilde de bulandırırsın çevrendeki mideleri. Ya bir çürümüş ceset kokusuyla ya da pislik içindeki elbiselerine ölen aile fertlerinden sıçramış kanların kokusuyla. Kustun sanırım. Gidiyorum o zaman. Selametle!" Savaştan kaçıp bu ülkeye geleli henüz bir ay olmamış ve burada karşılaştığım genç bir kadına aşık olduktan yarım saat sonra onunla konuşmaya karar vermiştim. Aceleci davranmıştım. Sokaklardan kurtulup kalacak bir yer bulduktan sonra, daha temiz bir kokuyla karşısına çıkabilirdim. Ya da en azından Rusça biliyor olsaydım, kokumu ve kirli elbiselerimi unutturup sözlerimle cezbedebilirdim onu. Her açıdan ivedi bir karardı verdiğim. Ancak onu daha sonra hiçbir şekilde bulamayacağımı bildiğimden, her şeyi bok etmeyi göze aldım. Ve ettim de. Bir ay evvel taşındığım Moskova sokaklarında, onunla daha düzgün bir vaziyetteyken karşılaşmayı umarak yürümeye başladım. Neredeyse bir mucize! Onunla bir kez daha karşılaşmak... Hem de düzgün bir vaziyetteyken...

34


KAYBEDEN ATLAR DENİZ SİLAHCI Bak yine deliler gibi hüzünlendim. Pencereyi açtım, güneş tükürdü suratıma. Annemi aradım. ‘’Biz kaybeden at mı olacağız hep?’’ dedim. Bunu ona ilk defa dedim. ‘’Takma kafana’’ dedi. Bir süre takmadım. Bir başkası deseydi bunu, ''o bir süre daha'' olmayacaktı ya, neyse dedim. Gördüğüm bütün ölülerin toprağı üzerimdeydi o sabah. Uzaktan ya da yakından fark etmiyor artık. Döndüğüm tüm köşelerin yalnızlığında uyuyakalıyorum. Ekmek satmayan bakkala ben nasıl kızayım şimdi? Mendili ondan almadım diye bana küfreden çocuğa nasıl kızayım? Diğer sekiz gezegenin hapishanesinde yaşıyoruz, bir gerçek varsa o da bu. Mutluluğum dünyanın acısına yenik düşüyor her seferde bu evrende. Mutluluk dediğin birine omzunu verip ağlayabilmektir zaten. Kendini tutamayan insanın samimiyetine bırakalım öyleyse kendimizi hep beraber. Bir bira daha içelim. Bir rakı daha tokuşturalım. Gerçek olan katlanılmazdır çocuk! Bunu herkese anlatalım. Bir Nazım Hikmet şiiri daha okuyup vatan haini olalım. Sokaklarından geçelim ölmüş tüm gazetecilerin. Manşetlere yazılacak bir gün her ölümün adı ne de olsa. Ertesi gün tepsinin altına koyulacak sofrada.

Henüz vakit varken, bağıralım öyleyse ‘’özgürlük!’’ diye, sıkıyönetimli zamanlarda. Umudumuzu hapsetsinler kör vicdanlarına. Sen mi özgürsün bir kibrin gölgesinde, ben miyim yoksa halkın bağrında? Ölülerimiz toplanacak, ölülerimiz! Yaşamak akıl alır iş değil, bak yine deliler gibi yaşamayasım geldi. Bir kez daha çaldı telefon: ‘’Biz hep ağlayanı mı olacağız bu dünyanın oğlum?’’

35


Tarla Sokak/Bölüm 2 - Tilki Hanım

Biliyorum, beni önemsemiyorlar, elimi attığım her iş soğuyor, bayatlıyor. "Ölüm soğukluğuyla gelir" diyor Pısırık Bey

İnsanın kendine bile söylemek istemediği şeyler var; işte benim tutunup kahrolduklarımın tamamı kim bilir, bundan ibaret. Bu düşünmek işinin manuel bir ayarı falan olsaydı şayet; vaktini, tadını, ağırlığını biz ayarlasaydık, inan bana, ben de kestane şekeri gibi dokununca dağılan kıvamda olmazdım, ama sen de biliyorsun ki bizler, bizi kanser edeceklerden beslenmekten katiyen geri duramıyor, aksine ateşe baruttan patiklerle yürüyoruz. Patik önemli; sıcak tutar.

Akıl sağlığını 25 liraya satın alanlar hepinizden gerçektir. Yokuşları tırmanarak çıkanlar değil, yuvarlanarak inenler hepinizden gerçektir. Kötülüğün de bir adabı vardır. Mutluyken damarlarımın içi kaşınıyor -bağışla- bir boklar yememek için kendimi zor zapt ediyorum.

36


Kekere Mekere 20'li yaşlarının başında filinta gibi bir oğlandı. Onu gördüğüm vakit tanrının şaheserine saygımdan, nefeslerimi adımlarına uydururdum. Gözlerinin hemen altında, elmacık kemiklerinin hemen üstüne yağmış, bir arının ayak izlerine benzeyen turuncu puantiye çilleriyle, aynı anda hem mahrur hem mağrur... Kekere Mekere 20'li yaşlarının başında tanrıça gibi bir oğlandı. Onun oturduğu banklarda, cephaneler yakılır, siperler yıkılır, tapınaklar inşa edilirdi; ben onu yalnız izlerdim. Sokağımız basittir. Kediler sarmandır, tekirdir, pek köpek bulunmaz; akşamları loş sokak lambaları yanar, sabaha yakın kumrular öter, yaşlanınca insanlar ölür. Kumrular güzeldir, insanlar ölü, sokağımız basit. Karşı komşumuz Pısırık Pırlak doğalgazın pahalı olduğunu söylüyor. Bu yalnız bizim sokağa mahsusmuş. Kömür sobasında beş liralık banknotları yakarak ısınıyor. Şöminede de yakarmış fakat şömine evlere yakışmazmış, bu da bizim sokağa hasmış, öyle söylüyor. O zaman yaşadığımız galaksiyi soruyorum, "Samanyolu" diyor. Kekere bu galaksiye yakışmıyor diyorum, sıkılıyor. Bana "saçmalama" diyor. Tamam diyorum, ama tamam olmuyor. Sobaya bir beşlik de benim atmama bu sebepten izin yok. Beni önemsemiyorlar. Ben büsbütün önemsiz işlere vermekten kendimi alamıyorum. Sıcak ekmek alıyorum, eve varmadan soğuyor. Kendimi Kekere'ye tanıtacak oluyorum, ağzımı açmadan benden soğuyacağını yaşıyorum. Biliyorum, beni önemsemiyorlar, elimi attığım her iş soğuyor, bayatlıyor. "Ölüm soğukluğuyla gelir" diyor Pısırık Bey. "Gelsin, banknotlarınız var" diyemiyorum. Ne vakit çiçek diksem daha üçüncü gününde soluyor. Ben onlara sevgiyle, merhamet dilenmekle yürüyorum, onlar benden bize müsaadelerle koşuyor; biliyorum, beni önemsemiyorlar. Şimdi Kekere'ye gitsem, desem ki: "Kekere ben seni..." Biliyorum, beni önemsemez. Bir defasında ona dedim ki "Ben varım." O da bana dedi ki... O bana bir şey demedi. Çünkü biliyorum ki mutluyken ölünüyormuş. Ben pek denemedim ama Pısırık Bey'in anlattığı bir hikâyeden öğrenmiştim: Günlerce, belki aylarca, sultanın kızını bir defa olsun sarayın camından görebilmek adına sarayın yakınında ara vermeksizin ayakta bekleyen bir divane köylü, sonunda, esasen sokağımız kadar basit olan soylu kızcağızı yakından görünce, bir seferde canını teslim edivermiş. Böylece, aylarca ilk kez ayakta durmaktan men etmiş kendisini istemeyerek. Ben, durmadım, kaçtım. Çünkü sen de biliyorsun ki, küçük dozda bir mutluluk ile dahi damarlarımın içi kaşınıyor -bağışla- bir boklar yememek için kendimi zor zapt ediyorum. Pısırık Bey'in anlattıkları ve kendi tecrübelerimi de bir araya getirince böyle bir riski göze alamadım, Kekere'nin dudaklarının aralandığını fark eder etmez kaçtım. Akıllıyım, insanlar beni yeterince önemsemiyor, Kekere beni sevmiyor, Kekere ben seni...

37


KAHRAMANLAR KÖŞESİ "Kahramanlar Can Verir Yurdu Yaşatmak İçin..."

Ş ehit Polis Memuru Fethi SEK İ N "Şehitler vurulduğunda değil, unutulduğunda ölürler!"

38


"Nefes aldığın sürece hala bir umut vardır..." ÇAY DERGİ OCAK SAYISI


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.