Honore de balzac otuzundaki kadın (cemil meric cevirisi)

Page 1


OTUZUNDAKÄ° KADIN



DÜNYA

E D E B İY A T IN D A N

SEÇM E

ESERLER :

No.

HONORE D E BARZAC

OTUZUDAKİ KADIN fr Tercüme eden C E M İL MERİÇ

A R İF BO LAT K İTA B E Vİ İSTAN BUL

9


Basıldığı Yer: «GÜN BASIMEVİ» Dizildiği Yer: «YEN İ SABAH» İ s t a n b u l — 1045


İLK GÜNAHLAR İ813 nisanı başlarında, P arislilerin o yıl ilk defa sokakla­ rın ı çamursuz, semalarını bulutsuz görecekleri güzel günler­ den birini müjdeleyen bir pazar sabahıydı. Kuşluk üzeri, dinç ve oynak iki at koşulu muhteşem bir fayton Castiglione s o la ­ ğından Rivoli sokağına çıktı ve Feuillant’lar şeddinin ortasın­ da iyeni açılar, parmaklıkta bekleşen b ir çok arabaların arkasın­ da durdu. B u h a fif arabayı süren zatin, gamlı ve hastalıklı b ir hali vardı. Sarı kafatasını güçlükle örten k ır saçlar, onu oldu­ ğundan yaşlı gösteriyordu. Dizginleri,

faytonunu takip

eden

atlı uşağa fırlattı ve bir genç kızı kucağına almak ioin araba­ dan indi. N arin güzelliği civarda dolaşan aylakların dikkatini çeken b ir küçük hanım, basamağa gelince, kendini cana yakın bir eda ile Havuzunun kollarına bıraktı ve ellerini boynuna do­ ladı. İhtiyar yeşil repisten ( 1 ) robunun süslerini buruşturma­ dan onu kaldırııma koyuverdi. B ir âşık bu derece itina göstere­ mezdi. H e r halde yabancı zat bu kızın babası olacaktı.

Küçük

hanım, teşekkür falan etmeden, teklifsizce koluna geçti ve onu acele bahçeye sürükledi. İhtiyar baba, bazı, delikanlıların hay­ ran hayran baktıklarını farkedince, yüzünü solduran keder iz­ leri, bir an için siliniverdi. Gerçi gururun son yem olarak sun­ duğu aldatıcı hazflara, insanların artık boş vermeleri gereken çağa çoktan varmış bulunuyordu. Amma yine de gülümsedi. Kızın kulağına: — Seni karım sanıyorlar, diye fısıldadı ve belini doğrullta-

(1 ) R eps: İp e k veya yünden pek k u vvetli b ir kumaş. Şemseddin Sami.


6

OTUZUNDAKİ

KADIN

rak onu çieden çıkaran ağır adımlarla yürümeğe koyuldu. Sanki kızma yaranmak istiyordu. Mütecessisler, onun kah­ ve rengi satenden potinler giyinmiş mini mini ayaklarını, ya­ kalı bir robun teressüm ettirdiği bu nefis endamı, işlemeli ge­ niş yakalığının örtmediği bu taze gerdanı yan gözle süzdükçe, galiba küçük hanımdan çok kendisi haz duyuyordu. K ız adım atarken arada bir robu dalgalanıyor, potinlerin üstünde ajorlu ipek çorapların kalıp gibi sımsıkı sardığı yuvarlaJk bacaklar görünüyordu. Z arif mantosunu kuşatan al taftanın pırıltıları, çizgilerin­ de ışıldayan arzu ve sabırsızlık yüzünün pembe ve beyaz rengi­ ne bir kat daha şaşaa veriyordu. Gezinenlerden bir kaçı

etra­

fında kumral saç bukleleri oynaşan bu taze çehreyi doya doya seyretmek veya bir kere dalha görmek için gifitin önüne geçti. Y ay giıbî kavisli kaşlarının altında,' uzun kirpiklerin harelediği badem gibi iri, siyah gözleri vardı. Berrak b ir

seyale

içinde

yüzen hu güzel gözller tatlı bir muziplikle yanıyordu. Bu haşarı çehreye ve göğsünün altındaki kemere

rağimen

lâtif ve cazip kalan büste gençlik ve hayat hâzinelerini saçıyor­ du. iltifatlara hiç aldırış etmiyen genç kız, âdeta helecanla ( 1 )

(1 ) T u ileries: Fransız tacdarlanmn şöhret ve haşmetine sahne olan meşhur saray. Tem eli, muhteris fantazisi Lou vre’e sığmayan Catherine de M edicis’n iıi em rile atrldı. Fakat uzun zaman bir kıraliar otağından çok, k ır allara lâyık b ir saray ola­ rak kaldı. O n dördüncü Louis tantanalı şölenlerinden b ir çoğu­ nu burada verdi. İh tiy a r V olta ire’in taç giyme merasimi bu entrikalar yuvasında yapıldı. İh tilâ l T u ileries ve L ou vre’e “ kiralın ikametine tahsis edilen” , -ilm e ve sanata ait bütün mebaniyi” kucaklayan b ir “ m illî saray” ilân etti. '1791 de, kurtu­ luşu firarda bulan bedbaht O n a ltın cı Louis burada “ ikamete memur” edildi. M ill î kurtuluş kom itesinin devleri içtim alarını hu salonlarda yaptılar. 9 T erm id or ve Robespiçrre de Saitrt Just bu sarayın bahçesinde idam hükmünü dinlediler. 1800 ta­ rihlerinde Josephiııe’ie beraber buraya giren Bonaparte, 1814 de M arie Louise’le b irlik te burada ayrtldı. On sekizinci Lou is Onuncu Charles nam tacdarlar burada tünediler. I I I . üncü N apolvon serğerdesi de in in i burada kurdu. C.M. H


OTUZUNDAKİ

KADIN

7

Tuileries sarayına (bakıyordu. B e lli ,kı bu telâşlı gezintinin he­ defi orasıydı. On ikiye çeyrek vardı. Vakit bu kadar erken ol­ duğu halde, hepsi de özene bezene giyinmiş bir çok hanımlar, saraydan dönüyor; ikide bir, içlerinin çektiği bir

manzarayı

■kaçırdıklar: için geç kalışlarına esef eder gibi küskün küskün arkalrma bakıyorlardı. Bu keyfi kaçan nazezinlerin

öfke ile

söyledikleri bir kaç söz, küçük hanımın kulağına çarpmış, onu garip bir surette kuşkulandırmıştı. İhtiyar, alaydan çok merak dolu gözlerle, arkadaşının, şi­ rin çehresinde dalgalanan sabırsızlık ve korku alâmetlerini sü­ züyordu. B elli ki bu dikkatinde babalığa hâs

gizli

endişeler

vard:. 1813 yılının onüçüncü pazarıydı bu. Napolyon iki gün sonra o uğursuz cenge çıkacak, (1 ) Bessieres'i, ( 2 ) Duroc’u kaybede­ cek, (3 ) Lutzen ve (4 ) Bautzen gibi anılmağa lâyık

iki zafer

kazanacak, Avustur'yanın, Saksonyanın; Bavyeranın ihanetine, (5 ) Bernadotte’in kahpeliğine şahit olacak ve o korkunç

Leip-

sig savaşına tutuşacaktı. B u büyük ve muhteşem geçit resmini imparator emretmişti. P sris’lilerin ve yanbamcıların

uzun za­

man hayranlığım uyandıran- törenlerin sonuncusuydu bu. N a ­ polyon Avrupa ile düelloya hazırlamıyordu. împartor ordusu, intizam ve heybetile, hazan o deve bile parmak ısırtan mahirâne manevralarını o gün son defa olarak icra edecekti. Acı bir düşünce bu seçkin ve meraklı kalabalığı Tuileries’e

( 1 ) Ressieres: Lutzen savaşında can veren meşhur Mareşal. ( 2 ) D n ro c: Bautzen savaşında can veren meşhur General. (3 ) L u tzen : Saksonyada b ir şehir. Napolyon burada R u s­ la rı ve Alm anları yendi. (1813) ( 4 ) Bautzen: Saksonyada bir şehir. Napolyon burada Rus­ la rı ve Alm anları yendi. (1813) (5 ) B ernadotte: İh tilâ l ve imparatorluk savaşlarında nam veren Fransız Mareşali'. 1813 de Fransaya karşı savaşan m ütte­ fik le r cephesine ka tıldı ve 1818 de On dördüncü Charles adile İsveç kırEiı oldu.


OTUZUNDAKİ

8

KADIN

sürüklüyordu. Sanki herkes istikbali seziyor, ve

hissediyordu

ki, Fransanm bu kahramanlık çağları -bugünkü gibi- âdeta bir efsane rengine bürününce bu sahneler

muljayyilede

sık

sık

canlanacak. v

Genç kız ihtiyarı sürükliyerek, muzib m üzib: — H adi babacığım, diyordu. Daha hızlı yürüyelim. Bak davul sesleri duyuyorum. — Askerler Tuleries’e giriy or da; onların gürültüsü. İhtiyarı gülümseten çocukca bir hüzünle: — Yahut resmi geçit yapıyorllar diye cevap verdi: Herkes dönüyor. Aceleci kzımın neredyse arkasında yürüyen baba: — Canım, merasim daha yarımda başlıyacak. Dedi

Afacan sağ kolunu öyle sallıyordu ki, koşmak için,

ondan yardım görüyor zannederdiniz. M ini mini eldivenli par­ maklarında sabırıs’^zlılkla mendilini buruşturuyordu. D algaları yaran bîr sandalın küreğine benziyordu bu el. ihtiyar kâh gülümsiyor, 'kâh kuru çehresini kayğı çizgi­ leri gölgelendiriyordu. Hale diyeceği yoktu, fakat bu lâtif mah­ lûka karşı olan sevgisi, onu gelecekten pek

kuşkulandırıyor,

sanki kendi kendine: “Bugün mesut amma, daima böyle kala­ cak mı?" diye söyleniyordu. N e yaparsınız? İhtiyarlar gençle­ rin istikbalini kendi kara düşünceler,ile çevrelerler, bu onların zayıf tarafı. Balba kız, tepesinde üç renkli bayrağın dalgalandığı kün sütunları altına gelmişlerdi, gezinenler

köş­

Tuileries bahçe­

sinden CarrousePe buradan gelip geçiyorlardı. Tam o sırada nöbetçiler kalın seslemle onlara geçilmez artık ; diye bağırdılar. Kız, parmaklarının ucunda yükseldi. Eski mermer

takın

iki taraf mı dolduran bir alay süslü kadın gördü. Napodyon ora­ dan çnkacaktı. — Görüyorsun ya baba! dedi. Çok geç kailmişiz. D argın dargın surat asısı törende hazır bulunmağa, nasıl can attığını gösteriyordu.


OTUZUNDAKİ

KADIN

— N e yapalım Julie; olan oldu. Hadi .gidelim artık. A y a k altında kalmak istemezsin ya? — Y o babacığım, kalalım. N e olsa imparatoru buradan, da görebilirim. Mazallah savaşta ölürse hiç

görmemiş

olurum

sonra. Baba foıi sözleri işitince titredi. Kızının gizliydi. Onu şöyle bir süzdü, inik göz

sesinde

ağıtlar

kapaklarının

altında

yaşlar sezdi. Bunlar öfkeden çok ilik inkisarların mahsûlüydü, ihtiyar bir baha için bu teessürün mânasını anlamak hiç te güç değildi. (J iili) Julie birdenbire kızardı ve bir çığlık kaopardı. bu âni haykırışın sebebini ne babası anlıyabiltaıişti, ne de nöbet­ çiler. Fakat bu sesi duyan genç bir subay avludan merdivenle­ re koşarken hemen geri döndü. Bahçedeki taka kaıdar ilerledi; •bambararıların kocaman; tüylü serpuşlarının bir an gizlediği genç kızı gördü, ihtiyarla küçük hanımın hatırı için nöbetçile­ re bizzat verdiği talimata yan çizdi. Sonra takı»

kuşatan şrfc

kalabalığın mırıltısına kulak asmadan, sevincinden kabına sığmayan kızcağızı, hafifçe kendine doğru çekti. İhtiyar, yarı ciddî yarı şaka: — Eh., dedi. A rtık öfkesinin de, telâşının da hikmeti an­ laşıldı. Demek törende senin de vazifen varmış. Genç adam: — Efendim diye cevap verdi. İyice bir yer bulmak istiyor­ sanız, konuşmakla vakit feaybetmiyeiim. imparator beklemek­ ten hoşlanmaz. Mareşal tarafından ona haber götürmeğe me­ murum. B ir taraftan da .teklifsizce Julie’nin koluna girmiş ve onu çabuk Carrousel’e doğru sürüklüyordu. Kız, Tuileries avlusunun ortasında, kumla örtülü geniş kareler çizen zincirlerle birleştirilmiş sınır taşlarile, sarayın kurşunî sûrları arasındaki küçük meydanlıkta büyük bir kala­ balığın beklediğini görerek şaşaladı, imparatorla kurmayının serbesteçe gelip geçmesini temin maksadile yerleştirilen nöbet­ çi kordonu, arı sürüsü gibi vizıldayan bu tdlâşli seyircilerin taşmasına mani olmak için hay] i sıkıntı çekiyordu. (J ü li) Julie gülümseyerek sordu: — Demek ki merasim pek şahane olacak? — “ Aman dikkat ediniz” diye haykıran subay onu belin­ den yakalıyarak (büyük b ir kuvvet ve hızla yukarı kaldırdı ve>


to

OTUZUNDAKİ

KADIN

bir -sütunun vanına götürdü.. B u âni davranış olmasa, az daha mütec-essis akrabası, bir hayvanın sağnsile ezilecekti. Hemen hemen takın altında imparatorun silâh arkadaşı olan yüksek rütbeli subayları beki iv-en hayvanların on adım gerisinde duran bu beyaz atın gemini Napolvonun memlükü tutuyordu. E ğeri yeşil kadifeden ve sırmadandı Delikanlı babayla kızını sağda­ ki ilk sıı.ır taşlının yanına, kalabalığın önüne yerleştirdi ve b ir baş işaretile orada bulunan iki ihtiyar hambaracıya tavsiye tti. Subay saraya dönerken, az önce atın geri tepmesi yüzün­ den çehresini saran koncu izleri dağsllnıış, yerine neşe ve saa­ det belirtileri kaim olmuştu. Zira Jullie, ihtimal bu küçük yar­ dıma teşekkür etmek için, ihtimal “nihayet sizi görebileceğim” mânasına gizlice elini sıkmıştı. Hattâ: yanlarımdan süratfle uzak laşmadan önce subayın hürmetkar selâmıma 'karşılık hafifçe başını da eğmişti. ihtiyar iki gerçi mahsus yalnız bırakmıştiı galiba. Kızının - biraz arkasnda ciddî ciddî duruyor, fakat gizllice onu gözetili­ yordu. Carrousc! meydanındaki muhteşem manzâryı seyre dal­ mış görünerek; küçüğü kuşıkulandi/rmamağa çalışıyordu. Hattâ Julie, bir ara; hocasından çekinen bir mektepli gibi yüzüne bakınca; ihtiyar ona teveccühkâr ve neşeli bir gülüm­ seyişle cevap verdi. Amma keskin bakışları subayı takın aflıtrna kadar takibetmiş, bu süratli sahnenin bir noktası gözünden kaçmamıştı. Julie t alaşımım elini sıkarak: — N e güzel manzara diye fısıldadı. Carrouserin bu anda arzettiği manzara o kadar şairâne ve azametliydi ki, hayran kalan binlerce seyircinin dudaklarımda hep bu takdir nidası doliaşıyordu. Carrousel parmaklığı boyun­ ca uzanan dar ve kaldırım döşeli sahayı da seyirciler doldur­ muştu. Onlar da babayla kızın bulunduğu saftakiler kadar telâşliydiler Bayanların renk renk tuvaleti, Tuileries binaıl'arile o sıra­ da yeni kurulmuş bulunan partnaklığın teşkil ettiği

geniş

ve-

uzun kareyi bir kat daha kuvvetle belirtiyordu. A z sonra geçit resmi yapacak olaıı hassa ordusu alıaylarr bu geniş meydanı tu­ tuyor, sarayın tam karşısında arka arkaya dizili on saf halimde mavi renkte heybetli hatlar çiziyordu. Ayrıca, sûrun ötesinde, Carr usel alanında da diğer paralel sıralar teşkil eden bir çok süvari ve piyade alayları vardı. Onlar da, parmaklığın ortasını


OTUZUNDAKİ

KADIN

11

süsleyen ve zirvesinde Venedikten gelme muhteşem atlar gö­ rünen zafer takınm ( I ) alttyndan geçmeğe hazırdılar. Louvre galerilerinin alt tarafına yerleşen ordu muzika takımı va 2 İfedar bulunan PolonyalI mızraklı süvariler tarafın­ dan örtülüyordu. Kum döşedi karenin büyük bir kısmı, askerlik fennine uygun bir tenazurle sıralanan bu sessiz kotaların ser­ bestçe hareket edebilmesi için hazıklanan bir meydan gib i boş bırakılmıştı. On bin süngünün üç köşeli pırıltılari güneşin işiklarını aksettiriyordu. Askerlerin sorğucile oynayan hava, onla­ rı şiddetli bir rüzgârla eğilip bükülen bir ormanın ağaçları gibi daJgalanarıyoruu. Bu görmüş geçirmiş, sessiz ve şanlı fırkalar, üniformaların, kol ağızlarının, silâhların, kordonların çeşitli liği yükünden birbirine zıt binbir renk arzediyordu. Yüksek ve muhteşem bin ular bütün ayrıntıları ve garip ârızalarile. ka*'ğac!an önceki bir savaş meydanının minyatörü odan bu heybetli tabloyu, şaı-ûne bir surette çerçeveliyordu. İnsana öyle geiyordu ki evler ve başbuğlar bu binaların hareket- * ■sizliğini taklit ediyor. Seyirci gayri ihtiyarî bu insan sûrlarile bu taştan duvarları birbirine benzetiyordu. Daha dün kuru­ lan şu beyaz duvarlarla, asırlar görmüş sûrlara bol bol ışık ser­ pen ilkbahar güneşi, hepsi dt geçmişteki tehlikeleri anlatan ve gedecek tehlikeleri vekarla bekliyen bu sayısız yanık çehreleri baştan başa aydınlan 5.ct du. B u inşalardan kurulan çehreler önünde yalnız her alayın

( 1 ) Carrousel zafer ta kı: T u ilerics avlusunun belli bağlı medhrılı önüne kurulan bu bina 1805 zaferi şerefine imparator tarafından inşa ettirilm iştir. îr t ifa ı 15 metre, gen işliği 17 met­ re 60 santim. K a lın lığ ı 10 metre. K ız ıl mermerden sütunlar, tunç başlıklar, Balzakm bahsettiği yaldızlı atlar C orinthe’in Güneş mabedinde bulunmuş, Thedose onları Istanbula taşıtmış, doc D and ol o tarafından Venediğe götürülmüş, oradan da N apolyonun eline geçm iştir. B u tunç atlar takın üzerinde b ir zafer arabasına koşıilıydılar. Bu boş arabaya Napolyonun statüsü konulacaktı. 1814 bu tasavvurun tahakkukuna imkân bırakmadı. Tak sonraları muh­ te lif değişikliklere uğramış 1815 de atlar Venediğe iade edil­ m işti2 ., Septime Sev er e’in F oru m ’daki takma benzemektedir. F akat mütehasseslar Carrousel meydanının genişliğile mütena­ sip olm adığını ve modelindeki zarafetten mahrum bulunduğu­ nu söyliyorlar.


OTUZUNDAKİ

12

KADIN

kumandam gidip geliyordu. Müteoessisler, bu giimiişî, lâcivert, erguvanı, sınma rengi alaca bulaca kıta yığınları, arkasında, yo­ rulma nedir bilsmiyen altı tane PolonyalI süvarinin mızrakla­ rına bağlı üç renkli şeritleri seçebiliyordu. Polonyailılar, me­ raklıları imaratora mahsus parmaklığın yanında kendilerine ayrılan küçük sahaya saldırmaktan menetmek için halkla asker arasında mekik dokuyor, bir sürüyü tarladan geçiren köpekle­ re benziyorlardı. Hani bu gidip gelmelerde olmasa, insan ken­ dini “uyuyan güzel” in (1 ) sarayında sanacaktı. Hamberecilerin uzun tüylü külâhlarını yalayıp geçen bahar meltemi kıtaların hareketsizliğini belirtiyor, kalabalığın boğuk m ırıltısı asker­ lerin sesrizliğini meydana koyuyordu. Yalnız, arada sırada bir feleğin çınlayışı, yahut dalgınlıkla büyük davula

çarpan

ve

uğultusu imparator sarayında akisler uyandıran h afif bir dar­ be, uzaklardan gelen ve bir frtmayt haber veren gök gürültü­ lerine benziyordu. E n hakir vatandaşın bile tehlikelerini idrak ettiği bir savaşın arifesinde, Fransa, Napolyonla vedalaşacaktı. B u defa Fransız imparatorluğu için; ya devlet

başa; ya

kuzgun leşe idi. Napolyonun arma ve levhasının kanat gerdiği bu meydanlıkta ayni sessizlik içinde bekleşen sivil! halkın da, askerlerin de kafasını hep bu

düşünce

kurcalıyor

gibiydi.

Seyircilerin endişeli merakında, Fransamn ümidi ve damarla­ rındaki kanın son damlası olan bu askerlerin de büyük bir payı vardı. Seyircilerin çoğu ile ordudakiler arasında, belki de ebe­ dî vedalaşmalar oluyordu. Amma bütün gönüllerden, hattâ im­ paratora en ziyade düşman olanlardan dahi vatanın zaferi uğrun­ da Tanrıya ateşli niyazlar yükseliyordu. Fransa ile A v ru p a ara­ sında başlayan kavgadan en çok bezen kimsıeler bile, zafer ta­ kı altından

geçenken,

tehlike

gününde

Napolyonun

bütün

Fransa demek olduğunu anllıyarak kinlerinden sıyrılmışlardı... Sarayın saati yaramı çaldı. O anda

kalabalığın

uğultusu

( 1 ) Ormanda uyuyan g ü z e l: P erra u lt’nin meşhur masalı. B ir perinin gazabına uğrayan b ir padişahın k ız ı yüz y ıl uyu­ mağa mahkûm. Amma güzel b ir şehzade tılıs ım ı bozarak onu uyandrnr. V e evlenirler. İ k i çocukları o lu r; Şafak ve Gün. On­ lar ermiş muradına.


OTUZÜNDAKÎ

KADIN

13

kesildi. Sessizlik o kadar derinleşti ki, bir çocuğun konuşması, duyulabilirdi O anda, bütün hayatı gözlerinde toplanmış gibi duran ihtiyarla kızı, şatonun tanin endaz sütunları altında çın­ layan biı* kılıç şakırtısı ve mahmuz gıcırtısı fadkettiler. Birdenbire, şişmanca ve kısa boylu bir adam ortaya çıkrverdi. Sırtında yeşili bir üniforma, beyaz bir pantalon ve ayak­ larında uzun süvari çizmeleri vardı. Başından çıkarmadığı üç köseli şapkada bizzat sahibi kadar

büyüleyiciydi. Göğsünde

L ejy on donör’ün geniş, kırmızı kurdelâsf dalgalanıyordu. B e ­ llinde küçük bir kılıç asılıydı. Onu büıtün göztt'er ayni anda gör­ dü. Hemen trampetler çaldı. îk i orkestra cengâver ifadesi, en munis flavtadan büyük davula kadar bütün musiki âletlerinde tekrarlanan bir ihava çalmağa başladı. B u harpçi davet karşı­ sında ruhlar ü rp erd i; bayraklar selâm durdu, ilk

saftan son

safa kadar Carrousel’deki bütün tüfekleri birden harekete ge­ çiren muntazam ve muttarid bir hareketle, asker, hazrrol vazi­ yeti aldı. Komutallar yankılar gibi sıradan sıraya uçuştu; şev­ ke gelen kalabalığın bağrından "yaşasın imparator!” âvazefleri yükseldi. H er şey ürperdi, çalkalandı, sarsıldı.

,

Napolyon ata binmiş, bu hareketi, durgun kütlelere canlı­ lık, musiki âletlerine ses, âlemlere ve bayraklara hamle, bütün çehrelere heyecan vermişti. Sanki, bu asırlar

gören

sarayın,

yüksek galerilerinin duvarları da "yaşasın imparator” diye (hay­ kırıyordu, insan oğlunun yaratacağı sahnelerden değildi

bu.

B ir büyü, Tanrı kudretinin bir tezahürü, daha doğrusu bu fâni saltanatın, gelip ‘geçici bir timsaliydi. Güneş’ gökteki bulut­ ta n onun için dağıtmıştı. B u kadar aşkla, heyecanla, sadakatle, emellerle kuşatılan adam, peşisıra ıgellen "mümtaz ibölük”ünı bir kaç adım Önünde duruyordu. Solunda mabeyin mareşali, sağın­ da servis mereşalı vardı. Yarattrğı bu derin heyecanların kuca­ ğında, yüzünün tek çizgisi oynamamıştı. — H ey kurban olduğum hey. W agram ’da ateş

ortasında,

Moskovada cesetler içinde, işte o her zaman put g ib i sakindir. Birçok sorulara cevap teşkil eden bu cümleyi genç kızın


OTUZUNDAKİ

14

KADIN

yanında duran ihtiyar ihambereci söylemişti. Julle bir kaç da­ kika, sükûneti kudretine

olan büyük güvencini gösteren

bu

simaya daldı kaldı. O «isnada matmazel ChatiAlonest’i farkeden imparator, Duroc’e doğru eğilmiş ve mabeyin mareşalini gülüm­ seten bir iki kelime fısıldamıştı. Manevra başladı. Genç kız, o zamana kadar yalnız N apolyonun hareketsiz çehresi ve mavi, yeşili, kırmızı asker saflarile meşgul olmuştu. Şimdi, bu yaşlı askerlerin icra ettiği sür­ atli ve muntazam hareketler arasında, bütün dikkatini kayna­ san saflarla Napolyonun bulunduğu gurup arasında

yorulma

bilmez bir faaliyetle mekik dokuyan genç bir süvari

zabitine

hasretmişti. Subay muhteşem bir yağrz ata binmişti. Bu alaca kalabalık içinde, imparatorun emir subaylarına

bu'laca

mahsus

gök

mavisi nefis üniformasından belli oluyordu. Sırımaları güneşte öyle pırıldıyor, dar ve uzun şapkasının sorğucu o derece kes­ kin iltimalarla yamyorduki, seyirciler onu ister istemez tilsımh b ir aleve benzettier. O, sanki imparatorun, b ir parçalanan, kaynaşan, girdap gibi kıvrılan veya denizin sahile fırlattığı uzun, dik ve heybetli

göz

işaretile

fırtınalı bir dalgalar

gibi

önünden geçen, oynaşan silâhlarından alev saçılan bu taburları canladırmağa, yürütmeğe memur ettiği görünmez b ir ruhtu. Manevralar bitince, genç yaver dolu dizgin koşarak, emir­ lerini beklemek için Napolyonun önünde durdu. Julie’den yir­ mi adım ötede idi ve bu tavrile Gerald'ın, “Austerlitz” savaşı tablosundaki Generali Rapp’i hatırlatıyordu. Genç kız sevgili­ sini bütün askerî ihtişamı içinde doya doya seyredebildi. A n ­ cak otuz yaşlarında o’an Viotor d’

Aiglemont (V ictor Degle-

m on) uzun boylu, mütenasip endataılr, levent bir gençti. V ücu­ dunun güzelliği billhassa hayvan 'üstünde iken belli oluyordu.

( 1 ) Gerald: T a rih î tablo'arile tanılan Fransız ressamt (1770-1857) şaheserleri: Psyhe, A u sterliç savaşı, 17 n ci H anrinin Parise girişi., vs. ( 2 ) Rapp: Mesırda M ererıgo’da, Austerlitz'de nam alan meşhur Fransız Generali (1772-1821).


OTUZUNDAKİ

KADIN

15

Altında, zarif ve oynak sırtı, âdeta eğilip 'bükülen atı idare ederken ne kadar yakışıldı olduğu meydana çıkıyordu. M ert ve yağız çehresinde, tam mânâs ile muntaizam hatla­ rın genç simalara bahşettiği o kuvvetli ve dayanılmaz

cazibe

vardı. A lm yüksek ve genişti. Gür kaşların gölgelediği, uzun kirpiklerin çevrelediği ateşli gözleri iki siyah çizgi arasında iki beyaz oval halinde teressüm ediyordu. -gagası gibi zarif bir inhina arzediycrdu.

Bunu Siyah

bükülüşü dudaklarınım kızıllığını bir kat daha Geniş ve parlak yanakları,

esmer

ve

bir kartal bıyıklarının belirtiyordu.

sarımtırak

tonılariyle

harikulade bir kuvvet ifade etmekte idiler. Y iğitliğin damga­ sını taşryan çehrelerdendi bu. Zamanımızda imparatorluk Fransasının kahramanlarından birini tasvir etmek istiyen sanatkâ­ rın model diye arayacağı bir sima. Oynayan başı büyük bir sabırsızlık ifade

eden

hayvanr

ter içinde idi. ö n ayaklarım ayırarak tam ayni çizgiye

koy­

muştu. Sık kuyruğunun uzun kıllarını dalgalandırıyordu. B u muti duruşile, efendisinin imparatora karşı olan sadakatinin, maddi bir timsali gibiydi. Julie kıskançlık duydu. Aşıkı bütün dikkatini Napolyona hasretmiş daha onun yüzüne bile bakmamıştı. Amma tam o sı­ rada Victor (V ik to r) imparatorun âinî bir emri üzerine atım dört nala kaldırmıştı. B ir sınır taşının kuma vuran gölgesinden korkan hayvan birdenbire ürkmüş, gerigeri gitmiş, şaha

kalk­

mış, bu apansız irkilişle süvariyi tehlikeye düşünmüştü. Julie çrğl'ğı bastı. Sarardı, herkes merakla ona

bakıyor,

fakat

o

kimsecikleri görmiyordu. Gözleri bu haşarı hayvana dikillii idi'. Yaver, Nr.polyonun emrini götürmek için koşarken atının da cezasını verdi. Genç kız, bu şaşırtıcı sahnelere öyle dalmıştı iki, farkında olmadan babasının koluna

yapışmış,

parmaklarının

kâh hafifi iyen kâh şiddetlenen tazyikile, istemiyerek onu dü­ şüncelerinden 'haberdar ediyordu. Victor attan düşer gibi olurken babasına daha sıkı tutunmuştu. Sanki yuvarlanacak olan kendisiydi. ihtiyar o âna kadar krzının açık çehresini karanlık ve acı­


OTUZUNDAKİ

16

KADIN

yan bir endişeyle süzüyordu. Yüzünün buruşuk çizgilerinde merhamet, 'kıskançlık, hattâ nedamet hisleri okunuyordu. A m ­ ma. Julie’nin gözlerindeki gayri tabiî parlaklık, fırlattığı çığ­ lık, parmaklarının ihtilaçlı hareketi ona gizli bir sevda besle­ diğini artık kati olarak anlamıştı, içinden istikbale ait ve pek hüzünlü ihtimaller geçmiş olacak ki, yiizıü meşum bir

mâna

aldı. O anda, sanki Julie’nin ruhu subaya geçmişti'. Deglemon önlerinden geçerken genç kızla bir anlaşma işareti taati etti­ ler, Kızın gözleri nemliydi, yüzünde pek derin bir heyecan oku­ nuyordu. ihtiyar bunlan görülnce mustarip çehresi pek zalim b ir düşünce iîe karardı. Julie’yi apansız Tuileries

bahçesine

doğru sürükledi. —

iy i amma babacığım., daha manavra bitmedi ki Carro-

usel meydanındaki alaylar.. — Yok yavrum bütün kıtalar geçit resminde. —

Zannederim aldanıyorsunuz. H e r halde M ösyö Degîe-

mon onları ilerletmiştir de. — Amma kı^ıfm, rahatsızım. Kalmak istemiydim burada. Babalık endişesinin bitkin bir'İhale soktuğu bu çehreye b ir göz atan Julie ihtiyarın sözlerine kolayca

inandı. Amma

öyle dalgındı ki kayıtsız kayıtsız: — Y a çokmu acı çekiyorsunuz? diye sordu. — Yaşadığım her gün benim için AKahm bir lûtfi. — O baba! yine ölümünüzden bahsederek beni' üzmek mi ■istiyorsunuz? O kadar da neşeliydim ki. H ele siz şu kara kara düşünceleri kovun bakayım. Baba, içini çekerek: Ah, ah dedi. Şımarık çocuk. E n iyi kallbli insanlar bile arada bir çok insafsız oluyor. Hayatımızı size bağlamak, yal­ nız sizi düşünmek, refahınızı hazırlamak, zevklerimizi keyfi­ nize feda etmek, karşınızda el pençe divan durtmak, sizden ka­ nımızı bile esirgememek, demek bütün bunlar hava Yazık ki evet. Bültün fedakârlıkları, sanki

öyle mi?

tenezzülen

ediyorsunuz. Tebessümlerinize, kibirli sevginize

kabul

daima nail


OTUZUNDAKİ

KADIN

17

olabilmek için insanda Tanrı kudreti olmalı. Sonra öteden bir başkası çıkıveriyor; b ir âşık, b ir koca. Tamam, sizi elimizden ahveriyor. Julie şaşırmıştı. Yavaş yavaş yürüyen ve fersiz bakışlarla kendisini süzen babasına baktı. İh tiy a r: — İçinizi bizden saklıyorsunuz, diye devam e tti; hoş belki kendi kendinizden bile. — N eler söylüyorsunuz babacığım? — Julie! Öyle sanıyorum ki benden gizlediğin sırlar var. (Genç kizj-n kızardığım

görerek ilâve etti)

seviyorsun. Ah.,

hen de gözlerimi yumuncaya kadar ihtiyar babana bağlılık göstereceğini, bahtiyar ve mesut yanımda kalacağım, eskiden olduğu gibi seni daima doya doya seyredebileceğimi umuyor­ dum. Bövlece hiç olmazsa istikbalinden haberim olmıyacaktı. Sakin bir hayata kavuşacağımı zannedecektim.

Amma

şimdi

gözlerim arkada kalacak, ümitlerim kırık öleceğim. Çünkü A l ­ bayı bir akraba diye değil, bir erkek diye seviyorsun, şüphem yok artık. Kız, derin bir tecessüsle haykırdı: — Peki amma onu sevmem neden yasak oluyor? İhtiyar ah ederek cevap verdi: — Bırak Julie.. amiıyamı.yacaksın beni. Afacan bir eda ile: — Zararı yok, siz söyleyin!

~

— Pekâlâ yavrum. Dinılle öyleyse: Genç kızlar

çok

defa

asil ve güzel hayaller kurar, tam mânasile ideal çehreler yara­ tırlar. İnşalar, hisler ve cemiyet hakkındaki

fikirleri

baştan

başa asılsızdır. Sonra tahayyül, ettikleri meziyetleri bir şahsa atfeder, ona güvenir, seçtikleri erkekte bu muhayyel mahlûku severler. İş işten geçtikten sonra süsfcyin bezedikleri bu alda­ tıcı suret, yâni ilk .ideaHleri iğrenç bir iskelet halini alır anama felâketten yakayı sıyırmak kabil değildir artık. Gönlünü •alba­ ya vereceğine ihtiyar 'bir adama vurulsan bence daha iyi eder­ din Julie, N e yapalım; on yaş daha /büyük olsian tecrübemi tak­ dir ederdin. V ictor’u tanırım ben. Neşesinde zekâdan eser yokF. 2


OTUZUNDAKİ

18

KADIN

tur. B ir kış'ia şaklabanlığıdır onunki! îstidadsız ve müsriftir;. Aliah .bazılarını günde dört öğün yiyip hazjmetmek, ilk karşı­ larına çıkan kadını sevmek ve dövüşmek için yaratmıştır. V ictor d a o guruptandır, Hayattan bir şey anlamaz. İhtimal kese­ sini bir bedbahte, bir arkadaşa açabilir, iyi

kalblidir

çünkü.

Amma vurdum duymazdır, bizi, bir kadının saadetine kuil kö­ le yapan ruh inceliğinden mahumdur. Cahildir, hodbindir ; ne bileyim bir sürü ammalar var bu işte.' — Peki amma babacığım, elbet zekâsı ve kudreti var ki al­ bay olabilmiş. İhtiyar âdeta heyecanla: —

İki gözüm! Victor hayatı boyunca albaylıkta kalacak­

tır. H o ş şimdiye kadar kimseyi sana lâyık görmedim ya. (B iraz durup kızını seyrettikten sonra ilâve etti:) — Amma benîm zavallı Juliciğim. Henüz pek naziksin.

genç, pek

Evliliğin gürültü patardısma, meşakkatine

dayana­

mazsın. Deglemon’u da anası babası şımartmışlar. Tıpkı senin gi bi. Arzuları birıbirile bağdaşamıyan iki zıt iradeniz var; anla­ şabileceğiniz nasıl ümit edilir? Y a kurban olacaksın, ya cellât. B ir kadın için bunların her ikisi de ayni derecede bedbahtlık Amma sen yumuşak huylu ve alçak gönüllüsün, önce boyun eğeceksin, (titreyen bir sesle) hulâsa ince hislerin anlaşılamıyacak, o zaman... Sözünü bitiremedi. Gözleri yaşla dolmuştu. Biraz durduk­ tan sonra devam etti: — Victor, genç ruhunun sâf ve masum duygularını yara­ layacak. Ben askerleri tanırım Juliıeciğim.

Hayatim

orduda

geçti. Bu adamlarım gönlü, kucağında yaşadıkları felâketlerin veya macera dolu hayatlarının kazandrdığr itiyatlarla doludur, bu alışkanlıklardan pek azı sıyrılabilir. Julie yar:, ciddî, yarı şaka:

'

— Y a ! dedi, demek sevgime mâni olmak, ve beni kendim için değil, kendi keyfiniz için evlendirmek istiyorsunuz baba­ cığım?. ihtiyar hayretle:


OTUZUNDAKİ

KADIN

19

— Kendilin için mi diye haykırdı. Kendim için ha. Ben ki yakında .gözlerimi kapayacağım ve seni dostça paylayan sesi­ mi çok geçmeden duyamaz olacaksın. Evlâtlar hep böyle işte. Anne, babalaaım yaptığı, fedakârlıkları daima şahsî bir duygu­ ya yorarlar. VictorUa evlen Julieciğim. B ir gün onun hiçliğine, derbederliğine, egoistliğine, vpatavatsızlığına, aşk sahasındaki kabiliyetsizliğine yanacaksın. O zaman hatırla ki ihtiyar baba­ nın peygam'berane sesi şu ağaçların altında boşuna çınladı. Kızının afacan b ir tavırla başını ,salladığını gören ihtiyar, sustu. Arabalarının durduğu parmaklığa doğru bir iki adım at­ tılar. Bu sessiz yürüyüş esnasında yan gözle babasının yüzünü tetkik eden Julie, yavaş yavaş o somurtğan hali bıraktı. T o p ­ rağa eğilen, bu alındaki derin keder izleri üzeninde büyük bir tesir yapmiştr Uysal ve titreyen bir sesle: — Size söz veriyorum babacığım, dedi. Victor hakkındâki bu kötü zehaplarınız devam ettikçe bir daha ondan bahsetmiyeceğim önünüzde. İhtiyar hayretle kızma baktı. Gözlerinde biriken iki dam­ la yaş kırışık yanaklarına yuvarlandı. Etraflarını kuşatan ka­ labalık arasında kucak’ayamadı onu. Amma şefkatle elini sıktı: Arabaya bindiği zaman, alnında kümelenen bütün kuruntular ta mam en dağılmıştı artık. Şimdi kızının yarı mahzun hali, de­ minki masum neşesinden daha az dokunuyordu ona. 1814 martının ilk günlerinde idi. imparator ordusunun bu geçit resmi üzerinden bir seneye yakın zaman geçmişti. Önü açık bir araba- (K alska) (1 ) Amboise’den Tours’a giden yolda süratle yürüyordu. F ıü liere durağını gizliyen ceviz ağaçlarının yeşil kub­ besi altından geçen araba o kadar hızlı, ilerliyordu ki, bir anda Cise ırmağının Loire nehrine döküldüğü yerde kurulan köprü-1

(1 ) Şemseddin Sami Caieche’i kalska ite karşılıyor. Leh çei Osman'ı” de kalska: önü açık b ir nevi fayton olaak ta rif edilmektedir. Rhasis’ın lügatinde ise hintov var. K u tla n d ığım pek duymadığımız halde kalskayı tercih ettik.


OTUZUNDAKİ

20

KADIN

ye vardı ve orada durdu. Genç sürücü efendisinin emri üzerine, hayvanları pek şiddetli haydamış, bu yüzden koşum

kayışla­

rından biri kopmuştu. Kalskaya en güçlü menzilhane beygir­ lerinden dört hayvan koşuluydu. îşte böyle bir tesadüf sayesinde, kalskada bulunan iki yol­ cu, uyananca, o ,gönül alıcr Loire kıyılarının en güzel mevkilerinden birini temaşa fırsatını buldular. İnsan, sağda, baharın ilk fiıKzierile zümrütleşen çimenler arasında, gümüş yaldızdı bir yılan gibi kayan Cise çayının bütün kıvrıntılarını, bir ba­ kışta kucaklıyabiliyor; solda, bütün ihtişamile Loire görünü­ yordu. Serin sabah melteminin meydana çıkardığı hasırdan ba­ lık ağlarının sayısız safhacıkları bu heybetli nehrin çarşaf g i­ b i geniş ve dugun göğsüne güneşin keskin pırıltılarını akset­ tiriyordu. ( 1 )

sular boyunca, ziimrült bir gerdanlığın

gibi birbirini' kovalayan yeşil1 adacıklar

taşları

uzanıyordu. Nehrin,

öte yamacında, Tourains’in en güzel ovaları, hâzinelerini, göz alabildiğine teşhir ediyorlardı. Uzaklarda, bakışların rastladığı tek mania, zirveleri, göğün berrak lâcivertliğinde ışıltılı çizgi­ ler resmeden Cher tepeleriydi. Tablonun fonunda, adaların kör­ pe fidanları arasından seçilen Tours, sanki, Venedik gibi »su­ ların bağrından çıkıyordu. Asırlar

gömıüş katedralinin gök­

lere yükselen çan kuleleleri, beyazımtırak bulutların fantastik şekilîerile kaynaşıyordu. Yolcular, önlerinde, arabanın durduğu köprünün öte yanında, Loire boyundan Tours’a kadar uzayan bir kaya silsilesi gördüler. Sanki bu kayalar, tabiatim b ir fantazisi eseri, dalgalarile bir teviye taşı aşındıran nehri sınırlandır­ mak için yaratılmıştı. Vouvray köyü, Cise

köprüsü

önünde1

( 1 ) İtir a f •edelim k i bu cümlenin tercümesinden hiç te memnun değiliz. M etinde ita lik harflerle yazılan roulec keli­ mesi, Rhasis’in, Şemseddin S aminin, Khandjeri’nin lûğatlarm da h iç yok. Academie, L ittr e ve Larausse pour tous: “ L o ire nehrinde balık avlamağa mahsus hasırdan ağ” olarak ta rif edi­ yorlar. Burada dalgacık, gird sb cık mânasına gelmesi lâzım mahazlere sadakat eııdişesile böyle çevirdik. Yanılmış olmamız pek mümkündür. C.M.


OTUZUNDAKİ

KADIN

21

dirsek çizmeğe başlayan ibu kayalığın geçit ve çöküntü yenle­ rinde yuva kurmuş gibiydi. Vouvray’dan- Tours’a kadar, bu yır­ tık tepenin korkunç ivicaçlarr üzerinde bağcılıkla geçmen •insanlar yasamakta idi. Evler, bir çok yerlerde kayanın içind© oyulmuş, ve yine kayadan tehlikeli

merdivenlerle

birbirine

bağlanmış iiç kat halinde idi. B ir çatının üstünde, kırmızı eteklikli bir genç kız, bahçeye koşuyor. B ir şömineden fışkıran du­ manlar, asma dalları ve hevenkler arasında yükseliyordu. Ç ift­ çiler, dimdik tarlaları sürüp ekiyorlardı. Küçük bir kaya parça­ sına rahatça kurulan ihtiyar bir kadın, badem çiçekleri altında yün eğiriyor, ayakları dibinden korka korka geçen yolculara, alaylı gözlerle bakıyordu. N e arazinin çatlaklarından ürküyor, ne de, temelleri artık sadece (köhne duvarın birbirinden ayrıl­ mış taşları üzerinde, kök salmış bir halı gibi uzanan) b ir yer sarmaşığının dolambaçlı köklerine tutunan sarkık ve harap du­ vara aldırıyordu. Fıçıların takmağı havaî mahzenlerin kubbesini' çınlatıyordu. Hülâsa toprak, .her yanda hattâ tabiatin en hasis davrandığı, yerlerde bile işlenmiş, verimleştirüimişti. Şöyle do­ kunup geçiveıdiğimiz bu sahne, üç ayrı ilevhasile, insanın ha­ fızasına ilelebet naklolunacak manzaralardandı. Boı nefîs tab­ loyu seyreden şair, romantik tesirinden kurtulamaz, daima onula dolardı.

rüyaları

Araba Cise köprüsüne vardığı zaman Loire adaları arasın­ da bir çok beyaz yelkenliler görünmüş ve bu lâtif mevkie yeni bir letafet bahsetmişlerdi. Nehri çevreleyen söğüt ağaçlan kes­ kin rayihalarını, nemli sabah rüzgârının koklusuna katıyor, kuşların âşikane konseri duyuluyor, bir keçi, çobanının mono­ ton şarkısı, vahşî hüznünü kuşların cıvıltısına ekliyordu. B e­ ride gemici naraları uzaktaki faaliyeti haber veiyordu. B u ge­ niş pevsaja serilmiş ağaçları kaprisli şekillerile kucaklayan yumuşak bulutlar, tablonun zarafetini tamanrılıyordu. Touraine’in bütün ihtişamı üzerinde idi. V e bahar bütün şaşaasını gösteriyordu. Yabancı orduların taarruzundan uzak kalan bu bölge şu anda, Fransanın biricik rahat kösesiydi ve sanki isti­ lâya meydan okuyordu. Kalska durur durmaz, subay şapkasile örtülü b ir baş dışa­ rıya uzandı. B ir saniye sonra da, sabırsız bir asker, arabanın, kapısını bizzat açarak, -belli ki gidip sürücüye çatmak için- yo la atladı. Amma Touain’li kopan koşumu o kadar ustalıkla ona-


22

OTUZUNDAKİ

KADIN

rıyordu ki Kent A lbay d’ Aigtemont sükûnet buldu. Uyuşan adalelerini can andırmak ister gibi kollarını uzatarak, arabanın kapışma döndü, esnedi, manzaraya baktı. Sonra, ihtimamla V içuraya ( 1 ) sarılmış genç bir kadının koluna dokunarak; kısıl­ mış bir sesle: — Bak Julie! dedi, uyan da memleketi seyret, pek,nefistir. Julie başını arabadan dışarıya -uzater. Başında kürklü bir kapüşon vardı. Büründüğü Viçuranın kıvrımları v.ücudunttıi şekillerini tamamile gizliyor. Ancak yüzü görünüyordu. Julie d’ Aiglemont (Ju!li deglemon) -daha şimdiden- vaktile Tuileriüs geçit resminde güle oynaya koşuşan genç 'kıza pek benze­ mez olmuştu. Kâlâ narin alan yüzünde, bir zaman ona zengin bir şaşaa veren eski penbelik kalmamıştı. Gecenin rutubetile kıvırcıklı ğr düzelen bir kaç demet siyah saç, parlaklığı sönmüş görünen çehresinin mat beyazlığını tebarüz ettiriyordu. B u ­ nunla beraber gözlerinde harikülâde bir alev yanıyordu. Fakat göz kapaklarının altında, yorgun yanaklarında mor çizgiler teressüm ediyordu. ' Cher ovalarını, Loire’i ve adalarını, Tours’u ve Vouvray’ın uzun kayalıklarını kayıtsız nazarlarla süzdü; sonra cana can katan Cise vadisini görmek istemeden, hızla arabanın içine çe­ kildi. Açık havada pek hafif duyulan bir sesle: — Evet, dedi. Pek güzel yerler. (Genç kız, -talihsizliğinden olacak- babasına galebe çalmış t ı : zaten anlamışsınızdır.) — Burada yaşamak istemez misin Julie. “ Kayıtsız, kayıtsız. — H a burası, ha başka bir yer. Hepsi b i r ; diye cevap verdi. Albay d ’Aiglem ont sordu: — B ir ıstırabın mı var? Genç kadın, âni bir canlılıkla:. — Kayır, hayır dedi. Gülümseyerek kocasına baktı v e : — Uykum var. Diye ilâve etti. Birdebire, 'bir atın dört nala koştuğunu duydular. Victor d ’Aiglemont karısının elini bırakarak başını yolun dönemecine doğru çevirdi. Kocasının bakışları üzerinden ayrılınca, Julie’nin soluk çehresindeki neşe izleri tamamen kayboldu. Sanki onu aydınlatan ışık sönüvermişti. İçinde ne manzaayı tekrar gör-1

( 1 ) V ıçtıra : PolonyalI Bay ve Bayanların b ir nevi manto.

g iy d iğ i

kürklü


OTUZUNDAKİ

KADIN

23

mek arzusu vardı, ne atı böyle hızlı koşan süvarinin kim oldu­ ğunu öğrenmek merakı. Kalskanm köşesine .büzüldü ve hiç bir his ifade etmiyen gözlerini atların sağrısına dikti. Siması pa­ pazın vâzını dinliyen bir köylüııünkü gibi abdaHaşmıştı. Birdenbire çiçekli böğürtlen 1er ve kavak ağaçlarile süslü bir korudan asil bir ata binmiş bir genç çıktı. A lb a y : — Ingilizdir, dedi. Sürücü: — Vallahi öyle Generalim dîye cevap verdi. Söylediklerine göre, Fransayı diri diri yemek istiyen o heriflerin soyundan. Amiens muahedesinin feshi sıralarında, Napolyon Devlet­ ler hukuku hükümlerine riayetsizlik gösteren Saint James ka­ binesine misilleme olarak bütün İngiilizîeri tevkif ettirdiği za­ man bu yabancı da kara Avrupasında bulunan yolcular arasında idi. İmparatorluk hükümetinin keyfine boyun eğen tutsaklar, yakalandıkları yerde b’nakılmad-flar. Hattâ öncelleri, Vonlara ikametgâhlarını seçmek hürriyeti verilmişken, sonra bu hak da ellerinden alındı. O esnada Tourains’de oturan İnıgilizlein ek­ serisi, oraya imparatorluğun muhtelif köşelerinden gönderil­ mişlerdi. Zira bulundukları yerde kalmaları Kontinantal poli­ tikanın menfaatlerine zarar iras edebilir görünmüştü. C ansı km tıs.il e sabah sabah oralarda dolaşan genç esir kır­ tasiyeciliğin kurbanıydı. Müptelâ olduğu bir göğüs illetinin tedavisi için vaktile Montpellier’e gelmiş, muahedenin feshi esnasında orada yakalanmıştı. Dış İşleri Bakanlığından çıkan bir emir, iki yıldanıberi onu aradığı iklimden mahrum bırakmış­ tı. Genç adam kontun askerî üniformasını görür görmez, hemen göz göze gelmemek için başını Cise çayırlarına çevirdi. A lbay homurdanarak: — Yahıı bütün şu Ingilizler, dünya kendilerinmiş gibi küstahdırlaı*. Amma bereket ki Soult yakinda haklarından gelecek! •diye haykırdı. , Tutsak, kalskanın önünden geçerken içeriye şöyle bir bar kıvermdş. pek kısa süren bu bakış,, kontesin düşünceli simasına dayanılmaz bir cazibe veren hüziinlni ifadeye hayran kalmasrna kâfi gelmişti. B ir çok erkekler böyledirler. B ir kadının sadece mustarip olduğunu görmek kalblerinde büyük bir heyecan ya­ ratır. Onlar için elem, sadakat müjdeleyen veya aşk vadeden ‘b ir histir. Bakışları arabasının minderine ıgömülen Julde ne ata dikkat etmişti, ne süvariye. B u sırada koşum süratle tamir edil­ miş ve sapa sağlam olmuştu. Kont tekrar aabaya kuruldu. K ay­


24

OTUZUNDAKİ

KADIN

bedilen zamanr kazanmağa çalışan sürücü, iki yolcuyu, çabucak şeddin, âdeta .boşlukta duran kayalarla çevrili kısmına getiri­ verdi. Bu kayaların kucağında Vouvray’m şarapları, olgunlaşı­ yor, bir sürü güzel evler yükseliyor ve uzaklarda Saint M artin’in inzivagâhı olan meşhur Marmoutiers manastırının hara­ beleri görünüyordu. Albay, Cise köprüsün denberi, arabayı takibeden süvarinin hep o Ingiliz genci olup olmadığını anlamak için başını, çevi­ rerek: — Bu şeffaf çehreii beyzade bizden ne istiyor acaba? diye haykırdı. Amma yabancı, set kenarında dolaşmak suretile ter­ biye icaplarına riayetsizlik etmiş olmuyordu. Bulııuı için allbay Ingilize tehditkâr bir bakış atefettikten sonra, arabanın köşesi­ ne çekildi, adama gayri ihtiyarî düşmanlık duymasına rağmen, atının güzelliğini ve süvarinin zarafetini takdir etmekten ken­ dini alamadı. Bazı Ingilizılerin teni o kadar nazik, derisi o ka­ dar yumuşak ve beyazdır ki bir genç kızın narin vücuduna ait sanlarsınız. Delikanı da o zümredendi. Sarışın, uzun boylu ve ince yapılıydı. Kostümü, .fazilet cakası satan Ingilterenin, şık beylerine mahsus büyük itina ve temizlikle seçilmişti. Konte­ sin karşısında zevkten çok, utancından kızarıyor derdiniz. Julie yabancıya yalnız bir defa o da kocasının zorile şöyle b ir bakı vermişti. A lbay karı sına bu sâ f ırka mensup atın ıhacak­ larını göstermek istiyordu. Julie'nin bakışları mahcup delikanlınınkile karşılaştı. O dakikadan sonra, kalska ile atbaşı giden İngiliz, arabayı geriden takibe başladı. Kontes ne süvaride ko­ casının işaret ettiği beşerî mükemmeliyetleri, farketmiş, ne atta bir fevkalâdelik görmüştü. Kocasını, tasdik eder gibi ha­ fifçe kaşlarını oynattıktan sonra tekrar köşesine büzüldü. Kont ta uykuya daldı. Karı koca tek kelime konuşmadan Tours'e vardılar Kucağından geçtikleri durmadan değişen sahnenin gönül alıcı manzaraları, Julie’nin bir kerecik olsun dikkatini çekmedi. Kocası uyurken kontes arada bir onu seyrediyordu. Son bakışında araba sarsılmış, bir matem zincİTİle .boynuna asılr duran madalyon dizlerine düşmüş ve birdenbire babasının, resmıle karşılaşmıştı. Genç kadın bu portreyi görür görmez, o âna kadar gözlerinde zapttetiği yaşlar boşanrvermişti. Ingiliz, ihtimalki. rüzgârın çabucak kuruttuğu bu göz yaşlarınîn kon­ tesin solgun yanaklarında bıraktığı parlak ve ıslak izleri farketmişti. İmparator tarafından, Bearn bölgesine çıkarma yapan İn ­ gilizlerle savaşacak olan mareşal Sault’e, talimat götürmeğe


OTUZUNDAKİ

KADIN

25

memur edilen albay d’Aiglemont bu vezifesinden faydalanarak e sırada Paris’i tehdit eden tehlikelerden korumak için, karısı­ nı Tours’e, akrabalarından ihtiyar bir hanimin yanına götürü­ yordu. Araba çok geçmeden, To.urs sokaklarında kaymağa baş­ ladı. Köprüden geçti; büyük caddeye vardı ve sidövan (1 ) kon­ tes de Listomere Landon’un oturduğu asırlar görmüş konağın önünde durdu. Kontes de Listomere Landon, solgun benizli, ak saçlı, za­ rif tebessümlü ve yakışıklı ihtiyar hanımefendilerdendi. B u n ­ ların sırtında hâlâ beli telalarla kabartılmış entariler vardır; başlarındaki hotoz meçhul bir modaya aittir. xv inci Louis dev­ rinin yetmişlik portreleri olan bu hatunlar, sanki hâlâ seviyorlarmış gibi nevazişkârdırlar, dindar olmaktan çok sofudurlar. Amma göründükleri kadar da değil. Tatlı anlatırlar, amma ko­ nuşmaları daha güzeldir. B ir hâtı.ra onları bir şakadan çok gül­ dürür, aktuaütsden haz etmezler. ihtiyar bir fam döşambır, kontese: bir yeğeninin ziyareti­ ni haber verince çabucak gözlüklerini çıkardı, Ispanya harbi­ nin başlanğıcındanberi görmemişti onu. En sevgili kitabı olan “eski sarayın galerisi” ni kapadı; sonra sahanlığa kadar yürü­ mek çevikliğini gösterdi, bu esnada karı îcoca da merdiveni çık­ mıştılar. ’ Teyzeyle gelini şöyle bir bakıştılar. A lb a y ihtiyar kadını yakalayıp, tehalükle öperek: — Bonjur aziz teyzeciğim, dedi. Size muhafaza etmeniz için bir küçük hanım getiriyorum, yani hâzinemi emanet edi­ yorum. Julieciğimin ne şuhluğu vardır, ne kıskançlığı. M elek­ ler gibi uysaldır. Burada da şımarıp bozulmiyacağını ümit ede­ rim. Kontes onu alaycı gözlerle süzerek: — Koca haylaz*, dedi. Julie düşünceli görünüyor, tecessüsten çok sıkıntı, duy­ muşa benziyordu. Evvelâ teyze sevimli bir zarafetle onu k-u~ caklıyarak: — Demek ahbap olacağız, cicim dedi. Benden öyle pek ürkmeyin, gençlerle beraberken daima ihtiyarlıktan siymlmağa ça­ lışırım. Kontes de Listomere salona .geçmeden önce,- taşrada âdet olduğu veçhile m isafirleri için yemek haziırlamalammr söyle- 1

( 1 ) Fransız ih tilâ li sırasında lakabları veya m evkilerile eski rejim e bağlı bulunan asilzadelere verilen isim.


26

OTUZUNDAKİ

KADIN

mişri. Fakat albay ciddî bir tavırla ancak posta arabası beygir­ lerini değiştirinceye kadar orada kalabileceğini anlatarak, tey­ zesinin belâğatini yarıda bıraktı. Ü ç akraba çabucak salona gir­ diler. A lbay genç karısını niçin kendisine emanet etmek mec­ buriyetinde bulunduğunu, buna sebep teşkil eden siyasî ve as­ keri hâdiseleri şöyle kTsaca anlattı. Büyük teyze bir durmadan söyliyen yeğenine, bir de solgunluğunu ve hüznünü bu cebrî ayrınsa yorduğu gelinine bakıyordu. Kendi kendine: O h ! oh bu gençler pek sevişiyor; der gibiydi. O anda, kaldırımları de­ met demet otlanla çevrili eski avluda kamçı şakırtıları çınladı. Tekrar teyzesini kucaklayan Victor kapıdan fırladı. Kendisini arabaya kadar geçiren karısını Öperek: — Allaha ısmarladık canım, dedi. — Oh Victor, bırak da daha uzaklara kadar beraber gele­ yim, ayrılmak istemiyorum senden. — Olur mu hiç? — Peki, madem sen öyle istiyorsun, hadi Allaha ısmarladık. ihtiyar kadınların, gençlere atfetmesini bildikleri usta ba­ kışlarla gelinini süzen teyze: — Pek seviyorsunuz Victorcuğumu demek? dedi. J u lle : — Öyle, hanımefendi diye cevap verdi. B ir adamla eylen­ mek için onu çok sevmemiz lâzmgeimez mi? Genç kadın bu cümleyi öyle sâf bir eda ile söylemişti ki, ya tertemiz bir kalbin ifadesiydi bu, yahut da derin sırlar giz­ liyordu. Riehelicu Duclos ile ahbaplık yapan bir hatunun bu genç ailenin sırrına nüfuz etmek istememesi hani biraz .güçtü. Teyzeyle gelini araba kapısının eşiğinde idiler; uzaklaşan kalskava bakıyorlardı. Genç kadının gözlerinde, kontesin anla­ dığı şekilde, aşk yoktu, ihtiyar hanımefendi Province’iLiydi ve şiddetli ihtiraslar beslemişti bir vakitler. — Demek kendinizi yeğenim olacak .haine kaptırdınız ha? Kontes elinde olmadan titredi. B u ihtiyar yosmanın şive ve bakışından Victor’un mizacını ihtimal kendisinden bile da­ ha iyi tanıdığını sezer gibi olmuştu. Kuşkulanan madam d’A ig lemont mustaıp ve saf ruhların ilk melcei dian beceriksiz bir ketumiyete büründü. Madam de Listomere, Julie’nin cevaplarile iktifa etti. Fakat inzivasının bir sevda sırrile neşeleneceği­ n i düşünerek sevindi. Ona öyle geldi ki gelini eğlenceli .bir eniirik a çeviriyor. Büyük salona geçtiler. Duvarlarda, yaldrzliı çubuklarla çerçiveli halılar asılıydı.


•o T O Z U N D A K İ

KADIN

27

Madam d’Aiglemont, pencereden sızacak poyraza mani ol­ mak için Çin işi bir paravanla örtülen büyük bir ocağın önüne oturunca, artık ıstırabını gizliyemedi. Zaten bu köhne tavan altında, bu asırlar görmüş mobilya arasında insanın neşeli ol­ ması da güçtü. Bununla beraber Parisli kadın bu derin uzlete taşranrn mutantan sükûnuna gömülmekten âdeta zevk duyuyor­ du. Vaktile henüz yeni gelinken kendisine bir mektup yazdığı teyzesile birkaç lakırdı kornişçi aktan sonra, bir oper£ müziği dinler gibi sustu. V e ancak iki saat manastırlara lâyık bir sessiziik içinde kaldıktan sonra teyzesine karşı uygunsuz hareket ettiğinin farkına vardı. Ona sadece soğuk bir takım cevaplar vermişti. İhtiyar hanım, eski devrin insanlarına mahsus olan o ince şevki tabiisileı gelininin hiç keyfine dokunmaiımştı. Y a l­ nız. bir çok defalar salondan ayrılmış, kontese yatak odası ala­ rak hazırlattığı “yeşil oda” ile meşğul olmuştu. Şimdi tekrar büyük koltuğuna .kurulmuş, yün eğiriyor, yan gözle de kontesi süzüyordu. Dayanılmaz düşüncelere daldığına utanan Julie bu haliie alay ederek kendini mazur göstermeğe kalkıştı. Teyze: — Sevgili yavrum, biz dulların acısını biliriz, diye cevap verdi. Büyük hanımefendinin dudaklarındaki iztihzayı anlıyabilmek için hiç olmazsa kırkında olmalıydı insan. Ertesig.ün kontes Degletmon, biraz daha iyileşm işti; konuş­ tu. Madarn dö Listoımer bu yeni gelini yola getirebileceğinden ümit var olmağa başladı. Zira önce onu doğrusu pek yabanî ve aptal bulmuştu. Misafirine memleketteki eğlencelerden, .balo­ lardan, ziyaret edebilecekleri, ailelerden bahsetti. O gün, her suali, gelininin içini dışrniı öğrenmek maksadiHe kurduğu b ir tuzak mahiyetinde idi. Hanımefendi sarayda peydahlamiştı bu âdeti. B ir kaç gün üst üste Julie’ye hep ayni teklifi tekrarladı. Biraz gezip eğlenmesi lâzımdı doğrusu. Genç kadını bütün ıs­ rarlara karşiı koydu. Hanımefendi de, güzel gelinini, çalım sata sata gezdirmek sevdasından ister istemez vaz geçti. Kontes d’Agiemoct, yalnız kalmak arzusuna ve teessürüne babasının ölümünden doğan ıstırabı bahane etti, hâlâ yasını tutuyordu onun. Aradan sekiz g.ün geçmişti ki, dul kadın Ju'lie’nin M elekle­ re bas uysallğına, özentisiız zarafetine, hoş gören zekâsına hayTan kalmış ve bu genç kalbı kemiren esrarenğiz h ü zn ; içine dert olmuştu. Kontes, sevilmek için yaratılan ve sanki her g it­ tikleri yere saadet taşıyan kadınlardandı. Madam de Listomere


28

OTUZUNDAKİ

KADIN

gelininin sohbetinden öyle haz etti, ahbaplığına öyle baha biç­ ti ki, meftunu oldu; artık hiç yanından ayrılmak istemiyordu. Aralarında ebedî bir dostluk kurulması için 'bir ay kâfi gelmişti. Büyük l:,anım çok geçmeden madam d’Aiglemont’un çehresin­ deki değişikliği farketti ve bir hayli şaştı. Genç kadının tenini tutuşturan keskin renkler yavaş yavaş sönmüş, çehresi mat ve donuk bir ton almıştı. ilk şiddeti geçtikten sonra Julie'.nin ıstırabı da hafiflemeğe yüz tutmuştu. Kontes, genç akrabasında zaman zaman neşe hamleleri ve çılgın kahkahalar uyandırıyor. Fakat bu şetaret, hemen can sıkıcı bir düşünce ile gölgeleniyordu. Teyze, hisset­ ti ki, gelininin hayatım perdeleyen o derin melâlin sebebi, ne babasının Hâtırasıdır, ne Victor’un yokluğu. Aklından hep kötü ihtimaller geçirdiği için, bir türlü asıl sebebe yanaşamadı. Z a ­ ten hep öyledir, hakikati ancak kazara keşfedebiliriz. Hele bir gün, Julie hayretten ağzı açık kailan teyzesinin önünde, evli bir kadın olduğunu tamamen unutmuş göründü. Haylaz bir genç kız çılgınlığı, ilk çağlara lâyık bir safilik, Franiada genç kızların mümeyyiz vasfı olan o daima ince ve bazan pek derin espriyi gösterdi, çocuklaştı. Madam Listomere de ' aşırı tabiîliği nüfuz edilmez bir maske olan bu ruhun esrarını keşfetmeğe karar verdi. Gece yaklaşıyordu, iki kadın, sokağa bakan bir pencerenin önüne oturmuşlardı-,. Julie yeniden da-lgınlaşmıştı; Sokaktan bir atlı geççi, Büyük hanım: — İşte kurbanlarınzdan biri, dedi. Madam d’Aiglemont, endişeli bir hayretle teyzesine baktı. — B u bir İngiliz gencidir, asilzadedir. A d ı da Arthur O r■mond. Lord Grenvilıle’in büyük oğlu; Sergüzeşti de hayli me­ rakadır. 1802 de MontpelLier’ye gelmiş, tehlikeli bir göğüs -hastailığmdar mustarıbmış de doktorlar yollamış onu, kendisi de belki oraların havası iy i gelir diye düşünmüş. Harp sırasında o da bütün vatandaşları gibi Napolyon tarafından tevkif etti­ rilmiş. Malûım ya, bu canavarın işi gücü muharebe. Genç İn gi­ liz vakit geçsin diye, mühlik zannedilen hastalığını tetkike vermiş kendini. Farkında olmadan anatomiye, tıbba merak sar­ mış, bu nevi ilimlere inhimak duymuş. Gerç-e bir asilzade için tuhaf amma, Regent de pekâlâ kimya ile uğraşmıştı. Hülâsa bay Arthur bilgisini şaşılacak derecede ilerletmiş. Hattâ Montpellie’deki profesörler bile parmak tısırımşlar. Esaret acısını, bu tetkikler sayesinde avutmuş. Üstelik tamamen de iyileşmiş.


OTUZUNDAKİ

KADIN

29

Söylediklerine göre tam iki yıQ hiç konuşmamış, pek seyrek ortaya çıkmış. B ir ahırda yatıp kalkmış, hep İsviçreden gelme b ir ineğin südünü içmiş ve tere otiJe beslenmiş. T o u r’a ıgeldi, geleli hiç kimse ile görüştüğü yok. Amma siz her hailde gönlü­ nü fethetmiş olacaksınız ki buraya ayak bastınız basalı her gün iki defa penceremizin önünden geçiyor. Benim kara gözlerimin hatırı için olmasa gerek. Muhakkak seviyor sizi. Son cümle Julie üzerinde bir büyü tesiri yaptı; dalgınlık­ tan uyandı. Edası ve tebessümü çok şaşırttı teyzesini. B ir er­ keğin zülfüne esir 'olduğunu öğrenince, eıı mutaassıp kadın bi­ le memnunluk duyar, şevki tabiî bu. Halbuki genç kontes hiç de hoşnutluk göstermedi. Bakışları eskisi gibi donuk ve soğuk kaldı. Yüzünde, dehşete yaklaşan bir iğreniş okunuyordu. Gerçe seven bir kadın, bir tek erkek uğrunda bütün düyayı hiçe sayar amma, böyle zamanlarda gülmesini, şakalaşmasına da bi­ lir. Hay-ır, hayır; madam d’Aiglemont’un bu soğuk tavrı böyle bir aşkın ifadesi de değildi. Julie, o dakikada bir felâketin bü­ tün şiddetime canlı kalan hâtırasından, hâlâ azap duyan b ir in­ san gibiydi. Gelininin yeğenini sevmediğine katî, kanaat getiren teyze, başkasında da gözü olmadığım anlayınca, şaşırdı kaldı. Yoksa Julie, inkisara uğramış bir gönül mü taşıyordu? B ir günlük, yahut bir gecelik tecrübe ile Victor’un hiçliğini anlamışmıydr acaba? Bu ihtimaller ihtiyar kadının içini titretti. — Eğer onu tanıyorsa, olanlar o ld u ; yeğenim çok geçme­ den izdivacın mahzurlarını tadar. Diy.- düşündü. O sırada niyeti gelinine Onbeşinci Loui devri nin kırallcı fikirlerini aşılamaktı. Amma bir kaç saat sonra Juü e’nin melankolik oluşundaki hikmeti anladı. Kibar cemiyette bol bol rastlanan vaziyetlerdendi bu. Birdenbire dalgın bir tavır alan Julie, o akşam her zaman­ kinden önce odasına çekildi. Oda hizmetçisi elbisesini soyup, yatağım falan hazırladıktan sonra, çıktı, fakat Julie, ateşin önünde, yeşil kadifeden bir düşese (1 ) gömülü kaldı. B u eski koltuk bahtiyarlara olduğu kadar mustariplere de âşinâ idi. Genç kadın ağladı, ah etti, düşüncelere daldı. Sonra küçük bir çekmeceden kâğıt çıkardı, yazmağa koyuldu. Saatler birbirini kovalıyordu. B elli k i bu mektuba içini dökerken çok acj çekiyordu. H er cümle onu uzun tahayyülâta sürükliyordu. Birdenbire hıçkrra hıvkıra ağlamağa başladı. O 1

( 1 ) Düşes: A rk a lı ve kenarlı kanape.


30

OTUZUNDAKİ

KADIN

sırada saatler ikiyi çalmıştı. B ir muhtezırınki gibi ağırlaşan başı göğsüne doğru eğildi. A z sonra gözlerini kaldırınca; ansı­ zın teyzesile karşılaştı.. Sanki duvardaki halılardan kopup tecessüm eden bir resimdi bu. — Neniz var yavrum? diye sordu. Niçin bu vakitlere kadar uyanıksınız? Hele bu yaşta yal-mz başmıza ağlamak? H ayırdır inşaallah. Merasime falan bakmadan gelininin yanına oturdu. Göz­ leri. büyük bir tecessüsle yarıda kalan mektuba dikildi. — Kocanıza mı yazıyordunuz. — Nerede olduğunu bilir miyim? Teyze kâğıdı aldı ve okudu. Gözlükleri de yanında olduğu­ na göre kast vardı işte. Masum taze bu hareket karşısında ağz:ını bile açmadı. Onu böyle uyuşturan ne haysiyetsizlikti, ne de gizli bir suç işletmiş olmak duygusu, hayır. Ruhu mecailsrz bırakan bîr buhran dakikasıydı bu. B u anlarda insan hiç bir şe­ ye aldırış etmez, hayırda vız gelir, şerde. İtimat da, sükûtta müsavidir. Şimdi Julic, bir âşıkuir istihfafîar.ile ezen, fakat akşam ba­ sıp da ıstıraplar ile haşhaşa kalınca, vüz vermediği adamı arzufaziletli bir genç layan ve derdini dökecek kız gibiydi ; nezaket, açık bir mektubu mühürlü o’arak kabul etmemizi icabettirir, amma genç kontes bu kaidenin ihlâl edittisine hiç ses çıkarmadı ve teyze mektubunu okurken o düşün­ celere daldı. , “Sevgili Louisa; Vaktile yapti/ğım bir vadi yerine getirmem için niye bu kadar ısrar ediyorsun bilmem? B ilgisiz iki genç kızın bu şekil­ de sözleşmeleri en büyük gafletmiş. “A ltı aydır suallerim ce­ vapsız kalıyor, sebebini sık s’ık kendime soruyorum” diyorsun. Sükûtunum mânasını hâlâ an’amadınsa, bugün sana açacağım sırlan öğrenince, ihtimal hissedeceksin. Yakımda evleneceğini bildirmeseydin, onlar; ölünceye kadar katibime, gömecektim. Evleneceksin ha Louisa? B u düşünce titretiyor beni. Evlen zavallı yavrucak evlen. Sonra bir kaç ay içinde, eski halimizi hatırladıkça en acı nedametler duyacaksın. Hani b ir akşam, seninle Ecouen’de dağm en büyük meşe ağaçları a 1tına varmış, ayaklarım-ızın altında uzanan lâtif vadiyi ve ışıkları bizi kuşa­ tan güneşin batrşnı hayran hayran seyretmiştik. B ir kaya par­ çasına oturmuş sosuz bir haz içinde kalmış, sonra pek tatlı bir hüzne dalmıştık. Uzak’ardaki güneşin bize istikbalden bahset­ tiğini ilk defa sen sezdin. N e çılgın, ne mütecessis şeylermişiz


OTUZUNDAKİ

KADIN

31

o zaman. Bütün deliliklerimiz hâtırada mı? ‘-ik i âşık gibi ku­ caklaşıyoruz” demiştik. îlk evlenen; çocuk ruhlarımızın pek büyük bir cazibe ile süslediği zifa f gecesinin sırlarını, zevkle­ rini arkadaşına anlatacaktı. Orada and içmiştik buna. O akşamr hatırladıkça gezlerin yaşaracak, yasa düşeceksin. O zaman gençdin, güzeldin, belki bahtiyar değildin amma, kayğm da yoktu. Kocan seni kısa zamanda çirkin, dertli ve ihtiyar yapıp çıka­ cak. A lbay Victor d’Aiglem ont’la evleneceğim diye ne kadar gurur ve sevinç duyduğumu anlatmağa kalkmak çılgınlık olur. Zaten nasıl anlatabilirim sana? O zamanki halimi artık ken­ dimde hatırlanıyorum. Gözümü kapayıp açıncaya kadar çocuk­ luğum bir rüya oldu. Benim için hudutları meçhul oüan bu ra-~ bıtanın merasimle kutlandığı gün tavırlarım pek beğenilmedi.. Babam bir çok defalar neşemi dizginlemeğe uğraştı, çünkü yersiz bir sevinçti bu. Sözlerimde istihza ve muziplik buluyor­ du. Hakikat tamamen aksine idi. de ondan. Duvağımla, gelin­ lik robumla, çiçeklerle çocuk gibi oynuyordum. Akşam tantana ile .götürüldüğüm odada, tek baş*,ma kalınca, Viotor’u meraka düşürmek için bir oyun düşündüm. Gelmesini beklerken müt­ hiş kalbim çarpıyordu. Eskiden 31 Birinci kânun geceleri kim­ se görmeden, hediyelerin bulunduğu salona geçerken de böyle olurdu. Kocam içeri girip de beni arayınca altına gizlendiğim muslinlerde boğman kahkaham, çocukluk oyunlarımızı canlan­ dıran o tatlı neşenin son parlayışı oldu.” Böyle başlayan mektup, her halde çok hazin müşahedelerle dolacaktı. Hanımefendi mektubu okuyup bitirince, gözlüklerini ya­ vaşça masanın üstüne bıraktı. Kâğıdı da hemen oracığa koydu, yılların ateşini söndüremediği yeşil göz1eri.ni gelinine dikerek: — Yavrum, dedi, evli bir kadın genç bir k’ıza böyle şeyden yazamaz, aksi takdirde usul ve adâba yân çizmiş olur. Julie teyzesinin sözünü keserek: — Benim de düşündüğüm orasıydı. Siz okurken kendi ken­ dimden utanıyorum. İhtiyar kadın: — Sofrada bir yemek hoşunuza gitmedi diye, ondan başka­ larını da iğrendirmek icabetmez yavrum. Üstelik Havva anatnızd an beri herkes izdivacı ırijikemmel buluyor. Anneniz yok mu? Kontes titredi, sonra yavaşça başımı kaldırarak: — Heyhat dedi. B ir senedenberi çok yanıyorum annesizli-


82

OTUZUNDAKİ

KADIN

ğime. Amma kabahat bende. Victor'u damat yapmak istemiyen babamı dinlemedim. Tey:< pme baktı» B u aşınmış çehrede, acryan ve anlayan bir alâka sezdi, ve bir sevinç ürpertisi göz yaşlarını kuruttu. M ar­ kiz. (1 ) genç kadımın elini ister gibi bir tavır almıştı. Parmakla­ rı birbirine kenetlenirken bu iki kadın artık tamamen anlaş­ mıştılar. M arkiz: — Zavallı öksüz., dedi. B u cümle Julie için, son bir ışık oldu. Babasının peygambeane sesini yine duyuyormu§ gibi geldi ona. İhtiyar kadım: — Elleriniz yanıyor! Daima mı böyle? diye sordu. — Fiyeviden kurtualı nihayet yedi sekiz gün oluyor. — Ateşiniz vartdı da, benden saklıyordunuz ha? Julie mahcup bir hüzünle: — :Biı- seedenberi bu haldeyim., dedi. Teyzesi: ; — Demek öyle mefleğim, şu halde izdivaç sizin için bir ıstraptan ibaret oldu şimdiye kadar? Genç kadın cevap vermek cesaretini gösteremedi. Fakat bütün acılarını açığa vuran bir jestle bu suali tasdik etti. — Bedbahtsınız ha? — Yo., yo; teyzeciğim. Victor beni taparcasına seviyor, ben de öyle. O 'kadar iyi kalhli ki! — Evet., onu seviyorsunuz amma, kaçıyosunuz da ondan.. değil mi? — öyle., bazı defalar, pek srk özlüyor da beni. — Çok defa tek başınıza iken, birdenbire karamıza çıkaca­ ğını düşünerek korkuyorunuz? — N e yazık ki evet teyzeciğim. Amma sizi temin ederim ki onu çok seviyorum. — İçinizden “zevklerini anlamıyorum, paylaşmak elimden gelmiyor” diye kendinize kızıyorsunuz. Meşru bir aşka taham­ mül etmenin, memnu bir aşktan daha güç olduğunu da düşün­ düğünüz oluyor? Â ğ îıy arak : — Tıpkr söylediğiniz gibi., dedi. Bütün bunlar benim için bir muamma; amma siz nasıl oluyor da hepsini keşfediveriyorsunuz, hislerini uyuştu. Kafam işlemiyor,, güçlükle yaşıyorum, hülâsa tarifi imkânsız bir korku rıfhumu örseliyor, duygularr-1

( 1 ) Kontes de Lıstom hre ayni zamanda markizdir.


OTUZUNDAKİ

KADIN

83

m: donduruyor, sürekli bir uyuşukluğa fırlatıyor beni. Şikâ­ yete takatim j'ok, ıstırabımı ifade edecek söz bulamıyorum. A zap .İçindeyim. Beni öldüren şey V icto r u mesut ediyor. Bunu düşündükçe de kendi ıstırabımdan utanıyorum. ihtiyar kadın: — Bütün bunlar çocukluk ve budalalık., diye haykırdı. K uru çehresinde eski günlerdeki şetaretinin aksi olan şen bir tebessüm belirdi. Genç kadın yeisile: — Demek siz de gülüyorsunuz halime., dedi. M arkiz hemen cevap verdi: — Ben de öyle idim. Amma şilmdi Victor, sizi yalnız başı­ nıza bırakınca yeniden genç .kızlık haline dönmüş olmıyor mı­ sınız? Sakin, neşesiz fakat kaygusız değil misiniz? j ulie, şaşkın şaşkın gözlerini açtı: — Hülâsa meleğim, Victor’a tapıyorsunuz, anlaşıldı. A m ­ ma karısı olacağınıza hemşiresi olmağı tercih ederdiniz. H ülâ­ sa izdivaç size uğur getirmedi. — Doğru teyzeciğim.. amma niçin güliimseyorsunuz ? — Haklısınız yavrucuğum. Bütün bu söylediklerinizde neşe verici bir taraf yok. Sizi himaye altına almasaydım, gele­ cekte bir çok felâketlerle karşıl&şacakdınız. Bereket ki eski tecübelerim sayesinde ıstıraplarınızın pek masum olan se­ bebini anlamış bulunuyorum. Yeğenim, sizin gibi bir kadına lâyık değildi, budala, sevgili xv inci Louis’imiz devrinde, mevkiinizde bulunan b ir hanım, böyle odun gibi hareket eden kocanın lâyık olduğu cezayı he­ men verirdi. Egoist, zaten imparator olacak zailimin bütün su­ bayları hep aynı model, kaba saba herifler. Nobranığı zarafet sanırlar, ne kadınları tanır, ne sevmesni bilirler. Sanki ertesi gün ölüme gitmek, kadınlara saygı göstermelerine lüzum bı­ rakmazmış. Eskiden hem sevmesini bilirlerdi, hem de sırasında ölmesini. Onu yola getiririm yavrum. Aranızdaki bu can sıkıcı, anlaşamamazlık prk tabiî amma, ben hâllederim; yoksa bir­ birinizden nefret edersiniz ve iş başanmıya varır, o da ümit­ sizliğe düşünceye kadar ölmezseniz. Julie, hayretle teyzesini dinliyordu. Mânasını anlamaktan çok hissettiği bu sözler onu şaşırtmıştı,. B u görmüş geçirmiş akrabanın ağzından da (biraz daha mülayim bir şekilde) baba­ sının vaktile Victor hakkında verdiği, hükmü duymak onu çok korkutmuştu. Geleceği kuvvetle sezmiş, ve başına gelecek fe~. F. 3


34

OTUZUNDAKİ

KADIN

lâketîcri hissetmiş olacak .ki hıçkira hıçkıra ağlamağa başladı,, ve annem olun., diyerek ihtiyar kadının kucağına atıldı. Teyze ağılamadı. Z ira ihtilâl, eski kırallrk devrini yaşayan kadınların gözlerinde pek az yaş bırakmıştır. Önceleri aşk ve sonra Terror onları en yürek parçalayıcı maceralarla haşrü neşretmiştiı. ö y le ki, hayatın tehlikeleri arasında soğuk bir vakar, samimî fakat gösterişsiz bir teessür izhar eder, bu sayede yeni âdetlerin pek haksız olarak vaz geçirmek istediği tavru hareket kibarlığına ve teşrifat kaidelerine sadık kalırlar. Teyze Julie’yi bağrına bastı; çok defa bu tip kadınların, kalbinden çok hareketlerinde ve itiyatlarında bulunan bir şef­ kat ve zarafetle alnından öptü. Tatlı sözlerle okşadı; mesut bir istikbal müjdeledi ona. Sanki Julie kızı, elem ve ümitlerini paylaştığı kendi öz yavrusu imiş gibi, uyutmak için dil döktü. Onu aşk vaitlerile avuttu. Gelininde kendi gençliğini buluyor, tecrübesiz ve güzel olduğu devirleri yaşıyordu. Kontes içini döke bileceği bir dost, bir anne bulduğu için, bahtiyar, uyudu. Erte­ si sabah, teyze i'.e gelin, hislerin ilerlediğini, ve i'ki ruh arasın­ da daha katı bir kaynaşma vücuda geldiğini isbat eden o derin samimiye! ve anlaşma edasile kucaklaşırken nal sesleri duydu­ lar, ikisi birden başını çevirdi; genç îngilizin, ber mutat ağır ağfr geçtiğini gördüler. Galiba delikanlı, bu iki münzevi kadı­ nın yaşayışlarına dikkat etmişti. Onlar kahvaltıda ve öğle ye­ meğinde iken muhakkak orada bulunuyordu. At, gemini çekmeJge lüzum kalmadan yavaşlıyor ve Arthur yemek odasınm iki penceresi arasından geçerken içeriye hüzünlü bir bakış at­ fediyordu. Kontesin hiç aldırış ettiği yoktu. Fakat, îngilizin bu kadar gizli kapaklı ifade ettiği bu çe­ kingen ve vakur aşk, taşra hayatında, yüksek ruhlu insanların bile pek güç sıyrıldığı, en. küçük hâdiselere bağlanan bayağı tecessüslere alışık bulunan teyzeyi eğlendiriyordu. A yn i saat­ lerde tekrarlanan bu bakış1ar onun için itiyat haline girmişti ve her gün Arthur’uıı geçişini yeni yeni şakalarla işaret ediyor­ du. Sofraya otururken ik i kadın ayni zamanda Britanyalıya baktılar. B u defa Julie ile îngilizin bakışlar’, karşılaştı. D eli­ kanlının hisleri gözlerinde o kadar açık okunuyordu ki genç kadın kızaıaı. İngiliz hemen atını kamçıladı ve dört nala uzak­ laştı. T Julie, teyzesine: — Acaba ne yapsak efendim? diye sordu. B u zatın geçti­ ğini görenler, benim... Teyze, sözünü keserek:


OTUZUNDAKİ

KADIN

35

— Orası öyle., dedi. — Peki ona buralarda dolaşmamasını söyliyemez miyim? — Amma bu suretle kendisinden çekindiğiniz zehabına düşmez mi? Sonra bir adaimı gönlünün istediği yerde dolaş­ maktan nasıl menedebiliriz? Yarinden itibaren salonda yeme­ yiz yemeklerimizi. Genç beyzade sizi orada göremeyince bu pencere sevdasından vazgeçer. İşte sevgili yavrum., usul, erkân bilen bir kadın böyle hareket eder. Amma Juile’nin çilesi, henüz dolmamıştı. İki kadın henüz sofradan kalkıyorlardı .ki, apansız Victor’un oda hizmetçisi çı­ ka geldi. Uşak dolu dizgin, Bourges'den geliyordu. Sapa yol­ lardan geçmişti. Kontese kocasından bir mektup getiriyordu. Napolyonu terkeden Victior, katisına imparatorluk rejimimin yıkıldığını, Parisin zaptedi'diğind, Fransanın her köşesinde Bourbonlar için heyecanlı tezahürat yapıldığını haber veriyor, Tours’a kadar gelmek imkânı bulamadığından çabucak Orleans’a gelmesini rica ile, orada kendisi için pasaport bulmağı ümit ettiğini ilâve ediyordu. Esk bir asker olan uşak da Ocleans’a kadar Julie’ye refakat edecekti. Victor bu yolun henüz serbest olduğunu sanıyordu. U şak: — Dakika kaybetmeğe gelmez hanımefendi, dedi. Prusya, Avusturya ve In g i’iz ordularr neredeyse Blois’de veya Orleans da birleşmek üzereler. Genç kadın, bir iki saat içinde hazırlandı. M arkizin verdi­ ği eski bir seyahat arabasiİe yola çıktı. Teyzesini kucaklarken: — Niçin sizde bizimle beraber gelmiyor sunuz? dedi. Şim­ d i Bourbonlar d a iktidar mevkiine geçiyor, artık sizin için. T eyze: ■ — B u ümit edilmedik dönüş olmasaydı, yine Patise gelir­ dim yavrucuğum. V ictor’un da senin de öğütlerime o kadar ihtiyacnınz var .ki? Bunun için lâzım gelen, bütün hazırlıkları yapacağım. Jülie, yanında fam dö saribrı yola çıktiı. İhtiyar asker de, harım ını her hangi bir tehlikeye karşı korumak için, arabanın yanında dört nala gidiyordu. Gece, Blois’den önceki durak yerine gelmişlerdi. Arkasın­ da bir araba sesi duyarak kuşkulanan Julre, seyahat arkadaşla­ rının kim olduklarını görmek için kapıya doğru uzandr; araba Ambroise’denberi peşlerinde idi. Genç kadın ay aydınlığı sa­ yesinde, kendisinden bir kaç adım ötede ayakta duran Arthur’u gördü. Delikanlının bakışları, kendi arabasına dikildi. Gözleri karşılaştı, kontes, hızla arabanın köşesine çekildi; korkudan


OTUZUNDAKİ

36

KADIN

kalbi çarpıyordu. O d.a sahiden masum ve tecrübesiz olan bir çok genç kadınlar gibi, bir erkeği istemiyerak kendine âşık et­ menin suç olduğunu sanıyordu. Elinde olmadan duyduğu deh­ şet ihtimal ki ona, böyle pervasız bir tecavüz karşısında ne ka­ dar zayıf olduğunu hissettiriyordu. Erkeğin en kuvvetli silâhlarından 'biri, tabiatile oynak olan muhayyilesi takibedilmekten ürken veya alman kadını, kendislle meşğul edebilmesidir. Korkunç bir kudrettir bu; Kontes, teyzesinin öğüdünü hatırladı,: seyahat boyunca köşesinden ayrılmamağa, aabadan çıkmamağa .karar verdi. Fa­ kat her durak yerinde îngilizin, arabaların etrafında dolaştı­ ğını duyuyor, sonra yolda, kalskamn taciz eden gürültüsü b i­ teviye kulaklarında uğulduyordu. Çok geçmeden, genç kadın, bir defa kocasına kavuşunca, Victor’un kendisini bu garip ta­ kipten koruyacağını düşündü. — Peki amma, ya bu genç beni sevmiyorsa?

Bu istifham, aklından geçen fikirlerin sonuncusu oldu. Orleans’a varınca, arabası PrusyalIlar tarafından durduruldu ve bir han avlusuna götürülerek askerlerin muhafazası altına alındı. Karşı koymak imkânsrzdr. Yabancılar hakimane işaret­ lerle arabadan kimseyi çıkarmamak için emir aldıklarımı b il­ dirdiler. Kontes iki saat kadar ağladı durdu. Sigara içen, gü­ den ve arada küstah bir tecessüsle kendisini seyreden askerlerin arasında mahpustu. Nihayet yaklaşan atların gürültüsünü du­ yarak, etrafmdakilerin hürmetle çekildiklerini gördü. A z son­ ra, başlarında AvusturyalI bir General bulunan yüksek rütbeli ecnebi subaylardan müteşekkil bir grup arabayı- çevirdi: General — Madam, dedi. Bizi mazur görün bir yanlışlık oldu; kork madan yolunuza devam edebilirsiniz. Bundan sonra her hangi fena bir muameleye hedef olmamanız için buyurun size bir pa­ saport. Titreyerek kâğıdı alan kontes, roübhem hir takım lakırdı­ lar mırıldandı,. Generalin yanında, Ingiliz subayı diniformasile, Arthur duruyordu. Şüphesiz ki çabucak kurtuluşunu ona borç­ luydu. Yüzünde hem neşe, hem hüzün okunan genç In giliz ba­ şını r e - 1-di ye JuJie’ye ancak yan gözle bakmak cesaretini gös­ terdi. Madam d A iglemont, elindeki pasaport sayesinde, can sı­ kıcı bir hâdise ile karşılaşmadan Parise vardı. Orada, impara­ tora karş.'i olan sadakat yemininden sıyrılınca, kardeşi On seki­ zinci Louis’in kırallık orduları baş kumandanı tayin ettiği


OTUZUNDAKİ

KADIN

37

kont d’Artois tarafından büyük bir hüsnü kabul gören kocasile buluştu. Victor hassa alayında mühim bir mevki almış ve General rütbesini kazanmıştı. O sırada, Bourbonların dönüşünü kutla­ yan şenlikler arasında zavallı Julie, .hayatı üzerinde tesir icra edecek olan bir felâkete uğradı; kontes de Listomere Landon’u kaybetti. Tours’da dük d'Angouleme’le bir kere daha görüşebilmek, ihtiyar markizi sevinçten ve kalbine kadar yürüyen nakristen öldünıüştü. Halbuki yaşı sayesinde, Viotor’a yol gösterebilecek, mahirine öğütlerle karı ıkoca arasındaki anlaşmayı perçimleyebilecek bir o vardı. Şimdi artık aralarını bulacak hiç kimse kal­ mamış, bu iş Julie'ye düşmüştü. Fakat genç ve çekingen oldu­ ğundan acı çekmeği şikâyet etmeğe tercih ediyodu. Mizacındaki mükemmeliyet, ödevlerine yan çizmeğe 'kal­ kışmasına, yahut acılarının sebebini araştırmasına mani oluyor­ du. Çünkü ıstırabiarma son verdirmek pek nazik bir mesele i d i; Julie genç kızlık iffetini yaralamaktan korkuyordu. Şimdi M ösyö d\ Aiglem ont’un restorasyon (1 ) devrindeki hayatı hakkında bir kaç söz söyliyelijm. Hiçlikleri, kendilerini tanıyanların bir çoğu için, sır ola­ rak kalan insanlar az mı? Yüksek bir mevki, muhteşem bir soy­ adı, mühim memuriyetler, bir miktar nezaket cilâsı, tavırlarda büyük .bir ihtiyat veya servetin göz boyayıcı tesiri, münekkit­ le! in mahremiyetlerine nüfuz etmesine mani olan nöbetçiler gibidir. B u adamlar, ya çok uzaktan yahut da pek yakinden gö­ ründükleri için hakikî boyları, mizaçları, ahlâkları lâyıkile bilinemiyen ve gereği gibi takdir ediemiyen kırallara benzerler. Sahte bir krvmet sahibi olan hu şahsiyetler, konuşacakları yer­ de sual sorar, göz önünde bulunmamak için, başkalarım sahne­ ye çıkarmak sanatını bilirler; sonra büyük bir ustalıkla her­ kesi ihtiraslarının veya menfaatlerinin ipile sürükler, bu su­ retle kendilerinden çok üstün olan insanları faka bastırır, kuk­ la haline sokar ve kendi seviyelerine indirdikleri için hor gö­ rürler. B u âdi ve sabit .bir fikrin, büyük fakat muğlak düşünce­ lere karşı tabii zaferidir. Bu boş kafalar hakkında hüküm vermek ve menfi kıymet­ lerini tartmak istiyen müşahit, yüksek bir zekâdan çok ince1

( 1 ) Restorasyon - Bourbonların tahta geçişinden başhyarak sukutlarına kadar süren devir (1814-1830) (O n sekizin ci Lou is ve Onuncu Charles’in k ıra lh ğ ı).


38

OTUZUNDAKİ

KADIN

bir zekâya, geniş görüşlerden ziyade sabra, azametli fikirler­ den fazla kurnazlığa, dürüst bir muhakemeye muhtaçtır. Amma bu sahtekârlar, zayıf tarafların’! gizlemek için ne kadar büyük bir maharet gösterirlerse göstersinler, karılarını, annelerini, çocuKİaını yahut aile dostunu öyle kolay kolay aldatamazlar. Gel geernı, hemen hemen müşterek itibarlarına dokunan bu sır­ rı, yakinleri daima saklar, .üstelik çok defa herkesi inandırmağa uğraşırlar. B u ailevî anlaşmalar sayesinde bir çok budalalar büyük adam yerine geçmek suretile budala sanılan büyük adam­ lar yekûnunu telâfi ederler. Yani ilk bakışta, cemiyetteki bü­ yük adam sayısı hep ayni kalır. Şimdi, anlayışlı ve hisli bir kadının böyle bir koca karşı­ sında oynamak zorunda bulunduğu rolü düşünün. Çile ve sada­ kat içinde geçen hayatalnnr, dünyada hiç bir mükâfatın ödeye•miyeceği. aş'k ve sadakat dolu gönüller yok mu? Kuvvetli bir ■kadın böyle korkunç bir durumdan cinayetle sıyrılır; her şeye rağmen büyük diye anılan I I inci Katerina (1 ) gibi. Amma kadınairrn hepisi imparatoriçe olmadıklarından, aile hayatmın bu meçhul fakat müthiş felâketlerine boyun eğerler. Acılarının tesellisi, doğrudan doğruya dünyada arayan kadınlar vazife­ lerine sadık kalmak istiyorlarsa, çok defa ıstıraplarının şeklini değiştirmiş olurlar, o kadar. Yok zevkleri uğrunda kanunları çiğnerlerse suçlu mevkiine düşerler. B u mülâhazaların hepsini, Julie’nin gizli macerasına da mtbık edebiliriz. Napoîyon ayakta kaldıkça, çokları gibi albay rütbesini ta­ şıyan, iiyi bir yaver olan, (mühimce bir birliğe kumanda et­ mekten âcizse de), tehlikeli bir misyonu mükemmelen başaran kont d'A igler-t nl kimsenin hasedini uyandırmadı. İmparato­ ru ' iltifat gösterdiği yiğitlerden biri olarak kabul edildi. Albay, kendisine maıüdilik unvanını veren restorasyona karşı hiç de nankör davranmadı. Bourbonları Gand’a kadar takibetti. Mantıkin ve sadakatin emrettiği bu hareketile; dama­ dının Ömrü boyunca albay kalacağını söyliyen kayın pederinin kehanetini yalançı çıkarda Bourbonların ikinci dönüşünde tuğ 1

(1 ) I I . in ci Katerina - K uzeyin Semiramis’i diye anılan ve adı bir çok kanlı entrikalara karışan Rus im arstor içesi, zafer­ lerle şımaran bu müstebit tacdar, galiba günahlarını a ffe ttir­ mek iç in , ilm i ve sanatı korumuş, Fransız eneyolopediste’le riie mektublaşmış, D id erot’yu davet etmiş ve b ir takım eserler kam lam ıştır.


OTUZUNDAKİ

KADIN

generalltğa terfi ettirilen ve tekrar markiliğe kavuşan

39 D egle-

mon. Ayan âzalığm a 'göz dikti. Konservatör gazetesinin politi­ kasını benimsedi, şiarlarım diline doladı. Güya düşüncelerini saklıyonnuş gibi bir tavır takındı. (B ir şe y düşündüğü falan d a yoktu y a !) A z konşmağa, daha çok sual sormağa başladı; de­ rin bir sdam sandılar. Biteviye nezaket kaidelerine sığın d ı; form üllere tutundu. Büyük fikirleri ve hâdiseleri, budalaların anlryabileceği şekle sokmak için, Pariste mütemadiyen basima kalıp cümleler hazırlanır. Deglemon cenapları fırsat buldukça bu hikmet k ı­ rıntılarım bol bol saçtı. Salon adamları, kahblarınr bastılar; M aıki zevk' ve malûmat sahibi bir zattr. Aristokratik fikirle­ rinde inat edişi, sağlam bir seciyesi olduğuna delil addedildi. A rada bir eski gamsız ve neşeli tavrını alınca, bir çokları saç­ m a sapan lakırdılarından diplomatça mânalar çıkarmağa çalışı­ yorlardı. Pek kibar insanlar; — Siz bakmayın o ancak arzu ettiği şeyi söyler, diyorlardı. Meziyetleri de kusurları kadar işine yarıyordu. Hayatında şe f olarak kumanda etmediği için, yalanlamağa imkân olımıyan cesareti, ona askerlik sahasında büyük bir şöhret temin ediyor­ du. M erd ve asil çehresinde yüksek fikirler okunuyordu. Fiziyonomisinin ne kadar aldatıcı olduğunu bir bilen varsa o da karısıydı. Uydurma kıymet ve marifetlerinin öğüldüğünü duya du­ ya, nihayet marki d ’Aiglemont kendi de, sarayın en dikkate de­ ğer simalarından biri olduğuna kanaat getirmişti. Görünüşü büyüklerin hoşuna gitmiş, çeşitli meziyetleri, itirazsız kabul edilmişti. Böyle olmakla beraber mösyö d ’Aiglemont, evinde alçak gönüllüydü. Şevki tabiîsile seziyordu ki, karısı, bütün gençli­ ğine rağmen, kendisinden üstündür. Erkeğin bu gayri iradî saygısı, genç kadına gizli bir hâkimiyet bahşediyordu. B u yük­ ten kurtulmağa uğraşan Julie, bütün gayretlerine rağmen ege­ menliğini kabul etmek zorunda kaldı. Kocasının öğütçüsü ol­ du. Hareketlerini de, servetini de o idare etti. B u gayri tabiî nüfuz, markize utac veriyor, kalbine gömdüğü bir çok acıların kaynağı oluyordu. P e k ince olan kadınlık şevki tabiîsi, ona kıy­ metli bir erkeğe itaat etmenin, bir budalayı çekip çevirmekten daha iyi olacağını, erkekçe düşünmek, erkekçe hareket etmek mecburiyetinde kalan b ir tazenin, cinsiyetine hâs çilelerden sıyrılınca kadınlık zarafetlerinden de mahrum kalacağını, bu­


40

OTUZUNDAKİ

KADIN

na mukabil, kanunlarınızın en kuvvetliliere bahşettiği imci/az­ lardan hiç -birini de kazananııyacağmı sövüyordu. Zavallı Julie’nin hayatı, pek acı bir istihza gizliyordu. K o f bir puta tazim göstermek, kendini himaye etenesi gereken ada­ mı, keı.ci himaye etmek zorunda değiıl miydi? Bayağı; mahlûk, onun sıireldi feragat ve sadakatini, kocaların hodbin sevgisile mükafatknc ırıyor, ona sad jje dişi muamelesi yapıyordu. Zevk­ lerde meşgul olmağa, hüznünün ve eriyip solmasının sebebini araştırmağa tenezzül etmiyor veya farkına varmıyordu. H e r iki ihtimal de bir kadın için derin bir hakaret sayılırdı* M arki deüstün bir zekânın boyunduruğu altında oldukları­ nı hisseden bir çok kocalar gibi, Julie’nin cismânî zaafına ba­ karak manen de zayıf olduğuna hüküm veriyor, bu suretle iz­ zeti nefsini kurtarıyordu. Hastalıklı, bir kıza düştüğü için ta­ lihinden şikâyet etmek, yanıp yakılmak hoşuna gidiyordu. H ü ­ lâsa cellâtken kurban postuna bürünüyordu. Bu hüzünlü haya­ tın bütün musibetlerini, omuzlarına yüklenen markiz, üstelik, budala efendisine gülümsemek, bir matem evini çiçeklerle süs­ lemek, gizli azapların soldurduğu çehresine bahtiyarlık ifade­ si verimek zorunda idi. B u şeref mesuliyeti ve bu ulvî feragat, .genç markize yavaş yavaş bir 'kadınlık vakarı, bir fazilet şuuru bahşetti; Julie, ken­ dini cemiyet hayatının tehlikelerinden bu sayede koruyabildi. B u kalbin bütün derinliğine nüfuz edebilmek için şurasını da ilâve edelim : îlıtimalki markiz, ilk ,aşkını; genç kızlığının o ma­ sum aşkını kuşatan gizli ve mahrem felâket yüzünden ihtiras­ lardan tiksmmişti. Ihtimalki sevginin, bazr kadınlara iffet ka­ nunlarını. ve cemiyetin temelini teşkil eden fazilet prensiplerini hiçe sayd.ran cazibesini, memnu fakat çileden çıkaran zevkle­ rini bilmiyor, tahayyül edemiyordu. , Madam de Listoimere Landon’un, uzun tecrübelere dayana­ rak müjdelediği bazlardan ve o samimi kaynaşmadan, bir rüya­ ya veda eder gibi, vaz geçmişti. Genç öleceğini ümit ederek, te­ vekkülle çilesinin dolmasını bekliyordu. Touriain’den döneli sıhhati her .gün biraz daha fenalaşmştı. Sanki hayatının günleri ustıraplarile ölçülüydü. Gerçe bu, zarif bir ıstırap, görünüşte âdeta zevkli bir -hastalıktı'. Sathî göüşlü- insanlar Julie’nin acı­ larını küçük hanımlara- mahsus bir naz sayabilirlerdi; Doktorlar, markizin sedirinden ayrılmamasmr tenbih et­ mişlerdi. Etrafım kuşatan çiçekler arasında havasızlıktan sa­ rarıyor, o da ççekler gibi soluyordu. Zay^f olduğundan yürü­ mesi, açık havaya çıkması yasaktı. Ancak kapalı bir arabada


OTUZUNDAKî

KADIN

-gezebiliyordu. Biteviye modern lüksün ve endüstrinin bütün, harikalarile çevrelenen markiz, bir hastadan çok, tembel bir kıraliçeye benzemekte idi. Baz: erkek ahbaplar, ona havadis getiriyor, Paris hayatı­ na binbir renk veren bir sürü ehemmiyetsiz vakalar anlatıyor­ lardı. B u beyler, i-htimalki onun nahifliğine ve bahtsızlığına meftundular, onu her zaman evde bulacaklarını biliyor, nasıl olsa bir gün iyileşeceğim hesaba katıyorlardı. B u derin ve muhataralı hüzün, şatafatlı bir dertti. Markiz, d’Aiglemont, kökünü kurt kemiren güzel bir çiçek gibiydi. Zevk duyduğundan değil de, sırf kocasının göz diktiği mev­ kiin icaplarına uymak için, arada bir cemiyet hayatına karıştı­ ğı oluyordu. Sesi ve kusursuz tağanhisi sayesinde, salonlarda b ir çok alkışlar toplıyabilirdı. B u takdirler, hemen daima genç •bir kadının ruhunu okşar, amma onun için neye yarardı ki? Muvaffakyet, ne içinde bir ümit uyandırabiliyor, ne hislerine hilabediyordu. Kocası, sevmiyordu m üziği; Markizin içi sıkılı yoran bu salonlarda. Güzelliği etrafına b ir sürü erkek toplıyor, vaziyeti zalim bir merhamet; hüzünlü bir merak uyandırıyordu. Umumiyetle öldürücü olan bir darbe yakalanmıştı lisanımız İzam ların bibirinin kulağına fısıldadı­ ğı bu hastalığı ifade edecek kelimeden henüz mahrumdur. Hayatı sessizlik içinde geçtiği halde, ıstırabıma sebebini bilttniyen yoktu. E vli olmasısa rağmen, hâlâ genç kızlık mah­ cubiyetini muhafaza eden Julie, en ehemmiyetsiz b ir bakışla kızarıyordu. Hicap duymamak için de daima gülüyor, neşeli görünüyor, sahte b ir sevinç gösteriyor, afiyette olduğunu söyliyor, masum yalanlan sıhhati hakkında sual sorulmasının önü­ ne geçiyordu. H al böyle iken 1817 de mühim bir olay, Jullie’nin içinde bo­ caladığı acıklı vaziyeti bir hayli değiştirdi; bir kız doğurdu ve onu emzirmek istedi. İki yıl, anneliğe hâs ihtimamların şid­ detli eğlenceleri ve endişeli hazları, hayatını biraz daha çekilir hale koydu; bizzarure kocasından ayrıldı. Doktorlar sıhhatinin •düzeleceğini müjdelediler. Fakat Markiz faraziyeye dadanan bu yorumlara hiç de inanmadı. îhtimalki ölüm, hayattan zevkalmayan bütün insanlar gibi onun nazarında da mesut bir ne­ tice idi. 1819 yılı başlarında hayatı her vakitkinden zalim bir. şekil aldı Tam, güçlükle kazandığı bu menfi saadetten zevk duyar­ ken, etrafında korkunç uçurumlar gördü. Kocası, yavaş yavaş onu aramamağa başlamıştı. Zaten pek uyuşuk ve hodbince olan


42

OTUZUNDAKİ

KADIN

bu sevginin soğuyuşu bir çok felâketlere yol açabilirdi; başına gelecekleri ince muhakemesi ve tedbirile seziyor gibiydi. G eıçe, Victor üzerinde nasıl olsa büyük bir tesir icra edebileceğin­ den onun ilelebet saygısını kazandığından emindi. Fakat, ihti­ rasların, bü kadar boş, mağrur ve düşüncesiz bi adam için teh­ likeli bir rai oysamasından korkuyordu. Arkadaşları, çok defa, Juîie'yi derin bir düşünceye dalmış buluyorlardı. İçlerinden en anlayışsızları, sanki1genç bir kadın yalnız havaî şeyler düşünebilirmiş, bir annenin fikirlerinde daima derin bîr mâna bulunmazmış gibi alay ederek niçin düşündüğünü soruyorlardı. Zaten hakkî saadet gibi, felâkette bizi hülyaya sürükler. Julie, Heleııe ile oynarken, ona gamlı gözlerle baktığı, ha­ li ve istikbali düşünerek kaderinin cilvesine yandığı, yavrunun annelere o kadal zevk veren çocukça suallerini cevapsız bırak­ tığı. oluyordu. O zaman, Tuileries geçit resmindeki sahneyi hatırlıyor, gözleri yaşarıyor, babasının ileriyi gören sözleri yeniden kulaklarında uğulduyordu. Vicdanı bu öğütlerin ehem tniyetimi takdir edemediği için sitem ediyordu ona. Zaten ba­ şına gelen bütün feâketlerin sebebi bu çılgım itaatsizlikti. Çok defa, en fazla hangi bir derdine yanacağını o da bilmiyordu. Meçhul kalan yalnız ruhunun tatlı hâzineleri değildi ki! H aya­ tın en basit meselelerinde bile meramını anüatamıyordu koca­ sına. Onda sevgi melekesi gittikçe daha kuvvetli, ve daha işlek bir halde inkişaf ederken meşru aşkı izdivaçla perçimlenen aş­ kı maddî ve manevî büyük ıstıraplar içinde tebah oluyordu. Sonra, kocasına karsı zamanla bütün hisleri solduran istihfafa yakın bir merhamet duyuyordu içimde. Nihayet, aşkın hudutsuz hazlar verdiğini öğrenmesi için, dostlarla yaptığı sohbetlere örneklere, yahut kibar tabakaya ait bazı; maceralara da pek lüzum yoktu. Kardeş ruhları birleş­ tiren derin ve saf zevkleri ona nasıl olsa, gönlündeki yaralar da sevdirecekti. Arthur’un masum çehresi, hafızasının çizdiğıi: geçmişe ait (levhada her güıı daha sâf, daha tatlı renklerle beliriyo r; fakat ıgenç kadın bu hâtıra üzerinde durmağa cesaret edemediğinden çabucak siliniyordu. B u mahzun ve münzevî kaîbte, izdivaçtanbeni tatlı bir iz bırakan tek hâdise, genç îngilizin çekingen ve sessiz aşkıydı. İhtimaiki «yavaş yavaş Julie’nin ruhunu melunlaştıran bütün al­ danan ümitler, doğmadan ölen arzular, muhayyilemin, tabiî bir cilve,sile, dönüp dolaşıp hep bu adama teveccüh ediyordu. D e-


OTUZUNDAKİ

KADIN

43

likanlınm -tavırları, hisleri, mizacı genç kadınınkilere o kadar uygun görünüyordu ki i Fakat bu düşünce ona her vakit bir' fantazi ve bit rüya gibi geliyordu. Daima ahlarla biten bu ümit siz lüyadan sonra Julie, kendini eskisinden daha bedbaht his­ sediyor, muhayyel bir saadetin kanatları altında uyuyan gizli acılar şiddetle canlanıyordu. Arada, çılgın ve pervasız şikâ­ yetler, yükseliyordu içinden; ne bahasına olursa olsun zevk sürmek istiyordu. Amma daha çok üstüne, garip ve abdalca b ir uyuşukluk çöküyor, konuşu1anları anlamadan dinliyor; ya­ hut da kafasından ifadesine imkân olmıyan müphem, bulanık fikirler geçiyordu.. En samimî arzularında iskisara uğramış genç kızlığın hülyaları paymal olmuştu gözyaşlarını içinde boğ mağa mahkûmdu. Kime şikâyet edebilirdi? K im anlayıp, dinliyecekti onu?. Julie, kadınlığın bütün inceliklerini, vaziyeti idare etmek için boşu boşuna harcayordu. Zulümlerini devam ettirmeğe yarayan bu gayretlerden kocasının hiç haberi bile olmuyordu. Eazaıı dizginsiz ve düşüncesiz, ıstıraptan sarhoştu. Amma be­ reket ki hakikî bir iman ona İlâhî bir üımit veriyor, genç kadın, uhrevî hayata sığınıyordu. Meşakkatli vazifesine tekrar başla­ masını mümkün krlan takdire değer bir itikaddı bu. B u kor­ kunç mücadeleler b u gönül yaraları şaşaasizdı. B u sürekli hü­ zün nöbetleri meçhul kalıyor, ne donuk bakışlarını gören olu­ yordu. Ne tenhada döktüğü acı göz yaşlarını. 1820 yılının bir ocak gecesiydi ki markiz olayların zoriyle adım adım içine yuvarlandığı buhranlı vaziyetin tehlikelerini bütün vehametile farketti. Karı koca, birbirinin içini dışını anlamış, uzun yıllar düşüp kalkmışlarsa kadın erkeğin en (kü­ çük jestlerine mâna vermek, kendisinden gizlediği his1eri ve halleri sezmek kudretinde ise, çok defa düşünmeden yapılan ■mülâhazaların veya gelişi güzel söylenen düşüncelerin akabinde her şey apansız aydınlamverir. Böylece kadın birdenbire bir uçurumun kenarında veya dibinde iken gözlerini açar. B ir kaç gündür tek basma kalabildiği için sevinen markizde, yalnızlı­ ğın sırrını o gece anladı. A rtık kocası kendisine ait değildi. V e fasızlıktan mı? Usançtan mı? Alicenaplıktan, yahut da merha­ metten mi? bilmiyordu. O anda kendini unuttu. Artık ne ıstı­ raplarını düşündü, ne fedakârlıklarım. O şimdi sadece anne idi Kızının, yüreğine su serpen ve onu hayata bağlayan biricik Helene’nin serveti, istikbali, saadeti tehlikede idi. Şimdi Ju'lîe bu sevgili yavruyu, bir üvey annenin korkunç ve boğucu boyun duruğundan korumak için,: yaşamak itiyordu. İstikbalin kor-


44

OTUZUNDAKİ

KADIN

kunçîuğunu. yeniden sezen Julie, yılları bile eriten hummalı bir düşünceye daldı. Bundan sonra kocasile onun arasında, ağırlığı, yalnız kendi omuzlarına yüklenecek olan bütün bir en­ dişeler dünyası olacaktı. O güne kadar Victor tarafından sevil­ diğine (V ictor ne kadar sevebilirse) emin bulunan genç kadın, kendini, paylaşmadığı bir saadete vakfetmişti. Şimdi artık, -göz yaşlarının kocasına sevinç verdiğini düşünmek tesellisinden de mahrumdu. Yapa yalnızdı, bir ölümlerden ölüm beğenmek ka­ lıyordu ona. Gecenin durgun ve sessiz koynunda, yeisten takati kesil­ mişti. Sedirden kalktı, ocak sönmeğe yüz tutmuştu. Elinde lam­ ba, fersiz gözlerile kızını seyretmeğe hazırlanırken mösyö d’Aigleıron t içeriye girdi, şen ve satırdı. Julie ona tatlı tatlı uyuyan Helene’i gösterdi. Fakat marki karısının heyecanım ba yağı b ir cümle ile karşıladı-. — 'Canım, o yaşta bütün çocuklar sevimli olur. Lakayt bir tavırla kızının alnını öptü. Beşiğin perdelerini indirdi. Julie’ye baktı; elini tuttu, ve onu, az önce meşum dü­ şünceler içinde terkettiği sedire, kendi yanına oturttu. Markiizn ne kadar k of olduğunu bildiği o tahammül edil­ mez şetaretle: — B u gece pek güzelsiniz hanımefendi, dedi. Madam d’Aiglemont, hiç oralı değilmiş gibi sordu: — Geceyi nerede geçirdiniz? — Madam de Serisy’lerde idim. Şöminenin üzerinde duran bir ateş siperini alilmiş, evire çevire şeffaflığına bakıyordu. Karısının göz yaşlarının izini farkettiği yoktu. Julie ürperdi, kalbinde, ifadesine imkân olmıyan. binilir his dalgalandı. Genç kadın içinde boğdu bu kasırgayı. — Madam de Serisy ibu önümüzdeki pazartesi bir konser yeriyor can atıyor senin de bulunmana. Çoktanken salonlarda görünmeyişip, seni evinde görmek istemesi için kâfi bir sebep Hani, seni çok sever, kibar bir hanımdır. Gelirsen beni de mem nun etmiş olursun. Hattâ senin namına, hemen hemen söz bile verdim. J u lie: — Giderim, diye cevap verdi. Markizin sesi şivesi, bakışı öyle keskin o kadar fevkalâde bir hal almıştı ki, Victor bile, vurdum duymazlığına rağmen hayretle yüzüne baktı. Amma o kadar. Julie kocasını elinden alan kadının madam de Serisy olduğunu: tamamen anlamıştı.


O T tiZ'ü N D A K Î

KADIN

45

Ümitsiz bir hülyaya daldı. Gözlerini ateşe dikti, sanki hep onunla meşguldü. Victor d.’.şarida k eyf çattıktan sonra, evine zevklerinin yorğunluğile ■dönen insanların sıkıntılı tavrile si­ peri çevirip duruyordu. Münasip miktarda esnedikten sonra, bir eline şamdanı aldı, ötekini de uyuşuk uyuşuk karısının boy nuna uzattı. Fakat M arkiz eğildi, ona alnını verdi. Aksan* busesiydi bu. Mihaniki, hararetsiz sırıtışa benziyen bir buse Kocasının öpüşü o anda pek iğrenç geldi Jull'ie’yeVictor kapıyı kapayınca, markiz bir sandalyeye y ığıld ı; ayakları titriyordu, ağladı, ağladı. B u sahnenin ne kadar azap ve işkence gizlediğim, ancak başından buna benzer bir hâdise: geçenler anlıyabilir. Yalnız bu nevi acıları tadanlardır :ki, ne korkunç, ne sürekli facialara yol açabileceğini sezerler, böyle b ir sahnenin. B u basit, bu incir çekirdeği duldurmıyan lakırdılar, karı kocanın susup kalması, jestler, bakışlar, markinin ocağın önün­ deki pozu karısının gerdanını öpmeğe hazırlanırken takındığı vaziyet hülâsa her şey, Julie’nin münzevî ve mustarip hayatın­ da, bu saatin trajik bir dönün! noktası' olmasına yardim etti. Genç kadın, deli gibi sedirin önünde diz çöktü; hiç bir şey .göıîtiıemek için yüzünü mindere gömdü. H er vakit kullan­ d ığı kelimelere mahrem bir şive ve yeni bir mâna vererek T an ­ rıya duaiar e tti; kocası onu duysa, içinden kan giderdi. Tam sekiz gün, zihni hep istikbalde meşgul oldu, pençe­ sinde didiklendiği felâketi tahlil ediyor; vicdanına karşı ya­ lancı çıkmamak, marki üzerinde eski nüfuzunu kazanmak ve -kızının saadetine gözcü olabilmek için- bir müddet daha yaşamak çarelerini araştırıyordu. Rakibesile mücadeleye, cemi yet hayatına karışmağa, orada sükse kazanmağa karar verdi Kocasını sevemezdi artık. Fakat yalandan muhabbet göstererek markiyi kendine 'bağlayacak; yapmacıklarile, onu bir kere kud­ retine boyun eğdirdikten sonra, sevdalılaına işkence etmekten haz duyan fettan sevgililer gibi yosmalaşacaktı. B u çirkin de­ sise, derdine deva olacak biricik çare idi. B u sayede Generali istediği gibi üzecek, ıstıraplarını keyfine göre ayarlıyacak, onu muma döndürdükçe yavaş yavaş hafifletecekti. Bu düşünce içinde hiç bir vicdan azabı uyandmmadr. B ir hamlede; alakasız­ lığın ilham ettiği bu soğuk hesaplara dâlıveriyordu. Kızını kur­ tarmak endişesi, ona, sevmiyen kadınların yalanlarını, vefasız­ lıklarını, koketliğin desiselerini, bir anda öğretti. Böyle hâller­ de erkeklerin, anadan doğma bozuk sandıkları bu mahlûkların, onlarda büyük bir nefret uyandıran çirkin hilelerini keş­


46

OTUZUNDAKİ

KADIN

fetti. Kadınlık gururu, menfaat (hissi ve müphem bir öç alma arzusu, onu yeni acılarla dolu foir yola saptırmak için anne sev gisiie el ele vermişlerdi. Julie farkında, değildi henüz. Amma onun çok asil olan ruhu, ince zekâsı, bilhassa derin samimiyet ve doğruluğu bu duygulara uzun boylu yardaklık yapmasına ptnanidi. O, kendi içini okumağa alışıktı. Fenalığa doğru attığı ilk adımda, -çünkü bu yol pek hayırlı bir yol değildi- vicdanının saylıas’ı, ihtiraslarının ve hodbinliğinin sesini, boğacaktı. Ger­ çekten, kalbi henüz sâf olan ve aşkı bakir kalan .genç bir kadın­ da annelik duygusu bile iffetin sesine boyun eğer. Zaten, kadın demek iffet dernek değil midir? Fakat Julie yeni hayatında, hiç bir tehlike, hiç bir günah görmek istemedi. Madam de Serisy’icre gitti. Rakifcesi solgun ve bitkin bir kadın beklerken, ruj sürmüş ve güzelliğini bir kat daha arttıan muhteşem bir tuvalete bürünmüş olan markizle karşılaştı. Madam la kontes de Seriy, (1 ) Pariste, modaya ve kibarlar âlemine ferman dinletmek sevdasında olan 'kadınlardandı. D ik ­ te ettiği .kararların, hükijm sürdüğü mahfili!erce kabule mazhar oluşu, bütün dünya tarafından benimsendikleri zehabını uyan­ dırıyordu onda. Nükteler savurmak, vecizeler yaratmak iddia­ sında idi. H er (bahse burun sokar, her mesele hakkında kestir­ me hükümler verirdi. Edebiyat, politika, erkekler, .kadınlar., sansüründen geçmiyen yoktu. Başka’armın mulateasını hiçe savan b ir haili vardı. Madam de Serisy’nin evi her bakımdan ibir mce zevk örneğiydi. O gece, zarif ve dilber bayanlarla dolu olan bu salonlarda Julie kontesi bastırdı. Süvarenin en seçkin erkekleri, bu spirituel oynak ve civelek tazenin etrafına kü­ melendiler.. Kadınları çileden çıkaran tuvaleti, gerçekten ku­ sursuzdu. Robunun biçimine, korsajınm şekline meftun kaılan bayanlar, muvaffakiyetini, tanımadıkları bir terzinin dehasına atfettiler. Kadınlar öyledir. Elbiseyi güzel gösteren şeyin vü- 1

( 1 ) “İnsanlık komedyası” nın bir çok sahnelerinde boy gösteren şahane koket. On üçlerden olan M arkı de R on çu erf/e ın hemşiiiesidir. T ü rk çe y;e taraltınızdan çevrilen Ferragüs ve Düşes de Langeais romanlarında da adı. geçer. M eraklılar şu eserlerde bu kadının b ir çok maceraiatrile karşılaşacaklardır. Un menage de garçon, Honarine, Splendeurs et miseres des Courtisanes. Un dhbut dans la vie. Modeste mignon. K ıy m e tli b ir şahsiyet olan kocasını sevmez. İsterik ve şehvetpereşt dilber, sık sık âşık değiştirir. Ona hakikî aşkı ta ttı­ ran Lucien olmuştur..


OTU/ZUNDAKİ

KADIN

47

cüdan zarafet ve mükemmeliyeti olduğunu kabul edeceklerine terzilik sanatına güvenç göstermekten hoşlanırlar. Julle, Desdomene romansını tağanni için piyanoyo /kalkın ca erkekler uzun zamandan/beri susan bu meşhursesi dinlemek için, bütüs salonlardan, oraya koşuştular. Derin b ir sessizlik hâkim oldu. Markiz kapılara kümelenen başları ve üzerine di­ kilen bakışları görerek derin heyecanlar duydu. Gözlerile koca, sim araştırdı ve ona şuh. bir nigâh atfetti. Gururunun tam mânasiJe okşasdığjnı zevkle gördü. Kazandığı bu zaferden mesut, Assis’ alpıe d:un salice’in ilk parçasile bütün dinleyicileri ken­ dine hayran bıraktı. Hiç şüphesiz, bu kadar içli, bu kadar ahenktar nağmeler, ne Mâlibran’ın (1 ) dudaklarından dökülmüş tü ne Pasta’nm (2).. Markiz, nekarata başlarken g ru p ^ rı süzdü ve Arthur’un üzerine dikilen sabit bakışlarile karşılaşınca, şiddetle titredi, sesi değişti. Madam de Serisy, hemen yerinden fırlayıp Julie’ye koştu: — Neniz var cicim., vah vali zavallı yavru. O kadar mus­ tarip k i! Takatinin fevkinde bir işe giriştiği için, içim titriyordu. Romans yarıda kaldı. Kadınlar arasında b ir fısıltıdır baş­ ladı. Sonra, vaka üzerinde münakaşa ede ede, markizle, acıımaetmek cesaretini bulamadı. Kadınlar arasında bi fısıltıdır başdan çekiştirdikleri madam de Serisy arasında baş1ayan, mücade­ leyi keşfettiler. Julie’ye, sık sık heyecan veren o garip sezişler şiimdi bir­ denbire hakikat olmuştu. 'Genç kadın, Art'hur’le meşgul olur­ ken, bu kadar uysai, bu kadar ince görünen bir erkeğin, ilk aşikıııa, mutlaka sadık kalacağını umarak sevinmişti. Bütün dü­ şünceleri sevgilisine ait öllan, her dakikasını ona hasreden, de­ sise bilnıiyen, ikbali, şanı., şöhreti, serveti düşünmeden yoluna feda eden, bir kadın gibi çekinğen bir gencin aşkı.1 2

( 1) M alibran: İspanyol soyundan meşhur şantöz. (1808— 1833b) K on tra lto ve soprano'yı birleştiren harikulade b ir sese m alikti. Vakitsiz Silümii Masset'ye meşhur Stances’hc M&tibran'nı ilham etm iştir. Sanata âşık olan Maria gracia attan düşn üş, fakat tiyatrodan ayrrlmamak iç in tedaviyi ihmâl et­ m işti. iJtjS&pr ( 2 ) Pasta: İtalyan hanende. (1798 - 186S( Pariste ve L o n drada büyük bir sevgi kazandı. Malibran sahnede çok heyecanlr çok hararetliydi, Pasta ise kendine hâkimdi.


48

OTUZUNDAKİ

KADIN

Julle, bazan bu temiz, bu gerçek ihtirasa mazhar olduğu için, iftihar etmişti. Çılgınlık veya oyalanma ihtiyacile o A rt.hur’u hep böyle tahayyül etmişti. Şimdi apansız hülyalar ger­ çekleşmişti. Genç îngilizin, bir kadınmki kadar şirin çehresin­ de. kendisinin de kurbanı olduğu, derin düşünceler, tatlı hü­ zünler, ac: tevekküller okudu Onda, kendini gördü. Bedbahtlık ve melal aşkın en beliğ tercümanlarıdır. İstırap çeken iki ruh arasında, şaşılacak bir hızla anlaşıverirfer. Hâdiselerin veya fikirlerin iç görünüşünü ve gelişmemi kusursuz bir isabetle kavrarlar. Boylece bu ruhî sadmenin şiddeti M arkiz’e istikba­ lin bütün tehlikelerini apaçık gösterdi. Heyecanını, mutat acı­ larına yükleyebilmekten pek memnun olan genç kadın, madam de Serisy’nin yalancı şefkatine seve seve boyun eğdi. Romansr yarıda bırakması, herkesin bir başka şekilde tefsir ettiği bir hâdise idi. Kimi Julie'nin talihine acıyor, bu kadar değerli bir kadmrn, cemiyet hesabına kaybedîliniş olmasına yanıjyordu. Kimi, niçin yalnız yaşadığını, neden ıstırap çektiğini merak ediyordu. Marki, madam de Srİsy’nin kardeşine: * — Söyle bakalım azizim Ronquerolles, diyordu. Madam' d’Aiglemont’vı gördükçe saadetime imreniyor, vefasızlığımı bs şıma kakıyordun. Bırak Allah aşkına. Benim gibi sen de bir iL yıl bir kadınla başbaşa kalıp, kırılır korkusile elini bile öpm& ğe cesaret etmeseydin, öyle pek ağzın sulanmazdı halime. Bu narin mücevhelerle sak-<n başım derde sokma. Cam altında sey­ retmek pek nefis şey, amma o kadar. Üstelik nazemnlikleri ve bahaları karşısında daima da hürmet etmeğe mecburuz. Hani senin şu -güzel at var ya, söylediklerine bakılırsa, karda, sağnakta kalmasından korkuyor muşsun? Sık sık çıkarabilir mi­ sin dışarıya? Benim de -halim bu. Gerçe karımın namusundan, dinim gibi eminim. Fakat benim evlenmem bir nevi lüks. Beni evli sanıvosan, aldanıyorsun. Onun için vefasızlıklarım, şöyle böyle meşru. Alaycı beyiler! Siz yerimde olsanız, ne yapardınız sanki? Çoğu erkekler, vaziyeti benim kadar da idare etmezdi. (Sesini alçaltarak ilâve etti) eminim ki madam d’A ig le rnont bir şeycikten şüphe etmiyor. Onun için şikâyete hiç hakkıpı yok. pek mesudum. Şu var ki, hassas bir adam için, alâka •beslediği bir zavallıcığın acı çektiğini görmek büyük dert. Mösyö de Ronguerolles: — Maşallah diye cevap verdi. Galiba pek hassassın. Zira öyle pek evine uğradığın yok. B u ahpapça taş, bütün dinleyicileri güldürdü. Mizacının


OTUZUNDAKİ

KADIN

49

temeli ciddiyet olan bir centilmen edasile vakar ve temkinini bozmayan bir Arthur vardı. İhtimal, bu kocanın abuk sabuk la fla n genç In gilizi biraz ümitlendirmişti. Sabırla mösyö d’Aiglem ont'la başbaşa kalabileceği anı bekledi. A z sonra böy­ le bir fırsat zuhur etti. Markiye— Mösyö, dedi. Madam la M arkizin haline sonsuz bir elemle şahit olmaktayım. Hususî bir rejime riayet etmediği için, acı­ nacak şekilde öleceğini bilseydiniz, zannederim siz de ıstıraplarile alay etmezdiniz. Bana, size (bunları, söylemek cesaretini veren, madamı d’Aiglemont’u kurtabileceğime hayat ve saadete iade edebileceğime emin bulunmamdır. Benim seviyemde bir adamın hekim oluşu biraz gayri tabiî, amma tesadüfün ileasile tıb ilmini tetkik ettim. -Emellerine hizmet edecek şekilde so­ ğuk bir hodbinlik tasiıyarak- fena halde canım sıkılıyor. B u ­ dalaca fantaziler peşinde koşmaktansa, vaktimi ve seyahatleri­ mi ıstırap çeken bir mahlûka harcamak daha hoş bir şey. B u nevi hastalıkların şifa bulduğu pek nadirdir. Çünkü çok ihti­ mam, çok dikkat, çok sabır ister. Bilhassa servet sahibi olmak, seyahat etmek, her gün değişen ilâçlara titizliHe devam etlek gerektir, öyle na hoşlukları falan da yoktur ilâçların. -K e, teyi İngilizcenin centilmeni yerinde kullanarak- biz iki asî'leyiz, anlaşabiliriz Size önceden haber vereyim: Teklifim i „oul ettiğiniz takdirde, hareketlerimi her an' kontrol elebilirsiniz. Size sorup danışmadan hiç b ir teşebbüste bulunmam. Ben, itaat ettiğiniz takdirde muvaffak olacağımıza söz veriyorum. Evet, -Markinin kulağına- amma uzun müddet madam d ’A iglemont’a kocalık yapmamanız şart. Marki, gülerek: 1 — M ilord, (1 ) dedi. Muhakkak ki böyle garip bir teklifi ancak bir İngiİizden duyabilirdim. Müsaadenizle şimdilik ne evet diyebileceğim, ne hayır, düşüneyim. Sonra, her şeyden önce karımın muvafakati lâzım. * Juîie, o anda tekrar piyanonun başına geçmişti. B u defa Semiramide’ı Son rezina, son guerriera'yr söyledi ve el birfliğile alkışlandı. Karı koca konaklarına dönünce, Julie, hareketlerinin çar­ çabuk iyi b ir tesir yaptığını, endişeli bir hazla gördü. Oynadığı 1 2

( 1 ) M ilo rd (benim lo rd u m ) în g ilteted e lordlara hitabederle n kullanılan isim. (2 ) Semiramide, yahut Shmiramis. İ k i perdelik opera. M ü ­ z ik Rossinindir. U vertür nefistir. (1823)

m

i


50

OTUZUNDAKİ

KADIN

rolle şevke gelen Marki, onu gelip geçici bir hevesle taltif et­ meğe kalktı. V e sanki Julie bir tiyatro kızıymış gibi, iltifat gösterdi. Bu muamele evli ve faziletli olan genç kadını eğlen­ dirdi; kudretile oynamağa kalktı. Ve bu ilk mücadelede, kal­ binin temizliği bir kere daha ezilmesine sebep oldu; amma bu kaderin sakladığı en korkunç ibret dersiydi. Sabahın ikisi üçü su li-m d a idi. Julie, yatağında doğrulmustu. Mahzun ve dalğındı. Titrek ışıklı bir lamba odayı hafifçe aydınlatıyor, etrafta derin 4>ir sükût hüküm sürüyordu. A c ı nedamatler içinde bucalayan Julie, hemen hemen bir saattenberi ağlıyordu. Göz yaş­ larındaki ıstırabı, ancak ayni vaziyeti yaşayan kadınlar anhyabilir. İçten hesaplı bir nevazişin iğrençliğini öyle derinden du­ yabilmek, elem vereci bir fuhuşla bir kat daha vahimleşen ve aşk için alın karası olan soğuk bir puseyle bu derece örselenmek için insanda Julie'nin ruhu olmalı. Kendini hor görüyor, izdiva 2 lanet ediyordu. “Ah, .keşke ölmüş olaydım” diyordu. O anda, kızının feryadım duymasa, ihtimalki kendini, pencereden sokağa da fırlatırdı. M ösyö d ’Aiglemont yanıbaşında, mışıl mışıl uyuyor; üzerine damlayan, sıcak göz yaşları onu uyandır­ mıyordu. Ertesi gün Julie, neşeli göründü. Mesudmuş gibi bir tavır takınmak, ve artık hüznünü değil, yenilmesine imkân olmayan derin tiksintisini saklamak kudretini buldu. O günden sonra, kendini lekesiz bir kadın sayamadı artık. Kendi kendine yalan söylememiş miydi? Pekâlâ hislerini saklıyabilecekti demek. İleride ihanet de edebilir, bu sahada da şaşılacak bir. derinlik gösterebilirdi. İzdivacın mahsulü olan bu ahlâkî fesat, henüz hareket sahasına geçmemişti. Am a nede olsa, daha şimdiden “vücudumu, kalbimin, ve tabiatın arzusuna rağmen sevmediğim, b ir kocaya veriyorum da, sevdiğim bir âşığa neden mukavemet edecekmişim?” diye düşünmüştü. Bütün suçların, -hattâ belki de cinayetlerin- başı yanlış bir muhakeme, yahut da egoizmin azgınlığıdır. Cemiyet ancak kanunların emrettiği kişisel feda­ kârlıklar sayesinde yaşayabilir. İçtimaî hayatın nimetlerini ka­ bul etmek suretile, onu ayakta tutan şartları gözeteceğimizi taahhüt etmiş olmuyor mıyız? Mülkiyete hürmet etmek zorun­ da kalan açlar, hisleri ve emelleri yaralanan .kadınlardan daha mı az merhamete lâyrktırlar? Sırları, karı koca yatağına gömülen bu sahneden bir kaç gün sonra, M ösyö d’Aiglemont, L o r d Grenviılle’i karısına tak­ dim, etti. Julie, Arthur'u sıoğuk bir nezaketle karşıladı. Hani hislerini gizlemekteki maharetile övünebilirdi artık. Kalbini


OTUZUNDAKİ

KADIN

51

susturdu, bakışlarını perdeledi, sesine metanet verdi, böylece istikbaline hâkim kalabildi. Kadınlarda Tanrı vergisi olan bu desiseler sayesinde, ilham ettiği aşkın bütün derinliğini anla­ yan madam d’Aiglemont, çarçabuk şifa bulacağı ümidine gü­ lümsedi; onu, genç doktorun ihtimamlarınr kabul etmeğe zor­ layan kocasının bu arzusuna mukavemet göstermedi artık. A m ­ ma, sessizce ısbarab çekmek civanmertliğini gösterebileceğinden emin olmak için, ancak sözlerini ve hareketlerini iyice tetkik ettikten sonra Lord Grenville’e güvenebilecekti. Genç în gili2 in üzerinde hudutsuz bir nüfuzu vardı ve bunu şimdiden sui­ istimal ediyordu. Kadın değil miydi? Montcontour, altından Loire nehrinin aktığı sarımtırak kayalıkların üzerine kurulmuş eski bir şatodur. (1 ) 1814 de Julie’nın kaî&kası( bu civarda mola vermişti. Touraine, Monteontour’un, burçları oymalı, beyaz, şirin bir Malines (1 ) tentesi gibi işlemeli şatpcuklarmdan biridir. Dutlukları, bağları, çu­ kur yolları, uzun, kafesli parmaklıkları, kayadan mahzeneleri, sarmaşıktan mantoları, sarp yamaçlarile nehrin sularında yıka­ nan, süslü ve minimini şatolar. Monicontaur’un damları, güneşin şuaları altında kıvılcım­ lar saçar. Orada her şey ateşlidir. İspanyanın şairane manza­ ralarını hatırlatır. (2 ) Yaldızlı, katır tırnakları ve çadır çiçekleri rüzgâra tatlı kokular serper, hava okşayıcıdır. Toprak her tarafta gülüm­ ser, her adımda ruhu tatlı bir fusun sarar, gönüle rehavet ve sevda veren, okşayan ve avutan bir fusun. Bu lâtif, bu şirin böl ge, dertleri uyutur, ihtirasları canlandırır. B u masmavi göğün

( 1 ) M uharrir burada manoir kelimesini kullanıyor. Şemseddin Sami bu term ı -e s k i vakitte arazii vasia ile muhat ko­ nak” diye ta rif eder ki, pek doğru değildir. Larousse pourtaus "eski devirlerde, k u leli şatolar kurdurmak hakkından mahrum bulunan bir tımar sahibinin malikânesi” diyor. Manoirlarda çok defa sunar ve hendeklerle çevrilidir. Bazan sadece yazlık b ir kiişk mahiyetindedir. (V a lo is îe r devrinde Fontaineblecau ve 'BIois g ib i). Anglo-Norm andlarm M anor hauselerı. x v ı in ci yüz yıldan itibaren, Fransada M anoirlar daha za­ r i f bireı sayfiye karakteri almağa başlar. (1 ) Belçikam n ientelerile meşhur şehri. ( 2 ) Bu cümlenin tam tercümesi şöyledir: İspanyadan arta 'kalan binbir eser (yahut, İspanyayı hatırlatan binlerce iz ). B u şirin şatoyu şairâneleştirir. Çeviren


52

OTUZUNDAKİ

KADIN

altında, bu ışıltılar saçan suların karşısında kimse soğuk kala-maz. Orada bir çok hırslar can verir, her akşam, erguvan ve lâcivert kundağına uzanan güneş, gibi siz de sakin bir saade­ tin kucağına yaslanırsınız. 1821 j'ilının tatlı bir ağustos akşamı, iki kişi, şatonun üze­ rine kurulduğu kayalıkları oyan tatlı yollardan, tepelere doğ­ ru tırmanıyordu. Şüphesiz oralardan aşağıdaki çeşitli manzara­ ları seyredeceklerdi. Bunlar Julie ile Lord Grenville idi. Fakat Julie âdeta yepyeni bir kadındı. M arkiz sıhhatin teni taze renk­ leri içinde idi. Feyizli bir kuvvetle canlanan gözleri, çocuk gözler'ue dayanılmaz bir cazibe veren o seyyaleye benziyen nemli buğu arasından kıvılcımlar saçıyordu. Bütün rulhile gülüm­ süyordu, yaşamaktan memnun; içi hayatla dolu idi. Minimini ayaklarını kaldırışından da belliydi ki artık hiç bir acı hareket­ lerini ağırlaştırmıyor, bakışlarına, sözlerine, jestlerine hüzün veren b ir derdi yok. Güneşin sıcak şualarından koruyan beyaz ipek şemsiyesi altında, duvağına bürünen, bir yeni geline, aşkın hazlarına kucak açmağa hazırlanan bir bâkireye benziyordu. Arthur ona, bir âşık ihtimamile yol gösteriyor, bir çocuğa klavuzluk eder gibi, en rahat patikaları buluyor, onu taşlardan ko­ ruyordu. Bazan uzaklardaki bir manzarayı .gösteriyor, bazan bir çiçeğin önünde duruyordu. Bütün hareketlerinde müessir olan, mütemadi bir şefkat, ince bir fik ird i; kadının hoşuna g i­ decek her şeyi seziyordu; sanki bu duygular onda, kendi haya­ tını korumak için zarurî olan hareketler kadar, hattâ onlardan da çok fıtriydi. Doktorla hastası hep uyğun adımlarla yürüyor­ lardı. İlk defa beraber yürüdükleri andanberi, böyle olmuştu. B u t.irlik o kadar tabiî geliyordu onlara. Ayni arzuya tâbi olu­ yorlar, ayni duyguların tesiri altında duruyorlar, bakışları, söz­ leri Iıep müşterek düşünceler ifade ediyordu. B ir bağın tepesine varmışlardı ki, kayaların içinde oyulan mahzenlerden çıkardan uzun beyaz taşlardan birine yaslanıp dinlenmek istediler. Julie oturmadan önce etrafı süzdü. — N e güzel memleket diye haykırdı; b ir çadır kurup bu­ rada yaşryalım. Victor ! -Diye «eşelendi- gelin, gelin. Mösyö d ’Aiglemont, aşağıdan bir avcı sayhasille cevap ver­ di, adımlarını sıklaştırmadı. Yalnız patikanın dönemeçleri mü­ saade ettikçe, arada bir, karısına bakıyordu. Julie, başını yu­ karı kaldırarak hazla nefes aldı ve Arthur’e -zeki bir .kadîmin bütün düşüncelerini ifade eden- bir nazar atfetti. — Oh., dedi. Daima burada kallmak isterdim, insan hiç bu


OTUZUNDAKİ

KADIN

53

vadiyi seyretmekten, bıkar usanır anı? B u şirin ırmağın adını biliyor nıısını? miior? — Cise ırmağıdır. — Cise ha!. Y a şu önümüzdekiler? — Onlar da Cher tepecikleri. — Peki sağda, ha orası Tours. Bakın katedralin çan kulele­ rine, ne güzel değil mi? Sustu, şehre doğru uzanan elini A rthur'un eüne bıraktı, ikisi de ses çıkarmadan manzarayı ve bu ahenktar tabiatın jgüzelliklerini, hayran hayran seyrettiler. Su­ ların şırıltısı, saf hava ve ter temiz gök, hülâsa her şey genç ve sevgi dolu gönüllerine üşüşen düşüncelerle hem ahenkti. Julie, gittikçe artan masum bir heyecanla: — Oh, Allahım, ne kadar seviyorum bu memleketi, diye tekrarladı. (B iraz durduktan sonra) siz çok mı oturdunuz bu­ ralarda? Lord Grenville titredi. V e mahzun bir tavırla; yoldaki ce­ vizlikleri işaret ederek: — Sizi tutsakken ilk defa olarak şuracıkta görmüştüm, di­ ye cevap verdi. — Evet, amma o zaman pek mustariptim, tabiat bana vah­ şî görünmüştü, hâlbuki şimdi. Julie, durdu. Lord Grenville onun yüzüne bakmağa cesaret edemiyordu. Genç kadın uzun­ ca bir sükûttan sonra: — B u zevki size borçluyum, dedi. Hayatın zevklerinden kâm alabilmek için yaşamak lâzım, halbuki ben şimdiye kadar ölmüş gibiydim. Ö yle değil mi. Siz bana yalnız sıhhatimi ver­ mekle kalmadınız, hayatın kıymetini de hissettirdiniz. Kadınlar, öyle pek keskin kelimeler kullanmadan duygula­ rını ifade etmekte mahirdirler. Taklidi mümkün olmıyan b ir hünerdir ;bu. Onlarm. belagatı bilhassa şivelerinde, jestlerinde, tavırlarında ve bakışlarındadır. L ord Grenville başım avuçlarile sakladı, gözleri yaşarmış­ tı. Paristen ayrılali'beri Julie ona ilk defa teşekkür ediyordu. Tam bir yıl M arkizi kusursuz bir sadakat ve bağlılıkla tedavi etmişti. d ’Aiglem ont’un da yardımile, onu A iss kafrhcalarma götürmüş: sonra Rochelle’e, deniz kıyısına gitmişlerdi. Alim ane fakat basit ilâçlarının, genç kadının harap bünyesi üzerinde yaptığı, değişiklikleri, her an büyük bir dikkatle takibetmiş, nadir bir çiçek yetiştiren meslekine âşık bir bahçevan titteliğî göstermişti. Markiz Arthur’un anlayışlı ihtimamlarını, iltifat­ lara alışık bir Parisli bayanın derin hodbinliği, yohut da, ne eş­ yanın pahasını, ne insanların kıymetini bilen ye ancak işine ya­


M

OTUZUNDAKİ

KADIN

radıkları nisbette bir kıymet biçen .bir fahişe kayıtsızlığile kar­ şılıyor görünmüştü. Mevkilerin ruhumuza yaptığı tesir, üzeninde durulmağa değer b ir hâdisedir. Su kenarında isek, muhakkak hüzün sarar ruhumuzu. Yine hissi hayatımızın şaşmaz bir kanunu neticesi dağların üstündeyken duygularımız saflaşır, i htiras şiddetini kaybeder. Fakat ayni derecede derinleşir. Mânâsız gibi, görünen sözlerin gizlediği aşklarının genişliğini, ilk defa olarak hisse­ derken duydukları saadete tatlı bir sükûnet bahşeden, ihtimal iki âşıkm oturduğu -şirin tepenin yüksekliği ve geniş Loire havzasının manzarasıydı. Julie, Arthur’a, şiddetli b ir heyecan veren son cümlesini bitirirken, okşayıcı bir meltem, ağaçların tepesini dalgalandırdı. Havaya suların serinliğini saçtı. Gü­ neşi bulutiar örttü; yumuşak gölgeler bu nefis tabiat parçası­ nın bütün güzelliklerini meydana çıkardı. Julie, gözlerinde tutmağa ve kurutmağa muvaffak olduğu yaşları genç lorda gös­ termemek için başımı çevirdi Arbhur’un heyecanı çarçabuk ona da geçmişti. Bakışlarındaki derin sevinci görmesinden kor­ karak, ona bakmağa cesaret edemedi. Kadınlık şevki tabiîsi ona, bu tehlikeli saatte, aşkını, kalbinin derinliklerinde gömme­ si gerektiğini söyliyordu. Bununla beraber susmak da ayni de­ recede korkutucuydu. Lord Grenville’in ağzım açacak halde olmadığımı farkeden genç kadın, tatlı bir sesle: — M ilor, dedi. Sözlerim üzerinizde büyük bir tesir yaptı, ihtimal, bu şiddetli heyecan, sizin gibi asil ve müşfik ruhlu bir insanın, yariiış bir hükmü düzeltişinin ifadesidir. Beni, soğuk, çekingen, alaycı ve hissiz bularak nankör zannetmişti­ niz her halde. İhtimamlarınızı takdir etmesini biilmeseydim, dostluğunuza lâyrk görmezdim kendimi, milor! Hiç bir şeyi unutmadım, heyhat! Unutamıyacağun da. N e bir anne şefkatile üzerime titrediğiniz çıkacak hatırımdan, ne kardeşçe konuş­ malarımızda hâkim olan asıl itimat, ne de hareketlerinizdeki necabet. Biz kadınlar bu meziyetlerin cazibesi karşısında hep zayıfızdır. M ilor! Hakkınızı ödemek kudretimin dışındadır. Julie. bu son kelimeleri söyliyerek süratle uzaklaşmş, lord Grenville onu alıkoymak için hiç bir harekette bulunmamıştı. Markiz, az ötedeki bir kayaya kadar gitti ve orada hiç kıpırda­ madan durdu. Heyecanlarını birbirinden gizlediler. Şüphesiz sessizce ağlıyorlardı. Gün batarken, o kadar derin bir sevinçle şakıyan kuşların, şefkat dolu nağmeleri onları birbirinden ayrılmağa mecbur bı­ rakan şiddetli sarsıntıyı bir kat daha arttırmış olsa gerektir.


OTUZUNDAKİ

KADIN

55

Söylemeğe cesaret edemedikleri askı yerlerine tabiat terennüm ediyordu. Julie, pek vakur bir eda ile Arthur’un karşısına dikildi ve elini tutarak •. — İşte böyle M ilor, dedi. Beni tekrar hayata kavuşturdunuz?. İstiyorum ki bu .hayat nezih ve lekesiz olsun. Burada birbiri­ mizden ayrılacağız. (L o rd Grenville’in sarardığını görerek ilâve etti) B iliyo­ rum ki sizden istiyeceğim fedakârlık, şimdiye kadar gösterdik­ lerinizin hepsinden de büyük. İşte sadakatinizin mükâfatı. H a l­ buki âlicenaplıklarınıza karşı, daha kadir şinas olmam gerekir­ di. Amma böyle icabediyor. Fransayı terkedeceksiniz. (D e li­ kanlının elini şiddetle çarpan kalbine götürerek) bunu size em­ retmek mukaddes bir taknm haklar vermek değil midir?. Arthur ayağa kalkarak: — Evet, dedi v.e kucağında kızı, çukur, bir yolun ötesinde, şatonun parmaklığı üzerinde görünen d’Aiglem ont’u gösterdi; Marki, küçük Helene’ni zıplatmak için oraya çıkmıştı. — Size aşkımdan bahsetmiyeceğim Julie! Ruhlarımız pek iy i anlıyor birbirini. Gönlümde duyduğum hazlar ne kadar derin ve gizli olursa olsun hepsini de bölüştünüz. Şimdi kalb lerimiz arasındaki daimî sempatinin lâtif bir delilini gösterdi­ niz, amma kaçacağım. Çok defalar, ıbu adamı nasıl öldürebilece­ ğimi büyük bir ustalıkla ölçüp biçtim. Yanınızda kalısrsajm mu­ kavemet edememekten korkuyorum. Perişan çehresinde ıstıraplı bir hayret okunan Julie: — Ben de ayni şeyi düşündüm, dedi. Julie’nin edasında dudaklarından dökülen bu sözlerin şi­ vesinde o kadar derin bir fazilet, kendine itimat ve aşkına kar­ şı. gizliden gizliye kazandığı zaferlerin izi vardı ki Lord Grenville, hayran kaldı. Cinayetin gölgesi bile bu masum, vicdanda kaybolmuştu. Bu ;güzel nasiyede ışıldayan dinî duygu, kusurlu m izacınızdan doğan, fakat mukadderatımızın azamet ve tehli­ kelerim gösteren, gayri ihtiyarî kötü düşünceleri tabiatile da­ ğıtacaktı. Julie: -o zaman, diye sözüne devam etti- istihfafınıza lâyık olacaktım, (gezlerini eğerek) ve o beni kurtaracaktı. Hürm e­ tinizi kaybetmek benim .için ölüm değil iniydi ? B u iki kahraman, sevdazede, ıstıraplarım, boğmağa çalışa­ rak bir an daha böyle sessiz kaldılar, iy i veya kötü, bütün dü­ şünceleri birbirinin ayniydi. En samimî zevklerinde olduğu


56

OTUZUNDAKİ

KADIN

gibi en gizli elemlerinde de anlaşıyorlardı. Genç kadın yaşlı gözierni göğe kaldırarak: — Şikâyet etmemeliyim, dedi. Bu bedbahtlık kendi eserim. General durduğu yerden işaret ederek.: — M ilor! diye seslendi, birbirimize ilk defa burada rastlamıştık. belk i siz unutmuşsunuzdur, bakın şuracıkta, kavakların yanında. Ingiliz keskin bir baş işaretile cevapverdi: Julie: — Ne yapalım, genç ve bedbaht ölmem lâzımmış. Evet, ya­ şayacağımı zannetmeyiniz. Istıraplarım da, tedavi ettiğiniz o korkunç hastalık kadar öldürücü olacak. Kendimi suçlu bulmu­ yorum. Hayır, size karşı beslediğim hisler, dayanılmaz ve ebedî duygulardır. Duyup duymamak insanın elinde değil k i! H em de faziletli kalmak istiyorum. Bununla beraber hem zevcelik vazifeme, hem anneliğin yüklediği ödevlere, hem de kalbimin emellerine sadık kalacağım. (Kısiık bir sesle) dinleyin dedi. A s ­ la bu adama ait ol'mıyacağrm artık. (Samimiyet ve dehşet dolu korkunç bir jestle kocasını, gösterdi.) Cemiyet kanunları ona mesut bir hayat sürdürmememi emrediyor, itaat edeceğim. Câriyesi olacağım, ölçüsüz bir ferağat göstereceğim. Fakat bugün­ den itibaren dulum. N e kendi gözümde orospulaşmak istiyo­ rum, ne de başkalarının. Kendimi mösyö d’Aiglemont’a verme­ diğim gibi hiç kimseye de vermiyeceğim. Size gelince, demin söyledim. (A rth u r’a gururla bakarak) işte kendi hakkımda ver­ diğim katar. Şurasını da haber vereyim ki, canice bir fikre ka­ pılırsanız mösyö d ’Aiıglemont’un dul karısı İspanyada veya Italyada bir manastıra kapanacaktır. Talihsizliğimden olacak, aşktan bahsettik. Amma ihtimalki bu itiraflardan kaçınmamız kabil değildi. Fakat, bu kalblerimizin heyecanla titrediği son. dakika olsun. Yarin, sizi îngiltereye davet eden bir mektup alaığınzr söylerseniz birbirimizden ebediyen ayrılırız. Sarfettiği gayret Julie’nin takatini kesmişti. Dizlerinin büküldüğünü hissetti. Vücudundan soğuk bir ter boşandı. Pek kadınca bir endişe ile, Arthur’un kucağına düşmemek için, he­ men yere oturdu. Lord GrenviHe;: — Jı.lie! dîye haykırdı. ' B u keskin feryat gök gürültüsü gibi çımladı. B u gönül par­ çalayıcı çığlık, o zamana kadar sessiz kalan âşıkın söyliyemedıği her şeyi ifade ediyordu. General:


OTUZUNDAKİ

KADIN

57

— Ne var yahu? Ne oldu hanıma? diye sordu. Lordun sayhasını duyunca, adımlarını sıklaştırmış ve bir­ denbire iki âşıkm karşısına dikilmişti. Julie, kadınların, çok defa yaradılışından ola.

desisekârlık

sayesinde, hayatın büyük buhranlarında takımverdikleri o şa­ şılacak soğukkanlılıkla: — Mühim bir şey değil, dedi şimdi geçer. Cevizin rutubeti dokundu da, az ka'ldı bayılacaktım. Doktorum korkusundan ba­ ğırd ı her halde. Ben onun için henüz tamamlıyamadığı bir sa­ nat eseri değilmiyim? İhtimal eserinin harap olduğunu görerek titremiştir. Pervasızca Lord Grenville’in koluna geçti. Kocasına gü­ lümsedi, kayalığın tepesinden ayrılmadan önce manzarayı sey­ retti. Sonra yolculuk arkadaşının elinden tutarak, sürükledi onu. — Şüphesiz iki burası gördüğümüz yerlerin en güzeli., de­ di. H iç unutmıyacağnn. Bak Victor, bak. N e sonsuzluk, ne ge­ niş ik, ne çeşitlilik. B u ülke insana aşk tahayyül ettiriyir. Kocasını aldatacak şekilde ihtilâçlı bir kahkaha savurarak, çukur yo’larda neşe ile sıçradı ve gözden kayboldu. Mösyö d’Aiglem ont’dan uzaklaştıkları zaman: — Bu kadar mr çabuk., dedi. N asıl olur yarabbi ? demek bir an sonra, artık kendimiz olmaktan çıkacağız. B u hal ile lebe d' devam edecek. Hülâsa yaşamıyacağız artık. Lord Grenville: — Yavaş yavaş gidelim diye cevap verdi. Arabalar henüz uzakta, beraber yürürüz. Bakışlarımızda hislerimizi; ifade ede­ bilirsek, gönüllerimiz bir an daha yaşamış olurlarAkşamın son ışıkları altında, suların kenarında, şeddin üze­ rinde dolaştılar. Hemen hemen konuşmıyorlardı. Arada L oire’in şırıltısı gibi tatlı, fakat ruhu altüst eden miip'bem sözler dö­ külüyordu dudaklarından güneş batarken, onları kızıl şuaları­ na sardı. B u kaybolan güneş, meşum aşklarının hüzünlü bir timsaliydi. Arabasım bıraktığı yerde bulamıyan General pek telâşliydi. Aşıkların sdhbeıtine karışmıyor, kâh arkalarında kalıyor, kâh öne geçiyordu. Lord Grenville’in bu seyahat esnasında gös­ terdiği asıl ve ince hareketler Markinin şüphelerini silmişti. B ir kaç zamandır lord doktorun, Kartacalılarmkine benziyen:


58

OTUZUNDAKİ

KADIN

doğruluğuna (1 ) güvenerek, karısını serbest bırakıyordu. Arthur’la Julde, örselenen kalbierinin mahzun ve acıklı uy­ gunluğu içinde bir müddet daha yürüdüler. Temin Montcotour'un sarp yamaçlarına tırmanırken ikisinin de içinde, kur­ calamağa cesaret edemedikleri müphem b ir lüjmit, endişeli bir saadet vaıdı. Şimdi muhayyilelerinde kurdukları ve karşısında -iskambilden şatolar yapan çocuklar gibi- r-efes almaktan, bile korktukan o nahif binayı yıkmışlardı, ümitsizdiler. Lord Grenv i l ’ e, hemen o akşam hareket etti. Julie’y e atfettiği son bakış, -ne yazık ki- bu kuvvetli ihtirasın genişliğini sempatilerile sezdikleri andan itibaren, lordun /kendi kendine itim atsızlık göstermekte haklı olduğunu isbat etti. Ertesi gün mösyö d ’Aiglem ont’la karısı arabada idiler, yanlarında seyahat arkadaşları yoktu. Markizin, vaktile 1814 de geçtiği yollardan büyük bir hızla ilerliyorlardı. O zamanlar aş­ kın. cahili olan ve devamından şikâyete kendinde hak bulan. Markizin hayalinde, unutfmuş olduğu binbir intiba canilandı. Kalbin de kendine göre hafızası vardır. En mühim, hâdiseleri, hatırlamaktan âciz alan bir kadın, bakarsınız ki, hislerile ilgisi olan vakaları, ölüp gidinceye kadar unutmaz. Julie de böylece, en havaî teferruatı bile apaçık hatırladı, ilk yolculuğunun en ehemmiyetsiz ârızaları, -yolun bazı yerlerinde kafasından geçen düşüncelere varıncıya kadar- hafızasında canlandı. Gençlikteki tazelik ve güzelliğine kavuştu kavuşalı, karı­ sına yeniden abayiı yakan Vistor, bir âşık gibi ona doğru sokul­ du ve kucaklamağa kalktı. Genç kadın hafifçe sıyrıldı ve bu masum nevazişten kurtulmak için bilmem nasıl bir bahane bul­ du. Çok geçmeden Victor’un temasından tiksinti duymağa başla dı. O şekilde oturmuşlardı ki vücudunun hararetini ister istemez hissediyor ve paylaşıyordu. Kalkıp arabanın önüne geçmek is­ tedi. Fakat kocası, lütuf göstererek onu yalnız bıraktı. Julie,1

( 1 ) Balzak burada f o i punigue tâbirim kullanıyor k î; hiyanet, sözde durmayış mânasını ifade eder. (B a k Şemseddin S a m i) Rom alılar Kartacahları çok defa muahedeleri ayak altına almakla itham ediyorlardı. Onun iç in lâtincede Punica fides (K artacal- sadakati) sadakatsizlik kahpelik ifade eder. L ittr e ’nin, Acadcmie'nin, Larosse’un izahları hep bu mahiyettedir. B iz burada kelim eyi - bilerek - değiştirdik. Daha doğrusu aynen aldık. Lortla kahpelik ve hiyanet isnat edemedik, sanryoruz k i Balzak m da böyle b ir n iy eti yoktur. Çeviren


OTUZUNDAKİ

KADIN

59

bu nezakete, içini çekmek suretile teşekkür etti. Kocası bunu yanlış anladı. Karısının hüznünü, işine gelecek şekilde tefsir eden bu eski kışla huvardası, nihayet akşama doğru onu apaçık konuşmağa mecbur etti. J u lle : — Dostum, dedi. Biliyorsunuz ya, eskiden de az kalsın öl­ dürüyordunuz beni. Şimdi de tecrübesiz bir genç kız olsam, ye­ niden hayatımı feda etmeğe kalkabilirdim, fakat anneyim, bü­ yütecek bir kızım var. Size olduğum kadar da ona aidim. N e yapalım, kara bahtımıza boyun eğeceğiz. Siz, benden daha az acınacak vaziyettesiniz. Vazifemin, müşterek şerefimizin ve bunlardan daha kati olarak tabiatin benim için menettiği bir takım teselliler bulmadınız mı kendinize? İşte, bu çekmecede budalaca unuttuğunuz madam de Serisy’in üç mektubu, buyu­ run, susmam da size isfcat eder ki çok müsamahakâr bir kadı­ nım. Kanunların beni mahkûm ettiği fedakârlıkları istemiyo­ rum sizden. Çok düşündüm, biliyorum ki rollerimiz ayrı. Istı­ rap yalnız kadınların nasibi. Faziletim sağlam, ve değişmez prensiplere dayanıyor, namusuma toz kondurmadan yaşamasını bileceğim. Amma bırakın da yaşayayım. Erkekler böyle buhranlı anlarda tabiî olarak vakarlı olur­ lar. Kadınların, aşkın aydınlığında tetkik ettikleri böyle bir mantık karşısında şaşkına dönen Marki de ister istemez boyun eğdi. Julie'nin aşkım ve kalbindeki emelleri örseliyen her şeye karşı izhar ettiği bu gırizi nefret, kadmrn en güzel tarafların­ dan biridir. V e ihtimalki ne kanunların, ne de medeniyetin susturabileceği tabiî bir iffetin neticesidir. Onları ayıplamak kimin haddine? ik i erkeğe birden ait olmamalarım emreden inhisarcı hissi zorla boğdukları takdirde imansız rahiplere dönmezler mi? Ihtroal, bir kaç mutaassıp Julie’nin vazifelerde aşkı arasında yaptığı bu uzlaşmayı takbih edecek amma, unutmıyalım ki âşık­ larda cinayet telakki edecek bu fedakârlığını. B u umuimî ayrblama, ya kanunlara yan çizenlerin felâketle karşılaşacağını, ya­ hut ta Avrupadaki cemiyetlerin üzerine dayandığı müesseselellerin pek kötü, pek acı kusurları olduğunu gösterir. Aradan iki yıl geçti. B u müddet zarfında mösyö ve madam d’Aiglemont kibar tabakadakiler gibi yaşadılar. H er biri iste­ d iği yere gitti. Kendi evlerinden çok salonlarda karşılaştılar. Kişizadeler âleminde bir çok izdivaçların neticesi olan zarif boşanma. O gece, fevkalâdeden olarak, karı -koca, kendi salon­ larında idiler. Madam d’Aiglemont hanım arkadaşlarından b i­


60

OTUZUNDAKİ

KADIN

rini yemeğe alıkoymuş, yemeklerini 'daima lokantada yiyen Ge­ neral de, nasılsa evde kalmıştı. Kahvesini bitiren mösyö d’Aiglemont, fincanı bir masaya bırakarak: — Gözleriniz aydın madam la Markiz dedi, (Sonra y a n alaycı, yarı mabzun gözlerle madam de W im phen’e bakarak ilâ­ ve etti.) — Kiralın avcubaşısile uzun bir ava çıkıyorum. En az sekiz gün tam mâr.asile dul kalacaksınız. Sizin de istediğiniz b u ; zan­ nederim. Fincanları kaldırmağa gelen uşağa: — Gui'llaume, dedi arabayı koşssunlar. Madam de W im phen (dö venfen), madam d ’Aiglem ont’un vaktile bekârlığı tavsiye etmek istediği bizim Louisa idi. îk i kadın gizlice -bakıştılar. B elli ki Julie, arkadaşım dertlerine sırdaş yapmıştı; müşfik ve kıymetli bir sırdaş. Çünkü izdivaç madam W im phen’i pek mesut etmişti. İhtimal ki bu taban ta­ bana zıt vaziyette birinin saadeti, ötekinin felâketine sadakat göstereceğine garanti teşkil ediyordu. Böyle hallerde kaderler­ deki ayrılık, hemen daima kuvvetli bir dostluk bağıdır. Julie, kocasına kayıtsız bir bakış atefederek: — Şimdi av zamanı mı? diye sordu. Martın sonlarıydı. — Madam! Avcrfcaşı gönlü istediği zaman, canı çektiği yerde avlanabilir. Kiralın ormanında yaban domuzu vurmağa gideceğiz. — Aman dikkat edin, başınıza ikaza falan gelmesin. Gülümsiyerek cevap verdi: — Kaza, geliyorum diye haber vermez ki! Guihaum e: — Beyefendinin arabası hazır d-edi. General ayağa kalktı. Madam de V/imphen’in elini öptü. Julie ’ye dönerek yalvaran bir eda ile: — Madam ya bir yaban domuzuna kurban gidersem? Madam de W im phen: — Bu da ne demek? diye sordu. - - Hadi gelin dedi. Sonra Loiusa’ya: şimdi görürsün mâna­ sına gülümsedi. Julie. kocasına gerdanım uzattı. M arki öpmek için ilerler­ ken kadın o şekilde eğildi ki, zencinin busesi pelerininin kır­ malı sayvanına kaydı. M arki madam de W im phen’e hita'bederek:


OTUZUNDAKİ

KADIN

61

— Allahın huzurunda şahidim olursunuz dedi. Bu küçük lûtfe nail olmam için ferman çıkarmam lâzım, işte, karım böy­ le anlıyor aşkı. N e desise yaptı bilmiyorum, beni bu hale getir­ di. Güzel eğlenceler. Çıktı. îk i kadın başbaşa kalınca, Louisa: — Amma, Vallahi zavallı kocan pekâlâ adam, seviyor seni. — Sus tek kelime istemem. Taşdığım isim nefret veriyor, bana. — Peki, amma Victor sana tamamen baş eğiyor JıUİie: — itaati kısmen, ona telkin ettiğim derin saygıdan geliyor, diye cevap verdi. Kanun nazarında pek faziletli bir kadınım, evini güzelleştiriyorum, entrikalarına göz yumuyorum. Kendi servetime dokunduğum yok. iratları kendi keyfine göre harcı­ yor, yalnız sermayeye iliştirmiyorum. N asıl yaşadığımı düşünmiyor, yahut düşünmek işine gelmiyor. B u sayede rahatım. Kocamı böyle idare ediyorum amma mizacının neticelerinden korkuyorum. B ir gün, burunsalık kırılacak diye ödü kopan bir ayıcı gibiyim. Victor, kendinde bana hürmet etmemek hakkını gördüğü gün başıma gelecekleri düşünmeğe bile cesaret edemi­ yorum. Çünkü serttir, mağrurdur, hele burumundan geçilmez, ihtirasların bahis mevzuu olduğu bir meselede akıllıca karar verecek kadar .ince değildir zekâsı. Amma zayıf karakterlidir. B ir kere nasıl olsa canıma kıyar, amma sonra ertesi gün kendi de yesinden ö’ür, oda başka.-Neyse şimdilik bu meşum saadetten korkum yok. Sustular. Şimdi ikisi de bu vaziyeti hazurlıyan gizli sebebi düşünyyordu. Julie, Louisa’ya manalı bir göz işareti yaparak: — Pek zalimce itaat etti bana, dedi. Halbuki mektup yaz­ masını menetmemiştim. Ah, ah; unuttu beni. Hakkı da var, Onun üa hayatının parçalanması çok acı olurdu. Benim tebah olmam yetişmez mi. înanırmısın, Ingiliz gazetelerini sırf ismini görürüm ümidile okuyorum, amma Lordlar Kamarasında gö­ rünmedi. — Sen İngilizce biliyor musun ? — K a söylememiştim! öğrendim. Louisa, Julie’nin elini sıkarak: — Zavallı yavrufm, diye haykırdı. H âlâ nasıl yaşıyabiliyorsın? Markiz bir çocuk gibi, masumane bir jestle: — B u bir sırdır, dedi. A fyo n kullanıyorum.

Londradak-i,


62

OTUZUNDAKİ

KADIN

düşes de'nin macerası bana bu fikri ilham etti, bilirsin M atburin sergüzeştini roman haline sokmuştu. B ir kaç damla lavdanum, uyuyorum hep. Ancak yedi saat uyamğım, bu zamanımı da kızıma hasrediyorum. Louisa, gözlerini ateşe dikti. Arkadaşının acılarını ilk de­ fa olarak, bütün .genişliğile seziyor, ona bakmağa cesaret ede­ miyordu. Julle, bir an sustuktan sonra: — Louisa!. Sakın kimseye söyleme, dedi. O sırada bir uşak Markize mektup getirdi. Genç kadın sa­ rararak: — Allahım diye haykırdı. Madam de W im p h e n : Kimden olduğunu sormuyorum, dedi. M arkiz okuyordu, kulakları duymıyordu artık. Arkadaşı madam d ’Aiglemont’un, kâh kızaran, kâh sararan yüzünde, en ateşli duyguların, en tehlikeli teheyyüçlerin dalgalandığını gör­ dü, Nihayet Julie kâğıdı ateşe fırlattı. — Bu mektup değil, yangın. Kalbim tutuşuyor. A yağa kalktiı, yürüdü, gözleri yanıyordu; — Paristen ayrılmamış diye haykırdı. Kesik kesik cümlelerle konuşuyordu. A rada bir korkunç Ibir .pozla fasıla veriyor, her duruştan sonra, cümleleri daha de­ rin b ir ahenkle talaffuz ediyordu. Son kelimelerde âdeta insa­ na dehşet veren bir eda vardı. — Ben farkında olmadan hep beni görüyormuş, her gün. uzaktan bir bakışımlı seyretmek, yaşamasına yardım ediyormış. Eiimezsin Louisa! Ölüyor ve bana veda etmek istiyor. Kocamın bu akşam günlerce sürecek bir yolculuğa çıktığını biliyor. Şim­ d i gelecek. A h mahvolurum, bittim. Dinle, ne olursun sen de kal benimle, iki kadının önünde cesaret edemez. Kal, kal. Ken­ di kendimden korkuyorum. Madam de W knphen: — iy i amma, kocam sende yemeğe kaldığımı biliyor, her halde gelip beni alacak. — Olsun, sen gitmeden ben onu savarım. H er ikimizin de cellâdı olacağım ben. Heyhat, kendisini sevmiyorum sanacak. Y a mektup? ö y le cümleler var ki içinde cicim, ateşten harfler­ le yazılmış. B ir araba sesi duydular. M arkiz sevinerek; — Oh, dedi. Alenen geliyor, saklandığı falan yok. Uşak seslendi:


OTUZUNDAKİ

KADIN

68

— L ord Grenville. M arkiz ayakta ve hareketsiz kalıyordu. Arthur, sararmış,, solmuş, morarmıştı. A rtık sertlik göstermeğe imkân yoktu, lord Grenville, Julie’yi yalnız bulmadığı için ■belliki fena halde sıkılmıştı. Bununla beraber, sakin ve soğuk göründü. Fakat du­ ruşu, sesi, bakışlarınım ifadesi, aşkının esrarına vakıf olan bu iki kadın üzerinde bir elektrik seyyalesi gibi müessir oldu. (1 ) şiddetle ruhlarına işlyen korkunç bir ıstırap, madam de W im phen’le Markizin elini ayağını kesti. Lord Grenville’in sesi, madam d’Aiglemont’a öyle insafsız bir helecan veriyordu ki, üzerinde ne hudutsuz bir tesir icra ettiğini göstermekten korktuğu için, cevap vermekten çekini­ yordu. Lord Grenville, Julie’nin yüzüne bakmağa cesaret ede­ miyordu. İçlerinde hemen ıhemen tek konuşan madam de W im phen oldu. Julie, imdadına yetişen arkadaşına, minnet dolu bir bakışla teşekkür etti. Böylece iki âşık hislerini susturdular. V azife ve muaşeret âdabmın çizdiği hudutlar içinde kalmağa mecbur oldular. Fakat çok geçmeden mösyö de Wianp-hen*in geldiği haber verildi. Onun girdiğini gören iki arkadaş şöyle bir bakıştılar ve birbirlerine b ir şey söylemeden durumun güç­ lüklerini anladılar. Mösyö de Wimp.hen’i de bu dramın sırları­ na muttali kılmak imkânsızdı, bundan başka Louisa arkada­ şının yanında kalabilmek için kocasına makul b ir sebep de bulamıyaıcaktı. Madam de W.imphen, salm a bürünürken, Julie de ona yar­ dım etmek istiyormuş gibi ayağa kalktı, ve Louisa’ya: — Cesur olacağım diye fısıldadı. Evime alenen geldiğine göre korkacak bir şey de yok. Amma sen olmasaydın, ilk daki­ kalarda bu kadar değiştiğini görerek muhakkak ayağına kapa­ nırdım. Madam d’Aiglem ont tekrar közöz’e -otururken titriyen b ir sesle: — Söyleyin bakalım Arthur, bana itaat etmediniz? dedi. Lord Grenville, kazöz'e (1 ) sevgilisinin yanma oturmağa cesaret etmemişti. — Sesinizi duymak, yanınızda bulunmak saadetine daha fazla mukavemet edemedim. B u bir çılgınlık, bir hezeyan. A r - *1

( t ) M uharrir, T o r p il’e atfedilen tesir diyor. (T o r p il: Ha~ vassı elektrikiyeyi haiz kalkana müşabih kadirğa balığı. Şemseddin Sam i.) ( 1 ) K o z ö z : îk i kişinin oturup konuşmasına mahsus kanape-


64

OTUZUNDAKİ

KADIN

tık kendime hâkim değilim. Kendimi iyice muayene ettim, çok .zayıfım, öleceğim. Amma, sizi görmeden, robunuzun hışırtısını duymadan, göz yaşlarınızı içime sindirmeden ölmek; ne kor­ kunç. Julie’den uzaklaşmak istedi. Fakat bu âni 'hareketin şiddetile cebindeki tabanca yere düştü. Markiz silâha baktı. B u gözlerde ne ihtiras vardı ne düşünce. Grenviîle tabancayı kal­ dırdı. B ir âşık cilvesi sayılması mümkün olan bu kazadan, b el­ li ki f ena halde sıkılmrştı. Julie: — Arthur? diye sordu. Gözlerini eğerek: — Madam! dedi. Gelirken pek meyustum, arzum. — Evimde kendinizi öldürecektiniz ha? T atlı bir sesle: — Amma, yalnız kendimi değil. — Ya, kocamı da lıa? Boğuk bir sesle: — Hayır, hayır, dedi. Fakat sükûnet bulunuz, bu meşum proje suya düştü. İçeriye girip te sizi görünce, susmak, ve yal­ nız başıma 'ölmek cesaretini buldum. . Julie ayağa kalktr. A rthur’un -kucağına atıldı. L ord sevgi­ lisinin hıçkırıkları arasında şu muhteris cümleyi de duydu: — Saadeti tanımak ve ölmek! H ay hay. B u derin çığlıkta Julie’nin bütün macerası gizliydi; din­ siz kadınları mağlup eden aşkın ve tabiatin sayhası! Arthur, onu yakalads. Üm it edilmedik bir saadetin verdiği hızla kanapeye götürdü. Fakat birdenbire M arkiz âşıkımn kol­ larından sıyrıldı. Ona meyus gözlerle baktı. Elinden tuttu, öibür elile bir şamdan yakaladı, yatak odasına sürükledi. H elene'in uyuduğu karyolaya gelince, yavaşça perdeleri araladı. Ziya, yavrucağın şeffaf ve yarı açık göz kapaklarına dokunma­ sın dîye bir elini mumun önüne tutarak ıkızmm yüzünü aç tu Helenc kollarını açmıştı ve gülümşiyordu, uyurken, Julie b îr bakışla çocuğu İcrda gösterdi. B u bakış her şeyi ifade ediyordu. B izi sevdiği zaman biie bir kocayı bırakabilirz. Nhayet er­ kek kuvvetlidir, avunur. Cemiyet kanunlarını da hor görebili­ riz. Fakat, annesiz bir çocuk? B u bakışta bütün bu düşünceler ve kalbe daha çok işliyen başka binbir mâna vardı. In g iliz : — Yavruyu da beraber götürürüz, çok seveceğim onu; diye fısıldadı.


OTUZUNDAKİ

KADIN

65

He.lene uyanarak: — Anne! dedi. Bu kelime Julie’yi hünkür hiinkür ağlattı. Lord Grenville oturdu, gamlı .ve sessiz, kollarını kavuşturdu. “A n n e!” bu şirin, bu masum-hitab o kadar necip duygular, öyle dayanılmaz sempatiler yarattı ki, bir an anneliğin kudretli sesi aşkı susturdu. Şimdi Julie kadın değil, anne idi artık. Lord Grenville daha fazla dayanamadı, o da ağlamağa başladı. O es­ nada bir kapının ıhızla açıldığını duydular. — Madam d ’Aiglnnont, burada mısın? Kelimeleri iki âşıkın kalbinde, gök gürültüsü gibi uğulda­ dı. M arki dönmüştü. Juîie daha kendine gelmeden General, odasından hanımınkine doğru yürüyordu. Odaları bitişikti, ne ise ki, genç kaim Lord Grenville’e işaret etti. Arthur, hemen kendini tuvalet odasına' attı. M arkiz arkasından hızla kapıyı Örttü. V ic to r: — Merhaba hanım dedi, işte geldim, avdan vaz geçildi, Şimdi de yatacağım. — i y i geceler. Benim de yapacağım ayni şey. Müsaade edin de soyunayım. — Bu akşam hırçınlığınız üstünüzde, pekâlâ madam, la Markiz.. General, tekrar odasına geçti. Julie arka kapıyr örtmek için arkasından yürüdü. Sonra L ord Grenville’i kurtarmak için acele döndü. Fakat kapıyı açar açmaz .keskin bir çığlık kopar­ dı. Lord Grenville’in parmakları aralığa sıkışmış ve parçalan­ mışı i. K ocası: — N e oldu yahu? diye seslendi. — Hiç, hiç. Elime iğne battı da! * A ra kapı birdenbire açıldı. Generalin, kendisini merak ederek geldiğini sanan M arkiz bu yapmacık ilgiye lânet oku­ du ve tuvalet odassnm .kapısını ancak kapayabildi. Lord Grenville henüz parmaklarını kurtarmamıştı. Gerçe M arkı göründü amma, karısı aldanmıştı. Şahsî bir endişe ile .geliyordu. — B ir fuların yokmu yahu? Charles olacak kerata beni mendidsiz bıraktı Evlendiğimizin ilk günerimde işerime o ka­ dar çok itina gösteriyordun; âdeta sıkılıyordum. N e yaparsın B a l ayı benim için de, boyun bağlarım için de kısa sürdü. Şim­ di bu heriflerin elinde kaldık, aldırış bile ettikleri yok. — Buyurun fuları. Salona uğradınız mı?


66

OTUZUNDAKİ

KADIN

— Hayır. — Orada Lord Grenville’le karşılaşmanız mümkündü. — Demek Par iste ha? — ö y le olacak. — O halde bir bakayım. Koca doktor. Julie: — Amma her halde gitmiştir artık. Marki odanın ortasına dikilmiş, keyifli keyifli aynaya ba­ karak, fuları başına sarıyordu. — Adamlarım nerede bilmiyorum ki! 'dedi. U ç defa zile basıp Charles’i çağındım, gelmedi. Sizin oda hizmetçiniz yok galiba. Çağırın da şunu yatağıma bir kuvertür daha koysun. M arkiz huşunetle: — Pauline burada değil dedi. General: — Gece yarısı? — İzin verdim, operaya gitti. MaTki bir taraftan elbiselerini çıkararak: — Garip şey, dedi. Halbuki merdivenden çıkarken gözü­ me ilişti. Julie sabırsızlık göstererek: — Şu halde dönmüştür, dedi. Sonra kocasının şüphesini' uyandırmamak için hafifçe zile dokundu. O gece neler o ld u ; pek bilmiyoruz. Fakat her halde ibu hâ­ diseler de daha önce anlattığımız bayağı ve gündelik vakalar kadar basit ve korkunçtu.- Ertesi gün malam d’Aiglemont,' ya­ taktan çıkmadı ve bu günlerce uzadı. B u felâketler gecesinden bir kaç gün sonra mösyö de Ronquerolle, mösyö d’Aiglemont’e : — Yahu, diye sordu, evinde fevkalâde şeyler m i oldu? H er­ kes karından bahsediyor. D ’Aiglem ont: — Beni dinle de- bekâr kal, dedi. Helene’in yattğı karyo­ lanın perdeleri tutuştu. Karım o kadar üzüldü ki7 doktor bir yıl hasta yatacağını, söyliyor. Genç bir kadımla evlenirseniz, çirkinleşir. Güçlü kuvvetli -bir kız alırsınız, iğne ipliğe döner. İhtiraslı sanırsınız, soğuk çıkar. Yahut ta size öyle görünür, hakikatte öyle ateşlidir ki ya sizi candan eder, ya namusunuzu lekeler. Dünyanın en uysal) mahlûku, titizlenir, amma Ifitizî hiç bir zaman uysallaşmaz ha! B ir zaman cılız ve budala gördü-


OTUZUNDAKİ

KADIN

67

günüz çocuk birdenbire şahin, 'kesilir, cin gibi kurnazlaşır. H ü ­ lâsa bıktım usandım şu izdivaçtan. — Yahutta karandan?. — O biraz güç. Sahi, Saint Thomas d,Aquin kilisesine ge­ lir misin benimle, Lord Grenville’in cenaze alayım seyrederiz. — Garip bir eğlence. Sahi ölümünün sebebi kati olarak biliniyor mu? — Oda hizmetçisine bakılırsa, sevgilisinin şerefini kurtar­ mak için, bütün gece bir pencerenin dış tarafında kalmış. H a ­ vada inadına soğuktu o gün.. — Bu fedakârlık, bizim gibi eski kurtlardan sudur etse pek kıymetli bir şey olurdu. Amima Lord Grenville gençtir ve Ingilizdir. Ingilizler daima garabet düşkünüdürler. d’ Aiglem ont: — Adam sende, dedi. Böyle yiğitlikler onları ilham eden kadına bağlı madı ya!

Hani zavallı Arthur da benimki için canına kıy­


G İZ L İ K A L A N A C IL A R Loing çayıyile, Seine nehri arasında Fontainebleau orma­ nının, Moret, Nemours, Monterrau kasabalarının kuşattığı ge­ niş bir ova uzanır. Bu çorak bölgede, ancak seyrek tepecikler görürsünüz: arada, tarlaların ortasında, av hayvanlarına sığınaklık yapan dört köşe b’ir kaç koru, sonra her tarafta, Sologne, Beauce, Berri ufuklarına hâs o kurşunî ve sarımtırak, uçsuz bucaksız çizgiler. Yolcu, bu oVanın ortasında, Moret ile Monterecau arasında, dolayları azamet ve ihtişamdan hiçte mahrum olmıyan Saint Lange isimli eski bir şatoya rastlar. Şato lâtif hayabânlar, hendekler, uzun sûrlar, geniş bahçeler ve derebey­ lik devlinden kalma muazzam inşaatla süslüdür. Zaten bu bi­ nalar, olsa olsa kanunsuz vergilerden (1 ) mültezimlikerden meşru suiistimallerden toplanan paralarla, yahut asilzadelerin -bugün medenî kanunun çekicile parçalanan- büyük servetlerime kuru­ labilirdi. Tesadüfen araba tekerleklerile oyulan bu yollara, se­ yahati güçleştiren bu balçıklı araziye düşen sanatkâr veya her hangi hayalperest- bu şairâne şatonun, nasıl bir kaprisle buğday ormanının, şu tebeşir, kil ve kum çölünün ortasına fır­ latıldığını kendi kendine sorar. Monoton bir ufkun çevrelediği bu müessir yalnızlık içinde ruh biteviye yorulur bezer. Teselli istemiyer. acılara munis, bir kucak olan .menfî güzellikler. 1820 yılırım sonlarına doğru, Paris de zarafeti ve güzelliğile nam a'lan, serveti de bu yüksek şöhretile denk olan genç1

(1 ) M uharrir burada M altote kelim esini kullanıyor. Şemseddin Samij " Tahsil olunan vergi , tahsildarlar zümresi” diyor ki, bu ta rif (yanlış olmasa b ile ) noksandır. M altote gayri kanu­ n î verg i mânasmdadır. Esasen Ftansada 1292 yıllarında, Flandre savaşı münasebetile tarholunaıı ,■olağanüstü verginin adfdıri


OTUZUNDAKİ

KADIN

69

bir 'kadın şatoya yerleşmeğe geldi. Saint Lange’nin bir fersah ötesindeki karyede oturanlar şaşa kaldılar bu işe. Çünkü çift­ çilerin ve köylülerin, pek uzak çağlardanberi şatoda ağa yüzü gördükleri yoktu. Arazi, natırı sayılır bir mahsûl vermesine rağ­ men, bir şahnenin himmetine ve eski hizmetkârların muhafa­ zasına terkedilmişti. Bundan ötürü, Madam la Markizin seya­ hati, memlekette âdeta heyecan uyandırdı. Aheste aheste yürüyen bir kalskayı seyr için bir çok kâim­ seler, köyün ucunda, Nemours’la M oret yollarının birleştiği noktada bulunan âdi bir .hanın avlusuna kümelenmişlerdi. M ar­ kiz Paristen .kendi, arabasile geliyordu. Arabanın ön tarafına fam dö şambr oturmuştu. Kucağında, neşeli olmaktan çok dü­ şünceli bir küçük kız vardı. Anne, doktorların hava tepdiline yolladıkları can çekişen b ir hasta gibi arka tarafa uzanmıştı. B u narin genç kadının, bitkin çehresi, köy açık gözlerinin hiç hoşuna gitmedi. Halbuki Saint Lange’a geldiğini duyunca, ka­ ryede her hangi bir canlanma olacağı ümidine düşmüştüler. O gece meyhanede, Saint Lange köyünün en şçık gözü, ■ileri gelenlerin kafayı çektikleri odada hanımefendinin yüzün­ deki derin teessürün, her halde iflâs alâmeti olduğunu ileri sürdü. Gazeteler Markinin, dük d’Angoulem e’e birlikte Ispanyaya gideceğini yazmışlardı. Şu halde, o yokken hanımefendi de borsa oyumlarında kaybettikleri parayı tasarruf edecekti. M arki en büyük kuımabazlardandı. ihtimal arazi; küçük par­ çalar halinde satışa çıkarılacaktı. Herkes Saint Lange parça­ landığı zalman, kendine bir pay ayırabilmek için, şimdiden pa­ racıklarını saymağa, gizlediği yerden çıkarmağa, .gelirini bir •bir hesaplamağa bakmalıydı. Bu istikbal o kadar cazip görün-, dü ki, meselemin aslını bir an önce, şatodaki hizmetkârlardan öğrenmek çarelerini düşündüler. Halbuki uşaklardan hiç biri, b öy le‘kış başlarken hanımlarım, eski şatoya sürükliyen felâke­ tin ne olduğu hakkında malûmat veremedi. Üstelik Markizin, şen manzaraları ve güzel ıbahçelerile meşhur başka malikânele­ ri de yek değildi. Madama hürmetlerini sunmağa gelen beledi­ ye reisi huzura kabul edilmedi. Vekilin (şahne) ziyareti de ayni muvaffakiyetsizliğe uğradı. Madam la Markiz, yalnız düzeltecekleri zaman odasından çıkıyordu. Hizmetçi odayı toplarken o da yemeğini yiyâyordu.

( 2 ) Şahneyi rejisör mukabili kullandık . V ekil, kâhya mü d iıi umuı mânasmadır. Cenup Anadoluda sık sık kullanılan bir kelimedir.


70

OTUZUNDAKİ

KADIN

(Sofraya oturup tabaklara tiksine tiksine bakmak, açlıktan öl­ memek için bir dki lokma alıp kalkmak yemek sayılırsa!) son­ ra hemen odasına dönüyor, tek pencerenin önündeki eski kol­ tuğuna tekrar kuruluyordu. Kızını yalnız sofrada görüyor ve belli ki, bu hüzünlü taama hasrettiği üç beş dakika zarfında bi­ le 1onunla beraber bulunmaktan sıkı.ntı duyuyorlu. Genç bir kadında, annelik hissini susturmak için, işitilmemiş acılar ge­ rekmez .mi? Uşaklardan hiç biri yanına varamıyordu. Hizme­ tinden haz ettiği tek kimse fam dö şambriydi. Şatoda mutlak bir sessizlik istemlişti. K ızı bile, kendisinden uzakta oynamak zorunda idi. E n küçük gürültüye tahammül edemiyor, insan sesi, — hattâ kızınınki de— ona üzüntü veriyordu. Memleket ahalisi bu garip hallerle bir hayli meşg.uıl oldu. Amma mümkün olan bütün ihtimaller sayılıp tükendikten sonra, civar kasaba­ larda yaşıyanlar da köylüler de bu .hasta kadını düşünmez ol­ dular. Böylece kendi başına bırakılan Markiz, etrafında yarattı­ ğı sessizlik içinde, tam mânasiil'e sakin kalabildi. Halılarla dö­ şeli odasından çıkjmasu için hiç bir vesile zuhur etm edi; büyük annesi de burada ölmüştü. Zaten kendi de, şehirde ölenlerin can çekişmesini bir kat daha fecileştiren şefkatle cilalanmış hod­ binliklerin yalançı tezahürlerine katlanmadan, '.gözlerden ve tacizlerlen uzakta, rahatça Ölmek için buraya gemişti. Yirm i altı yaşında idi. O çağda, henüz şairane hayallerle dolu olan ruh, teselliyi ölümde bulduğu zaman, onu şirin renkerle süslemek­ ten zevk duyar. Fakat ecel, gençlere karşı pek işvekârdır. ile r­ ler, çekiiir, kendini gösterir, gizlenir, ağırlığilie soğutur onları Ertesi günün kar.arsızhğıile nihayet cemiyet hayatına atılır, orada acı ile karşılaşırlar. Istırap ecelden daha merhametsizdir. Kendini bekletmeden vurur. Yaşamağı reddeden .bu kadın da, inzivasının kucağında bu gecikişlerin ıstırabını tadacak ve ece­ lin bir türlü kesmediği manevi bir can çekişme içinde, kalbini kirleten ve cemiyet âdetlerine uyduran korkunç bir hodbinlik dersi akacaktı. Daima bu zalim, bu hazin ders ilk ıstıraplarımızın meyve­ sidir. Markiz, hayatında ilk defa olarak gerçekten acı çekiyor­ du vc ihtimal ki tek defaya mahsustu bu ıstırap. Filhakika duy­ guların tekerrür edeceklerini sanmak yanlış olmaz mı? H isler bir kere doğunca, daima kalbin derinliğinde yaşarlar; Orada durgunlaşır ve hayattaki hâdiselere göre yeniden uyanırlar. Fakat her an oradadırlar, mevcudiyetleri zarurî olarak ruha tesir eder. Böylece her duygunun azameti, ilk alevleniş çağın-


OTUZUNDAKİ

KADIN

71

daöır. Yani ne kadar uzun sürerse, nihayet bir günlüktür. H isle­ rimiz içinde en süreklisi olan ıstırap da ancak ilk taştığı anda şiddetlidir. Sonra darbeleri gitgide hafifler, bu belki buhran­ larına alıştığımızdandır. Belki de varlığımızın bir kanunu ne­ ticesi. Hodbinliğimiz bu yıkıcı kuvvete, hareketsiz fakat ayni şiddette bir kuvvtle karşı koyar. Amma, bütün acılar arasında hangisine ıstırap diye­ ceğiz? Yakınlarımızın ölümü, tabiatin insanları hazırladığı b ir mihnettir. Maddî sızılar, geçicidir. Ruhu kucaklamaz, sürüp giderse, o zaman da dertlikten çıkarı ölüm olur. B ir genç kadın yeni doğan yavrusunu mu kaybetti, çok geçmeden, başkasına kavuşur. Bu teessür de fânidir bütün bu elemler insanı örseler, yaralar, fakat hayatın cevherine dokunmaz. İçimizde, saadete karşı duyduğumuz iştiyakı boğabiılmeleri için — fevkalâde ola­ rak— birbirini kovalamaları lâzımdır. Pençesinde hem geçmişi, hem bugünü, hem geleceği ezen ömrün hiç bir safhasını tam bırakmıyan, zihni paçavraya çevir Ten, dudaklara ve alına silinmez damgasını basan, ruha bütün dünya nimetlerine karşı tiskinti vererek hazzın zembereklerini kıran veya gevşeten büyük ve gerçek ıstırap hayli öldürcüdür. B ir acınan böyle hudutsuz olabilmesi, ruhu ve vücudu eze­ bilmesi için Ömrün, vücudun ve ruhun bütün kuvvetleri taze iken gelip çalması ve dipdiri bir gönlü yıldırım gibi çarpması şarttır. O zaman geniş bir yara açar, sızı pek büyüktür. İliç bir mahluk hu dertten şairane bir değişiklik geçirmeden kurtula- ' maz. Y a cennet yolunu tutar, yahut ta — dünya yüzünde kaldı­ ğına göre— yalan söylemek ve rol aynamak için tekrar cemi­ yete döner. A rtık, hesaplamak, ağlamak, alay etmek için hangi kulise çekilmek gerektiğini, öğrenmiştir. B u azametli buhran­ dan sonra İçtimaî hayatın hiç bir sırrı yoktur ki kesin oarak mahkûm etmemiş bulunsun. Markiz çağdaki genç kadınlarda bu ilk elem, bu en şiddet­ li ıstırap daima ayni hâdisenin sonucudur. Kadın — bilhassa ruhu ve güzelliğime büyük olan genç kadm— hayatını, daima tabiatın, hissin ve cemiyetin sevkettiği gayeye vakfeder. Fakat hem böyle bir yaşayıştan mahrum bulunur, hem de yer yüzün­ de kalırsa, orada ilk aşkı bütün duyguların en güzeli yapan ka­ nun, ona en zalim acıları tattırır. Neden bu felâketi tasvir eden bir şair veya ressam yok? Tasvire, terennüme sığmaz ki? H a ­ yır. Yarattığı sızılar — mahiyet itibarile— sanatın renklerine yan çizerler. Sonra kadın bu acılarını hiç kimseye açıp dökmez


72

OTUZUNDAKİ

KADIN

ki; onlar: avutabilmemiz için sezmemiz lâzım. D inî bir şekilde hissedildikleri halde, ruha vadide bir yer yapmadan önce yo­ lunda her şeyi altüst eden bir çığ gibi inerler. O sırada Markiz, cemiyette herkes tarafından 'mahkum edildikleri için, uzun zaman meçhul kalacak olan bu korkunç acıların pençesinde id i; halbuki bu ıstıraba hislerimiz munistir, ve samiın; bir kadının vicdanı, bunu daima meşru görür. Bu kederler, hayatın mutlak olarak kucağından kovduğu hastalık­ lı çocuklar gibidir. Halbuki onlar, annelerinin kalbine, gürbüz yavrulardan daha sağlam rabıtalarla bağlıdırlar. Benliğimizin dışında, hayat namına ne varsa hepsini öldüren bu korkunç fe­ lâket; ihtimal hiç bir zaman şimdi markiz için olduğu kadar şiddetle ve eksiksiz bir şekilde tecelli etmemiş, hâdiselerin tes.iril e böyle insafsızca ağırlaşmamıştır. Cemiyet kanunlarına itaat etmek için, hiç bir arzusunu yerine getirmediği, sevilen, genç ve civanmert bir erkek, onun uğrunda ve cemiyetin bir kadının namusu dediği şeyi kurtar­ mak gayesilc ölmüştü. Kime dertliyim, diyebilirdi? Göz yaşları felâketin asıl sebebi olan kocası için bir hakaretti. Kanunlar, âdetler onu şikâyetten menediyordu. Derdini ‘b ir kadın arkada­ şı duysa keyfi gelir, erkek çıkarım düşünürdü. Hayır, hayır., bu bedbaht, ancak bir çölde doya doya ağlıyabilir, ıstırabını boğar, yahut ıstırap onu bitirirdi, ölür yahut içinde -bir şeyler, — belki de vicdanımı— öldürürdü. B ir kaç gündür gözlerini ufuktan ayırmıyordu. B u soğuk ufuk da müstakbel 'hayatı gibi bomboştu. Hiç bir ümit müjde­ lemiyor, bir bakışla kavranabiliyordu. Markiz, orada, 'biteviye kalbini kemiren dondurucu yesin akislerini görüyordu. Sisli sabahlar zayıf ışıklı bir gök, kurşunî bir kubbe altında topra­ ğa vak:n dolaşan bulutlar, gönlündeki sızıların rengine uygun­ du. îçi skrlmıyordu, kalbi az çok solmuş ve örselenmiş değidi. Hayır, taze ve taravetli benliği bir gayesi olmadığı için dayamlmıyan bir ıstırabın ağır teşirile taşlaşıyordu. Azab duyan da kendi idi,- bu azabına sefoeb olan da. Böyle bir çile bizi hod­ binliğe sürükler. Bunun için ruhunda korkunç düşünceler dolaşıyor ve vicdanı yaralanıyordu. Samimiyetle nefsini Çığa­ ya çekiyor ve kendinde iki. ayrı mahlûk görüyordu. (1 ) içinde bir muhakeme eden kadısı bir de .duyan kadın vardı. Bunlardan.1

( 1 ) Hamidin beytini hatırlıyalım. - Hakikaten ik i şahsjm. ben itikadımca “B ir i hetnişe mübeşşer, b iri mükedderdir.

*


OTUZUNDAKİ

KADIN

73

biri acı çekiyor, öteki ıstıorab duymak istemiyordu artık. Göz­ leri saadetini anlamalan akıp giden çocukluk çağının neşeleri­ ne çevriliyor, mazinin berrak akisleri, sanki herkese göre mü­ kemmel, fakat hakikatte iğrenç olan izdivacının inkisarlarını başına kakmak için, küme küme canlanıyordu. Gençliğinin nezaheti, iffeti neye yaramıştı ki? Zevklerini dizginlemekten, cemiyet uğrunda fedakârlıklara katlanmaktan ne geçmişti eli­ ne? Gerçe bütün varlığı aşkı haykırıyor, aşkı bekliyordu. Gü­ zel amma, hareketlerindeki ahengin, tebessümünün, zarafetinin şimdi ne mânası kalmıştı fei. İnsan, nasıl maksatsız tekrarla­ nan ıbir sesten haz almazsa, o da kendini taze ve şehvet enğiz bulmaktan hoşlanmıyordu artık. Dehşetle seziyordu ki bundan, sonra benliğinin bir tarafı eksik kalacak. İstikbalde, içinde b ir çok duygular yanmadan sönecek, bir zaman heyecan duyduğu ihsaslar karşısında 'kayıtsız duracaktı. İnsanın çocukluğundan sonra, gönülün çocukluğu haşlar. Sevgilisi,, bu ikinci sahaveti kendisile birlikte mezara götür­ müştü. Arzularile henüz genç olan Markiz, hayatta her şeye bir tat, bir kıymet verdiren ruhun o golgesiz tazeliğinden mah­ rumdu artık. İçinde kök salan hüzün ve güvensizlik, hundan böyle heyecanlarının anî taravet ve cazibesini solduracaktı. Üm it ettiği ve .muhayyilesinde en şirin renklerle süslediği sa­ adet kaybolmuştu artık. Hiç bir kudret onu bu saadete1kavuştura-mazdı. B u ilk samimî göz yaşları, kalbin ilk heyecanlarına ışık serpen o semavî ateşi söndürüyordu. Kaçırdığı fırsatı ha­ tırladıkça azab duymağa mahkûmdu. İnsana, yeni bir haz karşı­ sında dudak büktüren o ac?. tiksinti böyle bir inançtan doğar. Hayat hakkmdaki hükümleri, bir ayağı mezarda olan bir ihtirınkilerin ayniydi. Kendini genç hissetmekle beraber, neşesiz geçen günlerin ağırlığı ruhuna çöküyor, onu eziyor, vaktinden evvel kocatıyordu. Cemiyete ümitsiz bir feryatla soruyordu; ona, bu zamana kadar yaşamasına yardım eden ve bugün kay­ bettiği aşka karşılık ne veriyordu?. Düşünüyordu ki hayal olan bu masum ve nezih sevgilerde hissetmek. harekete geçmekten daha büyük bir suçtur. Cemiye­ ti tahkir için kendini ist-iye istiye kaıbahtli görüyor; şimdi ya­ sım tuttuğu erkekle, ruhları mezcederek, saadetten alabldiğine mütelezziz olrnak ve tam mânasle saadet vermiş bulunmak ka­ naatini bahhşeden ve geride .kalanın ıstırabını hafifleten o içli dışîr kaynaşmadan mahrum .kaldığı için bu suretle avunmak istiyordu. Rolünü beceTemiiyten bir aktiris gibi, kendi {kendinden


74

OTUZUNDAKİ

KADIN

memnun değildi. Istırap bütün nesihlerine, kalbine ve kafasına saldırıyordu. Bütün meseleleri kürcalıyarak, İçtimaî âlemin, •manevî dünyanın ve fiziki bünyenin bize bahşettiği çeşitli var­ lıkların zembereklerini harekete geçirerek, zekâsının kuvvetle­ rini öyle gevşetiyordu ki, taban tabana zıt diişüncler arasında hiç bir şey seçemez oluyordu. B ir gün öğleye doğru,, güneş ortalığı henüz aydınlatırken fam döşambr: kapıyı çalmadan içeri g ird i v e : — Papas efendi madam la Markizle görüşmeğe geldi. B u ­ nunla tam dört oluyor. Bu defa o kadar ısrar etti ki, ne cevap vereceğimizi şaşırdık, dedi. — H er halde köyün fakirleri için para falan istiyordur, yirmi beş lira alın da, benim namıma verin kendisine. B ir kaç dakika sonra, fam döşambr tekrar görünerek: — Madam, dedi. Papas efendi para kabul etmiyor. Arzusu, sizinle görüşmek. M ark iz: — Peki, buyursun o halde., diye cevap verdi. Tavrından, papasın .büyük bir hüsnü kabule mazhar olmıyacağı besbelliydi. Markiz açık ve kestirme bir izahatla rahi­ bin taczlerinden kurtulmak istiyordu. Genç kadın annesini pek küçükken kay.betfrıişti. İhtilâl sırasında dinî bağları çözen gev­ şeklik tabiatiie onun terbiyesi üzerinde de müessir olmuştu. Dindarlık kadınlara hâs bir fazilettir ve ancak kadınlar çocuk­ larına bu hissi tam mânasile aşılıyabilirler. M arkiz On sekizin­ ci yüz yılın çocuğuydu, babası bu devrin felsefî kanaatlerini benimsemişti. İbadet falan ettiği yoktu. Ona göre, papas, faydalı olduğu şüpheli bir devlet memu­ ruydu. Bulunduğu durumda, dinin sesi, dertlerini bir kat daha zehirlendirecekti. tjstelik köy papaslarına da, .irŞatlarıjsa da inandığı yoktu. Bunun için, rahip efendiyi — huşunet göster­ meden— sepetlemeğe ve bütün zenginler’ gibi maddî bir lûtufle elinden kurtulmağa karar verdi. Papas geldi. Görünüşlü,, Markizin fikrim değiştirmedi, gö­ bekli, şişman kısa boylu bir zattı bu. Yüzü kırmızı idi, fakat kocamış ve buruşmuştu. Gülmeğe çalışıyor, pek beceremiyordu. Çıplak kafaşı, amudî çizgilerle kırış kırışdı, önde rubu 4aire şeklini alıyor ve yüzünü küçültüyordu. B ir kaç beyaz saç, ba­ şının arkasını, ensesinin üstünü süslüyor, ve ileriye kulakları­ na doğru kıvrılıyordu. Bununla beraber, rahib, bu fiziyonomisiıle vaklile doğuştan neşeli olan bir adama benziyordu. Kocaman dudakları* hafifçe yukarı kalkık burnu, katmerli ki-


OTUZUNDAKİ

KADIN

75

rışıklıklar diasında kaybolan çenesi iyimser bir mizaca delâlet ediyordu. Markiz, önce yalnız bu çizgileri gördü; f.akt papas konuş­ mağa başlar başlamaz, sesini o kadar tatlı buldu ki, ona daha dikkatli baktı. Kırlaşan kaşların altında uzun zaman, ağlamış gözler gördii. Yanağının muhiti — profilden bakınca— başına öyle mübarek bir ıstrrab ifadesi veriyordu ki, M arkiz papasın şahsında bir insanbuldu. — Madam la Markiz, zenginler ancak acı çektikleri zaman bize yaklaşırlar. Evli, genç, güzel, bir kadının ıstırabları ko­ layca sezilir, üstelik bu kadın ne çocuğunu kaybetmiştir, ne de b ir akrabasını. B u elemi doğuran yaraların sızısını ancak din avutabilir. Ruhunuz .tehlikededir madam. Şu anda size hepimizi bekliyen öbür dünyadan bahsetmiyorum. Fakat İçtimaî hayat­ taki istikbaliniz bakımından sizi tenvir etmek de vazifem de­ ğil midir? Bu itibarla gayesi sizin saadetiniz olan bu tasdiinden dolayı ihtiyarı mazur görünüz. — Artık benim için saadet diye bir şey yoktur papas efen­ di. Söylediğiniz gibi çok geçmeden size ait olacağım, amma ebediyyen. . ' — H ayır madam. Kalbinizi hırpalıyan ve çehrenizin çiz­ gilerinde okunan ıstırap öldürcnşz sizi. Zaten ölecek olsaylımz, şimdi Saint Longe'de bulunmazdanız. Bizi muayyen bir elemin tesirlerinden çok inkisara uyrayan ümitler mahveder. Ben daha tahammül edilmez, daha korkunç acılar gördüm ki öldürmediler. M arkiz inanmıyormuş gibi b ir tavır takındı. — B ir adam tanıyorum ki madam, elemlerinizi, onun uğ­ radığı büyük felâketle mukayese ederseniz pek hafif bulursu­ nuz. B elk uzun süren, yalnızlık Markize ağır gelmeğe başlamış­ tı. Belki de hüzünlü düşüncelerini dost bir kalbe dökmek ihti­ mali alâkasını çekti de ondan, rahibe istifhamkâr gözlerle bak­ tı. Bu bakışın mânası açıktı. R ah ip : — Madam diye devm etti. B u adam bir baba idi. Vaktile ■kalabalık olan ailesinden üç çocuğu kalmıştı. Ebeveynini, ve ■ikisini de çok sevdiği kızıyle karısını, birbir arkasına kaybet­ mişti. B ir eyalet köşesinde, vaktile mesut günler geçrdiği kü­ çük bir malikânede tek başma yaşıyordu. Oğullarının üçü de orduda idi. H er biri yaptığı askerlik müldetile uygun, bir rüt­ be kazanmıştı. Büyük oğlu “Yüz gün” sırasında Hassa alayına


76

OTUZUNDAKİ

KADIN

geçti ve albay oldu. Ortanca topçu binbaşısıydı, küçük dragon­ larda bölük komutanıydı. Babası, onları sevdiği kadar, onlar da babalrmı seviyorlardı. H afta geçmiyordu ki,' çocuklarından, mektup almasın. İhtiraslara kapılarak aile muhabbetine hasre­ decek vakit bulamıyan delikanlıların ne derece kayıtsız olduğu nu biliyorsanız, artık yalnız kendileri için yaşıyaıi münzevî ihtiyara karşı besledikleri sevgiyi, bu alâkalarından da anlryabilirsinir:. Amma babaları da çocuklarına karşı, zaaf gösterme­ mişti, bu evlâtların saygısını azaltır. N e haksız bir huşunet gösterip gönüllerini kırmış, ne fedakârlıklarını esirgemişti. O bir babadan daha fazla bir şeydi, onlar için bir ağabeyi, bir arkadaş olmuştu. Nihayet, Belçikaya hareket edecekleri sırada onlaria vedalaşmak, atlarının iy i olup olmadığını, bir eksikleri bulunup bulunmadığını anlamak için. Parise gitti. Onlar hare­ ket etti, baba evine döndü. H arp başladı. Fleuros’dan L ig n y ’den mektup yazdılar ona. işler yolunda gidiyordu. Nihayet W aterloo savaşı geldi çattı. Bütün aileler sonsuz b ir endişeye düştü­ ler. O, tahmin edeceğiniz gibi, bekliyordu, ne durduğu vardı, ne dinlendiği. H er gün gazeteleri okuyor, ibizzat postaya uğru­ yordu. Bir akşam albay olan oğlunun emirberi geldi, subayının atına binm işti; suale cevaba lüzum yoktu. Komutan bir gülley­ le ikiye biçilerek ölmüştü. Gece yarısına doğru en küçük oğ­ lunun uşağı geldi, yaya id i ; yüzbaşı da savaş sabahı can vermiş­ ti. Nihayet gece yarısı bir topçu neferi, bu zavallı babanın bü­ tün ümidini' kendisine bağladığı ortanca oğlunun da ölüm ha­ berini getirdi. Evet, madam hepsi de ölmüşlerdi. (Papas bir an durdu, heyecanını yatıştırdıktan sonra tatlı bir sesle şunları ilâve etti.) Halbuki baba hayatta .kaldı, anladı ki Tanrı canını almadı­ ğına göre henüz çilesi dolmamıştır; hâlâ da acı,.çekmekte ber­ devamdır. Fakat dinin kucağına atıldı, elinden ne gelirdi ki? (M arkiz, teessür ve tevekkülden sihirîeşen çehresine baktı, ve gözlerini yaşartan şu sözleri, d u y d u ); — Papas oldu madam. Fakat mihrabın eşiğinde takdis edil­ meden önce, göz yaşlarile takdis edilmişti. Odada bir an sessizlik hüküm sürdü. Markizle papas pen­ cereden sise gömülü ufka baktılar, sanki kaybolan sevgilileri görebileceklerdi orada. — Hem bir şehirle de deği'l, basit bir köyde papas. M arkiz gözlerini silerek: — Evet, Saint Lange’de.. dedi. — ö v le madam.


OTUZUNDAKİ

KADIN

77

JtıHe, ıstrabın ihtişamını bu kadar azametle görmemişti. Bu, öyle madam, sonsuz bir elemin yükü gibi kalbine çöküyor­ du. Kulakta tatlı akisler bırakan bu ses, insanın içini altüst edi­ yordu. Bu kaim, bu vakur ses; hakikaten de ıstırabın sayhasıydı. Markiz, âdeta hürmetkar bir eda ile: — F-f endim dedi, ölmediğime göre, halim ne olacak? — Çocuğunuz yok mu madam? Soğuk bir tavırla: — Var., ledi. Papas, tehlikeli bir hastaya bakan bir doktor gibi süzdü onu. — Görüyorsunuz ya., madam, acılarımızla başbaşa yaşa­ mak zorundayız, bize gerçek teselliler sunan yalnız dindir. B ü ­ tün mihnetlerle dert ortağı olan ve zannederim öyle pek de korkunç o'lmıyan bir adamın öğütlerini duymanız için tekrar uğramama müsaade eder misiniz? — H ay hay efendim, buyurun. Beni düşündüğünüz için te­ şekkür ederim. — Şu halde Allaha ısmarlâlık madam. Adeta bu ziyaret Markizin hüzün ve yalnızlığın pen­ çesinde bucalıyan ruhunu uyuşturmuştu. Papas, kalbinde avu­ tucu bir koku, ve dinî sözlerin kurtarıcı aksini bırakmıştı. İçinde, yalnızlığının derinliğini ve zincirlerinin a ğırlığı­ nı hissettikten sonra, bir komşunun da duvarı dövdüğünü ve müşterek endişelerini bu vasıta ile ifade ettiğini duyan bir zin­ dan mahkûmunun sevinci vardı; umulmadık bir sırdaş bul­ muştu. Fakat çok geçmeden tekrar acı düşüncelere daldı. V e o mahbus gibi, bir rıStırab arkadaşının ne zincirlerini hafiflete­ bileceğini, ne istikbalini düzelteceğini düşündü. Papas, ilk ziyaretinde, tamamen egoist olan bu ıstırabı öy­ le pek ürkütmemek istemiş, mahareti sayesinde dinî telkinle­ rinin, ikinci bir görüşmede daha fazla müessir olacağım um­ muştu. Filhakika, bir gün sonra tekrar geldi. Markizin hüsnü ka­ bulü bu ziyareti arzu ettiğini gösteriyordu. — Söyleyin bakalım madam, la markiz. Beşeri ıstırapların ağırlığını düşündünüz mü biraz? Gözlerinizi göğe kaldırdınız mı? İtibarınızı azaltarak, gururunuzu ezerek, dertlerimizi de hafifleten o uccuz bucaksız âlemleri gödünüz mü? — H ayır efendim. Cemiyet kanunları kalbime o kadar çö­ küyor, yüreğimi öyle yaralıyor ki, göklere kadar yükselmeme


76

OTUZUNDAKİ

KADIN

geçti ve albay oldu. Ortanca topçu binbaşısıydı, küçük dragon­ larda bölük komutanıydı. Babası, onları sevdiği kadar, onlar da bahalrfm seviyorlardı. Hafta geçmiyordu ki,' çocuklarından mektup almasın. İhtiraslara kapılarak aile muhabbetine hasre­ decek vakit bulamıyan delikanlıların ne derece kayıtsız olduğu nu biliyorsanız, artık yalnız kendileri için yaşıyari münzevî ihtiyara karşı besledikleri .sevgiyi, bu alâkalarından da anlıyabilirsini.'. Amma babaları da çocuklarına karşı, zaaf gösterme­ mişti. bu evlâtların saygısını azaltır. N e haksız bir huşunet gösterip gönüllerini kırmış, ne fedakârlıklarını esirgemişti. O bir babadan daha fazla bir şeydi, onlar için bir ağabeyi, bir arkadaş olmuştu. Nihayet, Belçikaya hareket edecekleri sırada onlarla vedalaşmak, atlarının iyi olup olmadığını, bir eksikleri bulunup bulunmadığmı anlamak için Parise gitti. Onlar hare­ ket etti, baba evine döndü. Harp başladı. Fleuros’dan L ig n y ’den mektup yazdılar ona. îşler yolunda gidiyordu. Nihayet W aterloo savaşı geldi çattı. Bütün aileler sonsuz bir endişeye düştü­ ler. O. tabimin edeceğiniz gibi, bekliyordu, ne durduğu vardı, ne dinlendiği. H er gün gazeteleri okuyor, bizzat postaya uğru­ yordu. Bir akşam albay olan oğlunun emirberi geldi, subayının atma binm işti; suale cevaba lüzum yoktu. Komutan b ir gülley­ le ikiye biçilerek ölmüştü. Gece yarısına doğru en küçük oğ­ lunun uşağı geldi, yaya id i ; yüzbaşı da savaş sabahı can vermiş­ ti. Nihayet gece yarısı bir topçu neferi, bu zavallı babanın b ü ­ tün ümidini: kendisine bağladığı ortanca oğlunun da, ölüm ha­ berini getirdi. Evet, madam hepsi de ölmüşlerdi. (Papas bir an durdu, heyecanını yatıştırdıktan sonra tatlı bir sesle şunları ilâve etti.) Halbuki baba hayatta kaldı, anladı ki Tanrı canım atmadı­ ğına göre henüz çilesi dolmamıştır; hâlâ da a c ı.çekmekte ber­ devamdır. Fakat dinin kucağına atıldı, elinden ne gelirdi ki? (M arkiz, teessür ve tevekkülden sihirleşen çehresine baktı, ve gözlerini yaşartan şu sözleri d u y d u ): — Papas oldu madam. Fakat mihrabın eşiğinde takdis edil­ meden önce, göz yaşlarile takdis edilmişti. Odada bir an sessizlik hüküm sürdü. Markimle papas pen­ cereden sise gömülü ufka baktılar, sanki kaybolan sevgilileri görebileceklerdi orada. — Hem bir şehirle de değil, basit bir köyde papas. M arkiz gözlerini silerek: — Evet, Saint Lange’de.. dedi. — Öyle madam.


OTUZUNDAKİ

KADIN

77

Julie. ıstrabın ihtişamını bu kadar azametle görmemişti. Bu, öyle madam, sonsuz bir elemin yükü gibi kalbine çöküyor­ du. Kulakta tatlı akisler bırakan bu ses, insanın içini altüst edi­ yordu. B u kalın, bu vakur ses; hakikaten de ıstırabın saybasıydı. Markiz, âdeta hürmetkar bir eda ile: — Etendim, dedi, ölmediğime göre, halim ne olacak? — Çocuğunuz yok mu madam? Soğuk bir tavırla: — Var., ledi. Papa s, tehlikeli bir hastaya bakan bir doktor gibi siüzdü onu. — Görüyorsunuz ya., madam, acılarımızla başbaşa yaşa­ mak zorundayız, bize gerçek teselliler sunan yalnız dindir. B ü ­ tün mihnetlerle dert ortağı olan ve zannederim öyle pek de korkunç o'lmıyan bir adamın öğütlerini duymanız için tekrar uğramama müsaade eder misiniz? — H ay hay efendim, buyurun. Beni düşündüğünüz için te­ şekkür ederim. — Şu halde Allaha ısmarlalık madam. Adeta bu ziyaret Markizin hüzün ve yalnızlığın pen­ çesinde fcucalıyan ruhunu uyuşturmuştu. Papas, kalbinde avu­ tucu bir koku, ve dinî sözlerin kurtarıcı aksini bırakmıştı. içinde, yalnızlığının derinliğini ve zincirlerinin a ğırlığı­ nı hissettikten sonra, bir komşunun da duvarı dövdüğünü ve müşterek endişelerini bu vasıta ile ifade ettiğini duyan bir zin­ dan .mahkûmunun sevinci vardı; umulmadık bir sırdaş bul­ muştu. Fakat çok geçmeden tekrar acı düşüncelere daldı. V e o ınahbus gibi, bir ıştırab arkadaşının ne zincirlerini hafiflete­ bileceğini, ne istikbalini düzelteceğini düşündü. Papas, ilk ziyaretinde, tamamen egoist olan bu ıstırabı Öy­ le pek ürkütmemek istemiş, mahareti sayesinde dinî telkinle­ rinin, ikinci bir görüşmede daha fazla müessir olacağım um­ muştu. Filhakika, bir gün sonra tekrar geldi. Markizin hüsnü ka­ bulü bu ziyareti arzu ettiğini gösteriyordu. — Söyleyin bakalım madam la markiz. Beşeri ıstırapların ağırlığım düşündünüz mü biraz? Gözlerinizi göğe kaldırdınız mı? itibarınızı azaltarak, gururunuzu ezerek, dertlerimizi de hafifleten o uccuz bucaksız âlemleri güdünüz mü? — H ayır efendim. Cemiyet kanunları kalbime o kadar çö­ küyor, yüreğimi öyle yaralıyor ki, göklere kadar yükselmeme


78

OTUZUNDAKİ

KADIN

imkân yok. Amma, ihtimalki kanunlar âdetlerimiz kadar insaf­ sız değildir. A h şu cemiyet. — K er ikisine de itaat etmemiz lâz!(nıdrr madam. Kanun, cemiyetin sözü, âdetler hareket tarzıdır. Markiz, ürkmüş gibi bir tavırla: — Cemiyete itaat h al dedi. Amma yaptınız efendim. B ü ­ tün felâketlerimize sebep o değil mi? Tanrr insanları belbaht edecek tek kanım yaratmadı. Amma insanlar, bir araya gelerek onun eserini berbat ettiler. Biz kadınlar, tabiatten çok, mede­ niyetten kötülük görüyouz. Tabiat bize nihayet cismâni acılar vermiş, siz onları, hafifletmediğiniz gibi, üstelik medenyette, durmadan inkisara uğrattığınız hislerimizi inkşaf ettirdi. T a ­ biat, zayıf mahlûkları boğar. Siz durmadan acı çeksinler diye, yaşamağa mahkûm ediyorsunuz onları. İzdivacın bütün ağırlığiı yalnız bizim omuzlarımıza çöküyor, erkeğe hürriyet, kadına gelince, vazife, vazife. B iz bütün öjmrümüzü size vakfetmeğe mecburuz, siz ancak dakkalarmızr, nihayet biz körü körüne bo­ yun eğeriz, erkek tercih yapar. A h papas efendi; size bütün içimdekileri dökebilirim. İzdivaç bugünkü haille kanunu bir fuhuş gibi görünüyor bana. Bütün acılarım da oradan doğuyor ya. Amma ne çare. Bu şekilde çiftleştirilen biitün zavallı mah­ lûklar içinde bir ben susmak mecburiyetindeyim. Çünkü bütün suç bende. Bu izdivacı, kendim istedim. Durdu. Acı göz yaşlan döktü, biraz susduktan sonra: — Bu derin sefalet içinde, (diye devam etti) bu ıstırap okyanusunun kuıağında ayaklarımı basabileceğim, derdime do­ ya doya yanacağım bir kum yığını bulmuştum. B ir fırtına her şeyi şildi süpürdü. Şimdi yapa yalnızım, elimden tutacak yok. kasırgalara karşı pek zayıfım, pek. P a p as: — Tanrı biziimfle beraber oldukça, hiç bir zaman yalnız değiliz, dedi. B elki dünyada tatmin edecek emelleriniz kalma­ mıştır anıma, daha yapacak vazifeleriniz var. Âdeta sabırsızlıkla: — Daima vazife ha, diye haykırdı. Fakat ödevlerimizi ba­ şarmak için lâzım gelen hislerden mahrumum ben. Hiçin karşı­ lığı hiçtir. Hiçten ne çıkar. Gerek madde âleminin, gerekse manevî âlemin en haklı kanunlarından biridir bu. Yapraklar usare sayesinde açar, özü kuruyan bir ağacın yeşerip filizlenmesini nasıl istiyehilirsiniz. Ruhun da usaresi vardır. Benim içimdeki usare ebedivyen kurudu. P ap as:


OTUZUNDAKİ

KADIN

79

— Size, insana tevekkül veren dinî duygulardan bahsetmiyeceğim madam, fakat annelik. M ark iz: — Durım efendim, dedi. Sizinle apaçık konuşacağım. H e y ­ hat, bundan sonra hiç kimse ile samimî olmam kabil değil, ya­ lancılığa mahkûmum atı/k. Cemiyet biteviye yapmacıklar ister ne yapalım? Onun itibarî hükümlerine boyun eğmek zorunda­ yız, yoksa ıezil oluruz. İki çeşit annelik vardır, efendim. E s­ kiden böyle farklar bilmiyordum, şimdi öğrendim. Ben yarı yarıya anneyim ve keşke hiç anne olmasaydım. Helene onun kızı, değil k i' Yo, yo ürkmeyin öyle. Sair.t Lange, bir çok yalançı hislerin gömüldüğü, meşum ziyaların fışkırdığı, tabiate aykırı kanunlara dayanan çürük binaların çöktüğü bir uçurum­ du-. B ir çocuğum var; o kadarı kâfi. Anneyim, kanun böyle is­ tiyor. Halbuki papas efendi sizin acıyan bir kalbiniz ve ince duygularınız var. Yapmacık nedir bilmiyen zavallı bir annenin feryatlarını anlayacaksınız ihtimal. Çocuk iki mahlûkun timsali, serbestçe kaynaşan iki hissin meyvesi değil m idir efendim Şayet o, hem vücudun bütün nesiçlerine, heim ruhun bütün sevgilerine bağlı, d eğ ilse ; tatlı sev­ dalan çiftin mesut olduğu dakikaları ve yerleri, aihenk dolu konuşmalarını leziz düşüncelerini, hatırlatmıyorsa, noksan b ir mahlûktur, evet. Yavru, anne ve babası için, mahrem hayatları­ nın şiirieiini aksettiren di'liber bir minyatür, onlara verimli he­ yecanlar sunan bir kaynak, hem bütün mazileri, hem bütün is­ tikballeri olmalıdır. Zavallı Heleneciğiim babasının yavrusu, vazife ve tesadüfün çocuğu. Bende ona karşı yalnrz kadınlığa hâs sevk: tabiî var; bağrımızdan kopan, mahlûku mutlâka koru­ mak isteriz, tabiatin kanunu bu. İçtimai bakımdan hiç kiimse dil uzatamaz bana. Hayatımı ve saadetimi ona feda etmedim mi? Feryatları yüreğimi parçalar, suya düşse onu kurtarmak için ben de kendimi atarım. Fakat kalbimde yeri yok! Ah., aşk ıbana daha büyük, daha bütün bir annelik tahayyül ettirdi. D o ğ ­ madan evvel özlenilen, dünyaya gelmeden önce ruhta yaşayan o nefîs çiçeği, kaybolan bir rüyada okşadım. Tabiat nizamında bir annenin evlâtları için nasıl olması lâzımsa, ben de Helene için oyum Bana ihtiyacı kalmadı mt, vazifem bitmiştir; sebep kaybolunca neticeler de kaybolur. Kadın anneliğini, çocuğunun bütün hayatı boyunca devaım ettirebilir, pek hoş bir imtiyaz bu. Fakat hissin bu İlâhî bakasım, manevî gebeliğini»! şaşaasına atfetmek lâzım gelmez mi? Çocuğu ilk kuşatan annesinin ruhu değilse, annelik kallbte devam etmez, tıpkı hayvanlarda olduğu


80

OTUZUNDAKİ

KADIN

gibi. Hissediyorum ki bu bir hakikattir. Zavallı küçüğüm bü­ yüdükçe, kalbim sıkılıyor, uğrunda katlandığım fedakârlıklar, şimdiden beni ondan ayırmağa başladı. Halbuki başka bir ço­ cuk için gönlümdeki sevgi hiç tükenmiyecekti. Ona yaptığım hiç bir fedakârlık gözüme görünmiyecekti; hattâ haz duyacak­ tım. B u bahisteı akrl da, din de hislerime karşı koyamıyor efen­ dim. Aşkı hudutsuz güzelliklerile sezdikten, anneliği uçsuz kuraksız sevinçlerile hissettikten sonra, anne de, zevce de olamıyan kadın, ölümü istemekte haksız mı? Artık ne olabilir? Onun neler duyduğunu anlatayım size: Yenemediğim bir hâtıra, — olduğundan da büyük tasavvur ettiğim— bir saadetin hayallerini canlandırdıkça, günde yüz defa, gecede yüz defa, kafamı, kalbimi, vücudumu bir ürperti­ dir sarıyor. Bu zalim hayaller hislerimi solduruyor, kendi ken­ dime : “Ab., diyorum ne olurdu, şayet.” (Yüzünü avuçlarile sakladı, ağladı ağladır.) işte kalbimin içindekiler., (diye devam etti) Ondan bir ço­ cuğum olsa, en korküiiç felâketlere katlanırdım. A rzın bütün, günahlarım omuzlarına yüklenerek can veren Tanrı benim için pek ağır bir suç teşkil eden bu düşünceleri affedecektir. Amma biliyorum ki cemiyet insafs?ızdır; sözlermi küfür sayar, bütün kanunlarına h aîa ıe l ediyorum. Ah, ah. isterdim ki, kanun­ larını ve âdetlerini yenilemek, parçalamak için çarpışayım şu cemiyetle. Bütün fikirlerimi, bütün arzularımı, bütün ümitle­ rimi, halimi, istikbalimi, mazimi yaralıyan hep o değil mi? ‘B e ­ nim için, gün karanlıklarla dolu, düşünceler keskin bir kılıç, kalbim kanayan bir yara, çocuğum bir yokluk. Evet, Helene'le konuşurken, istiyorum ki bir başka sesi olsun, bana bakınca •karşımda başka gözler arıyorüm. Sanki o, bana olması lâzım gelen, fakat olmıyan bütün ihtimalleri hatırlatmak için mev­ cut, tahammül f demiyorum. Karşısında gülümsüyorum, onu mah­ rum bıaktığım hisleri telâfi etmeğe çalışıyorum, ah efendim ah. Çok acı çekiyorum çok, böyle yaşarılmaz k i! Üstelik beni fa­ ziletli bir kadın .sayacaklar, üstelik suç da işlemedim, hürmet gösterecekler bana. Elimde olmadan hissettiğim aşka, karşı koymam lâzımda Hislerim i yendim. Vücudumun namusunu korudum, iyi amma kalbim? (S ağ elini göğsüne bastırarak) bu yalnız bir adama ait ollu. Hani yavrum da aldanmıyor. Annenin öyle bakışları, öyle tavırları vardır ki dondurur çocuğun kalbini. Küçüğüm, kendisile konuşurken sesimin titrediğini duymuyor, hissediyor ki onu süzen bakışlarım yumuşamıyor, kucaklarken kolumun titre-


OTUZUNDAKİ

81

KADIN

mediğinî anlıyor, itham dolu bakışlar fırlatıyor (bana, dayana­ mıyorum. Bazan, beni dinlemeden mahkûm edeceğini düşüne­ rek titriyorum. Allah acısın da, bir gün aramıza kin sokmasın, yüce Tanrım. B ir an önce al canımı. Bari Saint Lange’de öle­ yim. Affedersiniz efendim, çılgının biriyim ben. Bu sözler be­ ni boğuyordu, içimi döktüm. Aman Allahım, siz-de ağlıyorsunuz hal demek hor görmiyorsınız beni. (Çocuğunun gezintiden döndüğünü duyarak, âdeta yeisle b ağırd ı) — Hclene, Helene, gel kızım. Çocuk güle, bağıra geldi. Elinde, yakaladığı bir kelebek vardı. Fakat annesinin ağladığını görünce sustu. Yanm a yak­ laştı ve alnımdan öptürdü. P a p as: — Pek güzel olacak, dedi. M arkiz kılını hararetle kucakladı, bir borç öder veya bir vicdan azabım önlemek ister gibi bir hali vardı. — Tıpkı babası, dedi. — Hararetiniz var anne. — iHadi meleğim, git artık. Çocuk, üzülmeden annesine bakmadan uzaklaştı. B u tnustarıb çehreden kaçtığı, için memnundu âdeta; bu yüzdeki duy­ guların aleyhinde olduğunu şimdiden seziyordu. Tebessüm anneliğin imtiyazı,- dili ifadesidir. M arkiz <gülümsiyemiyordu. Papasa bakarken iktzardı. Anne olarak görünebileceğini ummuş, fakat ne kendi yalan söyliyebihnişti, ne kızı. Filhakika samimî bir kadının buselerinde bu nevazişe kalbe işliyen bir ruh ve ince bir sevgi bahşeden ilâhı bir tat vardır. B u lezzetten mah­ rum öpüşler acı ve kurudur. Papas bu farkı hissetmiş, ve vücu­ da bas annelikle ruh anneliği arasındaki ayrılığın derinliğini kayrıyakilmişti. Bunun için kadına keskin bir bakış atfederek: — K akkırız var madam, dedi, ölüm sizin için daha hayırlı. — Ya., görüyorum ki ıstırablarımı anlıyorsınız. Çünkü bir hıristiyan papası olduğunuz halde bana telkin ettikleri meşum kararları seziyor ve doğru buluyorsınrz. Evet, intihar etmek istedim. Fakat bu kararı başaracak cesareti -bulamadım kendim­ de. Ruhen kuvvetli olduğum zamanlar vücudum gevseklik gös­ terdi. Elim titremediği anlarda ruhum bucaladı. Bu mücadele­ min hikmeti nedir, bilmiyorum, hazin amma, anlaşılan pek kadi­ mim, istediklerimde kararsız, yalnız aşk sahasında 'kuvvetliyim. Küçük görüyorum kendimi. Akşamları, adamlarım uyuyunca, cesur cesur havuza gidiyordum. Su kenarına varınca, zayıf tiF. 6.


82

OTUZUNDAKİ

KADIN

netim yok olmaktan ürküyor. Size acizlerimi itiraf ediyorum. Yatağa dönünce kendimden utanıyor, tekrar cesurlaşıyordum. Böyle arlardan birinde lavdanum içtim, azap çektim, amma öl­ medim. Bütün şişeyi bitirdim sanıyordum, halbuki ancak yarısı­ nı içmişim. Papas ciddî bir tavırla, ve ağlıyan bir sesle: — Mahvolmuşsunuz madam dedi. TekraT cemiyet hayatına karışacak ve etrafınızdakileri aldatacaksınız. Orada ıstırablarıni za teselli aryatak ve bulacaksınız da. Sonra bir gün bu zevklerin azabını duyacaksınız. Genç kadın: — Ben mi? diye haykırdı. Karşıma çıkıp da sevda komed­ yası oymyacak ilk sahtekâra kalbimin en son, en kıymetli hâ­ zinelerini verecek, şüpheli zevk dakikaları uğruna hayatımı ber bat edeceğim ha? Hayır, hayır ruhumu saı bir alev yakıp kavu­ racak, cinsiyet duygusu bütün erkeklerde var. Fakat hakikaten erkek ruhlu olan, ve lâtif ahengi yalnız sevginin ibaskısi'le ha­ rekete geçen micazımızın bütün arzularını- tatmin eden adama, ömrümüz boyunca ancak bir defa rastlarrz. istikbalim tüyler ürperticidir, biliyorum. Zevk duymıyan bir insan, için güzellik neye yarar? Sonra yeniden saadet imkânlarile karşılaşsam bile cemiyetin lânetine uğramıyacak mıyım. Kızıma namuslu b ir anne olmam lâzım. Ah, ah çelik bir çember içindeyim. Alçal­ madan çıkmama imkân yok oradan. Mükâfat görmeden başara­ cağım ailevî vazifeler bezdirecek beni. Hayata lânet okuyaca­ ğım Amma ne olursa olsun, bari kızımın zahiren iyi b ir annfesİ olacak. Onu şefkat hâzinelerinden mahrum bıraktım. Buna mu­ kabil fazilet hâzinelerini açacağım ona. Çocuklarının saadeti annelere binbir haz verir, ben bu bazları tatmak için dahi ol­ sun yaşamak isti iniyorum, inanmıyorum saadete. Helene’in na­ sibi ne olacak? Her halde benimkinin tıpkısı. Anneler, kızları­ nı,, kucağına attıkları adamın .onların gönüllerine göre bir er­ kek olacağım nasıl sağlıyabilir? Kendilerim, bir kaç lira içîn sokaktan gtçen erkeğe teslim eden zavallı kızları ayıplıyorsu­ nuz. Halbuki bu geçici birleşmelerin meşru mazereti de var: A ç ­ lık ve ihtiyaç. Cte tarafta cemiyet, genç ve saf bir kızın, topu topu [iç ay görülmediği bir erkekle .hemen birleşmesine müsaade ediyor, hattâ bu korkunç bağlanışı koruyor; kiz bütün hayati boyunca satılmış oluyor. Yüksek bir fiyata diyeceksiniz, doğ­ ru. Istırablarına hiç bir teselli bulmasına müsaade etmediğinize göre, bari ona hürmet gösterseniz! N e gezer. Cemiyet en fazi­ letlerimizin de şerefine dil. uzatır, işte bizim aklimızın yazı­


OTUZUNDAKİ

KADIN

83

sı. Y a umumî bir fuhş ve yüz karası, ya gizli bir fufaş ve bed­ bahtlık. Cihazdan mahrum kızcağızlara gelince; akıllarını oy­ natıyorlar, ölüyorlar, onlara acımak yok. Sizin, insanlık paza­ rında güzellik ve fazilet para etmiyor, bu hodbinlik inine ce­ miyet diyorsunuz ha! B ari kadınları mirastan mahrum bırakın hiç olmazsa bir hayat arkadaşı seçerken, gönlünüzü dinler, böylece tabiatin kanununa uymuş olursunuz. (1) — Sözleriniz isbat ediyor ki madam, ne aile duygusu üze­ rinizde tesir yapabiliyor, ne din. Onun için kalbinizi yaralıyan İçtimaî egoizmle, sizi zevk peşinde sürükliyecek olan, cin­ sî holbinük arasında tereddüt etmiyeceksiniz. — A iie diyorsınız. Amma papas efendi, ortada aile var mı? Anne baba ölür ölmez mirası; paylaştıran ve fertlere kendi başı­ nın çaresine bakmasını söyliyen bir cemiyette ailenin vücudu­ nu inkâr ediyorum. Aile ölümle çarçabuk tuz buz o'lan tesadüfi ve muvakkat bir müessesedir. Kanunlarımız, familyalar r, ve mirası örneklerin ve ananelerin bakasım parçaladı. Etrafım da hep viraneler görüyoum. .— Tesellilerinizi toprakta arıyorsmız madam, halbuki göz­ lerinizi göğe kaldırmanız lâzımdr. Kalbinizi safsatalar ve şah­ sî menfaat sarmış, Bu imansız asrın çocukları gibi sizin ku­ laklarınızda dinin sesine karşı kapalı. Dünya zevkleri anack elem doğurur, sadece ıstırabiarınızı değiştirmiş olacaksınız o kadar. Markiz, acr acı gülerek: — Kehanetinizi yalançı çıkaracağım dedi. Benim için ölen erkeğe sad’.k kalacağım. Papas bakışlarına aksetmesi mümkün olan şüpheleri gös­ termemek için hürmetkar bir tavırla başını eğdi. Markizin ağ­ zından kaçan şikâyetlerdeki kuvvet ona pek dokunmuştu. Mihnetin yumuşatacağı yerde kuruttuğu bu kaâbten ümi­ dini kesmişti. Bununla beraber havarilere yakışan bir sebat göstererek bu harabolmuş, bu kibirli ruhu, Tanrıya kazandır­ mak ümidile şatoya bir çok defalar geldi, gitti. Nihayet bir gün. cesaeti tamamen kırıldı. Anladı ki Markiz, kaybettiği sevgili­ den bahsetmek fırsatını bulduğu için sohbetinden haz ediyor. B ir ihtirası pohpohlamak suretile dinî vazifesini alçaltmak is-1

(1 ) Balzac burada, tırnaklarım modern cemiyetin de ciğer isine saphyan asırlık b ir derde dokunuyor. İzdivaç müessesesi ve cinsî buhran hakkında özlü ve ile ri tenkitlerle dolu b ir eser ariyan okuyucuya D r. R eiclıîn La erişe segülle"ini tavsiye ederiz. (1934 E. S. 1,)


84

OTUZUNDAKİ

KADIN

temedi. Mutat konuşmalardan vaz geçti. Yavaş yavaş beylik fi­ kirlere ve formüllere döndü. Bahar geldi. Markiz derin hüznünü oyalıyacak eğlenceler buldu, tş olsun diye arazisile meşgul oldu. Birinci teşrinde, ka­ dim Saint Lange şatosundan ayrıldı. Orada yeniden tazeleşmiş ve güzelieşrnşti. önce, kuvvetle fırlatılan bir disk gibi şiddetli olan ıstırabı, nihayet melal içinde durgunlaşmıştı. Hüzün de gittikçe hafifliyen kıvrılışlardan sonra duraklıyan disk gibi, bir takvm manevî ihtizazlardan mürekkeptir, ilk sarsılış ümit­ sizliğe, son kıvranış hazza yaklaşır. Gençlikte fecrin loşluğu, ihtiyarlıkta, akşamın alaca karanlığıdır hüzün. Markiz, kaiskası köyden geçerken, kiliseden evine dönen papası?, selâmlaştı. Fakat selâm verirken, onu ıtekrar görmemek için gözlerini eğmiş, başını çevirmişti. Rahip bu zavallı A rtemiseli Ephese (1 ) hakkında verdiği hükümde haklı, lüzumun­ dan fazla haklıydı. (2 )

(1 ) A n em ise d’Ephese: Tarihin kaydettiği ik i meşhur A r temise var. B ir i Halicarnasse kıraliçesi. Kocasının ölümünden sonra cenk meydanlarında zaferler kazanan zorlu b ir hatun. Rivayete göre aşkına iltifa t etmiyen sevgilisinin g özlerin i oy­ durmuş, kendi de yardan denize atlamış. Ö tek i Artem ise Caric kıraliçesidir. Kocası Mausole'in ölümünden duyduğu yas “ acaip sebai âlem” den olan Mauselee ile ebedileştiren ıstırabı ve sadakatile meşhur kadın. (2 ) M ütercim in münekkid kisvesine bürünüşü mazur gö­ rülsün. Balzaka karşı beslediği ve duyurmağa çalıştığı derin saygıya rağmen bu faslın mükemmel bir şişirme örneği oldu­ ğunu itira f zorundadır. -İn s a n lığ ın komedyası” nda para sı­ kıntısını defetmek zaruretile karalanan böyle . yüzlerce sabite­ le r var. Asırlara meydan okuyan azametli b ir bina silsilesinde mermerden sütunlar, tunç kubbeler ve somakiden saraylar ya­ nında b ir kaç parça kerpiç. Romancının üslûbuna saldıranların mal bulmuş m ig rib i g ib i üzerine çullandıkları bu yavan sahie fle ri emziren hayati zaruret ve sıkıntılar olmuştur.


m O T U Z Y A Ş IN D A Parlak bir istikbal vadeden ve kanunlara rağmen adlar: Fransanm şeref ve şöhretine ebediyyen bağlı kalacak olan ta­ rihî hanedanlardan birine mensup bir delikanlı' o akşam ma­ dam Firmiani’nin balosunda idi. Ev sahibesi, onun için Napolideki bir kaç arkadaşına tavsiye mektupları yazmıştı. Mösyö Charles de Vendenesse (genç adamın ismi) hem teşekkür et­ meğe, hem Allaha ısmarladık demeğe gelmişti. B ir çok elçilik­ leri maharetle başardıktan sonra, yenile I-aybach kongresine gönderilen sefirlerimizin maiyetine verilmişti. Fırsattan istifa­ de, İtaîyayı da gezip görmek istiyordu. Demek .bu balo, Paris zevklerine; sık sık iftira ettiğimiz halde, bayıla, bayıla kucağı­ na atıldığımız ou geçici bayata, bu düşünceler ve hazlar kasır­ gasına bir nevi veda mahiyetinde idi. Charles de Vendenesse, Avrupanın başkentlerini ziyarete ve diplomatlık hayatının kaprislerine göre, oralardan tası ta­ rağı toplamağa, üç yrldanberi alışmıştı artık. Paristen ayrılır­ ken, gözleri öyle pek arkada kalmıyorlu. Gerek hakikî bir sev­ danın, politika adamının hayatında .lüzumundan fazla yer tutaçağm: düşündüğünden, gerekse, sathî hovardalıkların bayağı meşgalelerini yüksek ruhlu bir insana yakıştıramadığından, ar­ tık kadınlar, onun .üzerinde hiç .bir tesir yapamıyordu. Biz he­ pimiz, kuvvetli bir ruh sahibi olduğumuzu iddia .eder, dururuz. Fransada kimse zekiliğe bile gönül indirmez. Herkesin gözü yukarıdadır. Charles da genç olmasına rağmen (ancak otuzunda id i) çağdaşlarına his, zevk ve hayal mevzuu olan hâdiselerde, fik ir­ ler, neticeler, vasıtalar görmeğe alışmıştı. Gençler için pek ta­ biî olan hararet ve coşkuluğu, doğuştan asil yaratılan ruhunun derinliklerinde boğuyordu. Soğukkanlılıkla çıkarını düşünme­ ğe bakıyor, talihin kendisine bahşettiği manevî hâzineleri, yap-


86

OTUZUNDAKİ

Ka DIN

\ macıklar, nazik tavırlar, aldatıcı desiseler haline getirmeğe çabalıyordu. Tam ikbalperestlere lâyık bir gayretti bu. Bugün "güzel biı mevki" dediğimiz lıedefe varmak için baş vurulan, sıkmtı/lı rol. Delikanlı son defa olarak, dansedilen salonları şöyle bir süz­ dü. Şüphesiz ki o da, son tabloyu görmedikçe operadaki loca­ sından ayrılmıyan seyirci gibi, balonun hâtırasını hafızasına nakşetmek istiyordu. Sonra anlaşılması kolay bir hevesle, balonun tamamen Fransız milletine hâs canlılığını, ihtişamını ve gülümsiyen çehrelerini tetkik ediyor, ve bunları zhninde Napolide kendi­ sini bekliyen yeni yeni simalar ve şairâne manzaralarla karşı­ laştırıyordu. Vazifesine gitmeden önce bir kaç .gün orada kal­ mak niyetinde idi. İçinden oldukça şairâne düşünceler geçti. Bugün pek har­ cı âlem olan bu fikirler, — ihtimal kendi farkımda olmadan— gömünün gizli emellerine cevap veriyordu. Bezgin olmaktan çok güc beğenen bir kalbi vardı, örselenmemişti. Fakat boştu. Kendi kenline: “işte, diyordu, Parisin en zarif, en zengin, en kibar kadın­ ları. Günün şöhretleri, ünlü hatipler, Aristokratik ve edebî şöhretler hep burada. İşte sanatkârlar, işte hükümet ricali. İy i amma, ben yalnız küçük dalavereler, ölü doğan sevgiler, mânâ­ sız tebessümler, sebepsiz küçümseyişler fersiz bakışlar, gelişi güzel savrulan nükteler görüyorum etrafımda. Bütün şu beyaz ve kırmızı çehreler ihtirastan çok eğlence peşinde. H iç birinin heyecanında samimiyet yok. Aradığınız, ustaca takılmış kuş ■tüyieri, parlak tüller, şirin tuvaletler, narin kadınlarsa; hayat, size ıgöre, ilişip geçilen ıbir satıhtan ibaretse, burası, tam ara­ yıp da bulamadığınız yer. Amma, bu incir çekirdeği doldur­ maz lakırdılara, bu şirin yapmacıklara kanaat etmeniz, kalblerde bir his aramamanız lâzım-. Bana gelince, izdivaçlarla, kayma­ kamlıklarla, iratlarla sona eren bu yavan entrikalardan, iğreni­ yorum. B u insanlar ihtirastan o kdar utanırlar ki, aşklariı bile gizli kapaklı uyuşmalarla neticelenir. Benliğini bir vicdan azabıbir düşünceye» bağlıyan ruhlar hani. Çizgilerinde böyle bir mâ­ na okunan tek çehre göremiyorum. Burada nedamet te, rstırab ta kendini göstermekten utanarak alayların arkasına gizlenir. Kendisile boy ölçüşmekten zevk duyacağım, o insanı uçuruma ısürükliyen kadınlardan eser bile yok. Patiste enerji ne ge­ zer? Orada hançer, zarif .bir kılıfa süslenip yaldızlı bir çivi ye astlan nadir bir eşyadır. Kadınlar, fikirler, hisler hep hirbi-


OTUZUNDAKİ

KADIN

b7

rine benzer. Şahsiyet kalmalığı, için ihtirasın da kökü kurulmuş­ tur. Sınıfları, zekâları, servetleri dümdüz yaptılar, ve sanki hepimiz ölen Fansanın matemini tutmak için siyahlara tü rü ­ ndük. Eşitlerimizi sevmiyoruz, îki sevgili arasında doldurul­ ması gereken mesafeler, silinmesi lâzım gelen farklar bulun­ ması şart. Aşk 1789 da fusununu kaybetti. Can sıkıntımız, ya­ van yavan âdetlerimiz hep siyasî sistemin neticesi. H iç olmaz­ sa Italyada her şey apaçıktır. Kadınlar, hâlâ orada zarar etmek­ ten hcşlanan hayvanlar halindedir. Keyfleıinden, istikalarından başka mantık tan! mı yan, tehlikeli sirenlerdir. Kaplandan sa­ kındır gibi, çekinmek lâz.’im onlardan. Madam Firmiani’nin gelişi, monoloğu yarıda bıraktı. Z a ­ ten bu birbirine zıt, bu.bulanık, bu yarım yarım düşünceleri kelimeleştinnek de kabil değil ki. Amma hülyaların bütün gü ­ zelliği müphem oluşundadrr, lıayal de manevî bir -buğu, bir nevi sarhoşluk değil mi?. ■Madam Firm iani genç adamın koluna geçerek: — Sizi bir hanımla tanıştırmak istiyorum., dedi. Hakkınız­ da duyduğu şeyler merakını uyandırmış. Pek arzu ediyor sizin­ le görüşmeği. Onu yakındaki bir salona götürdü. Tam Parislice bir eda, bir gülümseyiş ve bakışla şöminenin köşesinde oturan bir ha­ nımı gösterdi. Kont deVendenesse heyecanla: — Kimdir bu hanım diye sordu. — Muhakkak ki çok d efa kendisinden bahsettiğiniz, öğdüdüğünüz veya çekiştirdiğiniz bir kadın. İnzivada yaşıyan bir taze, tam bir muamma. — Ömrünüzde merhametli olduğunuz vakise lütfedin de ismini bağışlayın. — Markiz d’Aiglemont. — Gidip ders alacağsm ondan. B ir hayli bayağr olan koca­ sını ne yapıp yaptı Ayan âzalığına yükseltti. Bomboş bir adanır siyasî bir kabiliyet payesine çıkardı. Sahi, söz aramızda, bazı kadınların i'ddia ettiği giıbi Lord Grenville onun uğrunda mı öldü dersiniz? — Mümkündür. Doğru veya uydurma, muhakkak olan bir şey varsa bu maceradan sonra zavallı kadın pek değişti. Hâlâ cemiyet hayatına ıkarışmadi,. Pariste dört sene devim eden ve­ fakâr İrk az şey değil hani. Onu burada görüşünüz., (madam Firmiani durdu, sonra ince bir eda ile) sahi, dedi. Susmam lâ­ zım geldiğini unutuyorum. Gidin konuşun kendsile.


88

OTUZUNDAKİ

KADIN

Charles, sırtı hafifçe kapımın pervazına dayalı, bir an ha­ reketsiz kaldı. Şöhretinin hangi sebeplere dayandığını doğru dürüst hiç kimse bilmediği halde şöhreti alıp yürüyen bu kadınıtetkilre dalmıştı. Böyle garebetlere cemiyet hayatında sık sık rastlarız. H er halet madam d’Aiglemont’un kazandığı ün, bo­ yuna kimsenin bilmediği ibir eser üzerinde çalışan bazı zatların bir türlü neşretmeğe yanaşmadıkları hesaplara dayanarak de­ rinliklerine hükmolunan istatistikçilerin, bir gazete makalesile yaşıvan politikacıların eserleri nedense portföylerinden çıkmıyan muharrir \e sanatkârların, Lâtince bilmiyeler karşısında lâtinist kesilen bginaıelle gibi ilimden zerre kadar çakmıyanlar yanında âlimlik taslıyan insanların, hülâsa kendilerine her hangi bir sahada itibarî bir kıvrnet atfedilen bir hayli kimse­ nin şöhrel inden daha garip değildi. Şu hoş cüimle: "B u bir mütehassıstır” cümlesi, sanki sırf bu soydan kafasız politika ve edebiyat rrensupları için icadolunmuş. Charles, bu temaşaya, arzu ettiğinden fazla bir zaman har­ cadı. Bu kadınla o kadar meşgul oluşuna içerledi. Hem bu ha­ nımın orada bulunuşu, genç diplomatın, az önce, baloyu sey­ rederken; kafasından geçen düşünceleri de çürütüyordu. C sırada otuzunda olan Markiz, pek narin, aşırı derecede nahif, fakat yine de güzeldi. E n fusunkâr tarafı., durğunluğu, şaşırtıcı bir ruh derinliği ifade eden fijiyonomisiydi. P ırıl pı­ rıl yanan, fakat daimî bir endişe ile gölgelenmiş hissini veren gözlerinde hummalı, bir hayat ve sonsuz bir tevekkül okunu­ yordu. iffetle toprağa çevrili göz kapakları pek seyrek yukarı kalkıyordu. Amma, etrafım süzdüğü zaman bile bakışları ka­ ranlıktı, gozleinin ışığını, gizli bir âlemi seyre saklıyor, der­ diniz. H er seçkin erkek büyük bir .merak ve tecessüsle bu sakin ve sessiz kadının cazibesine kapılıyordu. Halden maziye, İçti­ maî hayattan inzivaya çevrilen bu sürekli tepkilerin es­ rarı, zekâyı kurcalıyor, ve ruh, sstırablarından âdeta gurur du­ yan bu gönlün sırlarına nüfuz etmek arzusunu duyuyordu. Z a ­ ten hiç bir hali, ilk bakışta ilham ettiği fikirleri yalancı çıkar­ mıyordu. O da, saçları pek uzun olan bütün kadınlar gibi sol­ gun benizli ve tam mânasîle beyazdı. Şaşılacak kalar ince cildi — nadiren aldatan bir alâmet— hakikî bir hassasiyet ifade edi­ yordu. Yüzünün çizgilerinde Çin ressamlar mm fantastik f i­ gürlerine saçtıkları o harikulade olgunluk vardı ve içliliğine hak verdiriyordu bu çehre. Boynu ihtimalki biraz uzunca idi. Amma bu nevi gerdan-


OTUZUNDAKİ

KADIN

lana en şirinleridir ve kadın başlarına, müphem bir surette y ı­ lanın rnanyatik kıvrılışlarını hatırlatan bir eda verir. B ir müşahit, bazı alâmetlere dayanarak en kapalı mizaçla­ rın içini okur. Amma, bütün bu ip uçlarından mahrum da olsa, bir kadın hakkında hüküm verebilmesi için, başın hareketlerine boynun o çeşitli, o manidar bükülüşlerine dikkat kesilmesi kâ­ fidir. Maddin d’Aglemont da, kı.lık kıyafette, benliğine hâkim olan düşünce ile hem ahenkti. Genişçe örülmüş saçları, başının üstünde yüksek bir taç halinde idi. Hİç .bir zinet yoktu saç­ larında ve galiba artık tuvalet özentilerine ebediyyen veda et­ mişti. K adınları hayli kepaze eden işve oyunlarından eser gö­ remezdiniz onda. Yalnız korsajı, sadeliğine rağmen endamının zarafetini bütün bütün de gizlemiyordu. Uzun robunun bütün ihtişamı biçiminin fevkalâdeliğinde idi. B ir kumaşın şeklinde fikirler aramak caizse, robunun bol ve sade kıvrımları ona bü­ yük bir asalet veriyor, denilebilirdi. Yalnız, ihtijmalki eline ve ayağına karsı gösterdiği titiz itinalarla, dişinin kaçınılmaz zaaflaıynı açığa vuruyordu. Onları teşhir etmekten âdeta zevk duymasına rağmen, en hain rakibesi bile jestlerinde kolay ko­ lay Özenti ve yapmacık bulamazdı, tavırları o kadar gayri iralî, o derece çocukluktan ka ma âdetler halinde idi. Hattâ zarif bir ihmalkârlık geçen yıllardan yadiğâr kalan hu işveleri ma­ zur gösteriyordu. Birkadını güzel veya çirkin, cazip veya soğuk yapan bü­ tün bu çizgiler, bu ufak telek hususiyetler, anlatılamaz ki, hele üstelik madam d’Aiglemont da olduğu gibi bütün bu teferru­ atı mezceden ve onlara lâtif bir ahenk veren, ruhsa., kısaca, ta­ vırları da, çehresindeki mânaya ve kıyafetine tamamen uyuyor­ du. Ancak seçkin kadınlar — ve o da muayyen bir yaşta— ha­ reketlerine bir lisan verebilirler. Otuzundaki kadının, bu bed­ baht veya mesut mahlûkun hareketlerini mânalaştıran elem mi­ dir, saadet mi? Bu, herkesin arzulama, ümitlerine veya siste­ mine göre izah ettiği canlı bir muamma olarak kalacak. M arki­ zin, dirseklerini koltuğa dayayışı, parmaklarının ucunu, çalgı, çalar g.ibi birbirine dokundu iuşu , gerdanındaki inhina, yorgun fakat oynak vücudunun ihmalkâr tabiiliği, bacaklarını gelişi güzel oynatışı, yüzündeki kayıtsızlık, usanç dolu hareketleri, hülâsa her hali, hayata karşı olan alâkasını kaybetmiş, aşkın haslarını tatmamış, fakat hayalinde yaşatmış, hâtıraların yükü altında ezilen, istikbalden veya kendinden çoktan ümit kesen ve boşluğu yokluk sanan aylak bir kadın olduğunu gösteriyordu.


90

OTUZUNDAKİ

KADIN

Charles de Ver.denesse, bu muhteşem tabloya hayran kal­ dı. ArnSna, ona göre, nihayet bu ,orta çaptaiki kadın simaların­ dan daha üstün bir üslûp ifade eden bir tablo idi. d’A iglemont’ı tanıyordu. Genç diplomat ilk defa gördüğü bu kadma daha bakaı bakmaz, bu iki insan arasında — 'kanuni kelimeyi kullanalım— pek kuvvetli nisbetsizlikler ve zıddiyetler buldu. İmkân yok, M arkiz kocasını sevemezdi. Amma doğrusu tavrı hareketine de hiç diyecek yoktu. Faziletli oluşu, hayatındaki sır lan bir kat daha cazipleştiriyordu. Vandenesse ilk şaşkılık geçtikten sonra, söze nasrl başla­ sam acaba? diye düşündü. Harcı âlem olan bir diplomasî hilesi­ ne baş vurmağa karar verdi. Onu müşkül duruma sokacak, bu­ dalaca bir lakırdıyı nasiıl karşıladığım görecekti. Yanına oturarak: — Hanımefend, dedi, uğurlu bir haber işittim; bilmelm, ki hangi bakımdan teveccühünüze mazhar olmuşum. Fevkalâde minnettarım, çünkü şimdiye kadar böyle bir iltifata nail oldu­ ğum yoktu. Bu itibarla kusurlarımdan birinin mesuliyeti size ait olacaıi bundan sonra tevazu göstermek niyetinde değilim. G ülerek: — Haksızlık etmiş olusmız efendim, diye cevap verdi, ö vünmeyi, ileri sürecek başka kıymeti olmıyanlara bırakmalı. Sohbete koyuldular. Bermutat daldan dala uçuldu. Resim­ den, musikiden, edebiyattan, siyasetten, insanlardan; hâdise­ lerden söz açıldı. Sonra laf lafı çekti ve farkına varmadan Fransada da, yabancı diyarlarda da sohbtlerin, ezelî mevzuu olan aş­ ka, kadın&lara ve hislere döküldü iş. — Esiriz biz. — Kîraliçesiniz. l'haries’le Markizin az ve çok zarif cümleleri, şimdiye kadar bu bahiste yapılan, şimdiden sonra da yapılacak olan bütün ko­ nuşmalar bu basit sözlere irca edilebilir. B u iki cümle, muay­ yen bir zamanda, hep şu mânayı ifade etmez mi? — Beni sevi­ niz.— Sizi seveceğim. Charles de Vendenessc: tatlı bir sesle: — Hanımefendi, dedi. Fransadan ayrılışımı içime zehir ediyorsınız. Şüphesiz ki îtalyada bu geceki kadar hoş geçen saatler bulatnıyacağım. — Belki saadetle karşılaşırsınız Beyefendi ve şüphesiz ki Pariste her gece söylenilen samimî veya yapmacık bütün bu parlak düşüncelerden daha hayırlıdır o. Charles Markizi selâmlamadan önce, vedalaşmak için evi­


OTUZUNDAKİ

KADIN

91

ne uğraınak müsaadesini aldı. Gece yatarken ve ertesi gün ak­ şama kadar istemiyerek, hep Markizi hatırladı ve ricasına sa­ mimi bir şekil verebildiği için pak memnun oldu. Kâh kendi .kendine, Markizin neden iltfat gösterdiğini, hangi niyetle tek­ rar görüşmek istediğini, soruyor, bitmez tükenmez tefsirlere dalıyordu. Kâh bu tecessüsün sebeplerini buldum sanıyor, ümitle sarhoş oluyor, yahut soğuyordu. Pariste pek bayağı olan bu nazikâne daveti yoruşuna göre artık, kâh .hep, kâh hiç. Nihayet, kendisini Madam d’Aigiemont’a doğru sürükliyen arzuya karşı koymak istedi. Amma gitmemezlik de etmedi. Öyle fikirler var ki, tanımadan boyun eğeriz onlara; içimizdeclirler amma farkında bile değilizdir. B u mülahazeler hayli garip görünebilir, fakat her hüsnü niyet sahibi -arasa- kendi ha­ yatında da bunun binlerce misalini bulacaktır. B u fikirler ön­ ceden mevcut bir takrnı metinlerdir. Daha sonraları, tecrübe­ miz ve zekâmızın kazançları onların gözle görülen inkişafları­ dır. Charles da Markizin evine gitmekle böyle bir hisse itaat etmiş oluyordu. Otuzundaki kadın, bir genç için dayanılmaz cazibeler arzeder. Cemiyet hayatında da, Vendenesse gibi bir delikanlıyı Markiz gibi bir hanım arasındaki bağlılığa bir sürü örnek gör­ mekteyiz, bundan daha tabiî, daha sağlam, daha esaslı, daha de­ rin alâka olur mu? Hakikaten genç bir kızın bir hayli kuruntuları vardır, pek tecrübesizdir, aşkında cinsiyetin çok büyük tesiri vardır. B öy­ le bir sevgi bir gencin gururunu okşıyamaz. Halbuki kadın, yapacağı fedakârlıkların azametini bilir, biri tecessüsile sürüklenir, aşkla ilgisi olmıyan cazibelere kapılrr, öteki şuurlu bir hisse boyun eğer. B iri teslim olur, öteki tercih yapar. Yalnız bu seçiş bile koltuklarımızı kabartmağa kâfidir. Hemen daima ıstırablar bahasına elde ettiği bilgilerle mücehhez bulunan tecübeli kadın, sanki size kendi varlığın­ dan daha fazla bir şey verir. Halbuki genç kız, cahildir, her şe­ ye Kanar, ölçüp hiçemez, kıymet bilemez, aşkı, kabul ve tahlil eder, o kadar. Biri, bize yol göstermelerinden hoşlandığımız ve itaattan haz duyduğumuz çağlarda elimizden tutar, :bize öğüt verir; öteki her şeyi öğrenmek ister. Kadının şefkat ve sevgi kesildiği dakikalarda genç kız saflık gösterir. Birisinde nihayet bir zafer kazanacaksınız, -öteki sizi sü­ rekli mücadelelere mecbur bırakır. Birincinin tek bildiği ağ­ lamak ve sevinç göstermektir. İkincisi hem şehvete âşinâdır,


92

OTUZUNDAKİ

KADIN

hem nedamete. Genç kızın metres olabilmesi için pek yırtık bu­ lunması şart. Amma o zaman da tiksinti ile terkedilir. Oysa ki. kadrn hem üzerinizdeki nüfuzunu, hem de vakarını korur, hinbir çare vardır elinde. B iri aşırı derecede uysaldır, size huzu­ run, bezdirici rahatlığını sunar, öteki çok şey feda ettiği için, aşkın binbir şekle girmesini binbir renge bürünmesini ister. K:<z yalnız kendi namusunu lekeler, öteki uğrunuzda bütün bir aileyi berbat eder. B iri tek işve bilir, soyununca her şeyi ta­ mamladı sanır; halbuki kadının binbir örtüsü vardır, binbir tül altında gizlidir. Kısaca bütün heveslerimizi, bütün gurur­ larımızı okşar toy kız ise yalnız bir hissimize hitabeder. Otuz yaşındaki kadının kararsızlıkları, kuşkulanmaları, korkuları, perişanlıkları, coşkunlukları insana heyecan verir. Genç bir kı­ zın aşkında hiç de bulamazsınız bunları. O çağa gelen kadını gençten, uğruna feda ettiği itibarı ia­ de etmesini ister, yalnız onun için yaşar, istikbalde meşgul oîur, parlak bir hayata kavuşmasını diler. Şerefle yaşamasını emreder. Kâh yalvarır, .kâh hükmeder, alçalır, yükselir; genç kızm ağlayıp sızlamaktan başka bir şey yapmadığı anlarda, o binbir teselli bulur. Sözün kısası, mevkiinin avantajlarından başka, otuzundaki kadın bir genç kız olmak, bütün rolleri oynamak, masumlaşmak ve mustarıbken güzelleşmek kudretine de maliktir. îkisinin arasında ölçüye sığmıyan bir fark vardır, önceden tahmin edilen bir hazla, hiç ummadığımız saadet arasındaki, zaafla kuvvet arasındaki fark. Otuzundaki dilber her arzuyu tatmin eder. Genç kız hiç bir şeyi tatmin edemez, yoksa genç kız olmaktan çıkar. B u fikirler bir gencin kalbinde dal budak salarak pek kuv­ vetli bir iptilâ yaratır. Çünkü otuz yaşın kadını, âdetlerin mah­ sulü olan yapmacık hislerle, tabiatin gerçek duygularını ken­ dinde toplar. Kadınların hayatında, en önemli, en kati adım, kadının asıl en az mühimsediği harekettir. Evlenen dişi, artık kendine ait değildir. Ai'le ocağının cariyesi ve kraliçesidir. Kadınların kudsiyeti, cemiyetin yükledği vazifeler, ve ver­ diği hürriytlerle bağdaşamaz. Kadınları başı boş bırakmak, fe­ sada sürüklemektir onları. B ir yabancıya harimimize sokulma hakkı vermek, kendimizi onun insafına terketmek değil midir? Hele el oğlunu eve çeken b ir kadınsa bu bir suç, daha doğrusu b ir suç başlanğıcı teşkil etmez mi? Bu nazariyeyi bütün şiddetile kabul etmek lâzım. Yoksa ihtirasları hoş görmeli. Şimdiye


OTUZUNDAKİ

İCADIN

9d

kadar,. Frnsız cemiyeti ikisinin ortasında kaldı; felâketlerle alay etti. Sanki o da, yalnız beceriksizliği cezalandıran İspartalılar gibi, hırsızlığa göz yumuyor. Amma, ihtimal ki bu sis­ tem pek akıllıca bir şey. Herkesin küçümseyişi cezalanın en korkuncu; bir kadının kalbine kadar işler de ondan. Kadınlar ilibar görmeğe ehemmiyet verirler, zaten ehemmiyet vermek mecburiyetindedirler. Hürmet olmayınca kadının mevcudiyeti söner. Onun için âşıklarından ilk bekledikleri his budur. İçlerin­ de en yırtığı bile, istikbalini satarken, her şeyden, önce mazisi­ nin unutulmasını ister ve âşıkına anlatmak diler ki, dayanılmaz zevklere mukabil, cemiyetin saygısından vaz geçmemektir. K a­ dın yoktur ki, evine ilk defa olarak bir delikanlıyı kabul etsin, onunla başbaşa kalsın da aklından buna benzer düşünceler ge­ çinmesin. I-Iele o genç üstelik Charles de Vendenesse gibi y.akışklı veya zekiyse. Nitekim madam d’Aiglemont gibi güzel, zarif bedbaht bir kadına karşı duyduklariı sevgiyi haklı gösteren binlerce fi­ kirden birine dayanarak gizli emeller beslemiyecek pek az genç vardır. Bunun içindir ki Markiz mösyö de Vendenesse’in geldi­ ğini işitince heecan duydu. Diplomatlarda serbestlik ve cesa­ ret âdeta kostümün teferruatından olduğu halde, kontu d a he­ men hemen sıkılkanlık bürüdü. Fakat Madam d’Aiglemont, çok geçmeden, sahte bir tavır takındı.. Kadınlar sanki hem hürmete, hem kayıtsızlığa, hem şaşkınlık veya ihtirasa giden bir yol kavşağmdlarrnış gibi bu şüpheli vaziyeti istedikleri kadar muha­ faza edebilirler. O bu halile kendini ele vermeden güler de alay da eder, şefkatte gösterir*; erkeğin bütün his tellerine do­ kunmak ve ç:-.kan sesleri tetkik etmek dirayetine maliktir. B ö y ­ le anlarda susması da konuşması kadar tehlikelidir. O yaştaki kadın, samimî midir, sizi atlatıyor mu? A lay mı ediyor yoksa, itirafları halisane midir, imkân yok kestiremezsiniz. Size, kendiierile boy ölçüşme hakkı verdikten sonra, tesi­ rini pekâlâ, bildikleri bir bakış, bir söz, bir jestle birdenbire ■kavgayı sona erdirir, sizi yüzüstü bırakır, sırlarınıza istedik­ leri gibi tesahup ederler. Onları ham kuvvetiniz himaye eder lıem zaafınız gönülleri dilerse sizi bir alayla mahveder, can­ ları isterse meşgul olurlar sizinle. Markiz, kontun bu ilk ziyaretinde böyle bitaraf bir tavır takınmakla beraber kadınlık vakarını, da bütün yıüksekliğ.ile muhafaza etti. Gizli ıstırabları, güneşi yarı yarıya kapayan bir bulut gibi, yapmacıktan^şetaretinin üzerinde her an kanat ger-


94

OTUZUNDAKİ

KADIN

di. Vendentsse, bu konuşmadan şimdiye kadar tatmadığı haz­ lar duyduktan sonra oradan ayrıldı. Am m a kanaatinde hâlâ avak diriyordu. Ona göre M arkiz fetihleri o kadar pahalıya mal olan kadınlardandı ki! Sevmiye kalkışmak hata olurdu. Yürürken kendi kendine: — Alabildiğine hassasiyet gösterecek, ikbal düşkünü bir daire müdürünü bile usandıracak mektuplar yazacaksın diyor­ du, amma bir isteseydim. Bu uğursuz “isteseydim” sözü yok mu? B ir çok inatçıların, evini başına yıkmıştır. Fransada gurur, insanı iibtilâya sürükter. Charles, tekrar Madam d’Aiglem ont’lara uğradı ve ona öy­ le geldi ki kadın sohbetinden zevkduymaktadır. Kendini sami­ miyetle sevginin mesut kucağına bırakacağına, çifte rol oyna­ mağa. kalktı. B îr taraftan meftun görünecek, bir yandan da ma­ ceranın gelişmesini soğukkanlılıkla tahlil edecekti. Hem âşık, hem diplomat olmak istiyordu. Fakat gençti ve asil bir ruhu vardı, bu tetkik onu hudutsuz bir aşka sür ükli ye çekti; çünkü Markiz ister desiseci olsun, ister tabiî daima kendisinden da­ ha kuvvetliydi. Charles, Madam d’Aglem ont’un evinden ayrılırken, müte­ madiyen itimatsızlığında ısrar ediyor, ruhunun geçirdiği ted­ rici halleri ciddi bir tahlile tâbi tutuyor, böylece coşkunluğunu öldürüyordu. Üçüncü ziyaretten dönerken: — Bugün diye söyleniyordu. Bana hayatta pek bedbaht ve yalnız olduğunu, kızı da olmasa ölüme hasret çekeceğini anlat­ mak istedi; şimdiye kadar kusursuz bir tevekkül içinde yaşa­ mış. iy i amma, ben ne kardeşiyim, ne günahlarını, çıkaran papas, neden dert yanıyor bana? Seviyor beni. iki gün sonra, yolda devrimizin ahlâk ve âdetlerine çıkışı­ yordu. — Aşk her devrin âdetlerine uyar. 1822 de nazariyecidir, şekilcidir Eskiden olduğu gibi sevgimizi hareketlerimizle is­ pat edeceğimiz yerde tartışmalara konferanslara girişiyoruz K adınlar; başlıca üç vasi itaya baş vuruyor: Evvelâ aşkımızdan, şüphe gösteriyor, kendileri kadar sevcımiyeceğimizi ileri sürü­ yorlar. Sırf işveden ibaret bu meydan okuma. Markizin bu ak­ şam bana yaptığı gibi. Son,ra tabiî olan civanmertliğimizi yahut ta gururunuzu harekete geçirmek için pek bedbaht gösteriyor­ lar kendilerini. Malûm ya, büyük bir ıstırabı avutmak gençle­ rin koltuğunu kabartır. Nihayet bekâret manisine sıra geliyor.


OTUZUNDAKİ

KADIN

95

Markiz de kendine ol değmemiş zannettiğimi düşünmüştür her

halde. Hülâsa hüsnü niyetim mükemmel bir oyun mevzuu olabilir.

4

Nihayet 'bir gün itimatsıztığın telkin ettiği bütün fou dü­ şünceleri sayıp döken kont, .kendi kendine sordu: M arkiz sa­ mimî mi idi acaba? Bu kadar acılar sahte olabilir miydi? N iç in yalandan mütevekkil görünecekti? Derin bir yalnızlık içinde yaşıyor, içini kemiren ıstırablara sessizce katlanıyordu. D uy­ duğu acı, ancak kelimelerin cebrî şivesinden seziliyordu. O andan itibaren Charles, Madam d’Aiglem ont’a karşı şid­ detli bir alâka duymağa başladı. Bununla beraber, artık ikisi için dc zarurileşen, mutat randövülerden birine giderken yine de sevgilisinin samimî olmaktan çok fentli olduğunu düşünü­ yordu. Son hükmü: Şüphesiz ki bu kadın, pek kurnaz şey oldu. Tçeri girdi. M arkiz en çok sevdiği pozu almıştı. M elal için­ de idi. Kıpırdamadan gözlerini genç adama dikti. Otıa tebessü­ me benziyen bir bakış atfetti. B u bakışta itimat ve hakikî ibir dostluk okunuyordu. Amma aşktan eser yoktu. Charles oturdu ye biç bir şey söylemedi. Anlatılmasına imkân olmıyan bir he­ yecan içinde idi. Kadın müşfik bir ses-le on a: — Neniz var? diye sordu. — Hiç., yalnız henüz hiç aklınızdan geçmiyen bir şey dü­ şünüyorum da. — Neymiş c? — Ne olacak... Kongre bitti. — Yok cnn:m? Demek kongreye gitmeniz mi lâzımdı? Düpedüz bir cevap, aşk ilânlarının en beliği ve en incesi id-i. Amm,a Charles buna yanaşmadı. Ms.döm d’Aiglem ont’un fiziyonomisi, gururun bütün hesaplarrnr, her türlü aşk ümitlerini, diplomatımızın bütün kurun­ tularını kökünden yıkan dostça bir saffet ifade ediyordu. Se­ vildiğini ya hiç .bilmiyor, yahut ta öyle görünüyordu. N e söyliyeceğini şaşıran Charles, kendine gelince, içinden kadının böyle bir kanaat beslemesini mümkün kılacak, hiç bir harekette bulun­ mamış ve hiç bir söz söylememiş olduğunu itiraf zorunda kaildi. Mösyö de Vendeııesse, o gece Markizi, sade ve cana yakın buldu. Kadın, ıstıraplarında samimîydi. B ir dost sahibi oldu­ ğuna pek memnundu. Aşina bir ruhla karşılaşmaktan gurur du­ yuyordu. Daha ileriye gitmiyor, bir kadının iıki defa kalbini kaptıracağını sanmıyordu. Aşkı tanımıştı ve hâtırası, kalbinin derinliğinde hâlâ kanıyordu. Saadetin bir kadını iki defa coş-


■96

OTUZUNDAKİ

KADIN

turabileceğini hatırından geçirmiyordu. O anda Charles, tekrar gençleşti. Bu kadar asil bir seciye­ nin şaşaası gözlerini kamaştırdı, bir günahtan çoık tesadüflerlörselenmiş olan bu hayatın bütün sırlarına âşinâ olmak istedi Madam d'Aiglemont güzelliğine, hüznün bütün letafetini bahşe­ den bu fazla teessürün sebebini soran dostuna şöyle bir baktı. Fa­ kat bu bakışla kudsî bir anlaşmayı mühürliyor gibiydi. — Bana bir daha böyle şeyler sormayın! dedi. Beni seven ve saadeti uğrunda haysiyetimi bile feda edebileceğim tek in­ san, dört yıl önce, bu saatte Öldü. Hem de benim şerefimi kur­ tarmak için. Bu aşk taze iken, safken, hayallerle dolu iken so­ na erdi. İşitilmemiş bir kederin sürüklediği bu ihtirasa kapıl­ madan önce, bir çok genç kızlarınki gibi benim de gönlümü ya­ kışıklı fakat bomboş bir erkek çelmişti. İzdivaç ümitlerimi b i­ rer birer soldurdu. Bugün aile saadetinden de mahrumum. Gü­ nahkâr dedikleri saadetten de. Hem de bahtiyarlığı tanımadan, intihar etmek kudretini bulamadım kendimde, hiç olmazsa, hâ­ tıraların a sadık kalmalıyım. Bunları söyledikten sonra ağladı. Gözlerini eğdi ve alışık olduğu jestle birbirine geçirdiği parmaklanalı, hafifçe büktü. B u cümleler saf bir eda ile söylenmişti. Fakat sesinin ahenğinde aşkı kadar derin bir ümitsizlik seziliyordu. Charles’in bütün ümitlerini suya düşüren bir ümitsizlik. ik i üç cümlede izah edilen, ve bir parmak burkuşile mânası tamamlanan hu tahammül edilmez hayat, narin biır kadındaki bu kuvvetli ıstırab, şirin [bir baştaki bu uçurum, hülâsa dört yıl süren bir matemin teessürleri ve göz yaşlaırr Vendenesse’i bü­ yüledi. B u büyük ve asil kadın karşısında kendini küçük his­ setti ve sustu. Artık onun o pek lâ tif olgun maddî güzellik lerini görmez olmuştu; alabildiğine hassas bir ruh karşısında idi. Hayatlarım bir sevdaya bağhyan, onu 'heyecanla ariyan ve çok defa, rüyasını gördükleri bütün bu hâzinelerden kâm alma'dan can verenlerin, hayallerinde yaşattıkları ve şiddetle hasretini duydukları; o ideal mahlûka rastlıyordu nihayet. B u sözleri dinlerken, bu ulvî güzelliği seyrederken Char­ les fikirlerini dar buldu. Söyliyeceklerini, hem pek basit, hem pek yüksek olan bu sahnenin ihtişamına uyduramamanın aczi içinde, kadınların nasibi hakkında beylik hır iki laf sıralıyarak cevap verdi. — İnsan ıstırablarını, unutabilmelidir hanımefendi., dedi. Y ok­ sa kendine bir mezar kazmalı.


OTUZUNDAKİ

KADIN

97

Akıl hissin yanında daima sönük kalır, b iri müspet olan her şey gibi ölçülüdür, öteki ise namütenahi. Duymak lâzım gelen yerde muhakeme yürütmek mahdut ruhların kârıdır. B u j nun için Vendenesse, hiç ağzını açmadı, uzun uzun Madam ; de'Aiglem ont’ı seyretti ve çıktı. Şimdi, yepyeni düşüncelerin pençesinde idi. Kadın, naza­ rında büyüyordu. Atölyesindeki yabancı, modelleri kendine nümune yaptıktan sonra, birdenbire eski devirlerden kalma h ey­ kellerin en güzeli, — fakat en az takdir göreni— olan müzedeki Mnemosyne’le karşılaşan bir ressam gibiydi. Charles, adam akıllı tutlumuştu. Madam d’Aiglem ont’u gençliğe hâs olan o saffet, ilk sevdalara, anlatılmaz bir incelik -ve nezahet veren o süzişle sevdi. insan, sonraları yeniden sevdaya düşerse, içinde bu hisle­ rin ancak harabesini bulur, ilham eden kadınların lezzetle kâm aldıkları lâtif sevdalar. Çünkü otuz yaş, kadınların hayatında ! en şairâne şahikadır. O çağda, aşkın bütün akışım kucaklıyahilir, hem maziyi, hem istikbali görürler. Sevdanın asıl kıymeti­ ni o yaşta anlar ve kaybetmek korkusile tadını çıkarırlar. H e ­ nüz ruhiarii. kendilerini terkeden gençliğin güzelliği içindedir, istikbalden kuşkulandıkları için sevgileri gittikçe kuvvetlenir. Markizin yanından ayrılan Vendenesse, bu defa; — Seviyorum, diye söyleniyordu. Amma talihsizliğime ba­ kın ki, hâtıralara bağlı bir kadın buldum. A rtık karşınızda olınıyan, budalalık yapmasına iimkân kalmyan, hiç bir zaman, can sı kimyan ve ancak güzel tarafları göze çarpan bir ölü ile mü­ cadele güçtür. Hâtıranın füsunlarını, kaybedilen bir asıkın hafızada bir .çaktığı emelleri nas’ıl silebilirsiniz? Kemali tahttan indirmeğe kalkışmak gibi bir şey b u ! Aşkın en güzel, en cazip tarafı ar­ zular.. halbuki o adam yalnız arzular uyandırmış. Yesin ve muvaffakıyetsizlik korkusunun doğurduğu bu gamlı, düşünceler, can çekişen diplomatiğinin son hesabı idi. O andan itibaren artık gizli maksatlar beslemez oldu; aşkın oyuncağı haline gel­ di. B îr sözle, bir susuşla, mübhem bir ümitle yaşryan o ifadeye sığmaz saadetin hiçliklerine daldı. Plâtonik bir şekilde sevmek istedi. H er gün, Madam d’Aiglemont’un teneffüs ettiği hava­ yı koklamağa gitti ve evinin bir mobilyası haline geldi, âdeta. Hodbinliğini, en mutlak bir sadakatle kaynaştıran bir ihtirasın tahakkümü altında, sevgilisinin peşinden ayrılmadı. Aşkın da şevki tabiisi vardır. Nasiıl, en zayıf böcek hiç bir şeyden çekin-

P. 7


98

OTUZUNDAKİ

KADIN

miycn dayanılmaz bir irade ile çiçeğe doğru yürürse, o da gön ül yolunu öylece bulur. B u itibarla sevgi hakikaten samimî ise is­ tikbalinden şüphe edilemez. B ir kadın, hayatım, asıkının arzu­ larındaki sebata, kuvvete ve samimiyete bağlı görür de nasıl dehşet dolu endişelere düşmez? Halbuki bir Bayanın, b ir zevcenin, bir annenin, gencin aşkına karşı koyabilmesi kabil değildir. Yapabileceği tek şey, olsa olsa, bu gönül sırrını sezer sezmez (unutmıyalım ki bir kadın bunu daima keşfeder) gö­ rüşmeyi kesmektir. Amma bu yol pek kestirmedir. İzdivacın, ağırlaştığı, sıktığı ve bezdirdiği, aile muhabbetinin soğuduğa bir yaşta, .kad’m, kolay kolay bu çareye baş vuramaz. Çirkinse,, •kendisini güzel gösteren bir aşk koltuklarını kabartir; genç ve lâtifse, o halde erkeğin cazibesi de, onun güzelliği kadar kuv­ vetli yani sonsuzdur. r Faziletli ise, — dünyevî fakat ulvî— bir his, onda, âşıkına yaptığı fedakârlıkların azametinde günahlarının gufranını bu­ lacakmış zehabın uyandrır ve bu çetin mücadeleden gurur du­ yar. H er taraf tuzaklarla dolu., bu kadar zorlu iğyalar karşısın­ da ne kadar öğüt verilse azdır. Eskiden Yunanistanda, ve Şark­ ta cari olan ve bugün İngilterede moda haline gelen harem ha­ yatı, aile ahlâkım kurtaracak tek çaredir, şu var ki bu sistem; hâkim olursa salon hayatınınşaşaaları söner, ne sosyete haya­ tı kabildir, ne ahlâk ve âdetlerde zarafet ve nezaket. M illetle­ rin ikisinden birini seçmeleri lâznmdır, Böylece, ilk karşılaş­ malarından bir kaç ay sonra, Madam d’Aiglemont, hayatını sı­ kı bir surette Charlesinkine bağlammış buldu. Genç adamın zevklerini ve düşüncelerini paylaşmak onu hayrette bıraktı, amma pek sıkıntı duymadı, hattâ biraz da memnun oldu. Aca­ ba kendi mi Vendenesse’in fikirlerini benimsemişti, yoksa Vendenese mi onun bütün kaprislerine uymuştu, orasını düşünmedi bile. Şimdiden ihtirasın akıntısına kapılan bu dilber kadın, korkunun verdiği aldatıcı hüsnü niyetle : — Hayır, hayır., diye söylendi. Uğrum da ölen erkeğe sadrk kalacağım, i, Pascal: -Tanrıdan şüphe etmek, Tanrıya iman etmektir.”der. B ir kadında ancak yakalandığı zaman çırpınır. Markiz se­ vildiğini kendi kendine itiraf ettiği gün binıhir zıt düşünce içinde bucalamağa başladı. Tecrübenin doğurduğu vesveseler, dile geldi: Mesut olacak mıydı? Cemiyetin ayak uydurduğu — haklı veya haksız— kanunların dışında, saadete kavuşması


OTUZUNDAKİ

KADIN

99

kabil miydi? O zamana kadar hayatın hep acılarım tatmıştı. İçtimaî âdabın birbirinden ayırdığı iki mahlûkun kaynaşması mesut bir neticeye varabilir miydi? Amma saadet uğrunda ya­ pılacak bütün fedakârlıkların ne ehemmiyeti vardı ki? Sonra, tabiatile hasret çekilen o kadar hararetle istediği bahtiyarlığa nihayet kavuşacaktı ihtimal. Tecessüs, daima âşıkların ekmeği­ ne yağ sürer. O bu gizli münakaşaları yaparken Vendenesse geldi. Onun vücudu, aklım metafizik hayaletini yok etti. Sevgi, gencin ve otuzundaki kadının gönlünde — çabucak da olsa— art aıda bıı değişiklikleri ıgeçirir, fakat öyle bir an gelir ki nü­ anslar kaynaşır, idrakler, itirazlar, bir arzuda eriyen, onu kuv­ vetlendiren tek ve son düşüncenin içinde kaybolur. Mukave­ met ne kadar uzun sürdiyse, aşkın sesi de o ölçüde kuvvetlidir. — P.rsme ait en pitoresk tâbirlerden birini kullanmamız ca­ izse,— ekorşe (1 ) üzerinde yapılan bu ders, daha doğrusu bu tetkik, burada sona eriyor. Çünkü hikâyemiz, aşkı tasvirden çok, tehlikelerini ve mekanizmasını, izah etmektedir. B u daki­ kadan itibaren, her geçen gün bu iskeleti yeni renklerle beze­ di. Gençliğin letafetlerile donattı. Hareketlerine canlrlrk verdi. Ona hissin şaşaasını, güzelliğini, cazibesini ve hayatın füsun­ larını bahşetti. Charles, Madam d’Aiglemont’u düşünceli buldu. Aşkım şi­ rin büvülerile müessirleşen bir ahenkle: — Neniz var? diye sordu. Fakat genç kadm hiç cevap vennîedi. B u lâtif soru tam bir ruh kaynaşması .ifade ediyordu. Markiz, kadınlara has o garip şevki tabiîsile yanıp yakılmanın, dertlerini dökmenin bir nevi avans mahiyetinde olacağını anlamıştı. Berrak ve aydınlık bir bakışla kendi içini okudu ve sustu. Vendenesse de onu taklit etti. Nihayet lisanın aczi karşısında gözlerin apaçık konuştuğu bu dakikaların büyük önemin­ den ürken kadın: — Rahatsızım, dedi. Charles, müşfij: fakat heyecanlı bir sesle. — Madam, diye’ cevap verdi. Ruhla vücut birbirine bağlı­ dır. Saadeti tatsaydınız şimdi genç ve taze olacaktınız. Neden, 1

( 1 ) Sur L ’kcorche: Şemseddin Sami ekorşeyi resmi musahhaç olarak karşılıyor. Ekorşe uzuvları, damarları, mafsalları göstermek için derişiz, iskelet halinde resmolunan hayvan veya insan demektir. Türkçede ka rşılığın ı bilmiyoruz. Musahhaç de­ mektense ekorşe demeği tercih ettik.


100

OTUZUNDAKİ

KADIN

sizden gasbettiği hâzineleri tekrar istemiyorsınız aşktan? H a ­ yat sizin için asıl şimdi başlarken, bitti samyorsınız. Kendini­ zi bir dostun nüvazşlerine bırakın. Sevilmek öyle tatlı ki! Kadını — A rtık ihtiyarladım., dedi. Mazide olduğu gibi çile dol­ durmam Jâzım, şimdi hiç bir mazeretim de yok. Sevmeli diyorsmız, öyle amma ben sevimemeliyim, hem sevemem de. Dostlu­ ğu hayatımı tatlılaştıran bir siz varsınız; başka kimseden hoş­ lanmıyorum. Kimse hâtıralarımı silemiyecek. B ir arkadaşı ka­ bul ediyorum, karşıma bir âşık çıksa kaçardım. Sonra örselen­ miş kalbimi, genç bir gönülle değişmek, paylaşamıyacağım ha­ yallere kucak açmak, inanamıyacağılm, yahut ta her an kaybet­ mek korkusile titriyeceğim b ir saadet yaratmak, benim için pek şerefli bir hareket olabilir mi? Belki de onun sadakatini hodbinlikle karşılıyacak; o his­ sederken, ben ölçüp biçeceğim. Hâtıralarım onun zevklerinde­ ki coşkunluğu yaralıyacak. H ayır, hayır görüyorsunuz ya! H iç 'bir şey tutamaz ilk aşkın yerini. Sonra hangi erkek bu şartlarla sevgime talip olabilir? Müthiş .bir işve gizliyen bu sözler, iffetin de son gayretiy­ di. — Ümitsizliğe düşerse ne âlâ! Yalnız ve sadık kalmış olu­ rum. Kadının içinden böyle bir düşünce geçmişti. Cereyana kapılmak üzere olan yüzücünün yakalayıverdiği çok ince bir söğüt dair. Vendenesse bu kararı duyunca, elinde olmadan titredi. B u ürperiş, delikanlının mazideki bütün ■ takayyütlerinden daha çok dokundu Markize. Kadınların ruhunda en fazla tesir yapan bizde zarif incelikler, nazik duygular görmektir. Çünkü onlar­ da zarafet ve incelik samimiyetin alâmetleridir. Charles’in bu jesti hakikî bir aşk ifade ediyordu. Madam d’Aiglemont, V an denesse’in sevgisindeki kuvveti, ıstırabının şiddetinden anladı. Genç adam, soğuk bir eda ile: — Belki haklısınız dedi. Yeni bir aşk, yeni bir acı. Sonra sözü değiştirdi. Dereden tepeden bahsetti. Fakat heyecanlı olduğu halinden belliydi. Madam d ’Aiglem ont’u son d efa olarak görüyortnuş gibi derin derin süzüyordu Nihayet ayrılırken, heyecanla: — Allaha ısmarladık, dedi. Markiz, ancak seçkin ıkadınalrın sırrına âşinâ bulundukla­ rı ince bir işve ile : — Yine görüşelim, dedi. Gen adam cevap vermedi; çıkıp gitti. Charles yanından ay­


OTUZUNDAKİ

KADIN

101

rılıp omm namına, boş sandalyesile başbaşa kalınca Madam d’Aiglemont, biıubir nedamet duydu ve kendisini haksız buldu. Kadın, asil bir ruhu yaraladığı, yahut âlicenablığa yakışmıyan îbir harekette bulunduğu zehabına düşünce, ihtiras «kalbinde dev adımlarile ilerler. Aşkta, fena hislerden hiç korkmamalı. Kadınları ancak fazilet yere vurur. "Cehennem iyi niyetlerle döşelidir” sözü bir vâızın ortaya attığı paradoks değildir. Vandenesse bir kaç gün görünmedi. Markiz, her akşam, mutad randevü saatinde, nedmet dolu bir sabırsızlıkla yo­ lunu gözledi. Mektup yazmak bir nevi itiraf olacaktı. Z a­ ten içinde bir his, delikanlının tekrar ona geleceğini soyliyordu. Altıncı gün, oda hizmetçisi de Vandenesse’in ziyaretini haber verdi. M arkiz hiç bir zaman bu ismi işitirken bu derece haz duymamıştı. Neşesinden ürktü. Ona: — Beni çok cezalandırdınız, dedi. Vandenesse şaşkın şaşkın bakarak cevap verdi: — Cezalandırdım mı dediniz? Niçin? Charles, M arkizi pekâlâ anlıyor, fakat çektiği acıların öcünü almak istiyordu. Kadın gülü/nasiyerek: — Neden beni görmeğe gelmediniz? diye sordu. Delikanlı doğrudan doğruya cevap vermemek için: — Demek kimse ile görüşmediniz? dedi. — M ösyö de Ronqucrolle’Ie, mösyö de Marsay ve d’E sgrignon’larm küçüğü yanımda idiler. B iri dün, biri saat ikide., son­ ra zannederim Madam Fiıjmiani’le ve kız kardeşiniz Madam de Listomçre’le de görüştük. B u da başka bir acı. Çekmiyen 'bil­ mez. Vandenesse kendi kendine: — N asıl olur! diyordu. Ziyaretler kabul etmiş, hayatından memnun kimselerle sohbet etmiş, halbuki o sırada ben, yapa yainrz ve bedbahttım. Istırabım içinde gömdü ve aşkını denize fırlatılan bir ta­ but gibi kalbinin derinliklerine attı. Buhar olurken öldüren asitler gibi kafasındaki düşünceler, ifade edilemezdi ki! A l ­ nını bulutlar kapladı. Madam d ’Aigleimont, kadınlık şevki taıbiîsile cnun hüznünü — anlamadan— paylaştı; bilerek üzmemişti onu, Vandenesse bunu farketti. Âşıkların münakaşadan' haz duydukları bir mevzu gibi vaziyetini, kıskançlıklarını an­ lattı. M arkiz her şeyi kavradı, o kadar heyecanlandı ki göz yaşlarını tutamadı. O andan itibaren aşkın göklerine girdiler. Cennetle cehennem, hazla elemin ifadesi olan heybetli iki şi­


102

OTUZUNDAKİ

KADIN

irdir. Hayatımız hep îfıı iki nokta etrafında dönüp dolaşır. Cen­ net hisîerimizdeki sonsuzluğun timsali değil midir? Saadet bir bütün olduğundan duygularımızın ancak detayları tasvir -edilebilir. Cehennean ıstırablarımızın hudutsuz azaplarını tem­ sil etmiyor mı? A cılar birbirinden farklı olmadıkları için şii­ re mevzu teşkil ederler. . B ir akşam, iki âşık yalnızdılar. Yanyana oturmuşlardı, ko­ nu şmıyorlardı. Gök kubbenin en güzel renklerini, günün son ışıklarile hafifçe yaldızlanan ve erguvanılaşan berrak semayı seyre dalmışlardı. Günün bu dakikalarında, ziyanın yavaş ya­ vaş sönüşü, tatlı duygular uyandırır, arzularımız yumuşak bir ihtizaz içindedir ve sükûnetin kucağında, bilmem nasıl bir ger­ ginliğin heyecanını tadarız. Tabiat, bize saadeti müphem im aj­ larla göstererek, fırsatı kaçırmamızı tavsiye eder; bahtiyarlık imkânlarından mahrum kalmışsak yasını tutturur bize. B u fusun dolu dakikalarda, tatlı ahenkleri, içimizdeki arzularla kay­ naşan bu ışıktım kubbe altında, gönlümüzde tılisımlı bir kud­ ret alan emellere .mukavemet etmek güçtür. Öyle anlarda ıstırafc yumuşar, neşe sarhoşluk verir, acı takati keser. Akşamın .ihtişamı, âşikaııe itiraflara işarettir. Teşci eder itirafları. Gözlere, ışığıni aksettirdikleri günün sonsuzluğunu, veren sükût, sözden daha tehlikeli bir hal alır. Konuşunca, en ehemmiyetsiz kelime, dayanılmaz bir tesir yapar, ö y le anlarda sesimizde ışık ve bakışlarımızda erguvanı şualar vardır. Sanki gök içimizdedir, yahut kendimizi gökte hissederiz. Bununla beraber Juliette (M arkiz, hir kaç gündür, Char­ les demekten zevk duyduğu delikanlının kendisine teklifsizce Tulie diye hitabetmesine müsaade ediyordu) le Vandenesse ko­ nuşuyorlardı. Amma sohbetlerinin ilk tnevzuundan bir hayli uzaklaşmışlardı. Artık söylediklerinin mânasına dikkat etmi­ yor, kelimelerin gizlediği düşünceleri zevkle dinliyorlardı. Markizin eli Vandenesse’in avuçlarında idi. Kadın bunun bir iltifat olduğunu düşünmiyordu bile. Fantastik dağların yamaçlarını boyuyan, karlar, glâsyeler kurşunî gölgelerle dolu o muhteşem taboiardan 'birini seyret­ mek için beraberce eğildiler. Göğü taklidi imkânsız, fanı b ir ziriyetle beziyen kızıl alevlerle, esmer renklerin keskin kontrastlarile dolu bir levha id i bu. Güneşin her sabah kucağında doğduğu şaşaalı kundak, güneşin her akşam göğsünde can ver­ diği muhteşem kefen. O anda Juliette’in saçları, Charles’in yanaklarına dokun­ du. Kadı a bu hafif teması hissetti ve şiddetle titredi; erkek


OTUZUNDAKİ

KADIN

103

daha çok .sarsılmıştı. Çünkü, ikisi de, sükûnun sinirlere biiyiik b ir incelik ve keskinlik verdiği bir kriz içinde îdîler. Bayie anlarda, gönül, hüzne gömülü ise, en küçük bir heyecan gözleri­ mizden y.- şlar boşandırır, ıstırabımızı coşturur, ruh, aşk çılgın­ lığı içinde ise, anlatılmaz hazlar bahşeder. Juliette — âdeta far­ kında olmadan— arkadaşının elini sıktı. Bu kandırıcı tazyik sıkılgan âşıka cesaret verdi. O dakikanın neşeleri, istikbaldeki ümitler, her şey/ bir tek heyecanda, madam d’Aiglem ont’un yanağından aldığı masum ve sade öpücüğün, bu ilk okşayışın verdiği coşkunluk içinde eridi. Pek küçük bir lütuftu bu. F a­ kat tesir ve tehlikesi de o ölçüde büyük oldu. Çünkü hareketle­ rinde ne özenti vardi, ne yapmacık. Bu buse, kanunların ayır­ dığı, fakat tabiatteki bütün cazibelerin birleştirdiği iki lâtif ruhun kaynaşmasıydı. O sırada General d’Aglemont içeri girdi. — Kabine değişti., dedi.. Amucamz da yeni bakanlar ara­ sında. Hani sefir olmanız ihtimali pek kuvvetli Vandenesse! Charles, Juliette, kızararak birbirine baktılar. Bu müşte­ rek utanç da aralarında yeni bir bağ oldu. İkisinin de içinden aynı düşünce, aynı nedamet geçti. Öpüşen iki âşık arasındaki bu korkunç rabıta, az önte adam öldüren iki eşkiya arasındaki bağ kadar da kuvvetlidir. Charles de Vandenesse: — Paristen ayrılmak istemiyorum artık; dedi. General, bir sır keşfeden insanların kurnaz tavrile: — Malûm, dedi. Amucamzın peşini bırakmak istemiyorsımz, âyan mectisınde mirasçısr~olmak niyetindesiniz. Markiz, kocası hakkında şu korkunç cümleye mırrldananarak, odasına k açtı: — Artık bu derece budalalık da fazla! 1

( 1 ) B u fasılda adı geçen madam F irm ia n i Balzakın y irm i otu z sahife tutan neiîs b ir hikâyesinin kahramanıdır. “ İnsan­ lığ ın komedyası” nda sık sık adı geçer. L â tif, fa ziletli, z a rif b ir hanımefendidir. M eraklılar Balzac‘m şu eserlerine müraca­ at edebilirler: Les employes, Une fille d’Eve, L e depute d’A r ­ tış ve Madam' Firm iani. D e Marsay’le de Ronqucolles, Balzakın b elli başlı kahra­ manlarındandır. ik is i de “ O n üçler’’ cemiyetine mensuptur, taralımızdan çevrilen: A ltın gözlü kız, Ferra\gus ve Düşes de Langeais is im li romanlarda bu ik i zat hakkında bir hayli ma­ lûm at vardır. Charles de Vandenesse iç in bak: Une fille d’Eve.


IV T A N R IN IN H ÜK M Ü Italie şehir kaprsile, Sante’ninki arasında, nebatat bahçe­ sine giden iç bulvar üzerinde, göz zevklerine en çok kanıksa­ yan sanatkâr veya yolcuyu bile hayran bırakacak bir manzara vardır. Kocaman ve sık ağaçların gölgelediği bulvarın, yeşil ve sessiz bir orman yolu letafetile kıvrıldığr tepeciğe kadar yü­ rürseniz, önünüzde, ayaklarınızın dibinde, köy evlerine benziyen fabı ikalarla dolu, çimenlerle .benekli, gobeline’ler in (1 ) veya Bievre’in (2 ) bulanık sularile ıslanan derin bir vadi gö­ rürsünüz. Karşı yamaçta, bir kalabalıktaki başlar gibi srkışan binlerce dam Saint Marccau varoşunun sefaletini gizler. Panüheoıı’un muhteşem kubbesile V a l de Grace’in donuk ve kasvetli künbedi, bütün bir şehre, gururla tepeden bakar. Dolambaçlı yollar, garip şekillerile, bu ' anfiteatr biçimindeki şehrin basamaklarını çizerler. Oradan bu iki binanın buutları pek heybetli görünür ve küçük vadinin narin evlerini de, en yüksek kavaklarını da gölgede bırakır. Solda, güneşin, galeri­ lerinden ve pencerelerinden garip şekiller çizerek geçtiği Observatoire siyah ve çıplak, bir hayalet halindedir. Sonra, daha uzakta,! Lusembourg’un, mavimsi yıfğınlarile, Saint SulpiceHin kurşunî kuleleri arasında,, învalidelerin zarif feneri alevler sa­ çar. Oradan kalkınca, bu arşitektural çizgiler, yapraklarla ve gölgelerle kucak kucağadır; rengi, ışığı, manzarası durmadan değişen göğün ıkapriserine tabidirler. Sizden uzakta, binalar fezayı, donatır. Etrafınızda dalgalanan ağaçlar, ve k ır patika­ ları yıılan gibi kıvrılır. Bu manzaranın geniş bir kışımı üzerinde Saint M artin kanalının uzun ve beyaz sularını görürsünüz, kırmızımsı taşların çerçevelediği, ıhlamur ağaçlarının süsledi­ ğ i ) Gobelins: Paris civarında meşhur halı imalâthaneleri. ( 2 ) B ie v re : Gobelins imalâthaneleri civarından geçen çay.


OTUZUNDAKİ

KADIN

105--

|i, bereket ambarlarının, tıpkı Romalılarınkine benziyen. in~ aaatile kuşatılmış kanal. Ötede, son plânda Belleville’in evler ve değirmenlerle örtülü dumanlı tepecikleri bulutlarla kaynaşın. BunuJa beraber vadiyi kuşatan sıra sıra damlar ve bir ço­ cukluk hâtırası kadar müphem olan şu ufuk arasında sizin gör­ mediğiniz bir şehir vardır. Pitie’nin tepelerile, şark m ezarlığı­ nın zirvesi arasında bir uçurum gibi kaybolan muazzam belde». Sarp kayaların ardında: — Ben buradayım, diye uğuldayan deniz gibi boğuk sesini duyarsınız. Şayet güneş, Parisin bu yüzünü ışık dalgalarile yıkıyor, çizgilerini saflaştırıyor,- akımlaştırıyor, camlarını tutuşturu­ yor, duvarlarını beyazlaştırıyor, havayı nesimiyi tülden bir ör­ tü haline koyuyor, fantastik gölgelerden zengin kontrastlar yaratıyorsa, gök lâcivert ve toprak ürperti içinde ise çanlar konuşuyorsa, o zaman, bulunduğunuz yerden -hafızanızdan si­ linmesine imkân olmıyan tesirli bir fecri seyredeceksiniz; âşık-olarak, Napolin-in, îstanbulun, Florda’nın büyüleyici bir man­ zarası karşısında, imişsiniz gibi derin bir meftunluk duyacak­ sınız. B u konserde noksan olan hiç bir ahenk yok. Dünyanın gü­ rültüsü ve inzivanın şairane sükûnu, bir milyon insanın h a y ve huyu ve Tanrının sesi hep orada çınlar. Pere— Lachaise me­ zarlığının sakin servileri altında uzanan paytaht .burada gö­ mülüdür, B ir bahar sabahıydı, güneş bu manzaranın bütün güzellik­ lerini aydınlatıyordu. Sarı çiçeklerini rüzgâra salan kocaman, bir karaağaca dayanmış tabiati seyrediyor, bu zengin ve ulvî levhalar karşısında acı acı düşünüyordum. Yurdumuzu beğen­ miyoruz. kitaplarımızda bile bu küçümsemenin izleri var Güzel Fransamızdan bıkarak dört nala sehayat eden ve bugün artık pek bayağılaşan îtalyamn manzaralarım tek göz­ lükle süzen, vatanlarım .küçümsemek salâhiyetim ateş bahası­ na satın alan zenginlerimize lânet okuyordum. .Modern Parisi aşkla temaşa ediyor, hülyalara dalıyordum. Birdenbire bir buse şıpırtısı sessiz düşüncelerimi dağıttı ve felseefyi kaçırdı. Gobel.ins köprüsünün ötesine bakınca, altın­ da suların ürperdiği dik yokuşu taçlandıran, ağaçlıklı yolda bir kadın farkettim Henüz genç sayılırdı; pek zarif bir sade­ likle giyinmişti. Tatlı çehresinde manzaranın neşeli saadeti' pırıldar gibiydi. Yanında, güzel bir genç, dünyada gördüğüm çocukların en şirinini yere bırakıyordu, ö y le ki bu öpüş anne­ nin yanaklarında mı şapırdamıştı; yavrunun mu? B ir türlü-


■tos

OTUZUNDAKİ

KADIN

.aniıyamadrm Çiftin gözlerinde, jestlerinde, gülüşlerinde ayni tatlı ve canlı düşünce okunuyordu. Neşeli bir canlılıkla kol ko­ la geçtiler. Birbirine yaklaşmalarında öyle şaşılcak bir 'hareket anlaşması vardı k i ! Tamamen kendi âlemlerinde idiler. Benim farkıma bile varmadılar. Fakat, onlara arkasinı dönen bir baş­ ka darğın ve somurtğ/.n çocuk, bana' işleyici nazarlar atfetti. B u çocuk da öteki kadar şirin ve ciciydi. Koşarken annesile .genç adamın kâh önüne geçen, kâh arkasında kalan kardeşini 3'alnız bırakıyordu. Hatları ondan daha yumuşaktı. Sessiz ve hareketsiz duruyordu; tavırları uyuşan bir yılanınkiler gibiy­ di. Küçük bir kızcağızdı bu. Güzel kadınla arkadaşının gezin­ tisinde bilmem nasıl mihaniki bir hal vardı. Belki dalğınlık eseri, bulvarın ucunda duran arabayla küçük köprü arasındaki dar mesafede mekik dokuyorlar; zaman zaman canlanan, uyu­ şan, coşan veya ciddileşen konuşmalarının kaprislerine göre, arada bir durarak, bakışarak, gülüşerek biteviye bu kısa gezin­ tiyi tekrarlıyorlardı. Büyük karaağacın ardında, bu lâtif manzarayı seyrediyor­ dum. Dalğın ve suskun kızcağızın yüzünde, yaşile alâkası olmıyan derin bir düşüncenin izlerini sezmeseydim, her halde mahremiyetlerine saygı gösterecektim. Annesile genç adam yanına kadar gelip tekrar dönünce, ekseriya kurnazca başını eğiyor, gizlice onlara ve kardeşine hakikaten pek garip nazarlar atfediyordu! Gözlerinin etrafı hafifçe morarmıştı. Güzel kadın veya arkadaşı çocukça bir he­ vesle yanlarında yürümeğe çalışan küçük oğlanın sarışın buk­ lelerini okşar, körpe gerdanını, beyaz yakalığını hafifçe sıkar­ ken, kızın yüzünde tasvirine imkân olmıyan keskin bir kur­ nazlık, vahşî bir dikkat canlanıyordu. B u garip kızcağızın £iziyonomisinde muhakkak ki büyük adamlara has bir ihtiras var­ dı. Y a acı çekiyor, yahut düşünüyordu. B u çiçek halindeki mahlûkların yaşamıyacaklarına en büyük alâmet, henüz filiz veren ruhlarını kemiren bu vakitsiz düşünceler midir? Yoksa, vücutlarında çöreklenen ıstırab mı? ihtimal anneler bilir. B ir çocuğun alnında, bir ihtiyar endişesinin dolaşmasından daha tüyler ürpertici ııe var? Bence, bir bakirenin dudaklarındaki küfür bile bundan daha az korkunçtur. Daha şimdiden dalgın­ laşan kızın bayağı budalaca tavrı. Jestlerindeki seyreklik, hü­ lasa' her hali dikkatimi çekti. Onu inceden inceye süzdüm. M ü ­ şahitlerin şanından olan bir hevesle kızı kardeşile mukayese ediyor, aralarındaki benzerlikleri ve ayrılıkları yakalamağa ça­ lışıyordum.


OTUZUNDAKİ

KADIN

107

Kızın saçları kumraldı, gözleri siyahtı. Kuvveti vaktinden evvel gelişmişti. Bunların aksine, küçük kardeşinin saçlari sa­ rı, gözleri deniz yeşiliydi. Hareketlerinde zarif bir gevşeklik vardı. Abla, yedi sekiz yaşlarında olacaktı. Öteki ancak dör­ dünde vardı. Ayni şekilde giyinmişlerdi. Fakat dikkatle bakınca, gömleklerinin yakalığında küçük bir fark gör­ düm. Amma sonraları bu ehemmiyetsiz farkta maziye ait bütün bir roman, istikbale dâir bütün bir facia okudum. Esmer kızın yakalığı basitti, hâlbuki oğlanınki zarif tentelerle süs­ lüydü. B u hususiyet bir gönül sırrını, çocukların annelerinin ruhunda okudukları gizdi bir tercihi açığa vuruyordu. Kayıtsız ve neşeli oğlan bir küçük kıza benziyordu. Beyaz teni o kadar 'parlak, hareketleri öyle zarif, çehresi o derece tatlı ili ki. H a l­ buki ablası, güçlü kuvvetli olusuna, yüzünün güzelliğine, teni­ nin taravatine rağmen hastalıklı bir oğlan çocuğunu andırıyor­ du. Çocuk bakışlarına, büyük bir cazibe veren ,o nemdi buğudan mahur m oian gözleri, saraydaki nediımlerinkiler gibiydi. Sanki onları da derunî bir ateş yakmış kurutmuştu. Sonra beyazlı­ ğında, kuvvetli bir seciye alâmeti olan bilmem nasıl mat ve zey­ tuni bir nüans vardı. Kardeşi kalbe işliyen bir zarafet tatlı bir bakış ve Charlet’yi acze düşürecek manalı bir çehre ide iki defa ona yaklaşmış, içine üflediği av borusunu uzatarak okşayan bir sesele:.— A l Helene, istiyor anısın? diye sormuştu. Kardeşi yaklaştıkça, görünüşte kayıtsız olan çehresi karanlıklaşan ve korkunçlaşan kız, şiddetle titriyor, kızarıyordu. Kardeşinin su­ aline valisi bir bakışla cevap vermişti. Fakat küçük oğlan, her halde ablasının hüznünü farketmiyordu. Annesile genç adamın Goblins köprüsünde sessizce durduklarını görerek: — A n n e ! Helene oynamak istemiyor. , Diye seslendi — Vaz geç Chrales, bilirsin ya surat asttıak âdeti. Tekrar genç adamla dönen annenin, gelişi güzet söylediği bu kelimeler, kızın .gözlerinden yaşlar boşandırdı; fakat ses­ sizce ağladı. Kardeşine, o bir türlü izah edemediğim derin ba­ kışlarından birini ateftti. Korkunç bir zekâyla önce tepesinde bulunduğu maili, sonra da Bievre ırmağını, manzarayı ve be­ ni süzdü. Neşeli çiftin beni görmelerinden çekiniyordum. Y a ­ vaşça oradan ayrıldım gidip mürver ağaçlarından bir çitin ar­ kasına sışftndım. Yapraklar beni tamamen gizliyordu. Yokuşun üstüne rahatça çömeldim. Sessizce, bir taraftan mevkiin değişen güzelliklerine, bir taraftan da, çitin aralıklarından başımı da­ yadığım mürverlerin — aşağı yukarı bulvar seviyesindeki— ete­


168

OTUZUNDAKİ

KADIN

ğinden. .hâlâ görebildiğim küçük kıza bakıyordum. Helene benigöımeyince telâşlandı, siyah gözleri, tarif edilmez bir tecessüs­ le, uzaklarda, ağaçların arkasında beni araştırdı. O anda Charles’in masunf kahkahaları bir kuş cıvıltısı gibi çınladı. GüzeL genç de bu küçük oğlan .gibi sarışındı, onu kollarında zıplatı­ yor, çocuklara hitabederken asıl mânalarına ehemmiyet verme­ den gayri ihtiyarî kullandığımız o gelişi güzel kelimeleri, sayıp dökerek öpüyordu. Anne, onların oyununa gülümsiyor, arada bir hafif sesle kalbinden gelen sözler fısıldıyordu, her halde, çünkü arkadaşı mesut b ir eda ile duruyor, ateşli ve perestişkâr mavi gözlerile bakıyordu ona. Çocuğunukine karışan seslerinde okşayan b ir ahenk vardı. Ü çü de pek şekerdi. O muhteşem manzaranın ku­ cağındaki bu lâtil sahne, tabiatin güzelliğine inanılmaz bir şi­ rinlik saçıyordu. Dilber, beyaz, şen bir kadın, bir aşk çocuğu,, gençliğin cazibesi içinde bir erkek. Masmavi gök. Kısaca, ru­ ha baz vermek için tabiatin bütün güzellikleri el ele vermişti. Baktım ki, bu saadet bana aitmiş gibi ben de gülümsemekteyimGüzel delikanlı saatin dokuzu çaldığını duydu. Ciddileşen, ve âdeta mahzunlaşan arkadaşını kucakladıktan sonra, ihtiyar bir uşağın ağır ağır sürdüğü arabasına döndü. Sevgili çocuğun cıvıltıları gencin son öpücüklerine karıştı. Erkek arabasına bindi. Kadın, hareketsiz, bulvarın yeşil ağaçlarla çevrili yolun­ da ilerliyen arabanın, uzakaşmasını dinledi ve toz bulutları dalgalandıran izlerini takibetti, bakışlarile. Charles köprünün yanında duran ablasına koştu. Gümüşî gibi berrak sesile: — Niçin cici amcama Allaha ısmarladık demeğe gelmedin? dediğini duydum. Kardeşini sathi mailin kenarında gören Helene, bir çocu­ ğun gözlerini alevlendiren bakışların en korkuncile baktı ona ve büyük bir tehevvürle yavruyu itti. Charles dik yokuştan kaydı, yolda ağaç göklerine çarptı, hızla duvarın keskin taşla­ rına fırladı. A ln ı parçalandı, sonra kan içinde ırmağın çamur­ lu sularına yuvarlandı. Su, sarışın güzel başının altında .binbir fıskiye halinde ayrıldı. Zavallı yavrunun keskin çığlıklarını işittim. Fakat sesi çok geçmeden nehrin çamurlarında boğula­ rak duyulmaz oldu ve çocuk uçuruma düşen bir taş gibi boğuk bir .gürültü yaparak kayboldu. B u yuvarlanış bir yıldırım hızîle olmuştu. Derhal kalktım ve bir patikadan indim. Şaşkına dönen Helene yürekler parçalayıcı feryatlar kopardı: Anne, anne! Anne oracıkta, benim yanümda id i; kuş gibi uçmuştu: Apı-


OTUZUNDAKİ

KADIN

109

m a ne annesinin gözleri, ne de benimkiler seçebiliyordu, çocu­ ğun gömüldüğü yeri. Kara su, geniş bir sahada kaynıyordu. Bie/re ırmağının yatağında on ayak çamur vardır, orada, ço­ cuk ölüme mahkûmdu. İmdadına koşmak mümkün değildi. Günlerden pazardr. O saatte herkes istirahatte idi. Bievre’de ne kayık vardı, ne balıkçı. P is kokan ırmağı karıştırmak için sırık falan bulamadım. Uzaklarda da kimsecikler görünmüyordu B u meşum kazadan niçin bahsedecektim? Felâketin sırrını açıklamaan neye yarayaca-kti? Helene, belki de babasının öcünü almıştı. Kıskançlığı şüphesiz ki Tanrının iradesiydi. Bununla beraber, anneyi seyrederken titredim. Kocası, ezelî savcısı, bi­ raz sonra onu korkunç bir şekilde sığaya çekmiyecek miydi? Hem peşinde de, susturulmasına imkân olmıyan bir şahit var­ dı. Çocukların alm şeffaf, tenleri berraktır. Yalan, onların göz­ lerine varmcrya kadar kızartan bir ı-şiık gibidir. Bedbaht kadın, henüz evde kendisini bekliyen işkenceyi düşünmiyor, Bievre’e ■fcakıj'ordu. Böyle bir hâdise, bir kadının hayatında tabiatile korkunç akisler yaratacaktı. İşte zaman zaman Juliette’in aşkını bu­ landıran tn müthiş yankılardan biri de bu kaza oldu. Aradan ikiüç yıl geçti. O akşam, yemekten sonra M arki de Vandeııesse’in evinde bir noter bulunuyordu. M arki ölen bahasının yasını tutuyordu, halledilmesi gereken bir miras meselesi de vardı. Bu noter Steme'in tasvir ettiği o ufak tefek mukavelât m uharriri değildi. Parisin semiz ve besili noteriydi, budalalığı ölçü ile yapan, ayaklarile meçhul bir yaraya basdıktan sonra, niçin şikâyet edildiğini soran saygı değer zatlardan biri, böyleleri, yaptıkları zararlı eşekliğin tesadüfen farkına varırlarsa: V a llah i bilmiyordum, der geçerler. Kısacası, kâfi derecede budala ve hayatta yalnız mukave­ leler gören bir noterdi bu. Madam d ’Aiglemont da diplomatın yanında idi. General, yemekten sonra, iki çocuğunu bulvardaki tiyatrolardan birine Am bigu— Comique veya Gaiete’ye götürmek için, nezaketle ay­ rılmıştı. Gerçe melodramlar, hisleri fazla kamçılar, fakat her nedense Paris de çocukların bunları seyretmesinde mah­ zur görmezler, masumlar daima muzaffer olduğundan bu eser­ le r tehlikesiz addedilir. Kıziyle oğlu, perde açılmadan önce tiyatoraya yetişmek için babalarını öyle sıkıştırmışlardı kd Ge­ neral çerezi beklemeden .kalkmıştı. Noter, yurdum duymaz noter, kocasile çocuklarını- tiyat­


HO

OTUZUNDAKİ

KADIN

roya gönderdiği halde Madam d’Aiglemont’un niçin orada kal­ dığını düşünmekten acizdi. Yesmektenberi sandalyesine çivi­ lenmiş gibiydi. Çerez yenirken bir münakaşa çıkmış, uzun, müddet, sofrada kalmışlardı. Uşaklar kahve getirmekte geciki­ yordu. Her halde kıyjmetli bir zamanı yiyordu bu aksaklıklar. Güzel kadın sabırsızlanmağa başlamıştı; bu halile, yarıştan ön­ ce eşinen asil bir kısrağa benziyordu âdeta. Noterin ne attan anladığı vardı, ne kadından. Markizi sa­ dece oynak ve civelek buluyordu. Moda olan bir -hanımın ve önemıi bir politika adamının meclisinde bulunmaktan pek keyflenmiş, boyuna espiri yapıyordu. Sabrını adam akıllı tükettiği Markizin sahte tebessümünü takdir işareti sanıyor ve alıp yü­ rüyordu. Ev sahibi de, hanım arkadaşı gibi noterin sitayişkâr cevaplar beklediği yerlerde bir çok defalar hiç ağzını açmamış­ tı. Fakat bu mânalı duruşlar esnasında mübarek adam ateşe ba­ kıyor, zihninde fıkralar araştırıyordu. Diplomat saatine baş vurdu, yine olmadı. Nihayet güzel kadın dışarı çıkmak için tekrar şapkasını giydi, amma çıkmadı. Noterin ne gördüğü vardı, ne duyduğu. Hayran kalmıştı kendi kendine.; M arkizi cerbezesile oraya mijhladı'ğından emindi. îdinden: “ Şüphesiz ki oda artık müşlerkn olur” diyordu. Markiz ayakta duruyor, eldivenlerini giyiyor bir kendisi gibi sabırsızlanan Marki de Vandenesse’e, birde nüktelerini kurşun gibi savuran notere bakıyordu. Mübarek zat sustukça, güzel çift: -‘Oh, nihayet gidecek!” diye işaretleşerek derin bir nefes alıyorlardı. Amma ne gezer. İki sevdalının sinirlerini gerdikçe geren manevî bir kabus­ tu bu. Üzerlerinde kuşları gözetliyen bir yılan tesiri yapıyor, onları kabalığa mecbur kalacak hale getiriyordu. Nüktedan noter, o sırada gözde bulunan D u T illet’nin ser­ vetini kazanmak için ne alçakça çarelere baş vurduğunu anlatı­ yor ve adiliklerini uzun uzun sıralıyordu. O tam lafın hararetli yerinde iken, diplomat saatin dokuzu çaldığını duydu. N oteri­ nin açıkça sepetlenmesi gereken bir budala olduğunu anladı. Kati bir jestle sözünü kesti. N oter: — Maşayı mı istiyorsınız beyefendi? Diyerek müşterisine maşayı -uzattı. — Hayır bayım. Size izin vermek mecburiyetindeyim. M a ­ dam çocuklarının yanına gitmek istiyor, ben de ona refakat et­ mek şerefine nail olacağım. B ir saattenberi yalnız kendisi konuşan noter:


OTUZUNDAKİ

KADIN

v

111

— O., saat dokuz olmuş, dedi. Z arif insanların meclisindevakit gölge gibi geçiyor. Şapkasını aradı. Sonra gelip şöminenin önüne dikildi. H ıç ­ kırığını zorla zaptetti ve Markizin yıldırım gibi gazaplı bakışlarini görmeden, müşterisine: — Meseleyi hülâsa edelim beyefendi dedi. İş her şeyden mühimdir. Yarın, biraderiniz hakkında bir ihzar müzekkeresi, kestirir, onu ikamete bağlarız, sonra. Noter müştersinin niyetlerini o kadar yanlış anlamıştı ki,, verdiği talimatın tamamen tersine hareket edecekti. Mesele pek: nazikti. Vandenesse, iştemiyerek budala noterin fikirlerini düzeltmek zorunda kaldı. ,Bu yüzden bir hayli zaman alan bir münakaşa çıktı. Nihayet genç kadının işareti üzerine diplom at: — Dinleyin dedi. Kafamı şişiriyorsınız. Yarın dokuzda davavekilimle beraber gelin! J — Amma beyefendi şu ciheti arzetmeme müsaade buyurun: Yarın Bay Desroches’i bulacağımız muhakkak değildir; ihzar müzekkeresini öğleden evvel kesmezsek, sonra vadesi biter. O esnada avluya bir araba girdi. Gürültüyü duyan kadın­ cağız gözlerinde toplanan yaşları göstermemeik için hızla ar­ kasını döndü. M arki evde olmadığını söylemek için zile bastı. Gaiete’den ansızın dönen General, oda hizmetçisinden önce içeri girdi, bir elile gözleri kızarmış olan kızını, ötekile darğın ve somurtgan duran oğlunu tutuyordu. Kadın, kocasına: i — Ne oldu? diye sordu. General açık kapısından, gazeteler görünen budvara d oğ­ ru yürüyerek. — Sonra anlatırım cevabım verdi. Sabrı tükenen Markiz, kendini yeisle bir kanapeye attı. Çocuklara hulus çakmağı boynuna farz oldu sanan noterr Oğlana Özentili bir nezaketle: — Söyle bakalım yavrum, komedide ne gösteriyorlardı? Dedi. Gustave homurlanarak: — Sel vadisi; diye cevâp verdi. N o te r: — Şerefim hakkıçin şu zamane muharrirleri yan yarıya çılığın. Neden “vadideki sel” değil, Sel vadisi. B ir vdide pek­ âlâ sel olmayabilir. Oysaki muharrirler “vadideki sel” deselerdi daha açık, daha sarih, daha belli ıbir şey söylemiş olacaklardı. Neyse, bırakalım orasını. Amma bir selin, b ir vadinin içinde dramın işi ne? Ha., diyeceksiniz ki bugün bu nevi piyeslerin


112

OTUZUNDAKİ

KADIN

başlıca cazibesi dekorlarıdır. B u isim de pek güzel dekorlar m üjdeliyor. (Çocuğun önüne çömelerek) bari iyi eğlendiniz mi küçük ■dostum? dedi. Çocuk: — Evet efendim. Evet, çok eğleniyordum. Piyeste pek cici Trir oğlan vardı. Amma dünyada kimsesi yoktu. Çünkü 'babası, babalık etmesini bilmemiş de. Çocuık selin üstündeki köprüye gelince birden karşıdan siyahlar giyinmiş tüylü tüylü koca bir 2 rap çıkmaz mı ? Çocuğu hemen suya attı. O zajman Helene ağ­ lamağa, hıçkırmağa -başladı. Salondakfler hep bize -baktılar. B a ­ ham da çabucak bizi kaldırıp getirdi işte. M arkiz de, mösyö Vandenesse de şaşkına dönmüşlerdi. Sanki ân! bir hastalık onlarda ne düşünmeğe takat bırakmıştı, ne harekete. General: — Sııssanız a Gustave! diye bağırdı. Size tiyatroda geçen •şeylerden bahsetm-iyeceksiniz demedim mi? Şimdiden tenbihlerimi unutuyorsınız. Noter: — Onu mazur görünüz paşa hazretleri suç bende; ben sor­ dum . Amma meselenin ehemmiyetini... Baba oğluna soğuk soğuk bakarak: — Cevap vermemeliydi! dedi. Çocuklarla babalarının apansız dönüşlerindeki hikmeti, diplom atla M arkiz artık pek- âlâ anlamışlardı. Anne kızına bak­ tı, ağladığımı gördü. Yanına gitmek için ayağa kalktr. şiddetle takallus eden çehresinde büyük bir sertlik vardı. — Yeter Helene! H aydi budvara gidip gözlerinizin yaşınr kurutun. Hem annenin hiddetini, hem çocuğun ağlayışını yatıştır­ mak istdyen noter: — N e yaptı ki bu zavallı yavru? dedi. O kadar cici k i dün­ yanın eıı uslu mahlûkudur muhakkak. Eminim ki madam, size yalnız neşe veriyor, öyledeğil mi yavrum? Helene titriyerek annesine -baktı. Göz yaşlarını sildi, çeh­ resine sükûnet vermeğe çalıştı ve budvara kaçtı. Noter, boyuna devam ederek: — Şüphesiz ki madam siz pek iyi bir annesinizdİT. Çocuk­ larınızın ikisini de aynı derecede seversiniz muhakkak. Y ü k ­ sek faziletiniz, uğursuz neticeleri, bilhassa biz noterlere, her, gün malûm olan öyle fena tercihler yapmanıza manidir. Cerni-yet elimizden geçiyor. İnsan ihtiraslarım, en çirkin şekilleri


OTUZUNDAKİ

KADIN

113

olan menfaatler halinde görüyoruz. B ir bakıyorsınız, annenin biri, kocasından olan çocuklarını, tercih ettiği evlâtlarının men­ faati için mirastan mahrum bırakmak istiyo-r. Halbuki beri yan­ da kcca da servetini, annenin nefret ettiği çocuğa hasretmeğe çalışıyor. Mücadeleler, endişeler, muameleler gizli senetler; muvazaalı satışlar, vasiyeti meşrutalar, alrp yürüyor. Hülâsa mülevves işler, berbat billahi .berbat. Ötede babalar hayatlarını karılarının servetini çalarak, çocuklarım mirastan mahrum- bı­ rakmakla geçiriyor. Evet çalarak. Kelime tam yerindedir. Dramdan bahsediyorduk. Sizi temin ederim ki bazı teberruların sırrını açıklıyabilsem muharrirlerimiz onlar hakkında korkunç romanlar yazabilirlerdi. Bilmemki kadınlardaki bu kudret ne? H er istediklerini yapıyorlar. Görünüşe ve zaafları­ na rağmen üste çıkan hep onlar, amma külahıma anlatsınlar. Bana sökmez, cemiyet hayatında nazikâne bir şekilde “tarif edilemez” diye vasıflandırılan bu tercihlerin iç yüzünü daima keşfederim ben. Amma kocalar bu sırrın hiç farkına varmaz, insan doğrusunu söylemeli. Diyeceksiniz ki... Babasile budvardan salona dönen Helene, dikkatle noteri dinliyordu. Söylediklerini o kadar iyi anlıyordu ki, çocukluğun bütün şevki tabiisile bu hâdisenin kendini tehdit eden huşune­ ti b if kat daha arttıracağı m sezerek, annesine korka korka baktı. Markiz, Vandenesse’e dehşet dolu bir işaretle, düşünceli düşünceli halının çiçeklerine bakan kocasını gösterdi. O za­ man diplomat, bütün muaşeret âdabına rağmen kendini tuta­ madı artık. Notere yıldırım gibi bir bakış firlatti. ı Hızla salondan önceki odaya doğru yürüyerek: •— Buraya gelin elendi; dedi. Noter cümlesini tamamhyamadan, titreyerek peşine düştü. Salonun kapısını şiddetle kapayan mösyö de Vandenesse: — Efendi dedi. Yemektenberi boyuna sersemce hareketler yaptınız, budalaca laflar söylediniz. Allah için olsun gidin, ar­ tık. A z daha kalsamz büyük bir felâkete sebep olacaksınız. N o ­ terlikte hüneriniz varsa dairenizde kalın. Tesadüfen yolunuz kibarlar âlemine düşerse daha ihtiyatlı olmağa çalışın. Sonra noteri selâmlamadan, oracıkta bıraktı ve salona gir­ di. Bizim muhterem zat, ibir an neye uğradığını anlamadı. K ö­ türüm gibi dona kaldı. Kulaklarındaki uğultular geçtikten sonra salonda iniltiler, gidiş gelişler duyar gibi oldu. İçerde hızlı hızlı çıngıraklar çalındi. Kontla tekrar karşılaşmaktan 9 korktu. Oradan fertiği çekmek ve merdivene yetişmek için F. 8


114

OTUZUNDAKİ

KADIN

bacaklarında kuvvet buldu. Fakat, kapıda, efendilerinin einrini almak için 'hızla koşuşan uşaklara çarptı. Nihyet selâmeti bu­ lup, araba, ararken: — Büyük beyzadelerin hepsi böyle işte., diye söylendi. Si­ zi konuşmağa sürükler, iltifatlarla cesaret verirler. Onları eğ­ lendirdiğinizi sanırsınız. N e gezer efendim. Münasebetsizlik­ ler yapar, yüz çevirir, hattâ sıkılmadan kapı dışarı bile ederler. Halbuki pek de nüktedanlğım üstümde idi. Hep makul, makbul, münasip şeyler söyledim. V ay canına be! İhtiyatlı olmamı tav­ siye ediyor. Ben de kıtlığı mı var sanki! Hem noterim, hem de noterler meclisinde âzayım üstelik. Adam sende, bir sefir hic­ viyesi bu. D il uzatimıyacaklan şey yoktur ki. Yalnız, nasıl olup da evinde yalnız budalalıklar yaptığımı ve hep sersemce laflar söylediğimi izah eder bana. Tarziye istiyeceğim; şey, yani sebebini soracağım neyse. Beki de ben suçluyım. Aman enayi gibi kafamı yoruyorum. Bundan bana ne? Noter evine döndü. O gece olup bitenleri noktası naktasrna hatununa anlatarak bü muammaya ne dersin diye sordu. — Kuzum Crotta.. Beyefendinin yerden göğe kadar hakkı var; doğrusu. Bütün yaptıkların budalalık, bütün söyledikle­ rin sersemliki — Niçin? — Sanki söylesem, de ne olcak kuzum. Yarın başka yerde aynı şeyi tekrar yaparsıri. Yalnız yine tavsiyem olsun, sosyete­ de dâvalardan başka şeye burnunu sokma. — E ğer sen söylemiyeceksen ben de yarin gider, kendiB&nden... — Subhanaîlah; en budala insanlar bile böyle şeyleri sak­ lamağa uğraşır. Birde koca bir sefirin kalkıp' da sana - izahat vereceğini sanıyorsun ha! Doğrusu Crotta, senin bu kadar abdallaştığını hiç görmemiştim. — Mersi, cicim!.


V İK İ K A R Ş IL A Ş M A Restorasyon devrinde yüksek mevkiler işgal eden, Napolyonun eski bir yaveri güzel günleri geçirmek i-çin Versailles’e gelmişti. Sadece M arki veya General diye anacağımız bu zat, kilise ile Montreuil kapısı arasında, Saint Cloud geçidine g i­ den yol üzerindeki bir köşkte oturuyordu. Saraydaki vazifesi Paristen uzaklaşmasına engel oluyordu. Vaktile, bazı bü­ yük asilzadelerin geçici sevdalarına siığnak diye kurulan bu pavyonun geniş mülhakatı vardı. Etrafı baihçe ile çevriliydi; hem sağ taraftan, hem de soldan MontreuiPin ilk evlerile, şe­ hir kapısı civarındaki kulübelerden ayni derecede uzaktı. B u sayede, malikâne sahipleri, kasabadan iki adım ötede bulunduk­ ları halde, inzivanın bütün zevklerinden faydalanabiliyordu. Anama gariptir ki, evin cephesi!e medhal kapısı, doğrudan doğ­ ruya yola bakıyordu. On beşinci Louis’in matmazel de Romans için yaptırdığı nefis köşke giden bu yol — anlaşılan— eskiden pek tenha idi. M eraklılar bu pavyona varmadan önce, — şurada burada— gerek içi ve gerek dekoru, baslarına kaktığımız ho­ vardalıklarında gölge ve esrar arayan büyük babalarımızın ari­ fane sefahatlerine şahitlik eden bir kaç gazino görürler. B ir kış gecesiydi. Marki, karısı ve çocukları o tenha evde yapa yalnızdılar, içlerinden birinin düğününü kutlamak için, uşaklar Versailles’e gitmek müsaadesini almışlardı. Ü stelik; noel de vardı. Düğüne yortunun kudsiyeti de katılınca, efendi­ lerinin mazur göreceğini uman hizmetkârları izin müddetini bir miktar geçrmekte mahzur gömüyorlardı. Amma General her söylediğini şaşmaz bir doğrulukla tutan bir insan olarak tanındığından izin saati bittikten sonra dansa devam eden ka­ çaklar, vicdan azabı da duydular. Saat on biri çaldığı halde adamlardan hiç biri görünmemişti. Sahrada hüküm süren de­ rin sükût sayesinde, zaman zaman, ağaçların karanlık dalların-


116

OTUZUNDAKİ

KADIN

da ıslık çalan, evin etrafında inliyen, uzun koridorlarda uğul­ dayan poyrazın işitilmesi kabil oluyordu. Don havayı o kadar şatlaştırmış, toprağı öyle sertleştirmiş ve kaldırımları sarmışd ı ki her şeyde — garabetine daima şaştığımız— kuru bir çın­ layış vardı. Geç kalan bir sarhoşun ağır adımları, yahut Parise dönen bir kira arabasının gürültüsü her vakitkinden daha kes­ kin akisler yapıyor ve uzaklardan duyuluyordu. Anî bir kasır ka ile raksa başlıyan kuru yapraklar, dilsiz kalmak istiyen ge­ ceye bir ses vererek, avlunun taşlarında titreyip ürperiyorlardı. Kısacası, hodbin kalbimizde, fakire veya yolcuya karşı kısır bir feryat koparan ve ateş kenarına büyük bir lezzet bahşeden o sert gecelerden biriydi bu. O esnada salonda toplanan aile, ne uşakların yokluğuna, ne evsiz barksız insanların, ne de kış gecelerinin şiiriyetine aldırıyordu. Hisler örselenmediği, şefkat ve samimiyet, sözle­ re, .bakışlara, oyunlara canlılık verdiği zaman aile hayatı ne tatlıdır. İhtiyar bir askerin himayesine güvenen kadınlar ve çocuklar, şimdi, öyle derin düşüncelere kapılmadan bu leziz dakikalar: yaşıyorlardı. Gürül güriil yanan şömine yakıcı bir hararet saçıyordu. Dışarıda soğuğun pek şiddetli olduğu bundan da belliydi. Ge­ neral ocak başında uzun ve geniş bir koltuğa oturmuş,' daha doğrusu gömülmüştü. Başı koltuğun arkasına dayalı ve hafifçe eğikti. Bu ihmalkâr pozdan, mert babanın, gölgesiz bir huzur ve tatlı bir neşenin inşirahı içinde bulunduğu anlaşılıyordu. Y arı yarıya gevşiyen kolları, rehavetle sarkıyor, tavrında­ ki saadet ifadesini tamamlıyordu. Marki çocuklarının en küçü­ ğünü. annesinin elbiselerini değiştirmesine razı olmıyan yarı çıplak dört beş yaşındaki bir oğlanı seyrediyordu. Yavru, M ar­ kizin arada bir uzattığı gecelik gömleğinden veya takyesinden kaçıyor, işlemeli yakasını çıkarmıyor, annesi çağırdıkça, bu çocukça Serkeşliğe onun da gülümsediğini görerek kahkahayı basıyor, sonra kendisi kadar masum fakat daha muzib olan kız kardeşife oynamağa kuyuluyordu. Kızın sözleri daha iyi anla­ şılıyordu. Haşari oğlanın belirsiz cıvıltısı ve bulanik fikirleri­ ni anneyle baba güçlükle seçebiliyordu. Kardeşinden iki yaş büyük olan Moina, şimdiden kadınca bir eda taşıyan cilveleri-, le, bitmez tükenmez kahkahalar uyandırıyordu. Havai fişek­ ler gibi uçuşan bu kahkahalar görünüşte sebesizdi. Amma, on­ ların sıkılmadan tombul vücutlarını, beyaz ve körpe şekillerini teşhir ederek, siyah ve sarışın saçlarının buiklelerıni birbirine katıştırarak, neşenin şirin gamzeler çizdiği yüzlerini sürtüş-


OTUZUNDAKİ

KADIN

117.

fürerek, ateşin önünde yuvarlandıklarım 'gören bir baba, hele bir anne, kendileri için şimdiden bir mâna ve bir sevgi ifade eden bu küçük ruhları anlardı. Bu iki melek, buğulu gözlerinin ve parlak yanaklarının keskin renklerile, üzerinde tehlikesizce düşüp kalktıkları, alt alta üst üste debelendikleri, boğuştukla­ rı, vuvarlandıkarı, yumuşak halının çiçeklerini gölgede bırakı­ yorlardı. Cünbüşlarınm sahnesi o haliydi işte. Ocağın öteki ucunda, kocasının karşısında bir kozöze ku­ rulan annenin etrafında dağınık elbiseler duruyordu. Elinde kirimizi bir terlik vardı. İhmalkâr bir tavır takınmişti. Kararsiz ciddiyeti dudaklarındaki yumuşak tebessümde eriyordu. Otuz altısında gösteriyordu. Yüz çizgilerinin nadir mükemmeliyeti sayesinde .hâlâ güzeldi. Şu anda hararet, ışık ve saadet bu çeh­ reye .harikulade bir şaşaa saçmakta idi. Çok defa, okşıyan babakışlannı, çocuklarından ayırarak, kocasının vakur simasında dclaştırıvor, ve arada bir karşılaşan gözleri, sessiz hazlar ve derin düşünceler alıp veriyordu. Genealin pek yanık çehresi vardı, kırlaşan bir kaç demet saç, geniş ve düz ailnına dökülü­ yordu. M avi gözlerinin erkekçe pırıltıları, solgun yanakların­ daki çizgilerde okunan yiğitlik, elbisesinin iliğini çîçeklendîren kırm i’ î şeridi, çetin emekler sayesinde kazandığını gösteri­ yordu. Anlatılmaz bir saflık ve .babacanlıkla ışıldayan bu sert bu keskin çehrede, iki yavrunun masum neşeleri dalgala­ nıyordu. İhtiyar komutan, pek güçlük çekmeden tekrar çocuklaşmıştı. Zaten,ku vvetin aczini ve zaafın imtiyazlarım görüp anlıyacak kadar feleğin çemberinden geçen askerlerin içinde, daima çocukluğa karşı ıbir parça aşk yuk mıdır? Daha ötede keskin ışıkları, şöminenin üstündeki mumların solgun ziyalarile çarpışan astra! (1 ) lambalarla aydınlanmış yuvarlak bir masanın önünde on üç yaşlarında bir çocuk, büyük bir kitabın yapraklarım acele acele çeviriyordu. Kardeşinin ve 'hemşiresinin çığlıkları onu hiç oyalamıyor, yüzümle gençliğe has tecessüs okunuyordu. Binbir gece hikâyelerinin sürükleyi­ ci güzellikleri ve sırtındaki liseli üniforması bu derin dalgın­ lığ a hak verdiriyordu. Hareketsiz ve düşünceli idi. B ir dirse­ ğini masaya koymuştu. Ve baş-, beyaz parmakları siyah saçla­ rını ortadan ayıran eline dayalıydı. Işık, yüzüne yukarıdan? vuruyor, vücudu karanlıkta kalıyordu. Hani Rafael’in siyah •portreleri varan-, sanatkâr bu eserlerinde, dalgın, başı eğilmiş ve istikbali düşünen bir genç olarak tasvir eder kendini, işte delikanlı da bu halile o resimlere benziyordu. i1

( 1 ) Lsm pe astrale: Iş ığ ı yukarıdan aşağı dökülen lamba.


118

OTUZUNDAKİ

KADIN

Masanın yanı başında boylu boslu güzel bir genç kız ger­ gef işliyordu. Gür siyah saçlarla çevrili başı ikâh işine eğiliyor, kâh uzaklaşıyordu. İnce bir zevkle cilânaan bu saçlar ziyayı aksettiriyordu. Tek başına bütün bir tablo idi Helene. Güzelliğine hususi­ yet veren eşi az bir gürbüzlük ve zarafetti. Saçları o kadar gür, o derece zpngindi ki başının etrafında keskin hatlar çizecek surette toplandıkları halde, ensesinde kuvvetli kıvrımlar çizi­ yor, tarağın diş.eıine isyaaı ediyorlardı. Pek sık ve çok mun­ tazam kaşları, lekesiz alnının beyazlığile tezat teşkil ediyordu. Hattâ, üst dudağının yukarısında, nefis ve muntazam bir inhi­ na arzeden Yunankârı burnunun aituıda teninin hafif kurum rengi alışı cesaret alâmetiydi. Bununla beraber, şekillerinin meftun eden değirmiliği, çehre çizgilerindeki masum ifade, körpe tenindeki beııskiık, dudaklarının şehvetengiz yumuşak­ lığı. yüzünün muntazam oval biçimi, bilhassa bik ir bakışındaki ■kudsiyet, bu gürbüz güzelliğe kadınca bir nefaset, bu sükûn ve aşk perilerinden istediğimiz büyülü bir iffet veriyordu. Bu genç kızın nahif ve narin olan tarafı yoktu. H e r halde vücudu ne kadar mütenasip, çehresi ne derece cazibse, kalbi de öyle yumuşak ruhu da o ölçüde kuvvetliydi. O da liseli kardeşi gibi susuyor, gene kızlara has o tehlikeli düşüncelerden birine dal­ mış görünüyordu. B u tahayyülâtın sırrına ne babalar, nüfuz edebilir, ne anneler. Lekesiz bir gökte dolaşan h afif bulutlar gibi. Yüzünden geçen kaprisli gölgeler gizli elemlere mi yor­ mak gerekti. Yoksa ışığın cilvesine mi? Kestirmek imkânsızdı. O anda, karı koca ıbu iki büyük çocuğu tamamen unutmuş gibiydiler. Bununla beraber, Generalin istifhamklr bakışı, bu aile tablosunun ön plânında kaynaşan ve cıvıldayan küçüklerin verdiği ümitlerin lâtif bir tahakkuku olan ikinci plândaki ses­ siz sahneyi, müteaddit defalar kucaklamıştı. İnsan hayatını derece derece izah eden bu çehreler canlı bir şiir teşkil ediyordu. Salonu süsliyen eşyadaki ihtişam, va­ ziyetlerdeki çeşitlik, rengâ renk elbiselerin alaca bulacalığı, yılların, ve ışıklarla tebarüz eden inhinaların farklılaştırdiği bu çehrelerdeki zıddiyet, bu beşerî sahifelere heykeltıraşlardan, ■ressamlardan, muharrirlerden beklediğimiz bütütı zenginlikle­ ri saçıyordu. Nihayet, sessizlik, kış, yalnızlık ve gecede taibiatin nefîs bir eseri olan ıbu ulvî ve masum kompozisyona kendi ihtişamla­ rını veriyorlardı. A ile hayatı böyle kutsal saatlerle doludur.


OTUZUNDAKİ

KADIN

119

Belki, bunlardaki tarife sığmaz büyü, daha iyi bir âlemin y a ­ dından doğmaktadır. B u sahneler çektiğimiz çilelerin bir kıs­ mını telâfi ve bize hayatı kabul ettirmek içindir ve şüphesiz ki semavî ışıklarla halelidirler. Sanki azametli nizam fikirleri­ ni teşhir eden tılısumlı bir kâinat oracıkta önümüzdedir. Sanki İçtimaî âlem gelecekten bahsederek kanunlarını müdafaa eder. Abei veMoina kahkahayı basınca Hâlene müşfik gözlerle onlara bakıyor, gizlice babasını seyrederken açık çehresinde saadet dalgalanıyordu. Amma buna rağmen jestlerinde, duru­ şunda. bilhassa uzun kirpiklerin gölgelediği gözlerinde derin b ir hüzün vardı. Beyaz ve kuvvetli ellerine vuran ışık, onlara şe ffa f ve âde­ ta akıcı bir kızıllık veriyordu. Fakat titreyordu .bu eller. Yalnız bir defa — karşılıklı bir itimatsızlık göstermeden— gözlerile Markizinkiier karşılaştı. V e bu iki kadın birbirini anladılar! Heleııe’in bakışı donuk, soğuk ve hürmetkardı. Anneninki ise, karanlık ve tehditkâr. Genç kız başını süratle işine eğdi. İğneyi maharetle çekti ve uzun zaman Öyle kaldı. Sanki başı pek ağır geliyordu ona. Acaba anne kızına karşı fazla anı haşindi. Bu sertliğin za­ rurî olduğuna mı .kanidi? Helene’in güzelliğini mi kıskanıyor­ du? Amma tuvaletin bütün cazibelerine baş vurmak şartile bu sahada onunla rekabet edebilirdi. Yoksa kız, — anlayışlı hale gelen bir çok kızlar gibi — vazifelerine dinî bir şekilde bağlî görünen bu kadının, bir mezara gömer gibi', kalbinin derinlik­ lerine gizlediğini sandığı sırlarını imi keşfetmişti? Helen e o çağa gelmişti ki, ruhun saffeti, insanı sertliklere sürükler ve İlişlerde muhafaza edilmesi gereken itidali altüst eder. Bazı dimağlarda küçük suçlar bir cinayet kadar büyük .görüniür, muhayyile, vicdan üzerinde tesir icra eder ve böyle zamanlarda genç kızlar, ekseriya suçlara atfettikleri ehemmi­ yet nisbetinde cezayı da gözlerinde büyütürler. Helene kendini hiç kimseye lâyık görmiyordu. önce anla­ madığı, fakat sonra, dinî fikirlerin tesirinde kalan zekâsının kuruntularile şişirdiği geçmişteki hayatına ait bir hâdise — bel­ k i de bir kaza — kısa bir zamandanberi onu kendi sgözünde aşı­ rı derecede küçültmüştü. Onda bu değşiklik, son zamanlarda tercüme edilen yabancı tiyatrolar serisinden Shiller’in o nefis Guillaum T eli trajedisi­ ni okuduğu gün başlamıştı. Cildi elinden düşürdüğü için kızını paylıyan anne, anlamıştı ki, bu mutaJeanm Helene üzerindeki yıkıcı tesiri, şairin bütün bir milleti kurtarmak için bir adamın


120

OTUZUNDAKİ

KADIN

kanını döken Guillaume T e ll’le Jean le Perricide arasında bir nevi kardeşlik tesis ettiği sahneden geliyor. Alçak gönüllü, dindar ve dalgın bir hal alan Helene, artık baloya gitmek istemiyordu. Babasına karşı hiç bu kadar nüvaziş gös­ termemişti, hele annesi yokkem Generali genç kızlara has ok­ şayışlarına gömüyordu. Bununla beraber Helene annesine karşı duyduğu soğuk­ luğu, o kadar zarafetle ifade ediyordu ki, ailesinde hâkim olan birlik üzerine titriyen General, bütün titizliğine rağmen, farkına varamıyordu. Zaten hiç bir göz bu iki kadının kalbini okuyacak kadar keskin değildi. B iri genç ve âlicenap, öteki hassas ve mağrur birincisi bir şefkat hâzinesi, öteki zarafet ve aşkla dolu idi. Gerçi anne usta bir kadın gaddarlığile kızını üzüyordu. Fakat bunu farkeden yalnız kurbanıydı. Esasen çözülmesine imkân olmıyan bütün bu faraziyeleri meydana çıkran da hâdi­ seler oldu. Yoksa, o geceye kadar, bu iki ruhtan hiç bir şikâyet sızmamıştı. Amma şüphesiz ki kendilerile Tanrı arasında me­ şum bir sır mevcuttu. Markiz, Moina ile kardeşinin yorgun düşüp sessiz ve ha­ reketsiz kaldıkları anı yakalıyarak: — Hadi Abel, gel oğlum dedi. A rtık yatmalı. Emreden bir bakışla onu yakalayıp hemen dizlerine oturttu. General: Allah Allah dedi. Saat on buçuk oldu, hâlâ adamları­ mızdan hiç hiri görünmedi. A h melunlar. (Sonra oğluna döne­ rek iiâve etti) Gustave- sana bu kitabı onda bırakman şartile vermiştim. O saatte kendiliğinden kapaman ve gidip yatman lâzımdı. B'üyük bir adam olmak istiyorsan, sözüne dinin gibi hürmet edecek, şerefin, gibi ehemmiyet vereceksin. îngilterenin en büyük hatiplenirden biri olan Foks bilhassa seciyesinin yüksekliğiie nam kazanmıştı. Yaptığı vaitlere sadakat en esaslı m ts ıyetlerindendi. Çocukken namuslu bir Ingiliz olan babası, ona ruhunda ebedî bir iz bırakan zorlu b ir ders vermişti. Fdks, sen çağda iken, tatilleri babasının yanında geçirirdi. Butun Ingiliz zenginleri gibi bu zatın şatosu da hayli geniş bir koru ile çevriliydi. B u koruda eski bir köşk vardı. Onu yı­ kıp manzarası daha muhteşem olan başka bir yere kurdurmak lâzımgelnrişti. Çocuklar binaların yıkılışını seyretmekten hoş­ lanırlar. Küçük Foks da, köşkün çöküşünü görmek için, mek­ tebe bir kaç gün daha dönmemek istiyor, fakat babası, dersle­ rin bağlıyacağı gün kolejde bulunmasını emrediyordu. B u yüz­


OTUZUNDAKİ

KADIN

121

den anlaşamamazlık çıktı aralarında. Anne de 'bütün anneler gibi oğlunun tarafını tuttu. O Zaiman baba, köşkü yıktırmak1 için gelecek tatilleri bekliyeceğine resmen söz verdi. Fok s da döndü koleje, ihtiyar, derslerine dalan 'küçük bir çocuğun bu hâdiseyi unutup gideceğini sanarak köşkü yıktırdı ve başka yere kurdurdu. Gel geleliım inatçı çocuğun kafasından çıkma­ dı köşk. Baba evine dönünce ilk işi koşup eski binayı ziyaret etmek oldu. Fakat yemek zamanı korudan pek mahzun döndü ve babasına: — Beni aldattınız! dedi. İhtiyar Ingiliz asilzadesi vakar dolu bir mahcubiyetle: — D oğru oğlum, diye cevap verdi. Amma hatamı tamir edeceğim, insan servetinden çok sözüne kıymet vermelidir. Çünkü ahde vefa servet kazandırır, fakat dünyanın bütün hâ­ zineleri allahhğın lekesini vicdandan silemez. Baba yıkılan köşkü yeniden, tıpkı eskisi gibi yaptırdı; sonra oğlunun gözü önünde yıkmalarını emretti. Bu hikâye kulağına küpe olsun Gustave!. Babasını can kulagile dlnliyen Gustave hemen kitabı ka­ padı. Odada bir an sessizlik hüküm sürdü. B u esnada general, uyku ile pençeleşen Moina’yı yakalayıp usulca kucağına yatır­ dı. Küçük kız sallanan başını Generalin göğsüne dayadı ve gü­ zel saçlarının yaldızlı büklümlerine sarılı uyudu kaldı. O anda sokakta telâşlı adımlar duyuldu ve birdenbire ka­ pıya üç defa hızlı hızlı vuruldu. B u ses evde akisler uyandırdı. Uzayan vuruşlarda öyle (bir ahenk vardı ki ölüım tehlikesi ge­ çiren bir adamın çığlıkları kadar mânası açıktı. Çoban köpeği kızğın kızgın havladı. Helene, Gustave, General ve karısı şid­ detle titrediler. Fakat annesinin elbiselerini giydirdiği A bel’le Moir a uyanmadılar. General kızını koltuğa bırakarak: — Adam da amma aceleci ha! dedi. — Gitme dostujm. Diyen karısının ricasını işitmeden » hızla salondan yatak odasına uğradı. B ir çift tabanca addı. H ırsız fenerini yaktîı, merdivene fırladı. Yıldırım hızile basamakları indi. A z sonra kapıda idi. O ğlu da cesaretle peşinden gelmişti. — Kim o? diye sordu. i Nefes nefese, âdeta tıkanan bir ses cevap verdi: — Açınız. * — Dost mısınız? — F.vet, dost.


122

OTUZUNDAKİ

KADIN

— Yalnız mısınız? — Yalnızım, amma açın geliyorlar. General kapıyı aralar aralamaz, gölge hızile bir adam içeri ■daldı. Kuvvetli bir tekmeyle kapıyı örttü. V e sanki tekrar açıl­ masına mani olmak ister gibi metanetle arkasına dayandı. Yabancıyı kıpırdatmamak için fenerile tabancasını göğsü­ ne doğru kaldıran General kürklü bir mantoya bürünmüş orta boyiu bir adam gördii. Belliki ihtiyar harcı olan bu geniş ve etekleri yerde sürünen kürk onun vücuduna göre yapılmamıştı. Generale: — Bayım dedi. Tabancanın namlusunu indirin. Rızanız ol­ madan evinizde kalmak niyetinde değilim. Fakat çıkarsam şe­ hir kapısında ölüm bekliyor beni. Hem de nasıl ölüm! Tanrıya karşı mesul olursunuz, iy i düşünün mösyö. B ir A rap misafir­ perverliği istiyorum. Yoksa açın kapıyı, gidip ölürüm. Bana lâzım olan ketumiyet, sığınacak yer ve biraz da su. (H ırıldayan b ir sesle) A h biraz su dedi. Yabancının hummalı bir hızla konuşması Generali şaşırt­ mıştı. — Kimsiniz? diye sordu. Adam şeytanî bir istihza ile: — Kimmiyim? dedi. Pekâlâ, açın kapıyı; uzaklaşacağım. Marki fenerini maharetle dolaştırdığı halde ancak bu çehre­ nin alt ksmını görebiliyordu. Bu kadar garip surette istenen mi­ safirperverliği hoş gösterecek bir mâna yoktu bu yüzde. Y a ­ nakları titriyordu, morarmıştı, simasının 'çizgileri korkunç bir şekilde büzülmüştü. Şapkanın kenarlarından dökülen gölge içinde gözleri, mumun zayıf ışıklarını solduran, iki huzme ha­ linde teressüm ediyordu. Amma nede olsa b ir cevap vermek lâzımdı. General:. — Efendimi dedi, söyledikleriniz öyle garip ki, benim ye­ rimde siz olsaydınız... Yabancı korkunç bir sesle ev sahibinin sözünü keserek: — Hayatım elinizde., diye haykırdı. Kararsızlığa düşen M a rk i: — İki saat, dedi. Adam ; — iki. saat diye tekrarladı. Sonra birdenbire .ümitsiz bir hareketle şapkasını geriye itti, alnını açtı. Son bir tecrübe yapmak ister gibi Generale baktı. B u bakışdaki keskin ışıik .Markinin ruhuna işledi. B u şimşeğe benziyen bir irade ve zekâ hüzmesiydi ve yıldîrım gibi


OTUZUNDAKİ

KADIN

123

çarptı, insanların izahına imkân olmıyan bir kudretle müceh­ hez olduğu anlar vardır. E v sahibi, insanın bazan aydınlatmaktan âciz bulunduğu o gayri ihtiyarî hislerden birine itaat ettiğini sanarak: — Pekâlâ dedi. Kim olursanız olun, çatımın altında emni­ yettesiniz. Derin bir ah çeken yabancı: — Allah sizden razı olsun, diye ilâve etti. Geneıalı — Silâhlı mısınız? diye sordu. Yabancı cevap olaralk hemen göğsünü açıp kapadı. General ancak şöyle bi-r bakabiimişti. Görünürde silâh falan yoktu. B a ­ lodan dönen bir genç gibi giyinmişti yabancı. Gerçe vesveseli General misafirini pek kısa bir zaman tetkik edebilmişti. B u ­ nunla berraber; — Yahu böyle kuru havada da çamura nasıl battınız? diye haykırdı. Adarr mağrur bir eda ile: — Yine mi sual? dedi. O anda M arki oğlunu gördü. Teminki dersi hatırladı. Ona sözüne tamamile sadık olmanın lüzumunu anlatmıştı. B u hâdi­ seye öyc üzıüdü ki, kızgın bir tavırla: — N e o küçük yaramaz! dedi. Yatağında olacağına buraya geldin ha! Gustave: — Tehlike anında size yardımım' dokunabileceğini umdum Oğlunun cevabile sinirleri yatışan baba: — Hadi, odana çık! dedi. (Sonra yabancıya döneeik ilâve etti) siz de benimle beraber gelin. Birbirinden çekinen iki kumanbaz gibi sustular. Generalin içinden meşum önseziler geçmeğe başladı. Yabancı, şimdiden ■kâbus gibi kalbine çökmüştü. Am a verdiği sözü de tutmak zor­ unda idi. Onu koridorlardan geçirdi, merdvenden çıkardı ve ikinci katta tam salonun üstündeki büyük odaya soktu. Bu boş dairede kışın çamaşır kurutuyorlardı. Bitişiğinde oda yoktu. Saramış duvarlarında hiç bir süs görünmiyordu. Eski ev sahi­ bi tarafından şöminenin üstünde bırakılan kötü bir ayna, ev yerleştirilirken, lüzum görülmediği için muvakkaten oraya ko­ nan ikinci bir ayna, .bütün dekorasyon bundan ibaretti. Samanı çıkmış iki köhne iskemle yegâne mobilyasıydıi. General lamba­ yı şöminenin üstüne bıaktıktan sonra, meçhul adama: — Selâmetiniz namına bu mendebur odaya sığınmanız lâ-


124

OTUZUNDAKİ

KADIN

zan, dedi Sırrınızı muhaafza edeceğime söz verdim. Onun için müsaadenizle sizi kilitliyeceğim. Yabancı kabul makamnda başını eğdi, sonra: — Ben sadece sığınacak bir yer, ketumluk ve su istedim. Marki, ,‘şimdi getiririm” diyerek kapıyı itina ile kapadı. Gidip, kilerden bir sürahi getirmek maksadile, rşrk almak için el yordamile salona indi. Markiz kocasına heyecanla: — Allah askına ne var efendi? diye sordu. Soğuk bir tavırla: — Hiç cicim., cevabını verdi. — Amma biz pekâlâ ijşittik. Birin yukarıya çıkardınız. General, başını kendsine doğru kaldıran kızına: — Helene dedi. Düşünün ki babanızın namusu ağzınızı sı­ kı tutmanıza .bağlidir. Hiç bir şey duymamış olacaksınız. Genç kız başının manidar bir hareketile cevap verdi; Markiz, kendisini susturmak için .kocasının bu şekilde ha­ reket etmesine pek alınmış ve içerlemişti. General gidip bi>r sürahi!e bir bardak aldı. Tutsağının bulunduğu odaya gitti. Onu ayakta buldu. Adam şöminenin yanında duvara dayanmıştı. Başı açıktı. Şapkasını sandalyelerden birine atmıştı. H er halde böyle birdenbire aydınlıkta kalacağını ummuyordu. Gözleri Generalin keskin bakışlardı e karşılaşınca alnı kırıştı, yüzünü endişe bürüdü. Fakat sonra sükûnet buldu ve fiziyonomisi koru­ yucusuna teşekkür için nazik bir ifade aldı. General surahile bardağı şöminenin üzerine bırakınca, yabancı ona alev saçan gölzlerile -bakdiktan sonra : ' ^ — Mösyö dedi. Size garip göüneceğim. Zarurî kaprisleri­ mi mazur görün, eğer burada kalacaksanız su içerken bana bak­ mamanızı rica edeceğim. Sesi eskisi gibi ihtilaçlı değildi; yumuşatmıştı. Amma için için titrediğini belli ediyordu. Hoşuna gitmiyen bir adarna ita­ at edip durmaktan içerliyen General hızla ahkasmı döndiü. Y a ­ bancı cebinden beyaz bir mendil çıikardı, sağ elini sa rd ı; sonra sürahiyi yakaladı ve içindeki suyu bir nefeste içti. Verdiği sö­ ze yan çizdiğini hatırına geti:rmiyen General, gayri ihtiyarî ayr.aya baktı. O zaman iki aynadaki akis meçhul adamı tama­ men görmesine müsaade ettiğinden ellerine dokunan mendilin, birdenbire kızardığım farketti. Suyu içtikten ve tekrar manto­ suna büründükt. n sonra şüpheli gözlerle Generali süzen ya­ bancı : — Bana baktınız ha? dedi. Mahvoldum. Geliyorlar, işte. -


OTUZUNDAKİ

KADIN

125

M a rk i: — Ben hiç hir şey duymuyorum, dedi. — Benihn gibi uzaklan dinlemek zorunda değilisiniz de ondan. M isafirinin elbisesindeki geniş lekelerin rengini far.keden General, bir hayli heyecanla: — Demek düello yaptınız ha! dedi. Baksanız a her tarafı­ nız kan içinde. Dudaklarında acı bir tebessüm dolaşan yabancı: — Evet, söylediğiniz g ib i; dedi. B ir düello. O esnada uzaklarda dört nala koşan bir çok atların ayak sesi duyuldu. Fakat bu gürültü sabahın ilk ışıkları gibi hafifti. Generalin tecrübeli kulağı, bölük nizamına alışan disiplinli atların yürüyüşünü farketmişti— Jandarmalar., dedi. Tutsağa baktı. B u bakış az önce, istemiyerek yaptığı sayğısızlığin doğurabileceği şüpheleri dağıtacak mahiyette idi. Işığı aldı, salona döndü. Yukarı kattaki odanın anahtarını şö­ minenin üzerine, .bırakmıştı ki atlıların gürültüsü arttı ve onu titreten .bir süratle köşke yaklaştı. .Filhakika, süvariler evin ka­ pısında durdu. Bir atlı arkadaşlarile bir iki söz konuşduktan sonra hayvandan indi. Sert sert kapıya vurdu. General açmak zorunda kaldı. Karşısında, sırmalı şapka1a n ay ışiğıinda parliyan alti jandarma görünce heyecanlanmaktan alamadı kendini. Onbaşı ona: — Paşam dedi. A z Önce bir adamın şehir kapısına doğru koştuğunu duymadınız mı? — Şehir kapısına doğru mı? yok. — Kimseye açmadınız mı kapınızı? — Kaplımı kendim açmak âdetim mi? — A ffed in paşam, şu anda, zannederim ki. Gncrai hiddetli bir tavırla: — Maşallah benimle alay mı ediyorsınız? dedi. Hakkınız var mı? Onbaşı alt perdeden: — B.'r şey yok paşam bir şey yok diye iâve etti. Gayreti­ mizi ma’ ur görün. Biliyoruz ki gecenin bu saatinde hir A yan âzası kapısını hir katile açmaz, amma bir ipucu yaka’amak arzusu General s — B ir katil mi? diye haykırdı. Kim öldürüllmüş? — Mösyö leBaron de ıMauny, az önce birbalta ile katledil-


126

OTUZUNDAKİ

KADIN

iniş. Anıma, cani şiddetle takibediliyor, bu civarda olduğuna eminiz. Yakalamağa çıktık. M azur .görün Generalim. Onbaşı bu sözleri atına binerken söylemişti. Bereket ki Generalin yüzünü göremedi. Yoksa, ruhun bütün hareketlerini sadakatle aksettiren bu açık fizinomi karşısında, her türlü ih­ timalleri hesabetmeğe alışık olan jandarma,, belki de şüpheye düşerdi. Geneıal ■— Katilin ismini biliyorlar mı? diye sordu. Süvari: — Hayır, dedi. Çekmecenin gözü altın ve bankanotla dolu, hiç dokunmamış. — Şu halde bu bir intikamı olacak. — Yok canım, ihtiyar bir adamdan ne intikam alınacak. Vakit bulamamıştır her halde. Jandarma, uzaklaşan arkadaşla­ rına yetişti. General bir an, — anlaşılması «kalay— endişeler içinde put gibi dondu. A z sonra hararetli hararetli çeneleşen hizmetçilerinin sesini duydu. Gürültüleri Montreuil kavşağın­ dan geliyordu. Adamlar eve yetşince, boşalmak için bahane ariyan hiddeti yıldırım gibi onların başında patladı. Bağırışın­ dan. ev titredi. Sonra, uşakları arasından en cesur ve en zekisi olan oda hizmetçisi, tam gelirken Montreuil geçidinde bir ka­ tili araştıran jandarmalar ve polis memurları tarafından alıkonarâk geciktiklerini söyliyerek bağışlamasını rica edince, yel­ kenleri suya indirdi. Birdenbire sustu. Sonra bu sözler ona, bu garip durumun yüklediği vazifeleri hatırlatarak, adamları­ na hemen gidip yatmalarını emretti. Uşaklar, oda hizmetçisinin uydurduğu yalana,, efendilerinin bu kadar kolay inanmasına şaştılar. Avluda bu hâdiseler cereyan ederken, görünüşte ehemmi­ yetsiz olan bir vaka hikâyemizde yer alan öteki kahramanların durumunu değiştirmişti. M arki henüz salondan çıkmıştı ki, b ir tavan arasının anahtarına, bir de Helene bakan -karısı, kızına doğru eğilerek ona usulca: — Kelene., -dedi. Babanız anahtarı şöminenin üzerinde bırak mış. Şaşıran genç kız başını kaldırdı. Gözlerinden tecessüs -kivılrım lan saçılan annesine ürke ürke baktı. Heyecanlı bir sesle: — Peki anne? cevabını verdi. — Yukarıda neler olup bitiyor öğrenmek isterdim. Hadi git bak. Genç kız ürkek b ir tavırla: » — Ben mi? diye sordu.


OTUZUNDAKİ

KADIN

127

— Korkuyor -mısın? — Hayır, amma; ,bir adamın ayak sesini duydum gibi ge­ liyor bana. Annesi soğuk bir ciddiyetle: — Ben kendim gidebilseyaim, size yukarı çkmamzı rica etmezdim Helene, dedi. Babanız dönerde beni burnazsa ihtimal ki arar, halbuki sizin burada olmayışınızı farketmez. H elen e: — Emrediyorsanız giderim efendim, amma babamın tevec­ cühünü kaybedeceğim. Cevabını verdi. Markız istihza dolu bir eda ile: — Nasıl? dedi. Ben şaka yapıyordum, madem ki siz ciddi­ ye'alıyorsm ız işi, şimdi emrediyorum size, bakın kittn var yu­ karıda, işte anahtar kızım. Babanız şu anda evde olup bitenler hakkında hiç ağzınızı açmamanızı, tenbih etti ama, sizi yukarı ya çimakfan menetmedi. Hadi, H a d i; unutmayın ki bir kız an­ nesi hakkında hiç bir zaman hüküm vermemelidir. Markiz, son kelimeleri gururu incinen bir anne sertliğile söyledikten son­ ra, anahtarı alıp Helene’e verdi. K ız hiç sesini çıkarmadan kalk­ tı ve salona, çrktr. — Annem ne yapar- yapar kendini affettirir amma, ben ba­ bamın gözünden düşeceğim. Yoksa beni babamın şefkatinden mahrum mı etmek, evinden kovdurmak mr istiyor? Karanlıkta koridor boyunca yürürken kafasında bu düşün­ celer kaynaşıyordu. Esrarengiz oda bu dehlizin ucunda idi. Odaya yetişince fikirlerindeki perişanlık tehlikeli bir hal aldı. B u kanma ka­ rışık tahayyül, o zamana kadar kalbinde boğduğu biribir hissi coşturdu. Zaten mesut bir istikbale inandığı yoktu galiba. B u korkunç dakikada hayatından da ümit kesti. Anahtarı kilide yaklaştırırken ihtilaçla titredi. Heyecanı o kadar şiddetlendi ki, kalbinin derin ve gürültülü çarpıntılarını yatıştırmak elin­ deymiş gibi bir lahza elile göğsünü bastırmak için durdu. N i ­ hayet kapıyı açtı. Rezelerin gicirtısn katilin kulağına çarpma­ mış olacaktı lıer halde. Duyuş hassası pek keskin olmakla be,raber hiç kıpırdamamış öylece duvara dayalı ve düşüncelere gömülü kalmıştı. Lambadan fışkıran ışık dairesi onu hafifçe aydınlatıyor ve bu alaca karanlık içinde, gotik kiliselerin al­ tında, kara bir mezarın başında, daima ayakta duran karanlık şövalye heykellerine benziyordu. Sarı ve geniş alnını soğuk ter damlaları kaplamıştı. Şiddetle takallus eden bu çehrede şa-


128

OTUZUNDAKİ

KADIN

şıiacak bîr cesaret ışıldıyorudu. Ateşli gözleri sabit ve kuru idi. Sanki şuracıkta, karanlıkta cereyan eden 'bir 'kavgaya diki­ liydiler. Metin ve keskin dafadesi yüksek .bir ruh gösteren bu çehrede heyecanlı düşünceler dolaşıyordu. Vücudu, duruşu, te­ nasübü vahşî zekâşile aiıenkdardı. Bu adam baştan başa kuvvet ve kudretti. İstikbalinin aşi­ kâr bir timsaliymiş gibi karanlıkları süzüyordu. Napolyonun etrafında kümelenen devlerin azimkar çehrelerini görmeğe alışık olan ve zihni manevî bir tecessüsle meşgul bulunan Ge­ neral bu fevkalâde adamın cismânî hususiyetlerine dikkat et­ memişti. Fakat bütün kadınlar gibi haricî intitoaların tesiri al­ tında kalan Helene hayretle baka kaldı. Şairane bir karışıklık içinde birleşen gölge ile ışık, aza­ metle ihtiras yabancıyı L u cifer’e benzetiyordu. Birdenbire bu çehrede dalgalanan fırtına, sanki bir sihirin tesiri altında îmîş gibi sükûnet buluverdi. Yabancının — ihtimal kendi de farkın­ da olmadan —sebeb ve netince olduğu tarifi ilmkânsız nüfuz bir selin tedrici süratile etraaf yayıldı. Çizgileri tabiî şekille­ rini alırken alnında binbir fikir dalgalandı. O zaman gerek bu mülakatın fevkalâdeliği, gerekse içine g ird iği esrarın tesirile âdeta büyülenen genç kız, bu tatlı ve alâka verici fiziyonomiyi hayran hayran seyredebildi. B ir kaç dakika tılsımlı bir sükût içinde kaldı. Genç ruhunun o ana kadar tanımadığı heyecanlar içinde idi ihtimal ki Helene kıpırdamış veya dudaklarından bir nida dökülmüştü, ihtimal hayal âleminden, gerçekler ale­ nine dönen cânî kendisinikinden başka bir soluk duymuştu. Başını ev sahibinin kızına doğru çevirdi; ve gölgede melek zannettiği bir mahlûkun ulvî çehresini ve muhteşem şekillerini hayal, m*:yal farketti. Helene o kadar hareketsiz ve müphem idi ki! Titreyen bir sesle: — M ösyö! dedi. Katil titredi; yavaşça: — B ir kadın ha! dedi. Mümkiü mü? Uzaklaşınız; bana acı­ mağa, beni mahkûm etmeğe, beni affetmeğe hiç kimsenin hak­ kı yok. Yalnız yaşamalıyım ben. (Sonra bir kral çalımile ilâve etti) hadi gidin yavrum. B u evdeki insan,laırm benimle ayni havayı teneffüs etmelerine razı olursam, ev sahibinin iyiliğine kemlikle mukabele etmiş olurum. Cemyetin kanunlarına boyun eğmeliyim. B u s^n cümle usulca söylenmişti. Derin sezişile bu hüzün­ lü fikrin uyandırdığı a c ıla rı. kavnyan cani Helene’e bir yılan


OTUZUNDAKİ

KADIN

129

gibi baktı. Bu, garip genç kızın kalbinde uyumakta olan düşünceler âlemini harekete getiren bu bakış meçhul âlemleri aydınlatan bir ışık gibiydi. Helene gayri ihtiyarî atfedilen bu nazarın kudretine mukavemet edemedi. Ruhu mebhut ve mağ­ lûp oldu. Utanarak ve titriyerek dışarı çıktı. Salona ancak ba­ basından bir iki dakika önce dönebildi, ö y le ki annesine hiç bir şey söyliyememişti. Pek dalgın olan General, kollarım kavuşturmuş, muttarit adımlarla, sokağa bakan pençerelerden bahçeye karşı olan pençereler arasmda sessizce dolaştı. Karısının kucağında Abel uyuyordu. Koltuğun üzerine bırakılan Moina, yuvasındaki b ir kuş kayıtsizlığile uykuda idi. Ablaları, bir elinde ipek yumağı, ötekinde iğne ateşi seyrediyordu. Salonda ve evin dışında hü­ küm süren derin sükût, birer birer yatmağa giden hizmetçile­ rin muttarit adımları, o geceki âle(min ve neşenin son pırıltısı olan boğuk bir iki kahkaha, sonra karşılıklı oda kapılarının gıcırtısile buzuldu. Sonra yatakların yanında kısık gürültüler, bir sandalyenin devrilişi, ihtiyar bir arabacının h a fif öksürüğü duyuldu. Fakat, çok geçmeden uyuyan tabiatın gece yarısında­ k i karanlık ihtişamı her tarafı sardı. Yalnız yıldızlar ışıldı­ yordu. Soğuk toprağı bağrına basmıştı. H iç b ir varlık konuş­ muyor, kıpırdamıyordu. Yalnız sükûtun derinliğini gösteıtmek ister gibi, ateş çıtırdıyordu. Montreuil’in saati biri çaldı. O anda iist katta belli belirsiz ayak sesleri işitildi. Mösyö de Manuy'un katilini kilitlledklerine emin olan M arki ılı; kızı, bu gürültüyü hizmetçi kızlardan birine atfettiler. Salonunun önündeki odanın kapıları açılınca hayrete düşmediler. Fakat birdenbire, katil ortaya çıkıverdi. M arkinin §a*ğınlığı, anr.enln şiddetli tecessüsü, kızın hayreti yüzünden salonun ortasma kadar ilerlemişti. Generale, şaşıla­ cak kadar sakin ve ahenkli bir sesle: , — Mösyö., dedi. İki saatin dolmasına pek az kaldı. General — Siz burada ha; diye haykırdı. H an gi kudretle? Korkunç b ir bakışlia karısını ve çocuklarını istintak etti. Helene ateş gi­ b i kızarmıştı. (M üteessir bir eda ile ilâve etti) aramıza giriyor sunuz he! Kan içinde bir ..katilin işi ne burada? Bu levhayı kirietiyorsımz. (K ızgın bir tavırla) çıkınız, çikımz. Katil sözünü duyan M arkiz bir çığlık kopardı. Helene’e gelince bu kelime, hayatının seyrini değiştiriyordu. Yüzünde en ufak bir şaşkınlık görünmedi. Galiba, bu adamı bekliyordu. D ağındı düşünceleri bir istikamet aldı. Kendim de bu adam ka-

F. 9


130

OTUZUNDAKİ

KADIN

dar mücrim gören genç kız, ona sakin sakin baktr. Arkadaşı, hemşiresi değil imiydi onun? B u hâdise, ona göre, Tanrı irade­ sinin. bir tecellisiydi. B ir kaç sene sonra, muhakemesi vicdan azarlarım yatıştıracaktı. Amma şimdi aklını başından almakta idi. Yabancı hareketsiz ve soğuk kaldı. Yüzünün çizgilerinde, geniş ve kırmızı dudaklarında küçümsiyen bir tebessüm dalga­ landı; yavaşça: — Size karşı olan hareketlerimdeki kibarlığı pek fena tak­ dir ediyorsımz, dedi. Su bardağınıza bile elimi dokundurmak istemedim. Kanlı ellerimi çatınızın altında yıkamak dahi geç­ medi aklımdan. Cinayetim hakkında (bu kelimeyi talaffuz ederken dudakları hafifçe büzüldü) hiç bir iz bırakmadan evi­ nizden çıkıyorum. Hattâ müsaaide etmedim k i kızınız. General, Helene’ye dehşet dolu bir bakış fırlatarak: — Kızmı mı? diye haykırdı. Aıh bedbaht, çık dışari, yoksa gebertirim seni. — Henüz iki saat dolmadı. .Hem kendi gözünüzden, hem de, benimkinden düşmeden ne öldürebilirsiniz, ne de ele verirsiniz beni. General suçluyu tetkike kalktı. Fakat gözlerini eğmek zo­ runda kaldı. Ruhunu ikinci defa olarak darma dağın eden bu bakışın dayanılmaz parıitısina mukavemet edemiyordu, irade­ sinin şimdiden zayıfladığını hissederek daha fazla gevşeklik göstermekten çekindi. — Bir ihtiyarı öldürmek ha! dedi. (V e ona pederane b ir eda ile karısile çocuklarını göstererek) siz hiç mi aile görme­ diniz? diye ilâve etti. Aln: hafifçe kırışan yabancı: — Evet bir ihtiyar., dedi. General misafirine bakmağa cesaret edemedi. — Çekiliniz artık., dedi. Anlaşmamız sona erdi, sizi öldüerecek değilim, darağacının vekilharcı olamam ben. Hayır, hayır amma çıkın dişari. Bize dehşet veriyorsiniz. Suçlu, tevekkülle:. — Biliyorum., dedi. Fransada emniyetle ayak basabileceğim tek köşe yok. Fakat adalet te Tanrı gibi bütün hususiyetleri bilse. Ölen mi canavar, öldüren m i; orasını tahkika tenezzül etse, göğsümü gere gere insanlar arasında kalabil irdim. Baltayle parçalanan bir adamın mazisinde cinayetler sezmiyor mısı­ nız? Ben âciz olan beşerî adaletin yerini tuttum, hem hâkim oldum, heftn cellât îste cinavetim. Adivn mn«Tm n/rîearî^^—


OTUZUNDAKİ

KADIN

131

liginize acı da kattınız anıma hâtırasını unuttmyacağlm. Dün­ yadaki insanlardan birine karşı, ruhumda minnet duygusu ola­ cak ki o da sizsini?. Yalnız gönül isterdi ki daha âlicenap ola­ sınız. Kapıya doğru yürüdü. O esnada genç kız, annesine eğile­ rek kulağına bir şey fısıldadı. — A-. a.., Karısının kopardığı bu çığlık, Moina’nin öldüğünü gör­ müş gibi titretti Generali. Helene ayakta idi. Katil, gayri ihtiyari geri döndü, yüzün­ den aileye karşı bir nevi endişe duyduğu belliydi. M arki: — Neniz var cicim? diye sordu. K a d ın : — Helene takibetanek istiyor onu., dedi. Katil kızardı. Helene yavaş sesle— Madem ki annem, gayri iradî bir nidayı ıbu kadar fena tefsir ediyor, arzularını yerine getireceğim. Etrafını âdeta vah­ şî bir gururla süzen genç kız, gözlerini eğdi ve şaşılacak bir tevazu içinde durdu. General: — Helene, dedi. Ylukarıki odaya, çıktınız öyle mi? — Evet, babacığım. İhtilaçtı titreyişler arasında kısılan bir sesle sordu: — Helene, adamı ilk defa mı gördünüz ? — Evet, babacığım. — Şu halde hiç te tabiî değil, böyle. — Belki tabiî değil amma, hakikat babacığım. M arkiz kocasının işitebileceği yavaş br sesle: — Helene! dedi. A h kızım. Kalbinizde gelişmesine çalıştı­ ğım şeref, iffet, fazilet prensiplerini tamamen yaSançı çıkarıyorîînrz. Dem ek bu uğursuz saate kadar içiniz dışınız yalandı. •Şu Aalde arkanızdan göz yaşı dökmeğe değmez. Gönlünüzü çe­ len bu yabancının ahlâkî üstünlüğü mü, yoksa cinayet işliyenler için zarurî olan kudreti mi. Zannetmek istemem ki. Helene soğuk bir tavırla: — Nasıl isterseniz öyle zannedin madam. Cevabım verdi. Fakat o anda gösterdiği seciye kuvvetine rağmen, bakışla­ rındaki ateş gözlerinde yuvarlanan yaşları güçlükle kurutabil­ di. Yabancı, genç kızın ağlayışından, annesinin neler söyledi­ ğini hissetti. Kartalınkine benziyen b ir bakış atfetti Markize. Kadının gözleri bu korkunç adamın aydınlık ve parlak nazarlarile karşılaşınca; ruhunda Leyde şişesine dokunduğumuz veya bir yılanla karşılaştığımız zaman hasıl olan sadmeye benzer


132

OTUZUNDAKİ

KADIN

b ir ürperti duydu. Kocasına: , I j !'i p' jl’J iif — Dostum, diye bağırdı. B u adam iblistir, her şeyi keşfe­ diyor. Getir al zile basmak için, ayağa kalktr. Halene şiddetle: — Sizi ele veriyor., diye seslendi. Yabancı gülümsedi. B ir adım ilerliyerek Markinin kolunu tuttu. V e ona sersemleten, takatini kesen bir bakış fırlatarak: — M isafirperverliğine mukabele edeceği|m, dedi. Ödeşmiş olacağız. Kendimi bzzat teslim etmek suretile alçakça ıbır hare­ ket yapmanızr önlemiş olacağım. Zaten bundan sonra yaşıyacağım da ne olacak? rleflene, ona, ancak genç kızlarm bakışlarında görülebilen bir ümitle— Nedamet duyabilirsiniz., dedi. Katil, başını gururla kaldıarak, tannan bir esle: — Asla., cevabını verdi. Baha, kızına: — Elleri kan işinde., dedi. Genç kız cevap olarak: — Silerim onları., dedi. General, yabancıyı göstermeğe cesaret edemeden ona sordu. — Amma o sizi istiyor mı bakalım, biliyor mısınız bari? Yabancı Helene’ye doğru ilerledi. Genç kızın masum ve mahcup güzelliği, şuaları yüzünün en ince çizgilerini renkli1eştiren (ve tâbir caizse) kabartmalaştıran derunî jbir ışıkla ay­ dınlanmış gibiydi. H âlâ alev saçan gözler.ile bu lâtif mahlûku süzerek, derin bir heyecanila: — Fedakârlığınızı reddetmek, sizi sizin hesabınıza sevmek ve babanızın sattığı iki saatlik ömrü ödemiş olmak değil midir? Helene yürekler parçalıyan bir eda île: — Y a siz de beni reddediyorsımz öyle mi? dedi. O halde hepinize elveda, ben de gider ölürüm. Babayla anne ibir ağızdan: — B u da ne demek? ıdiye haykırdılar. Genç kız hiç ağzını açmadı. M analı bir bakışla M arkizi süzdükten sonra gözlerini eğdi. Yabancı aralarına girdi gireli garip bir imtiyaz kazanmıştı. Generalle karrsr sözle veya hareketle tesirinden kurtulmağa çalışdıkça gözlerinden fışkıran sersemletici ışıkla izahı imkânsız b îr uyuşukluğa düşmüşlerdi. Gevşiyen muhakemeleri, altında


OTUZUNDAKİ

KADIN

133

eziklikleri bu tabiat üstü kudretten sıyrılmaları hususunda pek faydaiı olamıyordu. Havanın ağırlaştığını hissediyor, güçlükle nefes alabiliyorlardı, içlerinden bir ses, aczinizin sebebi bu adamdır, diyor fakat onlar kendilerini tazyik eden kuvveti it­ ham edemiyorlardı. General, bu manevî can' çekişme içinde, bütün gayretlerini, kızının bucaîıyan muhakemesi üzerinde müessir olmağa harcamak lâzımgeldiğini sezdi. Onu belinden yakaladı ve katilden uzağa bir pençere aralığına götürdü. Yavaş sesle: — Sevgili yavrum, dedi. Kalbinde birdenbire garip bir aşk doğmuş olsaydı, iti et dolu hayatın, saf ve dindar ruhun kuv­ vetli bir seciyen olduğunu kaç defa isbat etti, onun için böyle bir çılgınlığa hemen hâkim olabilirdin, eminim buna. Demek k i bu hareketinde bir sır var, pekâlâ. Kalbim müsamaha doludur, oraya bütün içini dökebilirsin. Yüreğim i parçalasan da acıları­ mı susturmasını ve itiraflarını mutlak bir sükûtle karşılama* snı bileceğim, çocuğum. H ad i söyle. Erkek kardeşlerine veya küçük hemşirene gösterdiğimiz sevgiyi mi kıskanıyorsun. K al­ binde bir aşk inkisarı mı var? Burada mustarip misin? Konuş se nî böyle aileni yüz üstü bırakmağa, en büyük cazbesinden mah­ rum etmeğe, annenden, kardeşlerinden ayırmağa sevkeden han­ gi âmillerdir. Anlat bana. Genç k ız : — Baba., dedi. N e kimseyi kısknıyorum, ne kimseye mef­ tunum, hattâ diplomat dostunuz mösyö de Vandenesse’i bile. M arkiz sarardı, onu seyreden kızı sustu. — Er geç gidip bir erkeğin himayesi altında yaşıyacak de­ ğ il miyim? — Orasa doğru. — Hayatımızı kime bağladığımızı bilirmiyiz hiç? Ben ina­ nıyorum bu adama. General sesini yükselterek: — Çekeceğin acıları hiç düşünmüyor musun? — Onunkileri düşünüyorum. Baba: — N e biçim hayat? dedi. K ız mırıldanarak: — B ir kadına lâyık hayat, dedi. Kendinde tekrar konuşma kudreti bulan M arkiz: — Pek bilgiçmişiniz.. dedi. — Madam suallere göre cevap veriyorum, amma arzu eder­ seniz daha acık •* konuşurum. 1 \


134

OTUZUNDAKİ

KADIN

— H er şeyi söyleyin kızım, anneyim ben, (kız Markize baktı, Markiz durakladı.) Helen, sitem edecekseniz onlara da katlanırım, herkesin nefret ettiği bir adamın :peşine düştüğü­ nüzü görmektense!. — Siz de görüyorsımz ki madam, ben 'de olmasam yapa yalnız kalacak. General: — K âfi hanım! diye bağırdı. A rtık yalnız bir kızımız var (hâlâ uyumakta olan Moina’ya baktı) Helene doğru dönerek: sizi bir manastıra kapayacağım, diye ilâve etti. Genç kız yeis verici b ir sükûnetle: — H a y hay baba., dedi. Orada ölürüm, benim hayatımdan, ve onun ruhundan .ancak Tanrıya karşı sorumlusınız. B u sözlerden sonr ortalığı derin bir sükût kapladı. İçtimaî hayatın gündelik duygularını örseüyen bu sahnenin seyircile­ ri birbirlerine bakmağa cesaret edemiyorlardı. »Marki birden­ bire tabancalarını gördü, birini yakaladı, süratle horozunu kal­ dırarak yabancıya doğru tuttu. Horozun gürültüsüne dönen adam, sakin ve nafiz nazarlarla baktı Generale. Markinin daya­ nılmaz bir kuvvetle gevşiyen kolu yanına düştü, tabanca halı­ nın üstlüne yuvarlandı. B u korkunç mücadelede mağlûp düşen General: — Kızım, dedi1 . Serbestsiniz. Razı olursa annenizi kucak­ layın. Bana gelince, artık ne yüzünüzü görmek istiyorum, ne sesinizi duymak. , * Anne genç kıza: — Helene, dedi; düşünün ki sefalete düşeceksiniz. Yabancının geniş göğsünden kopan bir hırıltı bakışları üzerine çekti. Yüzünde küçümseyen bir ifade okunuyordu. Ge­ neral ayağa kalkarak: — Size karşı gösterdiğim misafirperverlik bana pek baba­ lıya mal oluyor, diye haykırdı. A z önce nihayet bir ihtiyarın: canına kıymuştınız, şimdi bütün bir aileyi öldürüyorsnrz. N e olursa olsun bu evde »bir felâket baş gösterecektir. Katil, Generale sabit nazarlarla bakarak: ,— Peki, ya kızınız mesut olursa? dedi. Baba büyük bir gayret sarfederek: — Sizinle beraberken mesut olursa esef etmiyeceğim. Helene mahcup bir eda ile babasının önünde diz çöktü, ok­ şayan bir sesle: — Babacığım, dedi. Beni ister

şefkatinizin

hâzinelerine


OTUZUNDAKİ

KADIN

136

gömün, ister en ağır tekdirlerle paylayın; sizi sever ve sayarım, Am m a yalvarırım size, son sözleriniz öfkeli ..olmasın! General kızına bakmağa cesaret edemedi. O anda yabancı ilerledi, yüzünde dalgalanan tebessümde hem şeytanî ıbir mâna vardr, hem de semavî: — Siz ki bir katilden ürkmiyorsınız ey şefkat meleği., de­ di. Madem ki hayatınızı bana tevdi etmekte ısrar ediyorsmız. Gelin.. Baba haykırdı: — O lur şey değil. M arkiz kızına fevkalâde bir bakış ateftti ve ona kollarını açtı. ■' Helen ağlıyarak kucağına atıldı: — Elveda, elveda anne., dedi. Yabancıya cesur bir işaret yaptı, adam titredi. Babasının, elini dpdükten, süratle fakat hoşlanmadan. M oina ile küçük A b eii kucakladıktan sonra katille beraber gözden kayboldu. Kaçanların ayak sesini dinliyen General: — H angi yoldan gidiyorlar? diye haykırdr. Sonra karısına hitabederek:— madam,

kendimi

rüyada

sanıyorum.

B u macerada benim an­

lamadığım bir sır var, her halde siz bîliyorsmızdır. M arkiz titredi. — B ir kaç zamandanlberi kızınız fevkalâde hayalperest ve taşkın bir hal almıştı, dedi. Ahlâkındaki bu temayülle mücade­ le etmeğe çok çalıştım amma. General: — Söyledikleriniz vazih değil., dedi. Fakat bahçede kızının ve yabancının ayak seslerini işitir gibi olduğundan, sözünü tamamlamadı. Hızla pençereyi açarak: — Helene! diye bağırdı. B u feryat,^boş bir kehanet gibi gecenin içinde kayboldu. O zamana kadar şeytanî bir kudretin hükmü altında kalan Ge­ neral, bu ismi talaffuz eder etmez, sanki tılısım bozulmuştu. Çehresinde bir zekâ ışığı dalgalandı. A z önce geçeni saıhnevi apaçık gördü. B ir türlü anlıyamadğı zaafına lânet okudu. K al­ binden başına ve ayaklarına sıcak bir ürperti yayıldı. Tekrar kendisine gelmiş, korkunçlaşmış, intikama susamıştı. Müthiş b ir çığlık kopardı: — imdat, imdat!. Zillere koştu, kıracak şekilde çalarak ortalığı velveleye verdi. Bütün uşaklar, zıplayarak uyandı. O boyuna bağırıyor­ du. Sokağın pençerderini açtı. Jandarmaları çağırdı. Süvarile­


136

OTUZUNDAKİ

KADIN

rin daha hızlı yürümesini, adamlarının bir an önce uyanmasını, komşuların süratle gelmesini temin için havaya tabanca siktiKöpekler efendilerinin sesini, tanıyarak havladılar. Atlar kiş­ neyip eşindi. Sakin gecenin koynunda korkunç bir velvele kopıtu, Kızının arkasından koşmak için merdivenleri inen General, her taraftan dehşete düşen adamlarının geldiğini gördü. — Kızım, Hâlen kaçırıldı. Bahçeye koşun, sokağı çevirin, jandarmalara açın kapıyi, katil var. K ızğm lığm verdiği kuvvetle, büyük çoban köpeğinin zin­ cirini kopardı. Ona — Helen, Helen., dedi. Köpek arsîan gibi zıpladı, hiddetle havladı, ve bahçeye öy­ le hızla fırladı ki General takibedemedi. O anda sokakta dört nala koşan at sesleri işitildi. General telâşle kapıyı açtı: — Onıbaşı! diye bağırdı. Gidin, mösyö de IManuy’nin kati­ linin yolunu kesin! Bahçemden geçtiler. Çabuk, Picardie te­ pesinin yollarını kuşatın. B e n bütün tarlalarda, korularda, ev­ lerde araştırma yapacağım. (A dam larına) siz de yolu beküteyin, şehir kapısından Versailles’e kadar gözetleyin. Kendisi de, oda hizmetçisinin getirdiği bir tüfeği yakaladr. ve köpeğe ara diye bağırarak, bahçeye fırladı. Uzaklarda kor­ kunç havlamalar duyuldu. Köpek seslerinin geldiğini talinin ettiği tarafa doğru ilerledi. Sabahın yediisiydi., Jandamaların, Generalin, uşakların, komşuların araştırması boşa çıkmıştı. Köpek dönmemişti. Y o r­ gunluktan bitap düşen ve kederinden ihtihyarlıyan M arki sa­ lona döndü, öteki üç çocuğu orada ili. Amma salon Generalin gözüne bomboş göründü. Karısına' bakarak: — Kızınıza karşı pek soğuk davrandınız, dedi. (Gergefte, başlanmış bir çiçeği göstererek) işte ondan bze kalan şey, diye ilâve etti. A z önce burada idi. Şimdi kayboldu, kayboldu. Ağladı, başını avuçlarının içine aldı. B ir an, öylece ve ses­ siz durdu, B u salon ona az önce, aile saadetinin en nefis levha­ sını arzediyofdu. Halbuki şimdi etrafına bakmağa cesaret ede­ miyordu. Fecrin ışıkları, can. çekişen lambalarla boğuşuyordu. Mumların kâğıt festonlari yanıyordu. Her şey bahanın ümitsizliğile hem ahenkli. B ir imüddet susduktan sonra gergefi gös­ tererek : — Bunu yok et(mek lâzım, dedi. .Onu hatırlatan hiç bir şe­ yi görmeğe tahammülüm yok. M arki ile kızının hiç bir şey yapamadan büyük kızlarını kaybetmek talihsizliğine uğradıkları o korkunç Noel gecesi, on­


OTUZUNDAKİ

KADIN

137

lara talihin bir ihtarı mahiyetinde idi. Borsa simsarının iflâ s r M arkiyi de batırdı-* Ailesine eski servetini kazanlrrmak için, karısının inalını mülkünü, rehine koyarak, yeni bir teşebbüsegirmişti. Fakat bu işin de ters gitmesi yüzünden elindeki avcudakinî kaybetti. Ümitsizlikle her çareye -baş vurmağa kalkan. General nihayet mejmleketi terketti. Fransadan1ayrılalı altı y ıl olmuş, bu müddet zarfında, ailesi ondan pek seyrek haber ala­ bilmişti. Am erika Cumhuriyetlerinin bağımsızlığı İspanya ta­ rafından tanınmadan bir kaç gün önce döneceğini bildirdi. Güzel bir sabahtı. U zun emekler, Meksika’ya, Kolombiya’­ ya yapılan tehlikeli seyahatler bahasına elde ettikleri servet­ lerle bir an önce vatanlarına dönmek istiyen bazı Fransız tüc­ carlar i, ıbır İspanyol brik’inde (1 ) Bordeaus’dan bir kaç mili ötede idiler. Yorgunlukların veya acıların vaktinden evvel kocattığı b ir adam küpeşteye dayanmış, güverteye toplanan yolcuların sey­ rettikleri manzaraya karşı lakayt duruyordu. Deniz seferinin muhataralarından yakayı kurtaran ve sabahın ışılolarile davet edilen yolcular, sanki yurd toprağını selâmlamak için hep köp­ rüye çıkmışlardı, içlerinden bir çoğu, uzaklarda Gaskanyanın deniz fenerlerini, binalarım, ufukta yükselen bulutların fantastik şekil'lerile kaynaşan Cordauan’m kulesini muhakkak, görmek istiyordu. B rik ”in önünde cilveleşen gümüş yaldızlı saçak ve arkasın­ da çizgileri çabucak silinen uzun köpükler de almasa yo l­ cular, Okyanusun ortasında hareketsiz durduklarını sanacak­ lardı, deniz o kadar durgundu. Gönül alan bir berraklık vard r gökte. Koyu rengi perde perde hafifliyerek, belli belirsiz su­ ların mavimsi rengile kaynaşıyordu. Gökle suların birleştiği çizgi, yıldızlar gibi ışıl ısıldı. Güneş, suların sonsuzluğunda milyonlarca faseteler kıvılcımlandırıyorlu. ö y le ki, âdeta su­ lar, gökten daha aydınlıktı. Pek tatlı bir hava brikin bütün yelkenlerini şişirmişti. Kar kadar beyaz olan bu ağlar, dalga­ lanan bu sarı bayraklar bu karma karışık halat yığınları, feza­ nın, gök ve denizin parlak fonunda keskin çizgilerle teressüm ediyordu. Güzel bir gün, serin bir rüzgâr, yurdun manza­ rası, sakin bir deniz, melankolik bir hışırtı, randevüye uçan öirkadın gibi Okyanusun üstünde kayan şirin ve tenha bir ’b rik. Ahenklerle dolu ibi-r tablo. İnsan ruhunun hareketle kaynaşan bir noktadan hareketsiz mesafeleri kavrtyabiildiği bir sahne idi'

( 1 ) B r ik : ik i d irek li yelken gemisi.


138

OTUZUNDAKİ

KADIN

bu. Hayatla yalnızlık, sesle sükût arasında şaşırtıcı bir karşı­ laşma vardı ; öyle ki hayat ve ses hangi tarafta idi, yoklukla sükût nerede idi? Tâyin etmek imkânsızdı; bunun için hiç bir ses bu semavî büyüyü ihlâl etmiyordu. İspanyol kaptan ve Fransız yolcular, hâtıralarla dolu dinî bir istiğraka dalmışlardı. Kimi oturmuş, kimi ayakta duruyordu. Ferahlı çehreler, geçmişteki ıstırabların, baştan başa unutuldu­ ğunu gösteriyor, bu adamlar, bu şirin yelkenlinin beşiğinde, altın bir rüya içinde imişler gibi sallanıyorlardı. Fakat küpeşteye dayanan ihtiyar yolcu, arada bir kayğrlı gözlerle ufka bakıyor, yüzünün bütün çizgilerinden talihe gü­ vensizlik akıyor, sanki Fransa toprağına yetişemiyecekıltermiş gibi telâşlı görünüyorlu. B u zat M arki idi. Kader, ümitsizliği­ nin feryat ve gayretlerine icarşı sağır kalmamıştı. Beş yıllık çe­ tin emekler ve teşebbüsler sonunda mühim bir servet kazanmış bulunuyordu. B ir an önce yurduna varmak ve ailesine saadet götürmek için sabırsızlandığından, Havanalı bazı tüccarlara uyarak, onlarla birlikte Bordeauksa’ya hamule alan bir İspan­ yol gemisine binmişti. Bununla beraber, hep fena şeyler seze se­ ze yorulan muhayyilesi, ona geçmişteki saadetinin en şirin imajlarını çiziyordu. Uzakta, toprağın esmer çizgisini gördük­ çe, karisi îe çocuklarını karşısında sanıyor, kendini, köşesinde, aile kucağında hayailiyor, okşandığım hissediyordu. Şimdi M 'in a güzelleşmiş, serpilmiş, bir genç kız gibi ciddileşmişti. B u fantastik levha, kafasında bir gerçek kuvvetile canlanınca gözlerinde yaşlar kümelendi, o zaman heyecanını saklamak is­ ter gibi, toprağı müjdeliyen sisli çizginin karşısındaki buğulu ufka baktı. — Odur.. dedi. Takibediyor bizi. İspanyol kaptan: — N edir o, diye seslendi. G eneral: — B ir gemi diye fısıldadı. Kaptan Gom ez: — Onu dünde gördüm. Cevabını verli. (Sonra içinden ge­ çenleri anlamak ister gibi Generale bakarak usulca ilâve etti.) H ep bizim peşimizde. İhtiyar asker: — Amma niçin hâlâ yetişmedi, anlamıyorum; zira sizin 'Saint Ferdinand’dan çok daha mükemmel bir yelkenli. — H er halde bir hasara uğramış, bir yarıktan su almrştır. Fransız:


OTUZUNDAKİ

KADIN

139

— Amma gittikçe yaklaşıyor, dedi. Kaptan kulağına: — B j KolombiyalI bir korsan gemisidir, diye fısıdadı. K a­ raya daha altı mil var, rüzgâr da hafifleli. — Yürümüyor, âdeta uçuyor mübarek, sanki iki- saate kadar avnıı elden kaçıracağını biliyor, ne cesaret. Kaptan.* — O . dedi. N e diyorsınız, boşuna Othello dememişler ona. Son zamanlarda bir İspanyol fregat’ını batırdı, halbuki ancak otuz topu var. Tek korktuğum o idi. Antülerde kol gezdiğini biliyordum. (B ir an durdu, kendi gemisinin yelkenlerine bak­ tı.) Rüzgâr artıyor, yetişeceğiz; dedi, lâzım da! Parisli de insaf falan arama. M a rk i: — Amma o da yetişiyor, cevabım verdi. Othello ancak üç mil ötede idi. Her ne kadar mürettebat. M arki ile kaptan Gomez arasında geçen konuşmayı duymamış­ sa *!a, yelkenlinin görünüşü, tayfaların ve yolcuların bir çoğu­ nu onların bulunduğu tarafa getirmişti. Amma, aşağı yukarı hepsi bunu bir ticaret gemisi sanarak, yaklaşmasını alâka ile seyrediyorlardı. O sırada bir tayfa kaba bir lisanla; — V a y canına diye bağırdı. Yandık be; işte Parisli kaptan. B u korkunç isim, brike dehşet saçtı ve anlatılması imkân­ sız tir karışıklık doğurdu. B u tehlikeli anda, ne bahasına olur­ sa olsun karaya ulaşmak isteyen İspanyol kaptan sözlerime tay­ falarına geçici bit cesaret aşıladı. Serenlerin süslediği yelken­ lerin bütün sathını rüzgâra vermek için, yaprak yelkenlerini ve iskeleleri süratle koydurmağa çalıştı. Fakat bu manevralar, ancak büyük güçlüklerle başarrlabildi, tabiatile bir harp gemi­ sinde hâkim olan o 'cazip ahenkten mahrumdular. Yelkenlerinin vaziyeti sayesinde kırlangıç gibi uçan Othello görünüşte o ka­ dar az mesafe kazanıyordu ki zavallı Fransız'lar tatlı b ir hayale kapıldılar. İşitilmemiş gayretlerden, Gomez’in jestleri ve snzleriie yardım ettiği ustaca bir manevradan sonra; tam Saint Fredinand yeni bir hız kazanacağı sırada, serdümenin her halde istiyerek yaptığı yanlış bir hamle gemiyi fena bir istikamete soktu. Yelkenlere yandan çarpan rüzgâr onları öyle hızla sön­ dürdü ki kontra bastonlar kırıldı. Anlatılmaz bir öfke kapta­ nın çehresini yelkenlerinden daha beyaz yaptı. B ir sıçrayışta serdümenin üzerine atıldı, o kadar hızlı bir darbe savurdu kil, hançer, adama dokunmadı. Fakat onu denize yuvarlalı,. Dümeni kendisi yakalıyarak zarif ve yiğit gemisini karma karışık kor-


OTUZUNDAKİ

140

KADIN

kuııç bir kargaşalığa uğratan vaziyeti tamire çalıştı. Gözlerin­ den ümitsizlik yaşları akıyordu. Zira, hünerimiz sayesinde ka­ zanacağımız başarıyı yalancı çıkaran bir ihanet bize bir sevgi­ linin' ölümünden daha çok acı verir. Fakat kptan kiifrü basdıkça iş tersine döndü. Karadan duyarlar ümidiıle imdat topunu bizzat attı. O anda çileden çıkaran bir hızla yaklaşan korsan ge­ misi de buna, güllesi Saint Ferdinand’dan on kulaç ötede denize saplanan bir top ateşile cevap verdi. General: — A llah kahretsin., diye haykırdı. Amma nişan alıyorlar. Hususi surette yaptırılmış kaval toplan var. B ir tayfa: — Görüyoranısımz dedi. O konuşunca susmak lâzım. Paris­ li bir İn giliz gemisinden (bile çekinmez. Durbinile kara cihetin­ de hiç b ir şey göremiyen kaptan ümitsiz, ümitsiz: — Çare kalmadı, dedi. Umduğumdan çok daha uzaktayız Fransadan. General: — N için yese düşiiyorsınız? diye sordu. Bütün yolcularınız Fransız. Geminizi kiralıyan orilar; korsan da Parislidir d iyorsımz, çekin beyaz bayrağı. K aptan: — Bizi batırır, cevabını verdi. Tabiî vaziyete göre hareket edecek, zengin bir avı kaçırmak ister mi? — Eşkıya ise, o b a şla (1 ) T ayfa vahşî bir tavırla: — Eşkıya mı? Yok canım dedi. O daima usule uygun ha­ reket eder, ne yapacağını bilir. General gözlerini göğe kaldırarak: — N e söyliyeyim dedi, katlanacağız. Kendinde göz yaşlarını zaptetmek kudretini buluyordu henüz. O konuşurken, daha iyi nişanlanan ikinci bir mermi Sa­ int Ferdinand'in teknesni delip geçti. Kaptan mahzun bir tavırla: — Örse alabanda; dedi. Parislinin namusunu müdafaa eden tayfa bu ümitsiz m a____

^______

-

-

-________________

t' ( ’) Korsan, b ir kişinin malı olan ve harp icaplarına1 g ö re silâhlandırılan bir ticaret gemisine, veya kaptanına verilen isim ­ dir. Korsanlık az çok mutazam ve resmen tanınmış b ir meslek­ tir. Harp ilân edilince, en gözü pek gem iciler, hükümetten düş­ man g em ilerin i avlayıp yağma etmek müsaadesini alır. H albuki pira t harp, sulh dinlemez, deniz eşkıyasıdır.


OTUZUNDAKİ

KADIN

141

nevraya büyük bir anlayışla yardım etti. Gemidekiler, yarım saat öldürücü bir yeis içinde beklediler. Saint Ferdinand’da l>eş yolcunun servetini teşkil eden beş milyon güımiüş İspanyol sik­ kesi vaıdı.;. Generalin serveti bir milyon yüz ıbin frangı bulu­ yordu. Nihayet Othello on tüfek atımı mesafeye yaklaşmıştı. Ateş etn.eğe amade on iki topunun tehditkâr ağızları açıktan açığa görülüyordu artık sanki o derece hızlı yürümesi için şeytan­ lar üflüyor c!u arkasından. Fakat usta bir bahriyelinin gözü, bu süratin hikmetini kolayca sezebilirli. Bunun içini brik’în ilerle­ yişine, dar ve uzun şekline, direklerinin yüksekliğine, yelkeni­ nin biçimine, teçhizatının şaşılacak hafifliğine, tek insan gisbî hareket eden tayfalarının maharetine bir göz atmak kâfiydi. B ir yarış hayvanı ve yırtıcı bir kuş kadar kurnaz ve atik olan, b u narin geminin her halinden belliydi ki, içindekiler, kudret­ lerine hudutuz bir güvenç duymaktadırlar. Korsan gemisinin mürettebatı, sessiz ve hazırdılar, muka­ vemete kalkma Saint Ferdinand’ı tuzla buz edeceklerdi. Bereket ki, hocasının suç üstü yakaladığı bir talebe gibi hareketsiz kaldı. General, Ispanyol kaptanın elini sıkarak: — Bizim de, toplarımız var., dedi. Kaptan, ihtiyar askere yeis ve cesaret dolu gözlerle baka­ rak : % — Aoam hani? dedi. Marki etrafını süzdü ve ürperti geçirdi. Dört tüccar sap­ sarı kesilmişlerdi, titriyorlardı. Tayfalar bir arkadaşın etrafına toplanuLş, galiba Othello’da iş bulmak için danışıp görüşüyor ve haris bir tecessüsle korsan gemisine bakıyorlardı. Gözlerile ■birbirini süzerek yiğitçe fikirler teati eden lostroma, kaptan v e M arki idi yalnız. — A h kaptan Gomez! B ir zaman kalbim parçalanarak va­ tanımı v : ailemi terkettim. Tam çocuklarıma neşe ve saadet götürürken yine mi ayrılacağım onlardan. General gözlerinden akan yeis yaşlarını denize dök|tnek için döndü ve orada korsan gemisine doğru yüzen serdümeni gördü. Kaptan: — Şüphesiz ki bu defa ailenize ebediyen veda edeceksiniz, Fransız, îspanyola o kadar şaşkın nazarlarla hakta ki adam îirktü. O sırada iki gemi jborda bordaya gelmişflerli. Müretteba­ tı gören General, kaptan Goımez’in bu meşum kehanetine hak verdi. Her topun etrafında üç adam duruyordu, insan onların


142

OTUZUNDAKİ

KADIN

atletik vaziyetlerini, kaba ve sert çizgilerini, çi.plak ve adalı kollarını görünce tunçtan heykeller zannederdi. Ecel bile on­ ları ancak devirmeden, öldürebilirdi. Tepeden tırnağa kadar si­ lâhlı, canlı, çevik ve güçlü kuvvetli tayfalar kıpıdamadan du­ ruyorlardı. Güneş Kütün bu sert çehreleri şiddetle yalamış, me­ şgaleler katılaştırmıştı. Ateşten çiviler gibi parliyan gözleri azimkâr zekâlar ve cehennemi zevkler ifade ediyordu. İnsanlar ve şapkalarla kararan güvertede hüküm süren sükût bu şeytan heriflere boyun eğdiren kuvvetli bir iradenin sarsılmaz disip­ linini gösteriyordu. Başbuğ büyük bir serenin altında, ayakta ve silâhsızdı., kollarını kavuşturmuştu. Yalnız ayaklarının ucun­ da bir balta duruyordu. Güneşten korunmak için başına geniş kenarlı bir fötr geçirmişti. Şapkanın gölgesi yüzünü saklıyor­ du. Efendilerinin önünde yere yatan köpekler gibi, topçular, askerler, tayfalar, bir kaptanlarına bir de tüccar gemisine ba­ kıyorlardı. îk i brik birbirine dokununca, sarsıntı korsanı hül­ yasından uyandırdı. îk i adim Ötede duran genç bir korsanın kulağına bir şeyler fısıldadı. M uavini: — Borda kancaları! diye bağırdı. V e Saint Ferdinaııd, Othello tarafından mucizeli bir hızla kancalanlı. Başbuğun usulca söylediği ve yamağının tekraladığı emirler mucibince, muhtelif vazifeler alan adamlar, tayfala­ rın, yolcuların elini bağlamak ve hâzineleri yağma etmek için, duaya giden rahipler gibi, ele geçirdikleri geminin güvertesine çıktılar. B ir anda Sant Fernand’m erzakı, para dolu fıçıları, tayfaları. Othello’nun köprüsüne taşındı. General eli bağlanıp ibir emtia gibi denk üzerine fırlatılırken kendini rüyada sanir yordu. Başbuğ yamağı ve lostromalık yaptığı anlaşılan bir tay­ fa meclis kurmuşlardı. Kısa süren bu müzakere bittikten sonra lostroma ıslıkla adamlarını çağırdı. V erd iği emir üzerine hepsi de Saint Ferlinand’a sıçradılar. Halatlara tırmandılar, serenle­ rini, yelkenlerini âlat ve edevatını, cenk meydanında — can ve­ ren akadaşının çoktandır göz diktiği ayak kapılarımı ve 'kaputu­ nu soyar, bir asker süratile— yağma ettiler. Müzakere esnasında üç başbuğun jestlerini ve brik’ini ta­ lan eden tayfaların hareketlerini gözetliyen İspanyol kaptan, Generale soğukanlılıkla, — Mahvolduk., dedi. General de ayni tavırla; — Nasıl ? diye sordu. tcvınnvnl '


OTUZUNDAKİ

KADIN

143.

— Bize ne yapacaklarını samyorsınız ? Anlaşılan Saint Ferdinanû'ı Fransa veya Ispanya limanlarında güç satacakla­ rını tahmin etmişler, başlarına belâ almasın diye, batıracaklar, (bize gelince, hangi limana yanaşmak zorunda «kalacaklarım bil­ mezken birde bizim boğazımızı mı düşünecekler? Kaptan henüz sözünü bitirmemişti ki, General denize dü­ şen bir çok cisimlerin hasıl ettiği boğuk bir sesin takibettiği korkunç J>ir velvele duydu. Döndü ve dört tüccarı göremedi.. Vahşî çehreli sekiz topçunun elleri hen,üz havada idi. İspanyol: — i Ben size söylememiş miydim? dedi. Marki birdenbire mahmurluktan uyandı. Deniz tekrar d u rğunlaşmıştı. Talihsiz yol arkalaşlarının gömüldüğü yeri d ah i seçemedi. Onlar henüz balıklara yem olmamışlarsa, elleri ayak­ la n bağlı dalgaların altında idiler. Kendisinden bir kaç adım ötede, hain serdümen ve az önce Parisli kaptanın kudetini öven tayfa kı-rsanlarla yarenlik ediyor ve parmaklarile, arkadaşları içinde, Othello mürettebatı arasında yer almağa lâyık gördük­ leri tayfaları işaret ediyorlardı. İki muçu, küfür savurmalarına, aldırmadan öceki tayfaliarm. ayağını bağlıyorlardı. Seçim bitince, sekiz topçu mahkûmları yakaladılar ve hiç merasime lüzum görmeden denize fırlattılar. Korsanlar şeyta­ nî bir tecessüsle bu adamların suya düşüşüne, çehrelerinin bü­ zülüşüne, son inşkencelerine bakıyor, fakat yüzlerinde ne istih­ za, ne şaşkınlık, ne merhamet okunuyordu. Onlar için basbaya­ ğı bir hâdise idi bu. Belli ki böyle şeylere alışıktılar. E n yaşlı­ lar tercihan sabit ve karanlık nazarlarla, büyük serenin dibine yerleştirilen para dolu fıçılara bakıyorlardı. Generalle kaptan Gomez bir denkin üzerine oturmuşlar, âdeta donuk bir bakışla birbirine ne yapacaklarını soruyorlardı. Çok geçmeden Saint Ferlinand gemisinde bulunanlardan yalnız onlar kalmıştı. İki casusun İspanyol bahriyelileri arasından seçtiği yedi tayfa şim­ diden neşe ile Peruh olup çıkmışlardı. Mert ve âlicenap bir öfkeye kapılan General, acısını da, ihtiyatkârlığı da unutarak: — N e canavar herifler! diye bağırdı. Gomez sonğukkanlıkla: — Zarurete boyun eğiyorlar, cevabını verdi. Onlardan biri ■elinize düşseydi, vücuduna kılıcınızı saplamaz mıydınız Başbuğ yamağı îspanyola doğru dönerek: — Kaptan, dedi. Parisli methinizi duymuş. Antillerin ve-


144

OTUZUNDAKİ

KADIN

IBrezilya sahillerinin, dar boğazlarını bilen tek gemici olduğu­ muzu söyliyor nasıl, bize.. Kaptan küşümsiyen bir nida ile genç korsanın sözünü k e sti: — Bahriyelice, tam İspanyolca, hiristiyanca öleceğim, an­ lıy o r mısın? Genç m uavin: — Denize! diye bağırdı. B u emir üzerine iki topçu Gomezi yakaladı. General korsanları durdurarak: — Siz alçak heriflersiniz, dedi. Başbuğ yamağı: — Pek öfkelenmeyin bey baba, kırmızı şeridiniz belki kap­ tan üzerinde tesir yapar amma, vız gelir bana. A z sonra sizin­ le de ilıi laf ederiz. O anda boğuk bir gürültü, Generale, yiğit Gomez’in bahriyelice öldüğünü anlattı, hiç bir feryat duyulma­ m ıştı. M arki korkunç bir hiddet nöbeti içinde: — Y a malım, ya canım! diye bağırdı. Korsan sırıtarak: — H a şöyle., dedi. Şimdi bal alacak çiçeği buldunuz. Muavinin bir işareti üzerine iki tayfa Fransızm ayağını "bağlamağa koştular. Fakat o beklenilmiyen bir cüretle muavi­ nin 'belindeki kılıcı sıyırıverdi. Meslekinin eri eski bir piyade generali olduğunu göstererek çevikçe savurmağa başladı. — A h haydutlar. Napoiyonun eski bir askerini öyle istirid­ y e gibi denize atamazsınız! Serkeş Fransızın burnunun dibinde sıkılan tabancalar Saint Ferdinand’daki alât ve edevatın taşın­ m asına nazaret eden başbuğun dikkatini çekti. Adam hiç heye­ can duymadan gelip cesur generali arkadan yakaladı, hızla kal­ dırdı. Kenara sürükledi, eski bir sırık gibi denize fırlatmağa ■hazırlanırken, General, kızını kaçıran adamın vahşî gözîerile "karşılaştı. Baba ile damat lahzada birbirini tanîdılar.' Kaptan, sanki Markinin hiç ağırlığı yokmuş gibi, onu denize fıslatacağı yerde, hareketine tamamen aksi bir istikamet vererek, büyük serenin yanma bıraktı. Küpeştede bir fısıltı koptu. Fakat korsanbaşı, adamlarına şöyle bir bakınca hemen derin bir sessizlik "hâkim oldu. Kaptan metin ve keskin bir .sesle: — B u Hclene’in babasıdır, dedi. Saygı göstermiyenin vz haline. Küpeştede neşeli alkışlar ve hurra nidaları koptu. V e s- • le r bir kilise duası, Te Deum’un ilk feryadı gibi göğe yükse


OTUZUNDAKİ

KADIN

115

M uçular halatlara yapışıp sallandılar. Tayfalar külahlarını ha­ vaya, attılar. Topçular ayaklarım yere vurdular, herkes hareke­ te geldi, bağırdı, ıslık çaldı, küfretti. B u sevinçteki müfrit taassup, Generale endişe ve acı verdi. B u hissi korkunç bir sır­ ra atfederek kendine .gelir gelmez, ilk sözü: — Kızım, nerede? oldu. Korsanbaşı, ,o en pervasız ruhları bile altüst eden derin ba­ kışlarla Generali süzdü ve susturdu. Başbuğlarındaki nüfuzun bütün mahlûklar üzerinde tesir yaptığını gören tayfaların ağzı kulaklarına varmıştı. Onu bir merdivene götürdü. Aşağı indil'er, bir kamaranın önüne gelmişlerdi. Korsanbaşı, kapıyı hızla iterek: — İşte dedi. Sonra, ihtiyar askeri, gözlerinin önüne serilen levha karşı­ sında âdeta sersemlemiş bir halde bırakarak kayboldu. Kapının ansızın açıldığım duyan Helene, yaslandğ: sedirden kalkmış; M arkiyi görmüş ve bir çiğlik koparmıştı. Genç kadın öyle de­ ğişmişti ki ancak bir babanın gözü tanıyabilirdi onu. T ropik güneşi beyaz çehresini esmerleştirmiş, Şarka has bir şiiriyetle süslemişti. Tavırlarında vakar, ihtişamlı bir metanet, en kaba ruhlara işliyecek derin bir duyuş vardı. Z arif boynuna kalın bukleler halinde döikülen uzun ve gür saçları, yüzündeki mağ­ rur ifadeye bir kat daha azamet veriyordu. Kudretine olan gü­ venci jestlerinden, yüzünden apaçık belli oluyordu. Penbe bu­ run deliklerini muzaffer bir memnuniyet hafifçe şişiriyordu. Güzelliğinin her çizgisi asude bir saadetle markalıydı. Onda hem esrarlı bir bakire nefaseti, hem de maşukalara has o özel gurur vardı. Zarafet ve cazibe dolu bir ihtişamla giyinmişti. Elbiseleri hep Hint muslininden di. Fakat sedirinin örtüsü ve minderler Kaşmirdendi. Geniş kamaranın döşemesini bir Acem halısı süslüyordu. Ayaklarının ucunda, inciler, mücevherlerle ga rip garip şatolar kuran" dört çocuğu vardı. Madam Zaquotot’nın boyadığı Sevr perselininden vazolarda tatlı kokular saçan na­ dir çiçekler vaıdı. Meksika yaseminleri, kamelyelar. Aralarında %,-;"^Jjlç5tirllen küçük Amerika kuşlan uçuşuyor, canlı safirlere, yakutlara ve anllî?#ra benziyorlardı. Salona bir piyano yerleş­ tirilmişti. Kırmızı ipekle -jîtsülü tahta duvarlarda, küçük ebatda, fakat en büyük ressamların eseri olan tablolar görünüyordu. vHyppofite Shinner’in bir gurup manzarası, T e rb u rg ’la yan ya­ na idi. Raphsel’in bir meryemi, GerâcauU’nın eskisile rekabet 'd iy o rd u . B ir Gerard Doluv imparatorluk devrinin portre res" Lmlannı gölgede bırakıyodu. Çin lakesinden bir masanın tis-. F. 10


146

OTUZUNDAKİ

KADIN

tünde nefis mcyvalarla dolu altın bir tabak duruyordu. Hülâsa Kelene, taçlı sevgilisinin dünyanın en zarif eşyasile süslediği ıbudvarında kurum satan, geniş bir ülkenin kıfaliçesine benzi­ yordu. Çocuklar, canlı ve keskin gözlerini dedelerine dikmiş­ lerdi. Cenkler, kasırgalar, velveleler arasında yaşamağa alışıkdılar ve David’in Brutus adlı tablosunda çizdiği kana ve savaşa susamış küçük Romalıları hatırlatıyorlardı. Helene, gözlerine inanamıyormuş gibi bjaibasUnı ellerile tutarak: — B u nasıl kabil olabilir, diye haykırdı. — Kelene!. — Babacığım. Birbirinin kucağına atıldılar. Genç kız babasını sıkı sıkı göğsüne bastı. — Siz de o gemide miydiniz? Mahzun bir tavırla sedire oturan General, etrafına kümele­ nip masum bir dikkatle kendisini süzen çocuklara bakarak: — Evet, dedi. A z kalsın bende gürültüye gidiyordum, am­ ma... — Kocam olmasa idi değil mi? Anlıyorum. G eneral: ■— Ah, ah! dedi. Ardından o kadar göz yaşı döktükten son­ ra şimdi de seni bu halde görmek., bahtına yanıp ağlamam lâ­ zımmış daha. Kelene gülümsiyerek so rd u : — Niçin. Dünyadaki kadınların en mesudu olduğumu öğ­ renmek sizi memnun etmez mi? Hayretle sıçrı.yarak: — F esu t mu? dedi. Genç kadın babasının ellerini yakaladr, öptü, kalbine bastr, sevinçten kıvılcım saçan gözleri ve tavırları bu okşayışları bir kat daha mânalandırıyordu. — Evet baha! dedi. B u pırıldıyan yüz karşısında her şeyi unutan baba, kızının hayatını merak ederek sordu: .. • ■ — — N asıl oluyor? ■ — Dinle baba, yedi yıldir, sözlerinin, nüvazişlerinin ve aş­ kının İlâhî ahengini aksatan tek kelime, tek jest, tek his gör­ medim onda. Aşıkım, kocam, kölem, efendim öyle bir erkek ki ruhu, şu hudutsuz deniz kadar engin, ve gök kadar ta tlı; hülâsa bir Tanrı. Bana bakarken, dudaklarında daima dostça ,bir gü­ lümseyiş. gözlerinde bir sevinç ışıltısı var. Çok defa gürliyen


OTUZUNDAKİ

KADIN

147

sesi yukarda fırtınanın üluyuşundan, cenklerin velvelesinden, daha heybetlidir. Fakat burada Rossinin musikisi kadar tatlı. Sahi Rossinıiııin eserleri geliyor bana. Yalnız onlar mı? B ir ka­ dın kaprisi ne icat edebilirse hepsi hazır. Hattâ hazan istedi­ ğimden âlâları. Sözün kısası denizde hüküm sürmekteyim, bir kıraliçe gibi itaat göıüyorum. (B iraz durduktan sonra) evet, dedi, mesudum. Amma bahtiyarlığımı ifade edemiyor bu keli­ me. Bütün kadınların saadetini tadıyorum; sevdiğimiz kimseye karsı hudutsuz bir aşk ve bağlılık duymak onun kalbinde de bir kadın ruhunu kucaklıyan sonsuz bir sevgi bulmak, hem de daima. Söyleyin buna saadet demek kâfi mi? Binlerce hayat yaşadım, burada yalnızım ve hükmediyorum. B u asil gemiye hiç bir dişi ayak basmadı; Victor daima yanı başımda. (İnce b ir muziblıkle) çok çok geminin bir başından öbürine kadar gider gelir, benden daha çok uzaklaşmaz ki! Yedi yıl bu. Y edi yıl bu mütemadi zevke mukavemet eden, bir an aksamayan bir aşka aşk denebilir mi? Yok, yok; bu hayatta benim bildiğim şeylerin hepsinin üstünde bir şey. insan oğlunun lisanı semavî bir saadeti ifade edebilecek kelimelerden mahrum. Alev saçan gözlerinden sel gibi yaşlar boşandı. Dört çocuk feryadı bastılar, ve civcivler gibi koştular annelerine. En b ü ­ yükleri Generale, tehditkâr gözlerle bakarak bir yumruk indirli. Genç kadın; — A bel! dedi, meleğim, sevincimden ağlıyorum Onu dizlerine aldı. Çocuk elini annesinin muhteşem boy­ nuna dolayarak onu teklifsizce okşadı; aıınesile oynamak istiyen bir arsılan yavrusuna benziyordu. Kızının heyecanlı cevabı karşısında şaşıran G eneral: — Peki canın sıkılmıyor mı? dedi. — Sıkılıyor, karaya çıktıkça; amma yine de kocamdan hiç ayrılmıyorum.. — Amma, sen eğlencelerden, balolardan, musikiden hoş­ lanırsın.. — Musiki onun sesi. Eğlencem onun için yaptığım süsler. Tuvalet'.™ hoşuna gidiyorsa, beni bütün dünya beğenmiş gibi oluyorum. İşte, bu. elmasları, bu gerdanlıkları, bu mücevher taçları; hâzineleri; çiçekleri, sanat şaheserlerini denize fırlat­ mıyorsam, sırf bunun için. O bu armağanları getirdikçe: — Helen» madamki dünyadan nzak'dasm,- istiyorum ki dün­ ya gelsin senin ayağına, diyor. — Amma burada erkekler var, küstah ve korkunç adamlar, onlaun.. Gülümsiyerek cevap verdi.


148

OTUZUNDAKİ

KADIN

— N e demek istediğinizi anlıyorum babacığım. Hiç bir imparatoriçe benim .kadar saygı ile kuşatılmamıştır. B u adam­ lar batıl şeylere inanırlar. Benim bu gemiyi, teşebbüslerini, muvaffakiyetieini koruyan peıi olduğuma marnlıyorlar. Amma asıl Tanrıları o. B ir gün, bir defa bir tayfa bana karşı saygısız­ lık gösterdi, (gülerek) tabii sözlerinde., dedi. Daha Victor hâ­ diseyi öğrenmeden tayfalar onu denize fırlattılar. Hem a f da etmiştim. Beni hayır melekleri gibi severler hastalıklarında bakarım onlara, bir kadın vefakârlığile üzerlerine titremek suretile, içlerinden bir kaçını da ölümden kurtardım. Bu zavallı­ lar hem devdirler, hem de çocuk. — Y a döğüş olunca? — Aıtıfc alıştım, diye cevap verdi. Yalnız bir defasında tit­ redim, şimdi ruhum böyle tehlikelere alıştı. Hattâ ne yapalım, kızın izim, seviyorum bile. — Y a onu kaybedersen? — Ben de ölürüm. — Peki, çocuklar?, — Ot,laı da Okyanusun ve tehlikenin yavrulardır. Anne ve babalarının hayatını, bölüşürler. Bizim hayatımız kaynaşmıştır. Hep ayni ömrü sürüyoruz. Kaderimiz ayni sahifede yazılı, bi­ liyoruz bunu. — Demek onu, böyle her şeye tercih edecek kadar seviyorsın? — H er şeye, diye tekrarladı. Amma bu sırrı pek kurcalamiyaiım. Bakın, bu sevgili yavru da yine o. Sonra Atehi fevkalâde bir kuvvetle göğsüne bastırarak, yanaklarına, saçlarına pek haris buseler konudurlu. General: — Amma daha şimdi denize dokuz kişi arttırdığını unutamıyacağım; diye haykırdı. Genç kadın: — H er halde öyle icabediyoçjlu, diye cevap verdi. Çünkü o iyi kalbli ve merhametlidir. Kurduğu küçük cemiyetin ve mü­ dafaasını yaptığı kutsal dâvanın menfaatleri ve bakası namına elinden geldiği kadar az kan döker. Size fena, görünen şeyi söy­ leyin ona. Göreceksiniz ki fikrinizi değiştirecek. General kendi kendine konuşur gibi: — Peki ya cinayeti7 dedi. Genç .tadın ^oğuk bir vakarla cevap verdi: — Amma ya bu faziletse? Eğer beşerî adalet öcünü alma­ dıysa? — Kendi öcünü kendi almak!


OTUZUNDAKİ

K.A D İ N

149

— Şu halde cehennem ne? B ir günde işlenen suçların eze­ lî bir inli«am ı değil mi? — Aiı mahvolmuşsun. Seni' büyülemiş, ifsat etmiş, saçmalıyorsın. — B ir gün burada kalın babacığım. Dinleyin onu, bakın ona, siz de seversiniz. General ciddiyetle: Helen dedi, Fransadan bir kaç mil uzaktayız. Genç kadın titredi, pencereden denizin sonsuz yeşilliğini seyretti. Ayağının ucu ile halıya vurarak: — İşte benim yurdum, dedi. — Anneni, kardeşlerini görmeğe gelimiyecek misin? — Ah, şüphesiz, amma o da ister ve benimle beraber gelirse. Sesinde göz yaşları vardı. General huşunetle: — Demek ki artık ne vatanın kaldı, ne ailen Helen! M ağıur bir eda ile: — .Karışıyım, dedi. Yedi senedenberi ona borçlu olmadığım tek saadet bu. Bahasının elini tutup öptü, ve işte işittiğim ilk sitem. — Vicdanın ne diyor? — Benim vicdanım odur. (Şiddetle titredi) işte geliyor dedi. Kavğa esnasında bile küpeştede, bütün ayak sesleri ara­ sında onunkileri tanırım. Birdenbire genç kadının yanakları kızardı. Yüzü parladı, gözleri ışıldadı ve teni mat bir beyazlık allı- Adalelerinde, ma­ vi damarlarında, gayri ihtiyarî titreyişinde saadet ve aşk vardı. Onun bu hassasiyeti Generale dokunmuştu. Gerçekten bir lahza sonra korsanibaşı içeri girdi. B ir kol­ luğa oturdu. Büyük oğlunu yakaladı, onunla oynamağa başladı. B ir an sustular. General, h ülyalı, gözlerle bir marti yuvasına benziyen bu zarif kamarayı, seyrediyordu. Yedi yıldır bu insan­ lar bir adama güvenerek Okyanusta yelken açmış, kavganın ve kasırgaların tehlikeleri arastada, İçtimaî felâketlerin ortasında reislerinin klavuzluğuna .güvenen bir aile gibi, yaşıyorlardı. B ir deniz ilahesinin fantastik imajı olan Helene, alabildiğine güzel ve mesuttu. İhtiyar asker ruhunun hâzineleri, gözlerinin pırıltısı, ve varlığının ifadeye sığmaz şiiriyetile, etrafındaki bütün zenginlikleri gölgede bırakan kızım hayran hayran sey­ rediyordu Vazyette hayretini çeken bir gariplik, bayağı dü­ şünceleri karma karışık eden bir his ve fikir inceliği vardı. Ce­ miyetin soğuk ve dar kombinezonları bu levha önünde can ve­


OTUZUNDAKİ

150

KADIN

riyordu.^İhtiyar asker bütiün bunları: hissetti ve anladı ki, kızı­ nın o kadar geniş, öyle tezatlarla hıncahınç ve samimî bir aşkla dolu hayattan ayrılmasına imkân yoktur. Madem ki genç kadm bir defa tehlikeden zevk almış, korkmamıştı. Bayağı ve mahdut bir cemiyetin, küçük sahnelerine dönemezdi. Korsan sükûtu bozarak: — Sizi rahatsız mı ediyorum? dedi ve karısına baktı.

Geucral: — Hayır, dedi. Helene bana her şeyi anlattı. Görüyorum ki bizim için kaybolmuş. Korsan heyecanla: — Yok diye cevap verdi.. B ir kaç yıl sonra, mururu zaman Fransaya dönmemi mümkün kılacak. İnsanın vicdanı temiz on­ lunca. sizin İçtimaî kanunlarınız.. Sustu ve kendini müdafaaya tenezzül etmedi. General sözünü keserek: — Nasıl olur da gözlerinizin Önünde irtikâp edilen yeni ci­ nayetler için vîcdan azabı duymı.yabilirsiniz? Korsan sükûnetle cevap verdi: — Erzakımız yok. — Amma ıbu adamları sahile çıkarsaydrnrz — B ir gemi ile yolumuzu kestirirlerdi, Şifliye varamazdık. General, sözünü keserek: — Fransadan İspanya Amiralliğine haber gidinceye kadar. — Amma Fransa, dâvası hâlâ cinayet mahkemelerinde sü­ rünen bir adamın, Bordeauks’lilar tarafından kiralanan bir briki yakalamasını hoş görmiyebiürdi. Esasen savaş meydanında sizin de lüzumsuz yere top ateşi açtığınız olmamış mıdır? Korsanın bakışile cesareti kırılan General, sustu. Kızının ona dikilen gözlerinde zafer ve melankoli vardı. K orsan: — General! dedi. Ganimetten santim feda etmemek prensir bimdir. Amma, şüphe yok ki benim hisseme düşecek olan kısım sizin servetinizden çok alacak. Müsaade ederseniz başka bir akça ile iade edeyim size. Piyanonun gözünden bir deste bankanot aldı, demetleri saymadı ve markiye bir milyon uzattı. — Anlıyorsunuz ya! dedi. Ben Bordeauks’da sokaktan gelip geçenleri seyretmekle eğlenecek halde değilim. Binaenaleyh ayrılmamız lâzım. Y o k eğer bu bohem hayatının tehlikeleri Güney Amerikanın manzaraları, tropik geceleri, kavgalarımız genç bir milletin veya Simon Bolivar’ın bayrağını muzaffer


OTUZUNDAKİ

KADIN

151

kılmak zevki gönlünüzü çeldiyse o başka. Bir sandalla, sadık adamlar emrinize amade. Ümit ederim ki üçüncü defa daha me­ sut şartlar içinde karşılaşırız. "lielene, küsğün bir eda ile ; — Victor dedi, babamla biraz daha görüşmek istiyordum. —■ On dakika ge,ç kalmak bizi bir freğatla karşılaştırafolir. Pekâlâ, biraz eğleniriz. Adamlarımın canı sıkılıyor. Gemicinin karısı: — Öyleyse gidin babacığım; kardeşlerime ve anneme şu yadigârları götürün. B iı avuç mücevher aldı bir kaşmire sardı ve mahcup bir tavırla babasına uzattı. K ızı anne kelimesini te­ reddütle talaffuz etmişti, bu hal Generalin dikkatini çekti. — Peki senin tarafından ne diyeyim onalara? — O h! Sevgimden şüphe edebilir misiniz? Saadetleri için her gün adaklar adıyorum. îhtyar ona dikkatle bakarak: — H elen e! dedi. Seni bir daha görmij'-eeek miyim? Neden kaçtığını öğrenmek hiç mi nasib olmıyacak bana? Gene kadın ciddi bir tavırla: — B u bana ait bir sır değildir, dedi. Söylemek hakkına ma­ lik olsam bile, ihtimal yine susardım. On yıl işitilmemiş a d la r çektim. Sözünü tamamlamadı, ailesine yolladığı armağanları baba­ sına verdi. Harpteki hâdiseler, Generali ganimet bahsinde bir "hayli geniş düşünmeğe alıştırmıştı. Kızının hediyelerini kabul etti, Helene gibi temiz ve yüksek bir ruhun tesiri altında kalan P a ­ risli kaptanın îspanyollarla cenk ederken şerefini muhafaza et­ tiğini düşünmekten zevk duydu. Yiğitlere karşı beslediği sev­ gi galip geldi. Sofuca hareket etmenin gülünç olacağını kesti­ rerek korsanın elini hararetle sıktı. Biricik kızı Helene’i asker­ lere has içlilikle öptü. M ağrur ve mert ifadesi kendisine defalar­ ca gülümsiyen bu çehreyi yaşlarla ıslattı. Pek hassaslaşan bah­ riyeli ona hayır duasını almak için çocuklarını uzattı. Nihayet hepsi de rikkat dolu, uzun bir 'bakışla vedalaştılar. D e d e : — D a­ ima bahtiyar olun! diyerek küpeşteye doğru fırladıDenizde garip bir manzara bekliyordu Generali. Alevler içindeki Saiınt Ferdinar.d, muazzam bir saman yığını gibi tutu­ şuyordu. îspanyalının brikini batırmağa uğraşan tayfalar, bor­ dada fıçılarla rum bulmuşlardı. Othello pek zengindi bu içki­ den yana. A çık denizde bfiiyük bir punç bolu tutuşturmak hoş­ larına gitti.


152

OTUZUNDAKİ

KADIN

Denizin zahirî monotonluğundan sıkılarak hayatlarına he­ yecan verecek hiç bir fırsatı kaç’.rmıyan insanlar için mazur gö­ rülmeğe değer bir eğlenceydi bu. General Saint Ferdinand’ın, güçlü kuvvetli yedi tayfa tarafından çekilen ıbüyük sandalına binerken gözleri bir Saint Ferdinand’daki yangına, bir de kor­ sana dayanan ve onnla beraber geminin arkasında duran kızı­ na gidiyordu. Bunca hâtıralar, kızının bir yelken hafifliğile dalgalanalı beyaz entarisi, hükmünü Okyanusta her şeye hattâ dalgalara bile geçiren bu heybetli, bu güzel çehre. Şimdi Gene­ ral bir asker kayıtsizlığile, yiğit Gomez'in mezarı üzerinden geçtiğini unutuyordu. Başnjın üstünde, geniş bir duman sütu­ nu, esmer bir bulut gibi kanat germişti. Güneş şuaları bu sütu­ nu yer yer deliyor ve şairâne pırıltılarla süslüyordu. Altında âdeta avizeler yanan, üstünde bu tezatla bin kat daha güzelleşen sema kubbesinin lekesiz lâcivertliği kanat geren ikinci bir gök­ tü bu. Kâh sarı, kâh kırmızı, kâh kumral, kâh esmer 'bir renk alan bu duman yığını çatırlayan, gıcırdayan, feryat eden ge­ miyi kuşatıyordu. Alev, halatları kemirdikçe ıslık çalıyor, yel­ kenlinin içinde dört dönüyordu. Rum, zıp zıp sıçrayan alevler saçıyordu. Sanki bu asabı mayii denizlerin perisi üflüyordu. Fakat ışıkları dalıa keskin olan güneş, bu küstah pırıltıyı- kıs­ kanarak, yangının renklerini, ziyalarının kucağında belli belir­ siz hale getiriyordu. Ateşten bir sel içinde uçuşan bir ağa bir eşarbe benziy ordu. Othello, uzaklaşmak için, bu yeni istika­ mette yakalayabildiği hafif rüzgârdan faydalanıyor, havalarda sallanan bir uçurtma gibi, sağa sola çarpılıyodu. B u güzel brik olta vurarak güneye doğru gidiyor, kâh gölgesi fantastik b ir şekilde suiara vuran dik sütunun arkasında silinerek, Genera­ lin gözünden kayboluyor, kâh zarafetle boy göstererek, kaçı­ yordu. Ilelene babasını görebildikçe, onu bir kere daha selâmlamak için beyaz mendlini sallıyordu. Çok geçmeden Saint Ferdinand Okyanusun çabucak siliverliği bir kaynaşmadan sonra battı. (Şimdi bütün manzaradan kalan tek şey, meltemin salladığı b ir buluttan ibaretti. Othello uzaklaşmıştı. Sandal karaya yaklaşı­ yordu. P-ıikle bu narin şalop arasına bulut girmişti. General, kızını son defa olarak bu dalgalanan dumanın yarıklarından gördü. Bu kum renkli fonda yalnız mendilile, robu teressüm ediyordu genç kadının. Yeşil sularla, mavi gök arasında brik görünmüyordu bile. Helen de şimdiden farkedilmez bir nokta, çözülmüş ve zarif bir çizgi, gökte bir melek, bir hayal, bir hâ­ tıra idi artık.


OTUZUNDAKİ

KADIN

153

İ Marki malî vaziyetini düzelttikten sonra yorğunluktan bitğin bir haidc öldü. 1835 de, Generalin ölümünden bir kaç ay sonra, Markiz Moina’yi Pyrenees kaplıcalarına götürmek zorunda kaldı. M ay­ mun iştah]! çocuk, bu dağların güzelliğini seyretmek istedi. Tekrar, kaplıcalara döndü ve o sırada aşağıdaiki korkunç sahne cereyan etti. M oir.a: — A İlahîm, dedi. Dağlarda bir kaç gün daha kalmamakla pek fena yaptık anne! Orada keyfimiz çok daha iyiydi. Şu mel­ un çocuğun mütemadi feryatlarım, şu bedbaht kadının gevezelik lerini duymadınız mı? Kadın galiba köylü şivesile konuşuyor, söylediklerinden tek kelime anlayamadım. Bize amma komşu­ lar getirmişler. Bu gece hayatımın en korkunç gecelerinden biri oldu. M ark iz: — Ben hiç bir şey işitmedim, diye cevap verli. Amma sev­ gili yavrum, şimdi gider, otel sahibini görürüm, yandaki odayı isterim ondan. O dairede biz bize kalır, gürültü falan da duyma­ yız. artık. Bu sabah nasılsın? Yorgunmusun? Markiz son cümleleri söylerken Möino’mm yanına gitmek için ayağa kalkmıştı. Kızının elini arıyarak: — Bakayım., dedi. Moina cevap verdi: — Bırak anne., elin buz gibi. Kız nazlanarak yastığında yuvarlandı. Bu hareketi o kadar tatlıydı kı bir annenin içerlemesine imkân yoktu bundan. O an­ da komşı. odadan içli ve uzayan ahengi bir kadın kalbini parçalıyan bir feryat koptu. Bütün gece bu iniltileri duymuşun da niçin uyandırmadın beni? "Hiç olmazsa., o anda eskisinden çok daha derin bir fer­ yat. Markizin sözünü kesti. — Birisi ölüyor diye haykırdı ve dışarı fırladı.

Moina: — Bana Pauline'i gönder, giyineceğim diye seslendi. Markiz merdivenden hızla indi. Avluda otel: sahibesile kar­ şılaştı. Etrafındakiler kadını dikkatle dinliyorlardı. — Madam yanımızdaki odaya koyduğunuz hanım gaîliba pek ıstırap çekiyor. Otel sahibesi: — Hiç söylemeyin dedi. Şimdi nahiye müdürünü çağrttım-


154

OTUZUNDAKİ

KADIN

Düşünün ki bu bir kadın, dün akşam buraya yaya geldi. Zavallı İspanyadan geliyor, ne pasaportu var, ne parası. Sırtında ölüm halinde küçül: bir çocuk taşıyodu. Onu nasıl kabul etmiyebilirdim ? Bu sabah kendim ıgidip ziyaret ettim. Çünkü dün yüreğim parçalanmıştı. Zavallı kadıncağız, çocuğile beraber yatıyor ve ikisi de ölümle pençeleşiyorlardı. Parmağından bir altın yüzük çıkararak, bana: — Madam dedi. Varım yoğum bu, ahn. Zannederim para­ nızı ödev burada uzun boylu kalacak değilim. (Çocuğuna baka­ rak ilâve etti ) Zavallı yavru, beraber öleceğiz. Yüzüğünü al­ dım, kim olduğunu sordum. B ir türlü ismini söylemedi. Haber yolladım bir doktorla nahiye müdürünü çağırttım. M ark iz: — Amma siz lâzım olan yardımı yapın... Yüce Tanrım ; bel­ ki henüz kurtarmak mümkündür; 11e masrafı olursa ben öderilm. — A h madam, pek de mağrur, bilmem ki kabul eder mi? — Ben gidip görüşürüm onunla. Markiz, hemen meçhul kadının odasına çıktı. Ziyareti öliim halinde olan bir kimse üzerinde fena bir tesir yapabilirdi, çünkü matem elbsesi vardı .sırtında, fakat 'bu ihtimal .hiç aklı­ na gelmedi. M arkiz can çekişen kadını görür görmez sarardı. Zira, gü­ zel çehresini örseliyen kokunç ıstıraplara rağmen büyük kızı­ nı tanımıştı. Karşısında siyahlar giyili bir kadın gören Helene, yatağında doğruldu. Dehşet dolu bir feryat kopardı, tekrar ya­ tağına yığıldı. B u kadının annesi olduğunu farketmişti. Madam d’Aiglemont: — Kızım, dedi; ne ihtiyacınız var? Pau'Ene, Moina! Helene zayıf bir sesle cevap verdi: — A rtık hiç bir şeye ihtiyacım kalmadı. Babamı göreceği­ mi ümit ediyordum, yasınız.. Sözünü tamamlıyamadı. Çocuğu ısıtmak ister gibi bağrına bastı, alnını öptü ve annesine baktı. Gözlerinde hâlâ sitem var­ dı. Fakat afla dolu bir sitem. M arkiz bu itabı görmek istemedi; Heleni göz yaşları ve yeis içinde doğurduğunu, en büyük acılarına sebab olan bir va­ zife çocuğu olduğunu unuttu. Sadece ona ilk annelik zevkini tattıran büyük kızı vardı şimdi..,Gözleri yaşla dolu idi. Yavaşça Helene doğru ilerledi ve kızını bağrına basarken: — Helene, kızım diye haykırdı. Helene, susuyordu. Son çocuğunun son nefesini koklamiş,tı. O anda Moina ile, famdöşambr Paulina otel sahibesi ve bir


OTUZUNDAKİ

KADIN

155

doktor içeri girdiler. Markiz ki 2 inm buz gibi ellerini avuçları­ na almışt1. Onu içten gelen bir yeisle seyrediyordu. Felâketeler bir denir kzasmda, ailesinden tek çocuk kurtararak sahile çı<kan dul kadını öfkelendirmişti. — Bütün bunlar sizin eseriniz dedi. E ğer benim için. Madam d’Aiglemont Helene’in sesini kendi bağırtısile bo­ ğarak : — Moina, çıkın hepiniz çıkın dışarı; diye haykırdı. Sonra Helene’e dönerek devanı etti: — A llah için olsun kızım, o kötü kavğaları tekrarlamıyaIrm şu anda. Helci:e fevkalâde bir gayret sarfederek: — Susacağım, dedi. Ben de anneyim. Biliyorum ki Moina uyumuyor, çocuğum nerede? ' Tecessüs Moina’yı tekrar oraya sürüklemişti. B u şımarık cot.uk: — A bla! dedi. Doktor.

Ileler.e: — H er şey faydasız, cevabını verdi. A h neden on altı yaşın­ da kendimi öldürmek isterken canımı almadın Allahım? K a­ nunların dışında, saadet aramamalı. Moina sen.. Başını çocuğunun ihtilâçla sıktığı başına doğru eğerek öl­ dü. Odalarına döndükleri zaman, gözlerinden sel gibi yaşlar boşanan Madam d’Aiglem ont: — Moina, dedi. Ablan her halde sana romansek bir ha­ yatın, bir kızı mesut edemiyeceğini, aldığımız terbiyenin dı­ şında, bilhassa annelerden uzakta bahtiyarlık olamıyacağını söylemek istedi.


VI G Ü N A H K A R B ÎR A N N E N İ N İH T İY A R L IĞ I 1844 Haziranın ilk günleriydi. Hakiki yaşından daha geç­ kin gösteren elli sularında bir hanım, Pariste Plumet sokağın­ daki büyük bir konağın bahçesinde, ağaçlıklı bir yolda gezini­ yordu. Öğle üzeriydi. Bayan hafifçe kıvrılan'" bu dar yolda bir iki defa gitti geldi. Anlaşıaan bir dairenin pencerelerini gözden ayırmak istemiyordu. Nihayet kabuklar ile süslü ağaç dalların­ dan yapılan o yan köy işi koltuklardan birine oturdu. Duvarın bir parmaklığından hem lâtif bir manzara teşkil eden iç bul­ varları, aem de Saint Germain foburğunun en güzel konakla­ rından birinin kurşunî cephesile nihayet bulan, bahçesinin da­ ha az muhteşem olan manzarasını seyredebiliyorlu. Bulvarın ortasında, yaldızlı kubbesini binlerce karaağacın zirveleri ara­ sında gcklere uzatan invalideslerin heybetli künbedi görünü­ yordu. Komşu bahçeler, bulvarlar, İnvalidesler.. her taraf sessiz­ di. Çünkü bu kibar mahallede gün ancak öğle zamanı, başlar. Binde bir, genç bir hanımefendi kapris gösterir de ata binmek ister, yahut ihtiyar bir diplomatın protokol icabı çıkacağı tu­ tar. Bunların dışında o satte uşaklarda uyur. Efendilerde ya­ hut yeni yeni gözlerini açarlar. Erkenden uyanan bu yaşlı hanım, konağın sahibi Madam de Saint Hereen'in annesi Markiz d ’Aiglemont’du. B u konağı kızına kendi hediye etmişti. Zaten şahsı için, kaydi hayat şartile bir gelir ayırarak varını yoğunu ona bırakmıştı. Kontes Moina de Saint Horeen, madam d’Aigleinont’un son çocuğuy­ du. Annesi onu Fransanın en ünlîi ailelerinden birinin varisli' evlendirmek için hiç bir fedakârlıktan çekinmemişti. Bundan tabiîde ne o/labilirli? Hanım efendi iki oğlunu üstüste kaybe* inişti. Gustave koleradan ölmüş, A bel Cezayirde can vermişti. Büyük oğlu ardında dul bir badınla öksüzler bırakmıştı. Fakat.


O TU) rL U N D A K İ

KADIN

157

madam d’Aiglem ont’un oğullarna karşı olan sevgisi zaten hararetsizdi. Torunlarına intikal edince' daha da hafiflemişti. Ge­ linine karşı nazikâne hareket ediyor, fakat âdabı muaşeretin icabettirdiği sathî samimiyet ve muhabetten ileri gitmiyordu, ö len çocuklarının serveti tan,* men tesviye edilmiş bulunuyordu. Kendi biriktirdiklerini, malını mülkünü sevgili Moina’jeına saklamıştı. Küçüıklüğündenberi güzel ve cazip, olan Moina ötedenberi, madam d’Aiglem ont’un göz bebeğiydi. Annelerde Tan­ rı vergisi ve gayri iradî sanılan bu tehlikeli tercihlerin izahı im kansız görülür, amma i ı< diyenler hikmetini anlamak da güç­ lük çekmezler. Mc-ino’nun şirin çehresi, bu sevgili kızın sesindeki ahenk, tavırları, yürüyüşü, edası, her hali Markizin ruhunda, bir anne kalbini canlandıracak, bulandıracak, hayran bırakacak, en derin heyecanlar uyndınyordu. Bugünkü hyatmın gelecekteki yılla­ rının, geçmişteki ömrünün temel ve kaynağı, genç kadınm gön­ lünde idi. Markiz, kalbinin bütün hâzinelerini oraya dökmüştü. Bereket ki dört büyük kardeşi öldüğü halde 'Moina sağ kalmış­ tı. Kibarlar âleminde, söylenliğine göre, madam d’Aiglemont, hayatı meçhul kalan güzel bir kızını, en acı şartlar içinde kay­ betmiş, ve küçük oğlunu, korkunç bir kaza elinden almıştı. Markiz, ecelin, göz bebeği yavrusuna saygı göstermesini, şüphesiz ki bir hayır alâmeti olarak kabul etti. İçinde ölümün kadrillerine kurban giden çocuklarının sönük hâtıraları kal­ m ıştı; kır çiçeklerinin hemen hemen kuşatıp örttiği bir savaş meydanındaki mezarlar gibi Cemiyet bu kayıtsızlığın sebebini, bu tercihin hesabını hu­ şunetle sorabilirdi ondan. Fakat, Pariste cemiyet, hâdiselerin, modaların, yeni yeni fikirlerin kasırğasile sürüklenip gider. Onun için madam d’Agiemont’un bütün hayatı unutulmuştu âdeta. Onun bu soğukluğunu ; bu alakasızlığını, kimse başına kak­ mıyordu. Kimsenin menfaatine dokunmuyordu da ondan. H a l­ buki Motııa’ya karşı olan sevgisi, bir çoklarını alâkadar ediyor, batıl itikatları kuşatan bir kudsiyet taşıyordu. Zaten Markiz, salonlara da pek sık uğramıyordu. Görüştüğü ailelerin ekserisi, onu iyi ltaîbli, uysal, dindar ve merhametli buluyordu. Cemiyet, bu görünüşlerle iktifa eder. Daha ileri gitmesi için şiddetli bir alâka duyması lâzım leğil midir? Sonra, gölge gibi silinen ve bir hâtıra olmaktan başka iddiası bulunmıyan ihtiyarların han­ gi günahı vardır ki affedilmesin? Hülâsa madam d’Aiglemont, çocukların babalarına, damat-


158

OTUZUNDAKİ

KADIN

ların kayın valdelerine hatırlatmaktan zevk duydukları bir nu­ mune idi. Markiz, malını mülkünü vaktinden önce Moina’ya bağış­ lamış, genç kontesi mesut görmekten memnun, onun için ve onun sayesinde yaşıyordu. Gerçi, tedbirli ihtiyarlar, asık suratlı amucalar, bu hareke­ ti tenkit ediyor, belki madam l’Aiıglemont, servetini kızına ver­ diği için bir gün pişman olacak, hadi madam de Saint Hereen’in içini dışını biliyor, diyelim amma güveyinin ahlâkından da ayni derecede emin olması kabil mi? Mütaİeasını ileri sürüyor­ lardı. Amma bu kâhinlere karşî umumî bir itiraz yükseliyor; her yandan Moina hakkında sitayişler yağıyordu. Genç bir kadın: — Madam de Saint Hercen’in hakkı da söz götürmez doğ­ rusu, diyordu. Annesinin yaşayışında hiç bir değişiklik olma­ dı. Madam d’Aiglemont sultan gibi ömür sürüyor, emrinde ara­ ba, eskisi gibi dilediği yere gidebiliyor. Fikirlerinde istiklâl göstermek baham.:sile, dostlarım tarize boğmak, hakları olduğunu sananlardan ihtiyar bir tufeyli: — Amma Italienler müstesna diye fısıldıyorlu. Şımarrk çocuğu bertaraf, büyük hanımın biricik hoşlandığı şey: Müzik. Gençliğinde pek kıymetli bir müzizsyendi! Amma kontesin lo ­ casına daima genç kelebekler üşüşdüğünden küçük hanıma sı­ kmış olmasın diye, zavallı annenin îtalienlere hiç uğradığı yok. Konves şimdiden, büyük bir koket gibi bahsettiriyor kendin den. Gelinlik bir krz: — Madam de Saint Hereen annesi için nefîs süvareler t'ertihediyoı, bütün Paris koşuyor salonuna. T u fey lî cevap veriyordu: — Öyle bir salon ki kimsenin aldırdığı yok Markize. B ir hovarda, genç hanımlardan tarafa çıkarak söze karı­ şıyordu. — Muhakkak olan şu ki madam d’Aiglemont hiç yalnız kalmıyor. İhtiyar parazit yine fısıldadı: — Sabahleyin, sabahleyin sevgili Moina uykudadır. Saat dörtte sevgili Moina ormana çıkar. Akşamları sevgili Moina ya balodadır ya Bouffon’da, diyeceksiniz ki madam d’Aiglemont kızını giyinirken göremez mi? Orası doğru, sonra sevgili M oina’nm kazara sevgili annesinin yanında yemek yediği de olur.


OTUZUNDAKİ

KADIN

159

Tufeyli, bulundukları, eve yeni gelen utanğaç bir mürebbinin kolun geçerek devam ediyordu: — .. Daha sekiz gün olmadı. B u zavallı anneyi, ocağının başında mahzun ve yalnız gördüm. — Neniz var? diye sordum. Gülümsiyerek bana baktı, amma hiç şüphesiz ağlamıştı. — Beş çocuk sahibi olduktan sonra yalnız kalmak pek garip diye dü­ şünüyordum. N e yapalım almanızın yazısı, bu. Sonra M oino’nun eğlendiğinden emin oldukça mesut oluyorum, dedi, içini dokebilirdi bana. B ir vakitler kocasile görüşürdüm. Biçarenin biriy­ di talihinden böyle bir kadına düşmüş, Ayan azalığını da O nuncu Charles’in sarayındaki mevkiini de hep karısına borçlu idi. Salon muhabbetlerinde öyle asılsız sözler yer alır, dikkat­ sizlikle o kadar büyük fenalıklar yapılır ki, Örf ve âdetleri tet­ kik eden muharrir b ir sürü kayıtsızın, kayıtsızca savurduğu id­ diaları ince eleyip sık dokumak mecburiyetindedir. Ann** mi haksızdır, kız mı ? B u hususta katı ıbir hüküm ver­ memek her halde en doğrusu. B u iki gönül arasında tek hakem olabilir: Tanrı intikamını çok defa ailelerin içine salan, ezel­ denken çocukları babalarına, halkı kıratlara, kırallan millet­ lere musallat eden, ilkbaharda kuru yaprakları itip yerine çıkan taze filizler gibi mâna âleminde hisleri hislerle değiştiren, değşmez bir düzene göre ve yalnız kendince bilinen b ir gayeye uyarak hareket eden Tanrı. Madam -d’Aiglem ont’un ruhunda, bu dinî düşünceler, — fır ­ tınalı bir havada suların göğsünde bucalıyan çiçekler gibi— kâh yan aydınlık, kâh derinlerde kaybolmuş, kâh tamamen mey­ danda darma dağın dalgalanıyordu. Oturmuştu, yorgundu. Öümün yaklaştığını sezenlerin gö­ zünde bütinı hayatı yeniden canlandıran hayallerden birine dalmış, uzun düşüncelerle bitap düşmüştü. Vaktinden önce kocayan bu kadın, bulvardan geçecek bir

h a lim le r : Parisın eski tiyatrolarından, Fransada İtalyan komedisi son' oisler devrinde başlar. Mazarin taralından hüsnü kabul görür. Ö n"beşinci Louis devrinde Operada verilen tem siller İtalyan m usikisi taraf tarlanla, Fransız musikisine hayran elanlar arasında bir münakaşa mevzuu olmuş Bouf fonlar savaşı diye anılan mücadeleye sebebiyet vermiştir. (1782) 1801 e kadar Pariste daimî İtalyan tru p leri yoktu. 1801 de Vict.orie sokağında hakikî b ir İtalyan tiyatrosu kuruldu ve 1878 de dağilöi.î


160

OTUZUNDAKİ

KADIN

şair için meraklı bir cablo idi. Onu bir akasyanın h afif gölge­ sinde — öğle üzeri bir akasya gölgesi— oturmuş görenler, gü ­ neşin sıcak şuaları arasında bile soğuk ve solgun kalan bu. si­ manın ifade ettiği binlerce düşünceden birini anlardı her halde. Mâna dolu çehresinde sönmeğe yüz tutmuş bir hayatinkinden daha vahim, tecrübe ile ezilmiş bir ruhunkinden daha de­ rin bir ifade vardı. N as’;l biı müzedeki binlerce tablo arasında, M urillo’nun annelik (1 ) acısını tasvir ettiği ulvî baş, veya Guide’in (2 ) en korkunç bir cinayetin kucağında, en yürekler acısı .masumi­ yeti canlandırabildiği Beatriks Cincinin yüzü, yahut ta Velasquez'in kıralların telkin etmesi gereken azametli korkuyu abedîleştirdiğ Philipps’in karanlık çehresi, sizi şiddetle müteessir ederse; hu kadın da, hususiyetleri olmadığı için dıidak ibiüküp geçtiğimiz binlerce fiziyononıi arasında bizi bir an durduran düşündüren tiplerdendi. Bazı insanların çehresi sizinle konuşan, size sualler soran, gizli düşürmelerinize cevap veren kuvvetli imajlardır. Madam d’Aiglemont’un soğuk siması da, Dante A ligh ieri’nin “İlâhi ko­ medya” emda bınlercesine rastlanan bu korkunç şiirlerden b i­ riydi. Kadının kısa süren çiçeklik çağında güzelliğinin hususi­ yetleri : tabiî zaafının ve İçtimaî kanunlarımızın kendisini mah­ kûm ettiği ketümiyeti başamasına pek yardım eder. T erü taze çehresinin zengin renkleri, gözlerinin pırıltısı, ve ince çizgile­ ri biitün heyecanlarını gizliyebilir. Zaten pek keskin olan renk­ lerini süsliyen kızartı hiç bir şey açıklamaz. Gözlerinin hayat dolu pırıltısı, içten gelen ışıklarla kaynaşmıştır. Istırabın ge­ çici alevi bu bakışlara yeni bir zarafet katar, o kadar. Taze bir yüz kadar sır saklıyan hiç bir şey yoktur, hiç bir şey o kadar oynak c-eğici ir de ondan. Genç bir- kadının yüzü bir gölün sathı kadar durgun, cilâlı ve parlaktır. Kadınların çehresi ancak otuzunda mânalaşır, res­ sam o yaşa kadar bu simalarda ancak penbelik ve beyazlık, hep

( 1 ) M u r illo : Sevilde doğup ölen mzşuur İspanyol ressamı (1617— 1r84) E n meşhur ese rleri ; Çobanların , ibadeti, küçük dilenci, M eryem in sem ajz-ıitücu. Hem büyük b ir kulörist, hem kıy m etli b it desinatördür. (2 ) ö G uide: B üyük İtalyan ressamı. (1575— 1642) Başlıca eserleri: Şafak, Helenenip kaçırılışı, İsanın başı.


OTUZUNDAKİ

KADIN

aynı fikri, aynı düz ve sığ fikri, gençlik ve tekrarlıyan tebessümler ve ifadeler bulur.

161 aşk

düşüncesini

Fakat ihtiyarlıkta, kadında her şey konuşur; ihtiraslar çehresine izlerini kazmıştır. Aşık, zevce, anne olmuştur. Neşe­ nin, ve acıııın en keskin ifadeleri, hepsinin de bir lisanı olan binbir çizgi halinde çehresini damgalamıştır. O zaman bir ka­ dının başı dehşetle ulvileşir, güzelleşir, sükûnetle muhteşem­ leşir. Deminki teşbihe devam etmemiz caizse diyebiliriz kî — o çağda— kuruyan göl, kendisini teşkil eden bütün sellerin izlerini gösterir, ihtiyar bir kadın başı, ne alıştığı bütün zara­ fet tasavvurlarının çöküşünü görerek ürken, havaî cemiyete, ne de bu çizgilerde hiç .bir şey okuyamıyan bayağı sanatkâra ~ hitabeden Sanat ve güzellik bahsinde bir çok batıl itikatlara <5yardakiı,k eden itibarî hükümlerden tamamen müstakil olan bir ,» güzelliği hissedebilenlere, hakikî şairere aittir o. Madam d’Aiglemont’un başında son moda bir şapka vardı. Bununla beraber vaktile siyah olan saçlarının, zalim heyecan­ larla ağardığı kolavca görülüyordu. Amma onları, iki örğü ha­ linde ayırış tarzı, ince zevkini, kibar kadınara has zarif alış­ kanlıklarını belirtiyor, örselenmiş, kırışmış, fakat hâlâ eski şa­ şaasından izler taşıyan alnını tamamen meydana çıkarıyordu. Yüzünün biçimi, çizgilerindeki intizam, bir zamanlar -her hal­ de gurur duyduğu güzellği hakkında şöyle ıbir fikir veriyordu. Fakat bu çizgiler, — daha çok— çehresini oyacak, şakaklarını kurutacak, yanaklarını birbirine geçirecek göz kapaklarım örseliyecek, bakışının zarafeti olan kirpiklerini dökecek kadar kes­ kin acılar çektiğini gösteryordu. Bu kadının her halinde sessizlik vardı. Yürüyüşünde, ha­ reketlerinde insana saygı telkin eden o ciddî, o düşünceli ağır­ lık göze çarpıyordu. B ir kaç yıldanberi, kızının önünde kendini göstermek iste­ meyişi onda itiyat halini almıştı. Çekiıığenlik derecesine varanı tevazuu bu alışkanlığın neticesi olacaktı. Seyrek konuşuyordu.

(3 ) Velasquez: Sevilde doğup M adritte ölen meşhur İspan y ol ressamı. (1599— 1660) bilhassa portrelerindeki kudret ve ' zarafetle ebedileşti. İspanyol mektebinin yetiştird iği en büyük ve en orjin al ressam. E n ünlü tabloları arasında: A y aşlar, Brede'nin teslim i, ip lik eğiren kızlar, Dördüncü P h ilip p e’e ait portreler. İspan­ yol prensesleri, M arie T her ese'i sayabiliriz.


162

OTUZUNDAKİ

KADIN

.... " ‘ .• • ""1

Sözleri, düşünmek, hislerini gizlemek, kendi kabuğunda yaşa­ mak zorunda cilan 'her insanınki gibi munisti. B u tavırlar, i»u duruş, insanın içinde anlatılmaz bir his ya­ ratıyordu. B u ne korku idi, ne merhamet. Fakat bıraktığr in­ tihada bu çeşitli duyguların kucakladığı bütün fikirler esrarlı bir surette kaynaşıyordu. Nihayet bu kırışıkların mahiyeti, yü­ zünün buruşma şekli, mustarıb bakışındaki solgunluk, her hali göz yaşlarını hep gönlüne akıttığını, büyük bir belagatı e ifade ediyordu. Hayattaki felâketlerin tesellisini aramak için gözle­ rini göğe kaldırmak itiyadında olanlar, bu annenin bakışların­ dan günün her saatinde dua eden bir insan olduğunu, sonunda — annelik hissine varınciya kadar— ruhun çiçeklerini kurutan o .gönül yaralarının belirsiz izlerini kolayca farkederdi. Ressam lar bu .portreleri sadakatle aksettirebilecek renklere maliktirler, fakat fikirler ve sözler, onları canlandırmaktan âcizdir. Tenlerindeki renklerde, çehrelerinin edasında, ruhun an­ cak gözle kavraya bildiği izahı imkânsız hususiyetler vardır. Bunları anlatmak için, şairin baş vurabileceği tek vasıta, fiziyonomid-: böyle .korkunç değişiklikler yapan hâdiseleri hikâye etmekten ibarettir. B u çehre sakin ve soğuk bir fırtına; bizim gibi mahdut olan ve sönsuzlıkla münasebetleri bulunmıyan hislerimizin zaafile, annelik acısının kahramanlığı arasında gizli bir mücadele ifade ediyordu. Mütemadiyen susturulan bu acılar, zamanla bu kadına bil­ mem nasıl bir marizlik vermiş bulunuyordu. H er halde .pek faz­ la şiddetli heyecanlar bu annenin kalbini cismanî ibir şekilde örselemişti. B ir hastalık — ihtimalki bir damar çatlaması— bu kadının hayatini, kendi farkında olmadan, yavaş yavaş tehdit ediyordu. Hakiki ıstırablar kzdıkları derin mecrada zahiren öyle sakindirler ki, uyuyorlar sanırsınız. Am/ma kristali delen d korkunç asid gibi ruhu aşındırmağa devam ederler. O anda Markizin yanaklarına iki damla göz yaşı yuvarlan­ dı. Bütün düşüncelerinden daha yürekler acısı bir fikirle ya­ ralanmış çi.bi ayağa kalktı. H er halde Moinanın .istikbali hak­ kında hüküm vermişti. Kızını beklyen ıstırabÜarı önceden 'kes­ tirirken, kendi hayatının bütün felâketleri de kalbinde yemden, canlanmıştı. Kızının içinde bulunduğu durumu izah edersek, bti anne­ lim vaziyeti de kendiliğinden anlaşılır. Kont de Sant Hereen, aşağı yukarı altı ay önce siyasî bhr vazife ile Paristen ayrılmıştı. O yokken, küçük hanımlara has


OTUZUNDAKİ

KADIN

163

bütün hava ve hevesler*, ş’jmarık çocukların kaprisli arzularnı ekleyen JVLoina belki hoppalığından, beki kadını ğın işvelerine ita at û.in belki de cilvelerinin tesirini tanımak maksadile, kurnaz fakat kalbsiz bir adamın sevgisile oynamağa kalkıştı. Erkek aşktan sarhoş olduğunu söyliyordu; amma bu aşk jbir züppenin. İçtimaî ve havai bütün küçük hırslarını tatmin arzusundan iba­ retti. Uzun tecrübelerle, hayatı tanımağı, insanlar hakkında hü­ küm vermeği, cemiyetten endişe etmeği öğrenen madam d’A % îemont, bu maceranın inkişafını dikkatle takibetmişti. Kızının hiç bir mukaddes şey tamftnıyan bir erkeğin eline düştüğünü görerek, mahvolacağını seziyordu. Moina'nun sözlerini can kulağile dinlediği erkeğin, ,bir ah­ lâksız olduğunu anlamak onun için korkunç bir şey değil miy­ di? Demek ki sevgili kızı bir uçurumun kenarında idi. Annebunu dehşet veren bir katiyetle biliyor, fakat onu tutmağa da cesaret edemiyordu. Çünkü titriyordu. Kontesin önünde. önceden anlıyordu ki Mbina akıllıca öğütlerin hiç birini dinlemiyecek. Kendisi, için demir gibi sert, başkaları îşîn yu­ muşacık olan bu ruh üzerinde hiç bir tesiri yoktu. Şefkati, önda işıkın asıl meziyetleri-le meşrulaşan bir ihtiıasm ıstırablarma karşı alâka uyandırırdı. Fakat kzınınki sadece işve idi; ve M a r­ kiz Moino ile mücadeleyi, bir şatranç partisi telakki edecek tıynette olduğunu bildiği Kont A lfred de Vandenesse’den iğ ­ reniyordu. Amma bu nefretine rağmen, bedbaht valide, hıncının asıl sebeblerini kalbinin en derin köşesine gömmek zorunda idi. A lfre d ’in babası Marki de Vandenesse’le aralarında pek sa­ mimî bir dostluk vardı. Cemiyetin saygı gösterdiği bu arka­ daşlık, genç adamın, madam de Saint Hereen’lere girip çıkma­ sına müsaade ediyor, delikanlı çocukluğundanberi Moina’ya âşıkmış gibi görünüyordu. Sonra, madam d’Aiglemont onları birbirinden ayırması ge­ reken korkunç sırrı ortaya atmağa karar verse de neye yaraya­ caktı? M uvaffak olamıyacağım_dini gibi biliyordu. A lfre d böy­ le sevilere inanmıyacak kadar ahlâksız, kızı bu ifşaya kulak asımyaoak derecede kurnazdı. Nihayet genç kontes bunun bir anne desisesi olduğunu illeri sürerek işin içinden sıyrılacaktr. Madam d’Aiglemont zindanını kendi: ellerile kurmuş, kendi kendini hapsetmişti. Orada Moina’nun mahvolduğunu göre göre- ölmeğe mah­ kûmdu. Halbuki kızının hayatı onun gururu, saadeti, teseTlisiydi ve nazarlarında kendi ömründen bin kere daha kıymetliydi.


164

OTUZUNDAKİ

KADIN

Korkunç, inanılmaz, anlatılmaz acılar; uçsuz bucaksız uçurum Sabırsızlıkla kızının kalkmasını bekliyordu. Amma ondan korkuyordu da. B ir an evvel hayatla alâkasını kesmek istiyen, fakat cellâdı hatırladıkça soğuk terler döken bahtsız mahkûma ■benziyordu. Markiz son bir teşebbüste buunmşğa karar vermiş­ ti. Lâkin, ihtimal teşebbüsünde muvaffak olamamaktan çok, bütün cesareti tükenen kalbini yaralayan o acı darbelerden bi­ rine hedef olmaktan korkuyordu. Onu annelik aşkı o hale getimişti ki, kızını seviyor, ondan korkuyor, bir hançer darbesinden çekiniyor, fakat önüne de koşuyoıdu. Annelik duygusu, seven gönüllerde o derece geniştir iki, bir annenin kayıtsızlaşmadan önce din ve aşk gibi büyük bir fikre dayanarak ölmesi lâzımdır. Uyandı uyanalı, Markizin meşum hafızası, görünüşte kü­ çük olan fakat manevî hayatta büyük hâdiseler teşkil eden bu: vaka.arı gözlerinin önünde canlandırmıştı. Filhakika bazan bir jestte bütün bir facia gizlidir. B ir sözün şivesi bütün bir ömrü yaralar, tır bakıştaki kayıtsızlık en mesut ihtirası öldürür. Maalesef Markiz d’Aiıgilemont, bu jestlere lüzumundan fazla şahit olmuş, ruhta korkunç bir tesir bırakan o bakışlara sık s:k hedef teşkil etmiş, o lâkırdılardan çok dinemişti. Onun için hâtıralarından ümit var olması kabil değildi. A lfred onu, kızının kalbinden silmişti. Bunu apaçık görü­ yordu. Kendisi, anne bu gönülde bir hazdan çok bir vazife ola­ rak yaşıvcrdu. U fak tefek binbir hâdise kontesin kendisine karşı pek fena bir vaziyet takındığını, gösteriyor ve Markiz bu nan­ körlüğü ihtimal ki bir ceza telakki ediyordu. Kendisini vuran eli hâılâ takdis edebilmek için kızının ha­ reketini Tanrının iradesi olarak kabul etmeğe çalışıyordu. O sabah her şeyi hatırladı. V e olup bitenler yeniden kal­ bini öyle şiddetle sarstı ki, kederle dolu ruhu* en (küçük bir acı ile taşacak hale g e ld i; soğuk bir bakış Markizi öldürebilirdi. B u iıail'evî hâdiseleri tasvir etmek güçtür. Amma birkaçını an­ latmak hepsini izah etmeğe kâfidir belki. Meselâ Markizin kulağı biraz ağırlaşmıştı. Moina konu­ şurken bir türlü sesini yükseltmiyordu. B ir ıgün anne, ıstırab çekenlere has bir saflıkla, tek kelimesini anlamadığı bir cüm­ leyi tekrarlamasını rica etti. Moina itaat etti amma öyle neza­ ketsiz Ibir eda takındı ki madam d’Aglemont bir daha böyle bir dilekte bulunmasına imkân kalmadı. O zamandanberi Moino bir şeyler anlatır veya konuşurken, markiz yakıninde bulunma­


OTUZUNDAKİ

KADIN

165

ğ a gayret ederdi. Fakat kontes çok defa, gafletle annesinin ayıpladığı bu sakatlıktan sıkılmışa benziyordu. Binbir misal içinden seçilen bu nümune, ancak bir annenin kalbini örseliyebilirdi. Belki bir müşahit bunlarr hiç de farke•demezdî Çünkü yalnız bir kadın gözünün seçebileceği incelik­ lerdi bunlar. Meselâ yine bir gün, kızma Prinoesse de Cadignan’in ken­ disini ziyarete geldğini söyleynce, Moino sadece: — N asıl! Si­ zin için gelddi ha! cevalbını vermişti. Bu kelimeleri söylerken takındığı tavırda, şivesinde, h afif bir hayret ve zarif bir kü­ çümseyiş vardı. Madam d ’Aiglemont ayağa kalkmış, gülümse­ miş, ve gidip gizlice ağlamıştı,. T e rc iy d i insanlar, hele bilhassa kadınlar, hislerini ancak belli belirsiz tuşlarla açıklarlar. Amma hayatlarında bu za­ vallı anntninkine benziyen anılar bulunan kimseler kaltolerinin titreyişini pekâlâ sezer. Hâtıraların yükü altında takati kesilen madam d’A iglemonlun pek dikenli pek zalim olan o küçiik vakalardan biri geldi aklına. Gülümseyişler altında gizlenen acı, bir istihfafı şu da­ kikada bütün acılığile farkediyordu. Fakat kızının yattığı oda­ nın pencereleri açılmıştı, bunu duyunca göz yaşlan kurudu. A z önce önünde oturduğu parmaklık boyunca uzayan ağaçlık­ lı yoldan kızının penceresine doğru koştu. Yürürken baıhçiyam n (bir kaç zamandanberi. baıkılmıyan bu yolun kumlarını bü­ yük bir itina ile temizlemiş olduğunu farketti. Madam d ’Ai'glemont kızının penceresi altına yetişmişti ki pancurlar hızla kapandı. — Moina! diye seslendi. H iç cevap yok. Eve giren Markiz, kızlının uyanıp uyanmadığını sordu. M oina’nun fam döşambrı: — K<. ntes .hazretleri küçük salondalar.. dedi. Madam d’Ai'glefmont’un içi pek doılu, zihni pek meşguldü. Böyle hafif hâdiseleri düşünecek halde değildi şimdi. Hızila .'küçük bir salona geçti. Kontes oradaydı. Sırtında bir penyuvar vardı. Dağınık saçlarına ihmalkâr bir eda ile bir hotoz geçir­ mişti, ayaklarında pantofılar vardı. Odasının anahtarı kemerine ta k ılıy d ı; keskin renkler alan çehresinde âdeta fırtınalı düşün­ celer okunuyordu. B ir sedire oturtmuştu, dalğın görünüyordu. Sert b ir sesle: — Niçin giriyorsm ız? diye seslendi. (Sonra sözünü kese­ rek dalgın bir eda ile devam etti.) O, sizmiydiniz? anne.


löö

OTUZUNDAKİ

KADIN

— Evet yajvrum, annen! Madam d’Aiglem ont bu cevabı verirken şivesi ve tavrı öy­ le derin bir heyecan ifade ediyordu ki kudsiyet sıfatını kul­ lanmadan anlatmak güçtiir. Gerçekten tam bir annelik kudsiyeti vardı üstünde. Bu~hal kızının da dikkatini çekti. Kontes, hürmet, endişe ve vicdan azabı sezilen bir hareketle başını çe­ virdi. Markiz salonun kapısını örttü. B ir kimse gelecek olsa gürültüsü işitilecekti. Bu sayede aralarındaki konuşmayı baş­ kalarının duymaması sağlanmış oluyordu. M ark iz: — Kızım, dedi. Biz kadınların hayatındaki en mühim buh­ ranlardan biri hakkında seni aydınlatmak vazifem dir; sen farikmda değilsin amma ne olursa olsun böyle bir kriz geçirmekte­ sin. B ir anne gibi değil bir arkadaş gibi seninle konuşacağım. Evlenmek suretile istediğin gibi hareket etmek hürriyetini kazandın, yaptıklarından yalnız kocana hesap vermek meeburiyetindesin. Amma üzerinde annelik nüfuzumu o kadar az kul­ landım ki (belki de hata ettim) öğüde şiddette muhtaç olduğun şu anda sana bir defacık olsun sözlerimi dinletmek hakkımdır sanırım. Düşün ki Moina seni kabiliyetli yüksek bir adamla evlendirdim, onunla iftihar etsen yeridir. Moina haylaz bir eda ile annesinin sözünü keserek: Anne! dedi. N e demek istediğinizi anılıyorum. AM red hakkında vaızlar vereceksiniz bana. Markiz göz yaşlarını güçlükle zaptederek: — E ğ e r hlssetmeseydiniz, böyle kolaylıkla keşfedemezdiniz Moina! Adeta mağrur bir tavırla: — N e o? dedi. A n n e; doğrusu. Madam d’Aigılemont fevkalâde bir gayret sarfederek: — Moina dedi. Söylemektiğim lâzımgelen şeyleri dikkatle dinlemeniz ica'beder. Kontes, kollarını kavuşturdu, saygısız bir itaat, göstererek inanılmıyacak bir soğukkanlılıkla: Müsaade edin de anne Pâuline’yi çağırayım bir yere yolîıyacağım da dedi. Zile bastı. — Sevgili yavrum, Pauline sözlerimizi. Annesine garip görünen bir ciddiyetle: — Anne! dedi. (Sustu, fam döşambr gelmşti) Pauline B a udrana kadar bizzat git, neden şapkamı göndermemişler. Sonra tekrar oturdu ve dikkatle annesine baktı. Kalbi aciyle dolup boşalan Markizin gözleri kuru îdi, ıstı-


OTUZUNDAKİ

KADIN

167

rabırn ancak annelerin anlayacağı bir heyecan içinde idi. M oina’yı tehlikeden haberdar etmek ve aydınlatmak için söze "başladı. Amma, ihtimal ki annesinin Mariki de Vandenesse’in oğlu hakkında beslediği şüpheler Kontesin ağrına gitmişti. İhtimal ki gençlerin tecrübesizliğinden doğan o anlaşılmaz çılgınlık­ lardan brine yakalanmıştı; annesinin bir lahza duruşundan is­ tifade ederek, cebrî bir gülüşle: — Ben yalnız babasını kıskandığını sanıyordum anne! dedi. 'dadam d’Aigletmont gözlerini yumdu. Başını eğdi ve pek zayıf bir ah çekti. Hayatın büyük buhranlarında bize Allahın yaraımır.ı arattıran o yenilîmez hisse boyun eğer gibi, havaya bak tı; s<-nra korkunç bir ihtişam ve derin bir ıstırab okunan göz erini kızına dikti; titriyen bir sesle: — Kızım, dedi. Anneniz hakkında, yaraladığı adamdan da­ ha insafsız davrandınız, ihtimal ki Tanrı bile sizin kadar za­ lim olmıyacaktır. Madam d’Aiglemont ayağa kalktı. Fakat kapıya yetişince geri döndü, kızının gözlerinde yalnız şaşkındık gördü, çıktı. Ancak bahçeye yetişebildi, orada takati kesildi. Kalbinde şid­ detli acılar duyarak bir sıranın ijzerine yığıldı. Kumda dolaşan bakışları, bir erkek ayağının taze izini tanıdı-. Çizmeler kumda apaçık çizgiler bırakmıştı. Hiç şüphe yok ki, mahvolmuştu kı­ zı. Pauîine’in şapkacıya gönderilmesindeki hikmeti anladı. B u zalim düşünceyi daha çirkin bir seziş takibetti. Marki de Van­ denesse’in oğlu. Moina’nun kalbinde evlâdın anneye karşı borç­ lu olduğu hürmet hissini öldürmüştü. Bu tahmin acılarını bir kat daha arttırdı; yavaş yavaş bayıldı. Bu hail'ile uykuya dal­ mış gibiydi. , Genç kontes, annesinin kendisine sertçe bir gözdağı ver­ mek istediğini sandı. Akşama bir okşayış, biraz itina ile dar­ gınlığını giderebileceğini düşündü. Bahçede bir kadın çığlığı duyunca, ihmalkâr bir eda ile pencereden eğildi, henüz şapka­ cıya gitimiyen Parisline, yardım çağırıyor ve 'Markizi kollarının arasında tutuyordu. Annenin dudaklarından dökülen son söz: — Kızımı ürkütmeyiniz! oldu. Moina annesini kaldırdıklarını gördü. Madam d’Aiglem ont sararmıştı, cansızdı, güçlükle nefes alıyor, fakat konuşmak ve­ ya boğuşmak ister gibi kollarını sallıyordu. Moina da annesi­ nin arkasından gitti, Sessizce onu karyolasına yatırmalarına vet elbiselerini çıkarmalarına yardım etti. Yaptığı hata onu yerin dibine geçiriyordu. B u son dakikada annesini anladı, amma ar­


168

OTUZUNDAKİ

KADIN

tık iş şten geçmişti. Onunla başbaşa kalmak istedi. Odada yal­ nız kaldılar; kendisini daima okşıyan ellerin soğuduğunu his­ sediyordu Hünkür hünkür ağlamağa başladı. Onun ağlayışla­ rına uyanan Markiz, kendinde sevgili Moinasına bakmak kud­ retini buldu. Sanki bu perişan ve narin göğsü yırtmak istiyen. hıçkırıkların gürültüsünü duydu ve gülümsiyerek kızını sey­ retti. B u tebessüm, bu genç anne katiline anlattı ki: Anne kal­ bi, derinliğinde daima a f bulunan bir uçurumdur. Markizin va ziyetini görür görmez bir doktor, bir cerrah ve torunlarını ça'ğırtm ak için atlı uşaklar göndermişlerdi. Genç Markiz (g elin i)le çocukları, tıb adarrrlariıle aynı zı manda geldiler. H ayli heybetli, sessiz ve endişeli bir topluluk teşkil etti ler. Hizmetçiler de bu gunba katıldılar. H iç bir gürültü duymı yan genç Markiz, odanın kapısına yavaşça vurdu. H e r halde ıs tırak içinde kendine gelen Moina, bu işareti duyunca, kapınn iki kanadmı hızla itti. Bu aile meclisini ürkek gözlerle seyret­ ti, halindeki perişanİrk kelimelerden daha beliğdi. B u canlı pe­ rişanlık karşısında hepsi dilsiz .kaldı. Ölüm yatağında Markizin ihtilâçla gerilen ve katılaşan ayakları göze çarpıyordu. Moina kapıya dayandı, akrabalarına boğuk bir sesle: Annemi kaybettim! dedi. Paris 1828

1844



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.